Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi
Ahmet Mithat Efendi
Ahmet Mithat Efendi, okuyucularını fikrî bir seyahate çıkardığı romanı Rikalda yahut Amerika’da Vahşet Âlemi’nde Amerika’nın kuzeyindeki Missouri Nehri kıyılarında yaşayan Aztek adındaki vahşi bir kabilenin üzerinden ilkel hayattan azim ve çalışma sayesinde medeniyete geçişin öyküsünü anlatır. Dönem romanlarında Mezopotamya, Kafkaslar, Akdeniz gibi pek çok memleketin işlenmesi ve tanıtılmasına rağmen yeni bir dünya olarak tanımladığı Amerika’nın konu olmamasından hareketle okurunun düşünce dünyasını ve bilgi dağarcığını genişletmeyi amaçlayan Ahmet Mithat, eserinde; medeniyet anlayışını, vahşi ve medeni hayatın farkını kıyaslar. “… Eğer dediğiniz kurallar medenilerin memleketinde, sizin de memnun olabileceğiniz bir şekilde kabul edilmiş olsaydı; mahkemelere, hapishanelere, cellatlara filanlara bile lüzum kalır mıydı? İnsan evladı kendi vazifesine uyma mecburiyetinden kurtulmakla beraber başkalarının hukukuna saldırma hevesine o kadar yeniktir ki onu bu taarruzdan devamlı olarak menedebilmek için büyük ve daimî bir baskıya ihtiyaç vardır.”
Ahmet Mithat Efendi
Rikalda yahut Amerika’da Vahşet Âlemi
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
Yazarın İfadesi
İlk yazdığım roman, Letâif-i Rivâyât genel başlığı altında topladığım ve kısa hikâyelerin birinci bölümündeki “Sû-i Zan” adındaki hikâyedir. 1288 senesinde basılmış olduğuna göre demek oluyor ki on sekiz senedir okuyucularıma roman yazıyorum. Ama nimete şükür sırası geldiği için şunu da izah etmeliyim ki bu tarih, bu hizmete başladığım ilk tarih değildir. Bence pek mukaddes olan ilk çalışmam 1282 senesindeki Tuna gazetesi yazarlığıdır. Bu hesaba göre yirmi dört, yirmi beş senedir din ve devletime -kaldı ki pek naçizane olsun- kalemimle hizmette bulunuyorum.
Roman yazmaya başladığımdan beri sevgili okuyucularımı, fikren de olsa, birer arkadaş olarak acaba ne kadar seyahat ettirdim? Kâh vatanın kutsal ve hilafet merkezi olan İstanbul’da okuyucularımı birçok köşelere, bucaklara götürüp, kendilerine birtakım garip hâller seyrettirdim ki benimle refakatten evvel o köşeler, o bucaklar, zihinlerinin uğradığı yerler değildi. Kendilerini alaturka âlemlerde de gezdirdim, alafranga âlemlerde de eğlendirdim. Kâh beşeriyetin hiçbir zaman hiçbir yerde göremedikleri bazı felaketleri gösterip okuyucularımın kalbî inceliklerini davetle gözlerinden yaşlar akıttım. Kâh beşeriyetin yine hiçbir zaman ve hiçbir yerde kendisini kurtaramadığı günlük garipliklerini gösterip kahkahalarla güldürdüm.
Fikrî seyahatimiz, başkente de sınırlı kalmadı. Zaman oldu ki sevgili okuyucularımı diğer şahane olan vilayetlerde de dolaştırdım. Osmanlı’nın kutsal sınırının dışına bile çıkarttım. Hazır olan asrımızla yetinmeyerek bazen onları geçmiş tarihin dehlizlerinde de gezdirdim. Okuyucularımı kâh Süleyman Muslî’ye arkadaş ederek Mezopotamya çöllerinde, Filistin vadilerinde gezdirip, İstanbul’un şark âlemlerinde bulundurdum. Kâh Hüseyin Fellah ile beraber Cezayir dayıları içine gönderdim. Kâh oldu ki Hasan Mellah’ın karadan ve denizde olan seyahatlerine arkadaş ederek Akdeniz’in gerek içinde ve gerek sahillerinde gezintiler yaptırdım. Bir aralık Paris’e gönderdiğim Nasuh’a kendilerini arkadaş ederek bir Osmanlı’nın kendi noktainazarı hikmetinden onlara Paris’in gerçek hayatını seyrettirdim. Kâh seyahat düşkünü bir Suphi Bey eşliğiyle kuzey memleketlerine kadar gönderip âlemin acayipliklerini hikmetli bakışlarına sundum.
Kısacası birçok memleketleri okuyucularıma seyrettirdikten başka “Lü’lü’-i Asfer”[1 - Ahmet Mithat Efendi’nin Georges Pradel’den tercüme ettiği bir eser.] namıyla şöhretini Avrupalılara tanıttıran hayali bir seyahatle okuyucularımı Hindistan’a kadar bile sevk ettim. Sair tercüme romanlarımla, kendilerine şu eski medeniyetlerin oluştuğu Asya, Afrika ve Avrupa gibi kıtalarında birçok acayip ve gariplikleri seyrettirdim. Hele romanlarımın hiçbirisinde öyle kupkuru masalcılıkta da bulunmadım. Her roman zemininin geçtiği yerlerde oturan insanlara dair gerçek bilgiler verdiğim gibi tarihe, fenlere, sanayiye ve filozoflara ait noktaların hiçbirisini de ihmal etmedim. Böylece okuyucularımın zihinlerini her konuda açmaya çalışarak ciddi bilgilerle onlara hizmet etmeye çalıştım.
Bu âcizane hizmetimden dolayı sevgili okuyucularımın o kadar çok şükranına da nail oldum. Yine bu hizmetimden dolayı sevgili okuyucularımdan başka (çünkü mutlaka eserlerimi okumuşlardır) bazı kişiler tarafından uğradığım küçümsenmelerin, kötü sözlerin ve iftiraların hiçbirisinden de zerre kadar müteessir olmadım.
Böylece okuyucularıma eski medeniyetlerin her tarafını gezdirdiğim hâlde yeni olan Amerika kıtasına doğru henüz layıkıyla bir sefer açmamış bulunmam, benim gibi zihnî seyahate önem veren ve hizmet etmeye çalışan birisi için bir noksanlık addedilmez mi?
Amerika’ya “Yeni Dünya” tabirinin bir başka türlüsü olmak üzere “Cihân-ı Cedîd” dedimse de malumdur ki oranın yeni bir sınıf ahalisi bulunduğu gibi daha önce orada yaşamını sürdüren eski ve kadim ahalisi vardır. Veyahut böyle bir ahalisi vardı ki bunlar bizim nazarımızda insanların ilk medeniyetini oluşturan insanlar olarak kitapta yerlerini almışlardır. İnsanlığın ilk ve sonraki medeniyetlerini oluşturan insanlar bir kıta üzerinde birleşirler de o kıta seyahate şayan görülmez mi?
Gerçi Amerika Doktorları adlı romanımda iki rekabetli aşktan bahsederek gazetelerde her gün acayip bir meseleyi yazarak okuyucularımın nazarlarını bu yeni kıtaya çekmiştim. Her ne kadar bu yeni kıtada meydana gelen ve tıbbi konularda yeni olan bazı hadiseler yaşanmışsa da bunların daha ileri seviyede olanları zaten hemen hemen her gün Avrupa’da yaşanmaktadır.
Gönlüm arzu etti ki okuyucularıma Amerika kıtasında eski ve kadim vahşetler ile yeni medeniyetin pençe pençeye gelmiş oldukları bir hâli seyrettireyim. Böyle bir seyirdeki zevkin, ondan husule gelecek faydaya ve faydanın zevke nöbet nöbet galebe edeceğini düşündükçe gönlümün bu arzusu da büyümeye başladı. Hatta zikredilen arzuyu gecikmiş olduğunu düşünerek bir an önce yerine getirmek istedim. Zira Amerika kıtasında yeni medeniyetin oraya yayılmasıyla, bahsettikleri o vahşi insanlar kısa bir süre içinde o medeniyetin içinde eriyip yok olacaklardır. Bu sebepledir ki yukarıda bir fıkrada “Amerika’nın bir sınıf eski ve kadim ahalisi vardır.” dedikten sonra bir de “vardı” kaydıyla zikredilen bu ahalinin şimdilerde yok olmaya yaklaştığını ima etmiştim.
İşte bu düşünce ve arzu üzerine Rikalda namıyla şu romanı yazmaya başladım. Aslında bunun planı çok önceden yapılmıştı. Önce güzel bir opera olmak üzere tertip edilmişken sonradan romana dönüşmüştür. Ümit ediyorum ki okuyucularım bu romanda da kendilerini şimdiye kadar hiç görmemiş oldukları yeni bir âlem içinde bulacaklar. Daha önce hayal ve hatırlarından bile geçirmemiş oldukları birçok acayip hâller görerek bu okuma zahmetine girdiklerine pişman olmayacaklar. Hem yeni ve acayip hâller görüp eğlenecekler hem de yeni olan birçok konuda bilgi sahibi olduklarını itiraf edeceklerdir.
BİRİNCİ KİTAP
“Missouri Nehri Sahilinde Bir Aztek Mabedi”
1
Okuyucularımız bu başlığa bakıp da kendilerini Tuna yahut Nil Nehri gibi, içinden aktığı memleketlere çok güzellikler katan ve bu memleketlerin en büyük saadetleri olan bir nehir kenarında veya sanat ve mimarice de nefis ve güzel mabetlerin bulunduğu bir yerde bulmazlar ya?
Missouri dediğimiz nehir, birçok cumhuriyetin bir araya gelmesinden oluşan Amerika’nın güneybatısında bulunmaktadır. Güneybatıdan çıkan su, kuzeybatıdan kuzeydoğuya doğru yılankavi mecralarla akan bir nehirdir. Bu sular, binlerce kilometre mesafeyi dolaştıktan sonra Mississippi Nehri’yle birleşerek büyük bir nehir vücuda getirirler.
Gerçi şimdilerde Missouri Nehri’nin sahilleri Avrupa’nın Loire ve Rhin sahili gibi muntazam çiftliklerle, köylerle, kasabalarla güzelleşmiş ve büyük maharetlerle işlenir tarlalar, çayırlar, bahçeler ve bağlarla zenginleşmiş bir yer ise de hikâyemizin geçtiği miladi on sekizinci asrın öncesinde, şimdi gördüğümüz şeylerin hayali bile yoktu. O dönemlerde çok geri kalmışlardı. Şimdiki medeni ahali yerine Aztek denilen eski ve kadim bir kavim yaşamaktaydı. Bunlar âdeta bir “vahşet-âbâd”[2 - Issız, korku ve ürkeklik veren yer. (e.n.)] hâli yaşıyorlardı.
Lakin malum sahilin durumunu tasvir için “vahşet-âbâd” diye tarif etmiş bulunduğumuz tabir acaba yeterli midir? Acaba okuyucularımız bu tabir üzerine gözlerini yumarak şu Missouri Nehri sahillerinin vahşet hâli neden ibaret bulunduğunu hayalleri önünde canlandırmak istedikleri zaman bunda ne dereceye kadar başarılı olabilirler?
Şüphe yok ki oralarda beşerin kudret eliyle yapılabilecek şeylerin tamamını yok farz ederek yalnız tabiatın vücuda getirdiği hâllerin mevcudiyetini hayal ederler. Lakin âcizane olan inancımıza göre hayalin asıl ve en güç kısmı da bundan ibarettir.
Bizim bu taraflarda bazı doğal yerleri izlemek için deniz veya nehir sahillerine, sahra veya dağların içine giderek: “İşte burası doğal hâliyle süslenmiş güzel bir yerdir.” diye seçeceğimiz yerlerin bu hâllerini hayalimizde tutacak olursak Missouri Nehri’nin sahillerini asla zihnimizde bulamayacağımıza emin oluvermeliyiz. “Berr-i Atîk”[3 - Eski kara parçaları olarak kabul edilen Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları. Bunlara göre Amerika kıtası yeni kabul edilmektedir.] olarak vasıflandırdığımız eski dünyamızın hangi tarafı vardır ki o kadim ve eski olan doğal hâllerini koruyabilmiş olsun? Acaba bir karış yer bulmak mümkün mü? Hayır, bulmak değil, hayal bile etmek imkânsızdır. Eski dünyada hiçbir yer yoktur ki orada insanoğlunun baltası, kazması ve küreği işlememiş olsun.
Eski dünyanın şimdiki hâlinde bize kalan dağlık, ovalık, sahra, çöl ve ormanlık görünen yerlerinde birtakım kale, hisar, mabet ve mezar harabeleriyle birtakım da cetveller, lağımlar ve maden ocakları harabeleri buluyoruz. Bunlar vaktiyle o yerlerin karınca yuvası gibi kalabalık birer insan yuvası olduklarına delalet etmez mi?
Şuradan, Gelibolu boğazından dışarıya çıkıp da gemimizi güney tarafına çevirecek olsak sol tarafımızda bir sahil görürüz ki, kara ile denizin birleştiği yerde bir silsile hâlinde belli bir güzellikte inciler gibi deryaya dizilmiş bulunan çakıl taşları bir nazlı sevgilinin inci dişlerini çağrıştırırlar. Sahilin iç kısımları dümdüz bir ovadır ki yalnız bahar mevsiminde bir miktar çimenle güzelleşerek buraya yaz mevsiminde bakacak olsak gözümüz önünde bir çölden ve tozlu bir düzlükten başka bir şey görünmez. İşte size doğal bir sahra, öyle değil mi? Hâlbuki o sahranın altında kim bilir kaç metre derinliğinde koca bir Truva şehri bulunmaktadır ki Kadim Yunan’ın en güçlü beldesi olarak birçok savaşa şahitlik yapmakla meşhurdur.
Bundan önce Musul şehrinin karşısındaki geniş çölde çadırını kuran Arap, hiç hatırlar mı ki, çadırının altında yirmi metre kadar derinliğinde Ninova namıyla kadim bir başkent defnedilmiştir.
Bir ara Mezopotamya çöllerinde gezerken intizamla açılmış kanallar ve bunların kapılarının harabesini görmekteyiz. Eğer onları görmeyecek olsak, vaktiyle o çölün yekpare bir çiftlik hâlinde bulunduğunu, Dicle ve Fırat nehirlerinin suları bu çölü sulamaya harcandıktan sonra senenin bir kısmında meyve, sebze bahçelerini seyretmeye kabiliyetini kaybettiklerini hayal edebilir miyiz?
Pirene, Alp ve Kafkas gibi sıradağlar içine girerseniz, kendinizi henüz cinler ve insanlar geçmemiş, yılan bağırsağını sürmemiş vahşi bir yerde zannedersiniz. Burada etrafı tetkik ederseniz karşımıza bir hisar harabesi, bir sur kalıntısı, bazı acayip mağaralar, içlerinde çizilmiş acayip resimler, iki ayaktan oluşan ve üstlerine de büyük bir taş konulmuş ve musalla taşına benzeyen birer mabet görürsünüz. Bunları gördüğümüz anda oradan insan geçmemiş olması ihtimali nerelerde kalır ki? Bu gibi eski kadim eserleri Ural bölgesinde, Sibirya dağlarında bile görmekteyiz ki, şimdiki hâlde tamamıyla vahşi olduğuna kanaat edilmek lazım gelen bu yerlerin de vaktiyle ne derecelerde önemli medeniyetleri barındırdıklarını görürsünüz.
Bayındır ve tenha olan yerler sanki dünyanın her tarafında yekdiğerine halef selef gibidirler. Buralar sanki ilahî bir iradeyle zamanına göre bazen insanlığın merkezleri olmuşlar bazen de tenhalaşmışlar. Hz. Nuh’un evlatlarının çoğaldığı yerler Cudi Dağı civarı olduğu hâlde şimdi oralar en tenha mahallerden sayılmaktadır. Hazar Denizi civarındaki Asya kavimleri Amû Nehri’nden Çin’e kadar o geniş sahraya sığamayarak, birbiriyle savaşarak birbirlerini kovalamışlardır. Bunlardan yorgun düştükleri zamanlarda Avrupa kıtası bomboş olduğu için bir kısım kavimler bu taraflara yönelmişler. Asya kavimleri Avrupa’ya doğru yönelince bu defa da oralar tenha yerlere dönüşmüştür. Öyle bir hâle gelmişler ki bu defa da Avrupa ahalisi âdeta kendi memleketlerine sığamamışlar ve soğuk olan memleketlerinden bu memleketlere doğru yönelip oraları sömürge devletleri hâline getirmişlerdir.
Hoş Amerika kıtasının durumu, bu kadim milletler için Asya’dan geri değildir ya! Bizce meselenin bu tarafı hiç olmazsa şimdilik kalsın. Biz sadece bazı şeyleri daha iyi anlamak ve kıyaslamak için hayalen bu memleketlere ve orada yaşayan ahaliye bir göz gezdirdik. Asıl emelimiz ise Missouri Nehri sahilinde vücudunu okuyucularımıza haber verdiğimiz mabedin nasıl bir şey olacağını zihinlerine iyice yerleştirmeleri için bu taraflarda tesadüf ettiğimiz bazı şeyleri anlatmaktan ibaretti.
Hakikaten Missouri Nehri sahilinde geçen ve miladi on sekizinci asrın öncesindeki hâlini şimdiki zihnimizde canlandırabilmek için seyahatnamelerde, resimli coğrafya kitaplarında bulunan yüzlerce resimleri, seyyahların ve coğrafyacıların yazdıkları yüzlerce sayfaları büyük bir dikkat ve itina ile okumak lazım gelmektedir. Bu okumalar neticesinde o yerlerdeki doğal ve vahşi hâllerin, insanı hayrete düşürmemesi mümkün olamaz.
Amerika ahalisinin de vaktiyle Asya’dan göçmüş oldukları, onlar üzerinde yapılan lisan çalışmaları vesaire işaretlerden hareketle bazı teoriler konusunda görüşler bulunmaktadır. Yine bu bilgiler doğru kabul edilirse bu göçün ne zaman gerçekleştiği konusunda da kesin bilgiler henüz yoktur.
İşte bu hikmete dayalıdır ki Amerika kıtasının beşeri medeniyette pek de bir katkılarının olmadığı anlaşılır. Ahalisinin çok eski kavimler gibi ilkel bir hayat yaşadıkları görülmektedir.
Bu hayalimizin bir örneğini okuyucularımıza arz için Avrupalıların “foret vierge” yani bakir orman dedikleri bir ormanı gözümüzün önüne getirelim ki bizde bu ormanı “balta girmedik orman” diye tabir etmek mümkündür. Farz edelim ki ormanımız, bizim ilk seyrettiğimiz ve bu taraflarda da örneklerini gördüğümüz bazı ormanlardan olsun. Hatta mevsim de yaz olduğundan ormanımız yeşil ve yapraklı olsun. Güz mevsiminin gelişi ile bu yapraklar hazana uğrayarak döküldüler. Ormanlarda ağaçlar altına dökülen yapraklar ne olur? Çürür! Öyle değil mi? Hatta bu çürüyen yapraklar ormanın zemini üzerinde az çok kalın bir kabuk oluşturur ki bu tam da saf ve bitkisel bir gübredir. Ya bir ormanda böyle sonbahar mevsimlerinin beş altı bini yekdiğerini takip etmiş olursa ormanın zemininde peyda olması lazım gelen kabuğun kalınlığı ne dereceleri bulmuş olması gerekir?
Hayalimiz bundan da ibaret değildir. Bu henüz bir başlangıçtır. Ağaçların da doğal bir ömrü vardır. Ecelleri geldiğinde vefat ederler. Yani kururlar. Kuruyan ağaçlar biraz zaman yerlerinde dimdik durabilirlerse de bu devam, vefat eden insanların vücutları çürüyünceye kadar tabii şekillerini koruyabilmeleri gibi gayet geçicidirler. Doğan diğer ağaçlar dahi olduğu yerde çürümeye başlar. Nihayet kendi ağırlığına tahammülü kalmayarak devrilir. Hatta insan vesaire hayvanlar gibi ağaçlar için de ecel-i kaza vardır. Yıldırım düşer, devirir. Bora çıkar, devirir. Devrilen ağaçlar diğer birkaçının da devrilmesine sebep olur. Keza insan ve hayvanlarda olduğu gibi ağaçların da yalnız bazı uzuvları kazaya uğrayabilirler. Yaprağının veyahut meyvelerinin ağırlığına ve bazı kış mevsimlerinde dalları üzerinde biriken karların tazyikine tahammül edemeyerek koca koca ağaçların büyük büyük dalları çatır çutur kırılıp indiği nadiren görülen hâllerden değildir.
İşte görüyoruz ki düşen şeyler yalnız yapraklardan ibaret değil. Ona nispetle daha pek çok ve pek mühim diğer bitkiler de ormanların zeminine dökülüp yığılıyor, dolduruyor. Bunlar ise bir yandan çürüyüp gübre oluyor. O gübreler yeryüzünün verimini arttırmakla ağaçların büyüdükçe büyümelerine yardım ediyor. Ağaçlardan başka ormanın zemininde de diken ve sarmaşık cinsinden nice sair bitkiler çıkıyor.
Şimdi zihinlerimiz bu delaletten uyanmış olursa orada kolayca bulabiliriz ki Amerika’nın balta girmedik ormanı denilen şeyler, insanın yaratılışından beri birbiri üzerine dökülüp yığılan ve bir yandan çürüyen farklı farklı ağaçlar ve diğer bitkilerden oluşuyor. Buralara insan girmediği için fıtri hâliyle çıkan ağaçlar o kadar büyüyorlar ki bazen boyları üç yüz metreye kadar olabiliyor. Bir de bunlar arasında çıkıp büyüyen diğer tür bitki ve ağaçları düşününce ve bu ağaçların büyük dallarının birbirine girerek girift olmalarıyla âdeta yekpare şekline yakın bir görüntü oluşturuyorlar. Bu sebeple böyle bakir ormanlardan oluşan yerlerle ilgili meraklı olan seyyahlar, oralara vardıklarında bu ormanların içinden yürüyememektedirler. Ancak buralarda yerden yürümek imkânı kalmayınca onlar da büyük ağaçlar üzerinde daldan dala geçerek büyük mesafeler katetmektedirler.
“Tabii” tabirine şayan olan bir memleketin işte size yalnız ormanını ve hem de gayet kısa bir surette tasvir ettik. Bu ormanda üç yüz metreye kadar olan uzunluklarından haber verdiğimiz ağaçlardan bazıları kısmen kırılıp diğerlerinin üzerine devrilmesinden ve bunların da bir yandan büyüyüp yükselmesinden dolayı o büyük kırıntıları yukarıya doğru kaldırıp yükselttiklerini ve ağaçların diplerinde biten yaban asması ve sarmaşık cinsinden bitkilerin ta ağaçlar tepesine kadar tırmanarak onları boğduklarını ve tilki, tavşan, kurt, ayı vesaire vahşi hayvanların da kâh bu ağaçların altında, kâh üstlerinde birbirini yemek için koşuştuklarını, kâh bir ağacın geniş kovuğunu kendilerine vatan edindiklerini, vesaireyi ve bu yolda bin türlü olan diğer ahvali de bahsimize katmadık.
Hem dikkat etmelidir ki okuyucularımızın hayallerine havale ettiğimiz şey yalnız ormandan ibarettir. Bu ormanın Missouri Nehri gibi genişliği iki bin metreye yakındır. Uzunluğu da bu genişliğe uygundur. Bu ormanın bir nehir kenarında olması da başkaca bir önem kazanır. Kendi başına kalan bir nehrin acayip ve gariplikleri kendi başına kalan bir ormandan az mıdır? Bu nehir iki sahilinden istediği yerleri oyup, kaldırdığı toprağı diğer istediği yerlere yığmak suretiyle kâh karayı nehir ve kâh nehri kara hâline dönüştürür. Buralarda insan kudreti yok ki kanallarla, rıhtımlarla, setlerle buna belli yön versin. Kâh olur ki ormanın bir tarafından söktüğü birkaç yüz milyon çekilik ahşabı götürüp mecrasının bir tarafına tıkayarak sularını taşırmakla hangi taraftan bir girizgâh bulursa o tarafa doğru yön alır. Bu hâlde birkaç bin dönümlük yerlerde göllerin oluşmasıyla bir yandan dahi kendisine uygun bir güzergâh bulmak için bir taraflara yönelip gider. Nihayet aradığı mecraları bulur ki, böyle doğal nehirlerin ne gibi şekiller oluşturacağı da tefekküre muhtaç kalır.
Ümit ederiz ki buraya kadar yürüttüğümüz tasvirler bize gösterdi ki, insan elinin çok karıştığı ve işlettiği eski dünya ile insanlığın yaratılmasından beri tabii hâlde bırakılmış olan ve insan elinin pek değmediği Amerika kıtası arasında nasıl bir fark aranmak lazım geleceğini okuyucularımız az çok tahmin etmişlerdir.
Bu tasvirimiz beyhude bir şeydir diye eleştirilmesin. İddia ederiz ki Osmanlı yazarları şimdiye kadar kendi okuyucularının nazarıdikkatlerini bu fark üzerine asla celp etmemiştir. İlk defa olmak üzere bu hizmeti yine bu aciz ifa ediyor. Tarih olsun, roman olsun, bir vakadan bahsedileceği zaman onun vuku bulduğu mekân tayin ve tarif edilmezse eksik kalmış olur.
2
Missouri Nehri, yaklaşık kırk beş derecelik kapsadığı alanla, batıdan yüz on iki derece uzunluğundadır. Bu nehir, Rhoches denilen dağlardan çıkan ve Jefferson, Madison ve Galatien adındaki üç küçük nehrin birleşmesinden oluşmuştur. Büyük şelaleler oluşturarak güneye doğru cereyandan sonra şark tarafına yönelerek sonradan da büyük bir kavisle güneye ve ondan sonra güneydoğuya doğru akmaya devam eder. Oradan da otuz üç derece genişlikte ve elli iki derece uzunluğunda olan Mississippi Nehri’ne karışır ki, zikredilen Mississippi Nehri kendisinden daha küçük olduğu hâlde onu dünyanın en büyük nehirlerinden birisi olmak şerefine nail eder. Mississipi’ye karıştığı yerden, yani şimdiki Saint Loui şehrinden başka dört bin kilometrelik büyük bir mesafeyle, âdeta büyük gemilerin seyahat seyirlerine müsait hâle gelir.
Bu nehir, gayet iri ağaçları getirmek ve bu ağaçların birtakımı da nehrin yatağında saplanıp kalması ve kenarları da şiddetli akıntıların oymasından ve pek çok yerlerde sık sık kenarları da uçurum olduğundan, üzerinde gezen gemileri en fazla tehlikeye maruz bırakan nehirlerdendir. Dolayısıyla miladi 1806 senesine kadar malum nehir boylu boyuna ve tamamıyla keşfedilememiş iken malum senede, Levi ve Clark namındaki kâşiflerin himmetiyle keşfedilmiştir.
Missouri’nin keşfinde vukua gelen işbu gecikmeler oraların gelişmesini de geciktirmiştir. Buralarda hem denizden hem de karadan seyahat etmek zor olduğundan Avrupalılar buralara geç ulaşmışlardır. İşin bu kısmı bir taraftan iyi olmuştur. Zira nehir yoluyla seyahat mümkün olamadığı gibi karadan da balta girmedik ormanların olması buraları bakir bırakmıştır. Avrupalılar erken girdikleri yerlerde tabiatı ve oradaki insanları tahrip ettiklerinden tabiat araştırmacıları için kötü olmuştur. İşte buralara girmek zor olduğu için Avrupalı araştırmacılar oralarda bakir olan etnografik ve filolojik zemin bulmuşlardır. Yoksa Kristof Kolomb tarafından ilk keşfedildiği zaman Avrupalılar oralara girmiş olsalardı bu yerler ve orada yaşayan insanlarla ilgili bilgiler çok eksik kalacaktı. Çünkü buralar incelenmeden Avrupalılar oraları da mahvedeceklerdi.
Zikrettiğimiz 1806 senesinden yirmi sene kadar önce, Iowa denilen ve Amerika Birleşik Devletleri’nden birisini teşkil eden ve onun kuzeybatısında yer alan topraklar henüz Avrupalılar tarafından istila edilmemişti. Burada çok eski ve kadim bir kavim oturuyordu ki, bunlar Aztek denilen ve Meksika taraflarının en eski ve kadim medeniyetlerini oluşturan bir kavmin bakiyesi olan insanlardan oluşuyordu.
Bu ahaliyi “eski ve kadim bir medeniyet” diye nitelendirmemiz garipsenmemelidir. Meksika tarafları Avrupalılar tarafından keşfedildiği zaman oralarda birtakım medeni eserler görülmüştür ki bunlar çağdaşlarını öyle hayvanlar derecesine düşürüp vahşilikle mahkûm ettiremezler. Buralarda yaşayan insanlar çok önceki tarihlerde geçimlerini sağlamak için ileri bir medeniyet oluşturduklarını ortaya çıkan eserlerden anlaşılıyor. Gök cisimleri ve yıldızlara dair resimler, harflere benzeyen şekiller buralarda eski Mısır’a yakın bir medeniyetin oluştuğunu göstermektedir. Ziraata dair kalıntılar bunların bu alanlarda da gelişme gösterdiğini kanıtlamaktadır. Mimari konusunun geliştiği de bazı şekillerden anlaşılmakta ve bunların bu alandaki bilgileri eski Yunan ve Mısır derecesinde olmasa da birçok medeniyetten daha ileri olduğu anlaşılmaktadır. Yaptıkları mabetler ve mezarlar da bu halkın medeniyet konusunda ileri olduğunu göstermektedir. Resim konusunun geliştiği de kullandıkları renk ve şekillerden anlaşılmaktadır. Bazı madenleri işlemekte, eritmekte maharet kazandıkları ise, yapmış oldukları silahlardan anlaşılmaktadır. Bunlar eski medeniyetlerin çakmak taşı devrinde görülen seviyeleri şöyle dursun pirinç ve tunç devrinden bile ileridedirler. Bu halkın şu derecelerdeki ilerlemelerinin başlangıcı o kadar eski de değildir. Avrupa araştırmacılarına göre Meksikalıların ilerlemeleri Hz. İsa’nın doğumundan sonra sekizinci asırda başlamıştır. Asıl gelişme ise ziraat konusunda olmuştur. Burada yaşayan ahaliyi “zak” adıyla meşhur olmuş adamlar, onların hem din uluları sayılmış hem de devlet başkanları olmuştur. Zakların hüküm sürdükleri yerler daha çok dağlık memleketlerdi. “âfitâb-zâde”[4 - Farsçada “güneşin oğlu” anlamına gelmektedir. (e.n.)] denilen asıl prensler ise bazı vadilerde ve ovalarda halk üzerinde hüküm sürerlermiş.
Miladın on dördüncü asrında şu Meksika’nın medeni ve kadim kavmi kendi bölgelerinde birleşerek hüküm sürmüşlerdir. Bu bölgelerde yaşayan ve fazla medenileşmemiş diğer kavimleri de kendilerine katarak onlara da öncülük etmişler. İspanyollar ilk defa olmak üzere Amerika’nın bu taraflarına varmaya başladıkları zaman Monte Zoma adındaki kralları o zamanlarca hemen İspanya krallığından daha geniş bir memlekette daha ziyade istiklal ve şerefle hükûmet etmekte bulunmuştu. Bu halkın dinleri putperestliktir. Bunlar “Ta-otel” dedikleri büyük mabudun heykelini yapmamışlarsa da “Huyi Çilopoştli” ismiyle andıkları ikinci mabudu kendi milletlerinin asıl yardımcısı sayarak heykelini de yapmışlardı. Ayrıca bu mabuda zaman zaman ibadet niyetiyle insan da kurban etmişlerdir. Büyük mabut Taotel için heykel imal edilmemesine sebep onun gözlere gözükmez ve mahlukatından hiçbirisine benzemez bir mutlak yaratıcı olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla ona belli bir şekil vermek mümkün değildi. Bu konuda, sonraki tarihlerde onları vahşi olarak vasıflandırıp imha etmeye çalışan Katoliklerden daha büyük bir hikmetle hareket ettikleri şüpheden uzaktır.
İşte İspanyolların Meksika taraflarına varmalarıyla, bu yabancılardan korkup endişelenen bu yerli ve kadim ahali yavaş yavaş kuzeye ve kuzeydoğuya doğru çekilmişlerdir. Bu çekilme de kendiliğinden değil; Avrupalılarla savaşa savaşa olmuştur. Bu savaş ve çekilme esnasında İspanyollardan medeniyet dersi almak şöyle dursun kendi kadim medeniyetlerini bile kaybetmişlerdir. Missouri Nehri vadisine kadar vardıkları zaman yeniden vahşilik seviyelerine inmişlerdir.
Böyle kadim Meksikalılar gibi medenileşmelerinin henüz başlangıçlarında olan halkın, yeni yerlerini yadırgamalarından dolayı medeniyet konusundaki tüm birikimlerini kaybetmişlerdir. Dolayısıyla bunların yeniden vahşete uğramaları nasıl akıldan uzak görülür ki? Hollanda gibi bir Avrupa memleketinden, Batı Afrika’da o zaman “Zulu” ve “Boer” denilen memlekete hicret eden ve asıl medeni kabul edilen adamların sonradan medeniyeti unutup vahşete uğramış bulundukları gözlerimizin önünde durmaktadır. Bunları gördükçe insanın diyeceği geliyor ki, Âdem evladının hususi kabiliyeti medeniyetten ziyade bedeviyetedir. İnsan, birkaç nesil evladını zorla ve gayet yavaşça bir kısmını ancak medeni seviyeye çıkarabildiği hâlde; yalnız bir nesil o milleti tanınmayacak hâlde ve kısa bir sürede geriletiyor. Zira ilerleme, gelişme, yükselme denilen şey çalışmayı gerektiriyor; gerileme denilen şey ise çalışmamayı, hiçbir şey yapmamayı…
İşte Missouri Nehri kenarında, şimdiki Iowa hükûmeti ile zikredilen hükûmet arasındaki çarpışmalardan sonra kuzeybatı tarafındaki balta girmemiş ormanlarını kendilerine mesken seçen Amerika vahşileri, asıl Meksika kıtasının medeni ahalisinden iken Avrupalıların zorlamasıyla oralara gelip tekrar vahşete uğramışlarsa da bu hâlin kendileri üzerindeki en büyük etkisi ziraat ve sanayi alanında olmuştur. Azteklerin dinî inançları ve hükûmet sistemleri pek etkilenmemiştir. Zira Amerika’nın sair taraflarında diğer birtakım vahşiler de görülür ki bunlarda ne diyanet, ne hükûmet fikri bulunmaktadır. Bundan başka cemiyet hâlinde yaşamak da pek gelişmemiştir. Bunlar fert olarak ve âdeta ormanda yaşayan diğer bazı canlılardan farksız yaşar ve geçimlerini de onlar tarzında temin ederler. Yeme içme konusunda o kadar bencil olurlar ki birisinin bulduğu bir meyveli ağacı veyahut ele geçirdiği bir avı paylaşamamaktan kaynaklanan kavgaları bizim bu taraflarda sürü sürü gezmekte bulunan kurtları andırır.
Missouri Nehri sahilinde mabetlerini seyredeceğimiz Azteklerin diyanet fikrini, hükûmet usullerini ve geçim tarzlarının nasıl olduğunu da kısaca ve hususi olarak bilmeye mecburuz.
Bunlar öncelikle Taotel dedikleri büyük mabudu neredeyse büsbütün unutmuşlardı. Zira bunlarda fikir denilen şey gayet noksan olduğundan onun hikmet nuruyla aydınlanmasından bile büyük bir fayda beklemiyorlardı. Zira onun heykeli göz önünde olmadığından neredeyse onu unutmuşlardı. Ama bu unutmadan hasıl olan zararın en büyüğü şefkat ve mürüvvet denilen şeyin de büyük mabutla birlikte yok olmasıdır. Çünkü insan cinsi için Cenabıhakk’ın merhamet, inayet, himaye ve koruma gibi şan ve vasıflarını bilip ona göre davranmak zaruri bir şeydir. Aztekler bu yolda güzel sıfatlara sahip olan büyük mabudu unuttuktan sonra onun kendilerine yüklemiş olduğu güzel huyları, hareketleri de kolaylıkla yakadan atabilmişlerdi. Eskiden beri ikinci derecede addolunan “Huyi Çilopoştli” namındaki mabudun heykelini her misafir oldukları yerlerde ya bir büyük ağaca veyahut münasip bir kayaya çizip resmediverdiklerinden ve nihayet Missouri Nehri sahiline gelip yerleştiklerinde de malum mabudun daha muntazam heykellerini yaptıklarından onu hiç unutmamışlardı. Bununla birlikte bu mabudun vasıflarıyla kendilerine çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. Bu vasıfların başında mabuda insan kurban etmek ve dolayısıyla insan avına çıkmak ve insan avındaki başarısıyla iftihar etmek gibi âdeta insanın içini kanatan şeylerdi. Yalnız onu himaye kısmı belki güzel vasıflardan adlandırılabilirdi.
“Himaye” denilen şey ise güç kudret sahibi olan her şahsın aciz olan bazı insanları bazı bela ve musibetlerden kurtarıp kendi himayesine almaktır. Zikredilen mabut, “Huyi Çilopoştli”nin en büyük şanı da kendi kabilesini himayeden ibarettir. Böyle olduğuna göre himayelerine aldıkları adamlar onların dediklerine harfiyen uyarlardı. Bu himaye kurallarına uymayı âdeta farzlardan sayarlardı.
Hayalimizi Missouri Nehri’nin balta girmemiş ormanlarına doğru vahşi kavim ile beraber sevk ettikten sonra zikredilen nehrin sahilinde bunların mabet kabul ettikleri yerde kendimizi bulmak için düşünmeliyiz ki: Malum mabet, ormanın dört beş dönümlük kadar bir parçasını temizlemek ve biraz da bir beşeri sanat eserini göstermek suretiyle vücuda getirilmiştir.
“Temizlik” denildiği zaman ilk olarak buranın yaratılışından beri zemine dökülüp yığılmış kalmış olan ağaç enkazlarının nehre atılarak bunların altından çıkan ve saf bitkisel gübreden ibaret bulunan pamuk gibi yumuşak toprağı düzeltmek ile oradaki ağaçları sarmaşıklardan, dikenlerden ve yabani asmalardan kurtarmak ameliyatı anlaşılıyor. Bu mahalde gösterilen insan sanatı ise en büyük iki ağacın arasına iki büyük taşı ayak makamında yerleştirdikten sonra üzerine bir buçuk metre genişliği ve dört metre kadar uzunluğu olan ve bir yüzü dümdüz bulunan büyük bir kayayı masa taşı gibi yatırmaktan ibaretti. Bir de mezbaha ile o civardaki büyük bir karaağacın kütüğünün heykelin üç dört metre üstünden kesip nehre attıktan sonra bu kütüğün kalanını mümkün mertebe insan suretinde yontup meydana kaba saba bir heykel çıkarmaktan ibaretti.
İşte burası Azteklerin ibadethanesidir. Aztekler burada mabutları, hamileri olan “Huyi Çilopoştli”ye insan kurban ederek hışmından kurtulmak ve lütfuna nail olmak için dua ederler. Kestikleri kurbanların kafalarıyla kol ve bacaklarını ağaçlara mıhlarlar ki biraz zaman sonra bunların etleri dökülerek yalnız beyaz kemikleri kalır. Bu müthiş suretlere ibadet nadir değildir. Bu ibadet yılda üç beş defa tekrar ettiğinden ve her defası için elde kurban edilecek adam bulunmayacağından, sadece kurban tedariki maksadıyla bunların diğer kabileler üzerine hücumları eksik olmaz. Gerçi kendi evladını, zevcesini, babasını, karındaşını kurban etmek dahi yasak değil ise de “Zaklar” bu konudaki izni kolaylaştıracak olsalardı, herkes mabuda yaranmak için evlat ve yakınlarını kurban ede ede kabilede adam kalmayacağını düşündüklerinden mabut önünde en ziyade makbule geçecek kurbanlar yabancılardan alınacak esirler olabileceğini bu halkın zihnine güzelce yerleştirmeleriyle akraba arasında gerekli olan güveni ancak bu şekilde koruyabilmişlerdir.
Bahsedilen vahşilerin kurbanlarını nasıl kestiklerini ve bunun için ne yolda ayinler icra ettiklerini daha başka tarife gerek yoktur. Zira “Rikalda” namıyla yazmaya başladığımız şu hikâyenin ilk kısmı, tam vahşilerin böyle bir kurban kesmeleriyle ayinlerini icra ettikleri güne tesadüf etmiştir ki işte bunu anlatmaya başlıyoruz. Şöyle ki:
3
Ormanın birkaç dönüm mahallini temizleyip bir “Huyi Çilopoştli” heykeli ile bir de taş mezbahanın inşasından ibaret bulunan bu mabedi Azteklerin ikametgâhı zannetmemelidir. Bunların ikametgâhları zikredilen mabede yirmi beş kilometreden ziyade bir mesafede bulunan bir kayalıktır ki kayaların içinde doğal bulunan beş altı kadar mağaraları suni olarak yaptıkları duvarlarla göz göz bölerek vücuda getirmişlerdir.
Bahsedilen mağaraları ilk tercihlerinin sebebi buralara vardıkları zamanının kış mevsimine tesadüf etmesidir. Zira oralar, kırk beş derece kuzeyde olan yerlerdi ki, kışın şiddeti hatırı sayılacak derecede soğuk olurdu. Bu şiddetli kışa karşı barınacak mağaralarda yakacak odun ve mağaraların içinde kaynamakta bulunan bir kaynaktan içecek su bulabilmeleri de çok zor olmuştu. Bu zorluklarla birlikte burada yaşamanın kolaylıkları da çoktu. Yaz gelince yabani kirazlar, erikler, kestaneler, mısırlar, üzümler, patatesler vesaire yemeye uygun körpe kökler, tatlı ve yumuşak otlar bu taraflarda bol oldukları gibi karaca, geyik, yaban eşeği, tavşan, beyaz güvercin ve o mahalle mahsus sair yabani kuşlar ve özellikle orman içerisinde bunların hadsiz hesapsız yumurtaları ve nehirdeki balıklar, malum olan yerde geçinmenin kolay olacağını Azteklere göstermişti. Böyle tabiatın hazır yetiştirdiği yiyecek dururken kendileri ekin ekip hayvan besleyip uğraşmaya muhtaç olamayacakları kaziyesi de öteden beri malumları olan ziraat usulleriyle ona dönük sanayiyi büsbütün terk ve unutuvermelerine sebebiyet vermiştir.
Azteklerin ikametgâhlarıyla ibadetgâhlarının arasının uzak olması cahilce olan dinî inançlarından kaynaklanıyor ise de, bu da bütün bütün hikmetten uzak değildir. Kestikleri kurbanların kanları ve etleri kendi kendisine çürüyüp mahvolmak lazım geleceğinden bu kokudan mümkün mertebe kaçınmak istemeleri, böyle bir uzaklığı zaruret hâline getirmiştir.
Şimdi bir yaz mevsiminin yani ağustosun ortalarındaydı ki Fardiç adındaki âfitâb-zâdenin maiyetinde bulunan kabile sabahleyin ikametgâhlarından ibadetgâhlarına doğru yola düzülmüştü.
Daha kadim zamanların âfitâb-zâdeleri âdeta Azteklerin kral veya imparator hanedanını teşkil etmekte idiyseler de İspanyolların yaklaşmaları sebebiyle bunlar kuzey ve kuzeybatı taraflarına doğru perakende ve perişan bir vaziyette göçmeye mecbur oldukları sırada âfitâbzâdelerden her biri bir aşiretin idaresini ele almış idiler. Bazı kabilelerde bu riyaset asıl âfitâb-zâdelerden olmayanlar eline geçmiş olduğu hâlde; zikredilen unvan bir yönetme unvanı olmak üzere onlara dahi verilmişti. İşte Fardiç de böyle asıl âfitâb-zâde olmadığı ve adi zorbalardan bulunduğu hâlde sadece kabileyi yönettiği için o namı da almıştır.
Bu kabilenin Maradangal adında bir din ulusu daha vardı ki “Zak” adıyla öteden beri zikredilen kabileye ruhani hükümdar sıfatıyla hükmeden kadim bir hanedana mensuptur. Eski zaklar, hiyeroglif hattını okuyarak ve bazı gök cisimleri ile yıldızların hareketlerini hesap ederek onlardan anlamlar çıkardıkları zamanlarda âlim adamlardan sayılıyorlardı. Bunlar eskiden böyle bilgili adamlar iken, kabile halkının o eski kadim medeniyetlerini kaybederek yeniden vahşete uğradıkları sırada zaklar da o eski malumatlarını kaybederek tam bir cehalete dalmışlardır. İşte bizim Maradangal da bunlardan birisiydi. Fardiç, ilk zamanlarda kabilenin idaresini kendi yetkisine geçirince Zak Maradangal ile Fardiç epeyce itişmişlerse de Maradangal kabile halkını kendine uydurmanın mümkün olamayacağını görünce barışmaya mecbur olmuştur.
Aztekler soylu olmayan bir âfitâb-zâde ile bir de zak olmayan birisinin idaresinde bulunmuşken bu şerefin ikisini bir adama verebilirler mi ki Fardiç veyahut Maradangal’dan yalnız birisi katılmadan tam bir idarede bulunabilsin?
Fardiç ve Maradangal’ın sevkiyle zikrettiğimiz mağaralardan kalkıp ibadethaneye doğru giden kabile halkı kadın erkek iki yüz elli kadar nüfus tahmin olunabilirlerdi ki aralarında çocuklar ve pek ihtiyarlar görülüyordu. Bundan da tahmin edileceği üzere işi gücü olan ve yaşlı olan bazı adamlar da mağaralarda kalmıştır.
Malum kafilenin orta yerinde uzun bir sırığa takılmış acayip ve garip bir yük dört kuvvetli adamın omuzları üzerinde götürülüyor idi ki sırığın birer ucu ikişer adamın omuzu üzerine konulmuş bulunduğu hâlde bu dört adam bizim sırık hamalları gibi tam bir intizamla ayak atıyorlardı. Sırığa takılı olan yük bir canlı adamın incecik ve yeşil yapraklı ağaç dallarından yapılmış dar ve uzun tabut gibi bir şey içine yatırılmasıyla teşekkül etmişti ki bu yeşil tabutun baş ve ayak taraflarından ıhlamur dallarıyla sırığa bağlanmış olması âdeta beşik gibi bir şekil oluşturmuştu. Ama içinde yatan adamın beşikte mışıl mışıl uyuyan bir çocuğa benzetilmesi mümkün değildir. Gerçi bunun da elleri, ayakları bağlıysa da başını iki tarafa çevirip gayet ümitsizce olan bir tavırla herkesin yüzüne bakmakta olması ve renginin kül gibi uçmuş bulunması adamcağızın hayır için götürülmediğini pekâlâ gösterebilecek hâllerdendir.
Kafilenin geçtiği yol bundan önce tasvir edilen balta girmedik orman dâhilinde “patika” özelliğine şayan olduğundan şu yol üzerinde bu kafilenin bir hayli zamandan beri gidip gelmekte olduğuna oralarda böyle bir yolun peyda olabilmiş bulunması da delalet eder.
Fardiç ile Maradangal kafilenin ta önünde ve zümrüdi tabut içine yatırılan adamcağız dört hamalın omuzunda olarak kafilenin ta orta yerinde yürüdükleri hâlde hiçbir kimsenin sesi sedası çıkmayıp kafile tam bir sükût ile mesafe katediyordu.
Tabutu götürenler sık sık değiştikleri cihetle bunları dinlendirmek için kafilenin durmasına asla ihtiyaç olmadığından ve vahşiler de yol yürümek konusuna acizliklerini gösterecek adamlar olmadığından kafile saatte yedi sekiz kilometrelik bir hızla yol alıyordu ki mağaralardan hareketlerinin üçüncü saati nihayetinde Missouri Nehri kenarındaki mabede vardılar.
Son kurban olarak orada kesilen adamın kanı kurumaksızın yağmur yağmamış olduğundan mezbaha üzerindeki kanlar kuruyup kesilmiş oldukları gibi iri ağaçlara çakılmış bulunan kafa, kol ve bacaklar da çürüyeceklerine kuruyup pastırma hâlini almışlardı. Dolayısıyla bizim gibi böyle manzaralara alışkın olmayanlar için bunların derileri, etleri çürüyüp saf kemik kalmış olan cesetlerden ziyade, görenleri ürkütecek şeylerden sayılabilirler.
Kabilenin zakı ile âfitâb-zâdesi kabile ortasında bir kadına hitaben:
“Kadagoz! Şu mezbahayı temizlettir.” emrini verdiler.
Kadagoz, diğer kadınlara zikredilen emri bildirdi. Onlar da Missouri Nehri’nden ağaç kovalarıyla su taşıyarak ve tırnaklarıyla taşları kazıyarak mezbahayı temizlemekte olsunlar, biz şu kabile halkıyla tanışıklığımızı biraz daha ileriye götürmeye bakalım.
Fardiç dediğimiz adamın âfitâb-zâde sıfatıyla kabilenin normal lideri; Maradangal dediğimiz adamın da zak sıfatıyla ruhani liderleri olduklarını öğrenmiştik. Bunların “Kadagoz” diye hitap ettikleri kadın ise Fardiç’in karısıdır. Bu kadın, bu sıfatla âdeta şu kabilenin kraliçesi sayılıyordu. Böyle olmakla birlikte vahşiler nezdinde kadın kısmının haysiyet ve itibarı Avrupalılarda olduğu surette olmaması sebebiyle Kadagoz’un kraliçeliği yalnız Fardiç’in karısı olmasından ibaret kalarak hükûmet işlerinde pek de etkisi görülemez.
Bu kabile içinde Fardiç ve Maradangal’dan sonra en nüfuzlu adam Rikalda’dır ki Fardiç’in oğludur. Kadınların da Kadagoz’dan sonra en nüfuzlusu, en itibarlısı Aralda’dır ki Rikalda’nın karısıdır. Maradangal’ın zevcesi geçen sene bizon denilen bir çeşit yaban öküzü avı esnasında can korkusuyla kuduran öküzün boynuzlarına hedef olarak vefat etmiştir ki o zamandan beri Maradangal kendine münasip bir zevce bulup evlenememiştir.
Fardiç ile karısı Kadagoz’dan, Rikalda ile karısı Aralda’dan ve özellikle kabilenin ruhani hükümdarı olan Maradangal’dan sonra bu kabilede Moşamol denilen adam da âdeta Fardiç’in veziri mesabesinde muteber bir kimseydi.
İsimlerini tanıttığımız şu adamların cisimlerini de tanıtmak lüzumu var ise de insanların tenlerinde, tüylerinde renkçe birçok farklar olması ve bu renkler gözlerde dahi onları birbirinden ayırmaya yaradığını belirtelim. Boyların, endamların birbirine uymaması hep Avrupa ahalisinin yekdiğerinden farkına yardımcı olabildikleri hâlde Amerikalıların birbirinden ayırt etmenin öyle pek de kolay olmadığını dikkatli nazarlarınıza özellikle arz edelim.
Amerikalılar birbirine o kadar benzerler ki Avrupalılar için bunları şahsen birbirinden ayırmak ve tanımak hakikaten güçtür. Hatta erkeklerini kadınlarından fark etmek bile hakiki zorluklardandır. Zira okyanus civarındaki Cava tarafları ahalisi gibi bu Amerikalıların da erkeklerinin yüzlerinde tüy tüs pek az olduğundan ve çıkanları da sahipleri yolduklarından kadın ile erkeğin en büyük farkı olan sakal ve bıyık bunlarda yoktur.
Cümlesinin rengi bakır rengine yakın ve kırmızıdır. Göz uçları Çinlilerde olduğu gibi şakaklarına doğru çekik bulunduğundan ve burunları zenci burnuyla Tatar burunları arasında bir şekilde olduğundan ve uzun boy ve iri cüsse cümlesinde görüldüğünden şekil ve suretçe bunlar arasında pek az fark vardı. Saçları genellikle siyah, at kılı gibi sağlam ve parlaktır. Eğer yüzlerini ve vücutlarını iğne ile döğdürüp açılan deliklere mavi ve siyah boyalar sokmak suretiyle farklı şekiller almamış olsalar, bunların acemisi olan gözler için ne karıyı erkekten ne de bir şahsı diğerinden ayırt etmeye hiç imkân bulunamaz.
Başlarına birtakım kuş tüyleri ve kuş kanatları takmak en önemli süslerinden birisidir. Avladıkları hayvanların kıllarından, yünlerinden iplik eğirerek dokudukları kaba saba şeylerle bir dereceye kadar giyinirlerse de bu suretteki giyim kuşam ne mahrem yerleri ne de soğuktan ve sıcaktan korumaya hiç de hizmet etmez.
Mağaraları içinde genellikle çırçıplak otururlar. Oturdukları yerleri yumuşacık otlarla döşerler. Bazı sedir gibi setler yaparak üzerine ağaç çürüğü doldurup düzlerler ki hem düz, hem kaba birer kanepe hükmünü alırlar. Kapl kacakları çoğunlukla ağaçtan oyma olup topraktan da çanak ve güveç suretinde şeyler imal edebilirler.
Eskiden kalma silahları oldukça sanatlı, süslü ise de yeni yaptıkları silahlarda o sanatlı maharet gözükmez. Bıçak, balta, kılıç ve demirden olan bu eski okları, yayları ve mızrak gibi şeyleri nazarlarında gayet kıymetlidirler. Yeni imal ettikleri yay ve kargıları demirden ziyade bir çeşit sert ağaçtan yaparlar ki bu da demiri işlemenin kendileri için çok zor olmasındandır.
İşte ikametgâhlarından mabetlerine doğru bir de kesilecek kurban ile beraber geldiklerini gördüğümüz kabile halkının kısaca hâlleri şundan ibaretti. Zikredilen kabile ile bu kadarcık bir tanışma olduktan sonra haber verebiliriz ki bunlardan Maradangal altmış yaşını geçmiş ve derisi buruşmaya başlamış bir ihtiyar olduğu gibi Fardiç de elli yaşında, bünyesi kuvvetli bir âfitâb-zâdedir. Karısı Kadagoz kırk beşlik, gayet sert ve vahşi bir kraliçedir. Oğlu Rikalda henüz yirmi dört, yirmi beş yaşında bir genç ise de o kadar sert yüzlü, kötü huylu, sessiz, haşin bir adamdır ki şiddetinden anası babası bile daima ondan ürkerler. Rikalda’nın karısı Aralda kendisinden bir iki yaş daha büyüktü. Kayınvalidesi, Kadagoz gibi ters suratlı, hırçın tabiatlı değilse de kabilesi halkının bu kadına isnat ettikleri güzellikler de bizce asla kabul edilemez. Bizce kayınvalidesiyle gelin arasındaki fark Aralda’nın biraz daha güleç olmasından ve yüzünün derisi bir parça daha ince bulunmasından ibarettir. Yoksa kendi eski dünyamızın kadınlarının cemalini karşılaştırma için öteden beri dikkatimizi çekmiş olan cazibeler, şanlar bu mahluklarda görülemez ki karşılaştırılması ve denk sayılması mümkün olabilsin. Aralda vahşiler hükmünce güzel bir kadınmış derlerse de, sözünü kısa kesiveririz.
Bakılsa bu kabile halkı içinde nazarıdikkati en çok çeken ve yönetmede konusunda da Fardiç’ten fazla layık görülen adam Moşamol olmalıdır. Bu adam elli, elli beş yaşlarındadır. Hatta elbisesini diğerleri gibi çarşafa bürünürcesine tanzim etmez. Bunları pantolona epeyce yakın bir biçime sokmuş olduğu gibi üzerine de bizim taraflardaki Avrupalılaşanların ceketlerine yakın bir biçim vermiştir. Ama onun altında hiçbir şey olmayıp çıplak derisi üzerine giyivermiştir. Başına bir çeşit kamıştan örülmüş sepet ile şapka arasında bir serpuş koymuştur. Bu kıyafetle Moşamol gayet gülünç bir hâl almışsa da bu hüküm işin bize göresidir. Missouri Nehri vadisinde kıyafetlerin en muntazamı bu addolunduğundan Moşamol’a gülenler değil gıpta edenler daha çoktur. Reis âfitâb-zâde Fardiç bile kibrine yedirmiş olsa kendi büründüğü çarşafı bu biçime sokmasını Moşamol’dan rica ederdi. O, Moşamol’un kıyafetine göz dikmiş olmayı nefsine yediremediği için böyle bir iltimasta bulunmamıştır.
Moşamol yalnız kıyafeti dolayısıyla vahşiler arasında dikkat çekmemiştir. Yüzündeki o nazikçe olan tebessümleri, sözlerindeki yumuşakça olan telaffuzları ve sesindeki mütevazı olan nağmeleriyle de dikkat çekmektedir. İnsan bunun söylediği vahşice sözleri de dinleyecek olsa Anadolu’nun en kaba Osmanlıcasına nispetle İstanbul’un en nazikâne Osmanlıcasında bulunan letafete yakın bir fark bulur. Hatta bu fark ve Moşamol’un diğer hâlleri vahşiler nezdinde de takdir edilmiş bulunduğundan, herkes Moşamol’a, Fardiç ve Maradangal’dan sonra ikinci reis gözüyle bakarak mertebesini Rikalda ile aynı tutmuştur.
Şimdi ibadetgâha gelen Aztek kabilesiyle tanışıklığımız gereği gibi ileriye götürdük ya! Artık bunlar hakkında muhtaç olduğumuz bilgi vesaire ayrıntılardan vazgeçelim de şu ellerinde bulunan esiri, mabut Huyi Çilopoştli’ye nasıl kurban ettiklerini görelim. Zira bu kabile nezdinde zihnen vuku bulacak ikametimiz esnasında daha sair pek çok acayip ve garip hâllerini gözleme çok vakit bulacağız.
4
Yeşil yapraklı ağaç dallarından mamul tabutu oraya geldikleri zaman yere indirmiş bulunan vahşiler kendileri de çimenler üzerine uzanarak bir hayli istirahat ettikten sonra bu gibi dinî konularda yetkili olan Maradangal tarafından verilen işaret üzerine cümlesi birden ayağa kalkarak öncelikle esiri tabuttan çıkardılar. Bu adam Patariçar denilen kabilenin reisiydi ki sonradan Fardiçarların hücumuyla mağlup olarak bunlara esir olmuştu. Buralarda her kabile kendi reislerinin namlarına mensuben yâd olunurlar. Zaten bunların Asya taraflarından ve Asya’nın da Tataristan içlerine doğru olan yerlerden gelmiş bulundukları lisan incelemelerinden anlaşılmıştır. Böyle her kabilenin kendi reisleri namıyla yâd olunması da asıl ataları olan Asya’dan kendilerine miras kalmıştır. Hazreti Osman bin Ertuğrul’a mensup olanlara Osmanlı; Cengiz’e mensup olanlara Cengizli denildiği gibi Missouri Nehri sahillerindeki vahşi Azteklerden Reis Fardiç’e mensup olanlara da Fardiçar ve Reis Patariç’e mensup olanlara da Patariçar adı verirler. Yani her kabileyi böyle reisinin adıyla yâd ederler. Hatta bazı kere reislerin değişmesi esnasında kabilenin adı da değişmiş olur.
Esiri tabutundan çıkardıktan sonra on iki kadın çift çift ayrılıp her biri birer elleriyle yekdiğerini bileklerinden tuttular ve bu suretle bir sıraya dizilerek esiri bunların bilekleri üzerine oturttular ki altı çift kadın boylu boyuna esirin altından kollarını dolaştırıp herifi kaldırmaya yeterli geldiler.
Bu suretle kol üzerine alınan esiri Huyi Çilopoştli heykelinin etrafında hususi bir törenle dolaştırmaya başladılar ki cemaatin tamamı kendilerine mahsus bir nağmeyle bir güfteyi teganni ediyorlardı. Bu güfteye “manzum” demek için yalnız hecelerinin farklılığında bir düzensizlik vardı. Ona da bir diyeceğimiz yoktur. Kafiyeden de uzaktır. Bestesinin de gereğinden dolayı beş mısra oluşması gereken malum güfte nazım olarak tercüme edilmek gerekirse:
Mabudumuz kan istemiş
Layıktı kurban istemiş
Bir muteber can istemiş
İcra için biz emrini
Bak işte bulduk birini
demek gerekir. Bunların müzik aletleri toplam dört sesten oluşur ki bu sesler arasında bizim mızıkaların nağmelerini, ses akustiğini bulmak, yani seslerin en pesini, mesela “sol” farz edilecek olsa diğer üçünü “la”, “si” ve “do” saymak mümkün olmadığı gibi bu seslerin bemollerini ve diyezlerini uygulamak da mümkün olamaz. İnsanların tayin etmiş olduğu nağmeler fizik fenninin akustik şubesi tarafından öyle ince bir surette düzenlenmiştir ki aralarındaki sesler biraz artıp eksilecek, yani zikredilen nağmeler biraz tizleşip pesleşecek olsa kulaklara derhâl kötü etki eder ve sesin bozulduğu hemen anlaşılır. Azteklerin dört perdelerinin dördü de birbirine nispetle ve bizim sazlarımıza göre basit olduklarından şu güfteyi okudukları beste bizim notalarımızla yazılamayacağı gibi sazlarımızla da çalınması mümkün olamaz. Meğerki onların basit seslerini verebilecek hususi surette bir saz icat edile…
Aztekler bu güftenin bestesini gerek güftenin manasından ve gerek tahsis edildiği ayinin oluşturacağı dehşete uygun bir şekilde tertip etmişlerdi. Öyle bir suret ki güfte okunduğu zaman insanın gözü önünde bir mezbaha ve onun üzerinde kesilecek bir esir bulunmasa bile bu mızıkanın iç kanatıcı bir mızıka olduğunu insan ruhu hemen hissedebilirdi.
Biçare esir, tören ile Huyi Çilopoştli putu etrafında dolaştırıldıktan sonra getirilip büyük bir uyum ve nezaketle mezbaha taşı üzerine konuldu. O zaman Zak Maradangal zikrettiğimiz güfteyi bir kere de yalnız kendi bestesiyle okuduktan sonra etrafında halka teşkil eden cemaate hitaben hususi ve dinî bir tavırla dedi ki:
“Aztekler! Ey şanlı Fardiçarlar! Kan isteyen mabudumuza öyle liyakatli bir kurban bulduk ki Huyi Çilopoştli ne kadar gazaplanmış olsa, gökten ateşler yağdırıp hepimizi yok edecek derecelerde bize dargın bulunsa bu kurbanın takdiminden dolayı gazabı derhâl neşeye dönüşmüş olarak bizi hemen lütuflarına boğacaktır. Zira kurbanımız da bir âfitâb-zâdedir ki, dünya dünya olalı mabuda hiç bu kadar muteber bir kurban kesilmemiştir. Bu kurbanı ele geçirmek için kabilemizden tam dokuz adamımız helak oldu.
Maradangal’ın bu dokuz adamın öldürülmesini ihtar etmesi kabile halkınca pek büyük bir tesire sebep olduysa da bu tesir mahzunca da değildi. Bilakis teşvik edici ve dindar bir suretteydi. Cemaatin her tarafından:
“Dokuz! Tam dokuz!” sözleri defalarca tekrar edildi. Fardiç, galip bir tavırla göğsünü gererek dedi ki:
“Kurbanın önemi onu kabul ve takdim eden adamın önemiyle denk sayılması gereğince katiyen inanmalıdır ki bugün mabudumuza kesmekte bulunduğumuz şu kurban kadar itibarlı bir kurbanı takdim şerefi insan evladından hiçbirisine nasip olmamıştır. Zira âfitâbzâde Patariç’in kendisi de, kabilesi de bizden daha büyük, daha muteberdir. İnsanın kendi nefsinden daha muteber, daha büyük bir kurban takdim etmesi beşeriyet kudretinin üzerindedir. Bir zamanlar benim âfitâb-zâdelerden olmama şüphe edenler şimdi insafla düşünmelidirler ki ben mabut nezdinde olur olmaz evlatlardan daha makbul, daha aziz olmasaydım mabudumuz bir âfitâb-zâdeyi bana esir ederek onu kendisine kurban etmek şerefiyle beni bütün insan cinsinden daha şerefli bir mertebeye yükseltmezdi.”
Fardiç bu sözleri söylerken Zak Maradangal’ın yüzüne baktı. Zak beylerinin rengi biraz morarıp, patlıcan mertebesini buldu. Zira evvelce de haber verdiğimiz gibi Fardiç’in âfitâb-zâde denilen kadim prenslerden olmadığı beyanıyla riyasetine itiraz eden asıl kendisiydi. Dolayısıyla Fardiç bu sözleri Maradangal hakkında bir serzeniş olmak üzere söylüyordu.
Bir medeni orada bulunup da Fardiç’in bu sözleri ne kadar mağrurane bir tavırla söylediğine dikkat etseydi kahkahalarla gülmekten çatlamak derecelerine gelirdi. Zira bütün insan cinsinin üzerinde şereflenme iddiasında bulunan bu âfitâb-zâdenin cemaatinin yarısı işte etrafında bulunan bu azınlıktı. Miktarlarıysa ancak iki yüz elli nüfusa vardığından bu az olan nüfusa olan etkisiyle övünmede bulunabilecek adam, insanı kahkahalarla güldürecek derecenin öte tarafına bile geçirir. Herif biraz daha kibir ve gururunu arttıracak olsa âdeta tapınası şanını kendine layık bularak Firavunlarla, Nemrutlarla omuz ölçüşmek seviyesine kadar kıyam edecek!
Fardiç’in bu iddiası bütün kabile halkı tarafından onaylandı. Kadın erkek, herkes birkaç defa eğilip kalkarak teslimiyet alameti anlamına gelen bu hareketleriyle Fardiç’in sözlerini onayladıkları gibi bizzat Maradangal bile:
“Öyledir kuvvetli Fardiç! Bütün âfitâb-zâdelerden daha muteber, daha şerefli olduğunuza bu kurbanda başarılı oluşunuz işaret eder.” diye bir defa olsun eğilip doğrularak Fardiç’in büyüklüğünü onaylamış oldu. O aralık Moşamol kendisinin özel güleç tavrı ve nazikâne olan sesiyle sordu ki:
“Ey hürmetli zakımız! Ey din ulumuz Maradangal! Hatırında mıdır ki bundan bilmem ne kadar zaman evvel reisimiz Fardiç’in böyle makbul ve muteber bir kurbanda başarılı olacağını gökyüzünden haber alarak bana bildirmiştin? Demiştin ki reisimiz kuvvetli Fardiç bu yakında bir büyük zafere nail olarak dünya kuruldu kurulalı insan cinsinden hiçbirisine nasip olmamış bulunan bir kurbanla mabudun tam sevgisini kazanacaktır. O zaman bana söylediğin şeyi şimdi cemaate de niçin bildirmiyorsun?”
Maradangal büyük bir hayretle Moşamol’un yüzüne baktı. Zira Moşamol’a hiç böyle bir söz söylememiş olduğundan Moşamol bu sözü kendiliğinden uydurup söylediğini görerek muzip Moşamol’un bundan maksadı ne olabileceğini kestiremiyordu. Moşamol’un hususi özelliklerinden biri olmak üzere şunu da şimdi haber verelim ki bu adam vaktiyle Avrupalıların eline esir düşmüş bulunduğundan uzun müddet esarette kalarak putperestlik dinine göre hayatını sürdürmüştür. Bazı hususi sohbetlerinde şu vahşilerin dininin ve diğer birçok hareketinin hikmetten uzak olduğunu Maradangal’a söyleyip zak beylerini kızdırır idiyse de o şakaları böyle genel bir ayinde tekrar edebileceğini Maradangal hiç beklemiyordu. İşte bu sebepten dolayı şaşkın gözlerini açıp Moşamol’un yüzüne baktıysa da Moşamol’da küçümseyici bir hâl göremeyip pek ciddi bir tavır gördüğünden kabile halkının dinî hislerini de ihlal etmiş olmamak için Moşamol’un şakasını gerçek diye değerlendirdi. Dedi ki:
“Evet, ey Moşamol! O haberi sana vermiştim ama ortaya çıkarılmayıp sır olarak saklanması için vermiştim.”
Moşamol bu söz üzerine tebessümünü arttırdıysa da tebessüm denilen şey zaten bu adam için daimi bir hâldi. Dolayısıyla tebessümün artması kimsenin pek de dikkatini çekmedi. Sordu ki:
“Sen o haberi mabuttan ne vasıtayla almıştın? Bu gibi şeylerden kabile halkını haberdar etmelisin ki halkın şevki artsın.”
Maradangal’ın Moşamol hakkındaki övgüleri biraz daha arttıysa da işi bozmak kendisinin din ululuğu şanına hiç uygun düşmeyeceğini düşündü. Bu gibi meselelerde Maradangal gibi kâhinlerin çarçabuk hileler düşünüp, söz bulup söz altında kalmamaları gerektiğinden zeki kâhin dedi ki:
“Mabudumuz Huyi Çilopoştli bana bu haberi bir kuzguni karga aracılığıyla gönderdi. Karga da söğüt ağacının üzerine konmuştu. Malum ya! Söğüt ağacı hayat suyu demektir. Bir dalını koparıp yere soksalar derhâl tutar, hızlıca yeşillenir.
Bu sözü işiten vahşiler mabutlarının böyle Maradangal’a doğrudan doğruya haberler göndermesini kendileri için büyük şeref sayarak sevinedursunlar Moşamol bir sual daha sorarak dedi ki:
“Karganın başı doğu tarafına mı dönüktü yoksa batı tarafına mı?”
Maradangal:
“Batı tarafına ki kuyruğunu sallayarak ağzını açarak ‘Gak! Gak! Gak!’ diye birbiri ardından üç defa bağırınca reisimiz Fardiç için vadettiği büyük zaferin batı tarafında meydana geleceği bile anlaşıldı.”
Maradangal’ın bu sözü üzerine Moşamol kabile halkına hitaben dedi ki:
“Görüyor musunuz arkadaşlar? Bizim hürmetli zakımız fazıl Maradangal ne kadar âlim bir adamdır. Bir sivrisinek vızlasa ondan o kadar hükümler çıkarır ki şaşar kalırsınız.”
Maradangal, Moşamol’un asıl maksadının inceden inceye bir alay olduğunu anlayarak Avrupalılar nezdinde dinini, itikadını kaybetmiş bulunan bu zevzek herife kalben pek fazla kızdıysa da bu gazabını ortaya koymanın uygun olmayacağını düşünerek nefsine hâkim olmaya mecbur oldu. Söz uzamasın diye kurbanı kesmeye yönelmek istedi. Kurbanı kesmeden önce yeni bir ilahiyi teganniye başladı ve bıçağı da eline aldıysa da bu defa da Rikalda’nın karısı Aralda ona itirazla bir söz açtığından Maradangal yine kesmeyi ertelemeye mecbur oldu. Aralda dedi ki:
“Fazıl Maradangal! Sen bu kurbanı kayınpederim kuvvetli Fardiç namına takdim ediyorsun ama bunda bir büyük hata ediyorsun. Âfitâb-zâde Patariç’i asıl ele geçiren zevcem zorlu Rikalda’dır. Rikalda olmasaydı bu muharebede bizim Fardiçarlar mağlup olurlardı da şimdi şu mezbaha üzerine yatırdığımız âfitâb-zâde Patariç kayınpederim Fardiç’i kendi mabedinin mezbahası üzerine yatırıp mabuda takdim için keserdi.”
Aralda’nın bu sözüne Rikalda hiç katılmadıysa da zaten o zamana kadar kendi kendisine şişip durması bu zorlu kahramanda bir kızgınlık hâli bulunduğunu gösterdiği gibi zevcesinin sözlerini onaylarcasına birkaç defa baş sallaması da Aralda’nın itirazındaki önemi gösterdi. Maradangal’ın zekâsı imdada yetişmeseydi ihtimal ki şu kurban meselesinde baba ile oğul arasında müthiş bir kavga çıkardı. Zira sair bir kabilede bir reis oğlunun ele geçirmiş olduğu esiri babası kurban etmeye kalkışarak oğul ise buna itirazla:
“Ben aldığım esiri işte azat ediyorum. Sen muktedirsen, git tekrar tut da kurban et.” diye esiri salıvermiş ve bundan dolayı bütün kabile tarafından alkışlanmış olduğundan ve Rikalda’da ise şan ve şöhret hırsı olması sebebiyle buna gıpta ettiğinden onun da böyle hissi bir rekabetle mezbaha üzerindeki esiri azada kalkışması muhtemeldi. Ama Maradangal, Aralda’ya hitaben:
“Hakkın var ey letafetli Aralda! Hakkın var, ama bugünkü başarın daha büyük şanı zevcin zorlu Rikalda’ya ait olduğunu düşünmüyorsun. Herkes bir âfitâb-zâdeyi kurban etmiş diye Fardiç’e gıpta edecekler, ama bu şerefli kurbanı oğlu Rikalda ele geçirmiş de babasına hediye etmiş denildiği zaman halk asıl Rikalda’nın başarısına hayran olup kalacaktır. Dünyada hiçbir oğul görülmemiştir ki pederine bu kadar büyük şan kazandırmış olsun.” deyince hem Rikalda’nın hem zevcesi Aralda’nın koltukları kabarıp kabile halkı da gerek babayı gerekse de oğlu alkışlayarak kurbanı kesmeye teşebbüs edilmiştir.
5
Moşamol ve Aralda’nın iş arasına söz katmalarından evvelce esirin kesilmesine ara verildiğini belirtmiştik. Ancak yeni okunmaya başlanan ilahinin ayrıntılarına girmemiştik.
Şimdi haber verelim ki bu ikinci nağme kısa kısa sekiz mısradan ibaretti. Yalnız mısraların heceleri uygun iseler de hiçbirinde kafiye olmadığı gibi, anlam ve kavram da pek yoktu. Bu hâl, kadim milletlerin çoğunun şiirlerinde vardır. En yeni ve tarihî geçmişi en mükemmel olarak mazbut milletlerin birisi bizim Osmanlı milleti olduğu hâlde millî ve umumi olan güftelerimiz arasında:
Evlerinin önü yoldur yolaktır.
Başımızda dönen çarkıfelektir.
Ele çirkin ise, bana melektir.
tarzında şeyler yok mudur? Bu güftede anlam ve kavram o kadar bol ve çok mudur? Böyle şeylerin manasızlığı asıl bunların bir başka lisana çevrilmesinde ortaya çıkar.
İnsafla düşünülürse Zak Maradangal’ın okuduğu ikinci kurban kesme ilahisi bu kadar da anlamsız görülmemiştir. Zira sekiz mısranın ikişeri birleştirilerek ve manaca biraz da ıslahat icra olunarak şu:
Kabul et bizden ey mabut bu kurbanı, bu kurbanı
Bütün kurbanlar içre hiç bulunmaz bunun akranı
Seni tebcil için kurban ederiz binlerce insanı
Fakat onlar içinde hiç bulunmaz bunun akranı
Suretle bir manzume ortaya çıkarılabilmiştir ki Maradangal her nağmesini ikişer dörder tempo uzatmak suretiyle bu ilahiyi aheste aheste okuyarak her mısra bittikçe vahşiler güftesiz, yalnız terennümden ibaret ve yörük usulü bir ara nağmesiyle dans ediyorlardı.
Dünyanın hangi tarafında olursa olsun yani gerek medenileşenlere göre ve gerekse de vahşiler nezdinde olsun insan için can pek tatlı olduğuna şüphe edilemezse de candan daha tatlı ve daha kıymetli olduğuna gerek vahşi gerek medeni hiçbir kimsenin şüphesi olmayan bir şey de namus meselesidir. Namus hususunda vahşilerin medenilerden aşağı kalması şöyle dursun, onlara kat kat üstünlükleri bile bihakkın iddia olunabilir. Şu meseleyi serdetmekten maksadımız elleri ayakları bağlı olarak mezbaha üzerine getirilmiş bulunan esir, eğer can korkusuna yakalanmış bulunsaydı, hayatın lezzet ve kıymetinden dolayı mazur görüleceği malumumuzdur. Böyle iken bilakis esirin canının kaydında bulunmadığını ve bunu da bir namus meselesi saymasıdır.
Vahşilerin bu yolda kurban ettikleri adamlara husumet veya hakaretlerini asla hayal ve hatıra bile getirmemelidir. Bilakis kurbanlarına fazlasıyla hürmet ve saygı gösterirler. Zira itikatlarınca bu kurban, kanı vücudundan ayrılıp çıkmak suretiyle bütün kusur ve kabahatlerinden temizlenmektedir. Pak ve günahsız bir şekilde mabudun huzuruna varacak ve ona kavuşup orada kendisini bu şerefe mazhar eylemiş olanları mabudun lütfuna, inayetine tavsiye edecektir.
Bunu kurbanın kendisi de bildiğinden mezbahaya getirildiği zaman hayatının endişesinde olmayarak nail olmakta bulunduğu ve bu hiçbir dünya şerefiyle kıyaslanamayacak şereften dolayı gururlu ve mağrur olması lazımdır. Böyle olmakla birlikte belki kesme anında gafletine yenilip kendi can korkusuna düşüp kaçabilir endişesiyle kurban edilecek kişileri bağlamak âdet olmuştur.
Esiri kurban etmeye sıra geldiğinde Zak Maradangal din ulularına mahsus olan ciddi tavrıyla kurbana doğru biraz eğilerek:
“Ey bahtiyar! Ya bir beladan ya bir ihtiraslı hayvan pençesine yakalanmaktan veyahut çaresi olmayan bir hastalıktan vefat edeceğine seni bunca günahlara sokmuş bulunan murdar kanın akıtılarak tertemiz mabuda ulaşıyorsun. Bu bahtiyarlığın ne büyük bir bahtiyarlık olduğunu takdir ediyorsun ya? Şu büyük ve çok önemli olan anda dünya sevgisi seni şaşırtmıyor ya? Mabudun huzuruna vardığın zaman onun hışmını üzerimizden defedip lütfuna kavuşman için sana düşen vazifeyi yerine getirmede kusur etmeyeceksin ya?
Maradangal’ın bu sorularına esir daima birer baş işaretiyle onay cevabı veriyordu. Gerçi şu önemli anda biçarenin asla can kaydında olmadığını iddiaya imkân tasavvur olunamazsa da, gücü yetebildiği derecelerde metanetli davranarak güya hiç can kaydında bulunmuyormuş gibi davranmaya nefsini zorluyordu. Evvelce de dediğimiz gibi kurban olunacak esirin böyle rahat davranması mertlik ve kahramanlık şanından addolunur ki, bu garip inanç bir dereceye kadar bizim medeni milletlerde bile mevcut değil midir? Hem böyle büyük bir günah olan bu hareketin sonucunda akan kan büyük mabuda kavuşacak değildir. İşlemiş bulunduğu cinayetten dolayı canını cehenneme ısmarlayacak olan mahkûmun bile idam anında hayat kaydında bulunmamak suretiyle gösterdiği metanet herkes tarafından övmeye mazhar olmaz mı? Maradangal esire sorduğu sorulara esir tarafından büyük bir metanetle uygun cevaplar alınca memnun olarak dedi ki:
“Aferin! Adi kurbanlardan bile daima almakta bulunduğum şu uygun cevapları, senin gibi âfitâb-zâde ve muteber bir kurban tarafından fazlasıyla bekliyordum. Bu arzum boşuna çıkmadı. Emin ol ki Fardiçar kabilesi seni asla hatırdan çıkarmayacaktır. İntikam yollu kafasının derisi yüzülen rezil esirler gibi başın mağara kapısına asılmayıp, burada en yüksek ağaca mıhlanarak her ne zaman buraya gelirsek cümlemiz senin önünde eğilip selamlayacağızdır. Haydi bakalım, hazır ol! Son saniye girdiğinden, mabuda gönülden teslimiyet göster!”
Maradangal bu sözü söyler söylemez elindeki kocaman bıçağa davrandığı andaydı ki nehir tarafından bir gürültü, patırtı, nara, ava-ze, silah şakırtısı peyda oldu. Hemen kesilmek üzere bulunan kurban merasimi bir daha ertelenmeye sebep oldu. Hem de bu defaki erteleme gayet heyecanlı ve telaşlı oldu. Zira bu velveleyi meydana çıkaranların Patariçarlar olduğu velvelenin geldiği tarafa bakmakla anlaşılmış oldu. Özellikle ki gelen Patariçarlar dostluk tavrıyla gelmeyip, reislerini kurtarmak için hücum tavrıyla geliyorlardı.
Fardiç kabilesi bu baskını görünce kurbanı hemen erteleyerek herkes hemen silaha sarıldı. Gelenlerin kendi reislerini kurtarmak için nasıl fedakârca savaşacaklarını fazla tasvire gerek yoktur. Fardiç kabilesi ise eğer esiri ellerinden aldıracak olsalar bütün diğer kabileler nezdinde rezil ve namsız olacaklarını bildikleri için bu rezalete düşmemeye çalışıyorlardı.
Uzaktan ok oka çatışmaya başlandı ve sapan taşları iki taraftan da bela yağmuru gibi yağdırılıyordu. Biraz daha yakından ciritler, harbeler ve el ile taşlar atılmaya başlandı. Nihayet balta baltaya, bıçak bıçağa, kazık kazığa, topuz topuza, yumruk yumruğa, boğaz boğaza gelindi. Gerçi iki taraf savaşçılarının miktarları az idiyse de muharebenin dehşeti bizim bu taraflarda görülen muharebelerin büyüklerinden bile emsali tasavvur olunamayacak bir suret peyda etti.
Çarpışanlar top tüfek tanelerine hedef olmuyorlar ki isabetleri ardından helak oluversinler. Her vahşi birkaç defa yaralanmakla beraber kendisi gibi düşmandan bir kaçını yaralamaya kuvvet bulabilirdi. Helak olanların her biri canlarını gayet pahalı satıyordu. Pençe denilen şeyin silah sayıldığı bir savaşta düşmanının gırtlağına sarılıp koparmak, çıkarmak derecesinde bir şiddet gösterilir de o savaşın dehşeti medenilerinki ile kıyas mı kabul eder?
Bir buçuk saat kadar devam eden bu savaşta iki taraftan sekiz on kişi katledildi. Onun iki üç misli yaralı olduğu hâlde Patariçarlar galebeden ümidi keserek nehre doğru firar ettiler. Fardiçarlar da bunların arkasından takibe başladılar. Düşman nehir kıyısındaki kayıklarına binip açılıncaya kadar arkalarından ok ve sapan taşı yağdırmakta devam ettiler.
Kabilenin cengâverleri savaştıkları sırada karılar düşman tarafından atılan ok ve harbeleri toplayıp muhariplere yetiştirmekte ve sapanlar için en uygun gelecek taşları bulup getirmekteydiler. Düşmanın kaçışı esnasında erkekler takibe gittikleri zaman da kadınlar esiri koruma hizmetinde bulundular. Nihayet erkekler galebe şarkısı okuya okuya döndükleri zaman karılar düşman ölülerinin kafalarını kesip sırıklar ucuna takarak ve kol, bacaklarını da kesip ellerine alarak ve bunları okunan cenk şarkısının musikisine de uyarlayıp sallayarak istikballerine koştular.
Bu cenk şarkısı vahşilerin en muntazam ve en manidar şarkılarındandır ki üç kıtasının aynısına yakın tercümesi şu şekildedir:
Döktük kanları
Yaktık canları
Aldık şanları
Kahramanlarız
Pehlivanlarız
Vardır şanımız
Yok dengimiz
Çok destanımız
Kahramanlarız
Pehlivanlarız.
Cenktir zevkimiz
Onda şevkimiz
Yok üstümüz.
Kahramanlarız
Pehlivanlarız.
Bu şarkının her ilk üç mısraları bizim musiki usulünce düyek yani marş usulünde bestelenmiş olduklarından onlar okunurken vahşiler âdeta muntazam adımlarla yürürler. Nakarat makamında olan son iki mısra ise âdeta bizim aksak usulünde bestelenmiş bulunduklarından bu mısralar okundukları zaman da dans ederler.
Danslarında bizim zeybek oyunları gibi kâh bir diz ve kâh iki diz üzerine eğilmekten başka Garp oyunları gibi el çırpmak ve durumuna göre yere kadar eğilip doğrulmak dahi vardır.
Fakat marş adımlarıyla yürümeleri de bir tür dans suretindedir. Zira bu meşk esnasında silahlarını gizli bir düşmana karşı kullanıyormuşçasına sallayıp bedenleriyle de farklı savaş hareketlerinde bulunurlar.
Kurban merasimi bu defa da ertelenmekten kurtulduktan sonra Zak Maradangal savaştan önce eline almış bulunduğu bıçağı tekrar eline alarak kısa nağmelerle bir güfte okumaya başladı ki her mısrayı kurban ameliyatının bir cinsini icraya dairdi. Her mısrayı okudukça işaret ettiği ameliyatı da ona göre icra ediyordu. Hâlbuki Maradangal böyle her mısrayı okuyup ameliyatı icra ettikçe vahşîler “Uğurlu olsun ey fazıl!” kelimelerinden ibaret bulunan nakaratı tekrarla kıvıra kıvıra dans ediyorlardı. Maradangal’ın bu güftesi ise şu şekilde tercüme edilebilir:
Aldım bıçağı elime,
İsm-i mabudu dilime.
Yardım şöylece sadrını,
Açtım böylece bağrını,
Çıkardım bak ciğerini,
Anlayınız değerini.
Bakın bakın, buna bakın!
Bunu şu ağaca takın.
İşte kurbanın kalbi de
Mabudumuz kabul ede.
Kafayı kesip ayırdım,
İsm-i mabudu çağırdım.
İşte kat’ ettim kolları
Ağaca asın şunları.
Ayakları kestim dizden,
Mabut razı olsun bizden.
Atın vücudunu nehre,
Balıklar da alsın behre.
Resm-i kurban oldu tamam,
Mabûda bizden çok selam.
Evvelce de denildiği gibi bu güftenin her mısrayı okundukça işaret ettiği ameliyat Maradangal tarafından icra olunduğu gibi, kabile halkına düşen hizmetler de yerine getiriliyordu. Yani kurbanın ciğeri ve kalbi evvelce ağaçlara çakılmış olan ağaç çivilere asıldığı gibi, başı ve kolları ve dizlerinden kesilmiş olan iki ayakları da böyle ağaç çivilere saplanmıştı. Aztek itikatlarınca bir şeye yaramayacak olan naaşı nehre atılmak için cemaatçe davranılıp, şişe geçirilen kuzu gibi bir büyük sırığa geçirilmiş olan malum naaş da iki üç adam tarafından kaldırılmış ve cemaat da nehre doğru yönelmişti.
Bu kurbanın talihi gereği midir, nedir, naaş nehre götürülürken bir engel daha çıkmasın mı?
Bu defaki engel ise nehir tarafından bir Avrupalı sandalının bu tarafa doğru gelmesinden ibaretti. Avrupalıların kullandıkları sandallarla vahşilerin imal ettikleri kayıklar arasındaki fark ne kadar uzaktan olursa olsun derhâl takdir edilemez mi? Birkaç adamın kucaklayamayacağı kadar kalın bir ağaç kovuğunun içi oyularak vücuda getirilmiş olan hantal bir tekne ile Avrupalıların muntazam ve boyalı sandalları ilk bakışta ayırt edilebileceğinden başka vahşiler yelken kullanmayı da hiç beceremiyorlardı. Kürekleri bile birer tahta parçasından ibaret olduğu ve bunları başlıksız olarak yani suyu kepçe ile karıştırırcasına kullandıkları hâlde, gelen sandal ise bir Latin yelkenini epeyce şiddetli rüzgârlarla şişirmiş olduğu hâlde geliyordu.
Sandal içinde kimler bulunduğunu görmeye yelken engel oluyor idiyse de, kimler bulunduğunu görmeye ne gerek var! Besbelli ki Avrupalıların, hem oraya yaklaşan Avrupalıların yalnız böyle küçük sandal ile gelmiş olmaları ihtimalden uzaktı. Mutlaka bir büyük gemiyle gelmiş olacaklarını da göz önünde bulunduran Aztekler bu işin içinde beyaz adamlar tarafından yine bir hücuma, bir felakete uğramak tehlikesi bulunduğunu derhâl anladıklarından ellerindeki naaşı yere bıraktıkları gibi her biri ormanın bir tarafına çekildiler. Oradan vukuatı izlemeye başlayıp, kaldılar.
Gelen sandalsa rüzgârın öyle bir süratiyle kontrolden çıktı ve yarısına kadar nehrin sahiline saplanarak bir tarafına devrildi.
İntiha-yı Kitâb-ı Evvel[5 - Birinci Kitabın Sonu.]
İKİNCİ KİTAP
“Miss Johnsonser”
1
Yelkenli sandal yelken kuvvetiyle yarıya kadar düz sahil üzerine fırlayıp bir tarafına devrildiği zaman Missouri Nehri sahilindeki Az-tekler mabedini teşkil eden üç beş dönümlük açık ve temiz orman sahasında vahşilerden hiçbir kimse kalmamış ve ortalık tamamıyla tenhalaşmıştı. Her ağacın arkasına gizlenmiş bulunan vahşilerin yalnız burunları gözüküyordu. Ancak tüm diğer beden azalarını ağacın dalları ile siper ederek gizledikleri hâlde meydanda kalan burunlarının yukarı ucu hizasında birer tek parlak gözleri de pür dikkat sandala yönelmişti. Dolayısıyla sandal, etraftan kendine doğru çevrilen yüzlerce göze hedef olmuştu. Bu hâlde sandaldan karınca çıkacak olsa dahi Azteklerin dürbün gibi gören gözleri onu bile göreceklerdi.
Çıka çıka sandaldan gayet genç ve güzel bir kız çıkmasın mı?
Evet, bir kız! Sandalın içinde kızdan başka kimse yok! Hatta bu kızcağız o kadar perişan bir hâl ve tavırla çıkmıştı. O derecelerde hâlinden bezmişti etrafına bile bakamıyordu. Bundan da anlaşılıyordu ki kız buraya kendi isteğiyle değil; kazara gelmişti.
Kız, şöyle etrafına yüzeysel bir göz gezdirdikten sonra sandala dönüp onu tekrar nehre sürükleyip yüzdürmek için iki güzel elleriyle küpeştesine yapışarak ve nahif vücudunun ağırlığından da istifade için minimini ayaklarını kumlar üzerine basıp vücudunu nehirden tarafa çevirerek sandalı kımıldatmaya çalıştıysa da kendi güzel kollarındaki kuvvetin ve nahif vücudundaki ağırlığın yetersizliğinden sandal yerinden bile kımıldamamıştı.
Birkaç defa tekrar ettiği bu boş hareket biçare kızı ümitsizliğe düşürdü. Sandalı tekrar terk ederek yine etrafına bakınmaya başladı. Bu defa hem etrafına bakıyor hem de güya basacağı yerler ateş imişler de ayaklarını yakacaklarmış gibi bir korku ve endişeyle adımlar atıyordu. Atacağı adımları istikametle atabilmesi için buraları bilmesi gerekir. Oysa böyle bir durum söz konusu değildi. Bu kız, hangi tarafa üç beş adım atacak olsa, güya daha ilerisi daha korkunçmuş gibi bu defa da başka tarafa yöneliyordu.
Dikkat edilecek durumlardandır ki zaman gündüz olduğu hâlde kızcağız sanki bir karanlık gecedeymiş de bir adım ilerleyecek olursa kim bilir ne gibi korkunç şeylerle karşılaşacak. Dolaysıyla her adım attıkça kollarını ön veyahut yan taraflara doğru atarak tehlikeli bir şeyin bulunup bulunmadığını yokluyormuşçasına birtakım garip hareketler de gösteriyordu.
Öyle bir an oldu ki kızcağız yorgun ve perişan hâliyle korku ve endişeyle bulunduğu yerde âdeta buz kesilerek donakaldı. Eğer saçları düzgün bir şekilde taranıp büklüm büklüm bağlanmamış ve doğal hâllerine bırakılmış olsalardı, kızcağızın ürpermiş bulunduğu anda ihtimal ki başındaki saçlar kamış gibi dimdik dikileceklerdi.
Bu donmuş hâlde birkaç saniye kaldıktan sonra, avcıdan korkuyla ürküp kaçan bir ceylan gibi, kızcağız gerisin geriye ani bir hareketle koştu. Fakat nereye kadar kaçacak? İçinden çıktığı sandal nihayet otuz adım kadar bir mesafede bulunduğundan sandala kadar kaçtıysa da sandal kendisine bir sığınak değildir ki firarından istifade edebilsin.
Sandalı tekrar muayeneye başladı. Henüz su içinde bulunan kuyruk tarafına gidip vücudunun ağırlığını oraya verdi. Kuyruğun suya batmasıyla kumlar üzerindeki başın kalkabilip kalkamayacağını yokladı.
Heyhat! O nazik vücudun ağırlığından ne olur ki sandalın kuyruğu batıp da başı kumdan kurtulabilsin?
Bundan da ümidini kestikten sonra sandalın baş tarafından oturmuş bulunduğu kumları güzel elleriyle eşelemeye başladı. Sanki aklınca kumu defedip yerine su getirerek oluşturacağı minimini bir gölle sandalı yüzdürmede başarılı mı olacak? Heyhat! Elleri kazmalı kürekli üç dört kuvvetli adamın birkaç saatte yapamayacakları şeyi aciz kızcağız tırnaklarıyla mı yapabilecek?
Bundan da ümidi kırılınca genç kız ağlamaya başladı. Hem ağlıyor, hem de tekrar ormandan tarafa yürüyordu. Evvelce gelmiş bulunduğu noktaya kadar oldukça cüretle geldi. Ondan öteye yine cüret ve cesareti kendisini bırakarak, evvelki korku ve endişeyle ilerlemeye devam ediyordu.
Gele gele evvelce vahşilerin kurban edilen Patariç cesedini sırığa takılmış olduğu hâlde bırakmış bulundukları yere geldi. Bu naaşı görür görmez iki kollarını kaldırıp iki ellerinin beşer parmaklarını açarak ve gözleri yerlerinden fırlayarak kızcağızın tutulduğu korkuyu tarife gerçekten imkân kalmadı. Bu hâl o kadar müthiş bir zemin teşkil etti ki onu olsa olsa maharetli bir ressamın fırçası tasvir edebilir.
Genç kız bu korkunç naaştan ürküp kaçmak istiyor idiyse de nereye kaçacağını bilemediği gibi, böyle kafası, kolları, bacakları kesilmiş, göğsü yarılmış olan bir naaşın ne olabileceğine de akıl erdirmek merakını defedemediğinden kâh geri ve kâh ileri hareketlerle merakını gidermeye çalışıyordu. Bu gayret ve cesaretle naaşın yanına gereği gibi yaklaşarak naaşın henüz taze olduğunu fark edince, asıl o zaman korkmaya başladı. Yerden bir değnek alıp o cesedin şurasına burasına dokunmakla beraber, bunu bu hâle kimler koymuş olduğunu da keşfetmek için etrafa büyük bir dikkat ve özenle göz gezdiriyordu.
Naaşla beş dakika kadar meşgul olduktan sonra ne olduysa kendisine umulmadık bir cesaret geldi. Hem de gittikçe artan cesaretiyle etrafı keşif ve incelemeye koyuldu. Gele gele ta mezbahaya kadar geldi. Yarım saat evvel orada kesilmiş bulunan kurbanın kanları her ne kadar pıhtılaşmış idilerse de henüz kurumamış bulunduğundan, burada pek yakın bir zamanda insanın kesildiğini kızcağız hemen anladı.
Anlamaması nasıl mümkün olur ki! Gözü önünde bulunan kanlı mezbahanın ne hizmet için yapıldığını, yolu buralara düşen Avrupalıların tamamı bilecekleri gibi malum kurbanın yanında bir de büyük put bulunduğundan orasının bir vahşilerin mabedi olduğunu da anlamış oldu!
Hele kızcağız etrafındaki ağaçlara gözünü kaldırıp bakınca daha da dehşete düştü. Bazıları bembeyaz kemikten ve bazılarının etleri, derileri kuruyup yapışmış etlerden olmak üzere birçok insan uzvunu görünce ve hele yeni kesilmiş bulunan adamın taze ciğeriyle kalbi bir ağaçta sallanmakta olduğunu; başı, kolları ve ayakları diğer ağaçlarda mıhlı bulunduklarını görünce yavaş yavaş artan cüret ve cesareti birdenbire kendisini terk etmişti. Bütün bunlara şahit olan zavallı kızcağız, yine bir buz kesildi kaldı.
İşte sandaldan çıkıp gelen kızın buraya kadarki durumunu gayet kısa tasvir ettik. Peki, bunları kısaca tasvir ederken ağaçların arkalarında gizli bulunan vahşilerin tamamı ne yapıyordu? Evet, bunlar da bütün bu olup bitenleri izliyorlardı. Onlar izledikleri gibi hikâyenin yazarı olmak sebebiyle bunların hâl ve vaziyetleri de bize malum olduğundan okuyucularımıza haber verebiliriz ki işin başında vahşilerin de uğradıkları korku ve endişe kızdan aşağı değildi. Bunlar bu kızın oraya kadar tek başına gelmediğini ve bu sandalın büyük bir gemiye bağlı olduğuna emin oldukları için Maradangal ve Fardiç tarafından edilen işaret üzerine, birkaçı nehrin yukarı ve aşağı taraflarına doğru sahil boyunca giderek ve muhtemelen o taraflarda olacağı belli Avrupa gemisini keşfe gayret etmişlerdi. İşbu keşif hizmetine giden vahşiler dönünce, görebildikleri yerlere kadar Avrupa gemilerinden eser olmadığı haberini getirinceye değin vahşiler kendilerini kıza asla göstermediler. Kızcağızın o korku ve endişe içindeki korkunç hâlini uzaktan uzağa ağaçlar arkasından seyrediyorlardı. Hem bu seyirleri uzun süre de devam etti. Zira kızın sandaldan çıkıp mezbaha önüne gelmesine kadar bir çeyrek saat geçtiği gibi mezbaha önünde ve Huyi Çilopoştli heykelinin karşısında ve insan uzuvları asılı bulunan ağaçlar dibinde kâh korkuyla ve kâh cesurca inceleme ve gözlemlerle geçirdiği zaman da yarım saati bulmuştu.
O civarlarda Avrupalı gemisi bulunmadığına vahşiler kanaat getirince, birbirine verdikleri işaretler üzerine birer ikişer ortaya çıkmaya ve kendilerini kıza göstermeye başlayınca, gelen kız asıl maddi tehlikenin şimdi baş gösterdiğini daha iyi anlamış oldu. Güya bu tehlikeden kurtulabilecekmiş gibi firar için şu tarafa bu tarafa başvurmaya davrandıysa da, kendisi için en açık taraf demek olan nehir tarafından bile kadın erkek Azteklerin gelişini görünce her tarafı avcılar ve av köpekleri tarafından kuşatılan korkak tavşan gibi olduğu yerde korkusundan mıhlandı kaldı.
Vahşiler epeyce uzak bir mesafeden kızın etrafında bir halka oluşturdular. Birçoğu o zamana kadar hiç görmemiş ve bazıları nadiren ve o da uzaktan uzağa görmüş bulundukları şu beyaz tenli mahluku büyük bir hayretle izlemeye koyulmuşlardı. Bunların şu hayretleri o kadar kuvvetliydi ki, insan o an, bunların da kızdan korku ve endişeye kapıldıklarına inanası geliyordu.
Amerika’ya hicret etmiş bulunan Avrupalılar malum kıtanın yerli ahalisine “Poroj” (Peaux Rouge) yani “Kızılderililer” dedikleri gibi yerliler de Avrupalılara kendi lisanlarınca “beyaz derililer” diyorlardı. Keza Amerika’da bulunan Avrupalılar, Kızılderililer’in eline esir düşecek olurlarsa ya onlardan intikam alıp öldürürlerdi ya da mabutlarına kurban ederlerdi. Bunu bilen Avrupalılar bunlardan pek korktukları gibi vahşiler de beyaz derililerin ateşli silahlarını şimşek ve yıldırım zannederek bunlardan fazlasıyla korkarlardı. Dolayısıyla şu kızcağızın etrafında halka oluşturan vahşilerin hayret ve garipsemeleri içinde biraz da korku ve endişe bulunduğuna şüphe etmemelidir.
Vahşilerin beyaz deriliyi izlemek için durmaları beş on dakika devam ettikten sonra Fardiç’in karısı Kadagoz “Mabudumuz Kan İstemiş” güftesini okumaya başlamakla kadın erkek diğer birtakım kimseler de ona uyarak şarkılarını söylemeye devam etmişlerdi. Biçare kızcağız ise bu nağmenin ne demek olduğunu bilseydi asıl korktuğuna uğramış bulunduğuna hükmetmesi gerekirdi.
Bazı kere insanın içinde bulunduğu tehlikenin suret ve hakikatini bilememesi de büyük bir nimet sayılır. Vahşiler bu nağmeyi söylemeyle yavaş yavaş halkayı küçülterek kıza doğru yaklaşmakta bulunsunlar; biz daha ağaçların arkalarında gizli bulundukları zamandan beri Moşamol ile Rikalda arasında konuşulan bazı sözlerden de okuyucularımızı haberdar etmeliyiz ki gelen kız hakkında olayları yakında hikâye edeceğimiz muameleler için bu konuşmanın pek büyük önemi vardır.
Rikalda ile Moşamol birbirine yakın iki ağacın arkasında gizli iken beyaz kızın mezbahaya kadar yaklaşması üzerine Rikalda, Moşamol’un saklandığı ağacın arkasına varıp dedi ki:
“Şimdiye kadar beyaz derililerden hiçbirisini görmemiştim. Meğer bunlar ne güzel heriflermiş.”
Moşamol her zamanki tebessümüne yakın ve biraz da küçümseyici bir tebessümle dedi ki:
“Herif mi dedin? Bu beyaz deriliyi erkek mi zannettin? Öyleyse inandım ki şimdiye kadar hiç beyaz derili gördüğün yoktur.”
“Vay! Bu beyaz derili dişi midir?”
“Öyle ya! Onların erkeklerinin çeneleriyle dudakları üzerinde kıl biter. Ama bizde olduğu gibi tek tük değil! Âdeta bizim başımızdaki saç nasıl sıksa onların çene ve dudak tüyleri de öyle sıktır.”
Ömründe ilk defa olmak üzere işittiği bu sözlere Rikalda fazlasıyla hayret etti. Dedi ki:
“Acayip! Şimdi bu beyaz derili bir karıdır ha?”
“Hatta karı da değil kızdır. Baksana ne kadar körpe bir şey! Kart olsa yüzünün derileri buruşurdu.”
“Hakikaten, Moşamol! Sen onların yanında esaretle çok vakit kalmışsın. Onların erkeklerini, dişilerini, kartlarını, gençlerini herkesten iyi anlayabilirsin. Zannıma kalırsa bu kız, beyaz derililerin yalnız dişilerinden ve gençlerinden değil; güzellerinden de daha güzel olmalıdır. Çünkü gözüme pek orantılı, pek hoş görünüyor.”
“Hakkın var zorlu Rikalda! Bu kız beyaz derililerin bile en güzel kızlarından daha güzeldir.”
Evet! Rikalda’nın da Moşamol’un da hakkı vardı. Gelen kız Avrupalıların da en güzide güzellerinden daha güzeldi. Hatta esmer güzeli olsa, saçları gözleri kara bulunsa belki de Rikalda gibi bir vahşinin o derecelerde şaşkın gözlerine çarpmayabilirdi. Zira siyah tüy, kara göz bunlarda genellikle vardır. Gelen kızdaysa ten kâğıt gibi beyaz, saçlar sırma gibi sarı, gözler firuze gibi mavi ki bu sıfatları taşıyan kızlar genellikle Almanya’da ve daha çoğu da İngiltere’de bulunurlar.
İşte Rikalda, Moşamol ile bu sözleri konuştuktan sonra vahşiler ortaya çıkıp da kızın etrafında çepeçevre bir halka oluşturunca ve yavaş yavaş da yaklaşmaya başlayınca, o esnada Rikalda gelen kız üzerine dikkatli gözlerini bir kat daha açarak ve her hâline, her şanına dikkat ede ede ilerlemeye devam ediyordu…
2
Vahşiler halkası gelen kıza doğru yaklaştıkça Kadagoz’un işaretiyle: “Mabudumuz Kan İstemiş” nağmesine başladıklarını haber vermiştik. Bu nağme gelen kızın da Mabut Huyi Çilopoştli adına kurban edilmesi için bir başlangıç olduğunu Rikalda’nın anlamasıyla ve o halkada da Moşamol kendi yanında bulunmasıyla gayet kızgın bir tavırla Moşamol’a dedi ki:
“Vay! Şimdi bunlar beyaz derili kızı da mı kurban edecekler?”
Moşamol, Rikalda’nın hâl ve şanından bu kızı kurban etmek niyetine itiraz ettiğini anladı. Böyle zorlu bir vahşinin itirazı yalnız lafta olmayıp eyleme kadar varacağını pekâlâ takdir eden Moşamol ciddi bir tavırla Rikalda’ya dedi ki:
“Anlıyorum, anlıyorum! Kızı kurban ettirmemek istiyorsun. Hakkın da var. Ben de o fikirdeyim. Fakat koca bir kabileye karşı kolay kolay muhalefet edilemez. İşin içinde bir de Maradangal vardır ki herifin bir kuzguni karga sesinden semavi emirler almakta bulunduğuna bu kabile halkı inandıkça yalnız onun kuvveti hepimizin kuvvetine eşit olabilir.”
Zorlu Rikalda’nın gözlerinden gazap naraları saçılmaya başladı. Dedi ki:
“Maradangal’ın şarlatanlıklarına, safsatalarına bütün kabile halkı inanır ama ben o ağızlara gelir miyim? Sen o yalanlara inanır mısın?”
“İşin sencesine bencesine bakmamalıdır. Geneline bakmalıdır. Hem halkın bu sadeliğini, bu saflığını düşünerek kızı kurban olmaktan kurtarmak hususundaki maksada karşıt ve engel zannetmemelisin. Asıl hüner böyle işlerde halkın batın, manevi inançlarından yararlanmaktadır. Sen acele etme. İşi bana bırak.”
Tam halka kıza kadar yaklaşmış ve kızcağız hayatından ümidi kesilerek gözleri kararmakta bulunmuş olduğu bir zamandaydı ki Moşamol kabile halkına hitaben:
“Ey cemaat! Ben bu beyaz derili kızın lisanını biliyorum. Müsaade eder misiniz ki kendisiyle konuşayım da buraya nereden geldiğini ve bindiği gemiyi ve arkadaşlarını nerede bıraktığını anlayalım?”
Moşamol’un bu sözü üzerine herkes birbirine bakarak kısa ve kesik sözlerle fikir alışverişinde bulundular. Dolayısıyla cemaat içinde bir fısıltı, bir bakışma oluşmuştu. Aralda bu mahlukun bir kız olmasına hayretlerini beyan etmişti. Kadagoz, onun bir kadın olduğunu anlayınca, renginin pek güzel olmadığını ifade etti. Gelini Aralda ise aksine beyaz derili kızın kendisine pek hoş göründüğünü söylemişti. Vahşilerden birtakımı bu kızın bir boyayla boyanmış olmasına ihtimal vermişti. Diğer birtakımı da kaş ve gözlerde bu renklerin bulanabilmesinin pek doğal olamayacağından boya meselesine kanaat getirmişlerdi. Bir aralık Kadagoz’un beyaz derili kızı kötülemesine cevaben kocası Fardiç’in:
“Ama artık uzun ediyorsun ya! Gökyüzünden inmiş bir melek gibi güzel olan şu mahluka çirkin demek, çirkinliği güneş ve aya isnat etmek kadar boş bir çabadır.” deyince Kadagoz olanca düşmanlığıyla onu kıskanıp âdeta o beyaz derili kızı dişleriyle çiğ çiğ yiyecek olsa bile tatmin olamayacak bir dereceye gelmişti. Diğer taraftan Rikalda da bu kız hakkındaki hayretini gizleyemeyerek:
“Hakikaten yüzü yusyuvarlak ve âdeta ay gibidir.” deyiverince zevcesi Aralda evvelce beyaz derili kızı hoş görmekteyken kocasının takdiri üzerine o da kayınvalidesi gibi kıskanmış idiyse de hasedini ortaya koyamayıp yalnız içinden:
“Vay! Kocam Rikalda beyaz derili kızı beğendi ha!” diye âdeta yüreğinin sızladığını hissetmişti.
Bir yanda vahşîler şu meşguliyette bulunadursunlar, diğer yanda Moşamol, Zak Maradangal’dan almış bulunduğu müsaade üzerine beyaz derili kızla konuşmaya başlamıştı.
Maradangal’ın nasıl olup da bu müsaadeyi Moşamol’dan esirgememiş bulunduğuna şaşmamalıdır. Moşamol o müsaadeyi isterken Maradangal’ın suratına öyle bir manidar tavırla bakmış ve öyle bir şekilde tebessüm etmişti ki zeki zak, Moşamol’un bu teşebbüste pek mühim bir maksadı olduğunu takdir etmek mecburiyetinde kalmıştı. Zira muhalefet edecek olursa zaten zaklar din ve mezhebine itikadı bulunmayan o şeytan Moşamol’un mutlaka bir şerrine uğrayacağına hükmederek cemaatten istediği müsaadeyi vekâleten ona vermişti. Daha doğrusu buna mecbur olmuştu.
Maradangal gibi koca bir vahşi cemaati birtakım batıl şeylere inandırarak kendi hükmü altında bulunduran herifler pek akılsız ve ahmak olamazlar. Bu başarılarılarını kendilerine temin eden şey yalnız şeytanlıklarıdır ki cahil oldukları hâlde bile o şeytanlıklarla pek ince şeylere akıl erdirebilirler. Maradangal ise bu tarz kâhinlerin en şeytanlarından birisiydi. Moşamol’un istediği müsaadeyi esirgemedikten başka kabile halkı arasında peyda olan fısıltı ve bakışmalar Moşamol’a verilen müsaade müddetini arttırmakta bulunduğundan bunu daha da ileri vardırarak beyaz derililer hakkında cemaatin açmış olduğu sohbetlere kendisi de katılarak dedi ki:
“Durunuz çocuklar! Bu meseleyi size ben halledeyim. Her mabut kendisine yine kendi beğendiği renklerde mahluklar yaratmıştır. En eski, en faziletli zaklardan nakil yoluyla bize varmış bulunan rivayetlerdendir ki dünyanın bir tarafında bir de simsiyah mabut bulunmakta ve kendi mahluklarını da kendisi gibi simsiyah yaratmaktaymış. Bunu öğrenince pek kolay anlayabilmiş olursunuz ki şu beyaz derililerin mabutları da beyazdır. Onun için kendi mahlukatını beyaz yaratmıştır. Bundan dolayı bu kızın rengini bir boya eseridir zannetmeyiniz. İnanınız ki bu doğal bir renktir. Ama güzel veyahut çirkin olması konusuna gelince ben inkâr edemem ki bana âdeta çirkin görünüyor. Bizim ormanların ziyneti, güzelliği olan kırmızı rengimize nispetle onun şu kirli renginde sanki ne letafet vardır ki? Hem yine zaklardan birisinden işitmiştim ki bunların böyle sımsıkı elbiseler giymeleri vücutları pek kusurlu olduğundandır. Onlar vücutlarını kimseye göstermezlermiş. Vücutlarını görmekten utanırlarmış. Öyle ya! Vücutları bizim gibi kusursuz ve güzel olsa bakmaktan dolayı neden utansınlar ki?”
İşte kabile halkı beyaz derili kız hakkında şu yorumlara girişmişlerdi. Maradangal’ın sözleri ise bu sohbeti bir kat daha uzatmaya yardım ettiği esnada Moşamol diğer cihette beyaz derili kız ile söze girişmişti. Moşamol’un epeyce söyleyebildiği Avrupa lisanı ise Fransızcaydı. Hâlbuki bu gelen kız İngiliz olduğundan onun da söyleyebildiği Fransızca kelimeler Moşamol’un Fransızcasından pek de güzel değildi.
Tarih kitaplarına henüz geçmediği hâlde Missouri Nehri’nin Mississippi Nehri’ne karıştığı yerlere en önce Fransızlar gitmişler. Saint Loui şehri de ilk önce bunlar tarafından tesise başlanmıştır. Dolayısıyla Iowa ülkesi taraflarının ilk galipleri Fransızlar olduğundan, Moşamol da daha önceden bunların eline esir düşmüştür. Yanlarında geçirdiği birkaç sene zarfında Fransızcayı da epeyce konuşmaya başlamıştı. İngilizler ise Fransızlardan sonra buralara gitmişler. İlk teşkil ettikleri kasaba Saint Loui’nin elli saat kadar batı cihetinde bulunmaktadır. Burası, sonradan Amerika Birleşik Devletleri, İngilizlerle âdeta birleştiği dönemlerde, bu devletin kurulmasında en büyük hizmeti dolayısıyla onların en büyük reislerinden Jefferson namına anılan kasabalardandır. İşte sandaldan çıkıp şu vahşiler içine düşen güzel kız da bu suretle Jefferson taraflarına giden İngilizlerdendi. Sadece Fransız göçmenleriyle olan ilişkilerinden dolayı o da biraz Fransızca öğrenmiştir.
Moşamol ilk önce kızın ölüm derecesindeki korkusunu bir an önce izaleye yardım etmek için söze temin ve tatmin vadisinden girişerek demişti ki:
“Korkmayınız matmazel! Düştüğünüz tehlike böyle korkunuzdan helak olacak derecelerde büyük değildir.”
Zavallı kızcağız bir vahşiden böyle ümit verici sözler duyunca bu sözlerin sanki babasından ya da kardeşinden duyuyormuş gibi bir sevinç ve hayretle karşılamıştı. Sevincinden az kalmıştı ki Moşamol’un boynuna sarılarak yüzünden gözünden şapır şapır öpsün. Moşamol ise kızın bu derecelere varan memnuniyetini, kendi geleceği ve planları için tehlikeli bulduğundan kızı bu aşırı sevincinden men ile de dedi ki:
“Aman matmazel! Aramızdaki dostluğu arkadaşlarıma göstermemeliyiz. Biraz metanetli olunuz. Söyleyiniz bana nereden geliyorsunuz?”
Kızcağız kendini toplayıp dedi ki:
“Kansas kasabasından.”
Moşamol bu Kansas kasabası nerede olduğunu bilmediğinden bunu da kızdan sordu. Kız dedi ki:
“Buraya üç yüz yetmiş mil kadar güneydoğu tarafında İngilizlerin yeni tesis ettikleri bir kasabadır.”
“Oradan buraya kadar nasıl geldiniz?”
“Gemi ile. Hatta biz buradan daha yukarıya bile çıkmıştık. Yukarıda sol taraftan Missouri Nehri’ne karışan ve haritalar üzerinde New Brara diye tayin olunan nehre kadar varmıştık. Sahilden giderken koca bir dağ âdeta uçup gemimizi su ile toprak arasına defnetti. Meğer nehrin cereyanı oya oya koca dağın altını boşaltmış. Gemide bulunanlar kendilerini nehre attılar. Ne kadarı boğuldu ne kadarı kurtuldu bilemem. Ben kim bilir ne şekilde olmuşsa kendimi bir toprak yığıntısı üzerinde buldum. Şu sandal da yanı başımda su içinde olduğundan bir hâl ile hemen sıçrayıp atlayarak içine girdim.
İki gündür nehrin akıntılarıyla akıp geliyorum. Elbisemin ıslanan yerlerini kurutup mümkün mertebe tanzim ettim. Karnım acıktıkça sahile yanaşıp patates, kestane gibi bulabildiğim şeylerle karnımı doyuruyordum. Bu sahile de yine acıktığım için yanaşmıştım.”
Moşamol kızı seyrettikçe o letafet ve güzelliğine bir türlü gözleri doyamıyordu. Kız, bu Fransızcayı nerede öğrendiğini ve bu insani niteliklere hangi terbiye sonucu sahip olduğunu sorması üzerine Moşamol dedi ki:
“Burada benim ismime Moşamol derler. Bundan altı sene önce Topeka taraflarında Avrupalılar ile savaşarak yenildik. Kabilemiz Kansas Nehri’ni geçerek Missouri kenarlarına sığındı. Orada beyazlara bir daha yenildik. O zaman ben esir düştüm. Kabilemiz Missouri Nehri’ni de geçip buralara doğru göçtü. Beni esir alanlar ta Saint Loui’ye kadar götürdüler. Orada Juan Mason namında bir malikâne sahibine beni sattılar.”
Kızcağız bu Juan Mason namını işitince tavrında oluşan büyük bir sevinçle dedi ki:
“Juan Mason mu? Hani ya şu Mississippi Nehri kenarında bir ülke kadar malikânesi olan Fransız değil mi?”
“Evet! Siz o aileyi tanır mısınız?”
“Tanımak ne demek? Hâlâ pederim Johnsonser onun ortaklarındandır.”
“Öyleyse bu hâl aramızdaki dostluğu bir kat daha teyit edecektir. Çünkü ben o aile nezdinde inayetten, iyiliklerden başka bir şey görmedim. Diğer esirler arasında türlü türlü işkencelere uğrayanlar pek çok idiyse de bunlar bana daima iyilikle, merhametle muamele etmişlerdir. Nihayet dört sene kendilerine hizmet ettikten sonra bir gün Mösyö Juan bana: ‘Adrianne, ettiğin hizmetten memnunum. Nasıl bir mükâfat istersen söyle. Esirgemem. Hatta memleketine dönmek istersen ona bile izin veririm.’ demişti.”
“Adrianne mi? Vay Adrianne sen misin? Orada hâlâ senin ismin yâd olunmadığı gün yoktur.”
“Evet matmazel! Adrianne benim. Vaftiz edilerek Hristiyanlığı kabul ettiğim zaman böyle isimlendirilmiştim. Fakat ne kadar olsa zevcemle kız kardeşlerimi merak ettiğimden dönüşü Saint Loui’de ikamete tercih ettim. Kalktım bin bela, bin zorlukla buraya kadar geldimse de, keşke gelmeseydim. Meğer diğer bir savaşta eşimi, çocuklarımı, iki kız kardeşimi esir almışlar. Şu dünyada yapayalnız kalmışım. Bu kahır ve ümitsizlikle bir daha evlenmeye heveslenmeyerek o zamandan beri tek başıma yaşıyorum. Şu ümitsizlik hâlimle sizinle bu şekilde karşılaşmam benim için büyük tesellidir.”
“Ya size tesadüf benim için az teselli midir?”
“Korkmayınız matmazel! Sabrediniz akıllıca davranırsak buradan kurtulacağımızı ümit edebiliriz. Siz her tedbiri bana bırakınız. Size nasıl bir işaret verirsem o şekilde hareket ediniz.”
Gelen beyaz kız ile Moşamol arasındaki söz bu dereceyi bulduğu zaman diğer tarafta Maradangal da dâhil olduğu hâlde vahşilerin beyaz kıza dair açmış oldukları mesele de sona ermişti. Bu beyaz derili kızın mabuda kurban edilmesi meselesi ilk önce Fardiç’in karısı Kadagoz’un hatırına gelerek: “Mabûdumuz Kan İstiyor” nağmesiyle bunu cemaate de ihtar etmiş bulunduğu gibi kocasının da bu kızı güzel bulması üzerine kıskançlığı daha da artmış olan o vahşi karı, şu konudaki azmine bir kat daha kuvvet vererek:
“Ey Moşamol! Beyaz derili ile lafı daha uzatacak mısın? Akşam oluyor. Huyi Çilopoştli’ye şu kendi ayağıyla gelen beyaz kurbanı da takdim edelim ki, mağaralarımız uzaktır, akşamdan önce yerimize dönebilelim!” diye bağırdığından cemaat arasında diğer birkaç kişi de kadının sözünü onaylamışlardı.”
Kadagoz’un bu sözlerini Moşamol işitince beyaz derili kıza orada durup hiçbir şeyden korkmamasını tembih ile kendisi kabile halkının yanına geldi.
3
Moşamol geldiği zaman Rikalda’yı validesiyle bir tartışmaya başlamış buldu. Beyaz derili kızın kurban edilmesini teklif eden Kadagoz’un teklifini ret ile Rikalda diyordu ki:
“Beyaz derili kızı kurban edeceksin ha? Bugün kestiğimiz koca bir âfitâb-zâdenin daha kanı kurumadı. Ciğeri solmadı.”
Rikalda’nın karısı Aralda da güzel kızı kıskanmakta kayınvalidesinden aşağı olmadığından onu destekliyordu ve diyordu ki:
“Evet! Evet! Bu kurban Huyi Çilopoştli’nin kendi getirdiği kurbandır. Onu kurban etmeyecek olursak mabudun gerçekten hışmına uğramış oluruz.”
Kabile halkından diğer birçokları da Kadagoz ve Aralda’nın tekliflerini doğrulamaya başlamasınlar mı?
Fardiç ile Maradangal hiç seslerini çıkarmıyorlardı. Özellikle Maradangal, Moşamol gelip de ne fikir beyan edeceğini görmedikten sonra ses çıkarmamaya bir de mecburiyet hissediyordu. Artık anlaşıldı ya? Avrupalılar nezdinde dört beş sene esir kalarak Hristiyanlık terbiyesiyle büyüyen ve şu putperestliğin batıl inançlarını bütünüyle kendisinden uzaklaştırmış bulunan Maradangal, Moşamol’un şeytanlık ve şerrinden korkuyordu. Bir aralık Kadagoz:
“Rikalda! Rikalda! Sen bu işte külliyen hatada bulunuyorsun. Mabudumuz bize bugün hem ikinci bir zafer daha bahşetti, hem de o muzafferiyete şükür olarak takdim etmemiz gereken kurbanı da kendisi gönderip âdeta önümüze hazırladı. Bu hakikati anlayamamak olamaz. Eğer kurbanı esirgeyecek olursak inan ki bundan sonra bizim için hiçbir düşman üzerine galibiyet ümidi yoktur.” diye Rikalda’ya ettiği öğüt ve baskıyla o zorlu vahşiyi büsbütün çileden çıkarmıştı. Maradangal da ne yapacağını şaşırmış kalmışken Moşamol büyük bir telaşla dedi ki:
“Susunuz! Susunuz! İşte mabut kendi emelinin neden ibaret bulunduğunu ihbar ediyor.”
Moşamol’un bu sözü üzerine herkes mabudun haberi hangi taraftan geldiğini görmek, anlamak için etrafına bakınmaya başlamıştı. Moşamol diyordu ki:
“Canım görmüyor musunuz? İşitmiyor musunuz? Aman ses çıkarmayınız? Ürkütmeyiniz.”
Cemaat hâlâ Moşamol’un ne demek istediğini anlayamayarak ve fakat hiçbirisi de ses çıkarmak şöyle dursun sıkıca nefes bile almaya cesaret edemeyerek acayip ve garip tavırlar ve kahkahaya şayan kaş göz işaretleriyle Moşamol’dan açıklama isteyince ve Moşamol da:
“Saksağanı! Saksağanı!” diye Huyi Çilopoştli heykelinin üst tarafındaki ağaca mutlaka kan kokusuyla gelip konmuş bulunan bir saksağanı gösterince, Zak Maradangal, Moşamol’un böyle davranarak kızı kurtarmak amacında olduğunu derhâl anlamıştı. Zaten Maradangal’ın kendi oyu da bu kızı öldürmemek tarafındaydı. Zira hatırlıyordu ki, sekiz on sene önce yine Azteklerden bir kabile Avrupalılardan birkaç esir alarak sonra pek külliyetli mal ve eşya karşılığında bu esirleri yine Avrupalılara satmışlardır. Şöyle bir değişim bu kız yüzünden kendilerine de nasip olacağını düşündüğünden kızın korunmasını gerekli görüyordu. Ancak kabile halkının çoğunluğunun tersine hareket de mümkün olamayacağından o da neticeyi bekliyordu. Ama Moşamol’dan zikredilen saksağan işaretini alıp da onun da kızı kurtarmak tarafını tercih ettiğini anlayınca vahşilere:
“Aman durunuz! Ses çıkarmayınız! Dinleyiniz! Beni de bekleyiniz.” tembihleriyle kendisi saksağan tarafına doğru birkaç adım attı. Saksağan ürkerek konduğu daldan uçtuysa da yiyecek ümidi ile uzağa gidemeyip biraz daha ötedeki ağaca kondu. Orada da ötmeye devam ediyordu.
Maradangal saksağanı epeyce dinledikten sonra cemaate dönerek dedi ki:
“Ey cemaat! Boşuna, hiçbirinizin dediği olmayacak. İşte mabudumuz asıl kendi amacını saksağan vasıtasıyla bize açıkladı. Diyor ki, ‘O beyaz derililer benim cinsimden değildirler. İnsana benzemezler. Kusurludurlar. Bahusus ki bu beyaz derili bir karıdır. Karı olduktan sonra Kızılderili bile olsa kurban olamaz.’ ”
Maradangal’ın bu sözü bir anda tartışmaya son verdi. Bütün kabile halkı saksağan vasıtasıyla mabudun gönderdiği emre itaat edilmesi gerektiğine hükmettiler. Hele Rikalda bu hâlden fazlasıyla memnun olarak ve bu işin de asıl Moşamol yardımıyla meydana geldiğini anlayarak onun yanına sokulup özel bir şekilde teşekkür etti.
Bu kızın kurban edilmeye salahiyeti olmadığı anlaşıldıktan sonra kendisini ne yapmak gerekeceğine dair Kadagoz, Fardiç, Aralda, Rikalda, Moşamol ve Maradangal arasında bir söz daha açıldı. Kabilenin muteberlerinden birkaçının daha katılmasıyla söz epeyce uzadı gittiyse de bir neticeye varılamadı. Zira Rikalda bu kızı bir kere “Himaye edeceğim.” demiş olduğundan, onun himaye hakkını inkâra bir sebep ve imkân olamadığı gibi bu vahşiler arasında ihtiyarlık, sakatlık veyahut bayağı lüzumsuzluk sebebiyle bakımı beyhude olanların kafasına topuz darbesiyle öldürmek âdet idiyse de şu bulundukları mahalde şimdiki hâlde yeni yiyeceğe de pek ihtiyaç olmadığından bu idam âdetine uymaya da yol bulunamadı. Maradangal kızı sahiplerine iade ile bir hayli hediye alınmak tarafını tercih ettiğinde Rikalda kızgın bir bakışla hürmetli fazılı, bu görüşünde de pişman etti. Nihayet yine Moşamol’un bir sözü makul görüldü. Demişti ki:
“Canım beş altı yüz nüfusun geçinebildiği bir yerde böyle bir kızdan günde iki üç meyveyi esirgeyecek değiliz ya! Bu beyaz derili kızların sesleri güzeldir. Güzel dans ederler. Kendisine şarkı çağırttırırız, dans ettiririz, bir eğlencemiz olur vesselam…”
İşte, kaldı ki geçici olsun Moşamol’un bu sözü cemaat tarafından kabul olunarak mağaralara dönüş için yola düzülmeye başladılar. Biçare kız ise zaten oraya açlık niyetiyle uğramıştı. Bir iki saattir tutulduğu korku ve endişelerin de vermiş olduğu yorgunlukla âdeta takatten kesilmişti. Moşamol’dan bir miktar yiyecek istedi. Moşamol beraberlerinde bulunan kumanyadan kıza istediği kadar yedirip içirerek biraz kuvvetini toplamasına yardım ettikten sonra gayet aheste bir yürüyüş ile tüm cemaat yola düzüldü.
Yol esnasında Moşamol kız ile konuşma ve sohbete devam ediyordu. Pederinin ismi Johnsonser olduğu için kendisine de pederin adına nispetle Miss Johnsonser denildiğini ve asıl vaftiz ismi ise Mariya olduğunu anlatıyordu ki vahşiler kızın neler söylediğini Moşamol’dan sordukları zaman Moşamol kızdan aldığı haberleri bunlara aynıyla bildirecek olsa heriflerin hiçbir şey istifade edemeyeceklerini bildiğinden Miss Johnsonser’in sözlerini kendine göre değiştirerek:
“Zavallı kızcağız! Ne diyecek? Kendi hakkındaki ilk suikastınızı anlayamamış ve bilmiyor ki, sizin için kötü bir şey söylesin. Diyor ki, ‘Bu kabile halkı ne kadar merhametli adamlarmış! Ne cömert insanlarmış! Cümlesi beni büyük bir nezaketle karşılıyor. Yedirip içirip karnımı doyurdular. Şimdi de alıp ikametgâhlarına götürüyorlar ki beni orada misafir edecekler.’ İşte, kızcağızın söylediği sözler bunlardır.” diye vahşilerin kız hakkındaki iyi düşüncelerini artıracak yolda sözler söylüyordu. Ama bu söylediklerinden derhâl kızı da haberdar ediyordu. “Ben sizin için şöyle söylüyor idim. Siz de onların yüzlerine tebessümle bakarak kendilerinden vahşi görünmemelisiniz.” talimatını vermekten de geri durmuyordu.
Kervanın bu akşam mağaralara dönüşü hem hususi hem de dikkat çekiciydi. Bütün kervan halkı Miss Johnsonser’i daha yakından görmek için, ileride iseler gerilemek ve geride iseler ilerlemek kaydında bulunuyor, hele Fardiç ile Rikalda kızın yanından bir türlü ayrılamıyorlardı.
Bazıları beyaz derililerin vücudu yumuşak mıdır, katı mıdır anlamak için parmağını kızın eline, ensesine, yanağına filanına bastırıp, hele bazıları beyaz derililerin kendilerine mahsus bir kokusu varsa anlamak için kızın vücuduna bastırdığı parmağı koklamaya kadar cehalet ve vahşet gösteriyorlardı.
Moşamol’un bir sorusuna cevap vermek için kızcağız ne zaman ses çıkaracak olsa, yanında bulunan vahşiler büyük bir ciddiyetle ona kulak verip sesinin nasıl olduğunu öğrenmeye çalışıyorlardı. Bazıları da kızın ağzından kapabildikleri bir kelime Fransızcayı bin defa tekrarla kendi lisanlarına asla benzemeyen bu lisanı mutlaka vahşiler lisanıdır diye küçümsemeye kadar varıyorlardı.
İşte bu suretle üç saat kadar yürüdükten sonra Fardiçar Azteklerinin asıl ikametgâhlarına gelmiş oldular ki vardıklarında artık gece çökmüş olduğundan ve geceleri erken yatmaksa vahşilerin bir alışkanlığı dolayısıyla her ne kadar Rikalda şu beyaz derili kıza biraz şarkılar okutarak danslar ettirmek istediyse de kızın yorgun ve misafir olmasından, asıl vaktin fazlasıyla geçmiş olmasından, uyku zamanının girmiş bulunmasından, kızcağız bu zahmetten kurtulmuş oldu.
Vahşilerde bir aile halkının öyle ayrı ayrı hücrelerde yatma alışkanlığı yoktur. Aile üyelerinin tamamı bir yuvada yatarlar. Bazen birkaç aile bir mağarada yaşar. Ancak böyle birçok adamın bir yerde yatması Avrupa medeniyetince ayıplandığı hâlde işbu vahşilerce böyle bir şeye de lüzum yoktur. Ayıp denilen şey onun içinde ve düşüncesinde olan bir şeydir. Bir şeyde nefrete sebep bir hüküm bulunmadıktan sonra ayıp aramaya gerek kalır mı?
Bizce gayet ayıp olan şeylerden sayılan birçok hâl, Amerikalılar gibi vahşiler nezdinde değil; Arap ve Kürt gibi bazı bedeviler nezdinde bile pek de ayıplardan sayılmaz. Onlarca da birçok adamın yalnız bir çadır altında yatmalarından pek utanılmaz. Zira gerek vahşilerde ve gerek bedevilerde uyku denilen şey insanın kendisinden ayrıldığı öyle fevkalade bir hâldir ki, uyku hâlinde bir düşman o adama kastedemediği gibi, bir hırsız da malına el uzatamaz. Hatta vücudunda bazı hâller meydana gelse bile hiç kimse gözünü kaldırıp bakamaz. Her zamana, her mahalle göre bir edep, bir terbiye vardır ki, o zamanın ve o yerin usulüne göre insanların rahatı neyi gerektiriyorsa her şey onun üzerine inşa edilmiştir.
Tufanın ardından Hz. Nuh’un, uyku esnasında bazı mahrem azalarının açılabilmesi o zamanın giyim kuşam kurallarına göre mümkün imişse de, bakmamak gereken şeye bakmanın Allah katındaki cezası da ebedî bir yüz karalığı ile tayin olunmuştur ki, bu hassas ve hikmetli noktanın şöyle vahşi bir âlemde de görülmesi gerçekten hayret edilecek bir durumdur.
Moşamol ne kadar olsa Avrupalıların yaşantısını bildiği ve bir genç kızın yattığı odada başkasının yatmasının uygun olmadığını biliyordu. Dolayısıyla mağara içinde şöyle ufak ve fırın gibi derince bir yerin beyaz derili kıza tahsisini Âfitâb-zâde Fardiç’ten müsaade etti. Onun izin vermesiyle oraya en yumuşak otlardan naklederek Miss Johnsonser’in nazik vücudu için mümkün mertebe yumuşak bir yatak vücuda getirdi. Kendisi de bu yatakhanenin girişinin önüne uzanıp yatmıştı. Moşamol’un beyaz derili kıza bu suretle yaklaşması vahşİler nezdinde hiçbir kuşkuya sebep olmazdı. Buna rağmen Miss Johnsonser ile Moşamol nazarında bu kadarcık koruma imkânının ne derecelerde önemi olacağını da anlatmaya gerek yoktur.
Bu gece sabaha kadar Azteklerin ikametgâhında pek de kayda değer bir olay olmamıştı. Zavallı Miss Johnsonser, gündüz Moşamol’a da hikâye edip haber verdiği gibi iki gün iki gece koca Missouri Nehri’nin müthiş akıntıları ve korkunç girdapları üzerinde yalnız başına bir sandalın içinde aç karınla seyahat ederek nice bela ve musibetlerle karşılaşarak âdeta canından bezmişti. Bu gece tutulduğu şu Aztekler mağarası da kendisi için güvenli bir liman olmuştu. Yine her ne kadar bu gece altına serilen o yumuşak otlar, alışık olmadığı bir yatak olsa da aşırı yorgunluğundan nasıl uyuduğunu bile fark edememişti. Sabahleyin uykudan uyandığı zaman henüz gece midir, gündüz müdür pek fark edememişti. Çünkü kaldığı mağaranın içi karanlıktı. Dolayısıyla uyandığında pek korkmuş ise de, yorgunluğu az da olsa geçtiği için, Hak Teâlâ hazretlerinin şu inayet ve ihsanından çok müteşekkir kalmıştır.
4
Azteklerden özellikle bu Fardiçar kabilesinin yaşadığı mağaralar bundan önce de görüldüğü üzere Missouri Nehri sahiline yirmi beş kilometreden fazla mesafede ve ormanın gayet latif bir mevkisinde bulunmaktadır ki zemini kumsal ve düz olmasından da anlaşılacağı üzere bir vakitler Missouri Nehri oradan çıkmaktaymış. Hatta böyle düz yerlerde mağaraların bulunabilmesi mümkün değilken oralarda bu mağaraların var olması da Missouri Nehri’nin eski kaynağı olmasındandır. Yani bu mağaraları oluşturan kayaların üzeri kim bilir ne kadar sağlam bir toprak tabakasıyla örtülü ve içi de toprakla dolu iken Missouri Nehri malum toprağı yalaya yalaya alıp götürerek kayaları ortaya çıkarmakla özellikle bu mağaralar da o şekilde vücuda gelmiştir.
Bu mağaraların ya gayet çok eski ve kadim olmaları ya da yeni olmaları gerekir. Eğer eski olarak kabul edilirse buralarda eski medeniyetlerin kurulduğuna dair bazı şekil ve resimlerin olması gerekirdi. Zira Kuzey Amerika’nın bazı böyle büyük mağaralarında Meksika hiyeroglif şekilleriyle birtakım da kaba saba resimler çokça görülürken bu mağaralarda zikredilen resim ve şekillerden hiçbir eser yoktur.
Mağaralar esasen üçtür diye hükmedilir. Zira üç yerden gayet geniş üç mağaraya girilir ki bunlardan birbirine geçmek için yol varsa da her biri birer ufak köyün umumi meydanı hükmünde bulunuyordu. O umumi meydan etrafında da başkaca birkaç küçük mağaralar mevcuttur. Eğer bu küçük mağaraların her biri bir haneye benzemeyip de birer daire yahut oda farz edilecek olursa büyük ve geniş mağaralar da bu odaları kapsayan konağın sofası veyahut divanhanesi hükmünü alır.
Üç büyük mağaradan ikisinin tavan mesabesine bağlı olan kubbesinde tabii birer baca bulunduğundan bu bacalar oldukça aydınlık vermeye hizmet ettikleri gibi havalandırmaya da yardım ederler. Ama bunları “tavan” ve “kubbe” diye tabir etmiş olduğumuza bakıp da büyük mabetlerin muntazam tuğla veya taşlarla örülmüş kubbeleri veyahut büyük binaların tahta veya bağdadi olarak yapılıp boyanmış tavanları zannetmemelidir. Hilkat elinden nasıl gayrimuntazam olarak çıkmışsa hep o surette yamru yumru şeylerdir ki bazı girintili çıkıntılı yerleri ufak ufak binlerce mağaracıklar teşkil etmiş bulunduklarından kapılarla bacalardan girip çıkan milyonlarca kuşun meskeni olmuşlardır. Aztekler oralarda yaşayan kuşların yumurtalarından hangilerini bulurlarsa alıp külde pişirerek yerler.
İşte Miss Johnsonser’in sabahleyin uyanıp da gündüz olup olmadığını anlayamayacak derecede kendisini bir karanlık içinde bulduğu yer burasıdır ki zikredilen yerin zulmetinden şikâyet değil; asıl şükretmiş olsa daha iyi olur. Zira kendisine yatak kamarası olarak tahsis edilmiş olan kovuk gayet genişçe bir tabut demek olup bu mahallin dehşetini birdenbire görmüş anlamış olsaydı korkusundan tüyleri ürpereceği kesindi.
Kızcağız mağaranın büyük kapısından dışarıya çıkıp da kedisini gayet latif bir orman içinde bulunca mağara içinde gözünü gönlünü istila etmiş bulunan ağırlık birdenbire bir ferahlık ve neşeye dönüştü. Şurada burada bazı Aztek vahşilerini gördü ki küme küme oturmuşlar ve sohbet ediyorlar. Miss Johnsonser’i gören Aztekler dün doya doya seyredememiş bulundukları acayip mahluku bugün daha yakından doya doya görüp tatmin olacakları için pek ziyade güler yüz göstermiştiler. Ancak bir ağacın dibinde manga kurmuş olan Fardiç, Rikalda, Aralda ve Kadagoz vardı. Aralda ve Kadagoz yeni misafiri görünce rüyada görülse hayra yorulmamak lazım gelen bir çirkin mahluk görmüşler gibi ikisi de kaşlarını çatıp suratlarını ekşitmişlerdi.
Kadagoz neyse ne ama Aralda şu beyaz derili hakkında neden fikrini değiştirmişti? Zira malumumuzdur ki Aralda Johnsonser’i ilk gördüğü zaman şu beyaz derili kızın kendi gözüne pek hoş göründüğünü itiraf eylemişti. Sonra kocası Rikalda bu kızı övgüye layık bulduğu için fikrini değiştirmiştir.
Zaten kayınvalidesi Kadagoz de sadece kendi kocası Fardiç’in beyaz derili kızı beğenmeye şayan gördüğü için kıskanmış değil miydi? Bu vahşi gelin ve kaynananın zavallı Miss Johnsonser’i bu surette kıskanmaları pek tehlikeli hâllerden idiyse de kızcağızın acemilik hasebiyle bu durumlardan haberdar olmaması, zikredilen tehlikeyi azaltıyordu.
Rikalda kızın mağaradan çıktığını görünce muktedir olabildiği kadar nezaketli bir tavırla yanına koşup bir şeyler söylemeye başladıysa da Miss Johnsonser vahşinin lisanını bilmiyor ki ne demek istediğini anlayabilsin. Bununla beraber herif sert bir suratla kendisini tehdit edeceğine mülayim bir tavır ve nezaket gösterdiği için memnuniyetini gizleyememişti.
Nihayet Rikalda iki avucunu yüzüne çarparak güya bir yerden su alıp yüz yıkadığını taklit edince Miss Johnsonser herifin meramını anladı ve muvafık bir tavır gösterdi. Rikalda kızın önüne düşüp orman içinde yüz adım kadar mesafede bulunan bir kaynağın yanına götürdü. Miss Johnsonser sabah ihtiyaçları için suya muhtaç olduğundan vahşinin bu delaletinden memnun kaldı. Kendisini orada yalnız bırakıp çekilmesini Rikalda’ya işaret ediyor idiyse de bir türlü anlatamıyordu. Geldiği yeri ve uzakta bıraktığı arkadaşları gösterip, eliyle de oraya gitmesini işaret ettiği hâlde Rikalda tam tersine oradaki adamları çağırıyor zannederek ettiği nidalarla birçok kimseleri oraya çağırıyordu.
İnsan yaşamak zorunda kaldığı başka insanlar arasına karışınca ve yaşamak zorunda kaldığı ve beraber olduğu halkın lisanını da bilmeyince çok zor durumlarda kalır. Meramını anlatmak için o kadar taklitler yapar ki bu sırada gayet gülünç bir hâle girer. İnsan küçük bir arzusunu anlatmak için çok gülünç hâller yaşar.
Rikalda’nın nidaları üzerine birçok kimseler kaynak başına koştukları gibi Moşamol da koşup gelerek Miss Johnsonser’i orada bulunca ve kız ile birkaç laf edince meselenin neden ibaret bulunduğunu anladı. Bu gibi hususi ihtiyaçlarda bir kadının yalnız kalmaya muhtaç olduğunu vahşilere anlatmaya başladıysa da o zamana kadar bu gibi medeni durumlarla hiç karşılaşmamış bulunan vahşilerin Moşamol’dan işittikleri ilk sözü kolay kolay anlayabilmeleri muhtemel midir?
Bunlar için tabii olan hâllerin tamamı makbul görülür. Bir ahırda bağlı olan ineklerin, öküzlerin, buzağıların tabii ihtiyaçlarını gidermek için hiç sakınmadıkları gibi, vahşîler de buna benzer ihtiyaçlarını gidermek için birbirlerinden pek de sakınmazlar. Yani tuvalet gibi ihtiyaçlarını giderirken gizlenmeye pek ihtiyaç hissetmezler. Hem Aztekler kadim bir medeniyete sahip oldukları hâlde bile böyledirler. Bunların dışında pek de medeniyet görmemiş diğer birtakım vahşiler daha vardır ki, onlarda hayvani hâllerin hiçbir kısmı ayıp karşılanmaz. Hayâ denilen şey hatır ve hayallerinden bile geçmez.
Ne dersiniz? Bunlar beyaz derili kızın şu sakınmasını çirkin ve sakat olan vücutlarını başkasına göstermek istememesine bağlarlarsa şaşmaz mısınız? Bu zanna hakikat derecesinde kuvvet vermiş olduğu muhakkaktır. Zira Moşamol’un ihtarı üzerine vahşiler oradan çekilmiş idiyseler de cümlesi âdeta bu kızdan iğrenerek çekilip gitmişlerdi. Bu iğrenme durumu bir dereceye kadar Rikalda’da bile müşahede olunmuştu.
Miss Johnsonser billur gibi kaynak suyuyla elini yüzünü yıkayarak saçlarını topladı. Tarağı yok idiyse de ince uzun beş on dikeni parmakları arasına dizdi. Kaynağın berrak suyunu ayna gibi kullanıp imkânlar dâhilinde tuvaletini de bu şekilde tamamladı. Vahşilerde saçlara hizmet âdeti tamamıyla yok olmamıştı. Etlerden temin ettikleri yağlarla bazen saçlarını yağlamak âdetti. Beyaz derili kızın bu alışkanlığı kendi âdetlerine benzer olduğu için beğendilerse de böyle yıkanmak ve taranmak nevinden şeyleri âlemden saklamakta bulunması hakkındaki hayretlerine yine devam ettiler.
Vahşet âlemine düçar olduğu şu ilk gün içinde vahşilerin her hâli Miss Johnsonser’in ve onun her hareketi de vahşilerin garibine gidiyordu. İki tarafın birbirlerini nasıl garipsediklerini ayrıntılarıyla anlatırsak âdeta ciltlerce kitap yazmamız gerekir. Zira beyaz derili kız nasıl yemek yiyor, nasıl oturuyor, kalkıyor, nasıl gülüyor, nasıl konuşuyor gibi en küçük hareketleri bile onların hayretlerinden kaçmıyordu. Aynı durum Miss için de geçerliydi. Dolayısıyla biçare Moşamol bunlar arasında tercümanlık edeceğim diye âdeta nefesini tüketiyordu.
Miss Johnsonser’in hepsinden ziyade hayretini çeken şey o gün Kadagoz’a aşçılık hizmetini eden bir vahşi karının kuşluk yemeği için pişirip ortaya koymuş bulunduğu toy kuşu olmuştu. Evvela bu yemek tuzsuz pişirilmiş, ikincisi kuşun içi ayıklanmak şöyle dursun tüyleri bile yolunmaksızın bir kazığa saplanıp ateş üzerinde ütülenmek suretiyle dışı yakılıp içi öylece haşlanmıştı.
Miss Johnsonser zaten manzarası hiç de iştah çekmeyen bu yemeğe bir kerecik elini uzatmış bulunduğuna pişman olarak geri çekilmişti. Bu civarlarda tuz bulunup bulunmadığını ve pişirilecek avların ne hikmetten dolayı temizlenmediğini Moşamol’dan öğrenmek istemişti. O da bazı dağlarda kaya tuzları bulunsa da vahşilerin tuz kullanımına alışmadıklarını ve pişirilecek hayvanların içleri çıkarılsa ateş üzerinde dışları büsbütün yandığı hâlde içleri hiç pişmeyeceğini ve tüyleri zaten yanıp ütüleneceği cihetle onları yolmak zahmetine hacet de bulunmadığını anlatmıştı. Bütün olarak pişirilecek olan hayvanın karnı açılmaksızın ateş üzerine konulmasının, pişmesine yardım edeceği bazı Arnavut dağlılarının da kazıkta kuzu, koyun pişirmelerine vâkıf olanlarca da malumdur. Bu dağlılar pişirdikleri hayvanın karnını hiç deşmezler ve içini çıkarmaz değildirler. Hayvanın karnını temizlerler ise de kazığa geçirdikten sonra yine dikip kapattıkları gibi tulum çıkardıkları pöstekisini de tekrar üzerine geçirip o şekilde pişirirler ki pişmesi tamamlanınca da pöstekiyi yırtıp kebabı ortaya çıkardıkları zaman ilik gibi pişmiş olan kebabın manzarasıyla herkesin iştahını kabartırlar. Bunların itikadına göre şişteki kuzu içinden pişmeye başlar. Karnı açık olsa kuzunun dışı yandığı hâlde içi yine çiğ kalır. Bizim kendi tecrübelerimiz de bunu tasdik eder.
Ama vahşiler her şeyde geri ve yeni oldukları gibi yemek pişirme konusunda da çok basit olduğundan, onların pişirdiği etlerin en güzeli işte bu toy kuşu iken o bile bir medeninin iştahına mazhar olamamıştır. Moşamol’un anlattığına göre diğer yemekleri parça parça etleri veyahut balıkları ateş üzerine bırakıp yarı yanmış yarı çiğ bir hâle koymaktan, yabani patatesi ve gün be gün kuş yumurtalarını küle gömmekten ibaretti. Haşlamak nevinden ise hiçbir şey pişirmeyi bilmezlermiş.
Moşamol bu hâli Miss Johnsonser’e anlatarak toy kebabına rağbet etmeyen kızın birkaç patates kebabı ve bir iki yumurtayla yetinmesi tavsiyesinde bulundu. Onun bu hâli Fardiç, Kadagoz, Rikalda ve Aralda’nın da meraklarına sebep olmuştu. Bunlar da beyaz derililerin etin ne olduğunu bilip bilmediklerini ve onların memleketlerinde de kuş yumurtası bulunup bulunmadığını Moşamol’dan suale başlamışlardı. Moşamol iki tarafı birbirine tanıttırmakta gerek Miss Johnsonser’in selameti ve gerekse de âfitâb-zâde nezdinde kendisinin değerinin artması için büyük fayda sağladığını tahmin ettiğinden asla üşenmeden onların tüm sorularına makbul cevaplar veriyordu.
O gün sofrada edilen sohbetler arasında beyaz derili kızdan kendi milletlerine mahsus şarkılar söylemesi ve danslar yapması rica edilmiş bulunmasıyla akşamüzeri, önce vahşiler biraz çalıp çağırıp dans ettikten sonra Miss Johnsonser da bu sanatlarda kendinde bulunan hünerlerinin derecesini göstermeye mecbur oldu.
Vahşilerin çalgısı bizdeki çifte naraların yalnız birer tekinden ibaret olan ve kuvvetlice yapılmış bir çanak üzerine hayvan derisi gerilmek suretiyle vücuda getirilen dümbelekleri değnek ile dövmekten ibarettir. Yalnız dört sesten ibaret bulunan nağmelerini de bundan evvel esir kurban ettikleri sırada okudukları dualar esnasında tarif etmiştik. Dansları türlü türlü olmakla beraber en ziyade dikkat çeken bacaklarını ve kollarını bizim Arap oyunları ve curcuna oyunları gibi eciş bücüş bir hâle koyarak suratlarını da o hâle münasip bir surette yummaktan ibarettir.
Buna karşılık Miss Johnsonser bülbüllere bile gıpta edilecek bir ses ile gayet güzel birkaç romans okuyup da ardından da vals ve polka vadisinde bazı şarkıları seslendirmesiyle ve icra ettiği hünerleri sergileyip buna bir de bazı Avrupa danslarının numunelerini de ekleyince, gerçi vahşiler bunun gerçek değerine tamamıyla varamamışlar idiyse de, kendi musiki usullerine ve kendi danslarına kat kat üstün olduğunu teslimden de bir türlü kendilerini menedememişlerdi. Hatta Rikalda demişti ki:
“Ben bu beyaz derili kızını ne kendi milletine iade ederim, ne kurban olarak kestiririm, ne de elden çıkarırım! Ben bunu besleyeceğim. Sesi ormanlarda hayran kaldığımız en güzel kuşların sedasından daha güzel, tüyleri, rengi hiçbir güzel kuşta bulunamayacak kadar güzel. Böyle nadide bir mahluku elden çıkarmak caiz midir?”
Moşamol bu sözleri Miss Johnsonser’e tercüme ettiği zaman o da Rikalda’nın bu kanaatini pek beğenip tasdik ederek dedi ki:
“Sanki Rikalda haksız mıdır? Bizim medeniler bir güzel papağanı, kanaryayı beslemek için gümüşten, altından kafesler yaptırarak bunca hizmetlerine katlanarak büyük külfetlere girişiyorlar. Rikalda benim gibi papağanlara da kıyas kabul edemeyecek hoş sesli bir kuşu ele geçirmiş olursa elbette ziyan etmeyip korunmasına önem verecektir. Hem Rikalda’ya söyle ki ey Moşamol! Benim hünerim yalnız böyle teganniden, danstan da ibaret değildir. Ben onlara ne güzel yemekler pişireyim, daha ne kadar marifetler göstereyim ki şaşsınlar da kalsınlar. Onlar bana bu derecelerde hürmet ettikleri hâlde benim de onlara hizmet etmemem terbiyeme sığar mı? Buralarını anlat ki şerlerinden, ziyanlarından selametimizi hakkıyla temin etmiş olalım. Eğer buradan kurtulma imkânı var ise o selamet dairesi dâhilinde zikredilen imkânı kullanıp başımızın çaresini ararız.”
Zeki Moşamol, kızın bu düşüncesini pek faydalı bulup onu övdü. Zikredilen düşünceyi vahşilere anlatılması gereken kısmını izah ederek ayrıntısıyla anlattı. Hatta bu medeniler, dağlardaki, ormanlardaki hayvanları kendi hanelerine alıştırarak onların türlü türlü hizmetlerinden istifade ettikleri hâlde hazır kendi ellerine böyle terbiyeli ve marifetli bir medeni geçmiş iken onu ziyan etmek akıl kârı olamayacağını ve onun hünerlerinden ve marifetlerinden istifade ederlerse akıllı sayılabileceklerini, o vahşi halka öyle güzelce izah edip anlattı ki, bunlar şimdiye kadar bu izahları hayallerinden bile geçirmemişlerdi.
5
Kadagoz ile Aralda, Miss Johnsonser’i kıskanmakta bunlara iltihak eden diğer birkaç kadın mabuda kurban suretiyle mi olur; ne suretle olursa olsun mutlaka öldürmek azminde bulundukları şu beyaz derili kızın kendi inançlarınca böcek vızıltısından bile aşağı olan şarkıları ve çekirge sıçrayışından fena olan danslarıyla selamet sırrını bayağı temine başlamış bulunmasından dolayı şiddetlerini artıradursunlar, Miss Johnsonser ikinci geceyi de mağarasında geçirdikten sonra ikinci günün sabahı şu yakınlarda bir miktar tuz bulunabilip bulunamayacağını Moşamol’dan sual etmişti. Miss, eğer tuz bulunursa vahşilere bir de yemek pişireceğini beyan etmişti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/rikalda-yahut-amerika-da-vahset-alemi-69429226/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Ahmet Mithat Efendi’nin Georges Pradel’den tercüme ettiği bir eser.
2
Issız, korku ve ürkeklik veren yer. (e.n.)
3
Eski kara parçaları olarak kabul edilen Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları. Bunlara göre Amerika kıtası yeni kabul edilmektedir.
4
Farsçada “güneşin oğlu” anlamına gelmektedir. (e.n.)
5
Birinci Kitabın Sonu.