Ölüler Yaşıyor mu?

Ölüler Yaşıyor mu?
Hüseyin Rahmi Gürpınar
"Hayretler içinde etrafımıza bakıyoruz. Neredeydik? Nereye çıktık? Ve nereye döneceğiz? Yüz yıl yaşayanlar bu muammaların uçlarını bir araya getiremiyorlar. Bu büyük soruların karşısında aksakal da kundak kadar cahil. Gerimizde ve önümüzde geçilmez iki sınır var: öncesizlik, sonrasızlık. Bu sınırda bilim ve düşünce duruyor. Beyin, topaç gibi dönerek bulamadığı, tanıyamadığı bir var sayılan kuvvetin büyüklüğü karşısında korku titremeleriyle secdeye yatıyor. Bu geliş gidiş nedir? Hiçliğin derinliğinde tertemiz iken niçin bu dünyadan günah işlemiş olarak dönüyoruz?" Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Ölüler Yaşıyor mu?

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

BAŞLANGIÇ
Bu dünyada iki önemli olayın oyuncağıyız: doğum, ölüm… Nereden geldiğini bilmediğimiz bu pençelerden biri bizi bir tokatla hayata itiyor… Öteki, kedi yavrusu yumakla oynar gibi tundan tuna[1 - Tun: Köşe bucak, gizli yer. (e.n.)] koşturduktan sonra çukura yuvarlıyor…
Hayretler içinde etrafımıza bakıyoruz. Neredeydik? Nereye çıktık? Ve nereye döneceğiz? Yüz yıl yaşayanlar bu muammaların uçlarını bir araya getiremiyorlar. Bu büyük soruların karşısında aksakal da kundak kadar cahil. Gerimizde ve önümüzde geçilmez iki sınır var: öncesizlik, sonrasızlık. Bu sınırda bilim ve düşünce duruyor. Beyin, topaç gibi dönerek bulamadığı, tanıyamadığı bir var sayılan kuvvetin büyüklüğü karşısında korku titremeleriyle secdeye yatıyor. Bu geliş gidiş nedir? Hiçliğin derinliğinde tertemiz iken niçin bu dünyadan günah işlemiş olarak dönüyoruz?
Bizi bu yarış meydanına çıkarana yaşayış ve ölümümüzle ne hizmet görmüş oluyoruz? Kimi eğlendirmek için bu ebedî sahnenin palyaçoluğunu yapıyoruz?
Biz yaratılmamış olsaydık onun varlığı ne ile belirlenmiş olacaktı? Ve hatta şimdiki varlığımız bu belirme için yeter midir? Allah yaptığı kanunlara kendi de bağlı mıdır? Bunları değiştiremezse onun vücudunu tasavvura ne gerek vardır? Yoksa o, dinlerin uydurdukları bir heyula mıdır?
Bilim, din hokkabazlıklarının hilelerini birer birer tutup yakaladı. Ama hocalar, papazlar bu güveli kitaplar üstüne eğilerek meydana vuran foyalarını onarmaya uğraşmaktan vazgeçmiyorlar. İnsanoğlu, karşısında bir aldananı bulunca yalan söylemekte çok cesurdur.
Hangi kuvvetin ürünleriyiz? Teşekkür veya yakınma için aradığımız kıbleyi ne yanda bulacağız? Kime ibadet edeceğiz? Yaradan’ın postuna, bu dünya bilgin ve bilimlerinin genel oylamalarıyla mutlak bir hükümdar geçirinceye kadar dinsizliğin karanlık fetreti içinde mi yaşayacağız?
Üzerimizde bizi yaratan hiçbir emek yoktur diye sevaba inanmayacağız, günahtan korkmayacağız. Çıkarlarımıza uygun gelince birbirimizin kanını mübah bilerek boğuşup gidecek miyiz?
Dinlerin ruh üzerine kurulmuş fırıldakları durunca ispritizmacılar[2 - İspritizmacı: Ölülerin ruhlarıyla ilişki kurulabileceğini savunan inanış. (e.n.)] ondan bir kol gibi ayrıldılar. Dinlerin, gözlere görünmez Ankalar gibi göklere uçurdukları ruhları berikiler masa başı yâranlığına indirmeyi başardılar. Belki yarın, öbür gün telefonla, radyoyla konuşmanın yolunu da bulurlar. Geçmişlerden istediklerinizin ruhlarını çağırabilirsiniz. Ve belki de göğün kaçıncı katında oturduklarının ayrıntılı bilgilerini yakında kılavuzlarda, rehberlerde okursunuz.
Siyasetçi, matematikçi, bilgin, filozof, tarihçi, hukukçu, hangi bilgi dalından isterseniz en ünlülerini çağırıp müşkülünüzü sorabilirsiniz, ücret yoktur. Çağırmalarda ne kahve isterler, ne çay… Ahiretle dünya arasında takırdayan bir masadan başka tercümana da gerek görülmez. Her ruh kendi bağlı olduğu ulusun diliyle konuşur. Ama olumlu olan şudur ki, şimdiye kadar dünya ile ilgili büyük müşküllerden hiçbirinin ruhlar aracılığıyla çözümlenmesinden yararlanılamamıştır.
Gerçekten ruhlar gelip de mi maddi olmayan parmaklarıyla bu masa telgrafını tıkırdatıyorlar? Dinlerin açığa vuran yalanlarından sonra ispritizmacıların bu ruh iddiaları da önünde irkileceğimiz çok su götürür bir meseledir. Dinlerin cennet, cehennem Allah’ını tahtından indiren bilim ve teknoloji elbette bir gün bu latifeci ruhların blöflerini de meydana çıkaracaktır.
Ruhlarla toplantı yapanların bu iddialarına karşı maddeci bilim adamlarının şimdilik dedikleri şudur: “Ölüp de beyninin dünya ile ilgili şeyleriyle yeniden dirilen yoktur. Bu iddialar zayıf kafalardan doğan düşünce fantomlarıdır.”[3 - Fantom: Hayalet. (e.n.)]
Ya masaları tıkırdatanlar kimlerdir? İşte biz de bu şakacıları arayacağız. Haseplerini neseplerini keşfedemezsek de bu romanda kendileriyle teklifsizce görüşebileceğiz.
Bu doğa evreninde her şeyin ucu sonsuzluğa çıkan bir bilmece içindeyiz. Sınırsız bilinmeyenlerle çevrilmişiz. Bu vücutlarımızı, ruhlarımızı geçici olarak hapsetmek için örülmüş birer kafes midir? Bu ölmez sonsuzluk kuşu nerelerden gelerek mahbesine[4 - Mahbes: Cezaevi. (e.n.)] girdi? Ve tekrar uçunca nereye gidecek? Ölmez olan sonsuzdur da. Sonsuzluğa yaratılma anı düşünülemez. İspritizmacılar ruhu maddeden ayırıyorlar. Ama bu varsayılan şeyi o varlıkla o kadar kaynaşmış görüyoruz ki yağ bitince kandil sönüyor…
Kadavrayı mezara yatırdıktan sonra imbikten geçer gibi ondan çıkardıkları ruhla iki dünya arasında ekran çeviriyorlar. Ruh gözlere görünmez madde dışı bir unsur iken mezarda çürüdüğünü gördüğümüz cesetle yeniden ikisini birleştirerek akıl almaz türlü olaylar ortaya koyuyorlar. Tıpkı öteki dünya ile ilgili bir sinema… Bakıyorsunuz canlı, işitiyorsunuz dilli, dokunuyorsunuz bir şey yok…
Çevreme yığdığım ciltlerde idrake isyan ettiren öyle acayiplikler okudum ki ya yazanların çıldırdıklarına ya da okuma sırasında kendi aklımı bozduğuma inanacağım geldi.
Ortaya bilimsel, teknolojik öyle ünlü olay tanıkları çıkarıyorlar ki bu sayın kişilerin karşısında insan, “Baylar, öyle şey olmaz, yalan söylüyorsunuz!” demeye sıkılıyor.
Onlar, anlattıklarının inanç adına gerçek iddia ediyorlar. Ben beynimin bütün gözeneklerini hayallere açarak bir roman yazıyorum. Cüretlilikte yarışarak onları geçersem cesaretimin mazur görüleceği umudundayım.
Okudukları sürece bu sözümü hatırlamalarını okurlarımdan rica ederim. Bu roman fantastique’dir. En dürüst biçimiyle gerçek değildir. Zaten gerçeğin kesin şekli de bulunamayan muammalardandır.

    05.01.1932
    Heybeliada

I
VELİTTİN PAŞA AİLESİ
Validebağı eteğinde küçük bir ormancığın yeşil gölgesine gömülmüş büyük bir köşk… Karacaahmet’in geniş bir alanı karartan matemli servileriyle karşı karşıya… Koskocaman çatı, ama altında yaşayanlar bu sarayımsı konutun içinde kaybolan sekiz on kişilik bir aile halkı…
Velittin Paşa bu harap konakla birlikte varislerine geçinmelerinden fazla gelir bırakmış.
Mahinur Hanımefendi, iki oğlu Orhan’la Turhan… Kızı Leman ve daha akrabadan üç dört kişi ve kadın erkek birkaç hizmetçi ile sığındığı bu geniş bucakta hemen hemen münzevi bir hayat geçirmektedir.
Oğlanların büyüğü yirmi bir, küçüğü on sekiz; kız henüz on altı yaşında… Sosyeteden uzak büyütülmüş bu çocuklar biraz utangaç tabiatlı, çekingen, garip şeylere düşkün, biraz hülyalı, karanlık duygulu, maddi dünyada karamsar gözle bakarak bir çeşit doğaüstü hayatı arar gibiydiler. Bu hâllerinde kendilerini yaşlarından, eğlencelerinden uzak bırakan köşeye çekilmenin etkisi vardı.
Babalarının hayatında ilköğrenimleri, köşkte bir Fransız mürebbiye ile başlamıştır. Madam Luiz Şermin hâlâ bu aileden ayrılmamış, çocuklar için ikinci bir anne yerine geçmiştir.
Mürebbiyenin uygun görmesi üzerine doldurulmuş zengin bir kitaplıkları vardır. Ama kendilerine çok şeyler okutturulmuş olmakla birlikte çocuklar klasik, ciddi bir okul öğrenimi görmemişlerdir. Fransızcayı o milletin gençleri girginliğiyle konuşurlar. Yüksek bilimlerden olmayan her çeşit kitabı anlarlar ama öğrenimlerinde temel yoktur.
Anneleri bu üç çocuğun üzerlerine titrer. Kendi geniş bahçelerinde yapılacak sporlardan, oyunlardan başka dışarıda rastgele gençlerle ilişki kurmalarına izin vermez. Onlar annelerinin bu emrine itaat ederler. Ama hayat mücadelesine atılmaktan geri kalacak kadar zengin olan bu çocuklar, damarlarında kaynayan gençlik kanlarını hangi işlerle avutacaklar?
Çocukların doğuştan garip olayları vardır. Öğrenimlerinde sağlam bir temel olmaması, bu gariplik meraklarını günden güne artırmaktadır.
İspritizmaya başladılar. Ruhlarla fazla meşgul olmaları yüzünden, zamanın genç ahlakları tehdit eden birçok tehlikesinden uzak kalıyorlardı. Anneleri için bu da az bir kâr değildi. Ama gittikçe artan bu merakın sonunun nereye varacağı da düşünülmeye değerdi.
Böyle bilim ve fen bakımından yarının yarısı bir bilgiyle Fransız yayın okyanusuna girmek onların önüne garip bir tehlike zemini açıyordu. Kitaplıklarının önemli bir bölümünü ispritizmaya, ruha, cine, periye, sihirbazlığa, batıl bilgilere ait eserlerle doldurdular. Kataloglarda, kitapçı vitrinlerinde hep bu cins ciltleri arıyorlardı.
Astronomi bilgini meşhur Camille Flammarion’un Ölüm ve Ölümün Sırrı dizisinden, Ölümden Önce, Ölümün Etrafında, Ölümden Sonra ciltlerini ve bu çeşit sonsuzluğa, görünmeyenlere, insan akıl ve anlayışının acizle önlerinde gözleri karardığı büyük sırlara ait eserleri kitaplıklarının ilk raflarına dizdiler.

II
PERİLİ ŞATO
Vakit gece yarısını geçmiş, koca köşkün azalmış insanları hep uykuda… Yalnız odalarında iki kardeş uyanık. Gök, kara bulutlarla kaplı… Dışarısı zifir gibi karanlık… Sıcak, durgun, ağır hava bir yağmur sıkıntısı geçiriyor.
Gümbürdeyecek yıldırımlardan korkar gibi köşkün önündeki ulu çınar, kısa nöbetlerle titremelere uğruyor, hışır hışır pencerelere tırmanıyor. Göğün sıcak nefesi gene kesiliyor.
Yuvarlak minderlerin üstünde uyuyan iki kardeşin sevgili köpekleri Atak’ın kıvrılmış vücudu ara sıra sinirli çocuklar gibi ürpertiler geçiriyor. Hayvan, uykusu arasında kısık kısık uluyup susuyor.
İki kardeş ortada masanın üzerinde yanan lambanın ışığına eğilmişler. Paris’ten o gün getirtmiş oldukları çok meraklı bir kitabı okumaya dalmışlar. Bu, Flammarion’un Les maisons hantées (Perili Evler) adlı eseridir.
Bazı evlerin tekin olmadıkları söylenir. Bu konuda garip söylentileri çoğumuz işitmişizdir. Kendi kendine oda kapıları açılır, kapanır. Duvarlara darbeler indirilir. Sofalardan, koridorlardan, merdivenlerden birilerini kovalar gibi koşuşmalar olur. Ama bu gürültüleri yapanları yakalayabilmek mümkün olmaz. Her taraf ne kadar aransa, taransa göze görünür kimse bulunamaz.
Bu türlü esrarengiz olaylar olduğunu kesinlikle inkâr etmek boşunadır. Bu garibeler her ülkede vardır. Görüp işitmiş olanlar çoktur. Bazıları oldukları ülkelerin polis ve adliye kayıtlarına geçmiştir Ama şimdiye kadar bu sırlara olumlu olarak kimse akıl erdirememiştir.
Bazı konutların altını üstüne getiren bu gizli kuvvet nedir? Cin mi? Peri mi? Ruh mu? Bu üç türlü adın gözlere görünmeyen sahipleri ne biçim yaratıklardır? Cin, peri, ruh deyip geçiyoruz. Bunların ne olduklarını bir bilen var mıdır? Cin nedir? Bir anadan, babadan mı doğar? Nerede oturur? Ne yer, ne içer?..
Oturdukları yerler bilinebilseydi, gazeteciler kendileriyle konuşabilmek için kapılarını aşındırırlardı. Biz de meraktan kurtulurduk. İyi saatte olsunlar pek de şakalaşmaya gelmez. Bazen de insanı çarparak yengece çevirirler.
İşitilen gürültüler doğrudur. Ama bunları doğrudan doğruya cine, periye, ruha yüklemek doğru değildir. İşte bu yanlışlardan cinci hocalar, püfçüler kendilerine işletecek bir kazanç madeni çıkarıyorlar. Bazı sinir veya sara ile ilgili ruh hastalıklarının uğrama[5 - Uğrama: Cin, peri çarpması. (e.n.)] eseri olduğunu savunmaya kalkışıyorlar. Böylece zavallı saf insanları kandırıp, tıbbi tedaviyi ihmal ettirerek birçok fenalığa yol açıyorlar.
Bilinmeyen bir şeyi cin, peri, ruh gibi başka bilinmeyenlerle anlatmaya uğraşmaktan olumlu bir sonuç çıkarılabilir mi?
Ama bu gürültüleri yapan bilinmeyen kuvvet hangi potadan kaynayıp geliyor?
Perili Evler yazarı bunu aydınlatabilmek için bir soruşturma açmış, bu çeşit olaylarla karşılaşmış ve onlardan yüzlerce değil, binlerce mektup almış, bu yazılardan en sağlam ve önemli gördüklerini birleştirerek koca koca ciltler meydana getirmiştir.
O gece Perili Evler cildini nöbetleşe iki kardeşten biri okuyor, öteki dinliyordu:
Olay Normandiya’da Calvados Şatosu’nda geçiyor. Olay şatonun sahiplerinden, gereken tanıkların dinlenmesiyle belgelenerek 1893 yılı ruh bilimleri yıllığında yayımlanmıştır.
Camille Flammarion olayın doğruluğunu şöylece destekliyor:
Ruh bilimleri yıllığının yönetmeni sayın dostum Dariex, şato sahibinin her yönden güven ve saygıya değer zeki bir zat olduğunu belirtmektedir.
İşte yukarıda adını yazdığımız eserin 129’uncu sayfasından başlayarak bir bölümünde anlatılanlar ruh deneylerinden geçmiş kimselerindir.
Şato sahibi yazıyor:
1875 yılı Ekim ayındayız:
Ben, bu hatıra defterine her gün bir gece önce olanları yazmaya karar verdim. Bütün yerler karla örtülü olduğu mevsimlerde gene gürültüler olur. Ama şatonun etrafında hiçbir ayak izi seçilemez. Bütün kapıların, pencerelerin önlerine gizlice teller gerdim. Kontrol edilince bunlardan hiçbirini bozulmuş bulmadığımı da yazmaya değer görüyorum.
Şatoda kaç kişi varız?
Ben, eşim, oğlum, oğlumun mürebbiyesi, bir rahip, arabacı Emile, bahçıvan Auguste, oda hizmetçisi Amelina, aşçı kadın Celine…
Bütün hizmetçiler evin içinde yatarlar ve hepsi de tamamıyla güvenimizi kazanmış kimselerdir.
13 Ekim 1875 Çarşamba:
Rahip K., odasındaki koltuğun kendi kendine yerini değiştirmekte olduğunu haber verdi. Eşimle bu sayın zatın yanına gittik. Bütün eşyanın bulundukları yerleri dikkatle tespit ettikten sonra koltuğun ayağını zamklı kâğıtla döşeme tahtasına yapıştırdık. Rahipten de olağanüstü bir hâl olunca bizi çağırmasını rica ettik.
Rahip, saat ona çeyrek kala duvarda bir sıraya küçük küçük ama karşıki odada yatan Amelina’nın da işiteceği kadar hızlı vurulduğunu ve duvarın köşesinden bir asma saat kurulur gibi bir hırıltı geldiğini, şöminenin önündeki madenî şamdanın çıtırtıyla yerini değiştirdiğini ve nihayet, koltuğun oda içinde gezindiğini görür ve işitir gibi olmuş. Ama kalkmaya cesaret edemeyerek zili çalmıştı.
Biz hemen koştuk. İlk dikkatimize çarpan şey, koltuğun bir metre kadar yerini değiştirmiş bulunduğunu görmek oldu, şöminenin önüne dönmüştü. Şamdanın ayağı yanına bırakılmış olan damlalık yukarısına çıkarılmış, öteki şamdan da yeri değiştirilerek şöminenin kenarından birkaç santimetre dışa taşkın bir duruma getirilmiş, aynanın önündeki küçük bir heykel yirmi santimetre kadar ileri sürülmüştü.
Bu garip şeyleri gördükten sonra biz çekildik. Ama yirmi dakika geçer geçmez rahibin odasından iki şiddetli gürültü daha duyduk. Sayın zat gene zili çalıyordu. Yanına gittik. Bu vuruşların döşeğin ayak ucundaki kabine kapısının üzerine vurulduğunu bize söyledi.
İşte bize daha çok garip olaylar vaat eden bir başlangıç.
Hatıra defterini izleyelim:
14 Ekim Perşembe:
Sert vuruşlar duyuluyor. Hepimiz silahlandık. Şatonun her yanını dolaşıyoruz ama hiçbir şey bulamıyoruz.
15 Ekim Cuma:
Saat 10’a doğru rahiple Amelina benim ve eşimin gezinişlerini taklit eden ayak sesleri duymuşlar, konuştuğumuzu işitmişler. Odamıza gitmek üzere koridordan geçtiğimizi sanmışlar. Amelina karımla benim seslerimizi iyiden iyiye tanıdığını söylüyor. Sonra madamın oda kapısının açıldığını işitmiş. Kapıyı bizim açtığımızı sanarak korkmamış. Oysa biz o sırada uyuyorduk. Bir şey duymadık. Saat 11’i çeyrek geçe yeşil odada bir sıraya vurulan vuruşlardan bütün şato halkı uyandı.
Perili kitabın okunmasına devam edildiği bu sırada birdenbire çakan bir şimşek odanın içini mavi bir alevle doldurdu. Karacaahmet mezarlığı korkunç görüntüsüyle ateşten bir yaldız içinde parlayan enstantane bir sinema gibi gözüktü. Kapandı. İki kardeş gözlerini yumdular. Arkasından gökyüzü bütün derinliğine birden yırtılıyor gibi bir çatırtı koptu. Ve bunu gümbürtüler izledi. Sonra göklere sığmayan bir Dragon homurdana homurdana uzaklaşır gibi oldu.
Atak, titreye titreye döşeğinden fırladı. Alevlerin saçıldığı yana birkaç defa havladı, gene yattı. Beyler, gökte şaklayan şeyin gazaplı Jüpiter’in kamçısı olmadığını biliyorlardı ama Calvados şatosunun perilerinden hassaslaşan sinirleri bu yıldırımdan sarsıldı. Gürültüden Karacaahmet cemaati bütün uyanarak beyaz giysilerinin arasından bakan kuru kafalarıyla o servi denizi altında kaynaşıyorlar gibi geldi.

III
FIRTINALI GECE
Okumalarına birkaç dakika ara verdiler. Gürültüyü izleyen sessizlik içinde dinlenirken duvarın arkasından tık tık iki üç vuruş işitir gibi oldular. Biraz kaçık benizle birbirlerine bakıştılar. Calvados’un perileri kendilerinden söz edildiğini işiterek oraya kadar mı geldiler? Biraz beklediler, bir şey yok…
İşittikleri vuruşların Perili Evler kitabının zihinlerine verdiği vehimden başka bir şey olmadığını sessiz bakışlarla birbirlerine temin ettikten sonra Orhan bir sigara yaktı. Turhan okumaya devam etti:
Auguste’le birlikte her yanı dolaştık. Salonda bulunduğumuz sırada çamaşırlığın yakınından vurma sesleri geldi. Derhal o yana koştuk. Bir şey göremedik. Tekrar aşağı indik. Madamla Amelina üst katta ağır eşyadan birinin sürüklendiğini ve sonra paldır küldür düşer gibi olduğunu duymuşlar.
16 Ekim:
Gece yarısına doğru işitilen zorlu vuruşlardan herkes uyandı. Gece şatonun içinde silahlı bir devriye yaptık. Bir şey keşfetmek mümkün olmadı.
18 Ekim:
Bu garip olaylara tanık olanların sayıları artıyor. Bucak papazının yardımcısı geldi. Cumartesiden beri şatoda yatmak lütfunda bulundu. Olan gürültüleri tamamıyla o da işitti. Daha sonraki gecelerde de bizde kalarak bundan sonra olacak şamatalara da tanık olacak.
Bu akşam oğlum Marcel geldi. Gürültülerin cinsini ve yönünü daha iyi anlayabilmek için oda kapısını açık bırakarak ikinci katta yattı. Auguste koridorda bu kapıya yakın bir yere döşeğini serdi. 11’e doğru ikinci katın merdiveninden basamaktan basamağa sıçrayarak inen iri, ağır bir topun gürültüsünden gene hep uyandık. Yarım dakika sonra tek fakat şiddetli bir vuruş evi sarstı. Daha sonra dokuz on sağır vuruş duyuldu.
19 Ekim Salı:
Davetimiz üzerine papaz yardımcısı gene şatoda kaldı. Merdivenden ağır ağır inen kaba bir ayak sesini açıkça işitti. Yarım dakika sonra zemin kata inen merdivenin ortasından tek bir vuruş duydu.
Bu hâllerin doğaüstü olaylardan olduğu hakkında papaz efendinin kuşkusu kalmadı.
Flammarion’un ek düşüncesi:
Niçin doğaüstü? Doğanın bütün kuvvetlerini tanıyor muyuz? Akıllarımızın eremediği şeyi doğaüstü diyerek izah etmiş mi oluyoruz? Doğaüstü ne demektir? Doğanın altı üstü yoktur. Bundan dolayı ne varsa onun kendindendir. Onda aşağılık, yukarılık; dış, iç tasarımı gülünçtür.
Gene metne geldik:
Ekimin 30’uncu cumartesi akşamına kadar gürültüler tamamıyla sustu. Ama o akşam yani 30 Ekim gecesi vuruşların şiddeti herkesi döşeklerinden fırlattı.
31 Ekim Pazar:
Gece pek heyecanlı geçti. Birisi pek çevik bir adımın gösterebileceği hızla ayaklarını vurur gibi paldır küldür zemin katının merdiveninden yukarı çıktı. Ayak sesleri sahanlığa gelince duvarlarda asılı bulunan şeyleri hep titretecek bir sertlikte güm güm vuruşlar işitildi.
Tam bu sırada gene bir şimşek çaktı. Gökte camları zangırdatan bir bombardıman daha oldu. Köpek, minderi üzerinden başını kaldırmadan ağlar gibi ince ince üç defa uludu, iki kardeş okumayı bıraktılar. Yüreklerini titreten bir korkuyla doğanın bu hırçınlığını dinliyorlardı. İşte tam bu anda karyolalarının baş tarafındaki duvara düzgün aralıklarla tak, tak, tak, üç defa vuruldu. Bu vuruşlar hiçbir kuruntuya bağlanamayacak bir açıklıkla duvarın üzerinde tane tane, tokça tokça işitilmişti.
İki kardeşin karyolaları kocaman odanın karşılıklı iki duvarına bitişik kurulmuştu. Baş uçlarına rastlayan kenarın ortasında çifte kanatlı kapı, ayak ucunda bahçeye ve batıya bakan üç geniş pencere… Binanın bu cephesinin önünü kaplayan yüz yıllık bir çınar, içini yeşil bir boşlukla doldurduğu odayı yazın öğleden sonra güneşten korur. Yalnız sağ uçtaki pencere, Karacaahmet’in matem siyahlığını çerçevesi içine alır.

IV
DAYI BEYİN İTİRAZLARI
İki kardeş bir şeyi ürkütmekten çekinir gibi bir süre kımıldanmaksızın birbirlerine bakıştılar. Nihayet Orhan sordu:
“İyi dikkat ettin mi? Vuruşlar ne yönden geldi?”
“İki karyolanın arasından, baş ucumuzdan…”
“Ruhlar mı?”
“Bu vakit onlardan başka kim duvarımıza vurur?”
“Kendilerinden söz edildiğini duyarak geldiler.”
“Ne istiyorlar?”
“Bilmem…”
“Bir daha vururlarsa soralım.”
Bekliyorlardı. Ama bu sefer vuruşlar duvardan değil, oda kapısından geldi. Gene bir an benizleri uçtu.
Turhan kapıya yaklaşarak: “Kim o?”
Dışarıdan bir kadın sesi:
“Benim.”
“Anne, sen misin?”
“Benim canım… aç…”
Turhan anahtarı çevirerek kapıyı açtı.
Yaşlı ama enine boyuna; eski güzelliğini kaş ve gözlerinde mihrabını, davranışlarında hanımefendilik vakarını koruyan levent gibi bir kadın, içeriye girdi. Oğullarının yüzlerine ilk bakışlarında şefkatle karışık bir azarlayışla:
“Nedir gene betiniz benziniz uçmuş? Hâlâ uyumadınız mı? Yıldırımdan belki korkmuşsunuzdur diye geldim. Galiba yakınlardan bir yere düştü.”
Kafalarında hâlâ vuruşların bilmecesiyle meşgul olan çocuklar, birer hafif gülümsemeden başka bir cevap vermediler.
Bu sırada gene oda kapısı açıldı. Hanımefendinin erkek kardeşi ve çocukların dayıları Talat Bey gecelik kılığıyla gözüktü.
Hanımefendi: “Ağabey, siz de mi uyuyamadınız?”
Talat Bey: “Nasıl uyunur efendim böyle gecede. O ne sıcak, o ne sıkıntı, o ne durgunluktu… Sinirlerim gerildi, gerildi… Sonunda yıldırımla birlikte patladı sandım.”
Hanımefendi oğullarını göstererek: “Baksanıza bunlara, ne kadar korkmuşlar. Yüzleri kireç kesilmiş.”
Dayı bey sırtından kayan hafif pike hırkayı omuzlarına doğru çekerek ortadaki masanın üzerine eğildi. Orada gördüğü kitabın adını okuduktan sonra kız kardeşine döndü:
“Hanımefendi, oğullarınızın okudukları bu kitabın içinde yıldırımdan daha dehşetli şeyler var.”
“Ne diyorsunuz ağabey?”
“Gerçeği söylüyorum.”
“Böyle korkunç şeyleri niçin okuyup da kaçık benizle titreşiyorlar?”
“Niçin mi? Bu hâl şimdiki gençliğin psikolojisi olduğu için?”
“Ne demek? Pek anlayamıyorum.”
“Anlatayım. Siz oğullarınızı sporcu, akrobat, atlet, boksör, serüven ve garabet düşkünü, ün kazanmak için tehlike ve ölüm arkasından koşan şimdiki gençliğin fırtınasından korumak kaygısıyla alargaya tutmaya uğraşıyorsunuz. Ama boşuna. Modernisme denilen bugünün havası bu garipliklerle, bu heyecan avcılığıyla dolu. Uzaktan yakından bu havayı soluyan her genç ruhunda bir kaynama duyuyor. Eğlence ve sanatın eski ılımlı biçimleriyle artık oyalanamıyor. Ya yedi kat göklere yükselerek düşme tehlikeleriyle titremeli ya da altındaki hayvana engel atlatırken tepe aşağı dikilmeli. Veya futbol topunun arkasından dört metre havaya uçmalı. On beş metrelik yar atlamalı. Kısacası, yaptığı hüneri beceremeyince sağ kalmamalı. Bu ölüm aşkı onlara savaşın bıraktığı bir yadigârdır. Her şeyde son şiddete atılmak… Böyle olunca, romanda, tiyatroda, sinemada da sinirleri gerecek, dakikada kalbe yüz elli attırtacak heyecan serüvenleri gerek. Sizin bu kadar sakınmalarınıza karşın oğullarınız da bu yaygın gençlik hastalığından böylece etkilendiler. Dirileri bıraktılar, ölülerle konuşuyorlar. Pozitif şeylerden kaçıp gözlere görünmeyenlerin arkasından koşuyorlar.”
Hanımefendi, kardeşinin, yeğenleri üzerine bu sözlerini biraz abartmalı bularak: “Canım, ölülerle konuşup da ne yapıyorlar? Masa başında tıkır tıkır eğlenceden başka bir şey olmayan zararsız bir oyun. O tık tıkları sanki ruhlar mı yapıyorlar? Kendileri yapıyorlar. Kendi sorularına gene kendileri karşılık veriyorlar.”
Talat Bey: “Hayır, o tıkırtıları kendileri yapmıyorlar. Masa, parmaklarının altında, bilinmeyen bir kuvvetin etkisiyle harekete geliyor. Oğullarınızın ikisinde de medyumluk istidadı var. Birtakım alıştırmalarla bu psişik gücü geliştirmeye uğraşıyorlar.”
Hanımefendi: “Etsinler, ne olur?”
Talat Bey: “Ne mi olur? Bugün bir eğlence olarak başlayan bu şey yavaş yavaş bir hastalık ve bir felaket şeklini alır.”
Hanımefendi: “Nasıl?”
“Hemşire, hani ya eskiden binlik tespihleri çeke çeke akıllarını oynatmış, büyü ve sihirle uğraşa uğraşa perilere karışmış meczuplar, abdallar, babalı Araplar, huddamlı[6 - Huddam: Cin taifesinden olan hizmetçi. (e.n.)] şeyhler vardı… İşte bu oyunun sonu da oraya çıkar. Çünkü göze görünmeyen yaratıklarla konuşmak ne demektir? Şimdi şurada siz, ben, Orhan, Turhan dört kişiyiz. Aramızda seksen bilmem kaçta ölmüş halamın ruhunu, Hacı Hüseyin Efendi’nin öbür dünyadaki kimliğini, tanıdık tanımadık birçok ölünün gözlere görünmez manevi varlıklarını bizimle beraber sayarak, senli benli onlarla konuşursak akıllı yani normal insanlardan ayrılmış olmaz mıyız? O hâlde, gaiplerle konuşan delileri niçin tedaviye uğraşmalı?”
O zamana kadar ince bir gülümseme ile dayılarını dinleyen delikanlılardan Orhan artık susmaya dayanamayarak: “Dayı bey, Londra’da, Paris’te, Amerika’da, daha birçok uygar memleketteki ispritizma kuruluşlarını, cemiyetlerini ve bunların gazetelerini, broşürlerini, yıllıklarını yani bütün yayınlarını hiçe sayarak üyelerine büsbütün budala, deli demek hakkına sahip misiniz?”
Dayı bey yan gözle yeğenine baktı ve dudaklarının bükük alayıyla: “Galiba zatıalileriniz de bu cemiyetlerden birinin onur üyesisiniz?”
Orhan: “Olsak da ne lazım gelir… Ama bizim naçiz varlığımızın böyle yüksek cemiyetlerce ne önemi olabilir?”
Şarıltılı bir yağmur başlamıştı. Bu sudan kamçılar altında oluklar, çerçeveler, kaplamalar, kiremitler, her taraf kendine özgü bir ses çıkarıyordu. Dışarıda bir gezinti oldu; perilere inananlar, inanmayanlar en ufak bir pıtırtıdan kuşkulanır gibi etrafa kulak veriyorlardı.

V
FANTOM NEDİR?
Oda kapısı hafifçe bir gıcırtıyla aralandı, Mürebbiye Madam Sermin açık göğsünü şalıyla örterek içeriye girdi. Doğruca öğrencilerine Fransızca olarak: “Korktunuz mu yavrularım? Yıldırım çok dehşetliydi. Sandım ki odama indi. Tanrıya şükür, hava biraz serinledi.”
Beyler yaşlarında ne kadar ilerleseler, mürebbiye onlara gene hep “mes petits, mes enfants” (“yavrularım, çocuklarım”) derdi.
Delikanlılar korkmadıkları cevabını vererek mürebbiyelerine teşekkür ettiler.
Dayı bey yarıda bırakmış olduğu alaycı konuya yeniden girişmek isteyerek: “Korkmuşlar… Korkmuşlar ama cesur görünmek için inkâr ediyorlar. Baksanıza benizleri hâlâ düzelmedi.”
Mürebbiye: “Göğün ateşinden korksalar da ayıp mı? Benim bile hâlâ çarpıntım savuşmadı.”
Dayı bey: “Sizin çocuklarınız göğün ateşinden çok Karacaahmet’in ruhlarından korkuyorlar.”
Mürebbiye ispritizmanın ateşli taraftarlarındandır. Yaşı elliyi geçmekle birlikte aşk, tuvalet, koketri mevsimleri de savmıştır. İhtiyar olunuz, genç olunuz hayatta ruhunuzu birçok sıkıntıya karşı oyalayacak bir uğraşı, bir inanç avuntusu gerektir.
Aslında dindar bir kadın olan Madam Sermin bu ruhçuluk mezhebini, yaşlı günlerinin gönül boşluğunu doldurmak için bir ilaç saymıştır. Zaten öğrencilerini ruhlarla tanıştıran da odur.
Mürebbiye ruhlar üstüne alaylı sözlere hiç dayanamazdı. Bundan ötürü dayı beye hemen karşılık verdi:
“Latif ruhlar vardır. Habis ruhlar vardır. İnsanlar da böyle değil mi? Fenaların şerlerinden daima kendimizi korumalıyız.”
“Madam, affedersiniz, size önemli bir şey soracağım. Lütfen cevap verir misiniz?”
“Eğer anlayabileceğim ve anlatabileceğim bir şeyse niçin cevap vermeyeyim?”
“Ruhlara inanıyor musunuz?”
“Şüphesiz… Bütün dinler ve bütün dindarlar gibi.”
“İnanamayanları inandırmak için bir bilim ve mantık gücünüz var mı?”
“İnanma için bilimden, mantıktan daha önemli bir şey gerekir.”
“Ne gibi madam?”
“Ruh sağlamlığı.”
Dayı bey bu sözlerden sağlam bir anlam çıkaramadığını anlatır bir gülümseme ile tekrarladı:
“Ruh sağlamlığı…”
“Evet efendim, ruh sağlamlığı… Yani ruhça uyanıklık…”
“Benim ruhum uykuda olmalı ki böyle düşsel şeyleri aklım bir türlü kavrayamıyor.”
“Affedersiniz ama öyle olmalı.”
“Öğrencilerinizi aydınlatmış olduğunuz gibi benim ruhumu da bu ağır uykudan uyandıramaz mısınız?”
“Bunun için istidat gerekir. Her isteyen şair, ressam, müzikçi, dâhi olabilir mi?”
“Madam ruhlarla konuşmayı ve hayalet, fantom görmeyi, bundan on yıl önce ölmüş birinin nasıl bir yüz ve kılıkla karşıma çıkacağını çok merak etmekteyim.”
“İnanmadığınız bir şeyi nasıl görebilirsiniz?”
“Görmediğim bir şeye nasıl inanabilirim?”
“Görmek bizim görme organımızla ilgili bir olaydır. Bizim gözlerimiz çok kuvvetsizdir. Uzak cisimleri göremedikleri için dürbünler icat etmişler. Küçük şeyleri seçemedikleri için mikroskoplar yapmışlar. Oysa ne kadar alet yaratsak hâlâ en uzağı ve en küçüğü göremiyoruz. Doğanın bize müsaade ettiklerini görürüz. Göstermek istemediklerini tabiatıyla göremeyiz. Bundan dolayı bizim göremediğimiz şeylerin var olmamaları gerekmez.”
“O hâlde madam, doğanın bize göstermek istemediği şeylere biz de körü körüne iman edemezsek bundan dolayı bizi kim sorumlu tutabilir?”
“Siz göremiyorsanız görenler var.”
“Demek doğa bazılarımıza müsaade ediyor?
“Evet… Yalnız görmek değil, hissetmek, büyük ve bilinmeyen kuvvetten aydınlanma ve esin almak… Fantomu herkes görebilir. Hatta hayvanlar bile ondan ürkerek kaçarlar. Doğanın fantomdan başka göremediğimiz gizlilikleri çoktur. Bu sırlardan bazıları uyanıklara açık olur.”
“Siz fantom gördünüz mü, madam?”
“Gördüm ama size anlatsam inanmayacaksınız. İnançsızlığınızın hamlığı üzerinizden biraz gitsin, sonra anlatırım.”
“Fantom nedir madam, rica ederim. Bana ilkin bunu anlatınız.”
“Fantoma siz Türkçenizde hayalet diyorsunuz.”
“Evet hayalet… Aslı olmayan şey demektir.”
“Rica ederim efendim, aslı olan şey ile olmayanı birbirinden ayıralım. Yani gerçekle düşü… Gerçek nedir?”
“Gerçek, benim bildiğime göre, kendimizin dışında olan objectif şeylerdir. Yalnız kendi iç duygularımızda subjectif olarak bulunanların hepsi gerçek değildir.”
Madam Sermin yaşından umulmayacak çevik bir hareketle yerinden fırladı. Beylerin kitaplığından çekip getirdiği kitabın bazı sayfalarını karıştırarak: “Dayı bey, affedersiniz. Siz inatçı bir incrédule, imansızsınız. Sizi kendi kendime inandıramayacağım. Büyük yardımcılara ihtiyacın var. Bakınız, bu konuda Flammarion ne diyor:”
“Gerçeğin böyle objectif, subjectif biçiminde ele alınması çok tartışmalara yol açan bir sorundur. Zira içten gelen bir duygumuz gerçekle uyuşabilir. Özellikle ruhsal olaylarda… Örneğin bir dostunuz uzak bir yerde ölür. Rüyanızda veya başka bir surette gelip size görünerek ölümünü haber verir. Suda boğulduğunu, bir tren altında ezildiğini veya öldürüldüğünü anlatır. O hâlde ki onu, üzerinden zırıl zırıl suları akarak veya ölümüne göre kan revan içinde görürsünüz. Yani tıpkı öldüğü şekilde size görünür. Bu gördüğünüz, olmuş olayın gerçek suretidir. İşte bu duygunuz subjectif’tir. Ama gerçekle bir aradadır. Bu soy pek çok örnek gösterebiliriz. Meselenin ikinci kısmı da tartışma ihtiyacından uzak değildir. Kendimizin dışında yani objectif bulunan şeyin gerçek olduğu savunuluyor. Pekâlâ, ama bir ebemkuşağını görürsünüz. Ölçersiniz, incelersiniz, onun fotoğrafını da alırsınız. Bunun gerçekliği neresindedir? Bu görme ile ilgili bir olaydır. Komşunuz da başka bir ebemkuşağı görür. Sol gözünüz, sağ gözünüzün gördüğünün aynını görmez. Önünüzde atmosferin yarattığı bir serap peyzajı görürsünüz. Bu bir gerçek midir? Suya daldırdığınız bastonunuz kırılma olayıyla kırılmış görünür. Bu doğru mudur? Görmenizin bu tanıklığına inanır mısınız? Sözün kısası, objectivement[7 - Objectivement: Objektif olarak, nesnel, tarafsız. (e.n.)] gördüğünüz her şey gerçek olabilir mi? Özellikle gerçeğin ne olduğunu tespit edemediğimiz hâlde… Görünmeleri bakımından fantomlar birer gerçektir. Ama bu gerçeklikleri neden ibarettir?”
Talat Bey mürebbiyenin okumasını keserek: “Pardon Madam. Siz, üstadınız Flammarion’la birlikte düşü gerçek, gerçeği düş yapıyorsunuz…”
“Mösyö, bu ikisi o kadar birbirine karışıktır ki… Bir ölünün fantomu tıpkı onun sağlığındaki şekliyle görünüyor. Bu konuda delilli, ispatlı yüzlerce olay vardır. Flammarion’dan aktararak bir tanesini anlatayım.”[8 - Olayın doğruluğunu incelemek için başvurulan: Proceeding of the s.p.r. vol. VI. P. 17 et Annales psychiques 1909, p. 325. (y.n.)]

VI
ÖLÜMÜNDEN DOKUZ YIL SONRA GÖRÜNEN BİR KIZ
İhtiyar mürebbiye devam etti:
“Bu harikulade olaylar vardır ama her ölüde ortaya çıkan bir bollukta değildir. Doğrudur, nadirdir. Dinleyiniz. Olayı anlatan diyor ki:
Çok sevdiğim, on yedi yaşında bir kız kardeşim vardı. 1867 yılı Saint-Louis şehrinde koleradan öldü. 1876 yılı yani kız kardeşimin ölümünden dokuz yıl sonra Amerika Birleşik Devletlerinde bulunuyordum. Bir gün odamda öğleye doğru yazı yazar ve bir cigara içerken sol tarafımda kolunu masaya dayayarak birinin oturduğunu hisseder gibi oldum. Ve hemen o yana dönerek baktım. Bir de ne göreyim, yanı başımda merhum kız kardeşim oturmuyor mu! Ölümüne son derece üzüldüğüm sevgili kardeşçiğimi böyle odamda diri görünce akıl ve hayale sığmaz bu görünüş karşısında pek şaşırmakla birlikte çok sevindim. Ama bu gördüğüm şey gözlerimin önünde hemen eriyerek yok oldu. Bu ne? Düş mü gördüm? Hayır, uyanıktım. Elimdeki cigara tütüyordu. Kalemimin çizdiği yazılar henüz kâğıdın üzerinde kuramamıştı. Kendimi yokladım. Her tarafa baktım. Bu gördüğüm şey ne düş idi ne de hayal… Gerçekti. Kız kardeşim bana dipdiri gözüktü. Sessiz, masum gözleriyle hâlâ bana bakıyor gibi geliyordu. Bu doğaüstü hâlden duyduğum üzüntünün şiddetiyle hemen trene koşarak ailemin yanına döndüm.
Olayı anlattım. Ama bunun bir gerçek olduğuna kimseyi inandıramadım. ‘Babam güldü. Sen bir birsam[9 - Birsam: Sanrı. (e.n.)] hâle uğramışsın. Gerçek sandığın bu boş inana bizi de inandırmak istiyorsun.’ dedi.
Bu garip olayı her kime anlattımsa alaycı bir imansızlıkla karşılandım. Bu mucizevi görüşüm sırasında bir şey dikkatimi çekmişti. Kız kardeşimin yüzünün sağ tarafında taze bir çizik, bir sıyrıntı görmüştüm. Bunu anlatınca annem haykıra haykıra bayıldı. Başına üşüştük. Ayılınca annem bu büyük üzüntüsünün nedenini bize şöyle anlattı:
‘Yavrucağımın cenaze tuvaletini yapıyordum. Acımın şiddetinden elim titredi. İğne ile yüzünü çizdim. Ve sonra bu sıyrıntıyı pudra ile örterek tamire uğraştım. Bunun benden başka kimse farkında değildir… Oğulcuğum, sözlerinin gerçek olduğuna şimdi inandım. Başka ispata hacet yok.’
Bir ölünün böyle garip bir biçimde görünmesi diriler için olacak bir ölüm olayına işaret sayılıyor. Gerçekten de çok sürmeden annem öldü.”
Mürebbiye okumayı bitirdikten sonra Talat Bey’in yüzüne bakarak: “İşte size cildiyle, sayfasıyla güvenilir bir kaynak göstererek olayı okudum. Ne dersiniz? Bilim ve gerçek adına saf kimseleri aldatmak için böyle yalanlar düzmeye tenezzül edenlerin olacağına inanıyor musunuz?”
Dayı bey düşünceli bir ağırlıkla bir cigara tazeleyerek cevap verdi:
“Her yalanın anlatıcısına ahlaksız denemez. Çünkü kendileri inanarak yalanı doğru sanıp da söyleyenler de vardır. Okuduğunuz olayın kaynağı ne kadar güvenilir olursa olsun bu garip şeye inanabilmek için işin içi ayıklanacak pürüzlerle doludur. Bir kız ölümünden dokuz yıl sonra daha dün ölmüş gibi yüzündeki taze çizgi ile görünüyor. Haydi buna peki diyelim. Lakin bir insan vücudunun nelerden meydana gelmiş olduğunu biliyoruz. Bir fantomunki incelemeye geliyor mu? Görünüyor, üstüne varılınca kayboluveriyor diyorlar. Gözle görülüp de elle tutulamayan bu hayalet nedir? Bunu seraba, gökkuşağına benzetmek pek doğru olamaz. Çünkü bu son ikisinin nasıl olduklarını fizik bize açıklıyor. Fantoma deneysel bilim usulü uygulanabilir mi? Hangi bilim, hangi teknoloji bunu inceleme gücündedir? Ölüm olayını incelemek, çözümlemek ve açıklamak için önümüzde organik yaşamı durmuş bir ceset vardır. Bu maddi varlığı bırakıp da ele avuca sığmaz madde dışı bir şeyin arkasından koşarak bu kuruntu üzerine sorunlar kurmak…”
“Beyefendi, fantomların, yani sizin hayalet dediğiniz şeylerin göründükleri muhakkaktır. Bunların vücutlarını kesinlikle inkâr etmekle bu çok nazik sorun çözümlenmiş olamaz. Hayat ve ölüm, bu iki olay arasındaki geçitte çok sır gizlidir. Cesedin maddi varlığından kurtulmuş bir ölünün ruhu henüz mahbesinde bulunan bir dirinin ruhuna görünemez mi? Yani bu veya şu biçimde herhangi bir yolla kendini ona duyuramaz mı?”
“Ne bileyim? Ruh denince düşüncem bir bilinmeyenle karşılaşıyor. Ölü, diri iki ruhun herhangi bir yolla birbirine kendilerini duyurabildikleri olayı çözümlenmiş olsa mesele bitmiş gibi oluyor. Göze görünenle görünmeyen arasındaki ilişkiyi tespit kabil olur mu?”
“Göze görünenle görünmeyen, gene oraya geldik. Görünen, görünmeyen, bu ne demektir? Şimdi ona bakalım. Maddi varlıkla madde dışı varlık… Göze görünen, tartıya, dokunmaya gelen madde dediğimiz şey, göze görünmeyen, dokunmaya tartıya gelemeyen fantomların birikintisinden meydana gelir. Gözlere görünen aynı madde birkaç dakika içinde görünmez olabilir. Yaz gününde bir bulutun meydana gelişini ve sonra mavi gökte kayboluşunu inceleyiniz. Bir biçim değiştirme yani bir dönüşüm olayı karşısında bulunduğunuzu anlarsınız. Ateş, bir madde kitlesini buhara, yani görünmez, tartılmaz moleküller hâline getiriyor. Su, hava, karbon, azot ve başka elementler meydana getirdikleri sağ vücutlarda ve inorganik cisimlerde dokunulabilirdirler. Bizim gözlerimiz ve duygularımız için bir mermer, bir demir parçası, bir insan, bir ağaç; katı, yoğun ve dayanıklıdır. Elektrik akımı için hava direnç gösterir. Metal bir parça ise elektriği geçirir. Bize üstün ve bunun için de öteki duygu ve kabiliyetleri olan ruhlara bu katı madde gerçek dışı görünebilir. Ve buna karşılık ‘düşünce’ incelenmesi mümkün bir gerçek, bir varlık biçimini alabilir. Bu söylediklerim ulu orta sözlerden sayılmasın. Doğrudan doğruya duygularımıza çarpan dünya ile ilgili olaylarda, hayvanlar âleminde ve özellikle yaratılış tabakasında kendimizden aşağı saydığımız böceklerin hayatında çok gariplikler görmekteyiz. Böcekler bazı geçiş duygularında bizden üstündürler. Bizimkilerden başka türlü, anlaşılmaz, şaşırtıcı duygularıyla entomologiste’leri hayretlere düşürmektedirler.
Talat Bey hâlâ yüzünde sürüp giden inançsızlık gülümsemesiyle:
“Madam, bulutun tabii ne olduğunu biliyoruz. Yoğunluğu azala azala bu havai şey sonunda gözlere görünmez olur. Biz bir atmosfer banyosu içinde yaşıyoruz. Ciğerlerimiz, gözeneklerimiz daima bununla alışveriş hâlindedir. Bir dakika onsuz kalsak ölürüz. Fakat sissiz, bulutsuz, kuru havalarda etrafımızda hiçbir şey göremiyoruz. Havanın yoğunluk ve saydamlığından fantomların yaratılışları üstüne bir kıyas çıkarmayı hiç doğru bulamıyorum. Böceklerin bazı konularda bize üstün kavramaları olabilir. Ama bu hâl beyince gelişme eseri değil, büsbütün içgüdüsel bir şeydir. Böceğin dirisi, ölüsü bir mikroskop, bir neşter altında incelenebilir. Fantomların erilir, tutulur yerleri yoktur. Bunlar üstüne söylenenler benim için bir masal garipliğinden farklı değildir.”
“Mösyö, öteki dünya ile ilgili olayları böyle dünya ile ilgili duygularınızın yardımıyla ölçüp biçmekte inat ederseniz mezarın öbür yanında olanlardan hiçbir şey anlayamazsınız. Ruhlar, görmek için göze, işitmek için kulağa vb. bizdeki kaba duyu organlarına muhtaç değildirler.”
“Ne kadar kaba sayarsanız sayınız madam, etrafımda olup bitenleri doğanın bana vermiş olduğu beş duygu ile ölçüp biçmeye mecburum. Bir zamanlar ortaya altıncı, yedinci duygu modası çıkarıldı ama benim beş organıma yeniden bir şey eklenmediği için bu iddianın aslının ne olduğunu anlayamıyorum.”

VII
ŞEYH BATTAL’IN FANTOMU
Odada bu tartışma sürüp giderken dışarıdan koşuşmalar, çığlıklar işitildi. Ufak birer helecanla kulak verdiler. Ne oluyordu? Yangın mı? Hırsız mı? Beklenmedik bir kaza mı? Yarım dakika sürmeden oda kapısı hızla açıldı. Leman, kaçık bir benizle içeriye girdi. Titreye titreye kendini annesinin kucağına attı.
Hanımefendi şaşırarak: “Ne oldun kızım? Nedir bu korku? Bu telaş? Bu helecan?”
Leman sönük gözlerle kapıya doğru bakarak: “Geliyorlar mı?”
“Kim?”
“Fantom.”
“Nasıl fantom?”
Gene oda kapısı açıldı. Önde Dilaver, arkada anası Çeşmifettan kadın kendilerini içeriye attılar.
Çeşmifettan, çocukların dadısıdır. Çok zaman önce azat edilmiş, evlendirilmiş, bir oğlu olduktan sonra kocası öldüğünden tekrar konağa dönmüştür. Dilaver on yedi yaşında, komik mizaçlı, zeki bir çocuktur.
Hanımefendi: “Dilaver, ne oldunuz?”
Dilaver çarpılmış gibi kambur zambur bir durum alarak gözlerini süzgün süzgün tavanda dolaştırdıktan sonra:
“Fan, fan, fantom…”
Hanımefendi gittikçe artan bir merakla sorusunu yineledi:
“Nasıl fantom canım?”
Çeşmifettan iki elini göğsüne bastırarak: “Eşhedü enla ilahe illahlah, yeşil sarıklı, göbeğine kadar aksakallı…”
Dilaver: “Koca karınlı. Bol şalvarlı. O kadar bol ki hepimiz içine sığarız. Ayaklarındaki çedik pabuçlar nah salapurya kadar.”
Çeşmifettan: “Göbeğinin üstünde yusyuvarlak, balgamî bir taş…”
Dilaver: “Kemer patlıcanı gibi bir çift kaş. Öyle de iri gözler ki içlerinde deminki gibi şimşekler çakıyor. İnsana yiyecek gibi bakıyor.”
Odadakiler hep derin birer hayretle saçma sapana benzeyen bu sözleri dinliyorlardı.
Sonunda hanımefendi sabırsızlanarak: “Çeşmifettan, ana oğul siz çıldırdınız mı? Bunlar nasıl lakırtı, kuzum?”
Çeşmifettan: “İki gözüm hanımefendiciğim, çıldırmadım. Gördüğümüzü söylüyoruz. Leman Hanım da bizimle beraberdi. O da hem gördü hem de işitti.”
Leman: “Anneciğim, ben korktum, pek dikkatli bakamadım, kaçtım ama dedikleri doğru.”
Hanımefendi: “Gördü, haydi ne ise ne, işitti ne demek? Fantomla konuştunuz mu?”
Çeşmifettan: “Biz yalnız dinledik, hep o söyledi.”
Hanımefendi: “Kim?”
Çeşmifettan: “Fantom…”
Hanımefendi: “Ne dedi?”
Çeşmifettan: “Adı Şeyh Battal’mış. Karacaahmet’te yatıyormuş. Bu gece hava sıkıntılıymış. Etrafta gezinmeleri için müritlerine izin vermiş.”
Dilaver: “Bu gece ölüler etrafta avcıya dağılmışlar. Bizim eve de bu göbeklisi düşmüş.”
Hanımefendi: “Sus, zevzek çocuk! İş ciddileşmeye başladı. Şeyh Battal’a aşina çıktım. Paşa merhumun bu namda sevip görüştüğü bir şeyhi vardı. Tekkesi Nuhkuyusu civarında idi. Ölümünde Karacaahmet’e gömüldü.”
Çeşmifettan: “Hanımefendiciğim, Allah sizden razı olsun, işte gerçeğe aşina çıktınız. Biz Şeyh Battal’ı ne bilelim, görüp işittiğimizi söylüyoruz.”
Talat Bey: “Camille Flammarion sağ olsaydı bir apparition[10 - Apparition: Hayalet. (e.n.)] da bizim evde olduğundan kendisine mektup yazardım. O da anket ciltlerine on bin bilmem kaçıncı olarak bu harikayı yazardı.”
Mürebbiye: “Beyefendi, sanki bu mucize sizi imana getirmek için damınızın altında oldu. Hemen gözlerimizin önünde gibi olup biten bu öteki dünya ile ilgili olaya ne dersiniz?”
Talat Bey yüzünden hiç kaybolmayan aynı şüpheci gülüşle:
“Gözlerimizin önünde hiçbir şey olmadı. Fantomlar üstüne şimdiye kadar işittiklerim gibi bu da benim için söylenti çeşidinden şeylerdir.”
Mürebbiye: “Bu üç kişi birden yalan mı söylüyorlar? Bu önemli konuda kesin düşüncenizi anlamak isterim.”
Talat Bey: “Peki madam, düşüncemi şimdi bildiririm. Ama dinleyelim bakalım, Şeyh Battal daha neler söylemiş.”
Çeşmifettan: “İki elim yanıma gelecek… Yalan kabul etmem… Ne zoruma? Efendilerimi niçin aldatayım?”
Dilaver: “Şeyh Battal ahiretten geliyor ama galiba orada da buhran saçağa sarmış olmalı ki düpedüz para istedi. Azıcık daha gitmemiş olaydı salona çağırıp kahve pişirecektim.”
Hanımefendi: “Sen sus çocuğum, annen söylesin. Ne suretle para istedi Çeşmifettan, anlat.”
Çeşmifettan: “ ‘Paşa merhum sağlığında bizi görür gözetirdi. Ailem sefalet içindedir. Hanımefendiye söyleyiniz, onlara ara sıra biraz dünyalık göndermeyi unutmasın.’ dedi.”
Talat Bey: “Hah, şimdi işte gerçek biraz sırıtır gibi oldu. Bu üç kişinin Şeyh Battal şeklinde birini gördüklerine inanırım. Ama bu, mezarlıktan gelme bir fantom değildir. İşin içinde bir truc[11 - Truc: Oyun. (e.n.)] var. Hanımefendiden Şeyh Battal ailesi adına para koparmak için kurnazın biri mükemmel bir makyajla o şekle girerek geldi. Göründü. Çünkü bu evde ruhlarla, perilerle konuşulduğunu, öteki dünyaya ait meselelerle uğraşıldığını bilen bir hinoğlu, ailemizin bu inanç zayıflığından böylece faydalanmaya kalkıştı. Kavuğuyla, çakşırıyla bir ölüyü diriler sahnesine çıkaran bu hilekâr, paşa merhumun Şeyh Battal’la olan dostluğunu da bilenlerden birisi…”
Hanımefendi: “Kardeş, müsaade ediniz de meseleyi etrafıyla anlatayım.”
Talat Bey: “Bunda anlatmaya değer bir şey yok. Ölümünden on sekiz yirmi yıl sonra Şeyh Battal yeşil sarığını sarıp bol şalvarını giyerek koca sakalıyla burada boy gösteremez.”
Dilaver: “Sakalının yabani ot gibi fışkırarak suratını sarmış olmasına bakılırsa tuvaletini yaptırmak için Şeyh Hazretleri’nin ahirette ucuz bir berber bulamamış olduğu anlaşılıyor.”
Çeşmifettan: “Sus oğlum, evliyalardan böyle eğlenir gibi söz edilir mi?”
Talat Bey: “Dünyada şeyh idi, ahirette evliya oldu. Macera etraftan duyulursa yarın akşam mezarına kandil yakmaya kalkarlar.”
Hanımefendi: “Müsaadenizi çok rica ederim. Bu Şeyh Battal adı bende pek merak uyandırdı.”
Talat Bey: “Peki, sustuk efendim, sorunuz…”
Hanımefendi: “Çeşmifettan, şeyhi nasıl gördünüz, ta başlangıcından işi anlat.”
Çeşmifettan: “Ben odamda uyuyordum. Yıldırımın dehşetinden uyandım. Ama döşeğimden çıkmadım. Bir şey görmeyeyim diye yorganı başıma çektim. ‘Dadı, dadı, kalk!’ diye kulağıma bir ses geldi: Başımı çıkarıp baktım, Leman Hanım. ‘Ne istiyorsun yavrum?’ dedim. ‘Yağmur bardaktan boşanır gibi yağmaya başladı. Bizim sandık odası akıyor. Her şeyimiz harap olacak, kalk da bir çaresine bakalım.’ dedi. Kalktım. Akan yerlere koymak için çamaşırlıktan leğenler almak icap etti. Taşlığa indik. Dilaver de beraber geldi. Kileri açtık. Uzun yoldan giderken mübarek adamla hapa hap karşı karşıya geldik. Ben, destur, tütü diye durdum. Çocuklar korktular. Leman Hanım kaçtı. Dilaver bir zaman beni yalnız bırakmadı. Nasıl söyleyeyim bilmem, fantom mu? Şeyh Battal mı? İşte onunla beş altı arşın açıklıkla yüz yüze durup birbirimize bakıyorduk. Koca yeşil sarık, göbeğine kadar ak sakal… Elinde iri taneli bir tespih… Ben, bulunduğum yerde kaskatı kaldım. Ne ileri gidebiliyordum ne de geriye. Bize o sözleri söyledikten sonra, nasıl oldu anlayamadım. Şeyh Battal birdenbire karşımızda kayboldu. Sonra bana biraz cesaret geldi. İleri yürüdüm. Her tarafa bakındım, kimse yok.”
Hanımefendi: “Açık kalmış kapı var mıydı?”
Çeşmifettan: “Hayır efendim bütün kapılar içeriden her zamanki gibi sürgülü. Bütün pencereler demir parmaklıklı. Ölü mü, diri mi işte bu hayalet nereden girdi? Nereden çıktı? Anlayamadım… Onlara kapı baca olmaz derler pek sahi.”
Şimdi hepsi susmuştu. Bu garip olay üzerine düşünüyorlardı. Ama sadece düşünmekle bu garabeti saran sırları anlamak mümkün olabilecek miydi? Olayın leh ve aleyhinde tanıklık için kuvvetli kanıtlar gerekti. Talat Bey’e göre apparition usta bir hilekârın oynadığı komediden başka bir şey değildi. Ama bu gerçeği odada bulunan saf kimselerin önünde nasıl ispat etmeliydi?
Hanımefendi bir süre dalgın kaldıktan sonra kardeşinin inançsızlığını sarsmak için dedi ki:
“Düşündüm. Bundan yirmi beş yıl önceki Şeyh Battal o eski biçim ve görünüşüyle gözlerimin önüne geldi. Şeyh merhum tıpkı tıpkısına bunların tarif ettikleri kılıkta idi.”
Talat Bey: “Tabii, aktör temsil ettiği kimsenin kişiliğini almakta büyük bir maharet göstermiş. Olayda olumlu gördüğüm yalnız bu yöndür veya…”
Talat Bey sustu. Hanımefendi bir dakika bekledikten sonra: “Sözünüzü tamamlayınız.”
“Veya Çeşmifettan, yıldırımdan sarsılan beyniyle bir birsam hâle uğramış olmasın.”
“Ne demek?
“Yani kalfamız bir boş inana tutulmuş olmasın.”
“Nasıl olur?”
“Basbayağı. Siz biraz düşününce zihninizde Şeyh Battal’ı bütün o kallavi kılığıyla buldunuz. Böyle bir image[12 - Image: İmge, görüntü, suret. (e.n.)] açıklayamayacağımız bir ruh hâli ile Çeşmifettan’ın dimağında da uyanamaz mı?”
Hanımefendi Çeşmifettan’a dönerek: “Kalfam, sen Şeyh Battal’ı sağlığında görmüş müydün?”
Çeşmifettan: “Hayır efendim, öyle bir adamı hiç hatırlamıyorum.”
Hanımefendi Leman’la Dilaver’i göstererek: “Bu çocuklar ise o zaman dünyada bile yoktular. Kardeşim siz, Şeyh Battal’ın bu üç cana gözüktüğünden emin olunuz. Çeşmifettan bu yaştan sonra yalan söylemez. Leman’ın ise böyle şeyler uydurmak asla âdeti değildir. (Kızını okşayarak) Bakınız yavrucağımın hâlâ titremesi geçmedi. Hâlâ benzi yerine gelmedi.”
Dilaver çarpık boyunla kendini acındıracak bir jest alarak: “Hanımefendimiz, bendeniz yalan söyler miyim? Bu gece Şeyh Battal’ı görmekten ne avantam olabilir?”
“Sen sus maskara, senin Allah bir dediğine inanmam. Annene bütün kalbimin kuvvetiyle inanırım.”
Çeşmifettan yine gürül gürül kelimeişehadet getirerek: “Yalan şeytana mahsustur… Ahirette kırk yerde sorgusu vardır.”
Dilaver anasının bu saflığına fıkır fıkır güldü.
Hanımefendi: “Kardeşim, Şeyh Battal’ın bu geceki gözükmesinde kendi bakımımdan hiç kuşkuya yer yoktur. Siz de bu garip olayı kendi zihninize göre yargılayınız.”
Talat Bey: “Bir daha böyle bir hayalet gözükürse hemen bana haber vermelerini rica ederim.”
Dilaver: “Ailesi adına istediği para gönderilmezse Battal Hazretleri’nin ziyaretleriyle bizi yine şereflendireceğine hiç kuşkunuz olmasın.”
Çeşmifettan: “Oğlan, çarpılacaksın. Evliya ile eğlenilir mi?”
Dilaver: “Aşağıya bir çifte nağra ile bir zurna saklayacağım. Şeyh gözükür gözükmez ‘âlâ bir daha’ havası çalacağım.”
Çeşmifettan: “Bu oğlan benim yüreğime indirecek.”
Talat Bey: “O şeytan çocuk hepimizden akıllı.”
Dilaver: “Sayenizde akıllıyım, ama…”
Talat Bey çocuğun lakırtıyı bitirmesine vakit vermeden:
“Ulan, sana akıllı dedimse çarçabuk beni yalancı çıkar diye söylemedim ya? Kimse kimsenin sayesinde akıllı olamaz. Zekâ yaratılıştan gelen bir şeydir.”
Dilaver: “Dayı beyefendi, nazar değmesin diye arada bir de böyle ahmaklık yapmalıdır.”
İlk hatasını ikinci sözüyle tamir eden çocuğun zekâsına gülüştüler.
Talat Bey bu kez yeğenlerine dönerek: “Beyefendiler, hayli vakittir hiç sesiniz çıkmıyor. Sade dinliyorsunuz. Şeyh Battal’ın bu apparition’u üstüne sizin de olumlu, olumsuz düşüncelerinizi anlamak isteriz.”
Orhan: “Meselede bizim olumsuz bir düşüncemiz yoktur.”
Talat Bey: “Demek bu garip olayı bir gerçek olarak kabul ediyorsunuz?”
Turhan: “Garip olay deyimi genel kurallardan bütün bütün aykırı ve az rastlanır durumlar için kullanılır.”
Talat Bey büyük bir şaşkınlıkla:
“Demek ki Şeyh Battal’ın koca sarık ve karnıyla bu gece bizi ziyareti, ölümün genel kuralına aykırı olmayan pek doğal bir olaydır.”
Orhan: “Şüphesiz…”
Talat Bey: “Kırk yıl tartışsak birbirimizle anlaşamayız.”
Turhan: “Siz, ölümden sonra başlayan ikinci hayata inanmıyorsunuz, aramızdaki büyük anlaşmazlık oradan çıkıyor.”
Talat Bey: “Ölümden sonra hayat… Hani ya şu dinlerin cennetle mükâfatlandırıp cehennemle korkuttukları hayat mı?”
Orhan: “Hayır, biz dinlerin efsanelerini kabul etmiyoruz. Bizim inandığımız ikinci hayat göksel, ebedî ve katkısızdır.”
Talat Bey: “Demek biz ölmüyoruz, bir ikinci hayata diriliyoruz?”
Orhan: “Bu gerçeği bir gün teknoloji yoluyla ispat etmek kabil olacaktır. Mesele yavaş yavaş o biçimi alıyor.”
Talat Bey: “Bu konuyu bir gün inceden inceye tartışırız. Şeyh Battal’ın ölümünden yirmi bu kadar yıl sonra o eski kılığıyla gelip de bize görünmesini nasıl olup da pek doğal sayıyorsunuz? Şimdi bana bunu anlatınız.”
Orhan: “Yüzlerce benzerine oranlayarak. Anlıyor musunuz… Belki binlerce… Ellerimizde kitaplıklar dolusu ispatlı, tanıklı belgeler var. Bunların hepsine birden uydurmadır deyip de işin içinden çıkamazsınız.”
Talat Bey: “İspatlı tanıklı belgeler dediğiniz şeylerden sizin savunduklarınıza karşıt birçok delil bulup çıkaracağıma emin olunuz. Ben de bu mesele ile uğraşacağım. Ya ben de sizin gibi spiritist[13 - Spiritist: Ruhlara inanan kimse. (e.n.)] olurum ya da sizi gerçeğe döndürürüm. Savunduklarınızın yüzde birini adamakıllı ispat edebilmiş olsanız, ben de düşünmeye varacağım. Ama pöh pöhle ortaya döktüğünüz şeyler laf sınırından öteye geçemiyor…”
Orhan: “Dayı bey, siz de inanmadığınız şeylerin asılsızlıklarını ispat edebilmiş olsanız o zaman biz de kendimizi inandıklarımıza karşı açılan bir kapının önünde bulmuş oluruz. İzin verirseniz ölülerin gelip göründüklerine dair bir iki olay daha okuyalım.”
Talat Bey: “Şeyhin kerameti kendinden menkul kabilinden olan bu ciltler dolusu olayların ardı arkası tükenmez ama okuyunuz, dinleyelim.”

VIII
İÇİNDE ÖLDÜĞÜ APARTMANI GÜPEGÜNDÜZ GELİP DOLAŞAN KIZ
Orhan, Ölümün Sırları ciltlerinden birini açarak tokça bir sesle okumaya başladı:
“Flammarion yazıyor (Après la mort, 3. cilt, sayfa 294): Bir genç kızın ölümünden bir yıl sonra göründüğü 22 Temmuz 1899 tarihli bir mektupla İtalya’dan bana yazılıyor, imza Mösyö Giuseppe Cavagnaro’dur. Olayın doğruluğu yeminle temin ediliyor. On sekiz yaşında ölen bu kızın odalar arasında dolaştığı yalnız söylenti değil, evin öteki kiracılarınca da aynen görülmüştür. Bu görünüş pek soğukkanlılıkla olmuştur. Olay birsamlık ve başka türlü marazi bir görünüme sığdırılamaz.
İşte olay:
On sekiz yaşında, Cenova’da öğrenciydim ve babamın yanında bulunuyordum. Bir sabah saat yediye doğru Yunanca bir kitabın sayfalarını karıştırırken bir kapı açılır gibi bir gürültü duydum. Baktım ki mutfaktan doğru genç, güzel, uzun boylu bir kız geliyor. Arkasında bembeyaz bir gömlek vardı. Lüle lüle kumral saçları omuzlarından aşağı dökülmüştü. Hemen gülümsemeye benzer bir bakışla bana bakarak önümden geçti. Sonra kapıyı açtı. Ve gürültüyle kapayarak babamın odasına girdi.
Ben, bulunduğum yerde şaşakaldım. Kendi kendime “Bu kız kimdir? Bizim evde ne arıyor?” dedim.
Aşağı yukarı on dakika sonra babam odasından çıktı. Her zamanki gibi sabah yıkanmasını yapmak için mutfağa gitti. Ben merakımı çözümlemek için hemen babamın çıktığı odaya girdim. Fakat orada kimseyi bulamadım. Yatağın altına, iskemlelerin arkalarına, hatta çekmecelerin içine varıncaya kadar her yeri aradım. Kimse yok. Kız nereye kayboldu? Kapıdan tekrar çıkmış olaydı mutlaka görecektim. Pencerelerden dışarı atlaması da mümkün değildi. Çünkü dördüncü katta oturuyorduk.
Babam tuvaletini yapıp da dönünce olayı anlattım. Hemen ikimiz beraber merdivene koştuk. Bir şey göremedik. Babam henüz açılmamış olan sokak kapısının sürgüsünü çekti. Kapıcıya sorduk, daha sabahleyin hiç kimsenin girip çıkmamış olduğu cevabını aldık.
Bizim apartmanımızın karşısındaki dairede Avukat Manzini adında biri oturuyordu. Ona giderek olayı anlattık. Bu adam sözlerimize hiç şaşmadı. Tabii bir suretle biz dinledikten sonra şu karşılığı verdi: ‘Bildirdiğiniz yaştaki kız bir yıl önce şimdi babanızın yatmakta olduğu odada ölmüştü. Bu kızın ölümünden sonra gelip gezindiğini gören yalnız siz değilsiniz, sizden önce o apartmanda oturan kiracılara da aynen görünmüş olduğu için bu aile orayı korkudan bırakmak zorunda kalmıştı…’
Mösyö Giuseppe Cavagnaro mektubunu şöyle bitiriyor:
Olayın kesinlikle doğruluğunu size yeminle temin ederim.
Ankete gelen karşılıklardan 767’nci mektup.
Camille Flammarion ekliyor:
“Verilen bu teminatla yetinmeyerek olayın geçtiği yerde soruşturma yaptırttım. Söylenenlerin harfi harfine doğruluğu belli oldu.
İncelemeye girişmeden önce böyle olayları kesinlikle inkârda direnmekten ne çıkar? Toplumun itibarlı zümrelerinden aydın kimselerin tanıklıklarını niçin aşağı tabakalardan kaba halk kitlesinin sözleriyle bir tutmalıdır?”
Talat Bey: “Bitti mi yavrum?”
Orhan: “Bundan daha pek çok garipleri var.”
Talat Bey: “Malum, bu gariplikleri dinleyenler de anlatanlar kadar saf yürekli olmalı. Teknolojinin ispat alanında yemin kullanılamaz. Bilimin deneysel metodu birbirine sadece güven aşılamakla yürümez. Ne diriye ve ne de ölüye benzeyen bu fantomu gözüktüğü anda çalyaka edip laboratuvara sokmalı. Tanımak istediğimiz doğa elemanları için ne işlem yapılıyorsa onu da öylece borulardan, potalardan geçirmeliyiz.”
Bu tartışma biraz daha uzadı. Ortalık ağarıyordu. Uyumak için herkes odalarına çekildiler.
Hava sakinlemişti. Fırtınanın sinirlere verdiği gerginlik birkaç saat uyku ile yatıştı.
Saatlerce süren bu tartışmada ne Talat Bey’in inançsızlığı zerrece gevşemiş ne de beylerin inançlarından bir kıymık eksilmişti. Şeyh Battal’ın geceki apparition’u zihinlerde korkulu, saygıyla karışık büyük bir etki bırakmıştı. Hanımefendi inanmakta oğullarıyla beraberdi. Talat Bey olayın doğruluğunu kabule karşı görünmekle birlikte bu üç kişinin görgü tanıklıklarını büsbütün çürütebilecek kuvvette bir mantık kesinliği gösteremiyordu. Bunun için, ötekilerce bu muammayı göründüğü biçimde kabul etmek zorunluğu vardı.
Hanımefendi Şeyh Battal’ın sefil ailesine yardım isteğine kayıtsız kalmadı. Bu şeyh o gece görünen bir hayalet değil, vaktiyle paşanın aziz dostlarından bir kişiydi.
Bu aileyi o gün bulup yardımlarına yetişmek için bir otomobil getirtti. Çantasına yüz lira para koydu. Çeşmifettan’ı beraber aldı. Orhan’la Turhan bu kadar yıl sonra incarnation[14 - Incarnation: Vücut bulma, cisimleşme, canlanma. (e.n.)] yapan yani cisimleşen bu mübarek şeyhin ailesini ziyaret şerefinde bulunmak isteğini gösterdiler. Hep birlikte taksiye doldular.
Otoyola düzüldükten sonra bir de baktılar ki hayretle ne görsünler, Dilaver şoförün yanında oturuyor.
Hanımefendi yarı öfke, yarı latife yollu haykırdı:
“Ulan, oraya ne vakit atladın? Seni kim davet etti?”
Dilaver sırıtarak: “Ben kendi kendimi davet ettim. Hiç kambersiz düğün olur mu?”
“Neler de bilir afacan… Orada maskaralık edersen döverim seni alimallah!”
“Akşam şeyhin kendisiyle müşerref oldum. Bugün de ailesini görmek merakına düştüm. Beyefendiler buna apparition diyorlar. Acemceden Fransızcaya geçmiş bir sözcük olacak, ‘aparma’dan geliyor.”
Gülüştüler. Otomobil Karacaahmet’in güney tarafındaki yokuştan fakülteye doğru yol alıyordu. Ahiretin bu kara orman alanı dirilere ürküntü getirecek bir ilerleyişle etrafa kasvet saçıyordu.
Nuhkuyusu semtine geldiler. Üsküdar’ın bazı mahalleleri hâlâ birkaç yüzyıl önceki yüzlerini değiştirmemiş gibidir. Orada Buhara’ya, Taşkent’e benzer caddeleri, sokakları, kervansarayları andırır hanlar… Adım başında minareleri, kubbeleri, damlarıyla gözleri karşılayan hesapsız camiler, mescitler, tekkeler, medreseler görürsünüz. Hayattan çok ölüme yer ayırmış bir memleket…
Mahalle arası sokaklarından geçen birkaç kişiye Şeyh Battal ailesinin oturduğu sabık tekkeyi veya evi sordular. Bilen hiçbir kimse çıkmadı. Sonunda kapı çalmak zorunda kaldılar. İki üç evden olumsuz karşılık aldıktan sonra bir kocakarı işe yarayacak cevabı şöyle verdi:
“Doğru bu sokaktan aşağıya ininiz. Sola sapınız. Önünüze yıkık bir mescit çıkar. On beş yirmi adım ileri gittikten sonra yine o sıradaki ilk kapıyı çalınız…”
Hanımefendi: “Teşekkür ederiz hanım nine. Çok kimseye sorduk, bilemediler.”
Kocakarı: “Şimdi eskiler hiçbir yerde tanınmıyor. Kimsenin kimseye önem verdiği yok. Can cana, baş başa… Hani kuzum o eski komşuluk kaldı mı? Komşu hakkının yarın ahirette yedi yerde suali olduğunu kimse düşünüyor mu? Eskiden komşu demek akraba demekti. Birbirimizin her işine bulunuverirdik. Geçenlerde hastalandım da kapımı çalıp Allah için bana bir bardak su veren olmadı. Bu mahallede eskilerden bir ben kaldım, bir de şu karşıki evde hattatın anası Hafize. Ötekiler hep yeni. Soyları sopları bellisiz… Nereden geldikleri malum değil… Hep kesik saçlı, püskürme benli, sürmeli, allı morlu boyacı kedisi gibi mahluklar. İnanır mısın hanımefendi, bu mahallede Üsküdar Parkı’nda dans etmedik, şükür bir ben varım… Bir de Hafize…”
Dilaver tek duracağına[15 - Tek durmak: Uslu durmak, yaramazlık etmemek, sessiz kalmak. (e.n.)] Hanımefendiye vermiş olduğu söze rağmen dayanamadı:
“Hanım nine, dedi, şayet dans etmek istersen ben sana kavalye olurum. Başka kimseye angaje olma, kıskanırım ha…”
Hanımefendi hiddetlendi:
“Tut çeneni, şimdi ha…”
Kocakarı: “Darılmayınız hanım. Zamane böyle, şimdiki çocuklarda terbiye, saygı kaldı mı? Ellerini havaya kaldırıp aşağı indirerek yalnız beden terbiyesi yapıyorlar. Dilleri nah böyle, kürek gibi. Asıl terbiye ortadan büsbütün kalktı.”
Otomobil hareket edeceği sırada kocakarı şoförü durdurarak: “Laf karıştı, asıl söyleyeceğimi unuttum. Şeyh Battal’ın ailesini ne yapacaksınız?”
Hanımefendi: “Eskiden beri bir tanışıklık var da görüşeceğiz.”
Kocakarı: “Şimdiki zaman eski zamana benzemez. Şeyhin oğlu Abdüsselam da nefes ediyor ama pek gizli… Havaleli çocuklara, saraya, sıracaya, selamün kavlene okur ama neyleyeyim. Babasının nefesindeki kuvvet yok. Battal merhum başka idi. Aynı zamanda onun İstanbul’da, Şam’da, Mekke’de gözüktüğünü anlatırlar. Daha pek çok kerametlerini söylerler. Mezarına kangal kangal nurlar indiğini, sağlığındaki kılığıyla bazı geceler gezindiğini görenler var. Şeyh merhum buraya Amasya’dan göç etmiştir. Vallahi bilmem kaç yılında… Ben o zamanlar uçkurunu bağlayamayan küçücük bir çocukcağızdım. Kadın erkek bazı Amasyalılar bunlarla gizli mizli görüşmeye gelirler. Abdüsselam için büyücülüğe de başlamış diyorlar. Daha başka şeyler de söylüyorlar. Neme gerek, günahları üstlerinde kalsın. Geçinme dünyası bu. Şeyh ol, ne olursan ol hiçbir şey ayıp değil. Şeyh Battal’ın cübbesini, şalvarını, kavuğunu, çedik pabucuna varıncaya kadar her şeyini bohçalara sarmışlar, güvenebildikleri kimselere, Hırka-i Şerif gibi ziyaret ettiriyorlarmış.”
Dilaver, kocakarının verdiği bu son ayrıntılı bilgileri pek dikkatle dinliyordu. Bu çuval dolusu boş söz içinde ziyaretçilerin işlerine yarayacak sözler de yok değildi. Özellikle bu Amasya sözü zeki çocuğun zihnini burktu. Çünkü köşkte Şerife adında Amasyalı bir kadın vardı. On on beş yıl önce oraya hizmetçilikle kapılanmış ve sonraları vücuduna pek gerek kalmamakla birlikte aileyi bırakmamıştı. Bazı bazı bu kadın hemşehrilerini görmeye gittiğini söyleyerek dolaşıp dolaşıp gelirdi. Sakın bu şeyh ailesiyle Şerife arasında bir ilişki olmasın.”
Şerife köşkün en alt katında bir odada yatıyordu. Şeyh Battal adına görünen hayalete, kimseye sezdirmeden kapı açabilirdi.
Apparition gecesi olan gürültü ve kopan çığlıklara karşılık bu kadın, ne olduğunu merak edip de hiç odasından dışarı çıkmamıştı. Bu kayıtsızlığı yapma ve kuşku çekici bir hâl gibi görünüyordu.
Dilaver’den başka, otomobilde bulunanlardan hiçbiri pirincin taşını ayıklar gibi kocakarının saçma sapan sözlerinden bu önemli anlamı bulup çıkarmayı zihinlerinden geçirmemişlerdi.
Araba yürüdü. Ama ihtiyar Saliha’nın viran evciği önünde bir otomobil durması, az rastlanır olaylardan olduğu için, karşıki Hafize’yi meraka düşürdü. Hemen sokak kapısını açarak seslendi:
“Hu, komşucuğum!”
“Ne var kardeş?”
“Otomobildeki kibar hanımlar kimdi?”
“Tanımıyorum.”
“Ne konuştunuz?”
“Şeyh Battal’ın evini soruyorlar.”
“Büyü mü yaptırtacaklar acaba?”
“Vallahi bilmem. Gizli bir dertleri olmasa böyle otomobille sokak sokak şeyhin evini aramazlar.”
“Battal öldüyse oğlu sağ olsun. Sanki hık demiş de burnundan düşmüş. Boy, bos, kalıp kıyafet, ense tıpkı baba… Kır sakalı büsbütün ağarırsa hiç merhumdan farkı olmayacak. Bu Şeyh eskileri için yine yeniden yeniye birçok şeyler söyleniyor.”
“Ne gibi?”
“Babası mı, oğlu mu, fark etmek pek mümkün değil, kibarların rüyalarına girip para istiyorlarmış.”
“İnanırım. Battal huddamlı idi. Becerikli ölüler ahmak dirilerden çok para kazanıyorlar. Paraları yok, ne ile geçiniyorlar? Hâlleri, vakitleri pek düşkün değil. İnsanın elinde bir sanat olsun da püfçülük olsun, büyücülük olsun… Sahibini geçindirir. Okuyan ve okunan bu işi aralarında bir sır gibi tuttuktan sonra yasağın ne önemi kalır?”

IX
ŞEYH BATTAL’IN EVİ
Otomobil tarif edilen sokağa saptı. Mescidi geçti. İlk kapının önünde durdu. Duvar kenarında tozlara bulanmış kız oğlan birkaç çocuk konserve kutularını; cam, kiremit, bez parçalarını toplamışlar, misafirlik oynuyorlardı. Otomobili görünce işlerini bırakıp başlarını o tarafa çevirdiler.
Saçak ve kaplamaları vakit vakit tamir görmüş harapça fakat büyücek evin eski usul tokmağını vurdular. Biraz beklediler. Kapı açılmadı. Bir daha vurdular. Yine ses çıkmadı.
Hanımefendi çocuklardan sordu:
“Yavrum, evde kimse yok mu?”
Kırmızı donlu bir kız çocuğu cevap verdi:
“Babam bahçede tavuklara bakıyor. Annem üst katı süpürüyor. Gülsüm çamaşır yıkıyor. Ablam ut çalıyor. Büyük annem çarşıya gitti.”
Kulak kabarttılar. Gerçekten derinden derine bir ut tımbırtısı geliyordu. Tokmağı bir daha vurdular, sonucunu beklerlerken o kız çocuğu haykırdı:
“İşte, işte büyükannem geliyor!”
Ta ileriden, eli zembilli, şişman, kısa, yuvarlak bir kadın belirmişti. İki yanına yalpa vurarak adımlarını biraz zahmetle attığı seçiliyordu. Kapının önünde bir otomobil durmuş olduğunu görünce azıcık hızlandı.
Kapıya yaklaşınca içinden bir günün nevalesi taşan şişkin zembili yere bırakarak bir iki süzgün nefesle yorgunluğunu boşalttıktan sonra kesik sesle sordu:
“Kimi arıyorsunuz efendim?”
Hanımefendi: “Şeyh Battalzade Abdüsselam Efendi’nin evi burası değil mi?”
Kocakarı: “Burası, evet. Hoş geldiniz, kademler getirdiniz ama arabasız, sessizce, yayan gelmiş olsaydınız daha iyi ederdiniz. Konu komşu bizi gözleriyle yiyorlar. Evimize bir iki gelen giden olursa komisere haber veriyorlar. Bir hacetiniz mi var?”
“Efendiyi görmek istiyoruz.”
“Artık cin peri işine karışmıyor. Kimseye okumuyor. Mademki zahmet edip de buraya kadar gelmişsiniz. İçeriye buyurunuz, bir kahvemizi içiniz.”
Koynundan çıkardığı iri bir anahtarla çatır çatır kapıyı açtı. Basamak taşını biraz zorlukla atlayarak zembili eşikten geçirdikten sonra misafirleri içeriye aldı. Ve şoföre:
“Haydi oğlum, sen git, şu köşeyi dön, uzakta bekle.” dedi. Misafirler büyükçe bir bahçeye girdiler. Burası keçileri, tavuklarıyla biraz ahırı, biraz kümesi, yer yer zerzevat ekilmiş tarlalarıyla biraz bostanı, birkaç servisiyle biraz da mezarlığı andırıyordu.
Ut sesi birden kesildi. Bahçenin öbür ucunda sarıklı, şalvarlı, iri boy bir adam gördüler.
Kocakarı: “Damadım, imameti de olduğu için, eski kisvesini muhafaza edebildi.” dedi.
Misafirleri bir maltalıktan geçirip orta katta temizce bir odaya aldılar. Burası özel bir ev olmaktan çok, tekkeye benziyor. Bütün duvarlar hadisler, Arapça yazılı levhalarla kaplıydı. Sanki büsbütün tekke olmak için yalnız Cihar-ı Yar-ı Güzin[16 - Cihar-ı Yar-ı Güzin: Dört Halife. (e.n.)] eksikti. Oraya buraya serili koyun, keçi postları, ceylan derileri… Çivilere asılmış teberler, keşküller… Binlik tespihler… İçleri Ayet-el Kürsi yazılı sarı taslar… Buhurdanlar, insan boyunca cami şamdanları, kudümler… Bütün bu tekke eşyasından saçılan kurs, öd ağacı, amber kokuları her yana sinmiş gibiydi. Evin havasında girenleri biraz sarhoş eden bir ağırlık vardı.
Buraya okunmak için gelenler nefesin etkisini artıracak bir maneviyat çevresinde bulunduklarından şüphe edemezlerdi. Kıbleye doğru serilmiş seccadeler, ziyaretçileri namaza, ibadete çağırıyordu.
Geniş odanın hiçbir tarafında kerevet, sedir, kanepe, koltuk, sandalye gibi ilişecek eşyadan eser yoktu. Kendilerine yol gösteren kocakarının işareti üzerine misafirler postlara, seccadelere, halılara oturdular.
Kadın: “Teşrifinizi efendiye haber vereyim.” sözüyle dışarı çıktı.
Diz çökmeye, bağdaş kurmaya hiç alışkın olmayan Orhan’la Turhan biraz çarpık durumda yerleştikleri yerden bu cami, bu tekke bozuntusu odanın her yanına dikkatle bakıyorlardı. Hiç kuşkusuz kendi düşüncelerince burası ruhlar uğrağı mübarek bir yerdi. Ahiretten dünyaya gezmeye çıkan ruhlar, böyle mabetlerin ve mabedimsi yerlerin kuytuluklarından, loşluklarından hoşlanırlardı. Hatta bazı eşyada ruhları kendine çeken tılsım özellikleri vardı. Cami, tekke, kilise, mezarlık gibi ruhani yerlere ve ölülere ait şeylerin alelade bir eve getirilmesiyle oraya ruhları toplamak kabildi.
İki kardeş Camille Flammarion’dan bu konu üstüne bazı bilgiler okumuşlardı:
Ünlü edebiyatçı dostumuz Pierre Loti, Doğu’dan Fransa’ya mezar taşları, sandukalar, cami kandilleri, mihrap mumları, şamdanları, seccadeler, sebil tasları, parmaklıkları cinsinden birçok eşya getirerek Rochefort’daki evinde âdeta bir cami dairesi yaptırtmıştı. Edebiyatçının ölümünden sonra da burası isteyen ziyaretçilere gösterilmektedir. Bütün dünya basınında resimleriyle birlikte edebiyatçının bu garip mescidinden çok kez söz edilmiştir.
İşte burada bu uhrevi eşyanın etkisiyle ruhlar ortaya çıktığını, duvarlara vurarak Loti’yi uykudan uyandırdıklarını ve gezindikleri yerlerde ayak izleri bıraktıklarını kendisi anlatmış. Ama bu ünlü romancı ölümden o kadar dehşetle korkarmış ki bu konu üstüne kendisiyle fazlaca görüşebilmek kabil olmazmış. Loti bütün eserlerinde kısık nağmelerle ölümün şarkısını söylemiş, bir buhurdan gibi kalemiyle yüreğindeki hep bu gizli korkunun tütsüsünü saçmıştır.
Beyler bu duyguyla etrafa göz gezdirmekte iken Dilaver birkaç kez diz çökmekten bağdaşa, bağdaştan diz çökme vaziyetine gelerek: “Mevlit mi okunacak? Bu sadaka bekleyen dilenci oturuşundan dizlerim ağrıdı.”
Hanımefendi sertçe:
“Başlama kuzum. Buranın tuhaflık edecek bir yer olmadığını görüyorsun.”
Dilaver, sağ dizini indirip sol dizini kaldırarak: “Bir türlü yerimi beğenemedim. Burası Mısır Çarşısı gibi kokuyor. Gönlüm bulanıyor. Başım dönüyor. Sakın bize büyü yapmış olmasınlar?”
Çeşmifettan oğlunu omzundan sarsarak: “Sus, hanımefendiyi kızdırıyorsun.” dedi.
“Kabahat onda değil, bende, alıp da buraya getirdiğim için.”
Orhan’la Turhan, Dilaver’in alışkın oldukları bu tuhaflıklarına gülüyorlardı.
O sırada içeriye deve yürüyüşüne benzer ağır adımlarla Battalzade Abdüsselam Efendi girdi. Gerçekten Battalzade lakabına uygun, enine boyuna, minare kırması bir adam…
Battal oğlu ile göz göze gelince Dilaver’in yüzü kızardı, dudakları kıpırdadı. Ama hanımefendiden çekinmesinden lakırtılarını yuttu. Bir şey söylemedi. Bu gördüğü adam geceki apparition ile öz kardeş sanılacak kadar birbirine benziyorlardı. Farkları yalnız sakallarının ak, uzun, kır, kısa ve kaşlarının kalınlıklarından ibaretti.
Ama eğreti bir sakal takmak, boyayla kaşlarının biçimini değiştirmek olamaz mıydı?
Şeyhin başında sarık, sırtında haydariye vardı. Kendisine mahsus posta oturduktan sonra elini göğsüne götürerek misafirlerini birer birer selamladı. Dilaver o kadar komik bir jestle selam aldı ki Abdüsselam Efendi ince bir gülümsemeden kendini kurtaramadı. Ve ilk bakışta dikkati bu çocuğa kaydı.
Bu selamlaşmadan sonra bir sessizlik süresi geçti. Battal oğlu ağız açmıyor, ilk sözü ziyaretçilerden bekliyordu.
Sonunda hanımefendi saygılı bir davranışla başladı:
“Efendim, biz Velittin Paşa ailesiyiz.”
Şeyh bir memnunluk gülümsemesi gösterdi.
Hanımefendi: “Babanız merhumla Paşa’nın arasında eski bir dostluk vardır.”
Şeyh hafif bir baş sallayışıyla bu sözü tasdik etti.
Hanımefendi: “Geçen akşam Battal Hazretleri tarafından manevi bir işaret oldu da muhterem ailenizi ziyarete geldik.”
Battalzade: “Çok iyi ettiniz efendim, memnun oldum.”
Beyleri göstererek: “Oğullarınız?”
“Evet, efendim.”
Dilaver’i işaretle:
“Ya bu velet?”
“O da oğlum demektir efendim, ailedendir.”
Dilaver boynunu çarpıtarak baygın bir durum aldı.
Abdüsselam bir süre sessizliğe daldıktan sonra:
“Evet, babamın paşa merhumla olan dostluğunu hatırlıyorum. Keramet taslamak gibi olmasın, yakında sizinle görüşeceğim hakkında bu duacınıza da işaret vuku buldu. Paşa, merhum babamın nefesine alışıktı. Şimdi bu manevi görev bana geçti. Babam, babalarını nefeslerdi. Oğul da oğullarını nefesleyecektir.”
Hepsini birer birer önüne çağırarak şakaklarını hafif hatif sıvaya sıvaya nefesledi.
Bu üfürükçü elinin şakaklarına her dokunuşunda Dilaver yerinden bir parça zıplıyordu.
Şeyh “Rahat dur ya velet!”
Dilaver: “Battal Efendi ben gıdıklanırım.”
Şeyh: “Bu velet karışık.”
Dilaver hayretle:
“Ben mi karışığım?”
“Evet, evet.”
“Ne ile karışığım? Ben Balık Pazarı’nda fıçıda oturmuyorum ki karışık olayım.”
Abdüsselam çocuğu biraz sarsarak: “Bu lakırtıları velet kendisi söylemiyor. Ona söyletiyorlar. Bunu zapt etmişler. Dikkat buyurunuz, bu hâlde bırakırsanız bir iki yıl sonra büsbütün aptal olur.”
Çeşmifettan telaşlıca: “Kime çekti bilmiyorum. Acayip hâlleri vardır. Bazı bazı celallenir.”
Şeyh: “Euzü billahi mineşşeytanirracim, bu çocuğun içinden onları çıkarmalı.”
Dilaver üfürükçünün önünde kabararak: “Efendim, benim içimde bir şey yok. Daha sabahleyin kahvaltıdan başka bir şey yemedim. Olsa bile içimdekiler nefesle değil, pürgatif[17 - Pürgatif: Müshil ilacı. (e.n.)] ile çıkar.”
Abdüsselam: “Bakınız, bakınız, neler söyletiyorlar!”
Çeşmifettan: “İşte böyle abuk sabuk söylenir. Bunu akıllandırmak için ne yapalım efendim?”
Abdüsselam: “Ben onu şimdi tespihten geçiririm, suya okur içiririm. Bir tane muska veririm. Boynuna asarsınız. Ve daha vereceğim yazılı bir kâğıdı bal şerbetinin içinde ezer ve öğreteceğim bir duayı okuyarak bu velede yudum yudum içirirsiniz.”
Dilaver: “İçimizde akıllanmaları gerekenler varsa o da ben değilim, anne, sizsiniz. Şeyh Efendi tespihi bana versin, ben içinden atlama oynarım. Bal şerbeti ne ise nefesten çok mülayimlik verir.”
Abdüsselam: “Bakınız, bakınız, habis ruhlar bu masuma neler söyletiyorlar! Nasıl olmuş da uğramış? Ya gece vakti destur demeden bir yere abdest bozdu ya da bir mübarek makamda saygısızlık etti. Çirkef atladı. Ya da yapılmış bir büyüye uğradı. (Çeşmifettan’a dönerek) Siz bu çocuğun annesi misiniz?”
“Evet, efendim.”
“Gece uyurken dikkat ediniz, o sayıklayacaktır.”
“Evet, bazen sayıklar.”
“Sayıklarken onu tutan cinin mutlak adını söyleyecektir. Bunu aklınızda tutar, gelip bana haber verirsiniz. Mahur mu? Nahur mu?”
Dilaver gülerek: “Battal Efendi, ben uyurken sayıklıyormuşum. Sen uyanıkken sayıklıyorsun. Anneme ne soruyorsun, bana sor.
İçimdeki cinin adını söyleyeyim: Ahtapeta. İçimde öyle sahur anafor filan yok. Ahtapeta. Zuhuri’de büyücü oyununda öğrendim. Vay babam vay, benim içim şeyh apartmanı mı ki perilere kiralamış olayım?”
Çeşmifettan: “Oğlum, sus, senin tekin olmadığını ben zaten çoktan anlamıştım. Efendi hazretlerine saygısızlık ediyorsun.”
Abdüsselam: “O kendi söylemiyor… Zavallıyı söyletiyorlar, kusuruna bakılmaz.”
Dilaver: “Ya, bana darılıyorsunuz. Ben bir şey söylemiyorum, içimde zevzek bir ecinni var, hep o söylüyor. Bakalım bal şerbetiyle bu habisi vücudumdan kovabilir miyim?”

X
BAŞA GELEN KARIŞIK KADINLAR
Bazı babalı Araplar, karışık insanlar vardır. Gaipten haber sormak için onlara baş aldırırlar. Baş almak deyimi şöyle açıklanabilir: Bu istidatta bulunanlara güya başka bir ruh girer. O insan kendi kişiliğinden çıkar ve kendine giren ruhun benliğini alır. Frenkler buna transe hâli derler. Yüzü, bakışı, sesi değişir. Gözünüzün önünde bir métamorphose[18 - Métamorphose: Başkalaşma, biçim değiştirme. (e.n.)] değişimi olur.
Bu değişen insan aslında cahil olup da ona bir bilginin, bir filozofun ruhu girerse bu eğitimsiz kimsenin size pek derin sorunlardan cevaplar verdiğine bakarak şaşar kalırsınız.
Size geleceği söyler. Kilometrelerle uzak yerleri görür. Ufukların ötesinden koku alır, işitir… Kısacası, çok uzaklara kadar beş duyusunu kullanabilir. Kişilikleri üst üste gelenlerden yani aynı insanın ikileşmesinden tutunuz da bir çeşit muvakkat ruh sıçramasına benzeyen benlik değişimlerine kadar pek garip biçimler alan bu ruhsal sorunlar üstüne hayli ciltler yazılmıştır.
Bu ruh ikileşmesi nöbeti hastanın üzerinden gittikten sonra edilgen birinci kişilik geçici olarak yerini alan ikinci kişiliğin kendine yaptırdıklarından ve söylettiklerinden hiç haberdar değildir.
Mesele, normal psikoloji alanından çıkarılarak akıl almaz vadilere çevrilmiş, bundan ötürü de türlü şarlatanlıklara yol açılmıştır. Bu meslekle geçinenler vardır. Bu garipliklerin aslı ruhlara yüklendiğinden bu metamorfoz olayı da ispritizmanın bir dalı sayılabilir.
Kırk beş elli yıl önce İstanbul’da böyle karışık olduklarını ileri sürerek başa gelen kadınlar vardı. Kendilerinden önemli sorunlar sorulmak için ayaklarına arabalar gönderilir, özellikle kibar konaklarına çağrılırlardı. Çocukken birkaç kez bunların seanslarında bulundum.
Adlar aklımda kalmadı. Al kadife kürklü, başı elmaslı, kulakları küpeli, parmakları yüzüklü, tıknaz, kırk beşlik, ellilik bir kadın baş sedire oturtuldu. Ortada çifte buhurdan yanıyordu. Oda kapısı kapatıldı. İçerideki kadınların çoğu yerlere oturmuşlardı.
Şimdi hep gözler, başa gelecek hoca kadına dikildi.
Bütün hanımlar dağları aşsın da gelsin, deryaları geçsin de gelsin diye bir şeyler mırıldanarak halıyı okşar gibi elleriyle yerleri sıvazlıyorlardı.
Hocanım birden bire tatlı tatlı gerinerek esnedi, esnedi. Bir sıraya birkaç kez aksırdı.
Omuriliğinden gelen bir sarsıntıyla silkine silkine titredi. Kızaran yüzünün çizgileri değişti. Gözler parladı. Bakış başkalaştı. Gözlerinin önünde birden bire bir değişime uğrayarak hocanım, öncekine benzemez bir kadın oldu.
Şimdi bu kadının ağzından onun kalıbına giren öteki bir kişilik konuşuyordu.
Hocanım yayık bir gülümseme ile etrafına bakınarak biraz kur-saklı düdüğe benzeyen cırlak bir ses salıverdi:
“Hanımlar ben geldim. Ne yapıyorsunuz?”
Bu gelen Rügüş Hanım adında, hoppaca bir peri kızıydı. O sesinin tonu, fıkırdaklığı ve şen sözleriyle derhal tanınırdı.
Örneğin kadınlardan birine dönerek: “Servet Hanım, beyinle geçen akşam neye bozuştun? Pencereden ben sizi seyrediyordum. Sonra yanınıza geldim de beni görmediniz. Öfkeniz çabuk yatıştı. Sizi ben barıştırdım.”
Bir kadın sorar:
“Kocamın bir kapatması var diyorlar, sahi mi?”
Rügüş Hanım işi şakaya bozmak için güler. Ve sonra:
“Söyleyeyim ama meraklanma. Kocanın suçu yok. Büyü yaptılar, Silivrikapı Mezarlığı’nda iki servinin arasına gömdüler.”
“Ah Rügüşçüğüm, bu büyüyü sen bozamaz mısın?”
“Niçin bozamayacakmışım? Onu yapan Hoca Ali’nin sarığını ben boynuna geçiririm. Ahlaksız herif! Sen bir kara koyun buldur. Üç yüz kuruşla birlikte hocanımın evine gönder.”
(Hocanım bakıcının[19 - Bakıcı: Falcı. (e.n.)] kendisidir. Ama şimdi o kendi kendisinin yabancısıdır.)
Bir başka kadın sorar:
“Oğlum biraz haylaz. Okuyup adam olmayacak mı acaba?”
“Çocuk biraz karışıktır. Çamaşırını Hazreti Halid’in türbesine gönderiniz, kendisini de türbedara çeyreklettiriniz. Baba Cafer’in sandukasına bırakılan kuru üzümü yediriniz. Zihni açılır. Bana da bir hediye gönderiniz. Ona sataşan periyi zincire vurayım.”
“Kuzum Rügüş Hanım, dolaptan Nevres Hanımefendi’nin elmas bileziğini kim çaldı?”
Böyle bilinmeyen şeyleri açıklamakla ilgili sorulara Rügüş birden bire karşılık vermez. Zor bir mesele önünde beynini zorlayan bir insan gibi yüzünde derin düşünce çizgileri olur. Gerinir. Titrer. Huysuzlanır. İnler, sonunda başlar:
“Niçin sordunuz bana bunu? Beni sıkıyorlar.”
Yalnız kendine görünen bir periye haykırarak: “Çekil karşımdan, menhus, işte Tartabuş geldi. Bana, söyleme diyor. Çünkü o, bileziği çalanın perisidir. Sanki beni korkutacak. Niçin söylemeyecekmişim?”
Göğsünü çıkara çıkara, süzgün bakışlarla gerinip inleyerek: “Beni eziyorlar. Söyleyeceğim işte! Hırsız karşıma geldi. Hiç ummadığınız birisi. Size çok yakın, âdeta akrabanız diyebileceğim. Paraca çok darda kalmıştı. Bu hırsızlığı yaptı. Kısa boylu, esmer, ufak tefek, biraz şehla bakışlı bir kadın…”
Soran hanım: “Aman sus Rügüş Hanımcığım, adını söyleme, anladım.”
Hanımlar birbirlerinin kulaklarına:
“Tıpkı tıpkısına üstüne düşürdü. Nuriye. Ta kendisi ama ben şüphelenmiştim.”
Soran hanım: “Bileziği ne yaptılar?”
Rügüş: “Sakallı bir adama rehine koydular. Üç yüz elli lira aldılar. Yakında satacaklar.”
Hanım: “Bu sakallı adamı nerede buluruz?”
Bu soruya karşılık beklerken bir de bakarsınız ki baş alan kadının yüzü değişir. Rügüş gitmiş, bir başka peri gelmiştir. Bu yeni gelen eski soruya karşılık vermez.
Başa gelen insancıl periler çoğunlukla şunlardır: Rügüş Hanım, kız kardeşi Şerife Hanım, Yavru Bey, Deryaban şahının oğlu.
Dokuz on yaşında bu seanslarda bulunurken aklımda kalmış olanlar işte bu yazdıklarımdır.
Bu başa gelmenin mükemmelini şimdi Avrupa’da, Amerika’da yapıyorlar. Bazen ne teknoloji ne de akıl yoluyla açıklanabilecek garipliklerle karşılaşılıyor. Her şeyde olduğu gibi bu meseleye de karıştırılan şarlatanlıklar yok edildikten sonra konunun salt psikolojiyle ilgili kısmıyla uğraşan bilginler de vardır. Bu incelemeciler, bize “Doğa kanunlarının dışında görünen bazı gariplikleri incelemeksizin ret ve inkâra kalkışmaktan bir sonuç çıkmaz. Bunların nasıl olduklarını anlamaya çaba göstermek gerektir.” diyorlar.
Orhan’la Turhan, bu olaylar üzerine çok sayfalar okumuş oldukları için Battalzade’nin Dilaver’i karışık göstermesindeki iddiasını pek yalın kat kulakla dinlemişlerdi.

XI
HAYALET ÜSTÜNE TALAT BEY’İN SORUŞTURMASI
Merhum Velittin Paşa eşi Mahinur Hanımefendi yüz lira hediyesini gizli üfürükçü Abdüsselam’ın avucuna koyarak: “Efendi hazretleri, baba dostuyuz. Çocuklarımı himmetinizden uzak tutmayınız. Manevi sıkıntılara uğradıkça gelip zatıalinizi ziyaretimize izin veriniz. Siz de tenezzül ederek ara sıra şeref vererek yüreklerimizi şenlendiriniz.”
Battalzade, sevincinden biraz titreyen hırslı eliyle parayı koynuna sokuşturarak sizde bu para, bende hilekârlık varken daha çok görüşürüz yollu:
“Hayhay hanımefendimiz… Ruhlarımız ruhlarınızla eştir. Bu fakirhane sizin, sizin devlethane de bizimdir.”
Hanımefendi: “Sizden bir ricamız daha var.”
“Buyurunuz, emredersiniz efendim.”
“Merhum babanızın mübarek kisvesini bazı teklifsiz dostlarınıza ziyaret ettiriyormuşsunuz. Biz de kendimizi onlardan saymakta tereddütsüzüz.”
“Peki efendim, başüstüne… Ama sorumu affedersiniz, bu ziyaret için abdestli bulunmak gerekir. Sanırım ki öylesiniz?”
Hanımefendi ve Çeşmifettan Kalfa abdestli olduklarını söylediler. Beyler abdestli değillerdi ama öyleyiz diye şeyhi aldatmakta sakınca görmediler. Dilaver bu soruya hiç aldırmadı. Fıldır fıldır etrafına bakınıyordu.
Battal Efendi çocuğa gözlerini dikerek: “Abdestli misin ya velet?”
“Sünnetliyim efendim.”
“Bakınız ben ne soruyorum o ne cevap veriyor. Ama sakınca yok. Cin tutmuşlara dinî buyruklar sorulmaz.”
Ortaya sedef işlemeli dört ayaklı masa gibi bir şey kondu. Buhurdan yandı. Öd ağacı kokuları arasında getirilen şal eskisi bir bohça salatüselamlarla açıldı. Öbür dünyadaki Şeyh Battal’ın bu dünyadaki kerametli kisvesi meydana çıktı. Yeşil sarıklı mübarek kavuğu, barut rengi geniş şalvarı, cübbesi ayrı ayrı saygılarla ziyaret edildi. Hanımefendiyle Çeşmifettan’ın yüzlerinde kutsal şeylere karşı alınan derin birer saygı vardı.
Battalzade tam imanlı bulduğu bu kadınları babasının ermişliğine büsbütün inandırmak için mesleğinin efsunlayıcı bakışlarıyla: “Herkese açılamam. Ama eski içten dostluğumuzdan ötürü bu büyük sırrı size söylemekte sakınca görmüyorum. Şu gördüğünüz elbiseler bazen bohçanın içinden kaybolur. Nereye gider? Hazret onları alıp giyinir. Sonra gene yerine getirip bırakır. Onlar ölü değil. Ölü biziz. Biz beş duygunun arasında hapisiz. Ermişliğe ulaşanların duyguları sınırsızdır.”
Dilaver: “Dün akşam bu elbiseler gene bohçadan alınmıştı değil mi efendim?”
Battal oğlu: “Bunu ne biliyorsun ya velet?”
Dilaver: “Çünkü merhum babanız lütfen bizim köşkü ziyaret ettiğinde aynen bu kılıktaydı.”
Battal: “Bu çocuğun karışık olduğunu size söylemiyor muyum? Bakınız, gözlerine neler görünüyor.”
Hanımefendi: “Yalnız o görmedi. Annesi de gördü. Benim kızım da gördü.”
Battal oğlu, babasının elbiseleri önünde secdeye kapanırcasına bir saygı davranışı göstererek: “Babacığım, yeni yeni mucizelerle bizi aydınlatıyorsun!”
Gene tütsülerle, salatüselamlarla bohça kapandı.
***
Otomobille köşke dönerlerken Dilaver, Battalzade’ye karşı derin bir hınçla atıp tutarak diyordu ki:
“Bu herif beni düpedüz karışık, alık salık bir çocuk yerine koydu. Elbette bir gün gelir ki ben ondan daha akıllı olduğumu kendisine ispat ederim.”
Anası: “Sus oğlum, bir evliyazadeye karşı herif deyimi kullanmaya sıkılmıyor musun?”
Dilaver: “Neye sıkılayım? Gerçek evliyazade cübbe, kavuk, çedik pabuç giyip de babası adına para dilenmeye, daha doğrusu dolandırmaya çıkmaz.”
“Sus, küçük aklınla böyle büyük şeylere karışmaya kalkışma!”
“Kendi küçük olanın mutlaka aklı da ufacık olacağını sanacak kadar aptalsın anne. Sen yaşça büyüksün ama koca kafanın içinde kuş beyni kadar bir şey var.”
Çeşmifettan: “Bakınız, anasına neler söylüyor?”
Hanımefendi: “Evliyazade onun adını koydu: Karışık.”
Dilaver: “Vişneli, kaymaklı… Ben karışığım.”
Hanımefendi: “İşte, set derken sepet diyor. Onu tespihten geçirtelim. Bal şerbetini içirtelim. Muskayı boynuna takalım… Belki biraz akıllanır.”
Dilaver: “Hanımefendi hazretleri, velinimet, bu dediğiniz usulde insan akıllandırmak kabil olsaydı dünyada bir tek budala kalmazdı. Bana inanınız, geçen akşam köşkte görülen hayalet ölü babası değil, diri oğlu idi. İşte bu herifti.”
Çeşmifettan: “Hayaleti seninle birlikte ben de gördüm. O başka idi, bu başka.”
Dilaver: “Evet, makyajla yüzünü biraz değiştirmişti.”
Hanımefendi: “Köşkün kilitli kapılarından içeriye nasıl girdi? Nasıl çıktı?”
Dilaver: “Köşke gidince Talat Beyefendi’yle birlikte bu konuyu inceleyeceğiz.”
Orhan’la Turhan hiç söze karışmaksızın tartışmayı ince bir gülümsemeyle dinliyorlardı. Onların düşünceleri ne idi? İki ihtimal arasında tereddüt ediyorlardı. Kendilerince bir ölünün maddi bir varlık hâline gelmesi kabil olduğu gibi işe fraude yani hile karıştırılması da mümkündü.
***
Köşke geldiler. Herkes görüp işittiğini kendi kavrayışı ölçüsünde bir dille anlattı. Talat Bey, hepsinin aklına acındığını gösterir bir gülümsemeyle sözlerini reddederek Dilaver’i bir köşeye çekti. Söyletti. Çocuğun düşüncelerini tamamıyla kabul etti. Apparition olayını inceden inceye yargılayarak gece hayalete Amasyalı Şerife Kadın’ın kapı açmış olması noktasında birleştiler. Bunun üzerine sorguya çekmek için alt kata, kadının odasına indiler.
Şerife Kadın, loşça odasının köşesindeki erkân minderine oturmuş, önündeki mangalın külünü karıştırıyordu. Rengi soluk, göz kapakları şiş, zayıf, dermansız görünüyor; aşçı yamağı Zeliha da odada gezinerek bu hasta kadının ufak tefek hizmetinde bulunuyordu.
Kadının rahatsızlığından haberi olmayan Talat Bey:
“Ne o Şerife Hanım, hasta mısın?”
Kadın bu soruya yalnız başıyla bir evet işareti yaptı. Bu hâl olay hakkında şüphelendiği bir soruşturmanın önünü kesmek için bir hastalık taslama mıydı? Gerçek mi?
Talat Bey: “Ne zamandan beri hastasın?”
Kadın bir zaman tayini içinmiş gibi dururken Zeliha karşılık verdi:
“Bir haftadan çok…”
“Nesi var?”
“Eskiden beri onun bir mide sancısı vardır. Çeker geçerdi. Ama bugünlerde azdı. Kadına ne yemek yediriyor ne rahat ettiriyor.”
“Biz de buraya geçen akşamki olay için bazı şeyler sormaya geldik.”
“Olay dediğiniz, hani şu gözüken hayalet değil mi?”
“Evet… Siz de ne gördünüzse söyleyiniz.”
Cevabı hep Zeliha veriyordu:
“Biz bir şey görmedik.”
“Ama hesapça hayalet buradan sizin oda kapınızın önünden geçmiş olacak…”
“Geçsin. Biz bir şey görmedik.”
“Zeliha, senin odan ayrı değil mi?”
“Evet, ben karşıki odada yatıyorum.”
“Eh, sen görmedinse belki Şerife Kadın görmüştür. Ben ona soruyorum.”
“Beyefendi, hayalet patırtısı koptuğu vakit ben buradaydım.”
“Gece yarısı odanı bırakıp ne münasebetle burada bulunuyordun?”
“Efendim, gök gürledi. Şimşek çaktı. Hasta kadın belki korkmuştur diye yanına geldim. Onun da sancısı tutmuştu. Tuğla ısıttım, verdim. Zavallı kadın ovunup duruyordu? Hayaleti nereden görecek?”
“Dışarıda kopan gürültüyü işittiğinizi söylüyorsun. Ne olduğunu merak edip de kapıyı açıp bakmadınız mı?”
“Açıp baktım.”
“Ne gördün?”
“Hiçbir şey.”
“Kopan gürültünün nedenini anlamak için odadan dışarı çıkmadın mı?”
“Çıktım.”
“Peki, ne anladın?”
“Hiçbir şey.”
“Nasıl olur?”
“Yüzlerini seçemediğim birkaç kişi çığlık çığlığa merdivenden yukarı kaçışıyorlardı. Hırsız mı var, nedir diye ben de korktum. İçeri kaçıp kapıyı sürmeledim.”
“Köşkün bahçeye olan kapıları sürgülü değil miydi?”
“Nasıl değil, efendim… Hepsi hem sürgülü hem kilitliydi.”
“Bu hayalet denilen meret nereden girdi? Nereden çıktı?”
“Hiç onlara kapı baca olur mu? İyi saatte olsunlar…”
Talat Bey düşündü. Şerife’nin yerinden kalkamayacak derecedeki hastalığına, Zeliha’nın düzmeceye benzeyen sözlerine pek inanmadı. Ama inanmış gibi görünmek gereğini duyarak sustu. Soruşturmaya ondan ileri varmadı. Aldanmış görünerek onlara böyle bir komedyayı ikinci kez oynamak için cesaret vermeyi düşünmüştü. O zaman tertibat alarak hilecileri yakalayacaktı.
Dilaver, her zaman çalçenelik eden bu çocuk, Talat Bey’in sorguya çekmesine söz karıştırmamak için hiç ağız açmamıştı.”

XII
RUHLARIN ÇIĞLIKLARI
Ertesi gece iki kardeş gene odalarına çekildiler. Perili Evler cildinin artakalanını okuyorlar. Ortadaki masanın önünde karşı karşıya, Turhan okuyor, ağabeyi dinliyor:
3 Kasım Çarşamba:
Saat 10’u yirmi geçe merdivenden hızla çıkan ayak sesleri gürültüsünden hepimiz uyandık. Bir sıraya vurulan vuruşlar duvarları titretiyor… Hemen döşeklerimizden fırladık. Ağır ve elastiki bir cisim yukarı kat merdiveninden basamaktan basamağa sıçraya sıçraya alt kata iniyor gibi oldu. Aşağıya varınca koridoru geçerek sahanlıkta durdu. Derhâl sonuncu çok şiddetli üç vuruş işitildi. Ve sonra yeşil odanın kapısına kolunun olanca gücüyle bir dülger keseri iner gibi bir gürültü patladı. Takır takır birçok hayvan gezinir gibi bir şeyler işitildi.
(Kısaltmaya uyarak vuruşların duyulduğu gecelerin gösterilerini geçiyorum. Yalnız görülmedik olayları yazacağız.)
10 Kasım Çarşamba:
Saat l’de tepinerek koşuşmalar… Duvarlara inen vuruşlar arasında uzun bir korna sesine benzer bir şey işitildi. Dışarıda müthiş bir fırtına vardı. Boranın iniltilerine karışan bu acı koma çığlığı bizi titretti. Gene birçok vuruş… Sinirlerimiz bu sarsıntıdayken hepimiz yüksek perdeden ah vah iniltileri işittik. Ve bu sesler üç dört kez yinelendi. Dışarıdan gelen bu bağırmalar gittikçe şatoya yaklaşıyordu. Saat on buçukta ikinci katta sağır bir vuruştan sonra gene uzun bir haykırma ve sonra dışarıya bağırır gibi iki kez bir kadın çığlığı koptu. Daha sonra üç dört haykırma da avlu ve merdivenden geldi.
Âdet olduğu üzere gene şatonun her yanını dolaştık, inceden inceye her yeri yokladık. Saat 3’ü yirmi geçe gene koridorda koşuşmalar duyuldu. Bu sefer hafifçe iki haykırma daha oldu. Ama artık lamı cimi yoktu. Bu sesler evden geliyordu.
12 Kasım Cuma:
Birçok vuruş işitildi. Sonra gene tizden ve hızlı sesler. Avluda daha iniltili sesler… 11.45’te mahzenden gelir gibi boğuk sesler, sonra merdivenden daha kuvvetli sesler… Gece yarısı gene hepimiz döşeklerimizden fırladık. Mahzenden ve yeşil odadan sesler geliyordu. Sonunda çok ızdırap çeken bir kadının hıçkırıkları koptu.
13 Kasım Cumartesi:
Geceki rahatsızlığımız yetişmiyormuş gibi gündüzleri de bizi rahatsız etmeye başladılar. Saat 3’te yemek salonunda güpegündüz vuruşlar. Döndük dolaştık, bir şey keşfetmek imkânı yok. Saat 3.15’te de yeşil odada gürültüler… Oraya koştuk, kapı açılmıyor. Açılmasına engel olmak için koltuğu kapının önüne koymuşlar. Gene yerine götürdük.
Saat 3.40’ta madamın odasında ayak sesleri… Kendi kendine gezinen bir koltuklu… Gene yeşil odaya gittik. Gene kapı açılmıyor. Gene koltuğu kapı önüne koymuşlar. Madam ve Amelina rahiple birlikte odasına giderler. Kabinenin kapalı penceresi birden bire açılır. Rüzgâr kuzeyden esiyor. Bu pencere ise güneye bakıyor. Madamın odasında bir koltuk yerini değiştirmiş. Rahibin odasında kapatılan pencere yeniden açılıyor. Bu hareketler gündüz oluyor.
13 Kasım Cumartesi gecesi:
Önceki gibi dörtnala koşuşmalar… Merdiven sahanlığına on üç ve yeşil odanın kapısına sekiz şiddetli vuruş… Kapı hızla açılıp kapanıyor.
Gece yarısını 15 geçe, sahanlıkta kuvvetli bağrışmalar ama bu kez ağlayan bir kadının iniltileri değil. Sanki cehennemden haykıran melunların, iblislerin umutsuz avazları… Vurulan kuvvetli vuruşlar iki saat kadar sürdü.
Bu sırada minderi üzerinde uyuyan Atak, birdenbire dört ayak üzerine dinelerek kapıdan yana iki üç kez ulur gibi havladı.
Turhan gözlerini kitaptan ayırdı. İki kardeş odanın dört duvarına bakındılar.
Orhan: “Bu köpeğe ne oluyor böyle? Gözlerine bir şey görünüyor gibi havlıyor.”
Turhan: “Ürkmüş gibi şikâyetli bir ses çıkarıyor.”
“Neden ürküyor?”
“Herhâlde bir hissettiği var.”
Köpek iki ayak üzerine minderine oturdu. Bir düziye başını kapıya doğru çevirerek gözleri ve burnuyla gizlice gözetleme hâlinde bulunuyor gibiydi.
Orhan: “Devam et kardeşim…”
Turhan:
20 Aralık Pazartesi:
Gündüz saat 4’te Madam odasına girince iki sandalyenin baş aşağı edilerek koltukların üzerine çıkarılmış olduğunu görür.
Kardeşlerin odasında, bu sırada kapı yanındaki duvarın üzerine tık, tık, tık üç kez muntazam vurulur. Bu tıkırtılara Atak hemen hırlama ile karşılık verir. Köpeği azarlayarak sustururlar. Hayvan kuyruğunu iki bacağının arasına sıkıştırarak karyolanın altına kaçar.
Orhan: “Bu ne?”
Turhan: “Bilmem. Atak korkuyor.”
“Vuruşlardan önce hayvan olacağı hissetti.”
“Bu tık tıkları onun tanıdığı bir el yapsaydı köpek hiç aldırmazdı.”
“Bu vuruşlar geçen akşam da oldu.”
“Bu, bize bir işaret ama biz anlamıyoruz.”
Turhan tıkırtının geldiği yana dönerek birisiyle konuşur gibi şöyle seslendi:
“Bir daha vur. Kimsin? Anlat!”
Ama bu sorusu karşılıksız kaldı. On dakika kadar beklediler, hiçbir şey duyulmadı.
Yeniden Perili Evler kitabının sayfalarını okumaya başladılar. Çok sürmedi. Oda kapısına, ama bu sefer muntazam olmayan tık tıklar indi. Bu kez köpek hiç ses çıkarmadı.
Orhan biraz titrek sesle:
“Kimdir o?”
Dışarıdan:
“Benim, dayınız.”
“A, dayı bey, bizim odamıza siz de mi izin alarak gireceksiniz?”
Talat Bey kapıyı açarak geniş bir gülümsemeyle: “Elbette… siz tekin insanlar değilsiniz. Belki ruhlarla konuşuyorsunuzdur. Belki peri kızlarıyla gizlice görüşüyorsunuz… Niçin izinsiz içeri girip de bu gizli konuşmaları bozayım?”
Orhan: “Dayı bey, bizimle her zaman böyle alay edersiniz.”
Talat Bey: “Alay değil doğruyu söylüyorum. Sizin bir çeşit mezhebe benzeyen bu düşkünlüğünüze aklım ermiyor. Birdenbire içeriye girmek belki hoşunuza gitmeyecek bir hareket olur.”
Orhan: “Bizim de çok şeylere akıllarımız ermiyor da erdirmeye uğraşıyoruz. Gerçeği söylesek gülersiniz. Şimdi şu duvara üç kez muntazam vuruldu.”
Talat Bey: “Evet, evin içinde tek tük tıkırtılar, pıtırtılar olmaya başladığı söyleniyor. Geçen akşamki apparition’a beni inandırabilmenin ihtimali yoktur. Ve bu garip olayın sırrı da bence yarı anlaşılmış gibidir. Bu tıkırtıların da elbette bir gün foyaları meydana çıkar. Ne yapıyorsunuz şimdi?”
Turhan elindeki cildi göstererek: Les maisons hantées’yi okuyorduk.
“Böyle cin masallarını tam bir inanışla okurken bu garipliklerden duygulanmamak mümkün müdür? Belki duyduğunuz vuruşlar bu etki ile sizde olan birsamlık bir olaydır. Benim dinleyici olarak aranızda bulunmama bir engel yoksa okuyunuz, dinleyeyim.”
Orhan: “Ne engel olacak, efendim? Tam tersine, bulunuşunuz bize kuvvet ve şeref verir.”
“Aklımın almadığı noktalarda açıklama istememe ve biraz daha yüz bulursam kritiklerime de elbette izin verirsiniz.”
“Hayhay efendim, bizi aydınlatmış olursunuz.”

XIII
RUHLAR ÜSTÜNE DÜZENLENEN BELGELER
24 Aralık Cuma:
Öğle vakti bütün hizmetçiler sofrada iken rahibin odasında karyolanın yan üstü devrilmiş, ortadaki masanın onun altına sürülmüş olduğunu gördük. Akşam saat altıda odanın kilitli bulunan kapısını açtık. Bu kez de başka bir görünümle karşılaştık. Masa yatağın altından çekilip üzerine çıkarılmıştı.
25 Aralık:
Öğleyin gene hizmetçiler yemekteyken rahibin kilitli odasından vuruşlar duyuldu. İçeri girdik, gene araştırmaya başladık. Koltuğun biri oğlumun yazıhanesi üzerine çıkarılmıştı. Ve sonra rahibin duadan dönüşünde kanepenin devrilmiş; çalar saatin, duvar saatinin globe’u[20 - Globe: Yuvarlak, küre. (e.n.)] üzerine ve bir sandalyenin de masa üstüne konulmuş olduğunu gördük. Akşam dokuzda ikinci katın koridorunda süpürgenin pısır pısır gezindiğini duyduk. Koştuk, baktık. Gerçekten süpürge yerini değiştirmişti.
Turhan okumaya devam ediyor:
Çeşitli tarihlerde şatoda olup biten garipliklerin, işitilen gürültülerin ardı arası yok. Bu göze görünmez latifeciler marifetlerini en çok papazın odasında gösteriyorlar. Kanepenin üzerindeki yastıkları pencerenin dış kenarına diziyorlar. Rahibin kilitli kapısı bir düziye açılıyor. Salonun kanepesi zıplayarak yürüyor. Ayakkabıları yelpaze biçiminde diziliyor. İki tanesi gece kandilinin etrafındaki tabakların içine konuyor. Su sürahisi ağzı aşağı kapatılmış bardağın üstüne çıkarılıyor.
Her zaman kilitli bırakılan rahibin odasındaki yüz kadar kitap yerlere saçılıyor. Yalnız üç cilt Kitab-ı Mukaddes, raflarında bırakılıyor. Öteki din kitapları yerlere atıldıktan sonra üzerlerine süpürge konuyor.
Rahip şömine önünde otururken kurak bir günde bacadan kovalarla sular boşaltılıyor. Sayın papaz küller içinde kalıyor.
Madamın odasındaki kapalı orgda türlü havalar çalınıyor.
Bir gün rahip efendi odasından çıkıp aşağıya inerken arkasından müthiş bir gürültü kopuyor. Ne olduğunu anlamak için geri dönüyor; bir de ne görsün, koca kitaplığı devirmişler! Ama kitaplar yerlere darmadağın saçılmamış, kitaplığın raflarında olduğu gibi sıra sıra dizilmiş.
Bir gün köpekler bahçedeki sık ağaçlı bir yere doğru bütün güçleriyle bir havlama koparırlar. Şato sahibi bu sık ağaçlığa bazı hırlı hırsız kimselerin gizlenmiş olmaları ihtimaliyle kendi ve uşakları silahlanarak orasını abluka ettikten sonra köpekleri içeriye saldırırlar. Yırtıcı bir saldırışla ağaçlığa dalan hayvanların havlama sesleri derhâl değişir. Dayak yiyorlarmış gibi kesik kesik ulumalarla, kuyrukları bacaklarının arasında, hemen dışarı fırlarlar. Ve onları kaçtıkları yere yeniden bir daha saldırtmak mümkün olmaz.
Şatoda perilerin en çok elde tuttukları bir oda vardır. Burada kalmaya kimse cesaret edemez. Şato sahibi Mösyö X’in[21 - “Şato sahibinin kimliği daima X harfiyle gösterilmektedir.” (y.n.)] akrabasından bir subay, revolverini doldurarak uykusunu bozmaya gelecek her kim olursa üzerine ateş etmek kararıyla bir gece bu odada mumu söndürmeden yatar. Gece uykusu sırasında kulağına bir ipek elbisenin hışırtısı gelir gibi olur. Uyanır. Üzerinden ayak yorganı çekilir. Sönmüş mumu yakar. Mum gene söner. Bir daha yakar. Tamam üç kez mum söner, yakılır. Ve daima hışırtı işitir. Üzerinden yorganlar çekilir. “Kimdir o?” Sorusuna karşılık alamaz. Yorganların çekildiği tarafa doğru kararlamadan ateş eder. Hiçbir etkisi olmaz. Kurşunlar kovanlarından çıkmaz. Duvara saplanmış olan hartuçları sabahleyin muayenelerinde kurşunları gene kovanları içinde bulurlar.
Çeşitli derecedeki ruhani rütbede papazlar soruşturmaya gelirler. Gece kalırlar. Şato sahibi Mösyö X’in notlarındaki garip bilgilerin noktası noktasına gerçeğe uyduğu yollu imzalarıyla belgeler verirler. Perileri kaçırmak için edilen duaların da etkisi olmaz.
Şatoda mürebbi olup da sonradan Normandiya’da bir bucak papazlığına atanan rahibin verdiği belge şudur:
“T. Şatosu’nda 1875 yılı Ekim’inin 15’inden 1876 yılı ocak ayının 30’una kadar geçmiş olan garip olayların bir görgü tanığıyım. Mösyö X’in el yazısıyla olan hatıra defterindeki olayların yalnız bir adam tarafından uydurulmuş efsaneler kabilinden kabul edilmesine imkân yoktur. Çünkü bildirilen gürültüleri işitenler çoktur. Vuruşlar 500 metrelik bir uzaklıktan duyulacak kadar şiddetliydi. Bu garip olayları burada yeniden anlatmaya gerek görmüyorum. Çünkü bunları siz de biliyorsunuz. Bu çeşit olaylar şimdiki şatonun bulunduğu yerdeki yıkık, eski şatoda da aynen olmuştur. Bu garipliklerin olduğu anda şato sahibi Mösyö X elden gelen her türlü tedbirden geri durmamıştır.”
“Dışarıdan veya içeriden bir adamın benim kilitli odama girip de gözümün önünde eşyanın yerlerini değiştirebilmesine imkân düşünülebilir mi? Böyle bir kimse nasıl şöminenin bacasına çıkıp da beni küller içinde bırakacak biçimde ateşin üzerine kovalarla su boşaltır?”
“Bu hâl güpegündüz, yağmursuz bir zamanda olmuştu. Bu olayda yanımda bulunan öğrencim de korkusundan hemen kaçmıştı. Ve onun nasıl koştuğunu hâlâ görür gibi oluyorum. Nasıl olur da köpekler saldırdıkları yerden şiddetle ürkerek hemen dışarı kaçarlar? Gözlerimizin önünde sımsıkı kapalı bir pencerenin kendi kendine açılmasına ne denir? İşittiğimiz haykırmalar insan sesine benzemiyordu. Şatonun duvarlarına indirilen vuruşlar, çok kez o kadar şiddetli olurdu ki tavanın başımızın üzerine çöküvermesinden korkardım.”
“Bu denli akıl almaz şeyleri yapmaya hangi adamın gücü yetebilir? Ben hep bunların şeytan işi olduğu kanısındayım.
12 Ocak 1893 İmza Rahip M.”
Turhan gözlerini kitaptan ayırarak: “Dayı bey, daha çok ve uzun belgeler de var. Ben en kısasını okudum, ötekilerine devam edeyim mi?”
Talat Bey: “Yeter.”
Orhan: “Peki efendim, bu olaylara ne diyorsunuz?”
Talat Bey: “Bu garipliklere mutlaka inanmak zorunda değilim.”
Orhan: “Bu meselede iki şart var.”
Talat Bey: “Nedir?”
Orhan: “Ya inanacaksınız ya da açık nedenlerle reddedeceksiniz. Bu dinlediğimiz şeyler hep yalan mı?”
Talat Bey: “Benzer.”
Orhan: “Peki, ama hangi düşünceye dayanarak böyle diyorsunuz? Söyleyiniz de leh ve aleyhteki kanılarımız güçlensin.”
Talat Bey: “Bize birçok yalancı mucizeler anlatılmaktadır. Bizi inanca çağırmak için bu hurafelerle ciltler, ciltler doldurulmuştur. Yüzlerce de tanık gösterilmiştir. Örneğin, durup dururken bir mandanın kanatlanarak bir kartal gibi uçtuğunu on on beş kişinin tanıklığına dayanarak ileri sürseler bu doğa dışı olaya inanır mısınız?”
Orhan: “Bu dinlediklerimiz, bu söylediklerinizle hiç de karşılaştırılamaz. Böyle güçlü tasdikte bulunanların içinde birçok bilim adamı ve doktor da var. Dayı bey, bu işittikleriniz, sırf uydurma değil, aynen olmuştur. İlkin bunu kabul zorundasınız. Sonra meseleye istediğiniz gibi bir açıklama yolu arayabiliriz. Bundan on üç, on dokuz, yirmi yüzyıl kadar önce olmuş mucizelerle bunları bir tutamayız.”
Talat Bey: “Versenize bana şu kitabı, bityeniklerini göstereyim.”
Dayı bey eline aldığı cildi evire çevire Calvados şatosu bölümünü bularak birçok satıra göz gezdirdikten sonra:
“Efendim, bir kere şatonun asıl adı söylenmiyor. Bu, T. Şatosu işaretiyle gösteriliyor. Niçin?”
Orhan “Calvados şatosu demek yetmez mi?”
Talat Bey: “Hayır. Calvados, Normandiya Manş kıyısında kayalık bir yerin adıdır. Calvados şatosu demenin Erenköyü köşkü demeden hiç farkı yoktur. Erenköyü’nde, ama hangi köşk? Esas sayılacak bu önemli açıklamadan çekinmenin nedenini bana anlatır mısınız?”
Orhan: “Bu beladan kurtulmak üzere bir gün satmak gerekirse şatonun adını cinliye çıkarmış olmamak için…”
Talat Bey: “Tekin olmadığını onaylamak için böyle on beş kişinin verdikleri raporlarla kötü ünü bütün bucak çevresine yayılmış bir şatonun bu sırrı artık nasıl gizlenebilir?”
Orhan: “Adının saklanmış olması şato üstüne söylentilerin hepsini çürütebilecek güçte bir belge sayılamaz.”
Talat Bey: “Peki, ama karşı çıkmaya yer verecek kuşkular yalnız bununla bitmiyor ki…”
Orhan: “Daha neler var efendim?”
Talat Bey: “Şato sahibinin adı bilinmeyen işaret olan X harfiyle gösteriliyor. Yalnız arabacı Emile, bahçıvan Auguste, oda hizmetçisi Amelina, aşçı kadın Celine gibi hizmetçi adları sayılıp dökülüyor ki doğrusu bunlar da bana uydurma gibi geliyor. Daha tuhafı, olaylara en yakından tanık olan çocuğun mürebbisi Rahip Efendi yazdığı doğrulama kâğıdının altına yalnız M. harfiyle takma bir imza koyuyor. Adını gizleyen bir tanığın tanıklığına inanmak için çok büyük bir iyi niyet sahibi olmak gerekir. Benim görüşüm bu.”
Orhan: “Bu karşı görüşünüzde ben sandığınız kadar bir kuvvet görmüyorum. Çünkü Doktor Dariex’in ve G. Maurice’in olay üstüne imzalı mektupları var. Bundan başka Perili Evler cildinde belediye, zabıta, adliye memurlarının ve birçok fen adamının açık ve resmî imzalarıyla bu soy yüzlerce olay sayılıyor. Eğer olay Calvados şatosu perilerinden ibaret olsaydı, karşı çıkmanızda bir dereceye kadar hak kazanmış olabilirdiniz.”
Talat Bey: “Oğulcuğum, bu çeşit olaylar kamuoyunda henüz kesinlikle bir açıklığa ermemiştir. Eğer mesele, herkesi inandırabilecek şekilde ispat edilebilmiş olaydı inanmakta hep birleşirdik. Artık hiçbir türlü tartışmaya gerek kalmazdı.”
Orhan: “Bey dayıcığım, herkesin inancını niçin bu konuda bir miyar tutuyorsunuz? Bugün halkı birçok efsaneye inancından ayırmak mümkün olmadığı gibi birçok bilimsel teknolojik gerçeğe de inandırmak kabil değildir.”
Talat Bey: “Ben kitlenin oylarına inanmıyorum. Aydın kişiyi düşünüyorum.”
Orhan: “Genel deyiminde aydınlarla birlikte kitle de yok mudur? Oysa aydınların bugün hemen yarı yarıya ve belki de daha çok bir kısmı ruhun varlığına inanır.”
Talat Bey: “Azın en azı da olsa buna inanmayan bir topluluğun varlığını inkâr edemezsiniz ya…”
Orhan: “Her mezhepte bir karşı koyanlar topluluğu bulunabilir.”
Talat Bey: “Bu da neden ileri gelir?”
Orhan: “Yaradılışta kavrayış bakımından eşitlik bulunmamasından.”
Talat Bey: “Yaradılışta, kavrayışta eşitlik olaydı ne kadar can sıkıcı bir hayatın biteviyeliği içinde bunalıp kalacaktık. Ne bir Napolyon olacaktı ne bir hamal. Doğanın akıl faturasını bu kadar çeşitli yaptığına teşekkür etmeliyiz. Halk garipliklere bayılır. İncelemek gücünde olmadığı şeylere inanıvermek saflığıyla hastadır. Teknolojik deneylere alışkın olanlar her kimin tanıklığı olursa olsun, işittikleri gariplikleri bir kez de kendi mihengine vurmadan kabul etmezler. Bundan dolayı sizin ispritizma meselelerindeki iddialarınız yeterince ispat edilmiş olsaydı, onlar da inanırlardı. Ama henüz ispatta bu yeterlik yoktur. Bu davada sizi kandıramayacağımı görüyorum. Ama siz de beni kendi düşüncenize çekebilmeyi hiç aklınızdan geçirmeyiniz. Şimdi biz susalım, bu olayları anlatan Camille Flammarion cenaplarını söyletelim. Bu büyük piriniz, Calvados olayı için sonuç olarak ne diyor?”
Orhan: “Kardeşim, 152’nci sayfayı dayı beyimize oku.”
Turhan kitabın o yaprağını açarak okumaya başlar:
Bütün bu hikâyenin doğaüstü olduğu itiraz götürmez bir durumdur. Ama doğruluğu da müthiş cinayetleriyle bundan daha delicesine ve anlamsız olan 1914-1918 Alman savaşı derecesinde kesindir. Gözlemlerin kuvvetli belgelere dayandığını bildirdiğimiz için kısaltarak değil, başlıca ayrıntılarıyla bu olayı sergilememizin başına aldık. Şeytani doğaüstü hipotezinin tartışması üzerinde durmayacağım. İncelemeden sonra hiçbir şeye karar vermeksizin dikkatli olarak soruşturmamızı sürdürelim. Araştırmaların aydınlık sonuçları mantık yoluyla ancak gözlemlerin bir araya toplanmasından sonra gelir…
Ancak öyle sanıyorum ki bütün bu olaylardan şu sonucu çıkarmak için kendimizi izinli hissetmememiz mümkün olmayacaktır. O da budur: Göze görünmez yaratıklar vardır.
***
Turhan devam ediyor:
Üstat bundan sonra Correze’de bu görünmez yaratıkların eline geçmiş Constantinie adında bir evden söz ediyor. Bu olay da yeri bilinen ve tanınan bir yerdir; tanıkların, soruşturmacıların imzaları açıktır. Yani hiçbir karanlık, gizli nokta yoktur. Olaylar çok sayın belediye başkanlarının, yargıçların gözleri önünde geçmiş ve burada Calvados şatosundakilerden daha garip şeylere tanık olmuşlardır. Örneğin uyurken karyolanız beşik gibi sallanarak uyandırılıyorsunuz. Oturduğunuz sandalye çekilip altınızdan alınıyor. Yemek yerken önünüzden tabak kapılıp karşıya fırlatılıyor. Oturduğunuz yerde arkanıza bir baston iniyor. Madamın yatak odasından yoğun kara bir duman çıkıyor. Koşuyor, bakıyorsunuz ki dumanın çıktığı karyoladır. Telaşla araştırırken bir de görüyorsunuz ki ne ateş var ne duman… Bu hokkabazlık bazen ihtiyar Madam Faure’un üzerinde de yapılıyor. Kadının fistanından dumanlar fışkırıyor. Ama gerçekte ne duman var ne ateş…
Hep bu anlaşılmaz gariplikler ünlü yargıç Max Well’in gözlem ve incelemelerine dayanarak verdiği raporda tasdik edilmiş ve açık olarak yazılmıştır.
Turhan: “İşte size Constantinie Maison’dan çok kısaca söz ettim. Auvergne’de bu çeşit bir konuta geçiliyor. Dinlemekten sıkılmazsanız, yüzleri aşan perili evler koleksiyonunu size sıralayım.”
Talat Bey: “Gerek yok… Bunlardan birini dinlemekle insan binini dinlemiş gibi oluyor. Aklın, bilimin kabul edemeyeceği bu garipliklerden ne sonuç çıkarılabilir?”
Orhan: “Teknolojide de akıl kabul etmez gibi görünen çok şey vardır. Örneğin bundan yüzyıl önce Viyana’da verilen bir konserin İstanbul’dan dinlenilebileceği ve pervanesi havada dönen bir taşıtla iklimden iklime hayret verici bir hızla yolcular götüreceği söyleneydi bu masala kim inanırdı?”
Talat Bey: “O başka, bu başka.”
Orhan: “Neden?”
Talat Bey: “Biraz ders görmüş insanlara bugün kara tahta başında radyonun, uçağın ne oldukları anlatılabilir. Ama insaf ediniz, büyücü oyununa ve hokkabazın katakullisine benzeyen sizin ruhlarınızın, perilerinizin, cinlerinizin akla ve teknolojiye yaklaştırılabilecek yanları var mıdır? Büyücü oyununda vaktiyle Zuhuri, bu cin peri cilvelerini iyi karikatürize etmişti. Efetuha, mefetuha, pat… küt…”
Turhan: “Flammarion bunun ancak bir yüzyıl sonra bilim biçimini alabileceğini söylüyor. Ortada böyle bir kuvvet vardır. Bu muhakkak… Bu gizli bir elektrik midir? Ölülerden veya dirilerden çıkan bir akım mıdır? Olayları kuru kuruya inkârda direnmekten ne çıkar? Kendiniz bu garipliklerden birkaçına tanık olsanız, gözlerinizin gördüklerine, kulaklarınızın işittiklerine inanmayarak kendi kendinizi mi yalanlayacaksınız?”
Talat Bey: “Oğlum, siz her zaman böyle söylemiyorsunuz. Ortada henüz keşfolunmamış gizli bir kuvvetten söz edilirse insan bu alanda düşünmeyi pek garip bulmaz. Ama siz kuvvetin bilinmezliği üstüne her zaman aynı kanıyı taşımıyorsunuz. Bu kuvvete açıktan açığa ruh adını vererek masa başına çağırıyor, onlarla bazen çok gülünç dedikodular yapıyorsunuz.”
Orhan: “Ne yapalım? Ruhlar bize bazen gerçekten zihinleri durduracak şeyleri haber veriyorlar. Biz de bu kuvvetin intelligent[22 - Intelligent: Zeki. (e.n.)] olduğunu kabul zorunda kalıyoruz. Siz bu sırları, bizi inandırarak başka bir biçimde yorumlar ve açıklarsanız kabule hazırız. Ama siz birçok gözün önünde olup biten gerçekleri kökünden inkâr ediyorsunuz.”
Talat Bey: “Sizi kendi silahınızla vurmak, yani kendi belgelerinizi aleyhinize çevirerek boyun eğdirmek için ben de bu eserleri okuyacağım. Ben de sizin masa başındaki halkanıza katılacağım. İki dünya arasında tercümanlık eden bu garip şeylerle ben de konuşacağım.”
Orhan: “Bizi yalnız şöyle böyle müteşekkir değil, cidden minnettar bıraktınız.”
Talat Bey: “Beni ruhlarınıza takdim etmek için kılavuzum olursunuz.”
Orhan Turhan, ikisi birden:
“Memnuniyetle dayıcığım, memnuniyetle…”

XIV
TALAT BEY’İN FLAMMARİON’A KARŞI ÇIKIŞLARI
Ertesi sabah Talat Bey, yeğenlerinin kitaplığından birkaç kitap seçti. Odasına kapandı.
Sayfaları karıştırdıkça gerçekten merak çekici satırlara rastlanıyordu.
Okuduklarından bazılarını özetleyerek aktarıyoruz:
Var olmak veya olmamak, Hamlet’in bu mezarlık sahnesi her gün gözlerimizin önünde tekrarlanıp duruyor. Düşünürün hayatı, ölümün denetlenmesidir.
Eğer varlığı, insanlığı hiçbir şeye götürmüyorsa bu komedya nedir? Gerek ona yüz yüze bakabilelim veya görmemek için başımızı çevirelim, ölüm hayatın en büyük olayıdır. Onu incelemek istemek çocukluk havailiğinden ileri gelir. Zira uçurum önümüzde apaçık duruyor. Bir gün bu amansıza yuvarlanacağız. Mesele iskandil edilmesi[23 - İskandil etmek: Bir işin içyüzünü araştırmak, bilgi toplamak. (e.n.)] imkânsız bir derinliktedir. Ne kadar uğraşsak vakit kaybından başka bir şey elde edemeyiz. Bunun sonunu seçmek yersizdir, yollu bir mazeret ileri sürmek manasız bir korku ve tembelliğin doğurduğu boş bir bahaneden başka bir şey değildir.
Önümüze dikilen bu muazzam soru noktasının karşısında bir cevap istemeden durmak zordur.
Adil bir Allah var mı? O mu bizi yarattı? Yoksa onu bizim zayıf zihinlerimiz mi doğurdu? Kim kimin yaratıcısı, yaratığıdır bazen bilinmiyor. Adalet sözü de insanların uydurduğu boş bir söz müdür? Zavallı insanlık bu haksızlık, bu kötülük yolunda daha ne kadar sendeleyerek bir ışık aramak için yürüyeceksin?
Adalet âşığı büyük kalpli, duygulu adam, kendini yokla. Doğanın, yüreğine iyi eğilimler de koyduğunu bazı bazı duyuyorsun değil mi? Bunlardan faydalanmana engel olan kimdir? Doğa dediğimiz bu heyula da nedir? Onda bir azim, insaflı bir amaç, hayırlı bir erek var mı? Yoksa bu koca evrenin yabancı kaldığı adaletli ve insafla duygulanan yalnız bizim yaralı dimağlarımız mıdır? Titremeler getiren ne büyük muammaların karşısındayız.
Şüphesiz öleceğiz. Hiçbir şey bu kadar kesin değildir. Üzerinde yaşadığımız bu toprak yuvarlağı güneşin çevresinde yüz devir daha yaptıktan sonra sevgili okur, hiçbirimiz bu dünyada bulunmayacağız.
Ölüme karşı dehşetlenmek duygu zayıflığından gelen bir manasızlıktır. Bunda iki ihtimal var: Ölünce ya mahvolup bütün bütün biteceğiz ya da gözlerimizi bu hayata kapadıktan sonra bir ikinci âleme açacağız. Eğer bütün bütün öleceksek hiçbir şey bilmeyecek, yani ölümü hissetmeyeceğiz. Eğer bir ikinci hayata girerek yaşamayı sürdüreceksek mesele inceden inceye araştırılmaya değer bir nitelik alır.
Bir gün bu vücut organlarımız çalışmalarını durdurunca cesedimiz milyonlarca moleküllere dağılacak. Bunlar da bitkisel, hayvansal ve insansal öteki organizmalara karışacaklar. Aynı cesedin ikinci kez dirilişe ulaşması teorisi yani dinlerin bu eski iddiaları artık kabul edilmeyecek hurafeler arasına geçmiştir. Ruhsal düşünce ve cevherimiz maddesel organizmamızın dağılmasından sonra gene sürüp gidecekse biz de ikinci hayata geçmekle sevineceğiz. Böyle olunca o zaman bilinçli hayatımız bu şimdikinden daha ileri, daha yüksek bir biçimde sürecektir demektir. Çünkü yaratılışın doğrudan doğruya gelişme tarihini inceleyebileceğimiz gezegen, ancak üzerinde yaşadığımız bu yeryüzüdür. Ve burada da ilerleme kanununun basitten mükemmele doğru ilerlediğini görmekteyiz.
Ölüm nedir? Şimdiye kadar bu olayı bize açıklamaya çalışan dinlerden, mezheplerden, doktrinlerden hiçbirisi bizi inandırabilecek geniş bir anlatımda bulunamamışlardır; işte bunun için bilmek ihtiyacıyla yanıyoruz. Ve bazıları da doğa kötü hiçbir şey yaratmaz, yapmaz sonucuna gidiyor. Bu ise çok tartışma götürür bir yargıdır.
Düşünen bir fikir sahibi “Öldükten sonra büsbütün mü mahvolacağız?” sorusu önünde kayıtsız kalamaz.
Bu vadide ilk bakışta haklı gibi görünen bazı görüşler de vardır. Öldükten sonra gene yaşamak istememiz bu varlığımıza çocukça bir önem bağlamamızdan ileri geliyor. Büsbütün mahvolmamızı doğa için bir kayıp saymak gafletinde bulunuyoruz. Biz de yaratılışta ihmal edilemeyecek bir sayıdayız. Yaradan’ın bizimle de meşgul olması yerinde bir davranıştır. Bu gibi düşünceler de ileri sürülüyor.
Gerçekten ve hele astronomi bakımından bizim tek olarak varlığımızın değil, bütün insanlığın bile zerre kadar önemi yoktur. Pascal zamanındaki anthropocentrique géocentrique[24 - Anthropocentrique géocentrique: İnsanmerkezcilik, yermerkezcilik. (e.n.)] sistemleri inancından yani bütün yıldızlar sisteminin bizim etrafımızda döndüğü ve bütün yaratılışın merkezinin insanlık olduğu gafletlerinden uzağız. Üzerinde yaşadığımız bu dünya nedir? Biz neyiz? Uzayın sonsuzluğu içinde kaybolmuş bir zerrenin üzerinde zerreleriz.
Ama efendim doğa, en küçük şeylerin içine en büyükleri sığdırmak mucizesiyle bizi hayretlere düşürüyor. Bir zerre de başlı başına bir evrendir. Mademki düşünüyoruz, bu özellik bizde vardır. O hâlde biz de varız. Bu muammaların derinliklerine dalmak isteyenler baş dönmelerine tutularak sığlıkta kalıyorlar.
Beklediğimiz cevapları bize dinler veremediler. Veremeyecekler… Bunca mabut heykelleri dikildi. Bunca alınlar secdelerde inledi. Lakin bu büyük muamma karşımızda hâlâ Asurlular, Kaldelîler, Eski Mısırlılar, Yunanlılar, Romalılar ve ortaçağ Hristiyanlığı zamanlarındaki heybetle duruyor. Dehşet verici ve dilsiz…
İnsan kurbanlarıyla beslenen insan biçimindeki tanrıların tapınakları yıkıldı. Hesapsız dinler söndü. Ama ölmezliğin koşullarını araştıran din, insanların bir düşünceye bağlanmaları düğümü önünde öncesiz ve sonrasız, iri yüzüyle sanki onu anlamak isteyişimizdeki saflığımıza gülüyor.
Döne döne bu soruyu kendimizden soralım: Ölümle yok mu olacağız? Yaşamakta devam mı edeceğiz? Hatiften bir cevap gelmiyor. Buna akıllar hiç ermiyor.
Bu büyük muammanın kaynağını aramak için göklere yükselen dehaların kanatları çırpına çırpına yoruldu. Ve düştü. Ruhun ölmezliği sorunu modern bilimlerin olumlu bir çözümlemesine ulaşamadı. Ama bazılarının iddiaları gibi muamma olumsuz bir biçimde de çözümlenmiş değildir.
Genel olarak sanılıyor ki bu öte dünya sfenksinin keşfi büsbütün idrakimizin dışındadır. İnsanın zekâsı bu sırrın zırhını delebilecek bir güçte değildir. Ama hayatta hangi konu bizi bunun kadar ilgilendirebilir? Sonumuzu düşünmekten uzak kalabilir miyiz?
Talat Bey kitabı masanın üzerine bıraktı. Bir cigara yaktı. Hafif bir gülümsemeyle zihninden şöyle diyordu:
“Koca feylesof, büyük adamsın. Bundan şüphe etmiyorum. Halkı aydınlatmak için bilimi, teknolojiyi tükenmez bir güçle populariser[25 - Populariser: Halkın anlayacağı biçime sokmak. (e.n.)] ettin. Kitaplıkları doldurdun. Bu seninki kadar şeref pek az Fransız’a nasip olmuştur. Ama üstat, bu yorucu uğraşın büyük kısmını niçin alçaklara vücut vermek alanında harcadın? Sana gökleri dolduran yıldızlar yetişmiyor muydu ki dehana daima daha ötede ve yokluklar evreninde gezi yerleri aradın?”
“Bu dünyaya doğmayaydın ne olacaktın? Hiç!.. Ölümle yine bu hiçliğe dönmekte ne kaybediyoruz? Bu dünyaya bir kez gelenin artık bir daha ölmemesi, yani hayattan hayata yaşadığı anılarla geçmesi, bu ölümsüzlük bilmem ki pek de istenen bir mutluluk mudur? Bu bitmez tükenmez uzunluğun verdiği usanç karşısında yüreğim sıkıntıdan çatlayacak gibi şişiyor. Bu dünya hayatlar için bir başlangıç mıdır? Biz buradan başka dünyalara gideceksek niçin sonrasız hayatlarının anılarıyla oralardan buraya gelenler olmuyor?”
“Ne için insanları, bitkilere ve hayvanlara mukadder olan kesin ölüm olayından uzak tutalım? Bir gelen, isterse ruhça olsun, dünyadan dünyaya gezginci hâlde geçerse bu evrenin durmadan yenilenişi nasıl olur? Bizden sonra geleceklere yolu kapamış gibi olmaz mıyız? Aynı kimlikle doğum dolabına kaç kez girip çıkacağız?”
“Eskiden bütün bilimlerin dizginlerini ellerinde tutan dinlerin izinleri olmadıkça doğa kanunlarından hiçbirinin ilan edilemeyeceğini, buna başvurmaya cesaret edeceklerin engizisyon mahkemelerine verildiklerini, bundan dolayı hiçbir özgür tartışma yapılamadığını, dinlerin efsane sayfalarını kapayarak artık bütün araştırmalarımızda bilim ölçüsünden ayrılmamak gerektiğini belagatli satırlarla yazıyorsunuz. Dinlerin yaratılışa ait bildirilerinde cahilliğin gülünç örneklerini gösteriyorsunuz. Hatta İsa’nın göklere uçması masalında diyorsunuz ki: ‘Uzayda alt üst, yani yukarı uçmak, aşağı düşmek yoktur. Bunlar dünyanın yer çekimine göre uydurulmuş sözcüklerdir. Çekiminden kurtularak yerden ayrılan bir cismi bizim uçuyor gibi görmemiz yanlış bir duygudur. Uçmuyor, gidiyor. Böyle olunca bu uçmanın salt efsane olması bir yana öyle de farz olunsa dünyamızın mihveri etrafında dönmesi dolayısıyla, şimdi uçtuğunu gördüğümüz peygamberin on iki saat sonra tepe aşağı düşeceğini kabul etmem gerekir…’ diyorsunuz. Ve ölmezlik meselesinin modern bilimlerce henüz olumlu, olumsuz bir çözümleme yoluna ermediğini tasdik ediyorsunuz. O hâlde üstat, genel ruh hazinesinden her insana pay verdiğiniz ruhun aynı kimlikte ölümsüzce sürüp gideceğini araştırmada niçin bu kadar yoruluyorsunuz?
“Derin bir uykuda, küçük bir baygınlıkta kendimizi ve bütün dünyayı, zerrece bir hatıra noktası kalmayacak bir bütünlükle kaybediyoruz. Duygu merkezimizden her şey siliniyor. Geçici bir süre için yok oluyoruz.”
“Bu gerçeği görürken büyük ölümde organizma hayatını kaybetmiş bir beynin hâlâ her şeyi duymakta devamını kabule nasıl yanaşabiliriz? Ve yine diyorsunuz ki ikinci hayatta maddesel beyin yok, ruhun öz duygusu vardır. Böylece incele incele yani gaip ruhu bulalım derken konunun elimizdeki tutamak yerini de yitiriyoruz.”
“İnsanları, hangi ve nasıl bir dünya üzerinde yaşadıklarını bilmemek ve bilmeyi merak etmemek aptallığıyla suçluyorsunuz. Onların hayvanlarla ortak zevklerle yetindiklerine acıyorsunuz. Cahiller sürüsüne bilim ve düşünmek zevkini aşılamanın çaresi henüz bulunamadı. Değil Ülker yıldızının ışık hızıyla buraya olan uzaklığını düşünmek, kendi karnında kaç arşın bağırsak bulunduğunu bilmeden bilgin geçinen niceleri vardır. Ve gene: Yeryüzünde yaşayan bir milyar altı yüz milyon insandan ancak bir milyon kadarının merak vb. nedenlerle astronomiyle ilgili eserler okuduklarını ve özellikle bilimsel buluşları izlemek için broşürler ve dergilerle meşgul olanların sayılarını ise bütün dünyada haydi haydi elli bin olarak tahmin ediyorsunuz. Bunlardan ancak altı bininin Fransa’da bulunduğunu ve öteki insan kalabalığının zekâlarını yalnız faydasız, adi eğlencelere ve bir de para kazanmak uğraşısına ayırdıklarını yazıyorsunuz.”
“Bu dediğiniz merakta, içlerinde altı bin değil, altı kişi bulunmayan uluslar ne yapsınlar?”
“Sözün ipucunu kaçırmayalım. İtirafınız üzere ruhun ölümsüzlüğü henüz ispatlanamamışsa ispritizmacıların masa başına çağırıp da konuştukları kimlerdir? Bunlar dünyadaki yaşamlarının tarihçesini, taraftarlıkla türlü yalanlar uydurmaktan kalemlerini kurtaramayan bugünün tarihçilerinden daha hak ve adalete uygun olarak anlatıyorlar. Perili evlerde gürültüler çıkaranların, masaları oynatanların, ölülerden veya dirilerden fışkıran rüzgâr gibi, elektrik gibi kör birer kuvvet olması ihtimalinden de söz ediyorsunuz. Birçok noktada dirileri aydınlatmaya çalışan bu zeki ruhları nasıl kör kuvvetlere benzetebiliriz?”
“Sözün kısası üstadım, bu meselenin gerçek ve uydurma yanları var. Eserleri inceleyip okumaya karar verdim. İşte yine söylüyorum. Bu okumada göreceğim teorilerin yeğenlerimle birlikte, ispritizma masası başında uygulamasını yapacağım. Göze görünenlerle görünmeyenlerin toplantısında ben de bir üye yeri tutmaya çalışacağım.”

XV
“S. L. M.” MUNİS AİLE RUHU
Bir gece Talat Bey yeğenlerinin odasında gene bu konu üstüne konuşurken duvara üç kez vuruldu. Gene köpek, hırıldayarak yatağın altına kaçtı…
Talat Bey hayret etmiş bir davranışla sordu:
“Bu ne?”
Orhan: “Biz de bilmiyoruz.”
Dayı bey, elinde lambayla hemen sofaya fırladı. Sağa sola koştu, kimse yok…
İçeri döndü.
Orhan: “Dayı bey, ne gördünüz?”
Talat Bey: “Hiçbir şey…”
Orhan: “İşte bir vakitten beri bu vuruşlar böyle sürüp gidiyor.”
Talat Bey: “Ben birisinden şüpheleniyorum.”
Orhan: “Kimden?”
Talat Bey: “Dilaver’den. Oğlan şakacıdır. Duvarınızı yumruklayıp kaçmasın…”
Turhan: “Yapmaz sanırım…”
Orhan: “Vuruşlar duyulur duyulmaz biz de hemen sofaya koştuk. Sizin gibi bir şey göremedik. Eğer duvara vuran Dilaver olaydı bu kadar hızla kaçamazdı.”
Talat Bey: “Dilaver zekidir. Bu işi şeytanca bir düzenle yapabilir. Bende böyle bir kuşku doğdu. Durunuz, ufak bir soruşturma yapacağım. Bu kuşkum ya büsbütün kuvvetlenir ya da yok olur.”
Talat Bey bir hizmetçi çağırarak: “Kızım, haydi bana Dilaver’i gönder.”
Giden hizmetçi iki dakika sonra dönerek: “Efendim, Dilaver uyumuş.”
Talat Bey: “Annesine söyle, uyandırıp göndersin.”
Hizmetçi bu emri yerine bildirmek için çekildi.
Talat Bey: “Gördünüz mü, gelmiyor. Dilaver böyle erken uyur mu hiç?”
Nihayet Dilaver, gözlerini ovuşturarak uyku sersemliğiyle karışık garip bir gülümseme hâliyle geldi.
“Gelmemi emretmişsiniz. Annem, döşeğimde beni tartakladı. Gözlerimi açtım. ‘Ne oluyor?’ dedim. Annem, ‘Çağırıyorlar.’ dedi. ‘Kim çağırıyor? Beni böyle uykudan kaldıracak önemli bir şey mi var?’ Aklıma derhal ötekiler geldi. Malum ya ben karışığım. Şeyh Battal Hazretleri gene lütfen evimizi şereflendirmiş olmasınlar.”
Talat Bey: “Dilaver, oğlum, mesele önemli…”
Dilaver: “Ne var efendim? Anneme tayyare piyangosu mu vurdu?”
Talat Bey: “Bu evde vuran bir şey var ama piyango değil.”
Dilaver: “Ruhlar değil mi? Bu ruhlarla dost olmaktan başka çare yok. Bu ciltleri kitaplıktan alıp ben de okuyorum. Hani ya bir gazete bir başlık kullanıyor ‘ister inan, ister inanma’… Çünkü laflarda okuru inandıracak kuvvet olmadığından kimseyi hiddetlendirmemek için inanmamak kapısını açık bırakıyorlar. Bu, ben atar tutarım ama sen gene hep temkinli ol. Çünkü akıl almaz şeylere akılsızlar inanırlar demektir. Dayı beyefendi, öyle şeyler okudum ki inanayım mı, inanmayayım mı? Bir türlü kestiremiyorum.”
Talat Bey: “Neler okudun?”
Dilaver: “Ruhların çağrıldığı bir toplantıda hayatında zulüm görmüş bir ruhla zalim birleşmişler… Mazlum ruh tekme tokat içirmeye başlamış… Ne oluyoruz diye masa başındakiler hep ayağa kalkmışlar. Şimdi intikamcı rolüne geçen mazlum ruh: ‘Durunuz efendiler, olayı size anlatayım. Falan tarihte ben hayatta iken bu gaddar herif bana şu, şu, şu zulümlerde bulundu.’ diye hancının hikâyesini ayrıntılarıyla anlattıktan sonra gene bütün şiddetiyle dayak muhabbetini sürdürmüş. Odadaki masalar, sandalyeler, etajerler devrilmiş; aynalar, camlar kırılmış, lambalar sönmüş, suçları olanlar ve olmayanlar görünmez eller tarafından bir güzel pataklanmışlar…”
Orhan: “Roma’da yayımlanan 1921 tarihli Spiritite dergisinde Bozzano imzasıyla anlatılan Oporto olayı mı?”
Dilaver: “Hayır, o da başka.”
Talat Bey: “Siz bu ispritizma olaylarının hafızı olmuşsunuz. Hepsini sayfası sayfasına, bölümü bölümüne biliyorsunuz. Ben size yetişebilmek için daha çok zaman çıraklık edeceğim galiba?”
Orhan: “Hayır dayı bey, ispritizmada her şeyden önce istidat gerektir. Eğer ruhsal alışkanlığınız çoksa çabuk ilerlersiniz.”
Talat Bey: “Ne o, beni ispritizma okuluna mı başlatıyorsunuz? Ben bu meseleyi objectivement[26 - Objectivement: Nesnel olarak, tarafsız. (e.n.)] incelemek isterim, subjectivement[27 - Subjectivement: Öznel olarak; nesnel karşıtı. (e.n.)] değil.”
Orhan: “Ruhlar söylemek istediklerini anlatmak için bazen insanın düşlerine girerler. Rüya da objectivement görülemez ya!”
Talat Bey: “Yavaş yavaş beni sağlığımda ruhlara karıştıracaksınız. Rüya bir réflexe etkisiyle bile görülür.”
Orhan: “Herhangi bir image’ın beynimize yansımasında ruhlar bir etken olamazlar mı? Bu sözümün sonra çok örneklerini göreceksiniz.”
Talat Bey: “Uzun mesele yavrum, dur şimdi öteki şeyi anlayalım. (Dilaver’e dönerek) Çocuğum, deminden sen bize bir oyun edip kaçtın.”
Dilaver birden bire afallayarak: “Nasıl oyun beyefendi?”
“Yavaş yavaş buraya geldin… Dışarıdan şu duvara üç defa tık tık vurduktan sonra kaçtın.”
“Kapı eşiğine oturmadım ama bu iftiraya nasıl uğradığımı anlayamadım.”
“Ben hemen dışarı koştum. Seni sol tarafa doğru kaçarken gördüm.”
Talat Bey böyle bir şeyi görmemişti. Eğer gerçekten duvara Dilaver vuruyorduysa şaşırtmaya getirip ona yaptığını itiraf ettirmek için böyle söylüyordu.
Dilaver biraz kızarıp bozararak: “Karşınızda yalan söyleyemeyeceğim gibi durup dururken ben gibi bir âcize böyle bir iftiraya haşa tenezzül etmeyeceğinizi de bilirim. Beyefendi, bana büyük bir korku verdiniz!”
“Nasıl korku?”
“Demek ki şu duvara dışarıdan vuruldu. Hemen koşup baktınız, bana benzer bir şeklin kaçmakta olduğunu gördünüz.”
“Evet.”
“Nasıl isterseniz size temin edeyim efendim, vuran ben değilim. Sizi de yalancılıkla itham etmek haddim değildir. Bana benzer bir hayalet görmüş olacağınızı muhakkak sayıyorum. O hâlde durumun vahametinden yüreğimi büyük bir korku sarıyor.”
“Ne gibi?”
Dilaver etrafında bir şeyler seçmeye uğraşır bakınmalarla:
“Bu evde bana benzer bir hayalet peyda olduğu görülüyor.”
Çocuk daha lakırtısını bitirmeden bir rakkas düzeniyle duvara üç kez daha vuruldu.
Yüzlerde büyük bir hayret durgunluğu peyda olduğu sırada Dilaver lambayı kaparak sofaya atıldı.
Talat Bey arkasından bağırıyordu:
“Çocuk nereye?”
“Hayaletimi görmeye gidiyorum!” dedi. Ama hiçbir şey göremeyerek iki dakika sonra kaçık bir yüzle geri döndü. Dilaver, kendinden edilen şüpheden artık tamamıyla temize çıkmıştı. Ama Talat Beyce bu muammanın çözümlenmesi gerekiyordu.
Orhan’la Turhan, anlamı yalnız kendilerince bilinen bir yüz buruşturmasıyla bakıştılar. Bu hareketleriyle birbirine ne anlattılar? Talat Bey’e bu da merak oldu. Sordu:
“Birbirinize ne işareti verdiniz?”
“Kimin vurduğunu tanıdık?”
“Kim?”
“S. L. M.”
“Bu üç harf bana hiçbir kimlik söylemiyor. Bu, ruhsal bir kişi midir?”
“Evet.”
Dilaver uğradığı iftiradan dolayı biraz yitirmiş olduğu neşesine dönerek: “Birinci muammayı beyefendiler, bir ikinci muamma ile izah ettiler. Bu ‘S. L. M.’ azılı bir ruh olmasın? İş şaka olmaktan çoktan çıktı. Bu tıkırtılara razı olalım. Ve ciddi düşünelim. Ölülerle bir gelmiş geçmişimiz var mı? Bu evin altını üstüne getirdikten sonra hepimize sopa çekerlerse…”
Orhan: “Korkma Dilaver. ‘S. L. M.’ munis bir aile ruhudur.”
Dilaver: “Ne kadar munis olsa o ölü, ben diriyim. Mümkün değil kaynaşamam.”
Turhan: “Onlar bize üstün bir hayata geçmişler. Onlar bizi görüyorlar, biz onları göremiyoruz. Biz beş on kilometrelik bir yola gitmek için vapura, tramvaya, otomobile biniyoruz. Onlar için uzaklık yok. Milyonlarca fersahlık uzaklıklara bir anda geçiyorlar. Uzay hayatına oranla dünya hayatı karanlık bir hapishane hücresinde prangaya vurulmuş olmaya benzer. Onlar kuş, biz yerlerde sürünen solucan…”
Dilaver: “Ölümü bana ne kadar methetseniz beğendiremezsiniz. Prangaya vurulayım. Solucan olayım. Bu toprağın altında değil, üstünde yaşamak isterim. Uçmaya heveslenirsem uçağa binerim. Ruh olup da uzayın boşluklarında umacı gibi dolaşmak hoşuma gitmiyor.”
Turhan: “Bizim mide ve sindirim dolayısıyla organizma sistemimiz fena, ağır, pis kokulu ve estetik dışı… Dünyamıza hiç benzemeyen öyle gezegenler var ki hiçbir şey yemeden yaşıyorlar.”
Dilaver: “Yemezler, içmezler ve erkeklik dişilik onlarda olmaz. Bizim ilmihâlciler bu melekçe yaşayışı Avrupa ukalasından çok önce keşfetmişler.”
Turhan: “O cennet benzeri dünyalar halkı, balıkların suyu çözümledikleri gibi havadaki azotu, oksijeni vb. soluyarak doyuyorlar.”
Dilaver: “İstemem. Hava yutarak doyup da uzaylarda serseri dolaşarak yaşamayı hiç beğenmedim. Alanglez[28 - Alanglez: Bir pişirme biçimi. (e.n.)] bir fileto, mayonezli levrek yemek, çerkez tavuğu, yoğurtlu kebap… Yalancı dolmalar… Av etleri, ince şekere bulanmış birkaç okka çilek, üzüm, kavun, karpuz… Ve daha türlü meyveler, bunları yemedikten sonra yaşadığımı nereden anlayacağım? Mideyi doldurmak estetik dışıymış… Bu lafa da gülerim. Bir güzel kadın vücudu gördüğümüz zaman onun bağırsaklarının içindekini düşünmek aklımıza gelir mi?”
Orhan: “Hep adamlar dibi delik bu mide torbasını doldurmak için çalışıyorlar. Bu nedenle bazı filozoflar dünyamızın insanlarını, bütün ömürlerince süren bu çabalayışlarından dolayı ağır cezaya çarptırılmış kürek mahkûmlarına benzetiyorlar.”
Dilaver: “Canım, hiç çalışmadan büsbütün avare yaşayışta da bir tat olur mu? Ölülerin gelip dirilere dayak atışlarına bakılırsa pek de aç durduklarına inanılamaz. Kendisini doyurmak için çalıştığımız mide de bize bu çabamızın zevkini vermiyor değil ki. Acıkmak, doymak, sevişmek, bunlardan başka hayatın ne sefası var?”
Orhan: “Dilaver, bu seninkisi kabaca materyalist düşünüş. Bunlardan başka hayatın çok ince zevkleri vardır. Ama duyguların bu yüksekliğine ulaşabilmek her insana nasip olan bir mutluluk değildir. Kütük gibi bir hamal ile rafine olmuş bir sanatçıyı düşün…”
Dilaver: “Ben ne bir hamal kadar kaba olmayı ne de göze görünmezlerle görüşecek kadar incelmeyi isterim, ikisi ortası…”
Bu tartışmayı süzgün bir gülümsemeyle dinleyen Talat Bey:
“Siz konuyu çığırından çıkardınız. ‘S. L. M.’ kimdir? Munis aile ruhu ne demektir? Niçin gelip de duvarınıza vuruyor? Şimdi mesele bu soruların çözümlenmesindedir.”
Orhan: “S. L. M. kendisini bize bu üç harfle tanıttırmış olan bir ruhtur. Munis bir dostumuzdur, iyi dilekli biridir. Sıkıldığımız zamanlarda gelir, bize doğru yolu gösterir, bize erişebilecek kederlere karşı alınabilecek tedbirleri bildirir.”
Talat Bey: “Haydi, bu söylediklerinize inanayım…”
Orhan: “İnansanız da inanmasanız da gerçek budur.”
Talat Bey: “Bu tık tıklardan maksadı nedir?”
Orhan: “İki haftadır kendisiyle görüşmedik, mutlak bize haber vereceği önemli şeyler var.”
Talat Bey: “Bu haberini nerede, ne vakit, nasıl verecek?”
Orhan: “Burada, isterseniz şimdi, masa başında…”
Talat Bey: “Beni bu hayırlı ruha takdim ediniz, insanlardan dostum yoktur. Bakalım ruhlarla sevişmekten bir fayda görebilir miyim?”

XVI
RUH BİR FELAKET HABERİ VERİYOR
Anneleri hanımefendi, mürebbiye Madam Sermin, Matmazel Leman masa başına çağırıldılar.
Hanımefendi: “Bu davet için biraz geç kalmış değil miyim?”
Orhan: “Ruhlar için geç, erken, gece, gündüz olmaz… Onlar bizim kullandığımız zaman ölçülerinin dışındadırlar.”
Madam Sermin, ulusuna özgü şen bir yüz ve kendi diliyle: “C’est le ‘S.L.M.’ qui nous appelle autour de la table. Je connais son habitude. Il s’annonce toujours par trois coups sect et bien rythmés, il est pressé. Il a quelque chose à nous dire d’une certaine importance.”[29 - “S.L.M. bizi masa çevresine çağırıyor. Âdetini tanırım. Kendini daima kuru ve ölçülü üç vuruşla bildirir. Acele ediyor. Bize bazı önemli söyleyecekleri var.” (y.n.)]
Mürebbiye yıllardan beri ispritizma ile uğraşa uğraşa ruhları çağırmak için kendinde psychique[30 - Psychique: Ruhsal. (e.n.)] bir kuvvet buluyor, bundan ötürü de medyumluğa özeniyordu. Başarı gösterdiği seanslar da yok değildi. Mürebbiye, anne hanımefendi, Talat Bey, Orhan, Turhan, Leman, Dilaver, yedi kişi altı kiloluk kadar bir masanın çevresinde sıralandılar. Lamba kısıldı. Baş ve serçe parmaklarla birbirine zincirleme eller masaya hafifçe değmekte… Bir çeşit alçak gönüllülükle bekliyorlar… Beş dakika… On dakika hiçbir gelen giden yok. Talat Bey böyle bir çağırmada ilk kez bulunuyordu, kayıpların ortaya çıkmasını bekleyerek yalvaran bir çeşit ibadet sessizliğiyle bu duruş tuhafına gitti. Hokkabaz Yahudi’nin elini havaya kaldırarak arkadaşını işaretle: “Aman Katakulli fukaradır, merhamet et” ten tutturduğu tekerlemeyi hatırladı. Öyle ya, gaibe söylenen o seslenişle ve gene gaipten beklenilen bu hareket arasında ne ayrıntı vardı? Talat Bey boğazını kikiştiren bir gülmeyi, bir öksürük gıcığı biçiminde yok etmeye uğraştı. Yutulan bu ufak fıkırtı bir sinir hâli gibi Dilaver’e sıçradı. Çocuğun ağzından gülme ile tıksırma arasında bir ses fırladı.
Medyum hiddetlenerek: “Ruhlar kendilerini hor görenlerden hoşlanmazlar. Bu masanın başına ya tam inanarak oturmalı ya da çekilmeli…”
Talat Bey: “Affedersiniz madam, ruhlara karşı bir saygısızlığımız yoktur. Ama böyle bir çağırılışta ilk kez bulunduğum için kendi durumuma gülüyorum.”
Mürebbiye Dilaver’e dönerek: “Mon enfant soyons sage, pas de bêtise!”[31 - “Çocuğum uslu olalım. Budalalığa lüzum yok.” (y.n.)]
Ve sonra ekledi:
“Bir iki gündür nezlem var. Medyumdaki küçük bir hastalık, psychique gücünü azaltır.”
Artık sesler kesildi. Derin bir sessizlik içinde bekliyorlardı. Mutlak marifetini göstermek isteyen medyum, bu kez kimseye bir suç bulamayarak ruha yalvarmaya başladı:
“Esprit… Allons… Levez la table. Du courage! Voyons! Un effort…”[32 - “Ruh, haydi masayı kaldır, görelim… Biraz cesaret… Gayret.” (y.n.)]
Bu gülünecek şeye gülmemek için Talat Bey nefesini hesapla alıyor, Dilaver alt dudağını yutacak gibi çiğniyordu.
Mürebbiyenin Türkçe alaca bir konuşması vardı:
“Bu gece ruh bize dağildi. Amma kendisi bize çağirmiş. Niçin gelmediğ? İçimizde bir kabahat yapan mı vağ?”
Tabii masa başındakilerden kabahati üstüne alan biri çıkmadığı için medyumun bu sorusu karşılıksız kaldı.
Biraz daha bekledikten sonra mürebbiye: “Cette nuit nous n’avons pas assez d’effort psychique; mais encore un peu de patience, nous réussirons…”[33 - “Bu gece yeterince ruhsal gayretiniz yok ama yine de biraz sabır, başaracağız…” (y.n.)]
Gerçekten biraz daha sabır, sessizlik, tevekkülle masa kıpırdamaya başladı. Şimdi Talat Bey gözlerini dört açtı. Masa kendi kendine mi oynuyordu? Yoksa onu çevresindekilerden biri mi itiştiriyordu? Dikkatlice bir göz gezdirdi. Parmakların masa yüzeyine değmelerini şöyle dokunur dokunmaz çok hafif buldu ama epeyi ağırca masa oynuyordu.
Yanında oturduğu mürebbiyenin dizlerini, ayaklarını yokladı. Kadının masaya dokunur bir yanı yoktu.
Derhal alfabe usulüyle konuşmaya başlandı. Madam Sermin’in ruhları hep Fransızca konuşuyorlardı. Ama Orhan’la Turhan, iki vahiy kâtibi gibi masa ayağının öbür dünyadan vurduğu telgrafı hemen alıyor ve Türkçeye çeviriyorlardı. Mürebbiye sordu:
“Ruh kimsin?”
“S.L.M.’yim.”
“Niçin bizi beklettin?”
“Başka yerde soruşturmadaydım.”
“Nerede?”
“Şimdi söyleyemem.”
“Bir iki akşamdır duvarlara üçer defa vuran sen değil misin?”
“Benim.”
“Niçin vuruyordun?”
“Beni çağırasınız diye.”
“Acelen ne idi?”
“Önemli söyleyeceğim vardı.”
“Nerede soruşturmada olduğunu söylemiyorsun.”
“Söyleyemem.”
“Söyleyeceğim var diye acele kendini çağırtıp da hiçbir şey söylememek, bu nasıl olur?”
Masa titizlenir gibi birden bire fazla sallandı. Ve sonra tıkırtı cevap verdi:
“Söyleyeceğim.”
“Eh, haydi bekliyoruz.”
“Söyleyeceğim, ama…”
“Ey?”
Tıkırtı biraz durdu. Ve sonra cevap verdi:
“Söyleyeceğim ama hepsini söyleyemem.”
“Peki, söyleyebileceğin kadarını söyle.”
“Şu anda buradan uzakta bir facia oluyor.”
“Nerede canım?”
“Bir aile içinde.”
“Biz o aileyi tanıyor muyuz?”
“Hayır ama bu facia ile aileniz yakından ilgili olacaktır.”
“Ne demek? Bu facianın ucu bize mi dokunacak?”
“Evet, sonuç olarak size dokunacak.”
“Tanımadığımız bir ailedeki felaketten bize ne sorumluluk payı düşebilir?”
Yeryüzünün diri insanları kendilerine gelecek felaketin oluşunu beş dakika öncesinden seçemezler. Uzayda zaman yoktur. Bunun içindir ki dün, bugün, yarın birleşmiştir.
“Bu kazadan korunabilmek çarelerini bize bildiremez misin?”
“Hayır. Olacağa çare yoktur. Nasibi değiştiremem.”
“Kuzum ruh, bizi merakta bırakma.”
Cevap yok… S.L.M. savuşmuştu.
Hanımefendi: “Uzakta, tanımadığımız bir ailede olan bir facianın, sonunda da bize zararı dokunacakmış. Hiç suçumuz yokken bu felaketten pay alacağımız bildiriliyor. Tuhaf şey…”
Leman: “Tuhaf değil anne, meraktan çatlanacak şey.”
Hanımefendi: “Nasıl facia bu?”
Leman: “Yangın mı?”
Orhan: “Hastalık mı? Ölüm mü?”
Turhan: “Cinayet mi?”
Leman: “Otomobil kazası mı?”
Orhan: “İntihar mı?”
Hanımefendi: “Böyle şeyler üzerimizden ırak olsun. Belki dostlarımızdan biri bir faciaya uğrayacaktır da biz ona acıyacağız. Facianın bize ilintisi bundan ibaret kalacaktır…”
Orhan: “Facianın bizim hiç tanımadığımız bir aile içinde olacağı ve olmakta olduğu haber veriliyor.”
Mürebbiye: “Fena panseleğe kapılmayınız. Fena fikigleğden fenalıklag doğağ.”
Dilaver: “Ah Madam, facia sözünden bir mutluluk anlamı çıkarılamaz ya!”
Hanımefendi: “Bu uğursuz sözcükten zihnime ne müthiş ihtimaller hücum ediyor.”
Talat Bey masanın hareketinde bir hile seçememiş gibiydi. İnsan hilesi olmayan bu şeyde görülmez bir kuvvetin etkisini kabul etmek zorunluğu ortaya çıkıyordu. Force psychique[34 - Force psychique: Ruhsal güç. (e.n.)] işte bu olacaktı.
Masanın hareketini, çevresinde bulunanların vücutlarından yayılan ruhsal, sinirsel akımların etkisine bağladıktan sonra ruhun gelip de dünden, bugünden, yarından birtakım esrarlı sözler karıştırmasının saçmalığı da incelenmesi gereken ikinci bir sorun hâlini alıyordu.
Talat Bey birincisine inanır gibi oldu. Ama bu ikincisinde durdu. İspritizma üzerine okuduğu bazı kitaplarda ruhlarla yapılan konuşmalar üstüne şüphe uyandıracak cümlelere rastlamıştı. O sözlerin gerçekten bir ruh tarafından söylenildiği şüpheli gösteriliyordu. O hâlde kim söylüyordu? Konuşma, masa ayağının vurduğu bir çeşit telgraf konuşması şeklinde yapılıyor. Bundan dolayı, masayı oynatan kuvvetin başlıcası kendinden yayılan medyumun bu konuşmaları istediği biçimlere sokabilmesi ihtimali de ileri sürülüyordu.
Ama ne için Madam Sermin, içinde yaşadığı aileyi böyle korkunç bir meraka düşürecek biçimde ortaya meşum bir mesele çıkarsın?
Talat Bey medyuma:
“Pardon Madam… Bir soruma izin verir misiniz?”
“Büygunuz.”
“Masayı oynatan akıcı kuvvet bizden mi geliyor? Ruhtan mı?”
“Her ikisi berabeg…”
“Biz onlara ağızdan söylüyoruz, onlar bize tıkırtıyla cevap veriyorlar.”
“Evet, böyle oluyog.”
Talat Bey biraz düşündükten sonra:
“Ruhların haber verdikleri böyle konularda bazen yanılma ihtimalleri yok mudur?”
“Belki vagdıg… Çünki, onlagda akıllı vağ, budala vag.”
“S.L.M. için aile dostu diyorsunuz?”
“Evet…”
“Niçin bizi böyle kötü bir meraka düşürerek meseleyi etrafıyla anlatmadan savuştu? Mademki tanımadığımız bir ailenin felaketinden bize de bir şey bulaşacakmış, işin ne olduğunu anlatsaydı, ona göre tedbir alarak dokunulmazlığımızı sağlamaya çalışırdık.”
“Bu espigileg heg şey söyleyemezleg. İzin yok. Bu bizim dost ne kadağ söyleyebilecek, söyledi gitti.”
Hanımefendi: “Ne fena şey bu. Başımıza ne felaket gelecek diye düşüne düşüne uykularımız kaçacak, iştahımız kalmayacak… Hep hastalanacağız. Birdenbire gelen bir uğursuzlukta insan neye uğradığını bilir. Ama böyle cinsi bilinmeyen bir felaketin korkular içinde meydana çıkmasını beklemek ne müthiş gönül işkencesidir.”
Mürebbiye: “Kolay vag, başka bir ıspigi çağıyuyogum. Soguyogum.”
Talat Bey: “Evet, mesele muğlak bir can sıkıcılık aldı. Ama ben önem vermiyorum. İnsanların bakıcıları gibi ruhların geleceğe ait keşiflerinin de harfi harfine çıkacağına inanamıyorum. Tanımadığımız bir ailede olan vukuattan bize ne?”
Orhan: “Madam hangi esprit’i[35 - Esprit: Ruh. (y.n.)] çağıracaksınız?”
Mürebbiye: “Père Maury’yi çagıyoğum. Bu çok iyi bir papasdiğ, dogu söyleg…”
Gene halka olundu. Eller hafifçe masa ile temasa geldi. Sessizlik. Bekleyiş. Araya münasebetli münasebetsiz birkaç ruh girdi. Gereksiz konuşmalar oldu. Sonunda mürebbiye en son gelene sorduğu “Kimsiniz?” sorusuna “Père Maury’yim…” cevabını aldı. Türkçeye çevrilen şu konuşma başladı:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/oluler-yasiyor-mu-69429220/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Tun: Köşe bucak, gizli yer. (e.n.)

2
İspritizmacı: Ölülerin ruhlarıyla ilişki kurulabileceğini savunan inanış. (e.n.)

3
Fantom: Hayalet. (e.n.)

4
Mahbes: Cezaevi. (e.n.)

5
Uğrama: Cin, peri çarpması. (e.n.)

6
Huddam: Cin taifesinden olan hizmetçi. (e.n.)

7
Objectivement: Objektif olarak, nesnel, tarafsız. (e.n.)

8
Olayın doğruluğunu incelemek için başvurulan: Proceeding of the s.p.r. vol. VI. P. 17 et Annales psychiques 1909, p. 325. (y.n.)

9
Birsam: Sanrı. (e.n.)

10
Apparition: Hayalet. (e.n.)

11
Truc: Oyun. (e.n.)

12
Image: İmge, görüntü, suret. (e.n.)

13
Spiritist: Ruhlara inanan kimse. (e.n.)

14
Incarnation: Vücut bulma, cisimleşme, canlanma. (e.n.)

15
Tek durmak: Uslu durmak, yaramazlık etmemek, sessiz kalmak. (e.n.)

16
Cihar-ı Yar-ı Güzin: Dört Halife. (e.n.)

17
Pürgatif: Müshil ilacı. (e.n.)

18
Métamorphose: Başkalaşma, biçim değiştirme. (e.n.)

19
Bakıcı: Falcı. (e.n.)

20
Globe: Yuvarlak, küre. (e.n.)

21
“Şato sahibinin kimliği daima X harfiyle gösterilmektedir.” (y.n.)

22
Intelligent: Zeki. (e.n.)

23
İskandil etmek: Bir işin içyüzünü araştırmak, bilgi toplamak. (e.n.)

24
Anthropocentrique géocentrique: İnsanmerkezcilik, yermerkezcilik. (e.n.)

25
Populariser: Halkın anlayacağı biçime sokmak. (e.n.)

26
Objectivement: Nesnel olarak, tarafsız. (e.n.)

27
Subjectivement: Öznel olarak; nesnel karşıtı. (e.n.)

28
Alanglez: Bir pişirme biçimi. (e.n.)

29
“S.L.M. bizi masa çevresine çağırıyor. Âdetini tanırım. Kendini daima kuru ve ölçülü üç vuruşla bildirir. Acele ediyor. Bize bazı önemli söyleyecekleri var.” (y.n.)

30
Psychique: Ruhsal. (e.n.)

31
“Çocuğum uslu olalım. Budalalığa lüzum yok.” (y.n.)

32
“Ruh, haydi masayı kaldır, görelim… Biraz cesaret… Gayret.” (y.n.)

33
“Bu gece yeterince ruhsal gayretiniz yok ama yine de biraz sabır, başaracağız…” (y.n.)

34
Force psychique: Ruhsal güç. (e.n.)

35
Esprit: Ruh. (y.n.)
Ölüler Yaşıyor mu? Hüseyin Rahmi Gürpınar
Ölüler Yaşıyor mu?

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Hayretler içinde etrafımıza bakıyoruz. Neredeydik? Nereye çıktık? Ve nereye döneceğiz? Yüz yıl yaşayanlar bu muammaların uçlarını bir araya getiremiyorlar. Bu büyük soruların karşısında aksakal da kundak kadar cahil. Gerimizde ve önümüzde geçilmez iki sınır var: öncesizlik, sonrasızlık. Bu sınırda bilim ve düşünce duruyor. Beyin, topaç gibi dönerek bulamadığı, tanıyamadığı bir var sayılan kuvvetin büyüklüğü karşısında korku titremeleriyle secdeye yatıyor. Bu geliş gidiş nedir? Hiçliğin derinliğinde tertemiz iken niçin bu dünyadan günah işlemiş olarak dönüyoruz?" Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв