Cellat

Cellat
Ahmet Mithat Efendi
Bir cellat olmak mı, yoksa bir celladın oğlu olmak mı dayanılmaz olan? Gerçekten günahkâr saydıklarımız ya da onların soyundan gelenler sevmeyi, âşık olmayı ve mutluluğu hak etmiyor mu? Sandığımız kadar kötü ve gaddarlar mı? Ahmet Mithat “Cellat” adlı romanında tüm bu soruların cevabını ve Napolyon’un Fransa’da yaptıklarını tarihî bir çerçeve içinde veriyor. Sanki bir Fransız romanından çeviri gibi görünen “Cellat” tam tersine “telif” bir roman; “Hace-i evvel” Ahmet Mithat, bütün ustalığı ve öğreticiliğiyle Fransız topraklarında geçen, kişileri de Fransız olan bir hikâye anlatıyor. Yazarın üslubuna sadık kalınarak, romanın dili günümüz Türkçesine yaklaştırılmıştır. Ahmet Mithat’la bir Fransa gezisine çıkmak hiç de yabana atılmayacak bir teklif…

Ahmet Mithat Efendi
Cellat

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

Ön Söz Olarak Uyarı
“Cellat” başlığıyla okurlarımıza sunmakta olduğumuz şu roman, Avrupa eserlerinden çevrilmiş değildir. Âciz yazarın kendi hayal ürününden ibaret olup fakat tarihe, Avrupa ahlak ve âdetlerine dayandırılan yerleri olabildiğince, tamamen doğru ve aslına uygundur. Bundan sekiz on sene önce Alexander Duma’nın “Monte Cristo” başlıklı eserine karşılık olmak üzere “Hasan Mellah” (Denizci Hasan) başlıklı romanı yazmaya bu âcizi götüren, anlamca ve şekilce benzerini meydana getirme şevk ve yarışı; medeniyet ve bilimde ilerleyiş arayışının rekabet gayretidir ki şu romanı da kaleme almaya teşvik etmiştir. Başarımın derecesini hikâyemin okunmasının tamamlanmasında okuyucularım belirler ve karar verirler.

İki Genç

I
1815 miladi senesini oluşturan üç yüz altmış günün üçte biri kadarı, ünlü Büyük Napolyon’un dünyayı sarsan tarihine son söz yollu bir bölüm oluşturmuştur.
Bu sürece son söz dememiş olsak daha doğru olur. Çünkü Napolyon Bonapart tarihinin asıl son sözünün, 1814 yılında Fonten Belv yazlık beldesinin süslü salonlarında büyük bir cesaretle kaleme almış olduğu istifa mektubu olduğu söylenebilir.
Kendi kararıyla Elbe Adası’na çekilerek birkaç ay süresince dinlendikten sonra, akıllara hayret verecek ustalıkta bir organizasyonla tekrar Fransa’ya girip krallık idare yapısını yıkıp, kendi imparatorluk idare yapısını yeniden canlandırması ve bu durumda ise yalnız yüz gün kadar Avrupa’yı sarsıp titrettikten sonra, büyük okyanusun dalgaları arasında boğulacak ve mahvolacak sanılan Saint Elen adlı bir küçük adacıkta altı sene boyunca esirliğinin ve kahramanca hapisliğinin ardından dünya işlerinden el çekmek için, meşhur Vaterlo Savaşı’nda, o memleketleri fetheden kılıcını İngilizlere teslim edişi Napolyon tarihinin son sözü olarak değil de, belki de o tarihin son eki olarak görülse daha doğru olur.
Napolyon dediğimiz adam orta boylu, tıknazca, eli ayağı küçük, gayet sevimli bir yüz ile herkesin kalbini çelebilecek bir kişiydi ki, şu hâl ve niteliklerine bakılacak olursa kendisini bir savaş ustası olarak görmekten çok, bir salon kahramanı, bir kadınlar afeti olarak adlandırmak daha uygun olurdu. Ancak ünlü şair Victor Hugo’nun dediği gibi, koca Şarlman’ın ölümü zamanında kınına konularak duvara asılmış bulunan ve sahibini her zaman zaferlere ulaştıran kılıcı bin sene kadar asılı kaldığı hâlde, onu tekrar ve hakkıyla çekmeye yetenek ve kapasitesi olabilecek kol gücü hiçbir kralda görülememişken, Napolyon’un minimini elinde var olan askerî becerisinin gücü, o kahramanlık kılıcını çekmeye yetmiştir.
Zaten Büyük Şarlman’ın kurduğu Batı İmparatorluğu tacını da, bu kişiden Napolyon’a gelinceye kadar hakkıyla taşımış hiçbir imparator da gelmedi ya! Avrupa ana karasının en gelişmiş ve kalabalık batı yarısına Şarlman’dan sonra sadece Napolyon, şiddet ve zor kullanarak kılıcına boyun eğdirmiştir. Roma’da batının imparatoru olan San Perdazi’nin kıdem tacını başına geçirdiği zaman, tacın sanki o baş için yapılmışçasına yakışması da garip rastlantılardan biri olarak adlandırılmıştır.
Napolyon, örneğin Atilla gibi, sadece dünyayı altüst etmeye gücü yeten bir savaşçı olmasından ibaret değildi. Gerçekten Şarlman’ın ardılı olmaya yaraşır nitelikte kişilerden olarak, Şarlman gibi hem savaşçı, hem kanun yapıcı hem de ilerici bir adamdı.
Şarlman ile Napolyon arasında bir fark varsa o da Şarlman’ın, kurduğu saltanat yapısını zaten elde var olanlardan oluşturmasına karşın; Napolyon’un, bunca yıllık birkaç kraliyet yapısını yıkarak yerine kurduğu imparatorluk idare yapısı için, elde var olan yıkıntılardan hemen hiçbirisini kullanmamış olmasından ibarettir.
Napolyon yapılandırmakta olduğu yeni hükûmetini bu şekilde kurmak için o zamana kadar Avrupa’nın ve özellikle de Fransa’nın en büyük hanedanlarını en aşağı seviyelere indirdiği gibi, o zamana değin yüksek seviyedeki mertebelerden hiçbirine ulaşamamış bulunan aşağı tabakadan kişileri de en yüksek mertebelere kadar çıkarmıştı.
Dük, kont, baron ve diğer rütbelerden ne kadar çok kibar; çiftçilik, ticaret ve sanayi ile geçinmeye mecbur oldular! Esnaftan, adi sanatkârlardan hatta işsizlerden ne kadar adamlar prens, dük, kont, baron gibi yüksek rütbelere sahip oldular.
“Her er, çantasında bir mareşal bastonu taşıyor.” derdi ki, bu sözle erat için mareşalliğe kadar yolun açık olduğunu anlatırdı. Napolyon, bu düzen değiştirme hizmetini, kralları yerlerinden edip yeni krallar atamaya kadar vardırmıştır.
Anlatacaklarımızın daha girişinde sözü buralara getirmiş olmamıza bakarak, bir Napolyon Bonapart tarihi yazacağımız sanılmasın. Zaten hikâyemizin başlığı olan Cellat kelimesiyle bu tarihî bilgiler arasında hiçbir ilişki de yoktur. Sadece anlatacaklarımızın önemli bir kısmının Napolyon’un dünya tarihinde kapladığı sürece son ek olan yüz günlük imparatorluk dönemine rastlıyor olması sebebiyle, bu dönemin önemli olaylarını okurlarımızın gözlerinde güzelce şekillendirmeye çalışıyoruz.
Bir kere göz önüne getirilmeli ki Fransa’daki büyük ayaklanma, binlerce seneden beri var olan bir idare şeklini paldır küldür yıkarak, yerine cumhuriyetin birkaç türlüsünü koymak için dereler gibi kanlar dökmüş, nice hanedanlık ve hanlıklar yıkmış olduktan sonra, Napolyon, cumhuriyet idaresini imparatorluk yönetimine çevirmek için yükseliş ve atılımcılığını daha ileriye götürmüştü. 1814 – 1815 senelerine rast gelen birkaç aydaysa, Napolyon’u Fonten Belv’de istifasını yazmak zorunda bırakan askerî ve siyasi şartlar imparatorluk idaresini nasıl altüst etmişse, ondan da birkaç ay sonra Elbe Adası’ndan ayaklanan Napolyon da bu sefer yeni kraliyet hükûmetini öyle altüst etmişti. Ortalık öyle bir duruma gelmişti ki, Paris halkı ve Fransa’nın büyük şehirlerinde yaşayanlar, acaba Napolyon, hakkı olan hükümdarlığı ele geçirerek krallık yönetimini kaldıracak mıdır; yoksa Napolyon’un bir el hareketiyle tuz gibi dağılan kraliyet, yine Avrupa’nın sahip çıkmasıyla canlanacak mıdır ve Napolyon’un son nefesini vermiş olduğu zannedilmesine rağmen, sonradan birkaç nefes alıp vermekten ibaret bir hayat belirtisi daha gösterebilmiş olan imparatorluğu bütün bütün tarihe mi karışacaktır, işin buralarını asla kestiremiyordu. Herkesi bir hayret kaplamıştı.
Tarihin hoş olaylarından olmak üzere anlatırlar ki, o zamanlar bir meyhanede bazı sarhoşlar kafaları kurarak politika hevesleri de coşuverince, içlerinden birisi İmparator Napolyon’un şan ve şevketi adına kadeh tokuşturmayı önerir. Diğerleri derler ki:
“Güzel ama kraliyet hazretleri ne oldu? Daha imparatorluk hükûmetinin idaresine girdik mi ya?!”
Sarhoşlar önlem olsun diye, kimisi imparatoru, kimisi de kralı anarak “Yaşasın!” diye nara atmaya başlar. Çünkü onların asıl zevki “Yaşasın!” naralarından başka bir şey olmayıp, yaşasın da kim yaşarsa yaşasın türündendi.
Derken polis gelip kanun adına bunlara susmalarını emreder. Sarhoşlar, her durumda bir tarafı yaşatmanın zorunlu olduğundan bahsederek bu konuda polisin fikrini sorunca polis de bugünkü kraliyet hükûmetine mi, yoksa imparatorluğa mı bağlı olduklarına karar veremez.
Bunun üzerine sarhoşun biri der ki:
“Bunun en doğrusu, ‘Yaşasın cumhuriyet!’ diye bağırmaktır.”
Böylece öyle bağırırlar. Ancak, günün şartlarının, bu sarhoşlardan ve yanlarındaki polis memurlarından biraz daha fazlaca farkında olan orada bulunanlar, şu bağırışın en tehlikeli bir bağırış olduğunu bilerek, kuruların yanı sıra yaşların da yanmaması için, hepsi birden meyhaneyi bırakarak kaçmaya mecbur olurlar.
Gerçekte bu kargaşa sadece şu meyhaneye özel olmayıp Paris’in en büyük toplanma yerlerinde de bu kararsızlık, bu dereceye kadar hüküm sürmekteydi. Kral taraftarları kendilerinin hüküm sürdüğü zamanların geçmiş olduğunu görüyorlarsa da, uzak bir ihtimal de olsa ümitle hemen saatten saate yeni bir şeyin ortaya çıkarak Napolyon’u kaçırmasını beklemekteydiler. İmparator taraftarları artık talihin, yüzünü kendilerine çevirmiş olduğuna şüphe etmiyorlardı. Ancak diğer taraftan da, mucize gibi bir gücün ortaya çıkmasıyla canlarını sığınaklarına atmak tehlikesini de hiç uzak görmüyorlardı. Halktan olan ve iki yönetim arasında kalan kimi fırsatçılar ise “Şu aralık Paris’i bir daha yağma etmek neden mümkün olmasın?!” diye düşünerek bu tür uğraşlarda bulunmakta hiçbir ciddi engel görmüyorlardı.
Gerek kraliyet hükûmeti taraftarlarının ve gerek Napolyon destekçilerinin böyle ümitsizlikle ümit arasında ve her durumda şiddetli bir titreme ve müthiş bir heyecan içinde bulunmaları yersiz de değildi. Çünkü Napolyon’un akıllara durgunluk verecek kadar gizli bir organizasyon ve çabuklukla Paris’e gelip kralı kaçırdığı büyük devletlerin kulağına ulaştığında, var olan tüm medeniyetler için bir bela, bir yıkım olarak görülen bu afacanı mutlaka ortadan kaldırmak için İngiltere ve ona bağlı olan diğer devletler savaş hazırlıklarına kalkışmışlardı.
Ya Napolyon bunların hazırlıklarına suskunluk ve hiçbir şey yapmayarak mı karşılık verecek!? Napolyon’daki yürekliliği ve olağanüstü cesareti anlayabilmek için şu tarihî olaya dikkat buyurmalıdır:
Devlet adamlarından ve askerlerden oluşturduğu bir mecliste Avrupa devletlerinden hangilerinin Fransa’ya savaş açabileceğinin ve hangilerinin Fransa ile dayanışma içinde bulunacağının ve hangi devletlerin tarafsız kalacaklarının mümkün olduğuna dair görüşmeler yapılmaktaydı. Herkesin kendi tahminini ortaya koyması; fakat bu tahminlerden düşman dost ve tarafsız devletlerin hangileri olacağı anlaşılamayınca, Napolyon orta yerdeki masa üzerinde bulunan Avrupa haritasını alıp kurşun kalemle Fransa sınırlarını çizdikten sonra demiş ki:
“İşte şu sınırların dışında kalanların hepsini Fransa’ya düşman sayarak, öyle düşünelim. Onlar bize savaş ilan etmekten çekiniyorlarsa, bizim bütün Avrupa’ya savaş ilan etmemiz için ne engel vardır!”
Bundan dolayı Napolyon’un Paris’e girişini henüz büyük devletler haber almadan, Akdeniz sahilinden Paris’e kadar geçtiği yolların iki tarafında bulunan kasabalar ve onlardan yayılarak beylikler ve daha da yayılmasıyla şehirler haber aldılar. Paris’e girişinin dördüncü günü de Fransa’nın bütün köylerinde trompetler çalınarak imparatorun geri döndüğü bildirilerek bütün Avrupa’ya karşı savaşa hazır olmak için askerlik yaşında olanların ve daha önceden terhis olmuş askerlerin yoklama yaptırmaları hakkındaki emirler çığırtkanlarca ilan edilmiş ve halk bölük bölük belediye daire merkezlerinde toplanmaya başlamıştı.
O zamanın gazetelerinde askerî hikâyelerden olmak üzere yazılmıştır ki:
“Eski askerlerden bir ayağı kesik olan bir çavuş tek ayakla piyade askeri olamazsa da tek bacakla ata binmenin kendisi için mümkün olduğunu söyleyerek atlı asker takımına kaydolunması hakkında Napolyon’a dilekçe vermiş, demiş ki: ‘Öteki bacağımı da düşman güllesine hedef etmek arzusundayım.’ ”
Yüz gün boyunca hüküm süren hükûmet sırasında Fransa’nın nasıl bir karmaşa içinde kaldığını buraya kadar vermiş olduğumuz bilgi, okurlarımızın gözünde canlandırmaları için yeterli görülsün. Hatta yüz gün sonra Vaterlo çarpışmasında o savaş ustasını, ülkeleri, altında dize getirmiş olduğu kılıcını teslim etmek zorunda bırakan gücü sağlamak konusunda büyük devletlerin ve özellikle de İngiltere’nin nasıl acil bir hazırlığa mecbur olduğunu düşünürsek, Avrupa genelinin de Napolyon’un geri dönüşünden dolayı ne derecede bir karmaşaya, bir telaşa düşmüş olduğunu anlayabiliriz.
Ancak bu arada işin şu yönünü de kaydetmeliyiz ki, Paris’e geri döndüğünde Napolyon da asker toplamaktan, taraftarlarını artırmaktan ve kendi hakkında halkın dostluk ve desteğini perçinlemekten başka hiçbir amaç bulunmuyordu. Öyleyken, bu amacın gerçekleştirilmesinde yapılan gizli kapaklı ve hoş olmayan davranışlar sayesinde kimi ahlaksızlıklar o kadar almış yürümüştü ki namus ve ahlak sahibi bir adamın şu karmaşa ve alçaklıkları asla beğenmeyeceği ortadaydı.
Bu durum, Napolyon’un önüne getirildiğinde demiş ki:
“Kuru şamatalara kulak vermeyiniz. Sarhoşluk ve ahlaksızlık sebebiyle polisin eline geçenleri hemen askere tıkınız, memleketi bu türden ahlaksızların vücudundan temizlemenin en kestirme yolu budur.”
1792 yılından beri gerek iç gerek dış savaşların barut dumanı hemen hiçbir gün göklerinin ufkundan sıyrılıp kalkamamış olan bir memlekette, bir senelik süre içinde bir imparatorluğun krallığa ve krallığın yine imparatorluğa ve o imparatorluğun Vaterlo Savaşı’nın ardından yine krallığa dönüşmüş ve başkalaşmış olmasını göz önünde bütünüyle canlandırmalıdır ki, 1814 senesinin ikinci yarısıyla 1815 senesinin ilk yarısından ibaret olan zamanın, Fransa’da ve onun merkezi bulunan Paris ’te nasıl dehşetli bir kargaşa ile geçmiş olduğu gözlerde güzelce canlandırılabilsin.
Üst ve alt tabakadan hiçbirisinin ne içinde bulundukları hâllerinden ne de geleceklerinden asla emin olamadıkları bu durumda, hiçbir kimsede de korku ve çekince kalmamıştı. Siyasi gruplardan her biri, “Bugün yensek de, yarın yenilen olma ihtimali uzak değildir.” endişesinde bulunmakla beraber bu gruplardan her biri “Yarın yenilen olursak, öbür gün yine yenen oluruz.” cesaretine de sahiptiler.
Böyle karışık bir zamanda Paris gibi zaten garip olayların ve acayip durumların merkezi olan bir memlekette her biri bir roman denilebilecek ne kadar olayın olacağı da akla gelir ya!
İşte bizim “Cellat” başlığıyla başladığımız roman da bu önemli zamanın olup biten karışık ve garip olaylarından biridir. Başlangıcı 1814 yılından önce olduğu gibi, bitişi de 1815 yılından sonraysa da en önemli olayların yaşandığı zaman, yine bu iki tarih arasındaki zamana denk gelir.

II
1814 miladi yılının sonlarında, yani yukarıdaki bölümde tarif ettiğimiz zamanlarda Napolyon’un Fonten Belv sarayında istifasını yazarak Elbe Adası’na çekilmiş olduğu sıralarda, Paris’te Eyena Köprüsü üzerinden iki kadın geçmekteydiler.
Bu kadınlardan birisi uzun boylu, ince yapılı bir şey olup, yüzünü sıkıca ve siyah bir peçeyle örtmüş olmasına rağmen kaşlarının, gözlerinin, ağzının, burnunun, çenesinin oluşturduğu bütünlüklerinden görüntü olarak güzellik sahibi olduğu fakat saçlarındaki beyaz tellerin siyahlara üstün gelişinden ve göz, kaş uçlarının kırışıklıklarından da yaşının elliye yaklaşmış olduğu anlaşılırdı. Hele yerden iki parmak kadar yüksek bulunan elbisesinden attığı her adımda dışarıya çıkan ayakları ve siyah eldiven içinde sımsıkı olan elleri o kadar küçük ve zariftiler ki, el ve ayak güzelliklerince hemcinslerine örnek olma derecesinde olan kadınların tümü bunlara imrenerek baksalar, bu davranışlarından dolayı hoşgörülürlerdi.
İki kadından birisi hakkında verdiğimiz şu tarif ve genellemeyi aynıyla ve tamamıyla diğer kadın için de söyleyebilmek için saçlardaki beyazlar ve gözlerdeki kırışıklıklar engel sayılabilir. Eğer aralarındaki yirmi beş otuz seneden oluşan fark olmasaydı, bu kadınlar ikiz doğmuş diye düşünecek kadar aralarında bir benzerlik bulabilirdik.
İkincisi, birincisinden rahat rahat yirmi beş yaş kadar daha genç olmasına rağmen bu kadınların ikisi de aynı tipte elbise giymişlerdi. Ama öyle genç ve taze kadınlarla aynı tipte elbise giydiğinden dolayı ak saçlı kadını yermekte acele etmeyiniz. Belki elli yaşındaki kadınlar gibi giyindiği için genç kadın hakkında şaşkınlığa düşmeniz daha yerinde olur.
İki kadının ikisi de tepeden tırnağa kadar siyahlar giyinmişlerdi. Ama gerçekten tepeden tırnağa kadar! Şapkalar siyah, bunların üzerindeki dantelalar, boncuklar, çiçekler siyah; peçeler siyah, elbiseler siyah, eldivenler, yelpazeler, şemsiye, potinler siyah, hepsi siyah!
Demek ki yas ve matem kıyafetindeydiler.
Pek iyi bilemezsek de hemen, onun gibi bir şeydir diyebiliriz.
Bunlar Sen Nehri’nin sağ kıyısından sol kıyısına doğru geçerlerken karşı taraftan gayet şık giyinmiş bir delikanlı, bu iki kadına bakarak kim olduklarını tanıdıktan sonra kendinden emin bir tavır ve memnuniyetle yanlarına sokuldu.
Bu delikanlı uzun boylu, oldukça zayıf, kırmızı saçlı, kırmızı bıyıklı ve kırmızıya çalan sarı gözlü, sivri çene ve sivri burunlu, büyük ağızlı, epeyce çirkin bir adamdı. Fakat o kadar güzel giyinmiş ve süslenmişti ki bütün dünya yüzündeki kadınların bu şıklığa vurulmayacaklarını bilse, düpedüz üzüleceği kibirli tavrından anlaşılabilirdi.
Delikanlı, iki kadına dört adım kadar yaklaştığında şapkasını çıkararak son derece saygı ve nezaketle ikisini de selamladı. Yaşlıca kadın hafifçe bir baş eğişiyle selamı aldıysa da, genç kadın asla karşılık verme eseri göstermeyerek dimdik duruşunu bozmadı.
Kadının bu tavrından elbette alınarak kırılmış bulunan delikanlı, kır saçlı kadından bakışlarını çevirerek genç kadının yanına sokulup ve bir kez daha selamlayarak dedi ki:
“Stefani! Nazınız, inadınız daha ne zamana kadar devam edecek?”
Genç kadın hiçbir cevap vermeyip, onun yerine yaşlı kadın kim bilir hangi sebepten dolayı, korkusundan titreyerek dedi ki:
“Leon! Rica ederim gelenlere geçenlere karşı bizi rahatsız etmeyiniz! Bizi herkesin meraklı bakışlarına hedef yapmayınız!”
“Sizinle hiçbir alıp veremediğim yoktur Madam Tonak. Fakat kızınızla görülecek ve halledilecek hesabım vardır. Ben de saygın bir ailenin çocuğuyum. Hakkımda gösterilen bunca hakareti neden hak etmiş olayım?”
“Kızım sizi hiçbir zaman aşağılamamıştır. Özellikle de şu günler bizim uğursuz günlerimizden olduğundan…”
“Kocanız Pol Tonak için günlerden hiçbirisi uğursuz günlerden değildir. Biz çok iflaslar görmüşüzdür ki, halkın hakkı olan milyonlara sahip olmak için özellikle ayarlanmışlardır.”
“Aa! Mösyö Löpen! Sizden bu sözü de mi işitecektik?”
Bu kez genç kız da söz söylemeye cesaret buldu. Dedi ki:
“Anacığım! Sen bu türden sözleri daha ilk defa işitiyorsun da şaşakalıyorsun.”
Leon dedikleri delikanlı hâl ve tavrıyla kızın sözünü engellemeye çalışarak dedi ki:
“Annenize masal okuyacak bir yerde değiliz, Matmazel! Demin sorduğum soruya cevap verecek misiniz!? Aşağılamalarınızın sonu ne zaman gelecek?”
Leon bu sözleri söylerken isminin Stefani olduğunu yine kendisinden işittiğimiz kızın ta burnuna kadar sokulmuştu. Aynı şekilde isminin Madam Tonak olduğunu kendisinden öğrendiğimiz yaşlı kadın, böyle bir aksi tesadüften fazlasıyla sıkılarak büyük bir heyecanla etrafına bakmaya ve kurtuluş yeri arıyormuş gibi tavırlar göstermeye başladı.
Eyvah ki bulundukları yer bir köprü üstüydü. Yolun ilerisini de Leon kesmiş olduğundan geriye dönmekten başka çıkar yol yoktu.
Stefani, Leon’un ikinci sorusuna da cevap vermedi. Madam Tonak, kızının kolundan tutup geriye çektiğinden ikisi de geldikleri yere doğru beraberce hareket ettiler. Fakat Leon birkaç iri ve hızlı adımla bu taraftan da yollarını kesti ve kadınları tekrar sıkıştırmaya başladı.
Bu dakikadaydı ki orta boylu, tıknazca vücutlu, esmer yüzlü, oldukça kara kaşlı, kara gözlü ve ince, kara bıyıklı diğer bir delikanlı daha ortaya çıkıverdi. Bu delikanlı yirmi beş yirmi altı yaşlarında olduğu tahmin olunabilir ve hele ilk bakışta yüzünün pek sevimli bir yüz olduğu gözlerin dikkatinden gizli kalamazdı. Elbisesi oldukça sade; fakat pek yakışıklı olup, başında ise sadece bir siyah kurdele ile süslenmiş sıradan bir hasır şapka vardı.
Esmer delikanlı kendine özgü bir yiğitlikle gelip elini Leon’un omzuna koyarak korkusuz ve hiçbir şeyden çekincesi olmayan bir adam tavrıyla sordu:
“Efendi! Affedersiniz ama bu kadınları rahatsız etmek hakkına hangi sebeple sahipsiniz?”
Delikanlının bu atılışından Leon hem şaşkınlığa düştü hem de sinirlendi. Sordu:
“Efendi, siz kim oluyorsunuz?”
“İsmim Andre Gocafo’dur. Kalemimle yaşar; fakat korunmaya muhtaç olan mazlumları gördüğüm zaman kalemden iyi kılıç kullanır bir adamım.”
Leon, büyük bir şaşkınlıkla Madam Tonak’ın yüzüne baktı. Madam Tonak olanca korkulu tedirginliğiyle dedi ki:
“Bu isim bizce hiçbir şekilde bilinmemektedir.”
Leon, kadınları bırakıp isminin Andre Gocafo olduğunu kendi ifadesinden anladığımız esmer delikanlının yanına sokulup dedi ki:
“Saldırıda beni haksız görüyorsanız, savunmakta size hak veren nedir?”
“İnsafım!”
“Vay! Herkes insafına, arzusuna, keyfine göre mi hareket edecek?”
“İşte öyle hareket edemeyeceği için sizi bu davranışınızdan alıkoymak istiyorum ya! Ben gevezeliği sevmem Mösyö! Lafın azlığından, yapılacakların çokluğundan ve özellikle de çabukluğundan hoşlanırım. Âciz ve zayıf kadınları bırakınız da sohbetimizi ikimiz beraber edelim.” diyerek zaten bir dakikadan beri çıkartmakta olduğu eldivenini Leon’un suratına fırlattı.
Leon’un gerçi rengi sapsarı kesildiyse de, kızıl gözlerini kan bürüyerek, gözleri bir kat daha kızardı. Elindeki kalınca bastonun kabzasına sağ elini koyarak içindeki şişi çekerken dedi ki:
“Dört şahit önünde yapılacak düellolar öyle her edepsiz parazite layık görülecek bir şeref değildir. Seni şurada, dünyanın gözü önünde gebertmeliyim ki, başka kendini bilmezler de senden ibret alsınlar.”
Mösyö Andre Gocafo rakibi davranıncaya kadar kadınlara hem eliyle bir işaret verdi hem de “Siz işinize gidiniz.” sözünü yavaşça söyledi. İki kadın korkularından bayılmak derecesinde etkilenmiş bir hâlde, bir adım ileriye attıkça beş kere de arkalarına bakarak yürümeye başladılar.
Aslında Andre’nin de elinde kuvvetlice bir baston vardıysa da içinde şiş yoktu. Bununla beraber, kılıç ve şiş egzersizlerindeymişçesine bir duruşla sol elini kıçı üzerine koyup, sağ ayağını da ileriye atarak, elindeki bastonuyla savunma vaziyeti aldı.
Leon saldırılara başladı. Ancak her hamlesinde şişi Andre’nin bastonuyla karşılanarak hamlesini kaybetti. Andre dedi ki:
“Görüyorsunuz ya Efendi! Benim de elimde bir demir olsaydı şimdiye kadar beş kere derinizi delerdim.”
“Karşımda bir şiş çalıştırıcısı ve öğretmeni olduğunu görüyorum!” diyerek tekrar hücumlara başladı. Fakat Andre’nin her saldırıya karşı aldığı gard kendisini savunmaya yeterdi.
Şu kapışma on beş dakika kadar devam etti. Andre’nin eline birkaç defa şişin ucu dokunduğundan, elini epeyce yaralamıştı. Köprünün iki tarafından gelen halk ilerleyemeyerek yığılıp kaldığından kalabalık büyüdü. Bu zamana kadar durumdan polis de haberdar olduğundan bir komiserle iki memur yetişip, kanun namına teslim olmasını Leon’a teklif ettiler. Leon teslim olarak silahını verdiği gibi, polisler Andre’nin de silahını istediler.
Andre elindeki bastonu uzattı.
Komiser bastonun sap tarafından tutup çekerek sapın çıkmadığını ve dolayısıyla bunun şiş olmadığını görünce sahibine geri verdi ve dedi ki:
“Bunu alınız, merkeze gidinceye kadar dayanırsınız. Bana silahınızı veriniz; silahınız mı, bıçağınız mı vardı, tabancanız mı vardı, artık her neniz varsa…”
“Bundan başka silahım yoktur.”
“Acayip! Yarım metre şişe karşı bastonla mı korundunuz?”
Komiserin bu sorusuna orada birikmiş olan halkın şahitliği cevap yerine geçti. Zaten Andre’nin ölümcül bir şişe karşı sıradan bir bastonla karşı koyuşu birikmiş kalabalığa hayret verdiği gibi polis komiseri de şaşırmıştı.
Andre’yi de, Leon’u da komiser efendi önüne katıp merkeze götürdü. Orada ilk ifadelerini kayda alarak raporlarını düzenledikten sonra ikisini bir arabaya bindirip yanlarına bir de polis vererek başkomiserliğe gönderdi. İş, adam öldürmeye girişim olduğundan Mösyö Leon gözaltına alındı.
Sözü uzatmayalım; Andre her ne kadar davasından tamamıyla vazgeçerek Leon aleyhine sürdüreceği hiçbir davası olmadığını sorgu hâkimine bildirdiyse de savcı bu konuda genel hukuk uyarınca bir iddianame hazırladı. Yapılan yargılanma sonucunda Leon üç sene boyunca prangaya mahkûm edildi.
Köprü üzerinde Andre ile Leon’un vuruştukları süre boyunca Madam Tonak ile kızı Stefani’nin şöyle bir kenara gizlenerek çatışmayı seyrettiklerini mi tahmin edersiniz?
Böyle bir tahmin boştur. Kadınlar kendilerine sarkıntılık eden delikanlının elinden kurtulur kurtulmaz bir arabaya binerek soluğu evlerinde almışlardı.
Hatta ikisi de korkunun çok büyük bir etkisine kapılmış olduklarından derhâl doktor çağırmak zorunda kaldılar. Ailenin öteden beri yardımına koşan doktor, ana ile kızın ikisine de tanıyı koyup gereken ilaçları ve müdahaleleri yaptıktan sonra yanlarından ayrılmayarak epeyce bir zaman da babacan öğütlerle iyileşmeleri için uğraş verdi.
Akşam vaktinin yaklaşmasıyla biraz sonra Madam Tonak’ın eşi ve Stefani’nin babası Pol Tonak da eve gelince ve o gün başlarından geçenler kendisine anlatılınca Leon aleyhine dava açmaya kadar ileri gideceğini söyleyerek hiddet ve gazaplandıysa da hanımı, henüz köprü üstündeki kavganın sonucunun ne olduğunu öğrenmeksizin bu hiddete gerek olmadığını, gerçekten melekçe bir yumuşaklık ve hoşgörüyle kocasına anlatarak çaresiz Pol Tonak’ın sinirini yatıştırmakta başarılı olabildi.
Gerek Madam Tonak’ın ve gerek Matmazel Stefani’nin o akşamı nasıl heyecanlı bir hâlde geçirmiş olduklarını okuyucularımız tahmin edebilirler. Çünkü iki delikanlının birbirine düşmesine sebep olmak, namus ve onurunu bilen kadınlardan hiçbirisinin hoşuna gidecek bir şey olmayıp, özellikle de, imdatlarına yetişen delikanlının silahı da bulunmadığından, iki tarafın silah bakımından var olan şu birbirlerine denklikleri çok fazla yürekler acısı olacak bir facia sonucunu doğurabilirdi.
Sabah olup da gazetelerde Eyena Köprüsü üzerinde birisi şişli ve diğeri bastonlu iki adamın çatışmasında, bastonlunun o şiş hamlelerine karşı kendisini çok güzel savunduğu, polisin de olay yerine yetişmesiyle köprü üzerine bir damla kan damlamaksızın ikisini de alıp götürdüğü yazısını okudukları zaman, aslında Andre’nin elinden bir değil birkaç damla kan damlamışsa da işin burasını kadınlar bilmeyerek, en fazla korkulması lazım gelen korkunç sonuç ihtimalinin ortadan kalkmış olmasına memnun olmuşlardı. Fakat resmî soruşturma uzun uzadıya devam edecek olursa herkesin ağzında destan olmanın endişesiyle kalmışlardı.
Hâlbuki sorgulanma sırasında Mösyö Andre Gocafo, savunulmaları için canını tehlikeye koyduğu kadınların ne kendi isimlerini ne de ailelerinin isimlerini bilmediğini, onları yalnız başlarına korunmasız yakalayarak zor duruma düşüren saldırıdan kurtarmak için hasmını durdurmaya kalkıştığını söylemişti. Leon da ömründe hemen hemen ilk defa olmak üzere terbiyelice bir hareket etmek isteyerek, şu yargılanışında o kadınların ismini açıklamaya kanunen gerek olmadığını ve eğer kadınlar kendisini dava etmek isteyecek olurlarsa mahkemeye başvurmakta kararın kendilerine ait olduğunu söylediğinden, Madam ve Matmazel Tonak’ın isimleri mahkeme kayıtlarına geçmediği gibi, gazetelerin sayfalarında da yayınlanmamıştır.
Bu durumu Madam Tonak, kocasını dava açmaktan alıkoymak için güzel bir fırsat olarak gördü ve dedi ki:
“Efendi! Ticari işlerimiz dolayısı ile milletin ağzına dedikodu sermayesi olmamız yetmiyor mu ki bir de bu mahkeme ile kendimizi gözler önüne serelim?
Hazır iki delikanlının ikisi de ismimizi meydana koymadılar. Böylece, Leon tarafından gördüğümüz şu sarkıntılığı kendi şanssızlıklarımızdan biri olarak görüp hiç sesimizi çıkarmasak daha iyi etmiş oluruz.”
Pol Tonak, eşinin bu öğüdünü kabul ile Leon aleyhine dava açmak sevdasından vazgeçse de Paris’in merakta uzman mösyöleri ve özellikle de madamlarının, ağızdan kulağa geçen haberler cinsinden olarak bu sırrın aslına ulaşmış oldukları şüphesizdir.
Eyena Köprüsü olayından dört gün sonra o korkunç olayın etkisi Madam Tonak ile Matmazel Stefani’nin üzerinden tamamen kalkmıştı. Ana ile kız salonda oturup bir taraftan el işleri ile meşgul olurken, diğer taraftan şöyle bir söz de açtılar:
Madam Tonak:
“Hakkımızda koruyuculuğunun imkânlarını esirgememiş olan şu delikanlının kim olduğunu anlamadık da, onu merak ediyorum. Köprü üzerinde kendi isminin Andre Gocafo olduğunu söylediği gibi mahkemede de adını öyle kaydettirmiş.”
Stefani:
“Evet! Öyle kaydettirmiş. Delikanlının yüzünü başka kereler de görmüşüm gibi geliyorsa da nerede gördüğümü bir türlü hatırıma getiremiyorum.”
“Fakat her hâlde sevimli bir yüz, değil mi kızım?”
Stefani’nin yüzü kızardı. Annesi bu duruma dikkat ederek dedi ki:
“Bunda yüz kızaracak ne var? Galiba çocuğun fedakârlığı seni etkiledi, öyle mi?”
“Pek de etkisiz kalmadı anneciğim.”
“Tuhafsın Stefani! Sana bu kadar delikanlı düşkünlük göstersin, hiçbirisini beğenmeyesin de bu esmer çocuğu beğenesin!”
“Beğenip beğenmememin ne önemi olabilir? Şu kadar ki, bizim kim olduğumuzu tanımaksızın ve hatta yüzümüzü bile görmeksizin bizi korumak için canını tehlikeye atması, elbette karakterinin yüceliğine şahitlik eder.”
“Acaba kendisine borçlu olduğumuz teşekkürü etmek için bu delikanlıyı nerede bulabiliriz?”
“İşte orası zor. Aslında poliste kaydı bulunması gerekirse de onu da kim arayıp inceleyecek?”
“Babanın görevi değil mi?”
“Hayır! Babama bu görevi yüklemeyi hiç canım istemiyor. Zavallı babacığımın kendi derdi kendisine yetişiyormuş gibi…”
“O bizim kim olduğumuzu bilseydi kendisi gelir bizi bulurdu.”
“Bunu da ümit edelim. Çünkü mahkemede verdiği ifadeye göre bizi hiç tanımıyormuş, sadece genel görgü kurallarına uymayan Leon’a görgü kurallarını tanıtmak için müdahalede bulunmuş.”
“O hâlde demek oluyor ki delikanlının sende yarattığı etki de birkaç gün içinde söner gider.”
Kız bu son söze karşılık hiçbir şey söylemedi. Annesi ise hemen o saatten başlayarak kızdan Andre hatırasını silmeyi gerek gördüğünden sözü başka taraflara saptırarak akşamı ettiler.

III
Hikâyemizin bu ilk kitabının ilk bölümü, romanımızın geçtiği zamanı tariften ibaret olup, ikinci bölümünde ise bazı isimler gördük ki bunlara dair hemen açıklama almazsak dile getirilen isimlerin sahiplerinin hikâyemizce önem dereceleri meydana çıkmaz.
Eyena Köprüsü üzerinde Leon ile karşılaşmalarının biraz öncesinde Madam Tonak ile kızı Matmazel Stefani haklarında yapmış olduğumuz tariflerden, bu iki kadının vücut ve yüzce olağanüstü bir güzellik ve tatlılığa sahip olduklarını söylemiştik.
Hâlbuki tepeden tırnağa kadar siyahlar giyinmiş olan iki kadının gerçek güzellik ve tatlılıkları, bu zalim rengin örtüsü altında gizli kalacağından, insan ne kadar dikkat etmiş olsa da bunların güzelliklerine hakkınca layığını veremez.
Madam Tonak, her ne kadar güzelliğinin doruğunda olduğu iddiasında bulunabilecek zamanı çoktan geçmiştiyse de Matmazel Stefani henüz yirmi iki yaşını bitirerek yirmi üçüne girmiş olmasıyla gençliğinin baharındaydı ki, bir kadın için süs sayılacak her ne kadar üstün nitelik düşünülebilirse hepsine fazlasıyla sahip olduğundan, kadın soyunun tümüne üstünlük ve başarısını iddia etmiş olsa bile ayıplanamaz. Hâlbuki bu kız güzellik açısından en üst seviyeyi bulmuş olduğu gibi iyi ahlak açısından da meleklere has bir ahlaka sahip olduğundan, bu eşsizliği ile övünmesinin herkesçe kabul görecek imkânlardan yararlanma derdine de asla düşmemiştir.
Matmazel Stefani Tonak’ın görünümünü hayalinizde resmetmek isterseniz, orta boylu kadınlardan biraz daha yüksek; fakat vücudunun inceliği sebebiyle ilk bakışta daha uzunca gibi görünebilecek olan bir boyu öncelikle karşınıza getiriniz. Bu boyun üst tarafına uzun ve güzel bir gerdan; onun üzerine de minimini bir baş koyunuz da, onu da sarı ipeklerden renkçe daha tatlı olan bir kucak uzun lepiska saçlarla süsleyiniz.
Bu saçların güzelce çerçevelendirdikleri figürün şeklini oval olarak düşünerek bu resmin güzel noktaları olan gözlerini, saf maviliğin bile ağzının sularını akıtacak bir mavi renkle boyayınız. Minimini bir burun ile küçük bir ağzı da, renkçe kederliymişçesine solgun olan bu çehreye gayet orantılı olarak çizip tamamlayınız. O küçük ağzı da her biri pirinç iriliğinde; fakat pirinçten renkçe pek çok daha beyaz sık dişlerle öyle bir süsleyiniz ki azıcık bir gülümsemesi hâlinde, hayretli bakışlara pırıltılar saçsınlar.
Matmazel Stefani Tonak’ın el ve ayaklarının ne kadar küçük olduklarını bundan önce de haber vermiştik. Şimdi tariflerimizi hayallerinizde güzelce şekillendirir ve canlandırır da, bu canlandırmanızı da ustaca bir fırça ile bir tabloya işler ve yorumlarsanız, Stefani’nin realist yollu aslına benzer bir resmini yapmış olursunuz. Bu tabloyu dikkatle incelediğiniz zaman da, Avrupa’ca mutlaka kont ve dük gibi prensler seviyesinde olan ailelerden birisine mensup ve asilzadelik niteliklerini eksiksizce kendisinde toplamış bir kadının resmini yapmış olduğunuza hiç şüpheniz kalmaz.
Bu kız yalnız yüzce, yalnız vücut ve salınışça “şahane” nitelendirmesine layık olmaz. Tekrar ederiz ki ahlakça da “melek gibi” nitelendirmesine hakkıyla layıktır. Kadınlar için huy ve karakter özelliği olarak görülecek kusur -fakat kusur sayışımızda hatamız yoksa- hemcinsleriyle güzellik ve süs yarışı yapmaları olduğu hâlde Stefani’de bu çaba, bu rekabet bile yoktur. Daima sade giyinir. Fakat en sade olarak giydiğini, en süslü kadınların giyimlerinden daha çok üstüne yakıştırır. Yumuşaklığı, alçak gönüllülüğü düsturlarından olup, hatta kendi başına bulunduğu zamanlarda sanki sürekli bir hüzün içindeymişçesine o melek yüzünü güzel bir hüzün ifadesi kaplamasına rağmen, her kim olursa olsun güler yüz görme umuduyla karşısında boy gösterecek olsa onu, gözlere parıltı ve gönüllere ferahlık veren tatlı gülümsemelerle karşılamak, bu kızın yaradılışındandır.
Babası Pol Tonak ise yaradılışça kızının hemen tam tersidir. Stefani her hâlince, her ahlakınca kendisinin tıpkısı olan annesinden kopya edilmiş olduğu hâlde babası sanki kızın yaradılışında tümüyle yabancıymış gibi kızına asla benzemez.
Yaşı yetmişe ulaştığı hâlde Pol Tonak hâlâ dimdik, sapasağlam bir adam olup, boyu uzun, göğsü ve omuzları geniş, pazıları bacakları kalın, elleri ayakları büyük bir adamdır.
Aslen Provans eyaletinde bir bakkal ve sıradan bir köylü olan Pol Tonak’ta bundan başka bir şey aramak mümkün olabilir mi?
Gelgelelim ki Pol Tonak gönlü güzel, yüreği sağlam bir adam olup, askerî kumanya müteahhitliğinde para kazananlar için, kazandığı parayı en helalinden kazanmak ne kadar mümkünse o kadar helalinden kazanmıştı.
Pol Tonak için bir kez köylü bir bakkal dememize rağmen, sonrasında da askerî malzeme müteahhidi diye vermiş olduğumuz bilgileri birbirlerine karşıt zannetmeyiniz. Aslen köylü ve bakkaldı. Fakat Napolyon Bonapart henüz bir topçu subayıyken birkaç defa Pol Tonak’ın bakkal dükkânında veresiye karnını doyurmuş olduğu gibi, birkaç defa da züğürtlüğü sırasında, Pol Tonak, hatta sonradan geri alacağını ümit bile etmemesine rağmen, kendisine borç para vermişti. Napolyon askerî rütbeleri çabuk çabuk kazanarak büyüdüğünde de Pol Tonak ile olan dostluğu kesilmemiş ve en sonunda Genç General diye yalnız Fransa’da değil bütün Avrupa’da şöhret kazandığı zaman Pol Tonak’ı kimi askerî kumanya müteahhitliği işlerinde kullanmaya başlamıştı.
Hele Napolyon, Fransa’da cumhurbaşkanı olunca ve biraz sonra imparatorluğa kadar yol bulunca, eski bakkal Pol Tonak Fransız ordularından birkaçının birden en önemli askerî kumanya malzemelerini karşılamayı üstüne almaya başlayarak, bu yüzden milyonlarca franklık alışverişlere girişmiştir.
Matmazel Stefani, böyle milyonların döndüğü bir ticaretin içinde yuvarlanan bir adamın kızı olur ve o kadar güzel ve o derecede terbiyeli bulunur da Paris gibi bir başkentte herkesin istekli bakışlarından mahrum mu kalır?
On yedi yaşındayken “pansiyon” denilen geceli gündüzlü okuldan çıkmasının ardından kalbur üstünden, sefilinden birçok delikanlı kızın etrafını kuşatmıştı.
Kalbur üstünden olan delikanlılar için böyle ayak takımından olan bir kızı eş olarak almakta hiçbir sakınca olamaz. Kızın milyonlarla ifade edilen çeyizi olsun da ne olursa olsun! Çünkü Avrupa âdetleri ve ahlakınca kızlar kocalarının isimleriyle anıldıklarından, bugün ismi Matmazel Tonak olan bir kızın, yarın örneğin bir dük dö bilmem neye eş olmasıyla düşes dö bilmem ne olması her zaman görülmüş durumlardandır. Asilzade olmayanlara gelince; bunlar için milyonlara sahip ve kendileri gibi ayak takımından bir kızı eş olarak almak mutluluğun son derecesi demektir.
Gelgelelim Matmazel Stefani Tonak, kendisine yakınlık gösteren delikanlıların hiçbirisine gönül akıtamazdı. Zor beğenenlerden olduğu için değil. O zamanlar Paris’te kalbur üstünden olsun ayak takımından olsun delikanlıların hepsi eğlence hayatının ustası olup, gece gündüz zamanlarını kumarhanelerde, tiyatrohanelerde, cambazhanelerde, vesairehanelerde(!) geçirdiklerinden, hangi kız kocaya varırsa sadece birkaç hafta süresince kocasının güler yüzünü görebilecek, bunun da âdeta ikiyüzlülüğün güler yüzü olduğunu ve diğer taraftan damat efendilerin eşlerinden aldıkları çeyiz bedelini gönül eyleyişi ve savurganlıkla yediklerini ve paralar bittikten sonra eşlerinin hiç de yüzüne bakmadıklarını, Matmazel Stefani’nin gözleri daima görürdü.
Hatta bir gün annesiyle bu konuda bir söz açarak kızın gösterdiği beğenmez tavırları annesinin sormasıyla Stefani demişti ki:
“Babamın alın teriyle kazandığı sermayesini tiyatro kızlarına yedirmek için mi kendisine damat getireceğim? Evlilik konusunda benim hiç acelem yoktur. Elbette hâl ve şanını beğeneceğim ve babama damat olarak teklif etmekten utanmayacağım bir adam bulurum.”
Eyena Köprüsü üzerinde Andre Gocafo ile dövüşen Leon, işte Matmazel Stefani’nin böyle damat olarak babasına sunmaktan utanacağı heveskârlardandı.
Bu delikanlı her ne kadar, oldukça kaymak tabakadan sayılan Sukar ailesinin fertlerinden olup, hatta soyluluk işareti olmak üzere isminde bir de ”dé” bulunarak, “Mösyö Leon dé Sukar” diye çağırılırdıysa da babasından kalan paraları da, taşınmazları da gönül eğlendirme yollarında yiyip bitirdikten sonra, özbeöz kız kardeşine, kendisinin daha önceden çeyizlik olarak uygun gördüğü üç yüz şu kadar bin frangı da dolandırıp yemiş ve böylece zavallı kızcağız için koca bulup evlenebilmeyi de imkânsız kılmıştı.
Artık Matmazel Stefani Tonak gibi her şeyin farkında ve ince fikirli olan bir kız, Leon’da bu eğlenceye düşkünlüğü, bu saçıp savurganlığı, bu ahlaksızlığı gördüğü hâlde, onun âşıkça, ikiyüzlüce, haince olan bu davranışlarına aldanabilir mi?
Leon, Matmazel Tonak’ın davranışlarını yanlış anlamış ve tahmin etmişti. Kızın o üzgün davranışlarını aşk yakarışlarına vererek, ilk girişimlerinin geri çevrilmesi üzerine, kendisini çılgın bir âşık gibi gösterirse umuduna erebileceğini zannetmişti. Bu aslı olmayan zannı üzerine güya kendini öldürmeye kadar her şeyi göze almış görünmek derecesinde yapmacık davranışlarda bulunmuştu. Gelgelelim Matmazel Tonak bu davranışların hiçbirisine aldanmadı.
Birazdan ayrıntılarını anlatacağımız garip bir biçim ve faciayla Pol Tonak iflas ettiğini ilan ettiği zaman ise her ne kadar Leon ve Sukar’ın Matmazel Stefani’den ümidi kesmesi lazım gelmişse de Leon, Mösyö Pol Tonak’ın iflasını ciddi bir iflas olarak görmeyip, belki alacaklılarına olan borçlarını vermemek ve milyonlarca frangı kendi kesesinin istifadesine atmak için düzenlenmiş sahte bir iflas olduğuna karar verdiğinden, Matmazel Stefani Tonak’ın gönlünü avlayabilirse bu sayede milyonları da avlayabileceğini hâlâ ümit eder dururdu. Bu sebepledir ki Eyena Köprüsü üzerindeki sarkıntılık da olagelmiştir.
Pol Tonak’ın iflasına gelince: Bu konu eğer biraz aralanacak ve kurcalanacak olsa başlı başına bir roman oluşturabilir.
Pol Tonak gibi bir müteahhidin, milyonlar tutarındaki hesabını sonuçlandırarak alacağını alıp, vereceğini verdikten sonra asıl kendi servetini oluşturacak tutarı ya bankalara yatırması veyahut taşınmaza çevirmesinin, ta işten el çekeceği zamanın gelmesiyle gerçekleşecek bir durum olduğunu, işten anlayan herkes bilir. Hâlbuki Napolyon’un henüz kendisi bile barut dumanı içinde kömürcü çırağı gibi simsiyah kesilmiş bulunduğu bir zamanda, Pol Tonak için böyle işini olduğu gibi sona erdirerek el etek çekmesi imkânsızdır.
Dolayısıyla Pol Tonak’ın ticari işlemleri, kuzey ile güney ve doğu ile batı ordularının falanca ve filanca senelerinin hesaplarına ait et veyahut yağ ve ot gibi mal kalemlerinin gözden geçirilmesinden başka, alacaklarının ödenmesi demek olan milyonlarla, bu milyonlar karşılığında falanca ve filanca illerdeki çiftlik sahiplerine veyahut falanca ve filanca limanlarda ticaretle uğraşan tacirlere ve şirketlere vereceği milyonlar arasında dolaşıyordu. Ancak Pol Tonak, bir yandan gerçekleştirdiği tahsilatıyla, bir yandan da düzenli olarak borçlarını kapattığından kendisinden alacağı olanların hepsi, alacaklarının âdeta kasalarında demek olduğuna emindiler. Nasıl olmasınlar ki? Napolyon’un göğün yedi kat üstünden, cehennemin yedi kat dibine düşebilmesi ne kadar uzak görülürse, Pol Tonak’ın batması bundan fazla uzak görülürdü.
Pol Tonak’ın, işlerinin genel dengesinden kendisinin de güveni bir derecede idi ki, Kont Belv sarayında, Napolyon Bonapart imparatorluktan istifasını yazdıktan sonra bazı dostları Pol Tonak’ın içinde bulunduğu durumun üzerine dikkatini çektiklerinde Tonak dedi ki:
“Geri gelen kraliyet hükûmeti her ne kadar Napolyon’un armasını yere çarpabilirse de o armayla Fransa adına imzalanmış olan bu sorumlulukları hiçbir sebeple inkar edemez. Borç, Napolyon’un değil Fransa’nındır.”
Aslında öyle oldu. Gelgelelim bakınız Pol Tonak hakkında nasıl bir oyun oynandı.
Hükûmetçe gerçekleştirilen heyet değişimi üzerine bakanlık kadrosundan sonra dairelerin üst düzey memurları da değiştirilmişti. Üçüncü ve dördüncü dereceden sekizinci, onuncu dereceye doğru memur olanların hiçbirisi yerlerinden olmayıp, hep “Yaşasın İmparator!” diye haykırırlarken bugün “Yaşasın Kral!” diye haykırmalarıyla yine memuriyetlerinde devam ettirilmeleri olağandır.
Fransa Askerî Bakanlığının satın alma dairesinde bulunan yazıcı, kontrolör ve muhasebeciler de işte böyle hangi mübareğin zamanında bulunurlarsa onun şarkısını çığırmakla memuriyetlerinde devam etmelerine izin verilenlerdir. Bunların arasında Simon Pankar ismindeki bir kontrolör, herkesin hükûmetteki değişim üzerine oluşan heyecanlarına asla katılmaksızın kimi hesap işleriyle o kadar meşguldü ki bundan dolayı arkadaşlarının ayıplamalarına ve azarlamalarına bile uğramıştı. Fakat elli yaşını türlü türlü entrikalı hesaplar içinde geçirmiş olan bu kontrolör, arkadaşlarının taş atmalarına hiç kulak vermeyerek işine devam ediyordu.
Ne iş görüyordu? Mösyö Pol Tonak’ın Askeriye Bakanlığından ve bu yolla Fransa hazinesinden genel alacaklarını hesap ediyordu.
Kolorduları, numaraları sırasıyla dizerek Pol Tonak’ın her birinden kaçar kalem alacağı varsa onları da kaydetti. Ödeme emirleri çıkmış olup hemen ödenecek bulunan alacakları başka ve ödeme emirleri hâlihazırda hazırlanmakta olanları başka kaydederek, Pol Tonak tarafından alacak talep dilekçeleri yeni hazırlanmış ve henüz hesap inceleme komisyonuna gönderilmemiş olan alacakları da kaydetti.
Bu şekilde ortaya çıkan hesaplara bakılacak olursa, Pol Tonak’ın hemen eline geçmesi gereken tutarın toplamı bir milyon sekiz yüz bin franga ulaşmış olup, ödeme emirleri hâlihazırda hazırlanmakta bulunan alacağı sekiz milyona ve yeni gönderdiği alacak talep dilekçelerinin oluşturdukları toplamlar da altı milyona varmaktaydı.
Hepsi birlikte toplam on altı milyon bu kadar yüz bin frangı gösteriyordu.
Kontrolör Simon Pankar, söz konusu hesap cetvelini alıp emrinde bulunduğu muhasebeciye götürdü. Muhasebeci bunun ne olacağını sorunca dedi ki:
“Her değişiklikten bir çıkar aramak akıl kârı değil midir?”
“Sanki ne demek istiyorsunuz?”
“Demek istiyorum ki Napolyon’un istifası üzerine ministroların hepsi işlerden el çektiler. Bakanımız ise sınır dışına kadar kaçtı. Şimdiki durumda bakanlık bir müsteşarın elindeyse de bugün yarın o da gönderilir veyahut kendisi kaçar.”
“Ee?”
“Eesi şu ki; bunların yerlerine gelecek olanlar, bunca senelerden beri göç belası, mallarına el koyulması ve diğer kimi sebeplerle züğürtlenmiş, tırıl kalmış adamlardır. Nereden birkaç altın parlarsa dikkatlerini o tarafa çevirirler. Şu anda elimde bulunan kâğıdın üzerinde on altı milyon bu kadar yüz bin frank parlamaktadır. Bunun onda biri bizim olsa, ikimizi de zengin edeceğinden, başka bakan ve müsteşar ve diğerlerine de böyle bir hizmette bulunursak, en gözde memurlar biz oluruz. Bir ihtimal memuriyetimizin derecesinde yükselme mümkün olur.”
“Kötü söylemiyorsunuz ama siz Pol Tonak’ın bunca iyiliğini görmüş olduğunuz hâlde zavallı adama bu oyunu nasıl oynayacaksınız?”
“Sizden asla ders almaya muhtaç değilim. Ben size bir dostluk etmek istiyorum. Bu dostluğumun değerini ileride daha güzel takdir edersiniz.”
“Fakat Pol Tonak’ın bu alacaklarını inkâra dayanak yoktur!”
“Siz bana teorik olarak katılınız da, pratikte ben sizin desteğinize de ihtiyaç duymam.”
“İş yapalım derken iş bozarız diye korkuyorum.”
“Ondan hiç korkmayınız. Emin olunuz, önünüze şöylece beş yüz bin frank konulduğu zaman memnun olursunuz ya?”
“Oo! Ona hiç şüphe olmasın.”
“Artık işin öte tarafını bana bırakınız!”
Muhasebeci ile Simon Pankar arasında bu sözler edilirken, öte tarafta Pol Tonak da kendi veznedarı Piyer ile alelacele bir hesap yapmaktaydı.
Bunların düzenledikleri hesap cetveli üzerinde de on altı milyon bu kadar yüz bin frank alacak bölümüne kaydedilmiş olup, borç kısmında ise yüz elli kalem kadar borcun toplamı dokuz milyon beş yüz bin frank etmekteydi. Hele bu borçların içinde yirmi kalem kadarının toplamı olan bir milyon yüz elli bin frangın hemen bir haftaya kadar ödenmesi gerekiyordu. Bu sonuç görülünce Pol Tonak veznedarına dedi ki:
“Piyer! Rica ederim hemen şimdi Askeriye Bakanlığına gidersiniz. Bizim Simon Pankar’ı bulup, gereken işlemleri yapar ve bakan tarafından imzalanmış bulunan ödemeleri alırsın. Bu konuda katlandığı ve katlanacağı zahmetlerin ödülünü yok saymayacağımızdan emin olsun. Öncelikle şu söz konusu tutarı çabucak kasamıza koyarak şu borçları bitirelim. Bir haftamızı bu şekilde atlatabilirsek, önümüzde daha on beş günlük bir alan açılmış olur.”
Piyer, Askeriye Bakanlığına gelip Simon Pankar’ın yanına girdiği zaman kontrolör efendiyi, söz konusu hesap cetvelini hâlâ elinde tutarak inceler buldu. Efendisi tarafından gönderilen haberi ilettiği zaman Pankar dedi ki:
“Mösyö Pol Tonak’ın işlerinin nice en öncelikli işlerden olduğuna şüphe mi edersiniz? Kendisinden görmüş olduğum iyilikleri, bunca senedir hizmet verdiğim Askeriye Bakanlığından görmediğimi her zaman itiraf ederim. Hatta işte tüm alacaklarını şu hesap cetveli üzerine kaydederek şu kargaşalık arasında çabucak gereğini yerine getirtmenin yollarını da düşünmekteyim.”
“Allah razı olsun Mösyö Pankar! Efendim de bu çabanızdan emindir.”
“Gelgelelim üzülerek söylerim ki bakanımızın kaçışından beri müsteşarımız bütün işleri tatil etti. Galiba kendi geleceğinden bile emin değildir. Dolayısıyla kraliyet hükûmetinin askeriye bakanı, maliye bakanı filanı atanıncaya kadar hiçbir iş görmenin imkânı yoktur.”
“Aman ne diyorsunuz Mösyö Pankar! Biz bu hafta içinde bir milyon yüz elli bin franklık ödemeyi almak zorundayız.”
“Bu mecburiyetiniz o kadar kesin değildir. Gerçekleşen değişikliklere bakılarak…”
“Hiç ticaret işleri değişiklik filan tanır mı?”
“Ordu müteahhitlerinin işleri, değişikliği tanımaya mecburdur.”
“Hiç olmazsa şu işlemleri bitmiş, imzalanmış olan ödemeleri olsun veriniz!”
“Ne söylüyorsunuz a dostum! Kaçan bir askeriye bakanının imzasıyla adama bir milyon sekiz yüz bin frangı verirler mi; devlet işlerinden hiç mi haberdar değilsiniz?”
“Onları imzaladığı zaman henüz bakandı, hem de borç bakanın kendi borcu değildi. Bakanlığın, devletin yani Fransa’nın borcudur.”
“Güzel söylüyorsunuz ama öyle değildir. Siz telaş etmeyiniz dostum! Mösyö Tonak’a nasihat veriniz de o da telaş etmesin. Ben işin çıkar yolunu bulduğum anda bir dakika bile fırsat kaybetmem.”
Veznedar Piyer zavallısı, kontrolör efendinin ağzından başka bir söz alamadığından son derece telaşla efendisinin yanına geldi. Gönlü sağlam olan biçare Tonak ise bu sözlerin sağlamlığına inanmıştı. Hatta işlerin bir çaresi görülünceye kadar ödemelerini geciktirmemek için birkaç bankaya başvurup birkaç yüz bin frank kredi çekerek, o haftanın ödemelerini gerçekleştirdi. Pol Tonak gibi bir adam için yalnız bir imza ile bir bankadan iki üç yüz bin frank almak iş midir?
Gelgelelim, bakanlık kadrosu oluşturulduğu zaman bir de yeni müsteşar gelmiş olduğundan, kontrolör Simon Pankar’ın önceden tahmin ettiği gibi bunlar aç kalmış kurtların leşlere saldırmalarını andırır bir hırsla hesaplara sarıldılar. En önde hazır bulunan işin Pol Tonak’ın işi olmasıyla, işlemleri bitmiş olan ödemeleri kapsayan bir milyon sekiz yüz bin frangı derhâl alıp, müteahhit Tonak’ın hesaplarında şüphe götürür yerler bulunduğu bahanesiyle ödeme tutarını alıkoydular.
Alıkoymak da değil, koruma altına aldılar! Ama kendi kasalarında!
İşin başlarında Simon Pankar’ın başvurmuş olduğu muhasebeci, korkak bir adam olup şu işleri gözüne kestiremediğinden, yapılan değişiklikler sırasında onu işten çıkarıvermek ve yerine Simon Pankar’ı muhasebeci olarak atamak işten bile sayılmadı.
Zavallı Pol Tonak! Bunca yaptığı iyilikleriyle minnettarı olan bir kontrolörün şimdi muhasebeci oluşundan kendi işlerince pek büyük yardım görmeyi ümit ettiğinden, yeni muhasebeciye memuriyetini tebrik etmeye gitmişti.
Mösyö Simon Pankar cenapları, olanca nüfuzunu kullanarak şöyle çalışacağını, böyle gayret edeceğini vaat ve garanti ettikten sonra dedi ki:
“İşte efendim, ilk çabaların semeresi olarak bir milyon bu kadar bin frangı kurtardığımız gibi inşallah…”
“Aman dostum! Yanlış mı anlıyorum, bir milyon sekiz yüz bin frangı kurtar…”
“Öyle ya! Mösyö Piyer evvelki gün ödeme emirlerini almıştı. Parayı tahsil de ettirdi ya!”
“Hayır efendim! Piyer bana öyle bir şey söylemedi!”
“Acayip! Biz ödeme emirlerini Piyer’e teslim ettik. Hatta paranın alacaklıya veyahut kendisine vekil olarak atadığı kişilere ödendiğini bile inceledim.”
“Gerçek mi söylüyorsunuz? Ben dün akşam Piyer’i gördüm; bana hiçbir şey söylemedi.”
“Böyle işler şaka kaldırır olsa belki affınıza sığınarak şaka yapabilirdim.”
“Öyleyse gideyim bakayım, işin ne olduğunu anlayayım.” diye zavallı ihtiyar hemen şapkasını, bastonunu yakaladığı gibi koştu gitti.
Bir saat sonra beti benzi kül kesilmiş bir hâlde muhasebecinin yanına dönerek tıkana tıkana dedi ki:
“Mahvoldum, bittim!”
“Ne olmuş Allah’ı severseniz?”
“Piyer ortada yok! Bugün ofise gelmemiş, evine adam gönderdim, dün gece evine dönmemiş.”
“Acayip! Demek oluyor ki paraları aldığı gibi…”
“Ah hain, ah nankör! O kadar iyiliğimi gördüğü hâlde…”
“Bu dünyada kimseye güvenmek olmaz Mösyö Tonak! Fakat merak etmeyiniz! Elbette hainin izini buluruz. Nereye kaçsa elimizden kurtulamaz!”
Birkaç gün sonraysa biçare Pol Tonak Askeriye Bakanlığına davet edilerek kendi veznedarı tarafından nakden alınmış bulunan bir milyon sekiz yüz bin frangın hâlen incelenmekte olan hesapların değerlendirmesinin sonuçlanmasına kadar alıkonulması gerektiği bildirimiyle, paraların geri verilmesi istendi.
Tonak’ın çıldırmadığına memnun olmalı! Para almadığı hâlde iki milyon franga yakın bir tutarı nereden iade etsin, ki onun yarısından fazlasını zaten birçok sarraftan borç almıştı.
Böylece hesaplar incelenmeye başlandığında, filanca ordunun süvari topçusuna teslim etmiş olduğu ot ve arpaların resmen teslim edilip teslim alınmasından önce askerin oradan hareketi sebebiyle köylüler tarafından yağma edildiği veyahut filanca piyade alayı için göndermiş olduğu koyunlar henüz müteahhidin adamları tarafından korunmaktayken hastalığa uğrayarak kırıldığı gibi bahanelerle zavallının alacak kalemlerinden büyük büyük miktarların indirimine başlandı.
Sözü daha fazla uzatmayalım. On altı milyonluk borç, üç milyon yedi yüz otuz dört bin sekiz yüz altmış yedi frank ile seksen beş santimine kadar inerek, bunun da bir milyon sekiz yüz bu kadar bini ödenmiş olduğu için arta kalan küsuratın müteahhide verilmesi gerekmiştiyse de, evvelce falanca filanca bankalardan bir haftalık ödemeleri için çektiği kredilerden dolayı alacaklı olan bankalar Pol Tonak’ın Askeriye Bakanlığındaki alacaklarını mahkeme yoluyla haciz altına aldıklarından, arta kalan tutar da onlarla beraber zavallı biçarenin diğer borçlarına üleştirildi.
İşte Napolyon’un istifasından sonra Pol Tonak’ın içine düştüğü durum böyle feci bir durumdur. Evvelce kızı Stefani’ye tüm dünya âşıkken, bu âşıkların tümünün ortadan çekilmesi de bu durumdan dolayıdır.

IV
Eyena Köprüsü üzerindeki olay sebebiyle işittiğimiz isimlerden ana kız Tonaklar ile bunların eş ve babası olan Pol Tonak ve kadınların üzerine saldıran Leon hakkında üçüncü bölümde almış olduğumuz bilgilerle şimdilik yetinebiliriz.
Aslında Andre Gocafo denilen delikanlı hakkında henüz bir bilgi alamadıksa da, bu delikanlının geçmişi, şimdiki durumda hikâyemizi oluşturan kişilerin hepsi için bilinmez olduğu gibi, hikâyemizi ilgilendirecek durumları da sonradan yeri geldikçe okurlarımızın gözlerinin önüne serilecektir. Üçüncü bölümde Andre Gocafo için gereken bilgilerin verilememiş olması, o kadar büyük bir eksiklik olarak görülmemelidir.
Eyena Köprüsü olayıyla Napolyon’un Elbe Adası’ndan dönerek Pol Tonak’ın kara talihinin son bulmadığı zamana kadar geçen birkaç ay içinde süregiden hikâyemizin izleyeceği yol, birisi Stefani Tonak, diğeri Andre Gocafo’dan oluşan iki gencin âşıktaşlık durumlarından ibaret kalıyor.
Şöyle ki:
Matmazel Stefani annesiyle olan bir sohbetinde demiş olduğu gibi Mösyö Andre Gocafo’nun çehresi her ne kadar kendisi için hiç bilinmeyen çehrelerden olmayıp, o zamana kadar bu çehreyi birkaç defa görmüş olduğunu anımsıyorsa da aralarında hiçbir ilişki olmadığı için önem vermemişti. Köprü olayından bir hafta kadar sonra Şanzelize’ye doğru taze hava almak için annesiyle beraber çıktığı zaman Stefani, Andre Gocafo’yu tekrar görerek kendisini tanıdı. Hatta annesine bile gösterdi.
Ancak delikanlı yirmi adım kadar kadınların arkasından gelmekte olduğu için gerek Madam ve gerek Matmazel Tonak birtakım terbiyesiz kadınlar gibi sık sık arkalarına bakmaktan kaçındılar.
Birkaç adım gittikten sonra kız annesine dedi ki:
“Anacığım! Ben mutlaka bu delikanlıya teşekkür edeceğim.”
“A kızım! Hiç tanıştırılmış olmadığın, tanımadığın delikanlıya sıkılmadan nasıl söz söyleyip teşekkür edeceksin? Sonra delikanlı senin hakkında ne düşünür?”
“Ne düşünürse düşünsün. Hem o adam bizim tanımadığımız bir adam değildir. Bize söz bile söyledi. Bizi savunmak için canını tehlikeye koydu. Gazetelerin sonradan verdikleri açıklamalardan anlaşıldığına göre, bizim için sağ elinden ve bileğinden birkaç yara da almış; artık kendisine teşekkür cinsinden birkaç söz söylersem ne olur? Tamamen kayıtsız kalırsak o zaman nimete hakaret etmiş olmaz mıyız?”
“Ee? Delikanlı ile söyleşme için ne sebep bulacaksın? Kendisini nasıl çağıracaksın?”
“Demek oluyor ki teşekkürlerimizi sunmanın gerektiğini itiraf ettin, bak şimdi onu nasıl çağırırım…” diye anasına da verdiği komutla iki kadın birdenbire durdular. Bu durmaları, askerin “Bölük dur!” komutuna ait uygulama hareketi gibi birdenbire olduğundan başka, yine bir ”Sağdan geri!” komutuna uyuyorlarmış gibi birdenbire geriye de döndüler. Andre ise yürüyüşünü bozmamış olduğundan kadınlar bu durma ve yönlerini değiştirme hareketlerini yapıncaya kadar kendilerine daha çok yaklaşmış olduğundan, kadınlar ile delikanlı hemen yüz yüze geldiler.
Matmazel Stefani Tonak olanca cüret ve cesaretini toplayarak dedi ki:
“Bonjur Mösyö Gocafo!”
Andre Gocafo’da hayret tavırları!
Kız bu hayreti görünce dedi ki:
“Affedersiniz Mösyö Andre Gocafo! Siz galiba bizi tanıyamadınız ama biz pek güzel tanıdık. Size borçlu olduğumuz teşekkürleri sunmak için yolunuzdan sizi alıkoymakta olduğumuzdan dolayı affınızı rica ederiz.”
Andre Gocafo, bir aralık kıpkırmızı kesildiği hâlde birden sapsarı sarardı. Kalbindeki heyecandan yüreği çatlamak derecelerine geldi. Tıkana tıkana dedi ki:
“Gerçekten sizi hiç tanımıyorum Matmazel! Dolayısıyla bana neden dolayı teşekküre borçlu olduğunuzu da bilemiyorum.”
“Eyena Köprüsü üzerinde kurtardığınız kadınlar biz değil miyiz?”
Andre’nin rengi sarıdan tekrar kırmızıya ve onun da ardından patlıcaniye dönüştü. Dudakları titreyerek dedi ki:
“Eyena Köprüsü üzerinde kurtardığım kadınlar mı? Kadınlar kurtarılmış ise onlar siz olabilirsiniz. Fakat kurtaran adamın mutlaka ben olduğum lazım gelmez.”
“Nasıl siz olduğunuz lazım gelmezmiş? Ben sizi pekâlâ tanıdım. O zaman isminizi kendiniz Andre Gocafo diye bildirdiğiniz gibi, sonradan gazetelerde de kurtarıcımızın ismini böyle okudum. İsim de olmasa yüzünüzü ömrümün sonuna kadar gözümün önünden kaybetmek olur şeylerden değildir.”
“Zannederim ki bu keşfinizde hatanız vardır Matmazel!”
“İsminiz nedir? Ahlaklı bir adam ismini yanlış vermez.”
“İsmimi söylemeye neden dolayı mecbur olduğumu bilsem belki açıklayabilirdim.”
“Size sunacağım teşekkürden dolayı!”
“Hayır Matmazel! Bana hiçbir sebeple, hiçbir şekilde teşekkür etmeye borcunuz yoktur.”
“Eyena Köprüsü üzerinde iki aciz kadını bir sarkıntılıktan kurtaran siz değil misiniz? İnkâr mı ediyorsunuz?”
“Ben değilim Matmazel! Yanlış görmüşsünüz! Yahut benzetmiş olabilirsiniz.”
Stefani’yi tuhaf bir titreme aldı. Kalbinde olağanüstü derecede gazap hissediyormuş gibi bir hâle uğradı. Âdeta gereken edep ve terbiyeyi bile unutmak derecelerine gelip, delikanlının elini tutarak dedi ki:
“Mösyö Andre Gocafo! Bu adın görüntüsü sizsiniz! Eyena Köprüsü olayını inkâr edişiniz size yakıştıramayacağım bir yalandır. İşte sağ elinizdeki şu yara izleri sizin Mösyö Andre Gocafo olduğunuzu veyahut bizi kurtaranın siz olduğunuzu bana ispatlıyorlar.”
Andre Gocafo’nun patlıcanımsı rengi yine ayva rengine döndü.
Hele Stefani, delikanlının bileğini tuttuğu zaman elinin buz kesmiş olduğunu da fark etmişti. Bunu nasıl hissetmesin ki; kendi eli de kanının taşkınlığından ateş kesildiğinden eli içindeki bileğin soğukluğunu bir kat daha fazla hissedeceği ortada olduğu gibi, Andre de bileğini tutan elin ne kadar ateşli olduğunu anlayarak şaşıp da kalmıştı.
Stefani’nin sözleri üzerine Andre biraz sustu. Önce dedi ki:
“Matmazel! İster terbiyesizliğime veriniz, ister edepsizliğime! Teşekküre mecburiyet gördüğünüz adam ben değilim vesselam!”
Andre’nin bu sözleri kızın ümitlerini öylesine kırdı ki, eğer o anda can verseydi, can verdiğine gam yemeyecekti. Annesi bu zamana kadar söze karışmamış olduğu hâlde kızını kurtarma çabasıyla dedi ki:
“Efendi! Bizi kurtaranın siz olduğunuzu kızım tanıdığı gibi, ben de yüzünüzü tanıdım. Siz ister kabul ediniz, ister etmeyiniz. Hakkımızda gösterdiğiniz iyiliğe, mertliğe size özel olarak teşekkürler ederiz. Kurtarıcımızın isminin Andre Gocafo olduğunu biz bildiğimiz gibi, siz de kurtardığınız kadınların isimlerinin Madam ve Matmazel Tonak olduğunu biliniz!”
Stefani:
“Eğer ki şimdiye kadar ismimizi öğrenmemişseniz!”
Stefani’nin bu sözleri öyle anlamlı bir şekilde söylenilmiştir ki, Andre Gocafo bu anlama ister istemez önem vermeye mecbur oldu. Kendi kendisine, “Acaba kız izlediğime dikkat mi etmiş ki bu sözü söyledi!” diye merakını artırdığından Stefani’ye verecek cevap bulamamıştı.
Annesi, sözü bitirip de yoluna devam için yürüyüverdiği zaman Stefani de ona eşlik ederek yürümeye başladı. İki adım attıktan sonra tekrar başını arkaya çevirerek Andre’nin yüzüne baktı.
Aman ya Rab! Kızın gözlerinden fındık kadar iki yaş tekerlendi!
Andre bu yaşları görünce ne oldu? Ne olduğunu kendisi anlayabilecek bir hâlde kaldı mı ki anlasın? Yahut onu anlamaya harcanacak vakit mi kaldı? Hemen kızın yanına koştu. Annesi yolunda devam etmekte olduğu hâlde kızı alıkoyarak dedi ki:
“Yüz bin affınızı birden dilerim Matmazel! Hata ettim! Sizi incittim. Allah aşkına olsun affımı söyleyiniz ve müjdeleyiniz! Evet, Andre Gocafo benim! Köprü üzerinde size ben rastladım. Ancak kendimi ve hizmetimi teşekkürünüze layık görmediğim için inkâr ettim.”
Stefani ağlamanın etkisiyle titrek çıkan bir ses ile dedi ki:
“Aman ya Rab! Talihimizin uğursuzluğu ne dereceye varmış, ne kadar kötü bir kadere sahip olmuşuz ki sunduğumuz ve gösterdiğimiz teşekkürler bile kabul olunmayarak yüzümüze çarpılıyor. Ya, Allah korusun, şefkatli bir yürek sahibinden bir şey rica edecek olsak?”
Andre Gocafo, mutlaka Tonak ailesinin servetini kaybederek uğradığı felaketten haberdar olmalıdır ki kızın bu sözleri, gözlerinden akan yaşlardan daha fazla etki etti. O da gözlerinden yaş dökerek dedi ki:
“Allah aşkına olsun kalbinizi rahat tutunuz! Hiç imdat istemediğiniz hâlde imdadınıza yetişmek için canını bu uğurda harcamayı göze aldıracak kadar yürek sahibi adamların henüz dünyadan kaybolmadıklarını gördüğünüz hâlde edeceğiniz ricaların, vereceğiniz emirlerin kabul olunmayacağını düşünmekle, bütün şefkat dolu kalp sahiplerine haksızlık yapmış oluyorsunuz. Sözünüzü geri alınız Matmazel!”
Stefani zaten fazilet sahibi bir kız olduğu gibi, mertçe söylenen bir sözün en ince yerlerini de eksiksiz değerlendirebildiğinden, Andre’nin bu sözü üzerine gözündeki yaşları dindirdikten başka, yüzünde o melekvari gülümseyişleri de geri geldi. Hoş, Andre’ye etki konusunda bu gülümseyişlerin kuvveti önceki gözyaşlarından daha az değildi ya!
Stefani dedi ki:
“Ricalarım ve hatta emirlerim bile kabul olunacak, öyle mi?”
“Hiç şüpheniz olmasın Matmazel!”
“Öyleyse kolunuzu bana veriniz de, bize evimize kadar eşlik ediniz. Bu akşam sizi yemeğe davet ediyorum. Babama da sizi tanıştıracağım. Çünkü savunduğunuz ve korumanız altına aldığınız namusun en önemli bir kısmı ona aittir.”
“Başüstüne Matmazel! Davetinize teşekkürlerimle beraber katılım gösteririm. Gelgelelim ki, kolumu size sunmak şerefi benim gerçekten haddimin ve liyakatimin üstünde bir şeref olduğu için, sizi böyle bir hatadan sakınmak üzere beni bu emrinizden affetmenizi rica ederim.”
Stefani, kendisini böyle bir hatadan korumak sözüne şaşırdı. Yalnız şaşırmak da değil, kırıldı da. Çünkü Andre Gocafo denilen delikanlı gerçekten kendisi gibi bir kıza kolunu vermeye layık olacak seviyede bir adam olmayabilirdi. Stefani ise Andre’nin prenseslere kol vermeye layık olmasını arzu ediyordu.
Bununla beraber hiç olmazsa Andre’ye davetini kabul ettirmiş olduğuna memnun olarak delikanlının ikinci ricasını kabul edip, evinin sokak ve numarasını bildirdi.
Annesi elli altmış adım kadar ilerleyerek kızının arkadan gelmediğini hissedince durmuş ve yine Andre ile konuştuklarını görünce sözlerine karışmamak için geriye gelmemişti. Stefani, Andre’den ayrılarak annesine kavuştuğu zaman annesi sordu:
“Ne yaptınız?”
“Akşam yemeğe gelecek.”
“Gerçek mi söylüyorsun?”
“Çok gerçek! Kendisini babama takdim edeceğim.”
O akşam Mösyö Pol Tonak’ın evinde gerek sofrada, gerek salonda geçen sohbetler gerçekten pek tatlı sözlerden ibaretti.
Mösyö Andre Gocafo o kadar terbiyelice davranırdı ki kalbinde Stefani için alıkonulması, karşı durulması mümkün olmayan bir sevda olduğunu kız da, anası da, babası da anladıkları hâlde, içindeki duygulardan asla renk vermemek için Andre olanca gücüyle kendini zorlardı. Hem de kendisini kontrol altında tutmayı başarırdı. Çünkü Stefani’nin kalbinden Andre için geçen şeyleri hâl ve durumundan, gerek babasınca ve gerek annesince açıkça anlaşılmış olmasına rağmen, o da hâlinden renk vermemeye çalışırdıysa da onun ağırbaşlılığı Andre’nin soğukkanlılığı karşısında âdeta taşkınlık derecesinde kalırdı.
Eyena Köprüsü üzerinde eşiyle kızını savunmasından dolayı ihtiyar Pol Tonak teşekkürlerini dile getirdiği zaman Gocafo en ciddi bir alçak gönüllülükle dedi ki:
“Bu davranışı yiğitçe bir fedakârlık saymanız beni fazlasıyla utandırır efendim! Bendeniz hakkımı da, sınırlarımı da bilen adamlardanım. Olaydaki hareket biçimimi övmekten çok ayıplamaya yaraşır görseniz bile itiraza hakkım yoktur. Çünkü Mösyö Leon’un Tonak ailesine olan yakınlığı sebebiyle bağlılığını kabul ettirmek için biraz ileriye gitmesinde hoşgörülmesi ihtimalden uzak değildir. Benim ise dışarıdan işe karışmaklığım…”
Pol Tonak Andre’nin sözünü kesti ve dedi ki:
“Bir matmazel kendisine bağlılık ve yakınlık gösterilmesine izin vermediği hâlde o yolda zor kullanmaya kalkışmak terbiyesizliktir. Hem terbiyesize haddini bildirmek her iyi ahlak sahibi olan kişinin en kutsal görevidir. Siz, o görevi yerine getirmekle iyi ahlak sahibi kişilerden olduğunuzu ispatladınız dostum!”
İşte bu şekilde Andre ile Tonak ailesi arasında baş gösteren ilişki gittikçe kuvvet buldu. Haftada birkaç gece Andre, Tonakların salonuna giderek birkaç saat zaman geçirirdi. Bazı kere gündüz de uğrayıp hatta Stefani’yi yalnız bulduğu ve kız ile özel olarak görüştüğü de olurdu. Ancak hiçbir zaman olmadı ki Andre, Stefani’ye gerek kendi sevdasından ve gerek genel anlamda aşk ve âşıktaşlıktan konu açsın. Her davranışında, her söyleşişinde son dereceye kadar terbiyelice davranarak anası ve özellikle babası, delikanlının bu durumuna dikkat ettikçe onun hakkındaki güven ve güvencelerini ve dolayısıyla saygı ve samimiyetlerini artırırlardı.
Bununla beraber Andre’nin Stefani’ye olan düşkünlüğü gittikçe artarak, başka bir adam da olsa dayanılması mümkün olamayacak derecelere ulaştığı da anlaşılmayacak durumlardan mıdır? Fakat düşkünlüğü ne kadar artarsa, o düşkünlüğünün olanca kuvveti Stefani hakkındaki hürmet ve saygısının artmasına sebep olurdu. İş bir dereceye gelmişti ki, artık Stefani’nin küçük bir arzusunu bile ilahî bir emir olarak görmek Andre’nin boynuna borç olmuştu.
Örneğin Andre tütünün son derecede tiryakisi olup, kızın babası Pol Tonak da eski bakkal olması sebebiyle şu tiryakilikte Andre’yi fersah fersah geçmiş bulunduğundan, ikisi beraber tütün içmeye başladıkları zaman odanın içini kara bir bulutla kaplarken, bu alışkanlığın Matmazel Tonak’ın hoşuna gitmediğini kızın bazı davranışlarından anlaması üzerine Andre, tütünü öyle bir kesin şekilde terk etti ki sadece Tonak ailesinin evinde değil, hiçbir yerde, hatta kendi evinde bile ağzına almayarak, bu hizmete yarayan kutusunu, filanını da def ve yok eyledi.
Tütün meraklısı bir adamın birdenbire bu merakına üstün gelmesi ne kadar zordur! Matmazel Tonak, bir pundunu getirip, bunu Mösyö Gocafo’ya ifade ile “Tütünden benim hatırım için vazgeçtiğinizi anlıyorum. Bundan dolayı minnettarınız olduğumu inkâr edemem.” dediği zaman, Gocafo’nun ne cevap vermesini beğenirsiniz? Demişti ki:
“Hayır Matmazel! Asla minnettarım değilsiniz!”
Kendisinden başka hangi delikanlı olsa Matmazel’i bir minnet altında bırakmayı cana minnet sayar ve bu konuda gereken itirafları büyük bir övünçle yapardı da, gel gör ki şu hareketleri kızın gözünde bu kadar hoşa gitmezdi. Stefani ise var olmasına bile neden olmayan hatırı için o sevgili ve tatlı sigaralara elveda öpücüğü gönderilmiş olduğu hâlde, bundan dolayı kendisini minnettar bırakmamasının da, kendine karşı gösterilen bir gönlü hoş tutma çabası olduğundan şüphe edemeyerek bu kadar nezaketten dolayı Andre’ye olan tutkunluğunu bir kat daha kuvvetlendirdi. Matmazel Tonak, bir adamın arkasında açık renk bir ceket görüp, beğendi mi, ertesi gün Andre’nin arkasında açık renk ceket görülüyor. Bir kimsenin elinde herhangi renk ve biçimde eldiven görüp beğenecek olsa hemen Andre’nin eli de o renk ve biçimde bir çift eldivenin içine girer. Şapkada, potinde, kısacası her şeyde Matmazel’in eğilimi hangi yöndeyse Andre’nin de eğiliminin o yöne olduğuna kızın dikkat ettiği ve yalnız dikkat de değil, bu işte görev edinmekte pek ileriye gittiği hâlde, Andre bunların hiçbirisini Matmazel’e hoş görünmek için yapmıyormuş da sanki rastlantı gereği oluyormuş gibi davranırdı.
Bir gün salonda birkaç kadın daha varken Madam Tonak bir kere kızının, bir kere de Andre’nin yüzüne baktıktan sonra ikiyüzlülüğe ve yaranmaya dair bir söz açarak, mesela bir kimsenin dostlarından birisine hoş görünecek davranış ve tavırlarda bulunup da, sözün sırası geldikçe bu hareketlerinin, o dostunun hatırı için olmadığını öne sürecek olursa, bu durumun ikiyüzlülük ve dalkavukluğa verilebileceğini gayet şaka yollu bir biçimde söylemişti.
Mösyö Andre, büyük bir dikkatle Matmazel Stefani’nin yüzüne baktı. Bu bakışa kız da dikkat ederek annesini onaylayan bir tavır gösterdi. O günden sonra da Mösyö Andre, Stefani tarafından ima ile ve üstü kapalı olarak açığa vurulan arzuların hiçbirisine uygun davranmaz oldu.
Delikanlının davranışlarındaki bu değişikliği yüzüne vurmak için fırsat arayıp duran Stefani, bir gün yine kendi salonlarında annesi de varken Andre’ye dedi ki:
“Mösyö Andre, sigara içmeye ne zaman başlayacaksınız?”
“Neden sordunuz Matmazel?”
“Sigara içmeyen erkeklerden pek hoşlanırım da, onun için soruyorum.”
Delikanlı düşünmeye başladı. Kızın annesi gerek bahaneyle olsun, gerek hakikaten bir lüzum üzerine bulunsun salondan çıkıp da iki genç yalnız kaldıkları zaman Mösyö Andre dedi ki:
“Beni utandırmaktan gerçek bir zevk mi alıyorsunuz Matmazel?”
“Siz bu soruyu sormayınız; ben size sorayım ki, beni kararsızlık içinde bırakmamak sizin hakikaten zevkiniz midir?”
“Sorunuzun altında yatan anlamı anlayabilseydim cevap verebilirdim.”
“İnsanların davranışları ve âdetleri gereğince düşünülecek olursa, delikanlılar kendilerine yönelmelerini arzu ettikleri kızlara hoş görünmek için yapmadıkları şeyleri bile yapmış görünürler. Göze aldıramadıkları fedakârlıkları bile aldırmışlar veyahut aldırmaya hazırlarmış gibi davranırlar. Siz ise her hâl ve hareketinizi benim arzularıma uydurmaya çalıştığınız hâlde, kendi kendinizi yalanlama çabasında da kusur etmezsiniz. Beni sevmiyor veyahut sevmeyecek olsanız, bu hareketlerinizden amacınızın beni alaya almak olduğuna karar verirdim. Fakat eminim ki kalbinizde benim için var olan sevgi, en temiz, en kutsal ve en şiddetli sevgidir. Yoksa bu sevginizi de inkâr mı edeceksiniz?”
“Sizi sevebilmek benim haddim olsaydı…” Kız hemen elini delikanlının ağzına götürerek susturdu. Dedi ki:
“Susunuz! Allah aşkına susunuz! Çünkü bir kelime daha söylerseniz, dehşetli bir yalan söylemiş olacaksınız.”
Andre, siyah ve parlak gözlerini Stefani’ye dikerek bir dakika kadar kızın yüzüne baktıktan sonra o güzel gözlerini, gözlerinden daha güzel bir yaş perdesi kapladı. Pırlantalardan daha parlak akan yaşlar bıyıklarının siyah tellerine asılıp kalmaya başladı.
Stefani de elinde olmadan ağlamaya başladı. Ah şu karşı karşıya olan ağlayış ne tatlı, ne hatasız bir söyleyiştir! Acaba Mösyö Andre kıza ilanıaşk etmeyi nice zamanlardan beri aklında kurarak, bu gün olanca söyleyiş kuvvetiyle hâlini açıklamış olsaydı, ağzından çıkacak olan sözler, gözünden dökülmüş olan bu yaşlar kadar derdini anlatmaya yeterli gelebilir miydi?
O sırada salon kapısındaki perdeler kımıldadı. Fakat içeriye kimse girmedi.
Bunu Andre fark edemediyse de, Matmazel Tonak pekâlâ fark etti. Anladı ki perdeyi kımıldatan annesiydi; ancak salonun içine girmek için değil, oradan dışarıya çıkmak için yaptığı hareket üzerine perde sallanmıştı.
Gözlerden akan bu yaşlar, akşama kadar ve belki de sonsuza dek akıp gitse, Stefani’nin o oranda memnun ve içi rahat kalacağına şüphe yoksa da, kız kapı perdesine doğru yaşlı gözlerini çevirdiği anda Andre’nin de aklı başına gelerek kim bilir ne kuvvetli, ne şiddetli bir şekilde kendini zorlayıp tuttu ki, hemen gözlerindeki yaşları kuruttu. Fakat gözlerindeki kızarıklığı da hemen uzaklaştırmaya imkân bulamadı.
Stefani, delikanlının elini eline alarak kendisini kanepeye kadar çekti oturttu. Kendisi de yanına oturdu. Dedi ki:
“Andre, beni sevdiğinizi inkâra imkân ve gücünüz yoktur. Gözlerinizden akan yaşlar bunu itiraf ettikleri hâlde, dilinizin inkârdaki inadı nedendir? Sevginizi açığa vurmak için bir engel mi görüyorsunuz?”
“Engel gördüğümü söyleyecek olsam yine bir itirafta bulunmuş olurum.”
“Eğer gördüğünüz engeli ailem tarafından zannediyorsanız emin olunuz ki bu zannınız yanlıştır. Eğer babam servetini mahvettiği için çeyizsizliğim…”
Bu kez de Andre kızın ağzını kapayarak dedi ki:
“Allah aşkına susunuz! Bu kötü söz ağzınızı kirletmesin.”
“Öyleyse niçin bana karşı o kadar sakınmaya gerek görüyorsunuz? Andre, açıkça söyleyiniz, beni seviyor musunuz?”
“…”
“Hayır, suskunlukla karşılık istemem! Beni seviyor musunuz, sevmiyor musunuz? Mutlaka ikisinden birine cevap vermelisiniz!”
“Ne yolda cevap vermemi istiyorsunuz?”
“Elbette ‘Seviyorum.’ demenizi!”
“Demiş olursam, ne faydamız olacak?”
“Ben de sizi sevdiğim için faydamızı hangi yönde görürsek, gerçekleştirmekten bizi alıkoyacak hiçbir kuvvet bulunamaz da, faydamız işte bundan ibaret olacak.”
“Çocuksunuz Matmazel! Deneyimsizsiniz!”
“Benden hiçbir şey esirgemeyeceğinizi umduğum hâlde, deneyimlerinizi de esirgemezsiniz ya? Ben çocuksam, siz de görüp geçirmiş olunuz.”
“Pekâlâ! Size bir öğüt verirsem kabul edersiniz değil mi?”
“…”
“Ee, şimdi de siz sustunuz. Söz veriniz bakalım! Kabul edeceğinizi vadediniz de…”
“Ya sizi sevmeyeyim diye öğüt verirseniz?”
“O türden öğütleri kabul edip etmemek insanın elindeyse, siz de kabul ve kabul etmemek konusunda istediğiniz gibi davranırsınız.”
“Pekâlâ! Öğüt veriniz, vereceğiniz öğüdü kabul ederim.”
“Kendinize seçeceğiniz kocayı salt sevdiğiniz için seçmeyiniz!”
“Demek oluyor ki onun da beni sevip sevmediğini inceleyeyim de o da beni severse onu seçeyim. Öyle mi?”
“Kendinize seçeceğiniz kocayı salt sizi sevdiği için de seçmeyiniz, salt onu sevdiğiniz için de seçmeyiniz!”
“Acayip! Ya nasıl seçeyim?”
“Bu seçimi, sosyal çevrenizin ne derecelere kadar uygun göreceğini ve onaylayacağını düşününüz!”
“Vay! Seçeceğim kocayla yaşayacak ben değil miyim? Halkın uygun görmesi, onaylaması benim neyime lazım?”
“Çok şeyinize lazımdır Matmazel! Bana inanmazsanız babanıza sorunuz.”
“Size de soracak olsam!”
“Bana daha fazlasını sormayınız, babanıza sorunuz da onun size vereceği cevap üzerine beni onaylarsınız.”
“Ya uğursuz bir cevap alacak olursam, o durumda sizi kayıp mı edeceğim?”
“Emin olunuz ki beni son nefesime kadar kaybetmezsiniz.”
Böylece Matmazel Stefani hemen o akşam babası gelir gelmez o gün Mösyö Andre Gocafo ile gerçekleşen konuşmayı anlatarak sorulması gereken soruyu da sormuştu. Babası derin derin düşündükten sonra dedi ki:
“Kızım, sen bu delikanlıyı cidden seviyor musun?”
“Pek ciddi olarak babacığım. Ayıp değil ya! Şimdiye kadar bana yalancıktan heves ve düşkünlük eden delikanlıların hiçbirisine kendimde bir yönelme görmemiş olduğum hâlde ömrümü ömrüne ortak etmek için gereken yeterlilik ve yeteneğe sahip olan bu delikanlıyı gördüm.”
“Öyleyse kendini bu sevdadan geriye almak için ne kadar kendini zorlaman gerekiyorsa zorlamalısın! Çünkü Mösyö Andre, sana koca olamayacaktır.”
“Sebep?”
“Çünkü gerçekleşen bir evliliği, bir beraberliği, sosyal çevrenin de uygun görmesi ve onaylaması cidden lazım olup, Mösyö Andre hem kendi ailesini hem de bizi bildiği için senin heves ettiğin evliliği, çevrenin asla onaylayabileceği bir şey olamayacağını görmüş ve anlamıştır. Eğer biz de onun ailesini tanımış olsaydık, bu kararı biz de doğrulardık. Gelgelelim onun ailesini henüz tanımıyoruz. Tanıtmadı ki tanıyalım.”
“Kendisini sadece bir Andre Gocafo olarak görmek mümkün olamaz mı?”
“Bu ‘Andre’ aslında bir Hristiyan ismidir. Ya ‘Gocafo’ nedir? Genellikle böyle isimlere hiçbir tanım ve anlam bulunmayabilir. Kim bilir ‘Gocafo’ adı şimdi meydana konulamayacak olan bir hükümdar hanedanı adının başkalaştırılmışı mıdır? Yoksa o adı gizlemek için uydurulmuş düzme bir şey midir?”
Babasının bu sözleri üzerine kızcağız derinden bir göğüs geçirdi. O zaman babası kızın yüzüne bakınca kızında pek büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığı işaretleri gördü. Dedi ki:
“Hakkın var kızım! Andre’de beğenilmeyecek, sevilmeyecek hiçbir hâl yoktur. Fakat çocuğun senin hakkındaki gösterdiği davranış öyle ümitsizliğe düşürecek bir davranış da değildir. Seni asla aldatmamayı ilke edinmiş. Sana hiçbir kelime yalan söylemez. Sana olan içten sevgisi de inkâr götürür şeylerden değildir. O hâlde hiç çocuğun üstüne varmayarak işi daima onun seçimi ve görüşüne bırak.”
İşte babasının şu fikri ve öğüdü üzerine Matmazel Stefani Tonak kendisini Mösyö Andre Gocafo’nun ne yabancısı ne de nişanlısı olarak görmeyerek; ama mutlaka bir şey olarak varsaymaktaki değişmez arzusunu da bir türlü yenemiyordu.

V
Eyena Köprüsü olayını gazeteler yazdığı sırada Tonak ailesinin ismini vermemişlerse de Paris’in meraklı ve her şeye burnunu sokan mösyöleri, hele madamları ağızdan kulağa alıp verdikleri gündelik dedikoduları sırasında bu olaya da tamamen vâkıf olduklarını bundan önce okurlarımıza haber vermiştik.
Hâlbuki Tonak ailesine ait olan olayın sadece Eyena Köprüsü olayından ibaret olmadığını okurlarımız hikâyemizin buraya kadar devam eden kısmından anlamışlardır. Bir kere de halkın bakışlarının Tonak ailesinin içinde bulunduğu durumu ne şekilde gördüğü ve halk ağzının bu gözledikleri şeyleri nasıl anlatıp ifade ettiği görülmek istenirse, İmparator Napolyon Elbe Adası’ndan çıktığı hâlde henüz Paris’e girmemiş ve Paris’teki kraliyet idaresinin temeli tekrar sarsılmış olmakla beraber henüz yıkılmamış olduğu bir zamanda, yani Paris’in en telaşlı, en heyecanlı vaktinde, aşağıda olduğu gibi göstereceğimiz bir sosyete balosunun gidişat biçimine dikkat buyurulmalıdır.
Bu gece eğlentisi, Paris’te Sen Jermen Mahallesi tarafında oldukça kaymak tabakadan bir kişinin evinde olagelmiştir. Sen Jermen Mahallesi, Paris’in en eski soylularının yerleşim bölgesi olup, ayaklanmalar zamanıyla imparatorluk idaresi sırasında öteye beriye göç etmiş olan soylular, kraliyet idaresinin dönmesiyle tekrar geri gelmiş olduklarından, söz konusu bölge oldukça şendi. Sen Jermen’e yakın olarak gece eğlentimizin gerçekleştiği mahalle her ne kadar o kadar büyük ailelerin yerleşim yeri olmayıp, ikinci dereceden sosyetenin ve özellikle de Bonapart’ın zamanında sosyetikleşmiş olan ailelerin yerleşim bölgesiydiyse de, Sen Jermen Mahallesi’nin parıldayan gösterişinden bu mahalle de aydınlanarak Paris’in en güzel yerlerinden birisi sayılırdı.
Kraliyet idaresinin geri dönüşünde, Napolyon’un önemseyerek el üstünde tuttuklarına o kadar şiddet gösterilmemiş ve dolayısıyla bunlar hepten perişan ve parça parça olmamışlardır. Dolayısıyla anlatmakta olduğumuz baloda Bonapartistlerden de birtakım aileler bulunuyor olup, belli başlılarından olan Tonak ailesi de orada hazırdı.
Baloda bulunanları oluşturan genç ihtiyar otuz beş kadar kadın ile kırkı aşan erkeklerin her biri hakkında tek tek tarif ve açıklamaya ihtiyaç yoktur ya?!
Sadece Tonak ailesi hakkında şu kadarcık bir haber verelim ki Napolyon’un Elbe Adası’ndan hareket ettiği haberi Pol Tonak için güzel günlerin geri dönmesi ve hiç olmazsa yitirdiklerine karşılık yeni şeyler kazanması demek olduğundan, Madam Tonak ile kızı Stefani o zamana kadar hep acı ve yas giysilerine uygun bir giyim içinde bulunurlarken, ikisi de giysilerini biraz yumuşatmış ve Madam Tonak koyu mor renkli kadifeden fistan giydiği gibi, Matmazel Stefani de açığa çalan kahverengi bir fistan ile vücudunun gönül bezeyiciliğine süs vermişti.
Eğlencede, siyasete dair hemen hemen tek kelime edilmedi dense yeridir. Çünkü kraliyet idaresine bağlı olanlarla Napolyon taraftarlarından meydana gelmiş böyle bir balo başka zamanlarda pek de olagelmezken, birisi Elbe Adası’ndan yola çıkmış ve diğeri Paris’ten kaçmaya hazırlanmakta bulunmuş olan iki hükümdarın üyeleri, bir diğerinin üstün gelebilmelerinden ve konumlarından çekinerek, bu toplantıyı her türlü durumda kalplerinin birbirleriyle aynı tarafta olduğuna emniyet vermek için kararlaştırmışlardı.
Eğlence piyano ve keman, gitar gibi ince sazlarla müzik çalmak ve sesleri en güzel olan matmazeller tarafından şarkı okumak ve gereğine göre dans edebilmek ve özellikle de oyuna ayrılmış salonlarda kumar oynamak için düzenlendiğinden, herkes bu eğlencelerle eğlenir ve yalnız pek uzak görüşlü olanlar ya kendi yanlarındaki içli dışlı oldukları kişilerle zamane durumlarının nereye varacağını yavaşça konuşur veyahut hazır bulunanları seyreden gözleri hiç kimseyi görmediği ve müzikleri ve şarkıları dinleyen kulakları hiçbir şey işitmediği hâlde yalnız kendi aklından geçen şeyleri incelemeye dalıp giderdi.
Mösyö Pol Tonak işte bu en sondaki tarifimize uyan bir hâlde bulunuyordu.
Başka bir zaman olsaydı şöyle bir eğlentide delikanlı takımının hepsi Matmazel Stefani Tonak’ın etrafına yığılarak gönlünü kazanmaya, birbirlerini çiğneme derecesinde aceleyle koşuştururlardı.
Ancak babası iflas ettikten yani Matmazel’e çeyiz olacak milyonlar uçtuktan sonra bu heveskârlar da kendilerini çekerek, Eyena Köprüsü kahramanı Leon gibi bazıları, Pol Tonak’ın iflasına inanmadıkları için yine de bir zamana kadar Stefani’ye yalakalıkta devam etmişlerse de Stefani onları boşlamış ve kendinden uzaklaştırmıştı. Bu hâlde kızcağızın yanına sokulanlar ya ailelerinin eski dostlarından veyahut kızın dişisel güzelliklerinden hiç olmazsa gözle olsun fayda arayan alçak yaradılışlılardan ibaret olacağına şüphe kalmaz.
Eğlentinin gereği gibi parıltılı bir zamanındaydı ki, salon kapısında görevli olan uşak, hazır bulunanlara “Mösyö Andre Gocafo!” diye yeni bir misafirin gelmiş olduğunu ilan etti. Herkesin gözleri salon kapısına çevrilmemiş olsaydı da, kimileri de, Tonak ailesi tarafına baksaydı, Matmazel Stefani’nin rengine gelen değişikliği görebilirdi.
Andre Gocafo, böyle davetlerde uyulması gereken giyim şekline o kadar önem vermişti ki en sosyetik aileden en kibar bir delikanlı da ancak bu kadar süslenebilirdi. Mösyö Gocafo, gerek ev sahibi ve sahibesine ve gerek ortamda bulunanları selamlamayı ve gereken nezaketi göstermeyi kusursuzca yerine getirdikten sonra Tonak ailesinin yanına gelip onları da özel bir şekilde ve büyük bir saygıyla selamladı.
İşte Andre’nin Tonakların yanına gelmesi üzerine herkesin dikkati de ancak bu zaman o tarafa yöneldi.
Ev sahibesinin yanında Bonapart taraftarlarından ve oldukça zengin bir aileden bir delikanlı vardı ki, bir zamanlar Stefani’ye heves ederek geri çevrilmiş olduğu hâlde kız hakkındaki düşkünlük ve hevesini henüz yenememiş bulunduğundan bu akşam her ne kadar ev sahibesine sırnaşmaktaydıysa da, gözleri yine de Stefani’den ayrılamamaktaydı. Andre’nin doğruca Stefani’nin yanına gidip Tonak ailesinin üç üyesinin üçü tarafından da iyi karşılanmış olmasından dolayı bayağı içi cızlamış olan bu delikanlı, ev sahibesinin kulağına eğilerek dedi ki:
“Fazla meraklılığa vermeyiniz ama bu Mösyö dé Gocafo kim oluyor?”
“İsminde bir ‘dé’ olduğunu ve dolayısıyla soylulardan bulunduğunu biliyorum.”
“Bildiğiniz kadarı?”
“Bildiğim kadarı da çok bir şey değildir. Bana kalırsa bu kişi ya İspanyol ya Portekizli olmalıdır. Hele oldukça zengin bir şey görünüyor.”
“Bunda hatanız var zannederim. Zengin bir adamsa servet sahiplerinin bulunabilecekleri tiyatrolar ve partilerde, kulüplerde, gezi eğlencelerinde filanlarda görülürdü. Hatta İspanya’dan, Portekiz’den, Fas’tan, Cezayir’den, İran’dan her nereliyse oradan Paris’e yeni gelmiş bulunsa da her durumda sosyetenin boy gösterdiği yerlerde görülmeliydi. Bense kendisini ilk kez olmak üzere burada gördüm.”
“Hakkınız vardır dostum; fakat Madam Tonak, bu delikanlıyı bana önerdiği[1 - Balo sahiplerinin tanımadığı kişilerin baloya iştirak edebilmesi için mutlaka kişinin o zümreden birisinin referansına sahip olması gerekirdi. Referansı veren kişi balo sahibine söz konusu kişiyi tavsiye eder, böylelikle referans sahibi de baloya davet edilir, bir anlamda sosyeteye takdim edilirdi.] zaman, kendisini pek düşünceli, akıllı, çok terbiyeli bir çocuk olarak önermişti.”
“Oo! Oo! Demek oluyor ki biz düşüncesiz, akılsız, ele avuca sığmaz hovarda çocuklar için Bolonya ormanlarında, opera tiyatrolarında vesairelerde gezip tozuyoruz, öyle mi?”
Madam biraz gülümseyerek delikanlının yüzüne baktı ve dedi ki:
“Orasını kim bilir? Fakat Mösyö Andre Gocafo oldukça insanlardan kaçan bir adam olup, genellikle zamanını kitap okumakla geçirirmiş.”
“Budalanın birisi desenize!”
“Hayır! Matmazel Stefani Tonak ile olan ilişkisine bakılırsa Orta Çağ’ın şövalyeleri tarzında bir şeymiş!”
“Öyleyse tahmin ve ümidimden daha budalaymış. Fakat ayıplanamaz. Şu hâlde Matmazel Stefani cenaplarına kendisini beğendirebilecek ve kendisine eş olarak alacak adam meğer bir Don Kişot olmalıdır ki, her iki taraf için de mutluluk mümkün olsun.”
“Alay etmekte bu dereceye kadar hakkınız var mı bakalım? Mösyö Andre Gocafo’nun Matmazel Stefani için göze aldırdığı özveriyi içinizden hangi delikanlı, hangi kız için göze aldırmıştır?”
“Çeyizsiz, beş parasız kızı eşliğe kabul etmek özverisini göze aldırmak için şövalyeler kadar körü körüne âşık olacak kadar bir yürek ister!”
“Hayır, o özveri değil. Eyena Köprüsü.”
“Ha! Şu olay mı? Vay vay! Şimdi aklıma geldi, ben o komedyayı unutmuştum bile. Şu Andre Gocafo ha!?”
“Beğenemediniz öyle mi?”
“Kendisiyle hiçbir ilişkim olmadığı için beğenip beğenmediğimi bilmediğim gibi bundan sonra da beğenip beğenmeyeceğimi bilemem. Şu kadar ki, hâlâ dikkat ediyorum ki kendisine hem bir kahraman tavrı verişine hem pek âşıkça hüzünlü bakışlarla Stefani’nin kalbini çalmaya çabalayışına göre Fransız tiyatrosunda dram oynamaya gayet yeterli bir aktör olabilme niteliğini kabul ediyorum.”
“Siz işte böylesiniz. Kimseyi beğenmezsiniz.”
“Canım, beğenip de kalkıp başına bir zafer tacı koyacak değilim ya?”
“Onu Stefani’nin minimini elleri koymalıdır.”
“Hayır Andre’nin zafer tacına, filana hiç ihtiyacı yoktur.”
“Ben olsaydım pek ihtiyaç görürdüm. Hele Stefani kendi güzel elleriyle taçlandıracak olursa…”
“Siz olsaydınız daha az şeylere de kabul yüzü gösterirdiniz.”
“Öyle ya! Öyle ya! Bir el öpmeye bile! Fakat yine konuyu zevzekliğe bozdum Madam! Şu Mösyö Andre Gocafo’nun kimin nesi olduğunu anlamak istiyordum. Matmazel Stefani olsun âşığının ailesini kendisinden sormamış mı?”
“Bir ara Gocafo isminin bir Rus ismi olması hakkında bazı taraflardan edinilen yorum üzerine, Madam Tonak işin aslını Andre’den sorunca, ‘Hayır, Güneyli ismidir.’ demiş.”
“Güneyli bir aile, Güneyli! Güneyli! Fransa’nın güneyi, Avrupa ana karasının güneyi! Bir denizin güneyi! Güney Kutbu’na kadar yolumuz açık demek! Sakın Hindistan’ın güney taraflarında yerleşik Brehmen ailesinden bir tür olmasın? Rengi de bir Hintliye övünç kaynağı olacak kadar esmerdir. Ee, acaba Stefani bu Habeş’in nesini beğenmiş? Düğünleri ne zaman oluyormuş?”
“Orasını bilmem. Hatta nesini sevdiğini de bilmem. Daha doğrusunu isterseniz aralarında nikâha, düğüne sebep olacak şekilde bir sevgi olduğu da bilinmiyor. Madam Tonak diyor ki, Mösyö Andre henüz kızına ciddi bir aşk ilanında bulunmamış. Bazı kere gözlerinden yaş gelirse de ağzıyla sevgisini açığa vurmadığı gibi evlilik sözünü henüz hayale bile getirmiyormuş.”
“Gözlerinden yaş mı geliyormuş? Zavallı çocukta sinir zayıflığı var deseniz a? Biraz daha artarsa baygınlıklar da gelmeye başlar! Vah minimini Stefani vah! İne ine bu dereceye kadar indin ha? Neydi sendeki o kibir, o azamet?”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Ne demek isteyeceğim sanki? Adam böyle şövalyeler tavrında görünmek ve sevgisini itiraf etmekten bile çekince göstermek gibi tavırlarla çeyizsiz, parasız bir kızı… Fakat yine de itiraf ederim ki güzel bir kızı baştan çıkarıp en sonunda kendisine metres edecektir.”
“Aa! Mösyö! Ne diyorsunuz Allah aşkına!”
“Ben dediğimi de diyeceğimi de bilirim Madam!”
Delikanlı ile yaptığı konuşma uzayıp gittiği ve diğer taraftan ise ev sahibesini arayanlar çoğaldığı için ev sahibesi sözü keserek diğer salonları dolaşmaya gitti.
Hâlbuki Tonak ailesi ile Andre Gocafo hakkında söylenen sözler ve yapılan yorumlar sadece bundan da ibaret değildi. Öte tarafta birisi ihtiyar ve ikincisi orta yaşlı olan üç efendi de baş başa vererek Tonakları ve Andre’yi gözden ve dikkatten uzak tutmamakla beraber, Mösyö Pol Tonak’ın ilan ettiği iflasın mutlaka düzmece bir şey olması gibi, Stefani’nin şu yabancı delikanlı ile âşıktaşlık yapmasına izin vermesinin de, aşk ve sevda ile kocaya varacak olan kıza, çeyiz olarak bir frank bile vermek gerekmeyeceği yorumundan dolayı olduğunu ve biçare Stefani, şimdiye kadar kendisine damat adayı olan bunca soyluları geri çevirmiş olduğu hâlde besbelli babasının kendisine bir para çeyiz vermemiş olduğu için sadece iyilik ve güzelliğiyle kendisini şu Arap’a beğendirmeye çalıştığını söylerler ve bunlar Andre Gocafo’nun ya Lübnan dağlısı bir Arap veyahut Mısırlı bir Kıpti olmasına hiç şüphe etmezlerdi.
Sözün özü, salonda bulunanların hepsi için konu açma ve söyleşme kaynağı Tonaklarla Andre olup, söyleşmekte olanların tümü de konularını bunların kötülenmesine ve çekiştirilmesine ayırmıştı. Yalnız iki kocakarı vardı ki hem de kral taraftarı olduklarından dolayı Pol Tonak’ı hiç sevmedikleri ve kocakarı oldukları için genç kadınların aşk mutluluklarını mutlaka kıskanmaları lazım geldiğinden, tam bir tarafsızlıkla Andre ile Stefani’nin birbirlerine pek yakışan karı koca olacaklarını kabul ediyorlardı. Birisi dedi ki:
“Kızın çeyizi olmamasında hiçbir sakınca yoktur. Delikanlı zenginceymiş ya işte! Aralarında sevgi olduktan sonra servet hangi tarafın serveti olsa yine mutlu olurlar. Gelgelelim delikanlının ailesinin meşhur ve tanınmış olmaması endişe vericidir.”
“Hayır hemşirem! Onda hiçbir sakınca yoktur. Sıklıkla, en büyük ailelerden gelen gençler kendilerine beğendikleri gibi bir eş arayıp bulmak için isimlerini değiştirerek Avrupa’yı gezerler. İhtimal ki bu delikanlı da öyle bir şeydir.”
Bir aralık içerideki odaların birisinden gelen müzik sesi bir vals işareti verdi. Herkes kendisine dans için birer bayan bulmaya saldırdı.
Ev sahibesiyle konuştuğunu gördüğümüz delikanlı da gerek Stefani’ye zaten heveskâr bulunmasından ve gerek Andre ile olan ilişkisini biraz daha yakından görmek merakına düşmesinden dolayı Stefani’nin yanına giderek “Matmazel! Bir başkasına söz vermediniz ise sizi valsa bendeniz davet edebilir miyim?” dedi.
Matmazel Tonak tereddüt etmeksizin olumlu cevap verdi. Delikanlı kendi kendisine dedi ki:
“Acayip! Andre’nin yüzüne bakıp da izin verip vermeyeceğini tavrından yoklamaksızın kabul etti! Demek oluyor ki Andre’ye hiç bağlılığı yoktur.”
Matmazel Tonak, birkaç delikanlı ile sırasıyla oynadıktan sonra en sonunda Andre ile de birkaç defa dönmekten ibaret bir dans etti ki, şu durum salonda birçok kimseyi de şaşkınlık içinde bıraktı.
Söz konusu şaşakalanlar arasına kızın annesi de dâhil oldu. Kız danstan geri döndüğü zaman yavaşça kulağına dedi ki:
“Mösyö Gocafo hakkındaki davranışın pek doğru olmadı. Sakın delikanlı bu davranışa alınmasın?”
“Ah anacığım keşke alınsa! Keşke beni bundan dolayı azarlamış da olsa, heyhat!”
“Öyle ise sana sevgisi olduğuna dair ettiğimiz tahminler, gördüğümüz belirtiler boştur.”
“Hayır anacığım! Mutlaka beni seviyor. Çıldırıyor. Ancak bu sevdasını gizlemekte ve inkârda olanca kuvvet ve kudretini harcıyor.”
Annesiyle şu sözleri söyleştikten sonra Stefani, Andre ile de şu sözleri konuştu:
“Sizinle en sonra oynayışım annemin merakını çekmiş. Şayet gücenmiş olmayasınız diye merak ediyor.”
“Estağfurullah Matmazel! Sizinle oynamak şerefine benden önce şu salonda bulunanların hepsi layıktır. Ben ise en sonra oynamak şerefine ulaşabilmeyi bile kendim için çok görürüm. Ben de buna layık değilim.”
“Niçin daima böyle söylüyorsunuz Mösyö Gocafo?”
“Sizi aldatmış olmamak için Matmazel Tonak!”
Andre, bu “Sizi aldatmış olmamak için” sözünü o kadar ciddi bir tavırla söylemişti ki, bu sözün gerçeğin ta kendisi olduğuna sadece bu ciddi tavrı bile yeterli gelirdi.

VI
Eğlence gecesi Pol Tonak’ın gözü hiçbir şeyi görmez, kulağı hiçbir şeyi işitmez denilebilecek bir hâlde olarak kendi düşüncelerine dalmış gitmiş olduğuna dair verdiğimiz haberle, ondan önce Napolyon’un Elbe Adası’ndan hareketi üzerine Pol Tonak’ın da işlerinin tekrar yola gireceği ve hiç olmazsa kaybettiklerini yeniden kazanacağı umuduna düştüğü hakkında vermiş olduğumuz diğer bir haber arasında okurlarımız bir bağ bulmuşlarsa memnun oluruz. Çünkü bundan anlarız ki hikâyemizi dikkatlice okumak şerefiyle bizi şereflendiriyorlar.
Pol Tonak’ın sadece kaybettiklerini yeniden kazanması değil, işlerinin tekrar yoluna gireceği ve hatta servetini artırmayı da ümit edebilmesi, pek ciddi ümitlerden sayılabilirdi. Bununla beraber o gece pek dalgın bulunmakta da mazurdu. Çünkü Napolyon’dan, henüz Elbe Adası’nda olup Fransa’ya girmek için hareket etmeden on beş gün önce şu mektubu almıştı:
“Aziz Pol!
Eski dostluğu tazelemeye zaman gerek gösterdi. Bonapartistler size avans olarak iki milyon frank verecekler. Akdeniz kıyısından beş bin kişi olarak hareket edecek olan bölüğümüzün yolda büyüye büyüye Paris’e yüz bin kişilik bir ordu hâlinde girebilmesini sağlamak için hangi yollarda ne cins ve ne kadar kumanyaya ihtiyaç varsa generallerimiz size bildirecekler. En çok özen gösterilecek şey, zamanından ve gereğinden önce hareket şeklimizin kimse tarafından haber alınmaması ve anlaşılmamasıdır. Bu hizmete sizden daha yetkin, daha muktedir kimseyi tanımadığım için size zahmet verdim.”
Kraliyet hükûmetinin en kuşkulu zamanında bu kadar önemli bir işe görevlendirilmiş olan Pol Tonak düşünmez de ne yapar? Ne kadar dalgın olsa çok görülür mü?

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/cellat-69429325/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Balo sahiplerinin tanımadığı kişilerin baloya iştirak edebilmesi için mutlaka kişinin o zümreden birisinin referansına sahip olması gerekirdi. Referansı veren kişi balo sahibine söz konusu kişiyi tavsiye eder, böylelikle referans sahibi de baloya davet edilir, bir anlamda sosyeteye takdim edilirdi.
Cellat Ахмет Мидхат

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bir cellat olmak mı, yoksa bir celladın oğlu olmak mı dayanılmaz olan? Gerçekten günahkâr saydıklarımız ya da onların soyundan gelenler sevmeyi, âşık olmayı ve mutluluğu hak etmiyor mu? Sandığımız kadar kötü ve gaddarlar mı? Ahmet Mithat “Cellat” adlı romanında tüm bu soruların cevabını ve Napolyon’un Fransa’da yaptıklarını tarihî bir çerçeve içinde veriyor. Sanki bir Fransız romanından çeviri gibi görünen “Cellat” tam tersine “telif” bir roman; “Hace-i evvel” Ahmet Mithat, bütün ustalığı ve öğreticiliğiyle Fransız topraklarında geçen, kişileri de Fransız olan bir hikâye anlatıyor. Yazarın üslubuna sadık kalınarak, romanın dili günümüz Türkçesine yaklaştırılmıştır. Ahmet Mithat’la bir Fransa gezisine çıkmak hiç de yabana atılmayacak bir teklif…

  • Добавить отзыв