Mürebbiye
Hüseyin Rahmi Gürpınar
"Rüzgâr çıkınca denizin dalgalanacağı, tan açınca güneş doğacağı nasıl basit bir tabiat işi ise Şemi ile Sadri’nin gözlerinin karası tamamıyla kayboluncaya kadar süzgün bakışlar ile bakmalarından mürebbiye bu iki genç tarafından kendine muhabbet ilan edileceğini işte öyle anlamıştı. Hatta yalnız anlamakla da kalmayıp güzelliğinin ışığı etrafında dolaşan bu iki aşk pervanesini birbirine çarptırmadan idare edebilmek için ustaca bir de plan hazırlamıştı." "Anjel’in planı pek derindi. O kadar ki bazen en usta bir avcının bile ava çevirdiği tüfekle kendi kendini vurması gibi, kız da kendisi için yanıp tutuşanların ayakları dibine kazdığı, üzeri her biri aşkın göz aldatıcı renklerini gösteren çiçeklerle örtülü sevda çukuruna kazara kendisinin tekerlenmesinden korkuyordu. Mürebbiye gönlünde şimdilik ne Şemi ne de Sadri için bir sevgi istidadı görüyor, ikisini de sevmiyordu. Fakat sevmekten kendini alıkoyduğu kadar kendini sevdirmeye uğraşmak gibi gönül ateşbazlığının pek de tehlikesiz bir şey olmadığını çocuklara okuttuğu gramer kaidelerinden daha açık surette biliyordu. Anjel’in sevda teorisi, bu işteki maksadı bambaşka idi. Kız, mürebbiyelikten ne kazanabilecek? Ayda dört beş lira. Bu kadarcık parayı kalbinde beslediği emellerin gerçekleşmesi için hiç yeter bulmuyordu. Evlerinde mürebbiyeliğe çağrıldığı aile pek zengindi. O hizmetten alacağı parayı iki katına, üç katına, belki de dört katına çıkarmak için yalnız çocuklara gramer ve lisan okutmak değil, evdeki genç beylere aşkın en ince noktalarından dersler vermek lazım geleceğini, böylece kendine mühim bir irat yolu açabileceğini düşünmüştü." Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Mürebbiye
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
ÖN SÖZ
Mürebbiyelere kadınlıkları yüzünden saygı göstermeye, çocukların terbiyecileri olmaları yüzünden de şükran borçluyuz. Fakat adını verdiğimiz bu hikâyemizdeki mürebbiye Matmazel Anjel, yalnız isimce mürebbiye, onun için de ne saygı ne de şükrana değeri olan bir sefiledir. Paris’te hovarda kucağından başka bir terbiye mektebi, “Histoires grivoises” denilen açık saçık eserlerden başka tahsil görmemiş iken İstanbul’da her nasılsa namuslu bir ailenin dalgınlığından faydalanarak oraya kendini mürebbiyelikle kabul ettirmiştir.
Rabelais’lerin, Carabillon’ların, Boccace’ların, Love’lerin edebiyatı ile yetişmiş olan Matmazel Anjel’in bir benzerini daha, İstanbul’da değil belki Paris’te bile bulmak çok zor olduğu için temiz bir çiçeklikte bir baldıran yetişmesi havayı bozamayacağı gibi, bunun vücudundan da iffet sahibi öteki muhterem muallim kadınlara bir leke düşmez zannederim.
(1 Aralık 1897)
Hüseyin Rahmi
I
“J’aime (seviyorum)
Tu aimes (seviyorsun)
Il aime (seviyor)
Et mon frère vous aime (biraderim de sizi seviyor).”
Talebesi Nezahet Hanım’ın tekil üçüncü şahsı, böyle ilaveli olarak hem bir de tümleç ile çekmesi Matmazel Anjel’e garip gelmekten çok kendisini sevindirdi. Bu sevincinin nedeni, talebesinin öyle basit bir çekimde zamir yerine bir isim kullanması ve buna bir de tümleç katması gibi az vakitte Fransızcada gösterdiği ilerleme ve çocuk ağzı ile bir erkek tarafından kendisine bu şekilde aşk ilan edilmesiydi.
Böyle olmakla beraber mürebbiye, bu sevincini sezdirmeksizin çocuktan daha ziyade bilgi alabilmek isteğiyle yalancı bir hiddet tavrı takınarak pek az bildiği Türkçesiyle dedi ki:
“Yok… Yok… Yanlış… Fena konjüge[1 - Fiil çekimi.] yaptın. Et mon frère vous aime, bu nasıl bet lakırtı? Kim dedi böyle? Kitap dedi?”
“Hayır matmazel. Kitap demedi, ağabeyim Şemi Bey söyledi.”
“… Şemi Bey… O çapkın böyle demiş? Daha başka bir şey söylemedi?”
“Söyledi. Bana bu cümlenin ‘analiz’ini de öğretti. Burada ‘kardeşim’ süje, ‘aime’ fiil imiş. ‘Siz’ de ‘kompleman direkt’ oluyormuşsunuz. Ağabeyim, ‘Sen matmazele böyle söyle. Eğer dediğimi güzelce anlatabilirsen bugün mutlaka bon puan[2 - İyi not.] alırsın.’ dedi.
Nezahet Hanım’ın “bon puan” kazanma derecesini kestirmeye vakit olmadan Matmazel Anjel’in öteki talebesi küçücük Vahip Bey elinde minimini bir gramer ile koşa koşa geldi.
Mürebbiyesinin yüzüne bakıp çocukça bir gülümsemeden sonra:
“J’adore (perestiş ediyorum)
Tu adores (perestiş ediyorsun)
II vous adore (o size perestiş ediyor).”
diye “adorer” fiilini arada bir tümleç ile çekmeye başladı. Altı yaşında bir çocuğun masum ağzından “perestiş etmek” fiilinin çeşitli sıygalarını işitmek matmazelin pek hoşuna gitti. Kendini tutamayıp Fransız kadınlarına mahsus kıvrak bir kahkaha salıverdikten sonra “O size perestiş ediyor.” cümlesindeki “o” zamirinin kime işaret olduğunu anlamak için çocuğa sordu:
“ ‘Il’ kim?”
Vahip Bey, böyle bir sual sorulacağı kestirilerek verilecek cevabın ve bu cevabın verileceği zaman alınacak tavrın ne olduğu kendine önceden iyice öğretilmiş olduğunu belli eder çocukça bir hâlle yerlere kadar eğilip bir reverans yaptıktan sonra:
“ ‘II’… ise ‘o’… enişte beyim, Sadri Bey!”
Biri ağabeyine, öteki eniştesine vekil olarak bu iki çocuğun daha pek de manalarının kuvvetine bilmedikleri Fransızca fiillerle mürebbiyelerine muhabbet ilan etmeleri hususu Matmazel Anjel’i pek o kadar şaşırtmadı. Çünkü bu evdeki çocuklara mürebbiye tayin edilmiş olduğu bir aydan beri gerek Şemi gerek Sadri beyler odada, sofrada, salonda, bahçede Anjel’e rastladıkça sevdalı, baygın bakışları ile “aimer” ve “adorer” fiillerinin bugün çocuklara öğretmiş oldukları gibi yalnız şimdiki zamanı değil, bütün geçmiş zaman, gelecek zaman ve şart sıygalarını ve belki de hiçbir dilin fiillerinde bulunmayan ve her türlü gramer dışı garip zamanlarını göğüs geçirerek çekmişlerdi.
Rüzgâr çıkınca denizin dalgalanacağı, tan açınca güneş doğacağı nasıl basit bir tabiat işi ise Şemi ile Sadri’nin gözlerinin karası tamamıyla kayboluncaya kadar süzgün bakışlar ile bakmalarından mürebbiye bu iki genç tarafından kendine muhabbet ilan edileceğini işte öyle anlamıştı. Hatta yalnız anlamakla da kalmayıp güzelliğinin ışığı etrafında dolaşan bu iki aşk pervanesini birbirine çarptırmadan idare edebilmek için ustaca bir de plan hazırlamıştı.
Anjel’in planı pek derindi. O kadar ki bazen en usta bir avcının bile ava çevirdiği tüfekle kendi kendini vurması gibi, kız da kendisi için yanıp tutuşanların ayakları dibine kazdığı, üzeri her biri aşkın göz aldatıcı renklerini gösteren çiçeklerle örtülü sevda çukuruna kazara kendisinin tekerlenmesinden korkuyordu. Mürebbiye gönlünde şimdilik ne Şemi ne de Sadri için bir sevgi istidadı görüyor, ikisini de sevmiyordu. Fakat sevmekten kendini alıkoyduğu kadar kendini sevdirmeye uğraşmak gibi gönül ateşbazlığının pek de tehlikesiz bir şey olmadığını çocuklara okuttuğu gramer kaidelerinden daha açık surette biliyordu. Anjel’in sevda teorisi, bu işteki maksadı bambaşka idi. Kız, mürebbiyelikten ne kazanabilecek? Ayda dört beş lira. Bu kadarcık parayı kalbinde beslediği emellerin gerçekleşmesi için hiç yeter bulmuyordu. Evlerinde mürebbiyeliğe çağrıldığı aile pek zengindi. O hizmetten alacağı parayı iki katına, üç katına, belki de dört katına çıkarmak için yalnız çocuklara gramer ve lisan okutmak değil, evdeki genç beylere aşkın en ince noktalarından dersler vermek lazım geleceğini, böylece kendine mühim bir irat yolu açabileceğini düşünmüştü.
Matmazel böyle mühim bir ameliyata başlamadan önce işin enini boyunu hesaplayan usta bir mühendis gibi “eksplüvate”[3 - İşleteceği (mecazen)] edeceği gönüllerin sevdaya olan istidatlarını tetkik ederek her birinin nabzına göre şerbet vermeye fakat sevgisine kapılacak zavallılarda aşk denilen korkunç hastalık tam bir hızla ateşleninceye kadar birine ettiği iltifattan ötekinin haberi olmamasına son derece dikkat etmeye, avlayacağı gönüllerin bir kere idarelerini ele geçirdikten, ateş saçağa sardıktan sonra tutkunlarının arasına kıskançlık düşürüp bu hâlden hem hazlanmaya hem de paraca faydalanmaya karar vermişti.
Matmazelin kurduğu bu korkunç sevgi avı programında evin en küçük beyinden en büyük efendisine kadar ev erkekleri vardı.
“Sevmek” ve “perestiş etmek” fiillerinin gördüğümüz acayip şekilleri Dehrî Efendi’nin … köyündeki yalısında, bahçede yeşillikler içinde, denize bakan bir kameriye içinde çekiliyordu.
Mürebbiye, çocuklara ders vermek için çok zaman -Boğaziçi’nin mavi göğü altında bir yeşil kubbe meydana getiren- bu kameriyeyi seçerdi. Kameriyenin içinde fıstık dalından yapılma yuvarlak masanın bir tarafına kendi geçer, karşısına çocukları oturtur, ders kitaplarını, defterleri, hokkayı, kalemleri güzelce masanın üzerine yerleştirir, çocuklara orada her gün aynı saatlerde biraz gramer okutur, lektürden ders verir, kaligrafi meşk ettirirdi.
Çocuklar yazı ile uğraştıkları sırada kendisi güneşin göz alıcı parıltıları altında mavi ile altın renginin bütün derecelerini gösteren dalgaların su, gök, ateş gibi üç elemanın kaynaşmasından meydana getirdikleri yol yol harelere gözlerini dikerek dalıp giderdi. Memleketini, Fransa’yı, orada geçirdiği sefahat hayatını, şimdi arasında bulunduğu aile yanındaki sıfatını, işini düşünürdü.
Fransa’da “fiy püblik” denilen düşkün kadınlardan iken burada mürebbiyeliğe alındığına şaşar, “destine” yani “nasip” denilen şeyin bu yoldaki garipliklerine, tuhaflıklarına şaşakalırdı.
Fransa’da “natüralizm” yolunun en ileri yazarları, bu çeşit kadınları yaradılışın canlılar sırasınca en aşağı tabakadan bir mahluk sayarak bunların nasıl yediklerini, nasıl içtiklerini, nasıl sevdiklerini, nasıl ayrıldıklarını, sözün kısası bütün hayat hususiyetlerini kılı kırk yararak tetkikler ile insanlara ibret olsun diye meydana koymaya uğraştıkları ve insan cemiyetinin durmayıp işleyen yaralarından birinin de bu çeşit kadınlar olduklarını gösterdikleri hâlde işte onlardan biri olan Matmazel Anjel, “Has bahçenin baldıranı, mezbelenin gül fidanı olur.” denildiği gibi, kaderin sürüklemesi, daha doğrusu kendisini o sıfatla kabul edenlerin gafletleri sonu olarak Dehrî Efendi ailesinden birkaç çocuğun yetiştirilmesine tayin olunmuştu.
Anjel, doğdukları zaman nüfus kütüğüne yalnız annelerinin adıyla yazılan nikâhsız çocuklardan idi. Sefahat sonunda olan bu gibi çocukları çok defa babaları kabul etmediği gibi anaları da tehlikesinden korkarak düşüremedikleri için istemeye istemeye doğurduklarından analarının istekleri dışında dünyaya gelen bu çocuklar iyi ve kötüyü ayırabilecek yaşa gelip ortada bir “baba” bulamadıkları zaman insanlar arasındaki bu mevkisizliklerinden çıkan bütün felaketlerini analarından bilirler. Her bahtsızlıklarının tek sebebi olarak meydanda yalnız onu görürler. Anasına karşı olan bu düşmanlık duygusu Anjel’de de vardı. Fransa’da beraber bulundukları zaman bazı günler saç saça baş başa dövüşürlerdi. Anjel, annesini “Babamın adını söyle.” diye sıkıştırırdı. Anasının, o zavallı kadının ise dünyada bilmediği, düşünüp düşünüp de bir türlü kestiremediği bir şey varsa o da kızının hayatına sebep olan kimse idi. Anjel’in zorlamasından pek ziyade bıktığı günler kadıncağız birkaç düzine erkek adı saydıktan sonra, “Kimin kızı olduğunu ben ne bileyim? İşte bunların içinden babanı ara da bul!” diye haykırırdı.
Anjel, Paris’in fuhuş süprüntülüğü içinde fışkıda yetişen mantar gibi olgunlaşmaya başlayınca daha kadınlık çağına girmezden birçok zaman önce o da anasının yoluna saptı. Henüz küçüktü. Fakat fahişelikte anadan doğma istidadı yüzünden o işte anasından usta çıktı.
Paris’in rezalet alışverişi pazarında epey zaman dolaştıktan sonra sonunda bir gün o da anasının uğramış olduğu kazaya uğradı, yani gebe kaldı. Birkaç ay evvel “aman”[4 - Fr. Âşık, dost.] tuttuğu Mösyö Andre adında bir herife giderek karnındaki çocuğun babasının kendisi olduğunu iddia etti. Fakat Andre bu iddiayı şiddetle reddetti. Bu kabul etmeyiş karşısında Anjel kameti azıştırdı.[5 - Bağırıp çağırmaya başlamak.] Kızın çok yaygara ettiğini görünce Andre son derece öfkelenerek “Ben seninle serbest bir hâlde yaşadım. Bu yaşamadan çıkacak bütün iyilik ve kötülük sana aittir matmazel! Söylediğin çocuk üzerinde babalık iddia etmek istesem bile öteki amanlarınızdan birinin hakkını almış olmayacağımdan emin değilim.” cevabım verdi. Karşılık gördüğü şirretliğe hiç ehemmiyet vermeyerek “matmazel” cenaplarını kapı dışarı kovdu. Anjel, çocuğun babasının Andre olduğunu biliyordu. Ama herif babalığı üstüne almadıktan sonra çocuk anasının bu bilgisi ne kadar gerçek olursa olsun para eder mi?
Kapı dışarı ümitsiz surette kovulduktan sonra matmazel düşünür. Çocuğu Andre’ye kabul ettirebilmek hususundaki zorlukları teker teker aklından geçirir. Artık Andre’den bir iş çıkmayacağına, işi bir başka kalıba dökmek lazım geleceğine karar verir. Anjel bu işte kendi vicdani kanaatine göre doğru bir harekette bulunmuştur. Fakat bu gibi işlerde doğrulukla iş yürür mü? Bu gibi zor hâllerde en doğru hareket maksada eriştirebilecek olan harekettir, işin içinde ne kadar yalan dolan, eğrilik büğrülük olursa olsun, siz işin sonundaki maksadın elde edilmesine bakınız. “Gerçek” işte odur. Anjel, karnındaki çocuğa bir baba aramıyor mu? Maksat işte o babayı bulmak ve çocuğu o babaya kabul ettirmektir. İş çok sade. Bir maksat, bir neticeden ibaret. Bir kere bu mesele şu iki basit temel üzerine kuruldu mu bunu halletmek için yapılacak hileler, yalanlar ikinci derecede kalır. Anjel, Andre’ye gitmeden önce bu inceliği düşünememiş olmasına hayıflanır. O kovulmanın sonu olarak kazandığı tecrübe üzerine kendi kendine, Çocuk Andre’nindir. Bunu iyice biliyorum. Ama işe yaramayan gerçeği ne yapmalı? İşe yarayacak şekilde değiştirmeli. Hiç Andre gibi kaba, maddeci bir herif benim gibi kadının karnındaki çocuğun babalığını kabul eder mi? Erkek odur ki benim gibi bir kadın tarafından babalık merhametine takdim olunan bir çocuğun kendi evladı olduğunu kestirse bile Andre gibi bu medeniyet asrının maddeci ahlakından kendini kurtaramayıp öyle bir çocuğa babalık kollarını açmayı ahmaklık, belki de büyük bir ayıp sayar. Fransa’da gene erkek odur ki başka birinden olan bir çocuğun fuzuli babalığıyla şereflenir de maddi olarak babalık hakkının kime ait olduğunu düşünmekten kendini kurtarmış bulunur, o tatlı gaflet içinde yaşar gider. İşte bana böyle bir baba lazım… yolunda düşünür. Her nefes aldıkça karnında büyüyen o rahatsızlık veren ağırlığı yükletmek için parası çok, aklı az, merhameti duyarlığına galip, çabuk müteessir olur, evlat canlısı bir baba araştırır. Zihnindeki bu araştırmada uzun zaman beyin patlatmaya hacet kalmadan Anjel aradığı babayı bulur. Anjel’in çocuğuna baba mı yok? Paris mösyölerinin dörtte üçü o işe istihkak yolunda himmet harcamışlar ama sözü kime anlatırsın. İş, bu babalar arasında bir insaflısına rastlamakta. İşte tam istenen vasıflarda o insaflı, duygulu babayı Anjel zihninden, şiirde nazik ve nadir bir kafiye gibi arar bulur.
Çocuğunun babalığına uygun bulduğu bu zat meşhur yazarlardan Mösyö Bodler[6 - Baudleaire.] adında biriydi. Hiç yazar olup da hassas olmamak, hassas olup da insaflı bulunmamak, insaflı olup da gereken şeyi yapmaktan çekinmek kabil midir? Hem yazarlar dalgın adamlardır. Hele romancı, tiyatrocu kısmını aldatmak kolaydır. Bunlar eserlerinde her gün bin türlü yalan yaza yaza yalanı sahiden, olanı olmayandan, gerçeği zıddından fark edemeyecek hâle gelirler. Bütün hayat manzaralarına roman diye bakarlar. Her yalan dolu işi hakikat şeklinde göstermeye, her gerçeği roman yoluna sokmaya uğraşırlar. Yalanın sözle olanı bir ahlak edepsizliği sayılırken kalemden çıkanı hüner sayılmak, kitap şeklinde para ile satılmak medeniyet terakkisinin yazarlara verdiği garip bir imtiyazdır. İşte Mösyö Bodler de yazdığı yalanlara kendisi gülüp âlemi ağlatan bu çeşit kalem sahiplerinden idi.
Matmazel Anjel’in yatak arkadaşlığı ettiği hesapsız mösyöler içinde çocuğuna baba olmak üzere Andre’den sonra Bodler’i seçmiş olması bu adamın yazar olması, yazarlığın ayrılmaz bir hassası sanılan hisliliğinden, kalp inceliğinden faydalanmaktan çok başka mühim bir sebepten ileri gelmişti. O mühim sebep de Bodler’in “Sefil Çocuklar -veya- Tabii Evlat” diye beş perdelik bir dramın yazarı olmasıydı. Bu dram, Paris’in tiyatro sahnelerinde yüzlerce defa oynanmış ve her oynanışında seyircilerin gözlerinden çeşme gibi yaş boşanmış, bu eser Bodler’in şöhret kazanmasına sebep olmuştu.
Yazar, bu piyesinde düşmüş anaları, ahlaksız babaları, Fransa’daki halkın beşte ikisini kanun hükmünce şüpheli bir hâlde, insan cemiyetine karşı bağsız hâlde bırakan o canavarları layık oldukları dille meydana koymuş, kanun dışında bu gibi münasebetlerin insanlarca sebep olduğu fenalıkları felsefe, ahlak, hukuk daha bilmem ne fenlerine göre teker teker incelemiş, böyle gizli veya açık bağlar sonunda meydana gelmiş olan zavallı çocukları bazı hayır tesisleri veya kilise kapılarında büyüterek bunların ellerine geçinme vasıtası olarak öldürme, çalma, yankesicilik aletleri verip bütün ömürlerinde türlü fesatlar içinde yüzdürdükten sonra zavallıların sonunda küreklerde, prangalarda nasıl can verdiklerini seyredenlerin dehşetten tüylerini ürpertecek derecede acıklı bir surette anlatmış. Yazar bu eserde gösterdiği edebiyat kudretine ve inceleme ustalığına âlemin ağladığını görünce kendisi de gözyaşlarını tutamamış, Bodler kendi kaleminin belagatine yine kendisi sade bir seyirci olarak ağlamış. Fakat işin asıl ağlanacak tarafı, oyun bittikten sonra birçok seyirci mösyölerin yine metreslerini kollarına takarak tiyatrodan çıkmalarıdır. Galiba Mösyö Bodler de o acıklı piyesin sahneye konduğu ilk geceden kalan bir acıma içinde Anjel ile zevk ve eğlence masasını kurmuş, o gece tiyatrodaki seyircilere gösterdiği sahneye onlarla beraber kendisi de ağlamışken besbelli âlemin bu ağlayışına gene o gece içinde Bodler metresiyle beraber pek çok gülmüş, eğlenmiş. Avrupa’nın bugünkü ahlak ve alışkanlıklarına inceden inceye bir gözle bakılıp düşünülürse buna benzer acayip hâllerde insan şaşacak veya gülecek bir taraf göremez. İşte bu gözle bakılırsa ne yazarın davranışı kusurlu bulunur ne de halkın o hâline gülünür. Bodler o piyesin öğütlerine göre davranmak için değil, para kazanmak isteğiyle yazmıştı. Onu seyretmeye gelenler de oraya ahlak dersi almak için değil, hoşça bir vakit geçirmek için gelmişlerdi. Ama o kadar kişi ağladı denecek. Ağlasınlar… Tiyatroda ağlamak, gülmenin başka bir şekli demektir. Zaten fizyolojide “gülme” ile “ağlama” arasında, bazı hâllerde fark yok gibidir. İkisi de sinir zayıflığından ileri gelir. Eğer ağlamakla ahlak düzelseydi dünyada çocuklardan uslu akıllı kimse bulunmazdı.
Anjel, “Tabii Evlat” yazarının duygu inceliğinden, sinir zayıflığından faydalanabileceğini ümit ile çocuğu Bodler’e mal etmek için ne yolda düşünüp ona kanaat verecek deliller ileri süreceğine, “Ben sana eylülün yirmi dördüncü günü saat üçte Bulvar Dezitalyen’de köşebaşında rast gelmedim miydi? Bir arabaya binip gezmek için filan ormana gitmedik miydi? Hatta o gün orada filan filan madam veya mösyölere rastladıktı. Canım hatırlamıyor musun? Ormanın bilmem kaç numaralı kestane ağacı altında filan filan maddelere dair uzun uzadıya bahisler yürüttüktü, işte o akşam filan lokantada yemek yiyip de geceyi de filan yerde geçirmedik mi?” yolunda birçok sorulu cevaplı sözlerle dolu o kadar ustaca bir konuşma tertip eder ki çocuğun babası Bodler olmak gerekeceği hususunda Anjel’in kendisinin bile şüphesi kalmaz.
Bir sabah Anjel, karnındaki çocuğu ile Bodler’in oturduğu yere dayanır. Adam yazarlardan ise karı da nazeninlerden, ikisi de ince birer sanat sahibi. Beriki kurnaz ise öteki de fettan. Biri kalemiyle halkı aldatıyorsa öbürü de diliyle âlemi kandırıyor.
Anjel, yazarı, mühim bir kitap yazmakla uğraşırken bulur. Bodler eline kalemi almış -hangi yanlışı, hangi iftirayı, hangi haksızlığı yazmaya kalkışsa yazmam demeyen o kalemi- parmakları arasına sıkıştırmış. Kendisi adamlıktan, insanlıktan çıkmış, göklere yükselmiş, oradan kuş bakışı bir hor görürlükle bütün insan rezaletleri ve kötülüklerini parlak renkler, düzgün sözlerle tasvir ediyor.
Ne duyarlıkta ne dalaverede ikisinin birbirinden bir çekirdek geri kalmadığını söylemiştik ya… Anjel, vereceği haberi müjde olarak vermek ve ona karşı alacağı cevabın da kabulden başka bir şey olmayacağına şüphesi olmadığını göstermek, hiçbir zaman ümitsizlik eseri sezdirmemek üzere tam bir saflık gösterir bir çehre ile söze başlayıp der ki:
“Bonjur Aleksandr Düma! Ne yapıyorsunuz? ‘Trua Musketer’i[7 - “Üç Silahşorler”] mi yazıyorsunuz? Kalkınız, istikbal ediniz. Matmazel Mari Katerin geldi. Size bir ‘La Dam o Kamelya’[8 - “Kamelyalı Kadın”] yazarı takdim edecek.”
Fransa edebiyatını bilmeyen okuyucularımıza, Anjel’in kendine Matmazel Mari Katerin adını vermesi, Bodler’e Aleksandr Düma demesi pek garip ve belki de manasız gibi görünürse de Mari Katerin denilen kadının “Üç Silahşor” hikâyesi yazarı meşhur Aleksandr Düma’nın metresi olduğu ve “La Dam o Kamelya” romanının meşhur yazarı Dümazade’nin dahi bu kanunsuz münasebetten dünyaya gelmiş tabii bir çocuk[9 - Fr. Piç] bulunduğu Bodler’ce bilindiğinden Anjel’in bu yersiz sözlerinden maksadının ne olduğunu ilk anda pekâlâ anlamış ve tutturduğu bu yoldan karının içinde boşaltacak daha birçok şeyler bulunduğunu hissetmişti.
Fakat iki kişi arasında görülecek anlaşma kolaylığı bazı derece fikir yakınlığına da bir işaret olacağı cihetle Bodler bu çabuk anlayışı karıya anlatmış olsa çocuğun babalığını yüklenmiş sayılacağından Anjel’in söylediği o muammadan güya hiçbir şey anlayamamış gibi şaşkınlık göstererek:
“Matmazel Mari Katerin kim? Bu odada Aleksandr Düma nerede? Onun oğlu kime takdim olunuyor? Önümdeki eserin ‘Trua Musketer’e benzetilmesine ne münasebet var? Şimdiye kadar çok bilmece işittim fakat her kelimesi başka bir bilmece olan bu söylediğiniz kadar çapraşığına hiç rastlamadım!”
Anjel safça bir kahkaha salıvererek:
“İkramiyesi büyük olan bilmeceler biraz karışık olur. İşte bu da öyle.”
“Acayip, bunun ikramiyesi de mi var?”
“Evet var… Torba içinde durduğu yerde kendi kendine büyüyen bir ikramiye!”
“Hayret matmazel! Hayret!..”
“Bunda hayret edecek bir şey yok. Dur sana bilmeceyi halledivereyim de ikramiyeyi aramızda paylaşalım: Aleksandr Düma, sen, Mari Katerin ben. Dümazade de karnımda. Bilmecenin sandığın kadar karışık olmadığını şimdi anladın mı?”
“Ma parol donör[10 - “Şerefim üzerine yemin ederim ki.”] anlayamadım. Haydi beni hayalciliğimden dolayı Aleksandr Düma’ya benzetsinler fakat Dümazade, o koskoca edebiyatçı, evvela cenin hâline, sonra da senin karnına girip de nasıl oturabilir? Nisan başında değilim ki ‘puason davril’ yaptığını aklıma getireyim matmazel.”
“Adam sen de… Biz yalan söylemek için her sene nisanın birini bekleyecek takımdan mıyız? Bu şarta uyacak olsak ikimiz de aç kalırız.”
Anjel tavrını biraz ciddileştirerek sözüne devam etti:
“Aman Bodler, sen de ne şakacı adamsın! Senin gibi cin fikirli bir adamın böyle geç laf anlar görünmesi ne kadar tuhaf oluyor. Yazarlar zevzek olurlar ama sen de onların en zevzeğisin. Gebe bir kadını bu kadar üzmek iyi değildir.” diye çocuğun raporunu korsajının arasından çıkarıp Bodler’e göstererek davasını ispat etmek için de hazırladığı delilleri hemen sıralamaya başlar.
İş, böylece bilmecelikten gerçekliğe geçince Bodler cenaplarının da yüzü o eski latifecilikten acı bir sertliğe döner. Bodler, o yolda kadınlardan her gün biriyle münasebette bulunmakta ise de bu nazeninler tarafından “Bunun babası sensin!” diye kendine bir çocuk takdim olunacağını en olmaz bir ihtimal suretinde bile aklına getirmezdi.
Anjel, Bodler’in yüzündeki derin kırışıklardan kafası içinde ne gibi hodbince fikirler kaynaştığını hemen anlayarak açılacak çekişmede herife meydanı dar bırakmak için hemen söze gene kendi atılıp dedi ki:
“Mösyö!.. ‘Tabii Evlat’ adındaki eserinizde, geçindirme zorluğundan dolayı kanunsuz evladını boğan anaları, kadınların insan neslini aralıksız devam ettirmeye yarar birer canlı tarla olmak itibarıyla kutsiyetleri dışında bunları sırf nefis lezzeti ile seven, kazara bunlardan bir çocuk meydana geliverince bunu tabiat kanununa aykırı, zararlı bir hâl olarak sayan inkârcı evlat babalarını korkunç bir muhakemeye çekmiş idiniz. Bugün siz de öyle mevkide bulunuyorsunuz. Bakalım evladınız hakkındaki kararınız, anasına yapacağınız muamele, kendi hakkınızda gene kendinizin vereceği vicdan hükmü ne olacaktır? Bunu anlamaya geldim.”
Tereciye tere satmak gibi garip bir fikre düşen Anjel’e karşı, yazar o ekşi suratıyla der ki:
“Matmazel!.. Bu sözlerinizi işiten sizi namuslu bir kocadan dünyaya evlat yetiştirmek gibi takdir edilecek bir niyetle pansiyondan yeni çıkmış toy bir kızcağız sanır. Kadınlığı, ‘insanlık tarlası’ sayarak düşünmek fikri size karnınız şişmeye başladıktan sonra mı geldi? Çünkü daha evvelden sizde böyle bir çocuk severlik hâli yoktu. O kadar yoktu ki birbirimizle bağdaştığımız zaman ne sizde ana olmak isteği ne de bende baba olmak merakı bulunmadığına ikimiz adına da yemin edebilirim.”
“Pekâlâ mösyö! Pekâlâ! Sözünüzün arkasından sayıp dizeceğiniz filozofça fikirleri anladım. Nafile yorulmayınız. O çok yüksek fikirleri böyle benim gibi bir kadına karşı boş yere harcamayınız. Bir kitaba yazınız da âleme para ile satınız. Çünkü o sözlerin hükmüyle ne sizin ne de benim hareket etmek ihtimalimiz vardır. Biz aramızda açık görüşelim.”
“Yok… Hani ya… Evvela siz analıktan, babalıktan, tabiat kanunundan filan söz ettiniz de ben de onun için gerekli cevaplarda acele ettim.”
“Ayıp değil ya mösyö! Benim merak ettiğim bir cihet var. Kendisi ahlakın en derin çukurunda bocalayan bir adam âleme ‘moral’[11 - Ahlak.] dersi vermek için nasıl kitap yazabilir? İşte ben de bunu anlamak istiyorum. Biz ‘fiy püblik’[12 - Genel kadın.] namını taşıyoruz. Canı isteyen, bizden çekinir, uzak durabilir. Size ise ‘moralist’[13 - Ahlakçı.] deniyor. Bu nam altında bütün ayıplarınız gizli, örtülü kalıyor. Bu önemli noktayı bana izah eder misiniz?”
Bodler, alaylı bir gülümseme göstererek:
“Mademki açık görüşmek istiyorsunuz, mademki birbirimizi yine birbirimize riyasız, tabii, olduğumuz gibi göstermek icap ediyor… Ben yazarlık mesleğimce olan teorilerimizi size anlatayım. Fakat siz de bana kendi sanat ve mesleğinizce olan ince teorileri anlatır mısınız? Eğer buna razı olursanız sözlerinizi ben de not ederim. Bu notlar mühim bir kitaba temel olur. Böylece esaslı bir kitap vücuda gelir. Bu çekişmemizle boş vakit geçirmemiş oluruz.”
“Bu teklifinizi bir şartla kabul ederim.”
“Şartınız nedir?”
“Şartım, yazacağınız kitaptan olacak kazancın konuşmamıza sebep olan çocuğa bırakılmasıdır.”
“Yazarların sandığınız kadar fena adamlar olmadıklarını size karşı ispat etmek için kimin olduğu belli olmayan bir çocuğa bu kazancı bırakırım.”
“Bodler!”
“İşin içinde yalan, hile, desise olmayacağı sizin söylediğiniz şarttan evvel kararlaştırılmış bir şart değil miydi ya?”
“İşte ben de bu ilk şarta uyarak çocuk sizindir diyorum ya. Çünkü sizin değildir desem yalan söylemiş olurum.”
“Sizin meslekte olan bir kadından doğacak çocuk kimsenin değildir. O, ancak sizindir matmazel. Şimdi ettiğim vaadi yerine getirmekten başka çocuğunuza bir ikramda bulunamam. Çocuğun olması işinde benim kadar yardımı bulunan bütün tanıdıklarınız bu kadarcık bir lütuf göstermiş olsalar doğacak çocuk Roçilt’zadeler kadar zengin olur, işte ben payıma düşen fedakârlıktan çekinmiyorum. Çocuğunuz hakkındaki şefkatiniz sizi bundan ileri bir dereceye sürüklüyorsa başka taraflara da başvurunuz.”
Anjel, yazardan çocuk adına çekebileceğinin şu vadedilen miktardan ileri götürülmek ihtimali olmadığını iyice anlar. Onun için vadedilen menfaate kanaate mecbur olur. Yazarın, mesleğinin teorisi için vereceği izahatı bekleyerek susar.
Çekişme sonunun böyle bir uyuşmaya vardığını görünce Bodler bir sigara yakar, bir tane de Anjel’e verir. Sigaraların dumanları yılankavi şekillerle tavana doğru yükselmeye başladığı sırada yazar şu suretle işi izaha girişir:
“Matmazel!.. Kendinize ‘fiy püblik’ yani ‘harcıâlem bir kız’, bize, yani yazarlara da ‘moralist’, yani ‘ahlakiyun’ adını veriyorsunuz. Bu iki sıfatın bir arada söylenmesi iki zıt şeyi toplama gibi görülür ise de bu iki sanata şimdiki moral noktasından bakılınca aralarında görülecek şey büyük bir uzaklık değil, aksine apaçık bir yakınlıktır. Ahlakiyundan olmak için ahlaksızlığı tetkik etmek icap eder. Bir işle fazla uğraşmak, insanın o şeyle senli benli olması sonuna varacağından tehlikeli bir fen denemesinde bulunanların bazen bu deneme sırasında fen yoluna kurban gittikleri görüldüğü gibi, âleme ahlak dersi vereyim derken ahlaksızlık çirkefine düşüp dibi boylayanlar da görülmemiş değildir. Tarih, pek çok büyük yazarların küçüklüğünü ve ahlakçılardan bir haylisinin ahlaksızlığını bize bugün gösteriyor. Bundan fazla eski moralistler ile şimdikiler arasında büyük fark vardır. Hatta ‘moral’ kelimesinin manası bile bütün bütün değişti. Eski Yunanlılarda ‘moralist’ sayılan Teofrast’lar, Plutark’lar, Maksim’ler; Romalıların Çiçeron’ları, Senek’leri, Mark Orel’leri ve daha doğru söylenilmek istenirse bizim (Fransızların) dünkü Montenyi’lerimiz, Roşfuko’larımız, Paskal’larımız, Labruyer’lerimiz bugün hayata geri dönmüş olsalar, bunlardan her biri kendi zamanlarında öğretmiş oldukları ‘moral’in bugünkü peydah ettiği aksi neticeyi görerek şaşırıp kalırlar ve şimdiki morali öğrenmek için yeniden okumak zorunda kalacakları için buna da belki canları sıkılır. Eski ‘moral’ ile yenisini, hele ‘edebiyat’ ile ‘moral’i birbirinden ayırmak lazımdır. Her parlak söz, kaideye uygunluğu yüzünden ‘edebiyat’tan sayılabilirse de edebiyattan olan her şey ‘moral’ olamaz. Eski zaman ahlakçıları pisliğe el değdirmeden bunun ne olduğu hakkında hüküm vermek ve fikir söylemek gibi garip iddiada bulunurlarmış. ‘Natüralizm’ ve ‘eksperimantalizm’ usulleri edebiyatta da kullanılmaya başlayalı beri arama ve yazma yolları değişti. Klot Bernar’ın deneme usulünü fizyolojiye, hekimliğe tatbikinden sonra roman da tetkik usulleriyle tecrübe fenleri sırasına girmek istidadını gösterdi. Fenler iki kısımdır: Birincisi sadece tetkik ile ne olduğunu bulmaya uğraşılanlardır ki tetkik eden kimsenin bundaki fence araştırması yalnız tabiatı tetkikten ibaretti. İkincisinde ise tetkik eden kimse yalnız tabiatı tetkik ile kalmayıp tabiat üzerine tesirler icrasıyla tecrübe usulünü kullanabilir. Böylece astronomi, jeoloji, mineroloji, botanik, zooloji fenleri birinci kısımdan, fizik, kimya, fizyoloji ilimleri dahi ikinci kısımdan savılır. Buna göre biz de romanlarımızda yaşatacağımız kişileri tabiattan birer tip (örnek) olmak üzere seçer, bunların ana babalarından, atalarından miras olarak alacakları bünye, huy ve başka her türlü yaradılış hâlleri ile sonradan içinde yaşayacakları âdetler, ahlak ve yaşama usulünü göz önünde bulundurarak filan şartlar altında doğup ve filan sosyal şartlar içinde yaşayan bir adamın ömrü, rastlayacağı hayat vakalarına göre nasıl geçmesi ve ne gibi neticeler göstermek gerekirse bunu son derece tabiata uygun bir şekilde anlatırız. Eğer bu yoldaki tetkikler ve tabii anlatışımızda ne kadar başarı gösterirsek cemiyetçe bundan mühim neticeler, yararlı hareketler elde edilir. Filan yaradılış ve hayat şartları ile yaşamış bir adamın hayatının sonucu bizce maddi olarak görülse bile, o şartlardan bazılarını değiştirsek işin sonuna da tesir etmesi gerekli değişiklikleri bize keşfettirecek fen işte ‘roman eksperimantal’dir.[14 - Deneysel roman.] Sanatımızın böyle çapraşık cihetleri bulunduğu için matmazel, tatbik edilebilen bazı işleri kendimizde denemek isteriz. Bu on dokuzuncu hasta asrın ahlakça olan zehirlerini kendimize aşılarız. Bazı tehlikeli hastalıklara çare bulmak için korkunç hastalıkların tohumlarını vücutlarına aşılayan fen fedakârlarından o tesir ile ömürlerinin sonuna kadar sağlıkları, kanları bozuk kalanlar olduğu gibi bizde de o çeşit tecrübe zehirlerinden kurtulamayanlar bulunabilir. Fakat halkça göz önünde bulundurulacak şey söyleyen kimsenin kendisi değil, söylediği sözdür. Kansızlığa tutulmuş bir hekimden kuvvetlenme için reçete alanlar ve o ilaçlardan bazı da fayda görenler yok mudur? Öyle bir hekimin reçetesi kendine iyi gelmez de başka bir bünyeye iyi tesir edebilir. Hekimlerin hasta olmamak, uzun ömürlü olmak gibi öteki insanlardan başka bir imtiyazları yoktur ya! Bunlardan genç, ihtiyar çeşitli yaştakilerin her türlü hastalıktan her gün öldükleri görülüyor. Bu hâlden ne hekimlere yılgınlık geliyor ne de onlara başvuranlara ümitsizlik. İşte matmazel biz, kendinin tutulmuş olduğu aynı hastalığa tutulmuş başka bir hastayı iyileştirmeye uğraşan doktora benzeriz. Bu eksiklik yalnız bizim mesleğimizde değil, öteki mesleklerde de vardır. Bir avukatın, vicdanına aykırı geldiği hâlde, bir cani ve suçsuz için bağış veya mücazat istemesi de buna benzer. Ahlakın en aşağı çukurunda bulunan bir adamın âleme ahlak dersi vermesindeki hikmeti şimdi anlayabildiniz mi?”
Anjel, derin derin düşünerek:
“Anladım mösyö, anladım… Fakat bizim sanatımız ile sizinkinin arasında iddia ettiğiniz kadar yakınlık ve benzerlik göremedim. Bizim sanatın insanları çok kere cahil olurlar. İşledikleri fenalıkları, geçim sebeplerinden ve belki de hayatın zaruretlerinden sayarak işlerler. Bir fenalığın bilmeyerek işlenmesiyle bilerek işlenebilmesi arasında çok fark vardır. Size alay sermayesi olan bu kötü hâle bizi sürükleyenler de gene erkeklerdir. Bunun için işte biz de elimizden geldiği kadar onlardan intikam almaya uğraşırız. İçimizde en bahtsız olanlar, bir erkeğe sahiden gönül vermek felaketine uğrayanlardır. Bir erkeği sevmek, bizim gibi kadınların harap olmasının sebebidir. İçten seven çok kere hakarete uğrar, hıyanetle karşılık görür. İşte bundan dolayı sevilip sevmemek, aldatıp aldanmamak bizim hükmüne uyup hiç ayrılmamaya uğraştığımız bir düsturumuzdur. Bizce sevmek, budalalık; acımak, bir kabahattir. Bize göre ahlak dışı hareket işte bu düstur dışına çıkmaktır. Ahlak nedir mösyö? Maddi, manevi ceza korkusu ile hükmü geçerlikte olan kaidesine aykırı davranmaktan çekinilen şey değil mi? Pekâlâ… Ceza korkusuyla namuslu yaşayanlarca ahlak ne ise bizim için de bu düsturumuz işte odur. Çünkü bu düsturumuza aykırı davrandığımız anda bizim için de ceza hazırdır. Teorimizin bu cihetleri biraz nazik olduğundan sözlerim karışıklaştı ama siz yazar ve hem de mesleğinizin mesleğimize yakınlığını iddia eden kalem sahibi olduğunuz için benim bir sözümden sizin bin anlayacağınıza hiç şüphe etmem. Bizim oyuncağımız dilbazlık, sermayemiz kurnazlıktır. Bu asrın medeniyetçe terakkisi tesiriyle her şeyde görülen değişiklik, aşk ve muhabbetler şimdi yalnız Paul ve Virginie gibi duygu temizliğini tasvir etmelerinden dolayı modaları geçmiş sayılan bazı hikâyelerde kaldı. Şimdi hayvan gibi sevişiyorlar. İşte o hayvanlardan birisi ben, gücenmeyiniz mösyö, bir öteki de sizsiniz. Ömrünüzde hiç insan gibi sevdiğinizi hatırlayabiliyor musunuz? Ben kendi hesabıma hatırlayamıyorum. Böyle çocukça bir hatırlamada bulunabilsek bile bu budalalığımızı birbirimize karşı söylemeye zamanın ahlakını düşünerek sıkılırız. Ne yapalım? Bu gibi gönül saflıkları şimdi ayıp sayılıyor. La Dam o Kamelya gibi roman kahramanlarına bile şüphe ile ve belki horlukla bakılıyor. Bu yaradılışta bir hafif kadın olabileceğine kimse ihtimal veremiyor. Yazarı, çok iyi yürekli ve hayalci olmakla suçlanıyor. Zamanımızda herkes Nana gibi hakikatlere bayılıyor. Kadın dedin mi Pöl Burje’nin ‘Mensonges’ romanındaki Suzan veya Kolet gibi olmalı. Koca denince Suzan’ın kocası Moren’e benzemeli, âşıklar da Deforj tipinde bulunmalı, işin içine samimilik, muhabbet gibi budalalıklar girerse sonra görülecek hâl Rene Vensi’de görülen gibi çok acıklı sonun aynı olur. Romanlarda bile tasvir edilmesi yazarın kalemine leke sayılacak iyi ahlak insanlarını Paris’in gerçek hayatında artık aramak bir manasızlık sayılmaz mı? İffetimiz olmaması bizi umumi iffete karşı düşman etmiştir.”
Anjel’in bu son cümleden sonra ileri sürdüğü edepsizce fikirler henüz anlatma saffeti ve anlatış bekâreti o dereceye varamamış olan Türkçemizle ifade edilemeyecek derecede Frenklerin yeni edebiyatından olduğu için matmazelin bu teorisini umumi edebe saygı için susarak geçiyorum.
Bodler, bu edebiyatça karşılıklı konuşma üzerine Anjel’in teorisiyle kendininkini birleştirerek başı açık bir eser vücuda getirir. Yazar bu eseri yazmakla uğraşırken Anjel’in karnındaki yavru da bütün gelişme devresini geçirir. Sonunda çocuğu kundağa, kitabı tezgâha yatırırlar. Konu tabiattan alındığından mıdır nedir, çocukçağızın talihine kitap o kadar beğenilir ve satılır ki Bodler cenapları kendine münasebeti binde bir derece de bulunan bir çocuğa bu kadar mühim bir bağışta bulunduğuna pişman olur ama verdiği “parol donör”den (namus sözü) dönmeye yol bulamaz.
Anjel, az zamanda o paraların altından girer, üstünden çıkar. Cı-yak cıyak bağırmaktan başka artık kendisine bir faydası kalmayan o yavrucağı büyükannesinin şefkatine emanet ederek matmazel cenapları yeni yakalamış olduğu Mösyö Maksim adında bir herifle yaşamaya başlar. Bu yeni amanı ile olan münasebeti ümit ettiğinden fazla sürer. Tüccar olduğu için dört beş ay kalmak için herifin İstanbul’a gelmesi icap eder. Anjel, garp mallarının şarkta para ettiğini bildiğinden ve kendini de o metalardan biri saydığı için hem ziyaret hem ticaret niyetiyle Mösyö Maksim’in peşine takılır, birlikte İstanbul’a gelirler. Mösyö Maksim’in ticaret işleriyle uğraştığı sırada Anjel de fırsat düşürdükçe kendi hususi ticaretiyle uğraşmaktan geri kalmaz. İstanbul’a geldiklerinden bir ay sonra Maksim, metresini bir Rum delikanlısıyla yakalar. Mösyö Maksim, Fransız olmakla beraber her nasılsa natüralizm taraflısı olmadığından Anjel’in beli ortası budur diye bir tekme indirip karıyı bulundukları otelden kapı dışarıya defedivermek gibi Frenklere yaraşmayacak bir nezaketsizlik ve kabalıkta bulunur.
İki yol çantası ile iki eli böğründe beş parasız sokak ortasında kalan Anjel kerhanelerden birine sığınacak yerde çirkin sanatını umumilikten hususiliğe dökmek, fahişelik yorgunluğundan bir parça dinlenmek isteyerek, İstanbul’da yerleşmiş itibarlı bir Fransız ailesine başvurur. Melek gibi, bir ikiyüzlülük gösteren çehre ile kendi kendini temiz bir kız olmak üzere tanıtır. Güya söyleyecek çok sözü varmış da fazla utancı bunlara engel oluyormuş gibi yalancıktan kızarır. Her ne derdi varsa sıkılmayıp açık söylemesi için o aile üstüne düşer. Birçok utangaç duraklamalar ve yapmacık hâllerden sonra yüzüne mendil tutarak yaşamak için mürebbiyelik etmek gibi halis bir niyetle İstanbul’a gelmeyi arzulamış ve şimdiye kadar da Fransa’dan dışarı çıkmamış olduğundan kadınlığı ve seyahat hususundaki acemiliği, hele tabiat itibarıyla beceriksizliği ve utangaçlığı yüzünden İstanbul’a gelmek üzere bulunan namuslu bir kimse olarak tanıdığı Mösyö Maksim adında biri tarafından kendisine teklif olunan arkadaşlığı kabul etmek zorunda kalmış olduğunu, gene burada yer yurt bilmemesinden dolayı o zatla bir otele inmiş, namuslu insan sandığı o Mösyö Maksim tarafından son zamanda vahşi bir surette ırzına taarruza kalkışması üzerine coşup taşan namuslu atılganlığıyla kendini sokağa dar atabilmiş olduğunu ve yanında birkaç günlükten fazla harçlığı ve eşya adına bir iki kat çamaşırıyla bir dua kitabından(!) başka bir şeyi olmadığını ter dökerek öyle yana yakıla bir yanıklıkla anlatır ki dinleyenlerin gözleri acıma şiddetiyle yaşarır.
O itibarlı Fransız ailesi, Anjel’in hâline ağlamak derecesinde acımakla beraber gene kendisini bir gece bile evlerine misafir olarak almazlar.
Vatanları dışında yaşayan Avrupalılar bulundukları yabancı memleketlerinde kendi milletlerinden birine rastladıkları zaman o kimseye her hususça saygı duyarak kolaylık gösterirler. Bu saygı ve şefkatin sebebi ise o vatandaşın başka bir milletin kesesinden geçimini sağlamaya uğraşmasıdır. Bu işte düşünülen fayda da kendi milletlerinin başka bir millet arasında çoğalması ve nüfuzunun artmasıyla oradaki servetten bir kısmının kendi memleketlerine taşınmasına yol açılmasıdır.
O Fransız ailesi tarafından işte böyle bir şefkat duygusu ile Anjel’e yardım edilmeye kalkışılır. İlkin kendi yakınlarında ucuzca bir oda kiralanır. Matmazel oraya yerleştirilir. Az bir zaman sonra da mürebbiyelik işi ile Dehrî Efendi ailesine gönderilir.
Mürebbiye Anjel, geçmişinden birazcık söz açtığımız işte böyle bir Anjel’dir. Mürebbiyemiz orospuluk yorgunluğundan bir zaman için vücut ve zihin dinlendirmeye niyetlendiği hâlde “Alışmış kudurmuştan beterdir.” sözünce arasına katıldığı aile insanları içinde genç, ihtiyar birkaç erkek görür görmez niyetinden cayıverir.
Gerekli kayıtları yakında yürütmek üzere hoşuna giden aile erkeklerinden bir ikisinin adlarına defterinden alfabe sırasına uygun haneleri hemen açar.
Nezahet Hanım’la Vahip Bey’in fiil çekimleri mürebbiyenin son derece hoşuna gider ama defterinde açtığı hanelerin çokluğuna göre Şemi ve Sadri’nin sevgileriyle kanaat edemeyeceğinden çatkınca bir suratla çocuklardan sorar:
“Yalnız, Şemi, Sadri beyler ikisi bu lakırtı söylemiş? Amca bey böyle bir şey demedi?”
Çocuklar ikisi birden, “Hayır, demedi.” cevabını verirler.
Amca beyin böyle bir şey demediğine Anjel’in o kadar canı sıkılır ki o yapmacık çatkınlığı bu sefer sahici bir somurtkanlığa döner. Onun adına olarak defterde açılan hane açık mı kalacak? Kederli kederli düşünür: Bugün demediyse elbette bir gün der, düşüncesiyle gönlünü biraz avutur.
O aralık kameriyenin önünden yalının aşçıbaşısı Tosun Ağa kolları dirseklere kadar sıvalı, belde al soflu ipek futası, boyundan aşağı göğsüne doğru gümüşten bir akarsu gibi sarkan kordonu ile geçmekte olduğundan gümrah bıyıklı, kırmızı yanaklı bu Bolu güzeline karşı Anjel evvela yürek gıcıklayıcı süzgün bir gülüş gösterip sonra akidemsi gevrek tatlı bir kahkaha salıvererek Fransızca der ki:
“Ajibaşı[15 - Aşçıbaşı.] defterime yazılacaklardan biri de sensin. O güzel bıyıklarınla bu şerefi kazanmaya hak iddia edebilirsin.”
Aşçı Tosun o gülümsemedeki letafeti, o kahkahadaki tatlılığı şimdiye kadar ateş üzerinde miyanesini kokuttuğu, kıvamını getirdiği helvaların hiçbirinde görüp tatmamış olduğundan kalbi yerinden kopup da boğazına tıkılmış gibi zavallı herif helecanlar içinde oracıkta yılışıp kalır. Söylenen sözlerden hiçbirini anlamaz. Ama söylenişe göre ve o şeker gibi kahkahalardan kendine iltifat olunduğunu anlar.
Aşçıbaşı humma nöbetine tutulanların bakışları gibi, tuhaf bir bakış, sevincinin çokluğundan kulaklarına kadar uzayan ağzı, sözden ziyade hıçkırığa benzeyen bir söyleyişle der ki:
“Efendim kokana hanım, lafını hiç anlamıyorum ama vallahi sesin küçük beyin akşamları üfürdüğü düdükten (flavta), benim tamburanın telinden daha tatlı, daha oynak çıkıyor. Param olsa senin dilini ben de öğreneceğim. Diline de sana da hilafsız hayran oluyorum.”
“Bu akşam puf börek var?”
“Sen puf böreğini seviyon mu? Öyle ise bundan sonra her gün sana kaba kaba püşürürüm.”
“Sen onu nasıl kabartır öyle?”
“Unu hassalı olunca kabarır. (Anjel’in kollarını göstererek) Senin fistanının kollarından ziyade şişer. Hele ben her aşçıdan ziyade kabartırım. Seninle lafa daldık ama şimdi mutfakta çıraklar tencereleri yakar… Bu akşam yemekler benim gönlüm gibi hep yanık olur.”
Aşçıbaşı mutfağına doğru yürür. Giderken kendi kendine şöyle söylenir: “Bu kokana benden ne istiyor canım? Gördüğü yerde sırıtıyo… Benim de elim ayağım donakalıyo, işim bitiyo, tuh Allah cezanı vere, bu karı bana alakalandı mı acap? Beni günaha sokuyo… Ocak başında kokana aklıma gelince bütün damarlarım peluze gibi debreşiyo, yemeklere, attığım tuzun kararını şaşırıyorum canım… Bunlar için dört defadır efendiden tekdir yiyorum. Hep bu hâller memleketteki Ayşe’ye malum oluyo galiba… Kokana bu konağa geleli gayrık Ayşe’nin hiç düşüme girdiği yok. Bu işin Allah encamını hayr ede.”
Kolların puf böreği, gerdanın elmasiye
Ben püşürürüm güzelim, sen hemen durma ye
beytini bir Bolu bestesiyle yanık yanık söyleyerek mutfağına girer.
II
Dehrî Efendi sivil emeklilerden altmış beş yetmiş yaşında kadar bir zattır. Babasından birçok malın mirasçısı olduğu gibi bulunduğu ehemmiyetli memurluklarda da iyi idare ve tutumlu olması sayesinde o malları hemen hemen iki kat etmiş olduğundan şimdi “vezir konağı” denecek derecede kalabalık bir daireyi gayet rahatlıkla idareye elindeki serveti bol bol yetmektedir.
Kendinin ilim ve fenne karşı bir sevgisi, bunlardan bazılarında bilgisi vardı. Avrupa dillerinden Fransızcayı adamakıllı, ötekilerini de şöyle böyle bilir. Ahlakındaki bazı gariplikler, lüzumundan fazla öfkeli, tok ve doğru sözlü olması pek çok kimseleri gücendirir ise de tabiatı doğru, intizamı sever, hakka saygı gösterir, millî âdet ve ahlaktan bazılarına uymakta çok mutaassıp bulunmak gibi bazı seçme vasıfları da kadir bilenlere kendisini sevdirir.
Bazı eski filozof resimlerinde görülenlere benzer koskoca bir kafa, o geniş alnın altında uzun kılları birbirine karışmış akı siyahından çok bir çift gür kaş, hemen bir bıyık kadar kaba duran bu kaşlar ile alnın çıkıntısından peyda olan karaltı içinde çukura gömülmüş sert bakışlı yuvarlak, iki kara göz… Ta kulakların içinden fışkırarak iki yanağı hemen tamamıyla kaplamış gümrah beyaz bir sakal Dehrî Efendi’nin yüzüne büyükler için Sokrat’ın karikatürü şeklinde acayip bir heybet, çocuklar için korkunç bir umacı hâli vermişti.
Zaten ev halkından büyük küçük yanına her kim girse vücudunda hafif bir titreme duymadan o yüze bakamaz. Efendinin önünde söylenecek sözler çok kere pek kısa ve onlara alınacak cevaplar da kati hükümlü olurdu. Efendi bir defa karaya aktır dedi mi o iş geçmiş ola. Artık o karayı beyazdır diye kabul etmekten başka çare yoktur. O şeye “Efendim beyaz ama pek o kadar bembeyaz değil biraz siyahımtırak görünüyor.” demek bile kimsenin haddi değildi.
Efendi kütüphanesine kapanıp da okuma veya yazmaya başladı mı lüzumlu lüzumsuz bir iş için yanına girilemezdi ama kendi canı istediği zaman dairesinden dışarıya çıkardı. Bazen yalının büyük divanhanesinde yakaladığı kâhya kadına “ekonomi politik”ten mühim maddeler açar. Bahçede ara sıra bahçıvanı ele geçirdikçe biçareye “doğum”dan bahsederdi. O korkunç Dehrî Efendi’nin, o ciddi adamın bazı huyu o kadar hafiflerdi ki sofada veya bahçede oynayan çocuklara karışır, onlarla beraber saklambaç, köşe kapmaca oynardı.
Bu acayip hâlleri aşırı zekâ taşkınlığından mı yoksa o koca kafadaki kapalı olan cevherin dış büyüklüğü ile uygun bulunmamasından mı ileri geldiği kolay kolay kestirilemeyecek bir mesele idi.
Dehrî Efendi’nin ilk karısından bir kızı ile bir oğlu olmuştu: Melahat Hanım’la, Şemi Bey. Birinci karısının ölümünden sonra tuttuğu genç bir odalık da Nezahet Hanım’la Vahip Bey’i dünyaya getirmişti. Yirmi beş yaşında kadar bulunan ilk kızı Melahat Hanım kocada, on sekiz yaşındaki büyük oğlu da yatılı okullardan birinde bulunduğundan Mürebbiye Anjel küçüklerin, yani Nezahet Hanım’la, Vahip Bey’in terbiye ve okumaları için tutulmuştu.
Dehrî Efendi’nin dört çocuğunda da babalarının o koca kafası, çukur gözleri, garip huylarından bazıları da az çok görülürdü. Çocuklar, babalarının saklambaç oynamak gibi bazı senlibenliliklerine, iltifatlarına uğramakla beraber büyüğü olsun küçüğü olsun kendisinden korkarlardı. Çünkü peder efendinin hiçbir hususta şakası yoktu. Çocuklardan birinin bıçak, çakı, kalemtıraş gibi kesici aletlerle oynadığını görse hemen o kesici şeyi çocuktan alır, zavallının elini birkaç yerinden kanatıncaya kadar çizer. Çocuğun kendi kendine kazara yapacağı şeyi, iyice hatırlatmak için o bile bile yapardı. Ateşle oynayanın elini ateşe sokar. Ateşin, acısına dayanılmaz, ne kadar can yakıcı bir madde olduğu çocukta tecrübe ile belli oluncaya kadar o eli ateşte cızırdatırdı.
Efendi, çocuklara yaptığı bu cezaları, bir dereceye kadar değişiklikle, ailenin büyüklerine de tatbik etmekten çekinmediğinden bu hâllerden birkaçını gören Mürebbiye Anjel ev içindeki erkeklerden yalnız Dehrî Efendi’nin adını defterine yazmakta tereddüde düşmüştü.
Dehrî Efendi’nin kendinden on sekiz yirmi yaş kadar küçük bir kardeşi vardı. Bu kardeş ailece “Amca Bey” diye çağrıldığından ev halkından Amca Bey’in asıl adının ne olduğunu bilmeyenler çoktur.
Amca Bey’in beden yapısı, Dehrî Efendi’nin küçürek çapta bir çeşit acayip bir örneği idi. Birinin dimdik, ötekinin eğri büğrü boyu Amca Bey’in Dehrî Efendi’ye benzerliğini, son oluşum devresinde bulunan bir kurbağa yavrusunun ana babasına şekilce olan son yakınlığı derecesinde bırakmıştı. Çocukların bacak aralarını hamam bohçasına çevirircesine, eski annelerin kötü bir âdete uyarak oralara pamuklu bezler tıkıştırmaktaki cahilce inatları yüzünden Amca Bey’de bacaklar yılankavileşmiş, bu boy eğriliğine bel kemiğindeki tabii çarpıklık da katılınca iki nokta arasındaki en kısa yola geometride doğru denmesi tarifine ters bir örnek meydana getirecek suretteki bu eciş bücüşlük zavallı adamın boyunu meşhur şekillerden “âşık yolunu şaşırdı”ya çevirerek boy uzunluğunun hemen dörtte biri kadarını içine oynatmıştı.
Amca Bey’in beden yapısında olan bu bükülme Allah’ın bir hikmeti olarak ahlakına da geçmişti. Dehrî Efendi’yle boyca olan otuz santimlik bir eksiklik aralarındaki benzerliği pek o kadar açmamıştı. Çünkü kafatası büyüklüğü ve yüzlerinin çizgileri birbirinin aynı idi. Fakat ikisinin de işlerine ve davranışlarına bakan en az dikkatli bir kimse, beyin tartısınca Amca Bey’in ötekinden (beyni okkaya bindirmeye müsaade olunursa) okkalarla noksan bulunduğunu anlamakta güçlük çekmezdi. Sanki Yaradan Tanrı ana karnında iken ne kadar işe yarayan ve yaramayan haslet var ise birinci evlada vermiş ve ikincisine her şeyin adisini, bozuğunu, zayıfını bırakmıştı.
Amca Bey her hareketinde ağabeysinin hâlini taklit etmeyi âdet edindiğinden zaten bir acibe olduğu hâlde “acayiplerin acayibi” bir şey olduğuna şüphe yoktur.
Ağabeyi, taşra memuriyetlerinde gezerken küçüğü İstanbul’da mirasını son parasına kadar yemiş, şimdi Dehrî Efendi’nin lütuf ve ihsanına sığınmaktan başka bir çaresi kalmamış olduğundan her şeye “eyvallah” demek Amca Bey için bir hayat zarureti sırasına geçmişti. Bu yüzden, Dehrî Efendi’nin Amca Bey üzerinde olan nüfuzu ağabeylikten babalık derecesine çıkmış, ötekinin evdeki mevkisi ise çocuklarla uşaklar arasındaki bir yere inmişti.
Amca Bey’in birkaç karı alarak geçinemeyip boşaması Dehrî Efendi’yi son derece öfkelendirmiş ve bu öfke sonunda Amca Bey’i ebedî bir bekârlığa mahkûm etmişti.
İşte bu sebeple Mürebbiye Anjel’in yalıya gelmesi herkesten çok Amca Bey’in gözlerini kamaştırdı. Eğri boyunu bir güzel kadın tarafından beğenilmeye kuvvetli bir engel sanıp dururken matmazelin gönül avlayan sevdalı bakışı ara sıra manalı manalı kendine çevrilmiş olmasından önüne atılan aldatıcı taneye ağzını açan anlayışsız bir balık gibi eğrile büğrüle kızın etrafında dolaşarak kalbinde gülünç ümitler, hâlinde acınacak gariplikler peyda olmaya başladı.
Mürebbiye, Paris’in romancılarına taş çıkartan o psikolog, sakat bir vücutta sağlam bir kalbe pek az rast olunacağını bildiğinden Amca’ya kancayı takınca zavallıyı istediği tehlikeli sevdaya doğru güdebileceğini anlamıştı.
Matmazel, Amca Bey’e kamburuyla uygun bir zoka düzenledikten sonra evdeki ufak tefek beylere de bir çapari hazırladı. Bazı defa çinekop iğnesine çurçur düştüğü gibi Şemi ve Sadri beylere attığı bu çapariye vekilharç ve aşçıbaşı veya ayvazdan biri yakalanırsa vay hâline! Maksat balık avlama değil mi? İğneye birkaçı çengellensin de ne cinsten olursa olsun. İçinden aşırı hoş olmayanlar bulunursa onları tekrar suya atmak, eti latif, yemesi hafif olanları da salamuraya yatırmak kendi gönlüne kalmış bir iş değil midir?
Garip insanlar müzesi denmeye layık o yalıda Dehrî Efendi, Amca Bey’den sonra gelen üçüncü acayip insan, Melahat Hanım’dı.
Her adın sahibine uygun olduğunu sananlar bu yanlışlarını düzeltmek için Melahat Hanım’ı görmelidirler. Adı “Melahat” fakat kocası için canlı bir felakettir. İnsan bu kadını kocasıyla bir arada görse “Melahat” sözünün bu kötü kullanılışına mı yoksa o talihsiz damadın hâline mi hangisine acıyacağında şaşırır kalır. Melahat’ı görenler:
Uzun servilerden uzundur boyu,
İnce fidanlardan incedir beli.
şarkısının gösterdiği boyca incelikteki hiç de şairane olmayan mübalağayı aşırı görmeyeceği gelir.
Erkeklerde bile pek az rastlanan telgraf direği gibi ince uzun bir vücudun üzerine kadınlarda hiç rastlanmayan irilikte ve uzun kutru[16 - Çapı.] dikliğine gelmek üzere oval biçiminde bir kafa geçiriniz. Bu oval yüzün üzerine Çinlilerinkini andırır, o derece çekik kaş, göz, ağız, burun koyunuz ki güya Melahat Hanım lastikten yapma bir insan imiş de iki kişi biri ayaklarından, öteki tepesinden tutarak o lastiği son derecesine kadar çekip uzatmışlar. Bütün vücut azası ile birlikte yüz çizgileri de bu çekilişe göre eğri bir resim meydana getirerek hiç kıpırdamadan öyle kalmış sanılsın, işte o zaman Melahat Hanım’ın fotoğrafını diyemez isem de aslına pek benzer bir krokisini gözünüzün önünde canlandırabilirsiniz.
Başka bir anlatışla, sanki dünyaya geldiği zaman ebesi olan kadın kendilerince eskiden beri uyulan âdete göre çocuğun kafasını latif bir şekle koymak için iki şakağından şiddetle bastırmış, ama ne yazık ki ilk baskı ile Uzunköprü kavununa çevirdiği çocuğun kafasını her nasılsa çene altından ve tepeden sıkıştırmayı unutmuş, sonra da çocuğu babasının kucağına vererek “Al işte. Bunun adını Melahat koy.” demiş.
Tavan süpürgesine kadın esvabı giydirmişler gibi Melahat Hanım pelerinli, kat kat dantelli yeldirmesini giyip pullu beyaz başörtüsünü de örterek bahçeye, koruya, bostana çıktığı zaman rüzgârın o uzun boya verdiği dalgalanmadan ürkerek bütün vahşi kuşların kaçıştıklarını gören bahçıvan, efendiden doğum bilgisi ve jeoloji derslerini dinleye dinleye zekâsına bayağı bir genişleme gelmiş olan o herif bu hâlden ibret alarak bostana koyduğu korkulukları Melahat Hanım’ın şeklinde yapmaya başlamış ve çok fayda görüldüğünün farkına varan komşu bahçıvanlar tarafından model olarak kabul olunmuştu.
Bazı günler sabah vakti veya akşamüstü Melahat, kocası Sadri Bey’le kol kola koru gezintisine çıkarlardı.
Rüzgârın kuvvetle estiği tepelerde karısının o uzun boyunu süsleyen kırmalar, sayvanlar, kurdeleler yelpir yelpir uçuştukça Sadri Bey, “Melahat, kolundan sıkı tutmasam şimdi havalanacaksın.” derdi.
Sadri’nin bu sözden maksadı, karısının o yumurta gibi kafası, her ucu bir tarafa uçan elbise süsleri içinde türlü eğilmeler peyda eden o ipince vücuduyla bir uçurtmaya benzediğini anlatmak olduğu hâlde, Melahat’ta nükteyi anlayacak kadar zariflik olmadığından bu “havalanmak” sözünü kendisine şuhluk, havaya kapılmak söyleniyor manasına alarak uzun boyuna hiç yaraşmayan istiğnalı bir işvebazlıkla, “Elinden uçuveririm diye korkuyor isen sıkı tut… Melahat’ını kaçırma. ‘Kadıya yalan, kadına inan olmaz…’ Canım isterse bir gün uçuveririm zahir. Sonra Melahat’sız ne yaparsın? Elinde iken kıymetini bil.” diye cevap verir, bu soğuk cilve Sadri’nin damarlarındaki kanı buz gibi dondururdu.
Melahat, şekilde bir kadından ziyade uçurtmaya benziyordu. Fakat ipi, bir bela boyunduruğu gibi Sadri’nin boynuna geçirilmiş öyle bir uçurtma ki değme fırtınalar ile bağın kopmasının ihtimali düşünülemez.
O yalıya damat olmazdan evvel Sadri’ye “efendi” denirdi. “Bey”lik kendisiyle Melahat’ın boyu ile beraber verildi. Fakir oğlu, tabiatı yumuşak, terbiyeli, mütevazı olması, evlenmezden önce bütün hâlleri Dehrî Efendi’ce bilinmesi, Sadri’nin o aileye damat olması sebeplerinin başlıcalarındandır.
Damat seçmek işinde fıkaralığın üstün sayılmasına şaşılmasın. Her akıllının düşüncesi başka olur. Eğer ukaladan her birinin düşünmesi, anlaması bir çeşitten olsa idi dünyada hemen her ilim ve fen ile her hususta akılların mesleği bir olurdu. Her şeyde görülen çeşitli fikirler, bu kadar görüş ayrılıkları görülmezdi. İşte bu umumi kaideye göre kimi zengin damat arar kimi fakir. Başkasının davranışlarında gördüğümüz kendi fikir ve görüşümüze uymayan her şeye gülmemiz, şaşmamız lazım gelse ömrümüzün büyük bir kısmını gülmek, şaşmak ile geçirmemiz lazım gelirdi. Herkes davranışına kemdi aklıyla karar verir. “Akılları mezada vermişler de herkes gene aklını beğenip almış.” sözü meşhurdur.
Lakırtı lakırtıyı açar ama her açıdan lakırtı gediğine kalem sokmak, bahsi büsbütün çığırından çıkarır. Kafada zevzeklik, kalemde söz anlamazlık olursa ne yapmalı?
Evet efendim… Dehrî Efendi damadını fıkaradan seçmişti. Buna sebep de gözü açılmadan yanıma gelsin, her şeyi burada görsün fikri idi. Sakat bir fikir ama aile insanlarından hangi babayiğit Dehrî Efendi’nin karşısına çıkıp da “Siz okuduğunuz kitaplarda yanlış görmüşsünüz. İnsanlar analarından hepsi gözü açık doğarlar. Gözü kapalı doğmak kedi falan gibi bazı hayvanlara mahsustur. Allah saklasın, ara sıra insanlarda da gözü kapalı doğan olur ama onların gözleri yedi gün sonra açılmaz.” diyebilecek?
Damat olmadan önce de Sadri’nin o yalıya gidip geldiğini söylemiştik ya. Sadri, bayram, kandil gibi resmî ve mübarek günlerde Dehrî Efendi’nin eteğini öpmek fırsatını hiç kaçırmazdı. Böyle her tebrik ve etek öpmek ziyaretinde Sadri oda kapısından içeri girerken belini olabildiği kadar kamburlaştırıp bacakları diz kapaklarıyla keskin bir zaviye teşkil edecek kadar kırdıktan sonra Amca Bey’in yürüyüşünü taklit eder gibi çağanozvari, yampiri bir yürüyüşle koşa koşa gider, o feyizli eteği yüzüne gözüne sürerek öper, efendinin ettiği tek ve hafif temannaya karşı -gövdesine verdiği o kargacık burgacık şekline hiçbir bozukluk vermeden ayakları geri geriye işler ve sağ elinde de- makineli tüfek ateşi gibi temanna atış talimidir gider. O acayip tornistan tavrıyla arka arka gide gide nihayet gidecek yer kalmaz, arkası duvara dayanır. Gene o durumda da bir zaman daha ayakta durur. Sonunda Dehrî Efendi son derece büyük bir iltifat olarak “Otur.” emrini verir. Bu iltifata karşı bir ikinci ateş talimi daha olur. En sonunda Sadri, şamandıra üzerinde tek ayak üstünde martı durur gibi boynunu bir tarafa bükerek vücudunun hemen hemen onda bir kısmı denecek kadar çekingen bir hâl ile sandalyelerden birinin ucuna ilişir.
Dehrî Efendi, Sadri’nin işte şu hâllerinden çok terbiyeli bir insan olduğuna karar vermişti.
Ev sahibi ile sonradan damadı olacak insan arasında dereden tepeden söz açılır. Fakat Dehrî Efendi’nin konuşmalarındaki deresi tepesi, bütün söz vadileri ekonomi politik, kimya, zooloji, botanik, en çok da bunların cümlesinden ehemmiyetli olarak doğum ilmidir.
Bunlardan oldukça derin derin bahisler açar. Rüştiye bilgisinden başka insan bilgisi adına bir şey görmemiş olan zavallı Sadri ağzını açar, bir sürü fen sözlerinin karışıklığı içinde her bir kelimesi güm güm kafasına vurulur gibi edilen o bahislerin bir sözünü bile anlamadan kendinden geçmiş bir şaşkınlıkla dinlerdi. Arada sırada, “Keramet buyurdunuz efendim… Hiç işitmemiştim, aman ne tuhaf şey efendim…” gibi cevaplardan başka bir karşılıkta bulunamaz.
Sadri’nin bu cahilliği de fakirliği gibi, Dehrî Efendi’nin hoşuna gider. “Varsın biraz cahil olsun, mekteplerde birtakım yanlış şeyler öğreneceğine gelsin, her şeyin doğrusunu benden öğrensin.” der.
Efendinin önüne çıkmaya, konuşma şerefine başladığı ilk zamanlarda Sadri ile aralarındaki sevgi bağı şöyle başlamıştı:
“Efendi oğlum, ne tahsil ettiniz bakalım?”
“İşte, hâlimiz yettiği kadar… Şundan bundan tahsil ettik.”
“ ‘Şundan bundan’ ne demek?”
Sadri sıkılarak: “Sarf gibi, nahiv[17 - Dil bilgisi.] gibi… Tarih, coğrafya, hesap… Mesela Risale-i Ahlak gibi…”
“Sarf ve nahiv dediğin şeyler… Arabi mi? Türki mi? Farisî mi? Fransevi mi?”
“Üçü dördü karışık efem… Bunlardan yalnız Türkçenin nahvini iyi göremedim, bir görene de rastlamadım.”
“Bunlar çocuk dersleri canım… Çeşitli ilim ve fenlerden neler gördün? Bunlardan da hangisine merak sardın? Hiçbirinden ihtisasın yok mu?”
Sadri derin derin düşünmeye vararak:
“Yalnız birisine ihtisas ettim. Fakat o da ehemmiyetsiz…”
“Hangisine?”
“İlm-i nebata[18 - Botanik.] efendim.”
“Ehemmiyetsiz mi ya! Botanik pek mühim bir ilimdir. Nesc-i kureybi, nesc-i kureybi-i lifi, nesc-i kureybi-i viaiye dair olan yeni nazariyat hakkındaki mütalaatın derin mi?”
Sadri, şaşırarak:
“Kurabiye mi buyurdunuz efendim?”
Dehrî Efendi öfke ile: “Kurabiye değil! ‘Tissu ulriculaire’in (tulum-su doku) Türkçesini… Türkçesi mi ya, Arapçasını söylemek istedim.”
“Şu buyurduğunuz isimlerde şimdiye kadar hiç nebat ismi işitmedim efendim.”
“Bu söylediklerim nebat ismi değildir. Ben nebatın ilk hâllerinden, nasıl meydana geldiğinden, şimdiye kadar tetkik edilebilen doku nevilerinden bahsetmek istiyorum. Bunları bilemedim. Pekâlâ ‘fasile-i futriye’, yani mantar kısmında nasılsın?”
Ooo! Sadri mantar kısmında birinciydi. Hele lakırtı mantarında… Efendinin bu nüktesinin farkına vardığı için zavallı çocuk utancından kulaklarına kadar kıpkırmızı kesilmekle beraber uzunca bir gülümsemeden de kendini alamadı. Efendi de hafifçe bir gülümseme göstererek:
“Gülme oğlum… Böyle her şeye gülüvermekle geçmemeli. Biraz da onların ne olduğunu anlamaya uğraşmalı. Mantarlar, nebatın ‘zatililkah-i hafiyetülmüvellid-i tarnfeyn’(!)[19 - Çiçeksiz bitkiler.] sınıfındandır. Ensiceleri[20 - Dokuları.] yalnız hücreviyeden meydana gelmiştir. Bazıları tok hücreden dokunmuştur, birtakımları da çok hücrelerin karışık bir surette dokunmasından müteşekkil olur. Tabiat ekonomisinde mantarların gösterdikleri tesirler pek büyüktür. Mantarlar sona eren her şeyin kalmış olan parçalarını yok ederler. Organlaşmış hâlde bulunanları madenleştirirler, organik maddeleri de azot, amonyak hâlinde mahvederler. Küçük mantarlar da büyük mantarları âdeta yerler.”
Son derece şaşırarak: “Mantarlarda bu gibi tuhaf hâller olduğunu hiç bilmiyordum efendim… Hele bir mantar başka bir mantarı yerken hiç görmedim.”
“Ben sana fen dairesinde söz söylüyorum. Mantar, mantarı ağzıyla ısırıp dişleriyle çiğneyerek yemez.”
Çok mahcup olarak:
“Malum efendim… Malum… Onlar da birbirini fen dairesinde yerler.”
“Ona ne şüphe! Her yerde, her toprakta mantar bulunur. Yetişmeleri, bulundukları yerlerin coğrafya bakımındaki değişikliklerle değişmez ise de aynı çeşit mantar, asırlar ve devirler boyunca şekil bakımından çeşitlilik gösterebilir. Mantarların renkleri beyaz, esmer, kırmızı, mavi, morumsu olur. Yeşili bulunur derlerse sakın inanma ha!.. Bunların kimyaca olan mürekkebatı yetiştikleri yer ve muhit ile alakalıdır. Terkibinde yüzde doksan su, mayalanacak şeker, azotlu maddeler ve bazı da yiyenleri zehirleyen pek kuvvetli bir zehir maddesi bulunur. Bunların yüzünden hayvanlara ve tarıma musallat olan hastalıklar sayısızdır. Birçok şeyler üzerinde rutubet ve sair tesirlerle meydana gelen ve halkın ağzında ‘küf’ diye dolaşan şeyler bütün mantardır. Bunların ‘klostroma’ denilen nevi, üstünde bittiği koca bir gemiyi birkaç senede çürütüp dağıtır.”
“Aman efendim, şaştım kaldım! Ne fena şey imiş bu mantarlar… Lütfen kulunuza bu malumatı vermemiş olsaydınız… çakeriniz[21 - Kulunuz.] hâlâ… bendehanenizin[22 - Evinizin.] alt katındaki bütün eşyayı saran o mavi şeye ‘küftür’ deyip gidecektim. Süphanallah, bunlar hep mantar ha!”
Bir zekâ eseri göstermek isteyerek:
“Efendimiz, o hâlde, hani ya bazı tembel adamlara ‘Be adam, nedir bu hâlin? Artık küfleneceksin!’ derler. Bu söz yanlış. Bundan sonra onlara ‘mantarlanacaksın’ demeli. Doğrusu bu değil mi efendim?”
“O başka cihet… O başka cihet… O büsbütün başka iş… Mantarın da kullanılacak yeri var, küfün de… Yeşilliklerden her birine musallat olan bir çeşit tufeyli[23 - Asalak.] vardır. Buğday saplarına tarla henüz taze iken arız olup[24 - Yapışıp.] da ‘cemre’, ‘yanı kara’ veya ‘külçer’ denilen hastalığı meydana getiren şey ‘ostilago’ isminde bir nevi mantardır. Gene buğdaylardaki ‘humz-i yeknim-i hadit’in (!) çıkmasına sebep olan ‘poççina graminis’ adında habis bir tufeylidir. ‘Produs pra devestan’ yer elmasında, ‘erizifatokeri’nin asmada meydana gelmesine sebep olduğu zararı bilmeyecek kadar habersiz misin? Mantarlar sınıfından birçok parazit insanlara, hayvanlara musallattır. Bunların ‘odium albikan’ çeşidi çocuklarda ‘da-i caversiye’, ‘sulak’, daha doğrusu senin anlayacağın ‘külleme’ hastalığını meydana getirir.
“Aman ya Rabbi!.. Neler öğreniyorum! Çocuklar ‘külleme’ olur mu efendim? Bendeniz ‘külleme’ yalnız asmalarda olur zannediyorum.”
“Asmalarda olan insanlarda olmaz mı cahil? Yalnız çocuklarda değil, büyüklerde bile olur. Ağzı burnu yara bir çocuk gördüğün vakit kendini sakın. Bulaşır. Bir çocuğun ki ağzı burnu yaradır, mutlaka o küllemedir. Çok defa emzikle büyütülen çocuklarda olur. Anaları tembel, dikkatsiz bulunur, ‘da-i caversiye’ çıkar. İpek böceklerindeki ‘muskardin’ hastalığını kim hasıl eder?”
Büyük bir çabuklukla:
“Hiç şüphe yok efendim mantarlar…”
“Hangi nevi mantar?”
Düşünerek: “Demin buyurduğunuz… ‘protos ustorokoş’ nevi…”
Gülerek: “Produs pra davestan demek isteyeceksin.”
“Evet efendim, evet… Mantarların o protestan cinsi efendim…”
Hiddetle: “Ağzına yaraşmıyor! Mantarlarda din ve mezhep olmaz. O söylemek istediğin ‘produs pra davestan’ nevi yer elmasına musallattır. Sen lakırtıyı nerenden dinliyorsun? Her sakallıyı baban mı zannedersin? İpek böceklerindeki muskardin hastalığına sebep olan mantarın nevini bil, sana koca bir aferin var.”
Sıkılarak: “Mantarcılıkta o kadar bilgim yok, nasıl bileyim efendim?”
“Öyle ise iyi dinle: ‘Butiris basiana’…”
“Butiris bastiyani.”
Öfke ile: “Hangi Bastiyani?”
Şaşırarak: “Fener’deki… Şey… Şaşırdım, affedersiniz efendim.”
“Yook… İşte bu dikkatsizliğe kızarım. Vakıa, mantarlardan, mikroplardan bazılarına insan ismi verirler ama bu şeref herkese nasip olmaz… Buna hak kazanmak için bilinmeyen çeşitten yeni bir mikrop keşfine muvaffak olsam ona ‘Dehrî mikrobu’ denir. Ben de hakkıyla bununla iftihar ederim. Benim artık ihtiyarlık yakama çöktü, evvelki gibi çalışamıyorum. Sen gençsin, çalış, durma çalış da bari ismin böyle bir şeyin adı olsun. Ben bir zaman ‘mikrokozm’a çok çalıştım. Rumca bilir misin?”
“Pek az… Rumcadan bildiklerim ‘tikanis, kaloyse, polikala, pupayis, aftospiyos’ kabilinden şeyler efendim.”
“Öylesi makbul değil… ‘Elenika’sını bilmez misin?”
Utanarak: “Hayır efendim.”
“A yavrum, sen de hiçbir şey öğrenememişsin ki bütün vaktini boş geçirmişsin! Rumca bilmiyor isen ‘mikrokozm’ sözünden bir şey anlayamazsın. Dur, ben sana anlatayım. ‘Mikro’ küçük, ‘kozmos’ da dünya demek. Şimdi bunların ikisini birleştir bakalım, Türkçe ne mana çıkacak?”
Biraz düşündükten sonra: “Küçük dünya.”
“Hay babanın canına rahmet!”
Biraz bozularak: “Peder bendeniz berhayattır efendim.”
Gözlerini açarak: “Berhayat olsun… Allah’ın rahmetine kim muhtaç değildir? Neden konuşuyordum?”
“ ‘Küçük Dünya’dan.”
“Küçük Dünya neresidir, sen bilir misin?”
“Avustralya kıtası.”
“Değil. Böyle cahilce cevaplar verme! Fesini önüne eğ de şöyle bir filozof gibi bir düşün bakalım. Küçük Dünya neresidir?”
Derin derin düşünerek, kendi kendine konuşarak: “Küçük Dünya, Avustralya kıtası değil, evet, aklıma gelir gibi oluyor. İstanbul’da bu isimde bir meyhane olacak. Fakat nerede idi o meyhane? Samatya, Yenikapı, Langa, Uzun Odalar, Balat, Balıkpazarı, Galata, Perşembepazarı, Kömürcü Sokağı, Yüksek kaldırım, Voyvoda, hay kâfir mahalle hay!.. Neresiydi o?”
Dehrî Efendi’ye: “Efendimiz, haşa huzurdan, buyurduğunuz isimde İstanbul’da bir meyhane olacak galiba fakat mevkisi bir türlü aklıma gelmiyor.”
“Bilemedin hey dünyanın gafili!”
“Efendim kulunuzun dünyaya dair lisanımızda bildiğim terkipler işte şunlardır: Eski dünya, yeni dünya, denî dünya, fâni dünya, yalan dünya…”
Dehrî Efendi, yastık üzerindeki gümüş enfiye kutusunu eline alır. Orta parmağı ile altına üç fiske vurduktan sonra kapağını açar, içinden aldığı bir tutam enfiyenin bir kısmını burnunun bir deliğine, kalanını öbür deliğine enfiye çekenlere mahsus bir ustalıkla yerleştirdikten sonra tekrar baş ve şehadet parmaklarını burun deliklerine tıkayıp enfiyeyi kafasında istenen noktalara kadar ite dürtüştüre yerleştirdikten sonra der ki:
“İşte bildin. Fâni yahut yalan dünya.”
“ ‘Yalan dünya’nın bir ismi de ‘küçük dünya’ mıdır efendim?”
“Dur acele etme, anlatacağım. Eski filozoflardan Eflatun ve bir parça onun mesleğinde olanlardan bir kısmı ve Zenonilor bu dünyayı küçüklükte âdeta bir portakal, üzerindeki yaşayanları da mikroskopla görülebilir mantar sayarlardı, işte küçük dünya oradan geliyor.”
“Efendi hazretleri gene mi mantar?”
“Ya ne zannettin şaşkın kafadar?”
Dehrî Efendi’nin hep bu mantar, daha doğrusu martavallarını Sadri malumat edinmek için can ve gönülden dinleyerek arada bir saflıkla şaşıp kaldığından efendi gitgide bu çocuğun konuşmalarından pek ziyade hoşlanmaya başlamıştı.
Dehrî Efendi’deki olgunluğa Sadri’nin şaşkınlığı arttıkça efendinin de hoşlanması çoğala çoğala, birinin şaşkınlığı, ötekinin coşkunluğu nihayet aralarındaki akrabalığın kurulması ile neticelendi. Mesela Sadri hıyar fidesi yetiştirmek, ağaç aşılamak gibi pratik bahçıvanlık olarak bildiği birkaç şey ile kendini botanikte çok şey bildiğini sanarak Dehrî Efendi’ye karşı bilgiçliğe kalkışır, efendi de bir mantar bahsi açar, zavallıyı şaşkına döndürürdü.
Efendi’nin büyük oğlu Şemi, yaşça on sekiz on dokuz vardır. Boyu bosu yerindedir. Kafa, kaş, göz bütün yüz çizgileri babasının aynı. Fakat zekâ o zekâ değil. Babanın zekâsı Frenklerin dedikleri gibi “hariç anilmerkez” (egzantrik) bir zekâ. Lakin çocuğunun zekâsı büsbütün “madumülmerkez” (merkezi yok) denilmeye layık… Şemi, yüksek okullardan birine gider gelir. Evine haftada bir gece gelir. Fakat neye yarar? Okula gitmesi gecelerini orada geçirmekten ibaret kalır. Kalın kafasına bir şey dank demez ki… Ama çalışmaz mı? Çalışır. Haddi varsa çalışmasın. Gittiği yüksek okulda falaka, değnek yok ama yalıda var. Efendi babasının baş ucunda asılı. Şemi’nin gelmesine bir gün kala çelik gibi âlâ birkaç da kızılcık değneği hazırlanır. Geldiği akşam dersini bilirse baklava börek, bilmezse kızılcık sopası ikram olunur.
Şemi, babasının yemekten çok taban tarafından ikrama merakı olduğunu bildiği için okuldan yalıya gelirken vapurda bile dört tarafına bakmaz, çalışır. Zavallı çocuk ne yapsın? Allah “muhakeme” denilen şeyden kendisine zerre nasip etmemiş. Ezberlediğini papağan gibi ezberler. Papağan yine ne demek olduğunu bilmeyerek öğrendiği kelimeleri, cümleleri bazı rastgele yerinde harç ederek insanı güldürür. Şemi ise bu işte papağandan daha talihsizdir. Öğrendiğinden hiçbirisini, ne vesile olursa olsun, iyi kullanamaz. Okulda basmakalıp ezberlediği geometri davalarından bir harfin yeri değiştirilirse biçare çocuk, hiç o davayı görmemişe, okumamışa döner. Şeklin ölçüsü ilk öğrendiği ölçüde, kara tahta yine o eski tahta hatta tahtanın duruşu bile eskisi gibi olmalı ki çocuk şaşırmasın.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/murebbiye-69429211/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Fiil çekimi.
2
İyi not.
3
İşleteceği (mecazen)
4
Fr. Âşık, dost.
5
Bağırıp çağırmaya başlamak.
6
Baudleaire.
7
“Üç Silahşorler”
8
“Kamelyalı Kadın”
9
Fr. Piç
10
“Şerefim üzerine yemin ederim ki.”
11
Ahlak.
12
Genel kadın.
13
Ahlakçı.
14
Deneysel roman.
15
Aşçıbaşı.
16
Çapı.
17
Dil bilgisi.
18
Botanik.
19
Çiçeksiz bitkiler.
20
Dokuları.
21
Kulunuz.
22
Evinizin.
23
Asalak.
24
Yapışıp.