Mesail-i Muğlaka

Mesail-i Muğlaka
Ahmet Mithat Efendi
"Mesail-i Muğlaka", Hukuk Fakültesinde öğrenim görmek için Paris’e giden Abdullah Nahifi adındaki bir Osmanlı Türkü’nün, Fransız toplumu içindeki yaşamından kesitler sunar. Abdullah Nahifi, Rosette adında, terzilik yapan bir kıza tecavüze kalkışan bir Fransız serserisini engeller. Ancak bundan sonra yenilgiye uğramış olan Fransız genci intikam almak istese de Nahifi’nin karşısında kendisini ispatlayamaz. Böylelikle basının da etkisiyle Türk genci Abdullah, Paris’in meşhurlarından olur. Ahmet Mithat Efendi, Nahifi’nin hayatını, maceralarını anlatırken aynı zamanda da karakterinin üzerinden Avrupa’daki gözlemlerini okuyucuya aktarır. Eserde, sınıf farklarının yoğun olduğu Fransa yaşantısı hicvedilir. Yazar, Doğu ve Batı’yı karşılaştırarak boşanmalar, aile kurumu ve çoklu evlilik gibi konular üzerine fikirlerini yansıtır. "Yüzlerce şairin binlerce şiirlerinde tasvir ettikleri gibi, bir Şarklı gönlünün sevgilisi olan kadını öyle mübalağalı kelimelerle tasvir eder ki kendisi için mümkün olmayan bu 'kavuşma' da ancak hayalde kalır. Ona varmak, onun bir lütfuna mazhar olmak, onun bir tebessümü için âdeta bin canını feda edeceğini ifade eder."

Ahmet Mithat Efendi
Mesail-i Muğlaka

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

İfade
Bir muharririn tasvir edeceği şeyleri kendi memleketinin haricine isnat etmesi hiç de hoş karşılanmadığı yeniden ispata muhtaç şeylerden değildir. Bu hâl çoğunluk tarafından kabul gören bir hakikattir. Elverir ki muharrir, hayallerini isnat edeceği memleketin maddi ve manevi hâllerine de lüzumu kadar vâkıf olsun. Böyle olmadığı zaman, yazacağı şeyler bazı Avrupalı muharrirlerin bizim şark memleketlerine isnat ettikleri eserler gibi olur ki, orada yaşayan memleket ahalisi, o eseri okudukları zaman kendilerine ait hiçbir şey göremeyerek hayrete düşerler.
Muharrir-i âciz, şimdiye kadar Hasan Mellah, Paris’te Bir Türk, Demir Bey ve Acâyib-i Âlem gibi birçok romanında mekân olarak Avrupa’nın muhtelif memleketlerini seçmiştir. Bunların tamamında ait oldukları mahallerin hâllerinin, hakikate tamamıyla muvafık olarak tasvir edildiğini ispata gerek yoktur. Zira münekkitlerin cümlesi eserlerimizi temyiz etmiş olduğu ve her mıntıkada bunların birçok cihetlerine birçok diyecek şeyler bulduğu hâlde hakikate mugayir hiç kimse bir şey diyememiştir. Çünkü bunu söylemek öyle sanıldığı gibi kolay değildir. Zira bir eserin ifade ettiği mekânları tenkitçinin değerlendirebilmesi için hem konuya vâkıf olması hem de bu konuda delillerini göstermesi gerekir. Mesela Geneve Gölü’ndeki gezi teknesi veyahut Laponya ahalisinin geçim kaynağı hakkındaki tasvirleri “Böyle değildir.” diye redde kalkışmak kolay olamaz. Çünkü insana “Delilinizi getiriniz.” derler.
Bir romana mekân olarak başka memleketleri seçmek, gerçi onu “millî”likten çıkarır ise de “faydalı” olmak cihetine hiçbir zarar vermez. Hatta bir bakıma eserin o cihetini bir kat daha arttırmış olur. Zira roman okumaktan maksat nedir? Yalnız eğlence mi? Öyle bile olsa Avrupa zeminlerindeki genişliğe nazaran eğlencesi de elbette daha ziyade olabilir. Yok! Roman okumaktan maksat insanın bilmediği şeyleri bu vesile ile öğrenmek midir? O hâlde bizim için öğrenilmesi gereken en önemli şey, şimdilik Avrupa ahvalidir. Gerek faydaları, sevapları gerekse de hataları, günahları! Zira kendi maddi ve manevi gelişmemizin asıl örnekleri Avrupa’da bulunmaktadır.
O medeniyetin güzelliklerini/sevaplarını öğrenmeliyiz ki örnek alabilelim. Kötülüklerini, günahlarını öğrenmeliyiz ki onları reddetmek mümkün olsun. Bir büyük zata göre imanın kemal bulması için kötü şeyleri ve küfrü öğrenmek bile gerekli imiş. Ta ki o çirkinlikten hakkıyla kaçınmak mümkün olsun. Doğrudur.
Avrupa için “gerek güzel hasletleri, güzellikleri gerekse kötü hâlleri” dedik. Evet! Her memlekette olduğu gibi Avrupa’da da hâllerin hem güzelleri hem de kötü yönleri ve günahları vardır. Yalnız bizim müşahedemize göre değil! Kendi yazarlarının tasvirlerine göre de böyledir. Hem bu meselede gayet latif bir cihet daha vardır. Şu ki, bazı yazarlara göre normalde “güzel” görülen şeyler diğer bazılarına göre “kötü” ve buna mukabil bazılarının “kötü/günah” addettikleri şeyler diğer bazılarına göre “iyi ve güzel”dir. Eğlencenin, hatta faydanın da en büyüğü bizce işte bu zıtlığı tasavvur ve tasdiktedir. Dolayısıyla kaleme almayı düşündüğümüz şu romanı, işte bu önemli noktayı dikkate alarak yazdık.

1
Madam de Rose Bouton
Paris’in yeni kibar familyalarından Monsieur ve Madam Bouton’u tanımazsınız. Bunun ziyanı yok! Zira romanımızın ilerileri bu familyayı size tanıttıracaktır. Burada tayin etmek istediğimiz bir şey var ise o da “yeni kibar” denilen şeyi bilip bilmediğiniz meselesidir. “Eski kibar” diyecek olsa idik onun ne demek olduğunu mutlaka bilirdiniz. Öyle değil mi? Bilirdiniz ki bunlar ta eski kral ailesinden Bourbon zamanından beri asaletle şöhret almış ailelerdir. Daha XIV. Louis zamanından evvel bunların her biri “dük”, “kont”, “marki”, “baron” ve hiç olmazsa da “senyör” gibi birer unvanla anılırlardı. Bunlar geniş yerlerde âdeta herkese hükümranlık ederlerdi. Ancak sonradan peyderpey ve özellikle de ıslahat icrası zamanlarında bu etkilerini yitirmişlerdi. Bunlara mukabil hükûmet tarafından kendilerine tımarlar ve maaşlar bağlanarak yine kibarcasına yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bunların her biri, yine kral tarafından, fahri olarak birer ileri gelen adamlar kabul edilmişler ve hep devletin en yüksek zümresine mensup kişiler olarak kabul görmüşlerdir. Bu durumlar, tarihe ait meselelerden oldukları için her tarihî beyan gibi siz de mutlaka bilirsiniz. Lakin “yeni kibar” denildiğinde ise iş bu kadar sadelikle malum olamaz.
Bu “yeni kibar” terkibinin manası zamanına göre değişiklikler arz eder. Mesela Napolyon Bonapart Fransa’da birinci imparatorluğu tesis ettiği zaman, eskiden beri mevcut olan ve bir de tüm imtiyazları ve hatta unvanları bile lağvedilmiş bulunan asil familyaların asaletleri tekrar iade olunmuştu. Ayrıca malum imparatora sadakatle hizmet etmiş olanların en meşhurlarına dahi “baron”, “kont”, “dük” ve hatta “prens” gibi unvanlarla asalet de verilmiştir. Bu yeni kibar sayılanlar ise eskiler nezdinde küçümsenir ve “Dünkü kibar!” diye de alaya alınırlardı. Hatta “Dünkü kunduracı bugünkü kont!” diye hakarete bile uğrarlardı. Bu küçümsenme, alay ve hakaretleri bir tarafa bırakılırsa, aslında “Dünkü berber bugünkü baron!” şeklindeki tenkitlere “yanlış” ve hele “yalan” hiç denilemez. Zira bu adamlardan hangilerinin tercümeihâlleri araştırılacak olsa, doğrudan doğruya bizzat kendilerinin değilse bile hiç olmazsa babalarının mertebe-i medeniyetlerinin kunduracılıktan, terzilikten pek de daha ileriye geçmediği görülür. Lakin ne beis var ki? Bahusus biz Osmanlılar gibi en ciddi, en övülen bir adam nezdinde bir kunduracızadenin general olmasına hayretten ziyade tasvip tavrı görülür. Bir kısım Osmanlının meşhur ricali nazarında bazılarının “kuyucu”luğu, bazılarının “baltacı”lığı resmî şanlarına zarar vermek şöyle dursun şahsi itibarlarını arttırmaya bile hizmet etmiştir. Ancak o zamanlar Avrupa’da ve hatta Fransa’da hâl böyle değildi. Bir adam akıl, cesaret, hüner ve marifet ile bütün insanların önüne geçmiş olsa bile “asil” tanınmış olan bir adamın soyundan gelmemiş ise onda hiçbir asalet tasavvur olunamaz. Onlarda önemli olan bir asilin soyundan gelmiş olsun da velev ki en sefih, en hünersiz, en korkak bir şey olsun o yine de asil sayılır. Yine de asil!
“İdi” mi? Sanki hâlâ öyle değil mi? Gariptir ki Avrupa’da zihni gelişimin bu güzel tarafı pek ağır gitmektedir. “Alçaklık” denilen ve “asalet”in zıttı olan şey Avrupa’da yüz seneden beri tesis edilmeye çalışıldığı hâlde bu konuda muvaffakiyetin henüz yüzü bile görülememiştir. İngiltere ve Almanya öteden beri ne ise hâlâ odur. Rusya bile! Hele İtalya, İspanya belki de öncesinden ziyade asalette boğulmuştur. Asaletin ilk temelleri güya Fransa’da atıldığı hâlde orada bile bunların ismi var, cismi yoktur. Bunun olmadığını yakinen görecek ve anlayacaksınız.
İşte bundan yetmiş, seksen sene önce “yeni kibar” denildiği zaman Bonapartların ortaya çıkardıkları bu aileler anlaşılırdı. Beş on seneden beri bunlar da eski kibar mertebesine çıkarılmışlardır. Zira bunlardan sonra da bilhassa Fransa’da yeniden birtakım kibar aileler türeyip asıl “yeni kibar” unvanı bunlara verilmeye başlanmıştır.
Fransa’da ha? Aşüftelik üzerine tesis edilen şimdiki Fransa’da! Öyle mi?
Ne sandınız ya? Samimiyet üzerine tesis edilen bir evlilik müessesinin, Osmanlılardan başka bir toplumda bulunduğuna cidden inanıyor musunuz? Aman etmeyiniz. Sonra bunu safderunluğunuza hamlederler. Hak Teâla bu nimeti de yalnız “Osmanlı” denilen bu bahtiyar kavme nasip eylemiştir. Ezcümle size şu satırları yazan, muharrir bir “Bezci Hacı Süleyman” oğlu “Ahmet” iken, onların inayet ve yardımlarıyla Osmanlılar sayesinde asalet mertebesinin en yükseklerinden birine çıkmıştır. Osmanlılar da bunu şehriyâr-ı kudsî olan efendimiz hazretlerinin lütuf ve inayetleriyle, böyle devletine ve milletine hizmet etmeleri dolayısıyla, “ekselans” unvanını almaya hak kazanmışlardır. Yine onun sayesinde bu inayetlere mazhar olmuştur. Bizde “atûfet”, Avrupa’da “ekselans” unvanı, ait olduğu mevki, saygı ve mertebenin en yükseğidir. Bu unvan, din ve devletine, vatan ve milletine sadakatle hizmet eden her Osmanlı için de verilmiş bir unvandır. Avrupa’da ve özellikle de Fransa’da sınıfların mevcut olduğu ve hele onların böyle manevi şereflere rağbet etmedikleri hakkındaki sözler ise zihinlerimizi hiç yanıltmasın.
Bugün asalet hevesi henüz o kadar ilerdedir ki isimlerinin ilk harfi dal olan heveskârlar, isimlerinin imlasını değiştirerek asalet işareti olan “de”ye dönüştürerek onu ayrı yazarlar. Mesela Dimitri olanların d’İmitri yazması gibi! Bu hevesin derecesini size hakkıyla tarif ve pekiştirmek için “Illustration” namındaki Fransız gazetesinin son nüshası olan 15 Teşrinievvel/Ekim sene 1898 tarihli ve 2903 numaralı nüshasına bakmayı tavsiye eyleriz. “Üsbû-ı mudhike” kısmındaki birinci mizah tasviri, nahif bir markinin karşısında karnını şişiren şişman bir adi insanı gösterir. Aşüfteliğiyle iftihar eden bu adi insan, asaletiyle kendini göstermeye çalışan ancak ne olduğu henüz bizce belli olmayan o markiye diyor ki:
“Marki hazretleri! Ben ihtisastaki asaletten başka asalet tanımam! Hatta hazinedeki memurlardan birisi üç yüz frank verirsem eski kayıtlardan benim için bir asalet kaydı bulabileceğini teklif etti de kabul etmedim. Reddettim. Yalnız yüz frank teklif ettim. Bir santim ziyade değil!”
Bu sözün ne demek olduğunu anlayabilecek kadar Avrupa ahvaline vâkıf olanlar için bu söz asla şerh ve izaha muhtaç değildir. Kendilerinde bu vukuf bulunmayanlara da biz anlatırız. İşimiz ne? Roman okumaktan bir maksat da insanın bilemediği şeyleri bu vesile ile öğrenmek değil miydi?
Efendim! Avrupa’da ve hatta aşüfte memleketi diye mağrur olan Fransa’da asalet hevesi o kadar ileriye gitmiş ki bir adamın on beşinci ceddi, asrının hükümdarı tarafından en adi bir memuriyete nail olmuş ise bunu bir asalet unvanı addetmeye kadar varırmış. Bunun için hazine-i evrak memurları da böyle asalet heveskârlarına, “Sizin hamil olduğunuz aile unvanı hakkında bir asalet kaydı buldum. Şu kadar frank verirseniz size o belgeyi takdim eylerim.” demeye başlamışlar. İşte aşüftelikleriyle iftihar eden, mağrur olan ve gerçek bir asalete sahip olduğunu iddia eden zat bile hiç olmazsa böyle bir hizmete yüz frank veriyor!
Avrupalıların hangi devlet tarafından olur ise olsun bir nişana nailiyet için ne kadar hırslı olduklarını bilenler oralarda bu gibi asalet sözlerinin bütünüyle sahte olduğuna hükmetmek için başka delile ihtiyaç görmezler.
Yalnız Avrupa mı acaba? Ya Amerika’ya ne dersiniz? Sivillere resmen unvan tesis etmemek için değişik adilik gayretinde bulunan yankesiciler de baron, marki, kont, dük ve prens gibi unvanlara imrenmeye başlamışlardır. Fakat bu unvanı doğrudan doğruya kendilerinin alabilmelerinin zor olduğunu bildiklerinden hiç olmaz ise kızlarını bir markiz, bir kontes filan görmek gayretiyle onlara boyun eğmişlerdir. Biraz petrol veyahut saucisson[1 - Fransız mutfağında kalın, kuru kürlenmiş sosis ailesidir. Tipik olarak domuz eti veya diğer etlerin karışımı olan salam veya sosise benzer bir şarküteri türüdür. (e.n.)] kokan milyonları, milyarları sayesinde bu emellerine nail dahi oluyorlar. İki cebinde beş parası kalmamış “Nobel”mi istersiniz? Unvan asaletinden başka bir şeyi kalmayan bu Nobeller şimdi de soluğu Amerika’da almaktadırlar. Cepleri milyon ve milyar dolu kızlar da Avrupa’ya can atıyorlar. Her iki taraf da bu şekilde kendi emellerine nail oluyorlar. Bunları tebrik etmelidir! Kıskanacak değiliz ya… Maksadımız “yeni kibar” denilenlerin kimler olduklarını anlatmak idi de bu tuhaf olan Avrupa meselesi hakkında şu kadarcık izahat vermeye lüzum gördük. Bu izahat üzerine okuyucularımız külfetsiz anlarlar ki, helalinden haramından birkaç milyon kazanmış olana göre ismine bir de edat izafeti takarak veyahut manalı manasız yeni bir isim takınarak asilzadeler içine karışıvermek muhal olmak şöyle dursun müşkül bile değildir.
***
Paris’in yeni kibar familyalarından Monsieur ve Madam de Rose Bouton’u hâlâ tanımazsınız ama “yeni kibar” olduğunu tasvir ve tayin ettiğimizden bununla anlarsınız ki bu familya Emile Zola’nın son eseri olan Paris namındaki romanında hâl ve şanı tasvir olunan Duvillard familyası gibi bir şeydir. Böyle diyoruz ama bakalım Emile Zola’nın eserini ve bahusus son eseri olan Paris’i okumuş musunuz? Eğer okumamış iseniz sakın ha darılacağız zannetmeyiniz. Bilakis sizi tebrik edeceğiz.
Arif olmaz kim bilir dünya vü mâfîha nedir?
Arif oldur bilmeye dünya vü mâfîha nedir?[2 - Fuzuli’nin “nedir” redifli gazelinden bir beyit. (e.n.)]
Diyen şairin bilinmemesini arzu ettiği “mâfîha” işte Emile Zola ve emsalinin eserleridir.
“Eee, bunlar bu kadar fena da siz niçin okudunuz?” mu diyeceksiniz. Hakkınız var ama bu bizim sanatımızın gereğidir. Biz bir nevi zabıta memuruna benzeriz. İyileri de görürüz fenaları da! Fakat her ikisi hakkındaki muamelemiz başkadır! Bizim bu nazarımız, sizde de varsa o hâlde bu nevi eserleri siz de görmelisiniz. Yok ise görmemeniz görmekten daha hayırlıdır. Ama bu sözümüz ile demincek söylediğimiz bir söz arasında tenakuz var vehmine düşmeyiniz. Demin sakınmak için fenalığı öğretmek lüzumundan bahsettiğimiz hâlde şimdi fenalığı öğrenmekten men gayretinde bulunduğumuza intikal etmeyiniz. Buradaki ihtarımız yalnız Zola’nın eserlerine dairdir. Bu eserlere itirazımız da -pek çok taraftarlarının iddia ettikleri gibi-mutlaka insanların kötülüklerini, günahlarını gösterdiği için değildir. Belki göstererek öğretmek istemesi ve bunu yaparken de insanın kalbinin kaldıramayacağı çirkinlikleri anlatmakla beraber ekseriyetle tasvirlerinde fenalıkları iyi ve iyilikleri fena göstermek safsatasını da kapsadıkları için bu itirazda bulunuyoruz. Eğer malum eserler hakkında şu hakikate vâkıf iseniz onları siz de okuyunuz. Kendiliğinizce istifade bile edersiniz. Fakat bu vukufunuzun irşadıyla siz de hükmedersiniz ki bu eserler kalplerinde, fikirlerinde bunları kaldıracak irade bulunmayanlara okutturulmaması lazım gelen tehlikeli şeylerdir.
Şimdi bizim Rose Bouton familyasını anlatmaya medar olmak için imkânın son derecesindeki bir nezaketle haber verelim ki bu Duvillard familyasının baba makamında bulunan mösyö, iki cebinde bir parça parası olmayan müflislerden iken büyük bir yolsuzlukla bir anda zengin olmuş ve bir misli, “Para Meselesi” diye basını senelerce müddet meşgul eden rüşvet ve büyük hırsızlık işi gibi bir şeydir. Yine “zengin olan mutlaka sefih olmalı” itikadının hüküm sürdüğü Paris’te her nevi sefahatlere koyularak bir aralık dahi en rezil aktrislerden birisini sevmiştir. O aşüfte tarafından tahammülü imkânsız hakaretlere maruz kaldığı ve kendisi de artık yaşını başını almış bir adam bulunduğu hâlde yine de Paris’in en rezil kahvehanelerine kadar o aşüfteyi takip eder gider. Madam Duvillard ise yirmi yaşında bir kıza ve ondan büyük bir oğula malik olmasından da anlaşılacağı gibi artık durmuş oturmuş olmak hâli kendisine en ziyade yakışık alacak bir hâl iken, yine de aşüftelikte kızı ile rekabet eder. Ama maddeten ve bilfiil ve hakikaten rekabet eder. Zira bir züğürt kibar sadece servetinden dolayı çirkin ve hatta biraz da kamburca olan Mademoiselle Duvillard ile evlenmek için gayret sarf ettiği hâlde validesi Madam Duvillard’ın da âşığı ve dostudur. Ana kız birbirinin esrarına vâkıftırlar. “Esrar” dedik. Hata ettik. “Sır” diye gizli şeylere derler. Kadının delikanlı ile olan muamelesi ise aşikâr! Herkes biliyor. Kendi oğlu biliyor. Kocasının tüm dostları biliyor. Kocası bile biliyor. Fakat o da kendi aktrisiyle olan münasebetinde kendisini mazur ve hatta haklı görmek ve göstermek için karısının bu muamelesine ses çıkarmıyor. Tam Frenk! Tam alafranga! Fakat ana ile kızın aşüftelikteki rekabeti o kadar müthiş ki birisi “Âşığımı sana vermeyeceğim! Bu izdivaca bütün kuvvetimle çalışacağım!” ve diğeri “Yavuklum sana kalmayacak, mutlaka benimle izdivaç edecek!” kavgasını büyülte büyülte saç saça, baş başa, tırnak tırnağa, pençe pençeye geliyorlar. Nihayet kambur kız muvaffak olmuş. Aylarca müddet validesinin fuhuş ve rezaletinde yuvarlanmış ve bu kepazelik ile cihanın dilinde destan olmuş bulunan asilzade ile izdivaç eylemiş. Madam cenapları da o zamana kadar “güzelim” ve “sevgilim” diye hitap ettiği herife “oğlum” ve “evladım” demek mecburiyeti altına girmiş.
Ne o? Yeni olsun, eski olsun kibar âleminde rezaletin bu derecesine hayret mi ettiniz? “İnsan” sıfatına haiz olan bir kimse için… Hatta çingeneler için kepazeliğin bu derecesi tasavvura sığamayacağını mı düşünüyorsunuz? Ya Emile Zola bir tarihçi değil midir? Realizm ve natüralizm mesleğini kendisi benimsememiş midir? Onun kalemi hakikatlere tercüman değil midir? Doğrusunu isterseniz malum zatın eserlerinde binlerce romantiği geride bırakacak hülyaları çok gördüğümüzden biz Emile Zola hakkında yalancı bir edepsiz değil ise hiç olmazsa mübalağacı bir garazkârdır hükmünü on seneden beri vermiştik. Bu hükme önceden vardığımızdan şu Duvillard familyasını bizim Rose Bouton familyası için bir örnek seçtik ise de onu tamamıyla göstermek hususunda ihtiyatlı davrandık. Hani ya ressamlar karşılarına bir model alırlar ama onu aynen kopya etmeyerek yalnız ona bakıp yine kendi zihinlerinde olan hüsnücemali tersim ve tasvir etmezler mi? İşte biz de öyle davrandık.
Efendim! Evvela bizim Madam de Rose Bouton, Emile Zola’nın Baron Duvillard’ı gibi kart değildir. Gençtir. Kadınlık çağının tam kemalindedir. Yaşı yirmi beş ile otuz arasında ama bakışta en dikkatli olanlar bile otuzdan ziyade yirmi beşe yakın olduğuna hükmederler. Güzellikte de Baron Duvillard’dan aşağı kalmaz. Zavallının tarifine göre Madam la Baron Duvillard pek güzel imiş ama güzelliği biraz zarara uğramış. Bizim Madam de Rose Bouton da güzeldi. “Gönül kimi severse güzel odur dünyada.” fetvasına istinat ile “Evet efendim! Madam de Rose Bouton, Madam Duvillard’dan daha güzeldir.” iddiasına çıkışıverecek olan bir adam aleyhinde ve delil gösterme konusunda Emile Zola bile âciz kalır. Ortadan daha yüksecik boyu, geniş omuzları, korse içinde büyümüş olmasından dolayı bittabi ince olan beli, balıketi ve bütün cildinin pembe rengi ile Madam de Rose Bouton[3 - İsminin tercümesi “gonca hâlinde gül” demektir. (y.n.)] hakikaten bir gonca gül sayılabilir. Bu renkteki cilde lepiska saçları yaraştıran tabiatın sahibi, o renge, o saçlara da bir çift açık mavi gözleri yakıştırır. Değil mi? Bu tenasüpleri tabiat kadar kim bilir? Bu çehreyi tezyin eden çene, dudaklar, burun, gözler ve ta kulaklara varıncaya kadar uzuvlar arasında bir ressam yalnız bir tenasüpsüzlük bulabilir ki o da burundaki küçüklüktür. Gerçi sair uzuvlara nispetle burun biraz küçük düşmüştür. Fakat tesadüfe bakınız ki bu tenasüpsüzlük bir çirkinlik hasıl etmekten ziyade bir güzellik hasıl etmiştir. Bir zaman bir kadının yanağı altında görmüş olduğum bir iz gibi ki yara iken pek çirkin olduğunu her tabibin her cerrahın teslim edeceği bu eser sanki bir yara değildi de bir gamze idi ki o kadar güzeldi.
İkincisi, hevaperestlik vadisinde Madam de Rose Bouton’un kendisi ile rekabet edecek ve âşığını elinden alacak bir kızı da yoktur. Ne kızı ne oğlu! Madam de Rose Bouton, Paris’in o yeni ve akıllı yosmalarındandır ki bunlar, çocuk doğurmayı taravetlerinin, cemallerinin sonu addederler de onun için doğurmazlar. Kadınlık için fıtri olan bu yegâne tekliften kaçarlar. Bu hâlin neticesini Fransa’nın nüfus istatistiklerinden sorunuz. Her memleketin ve bilhassa Fransa’nın o kadar kin güttüğü Almanya’nın nüfusu bir düzine arttığı hâlde Fransa’nın nüfusu artmayıp hemen hemen gittikçe de eksilmektedir. Bu vatan hainliğinde kocalar da kanun koyan bu adamların şiddetinden yakalarını kurtaramıyorlar. Evet, kocalar da bu işte karılarının işlemiş oldukları bu cinayete ortak oluyorlar. Onların hesapları da bir başka türlüdür. Çocukları çok olursa kendileri vefat ettikleri zaman servetleri bu çok olan varisleri arasında paylaşılacak, payları ve zenginlikleri azalacak diye düşünürler. “Allah akıllar versin!” diye dua mı ediyorsunuz? İşte Allah akıl vermiş ki bu kadar ince bu kadar uzun düşünüyorlar. Böyle faydasız akıllardan Allah’a sığınırsanız o zaman doğru bir iş görmüş olursunuz.
Evet! Madam de Rose Bouton güzeldir. Pek güzeldir. Güzeldir ama bir Şarklı onu görürse korkarız ki o cemale o kadar meftun olmaz. Ama “Şarklı” dediğimiz zaman bu kelimeden bizce maksut olan manaya layık olduğu kadar ehemmiyet vermelidir. Yüzlerce şairin binlerce şiirlerinde tasvir ettikleri gibi, bir Şarklı gönlünün sevgilisi olan kadını öyle mübalağalı kelimelerle tasvir eder ki kendisi için mümkün olmayan bu “kavuşma” da ancak hayalde kalır. Ona varmak, onun bir lütfuna mazhar olmak, onun bir tebessümü için âdeta bin canını feda edeceğini ifade eder. Fakat bu temennileri hep boşa çıkacak ve biçare âşık da:
Can nakdîn alıp satsa visalin hep alırdık,
Müşkül budur ammâ ne alan var ne satan var.
Beytini kalbinin en derinliklerinde hissederek düşünecek ve “Acaba bunları söylemekle ben ona kaba bir söz mü söyledim ya da ben onun kalbini mi incittim?” diye düşünecek ve yine cananına bir şikâyette bulunamayacak ve “Bana bu kadar âşık olmak layık ise sana da bu kadar müstağni olmak layık.” diyecektir. İşte aşk ve kadını bu şekilde telakki eden bir Şarklı, bizim Madam de Rose Bouton gibi bir melihayı böyle görünce, onun yaptıklarını ve ona ulu orta yerde âşık olanları görünce utancından kızarıp duracaktır. İşte bizim Şarklının böyle bir kadını ve aşkı görünce sevmek bir yana, âdeta ondan nefret etmesi ihtimale daha yakın gözükmüyor mu? İhtimal ki, bu zannımız pek az kimseler tarafından tasdik edilecektir. Pek çokları ise bunun hilafına bir reyde bulunacaklardır. Bunlara karşı itirazen arz ederiz ki bu konuda biz, kendi gönlümüzün arzusunu asıl model olarak tercih ettik. Avam tabirince ifade edecek olursak, “şırfıntı” nevinden olan dilberler hiçbir müşahedede tazimkârane bir surette nazarımızı celp edememişlerdir. Bunlar arasındaki farkı “kadın” ile “karı” kelimeleri arasındaki fark gibi bulmuşuzdur.
Evet! Bizim Madam de Rose Bouton pek güzel olmakla beraber pek de aşüfte hâllidir. Âdeta bir aşüftedir. Boyunu posunu, hoş endamını, kaşını, gözünü, bahusus merdane sakalını ve bıyığını gözüne kestirdiği erkeklere öyle bir bakış ile bakar ki hâl ve şanını yukarıdaki fıkrada bir nebze beyan ettiğimiz gibi, bizim gibi cüretsiz Şarklı bir erkek, o tesirli nazar karşısında sadece şaşkınlıkla hayret edecektir. Ayrıca o can yakan bakışa mukavemet edemeyecek ve mağlubane ve mahcubane gözlerini önüne eğmeye mecbur kalacaktır. Kuvvetle ve katiyen temin ederiz ki şu sözleri hakikatleri ifade eden bir muharrir sıfatıyla yazıyoruz. Yani hayalimizi değil, emsalini pek çok gördüğümüz hakikati tasvir yolunda yazıyoruz. Buna ne gerek var ki? Avrupa’yı bihakkın görmüş, tanımış Osmanlılar nadir değildirler ya? Elbette bunların her biri Avrupa’da seyahatleri müddetince bu kabilden birkaç mahluka tesadüf etmişlerdir. Samimi ve mutahassıs dostum Muallim Vambery cenaplarıyla bu yolda olan bir muhaveremde, “Macaristan ve Almanya’nın bazı yerleri müstesna olmak şartıyla ‘pudeur’[4 - Fransızca tevazu anlamına gelmektedir.] denilen şeyi Avrupa’nın ve bilhassa Fransa’nın büyük şehirlerinde hemen hemen beyhude ararsınız.”
demişti. Bu Fransız kelimesini şu makamda Osmanlıcaya “hicâb-ı muhadderât”[5 - “Namuslu kadınlar”, “örtülü kadınlar” şeklinde ifade edilebilir.] diye tercüme edebiliriz.
Madam de Rose Bouton “Bir kadın, kocası olan adamı hiç olmazsa evli olduğu için sevmelidir. Ve muhakkak evlendikten sonra kocasının arzularına katlanacaktır.” diyen akıllı birisidir! Kadının şu hikmetli bakışına tabi olmuştur. Kocası olan Monsieur de Rose Bouton’u evlendikten sonra sevmiştir. İhtimal ki kocası da onu sevmiştir. Fakat herhâlde sair yüzlerce, binlerce izdivaçlara bir fark, istisna teşkil edecek surette değil; tıpkı onlar gibi! Bu muhabbet nihayetin de ötesinde, sadece balayı müddetince değil sonsuza kadar devam etmek üzere sevmiştir.
Ya ondan sonra?
Soruyorsunuz ha? Avrupa’yı hiç mi tanımıyorsunuz? Ondan sonra ise binlerce, yüz binlerce roman yazanlara roman zeminleri teşkil edecek surette yaşamaya başlarlar. Bize inanamıyor iseniz, sırf hakikatleri tasvir eden Emile Zola’ya sorunuz. Bahusus ki biz böyle bir eserde Yunan mübalağacılarını aynen örnek alacak olsak bile yine Emile Zola’nın binde bir derecesine varamayız.
Vaktiyle Voltaire, Paris kadınları hakkında demiş ki:
“Paris’te, nazarları celbedebilen hiçbir kadın yoktur ki, kendi hayatlarında hovardacasına yaşamış olmasın ve bu hayatları, küçük de olsa bir romana konu olmasın.”
Malum ya. Voltaire vefat edeli yüz seneyi geçti. Yüz senede Paris hiç mi terakki etmedi? Madam de Rose Bouton hiç şüphesiz ki bu terakkiden en ziyade hisse alanlardan birisidir. Onun sergüzeştleri arasında minimini değil; kocaman kocaman romanlara zemin olabilecek ahval dahi birden ibaret değildir ve bunlar pek çoktur. Bu günün vukuatı olmak üzere hikâye edeceğimiz şeyler ise bir romanın başlangıcı değildir; neticesidir. Zira “Madam de Rose Bouton” demeyi müteakiben bu ismin manasına teveccüh edecek olan gözler o kadını sokağa çıkmaya münasip bir kıyafette görürler.
Kim bilir ne patırtılı gürültülü bir tuvalet ile ha? Tamam, Frenklerin “une toilette tapageuse”[6 - Kaba bir tuvalet, kıyafet.] dedikleri surette değil mi?
Hayır! Bilakis Madam de Rose Bouton tepeden tırnağa kadar siyah ve gayet kapalı bir elbise giymişti. Şapka da siyah, vualet[7 - Şapka, taç, toka ve benzerlerinde bulunan, yüzü örten ince bir tüldür. (e.n.)] de siyah, eldivenler de siyah! Eğer bu giyim en kıymettar Lyon kumaşlarından olmasa, bu şapkanın dantelleri, tüyleri en pahalılarından bulunmasa da yaslarda giyinilmesi mutat olan sade nevinden olsalar idi o genç, güzel kadın matem hâlinde zannolunurdu. Zaten vukuatın bir roman öncesinde olmadığı da tuvaletindeki bu kapalılıktan, bu sadelikten çıkarılamaz mı? Öyle ya! Politika henüz celp ve cezp politikası olsa idi tuvaletin de “tapageuse”[8 - Kaba.] olması lazım gelirdi. Matem hâlinde bulunan bir dilber, o kıyafette iken, nazarları ve kalpleri cezbetmeye yaramaz diye düşünülürdü. Bu kapalı ve sade tuvalet ise artık temelleri çoktan atılmış, bitirilmiş olan bir politikayı muhafaza gayretine delalet eder. Kıyafet şu sadelik hâlinde iken birden bire parlak bir hâle dönüşürse bundan dikkat sahiplerinin ürkmesi icap eder. Zira münasebet mevcut olan taraf ile münasebetin rengi değişmiş olduğundan gerek onu yeniden mağlup etmek ve gerek kolay kolay, tekrar tekrar mağlup olmayacak kadar metanet sahibi ise hiç olmazsa hasedini tahrik etmek için tuvalette böyle bir değişime lüzum görülür. Bu yolda değil ise mutlaka eski münasebet tamamıyla bitmiş ve bir başkası ile yeni bir münasebet peyda olmaya başlamıştır. Avrupa’da “monden” denilen bu kişilerin şu gibi hâlleri geniş bir ilim gerektirir. Tahsili uzun zamana ve çok tecrübeye muhtaçtır.
Madam de Rose Bouton’un vualeti hem siyah hem de gereği gibi sık olduktan başka elinde bir de büyük mendil vardır ki endam aynası karşısında bu mendili o minimini burnuna kadar götürüp yavaşça burnunu siliyormuş gibi davranarak meşk ettiğini görseydiniz ya da suret ve keyfiyet-i meşkine dikkat etseydiniz bugün şu sokağa çıkışın büyük bir sebebi ve mühim bir hikmeti olduğunu açıkça anlardınız. Mendili her burnuna götürdüğünde vualet ile beraber yüzünü ne kadar mükemmel ve büyük bir maharetle kapattığını gösteriyordu. Bir de her defasında elinin hareketini beğenmeyerek onu düzeltmek için o derecelerde ihtimam gösteriyordu ki, maksadının o anda yüzünü kimseye göstermemek ve kendisini kimseye tanıttırmamak olduğu anlaşılıyordu. Ondan emin olmak için de gayret sarf ettiği açıkça görülüyordu. Bu da bir hünerdir tabii. Hem de buna muhtaç olanların kendi ihtiyaçları noktainazardan pek büyük istifade ettikleri de bir hünerdir. Bu durum yalnız kadınlara da mahsus değildir. Lüzumu, ehemmiyeti erkeklere kadar uzanan bir hünerdir. Zira polisin takip ettiği cinayetkârlar bazen bir polis hafiyesinin dikkatinden sakınmak için öyle bir mahirane surette mendille burun siler ki onunla yüzünü tamamıyla örtmüş olmaktan ziyade polisten gizlemiş olur. Yüzünü tamamıyla örtmek de ne demek? Öyle basit bir harekette bulunacak olsa polisin nazarıdikkatini kendisinden kaçırmaktan ziyade bilakis kendisine çekerdi. Aleksandre Dumas bazı romanlarında ve bilhassa Monte Kristo’da bu mahareti bazılarına öyle büyük bir ustalıkla icra ettirir ki o anda insan bunu mübalağaya hamleder. Ancak sonradan hiç de öyle olmadığı anlaşılır. Hele kadınların bu hususta peyda ettikleri maharet âdeta aklın alamayacağı bir durumdur.
Nazarımızın ilk tecrübesinde kendisini böyle kapalı ve sade bir dışarı kıyafetiyle mendil meşkinde gördüğümüz Madam de Rose Bouton ilk hareketlerini beğenmeye beğenmeye nihayet meşki o kadar ileriye götürdü ki son hareketlerinin her defasında kendi kendisine aferinler bahşettiği, çevresindeki dikkatli tavırlarından rahatlıkla anlaşılıyordu. Birkaç defa dahi kapalı olan sağ ve sol taraflarını aynaya tevcih ederek yan taraflarından görünüşünü de yan göz ile muayene etti. Sonra bu konuda emin olmak için üç tarafında bulunan aynalardan her tarafı kontrol etmeye başladı. Bu kontrollerden de tatmin olduğu hâl ve tavrından anlaşılıyordu. Eee, artık bir dikkat ehlinin nazarı önünde bu kadar hâlleri sürer de Madam de Rose Bouton’un kendini kimseye göstermeksizin bir yere gitmek, bir mahalle girmek teşebbüsünde bulunduğunu hâlâ anlayamamak kabil olur mu? Anlayana sivrisinek sazdır, anlamayana davul zurna azdır.
***
Mevsim bir bahar öncesiydi. Vakit de nisanın ilk haftası akşamlarından birinin saat yedisi idi ki o mevsimde bu saat bizim alaturka saatler hesabıyla güneşin batışından yarım saat sonraya doğru tesadüf eder. Hatta bu buluşmaların sonlarında tuvalet odasının içi gereği gibi karanlık olduğu için Madam de Rose Bouton aydınlatılması hakkında bir emir vererek gayet güzel ve iyi giyinmiş bir oda uşağı, müzeyyen lambalardan birkaçını hemen de yakmıştı. Hiç şüphe yok ki genç ve güzel madam, gideceği ve gireceği mahalle tam akşam yemeği vaktinde varmak gayretindeydi.
Derken o aralık salonun kapısı yine o güzel ve iyi giyinmiş uşak tarafından açıldı. Genç, çıtı pıtı ve güpgüzel bir modistra[9 - Kadın terzi. (e.n.)] kızın girmesine yol verdi. Ama ne güzel kız! Paris’in asıl sahih ahalisinden bir minyon! Paris’i tanıyanlar, yalnız şu kadarcık bir tarifimiz üzerine bile Mademoiselle Rosette’i hayallerinin önünde buluvermişlerdir. Ortadan aşağı boyu, nahif vücut, esmer ten, beyaz yüz, üzüm gibi kara gözler, ufacık burun, ufacık çene bir Parisien! Şöylece bir bakılsa ressamlık noktasından “güzel” denilebilecek bir hâl görülemez. Fakat o kadar şirin, o kadar sevimli ki insan buna “güzel” den başka da sıfat bulamaz. Koyu fındıki lahurakiden[10 - Lahur şalı tarzında dokunmuş bir çeşit kumaş.] bir fistan giymiş. Bütün tuvaleti bundan ibaret! Üstünde başında ne bir karış dantel ne bir yapma çiçek ve ne de iki parmak kurdele! Başında yalnız bir hasır şapka… İşte o kadar! Bu biçareler olanca sanatlarını, kudretlerini, himmetlerini büyük madamları süslemeye sarf ederler. Bununla mükelleftirler. Kendilerinin tezyinatına hiç emek sarf etmezler. Bir de hiçbir şeyi ziyan etmezler. Onlar Josefleri, Jeanları, Pierreleri, Heinleri bu sadelik hâllerinde de güzel bulurlar. Hem de pek güzel bulurlar.
Rosette odaya girerken Madam de Rose Bouton’un, “Geç kaldın bedbaht kız! Beni çok beklettin!” demesiyle latif işçi:
“Bitiremediler madam!” diye itizara başladı ise de madam:
“Bitiremeyecek idiyseler yarına erteleseydiniz. Ne acelesi vardı ki?” diye özür kabul etmez bir tavır ile mukabele etti. Gerçi Rosette’in getirdiği şeyleri muayene işine katlanacağını bir teslimiyet tavrıyla anlattı. Bereket versin ki yapılacak iş yalnız bir muayeneden ibaretti. Eğer prova edilecek olsa idi genç madam mümkün değil katlanamazdı. Prova evvelce işaret edilmiş olduğundan madam, tarif etmiş olduğu süslerin icra edilip edilmediklerini görmek için bu muayeneye ihtiyaç olduğunu düşünmüştü.
Bir lambanın yansıyan pembe ziyalarına karşı elbisenin tezyinatını muayene eden madamın, birçok suallerine bir konsol yanına dikilmiş durmuş olan Rosette cevapları veriyorsa da bir zaman oldu ki Rosette’in verdiği cevaplar madamın sorduğu suallere münasip düşmemeye başlamıştı. Madam mesela elbisenin arka tarafına konulan farbelanın kurdelası ensiz olduğundan bahsettiği hâlde, Rosette düğmelerin bundan daha büyükleri şimdiki modaya uymayacağı tarzında cevaplar veriyordu. Şu kadar var ki madamın zihni dahi meşgul olduğundan bu sual ve cevaptaki münasebetsizliği, mantıksızlığı anlayamıyordu.
Hele bir aralık Rosette madamın elbise hakkındaki mülahazasına hiç de cevap veremez oldu. Bazı sualleri madam tekrar da ettiği hâlde Rosette’ten cevap alamayınca:
“Orada değil misin yoksa?” diye başını çevirip baktı. Hayır! Rosette orada! Orada ama… Ayakları üzerinde dimdik duruyor ama bir söz dahi etmiyordu. Beti benzi kül kesilmiş, buz gibi donmuş kalmıştı. Madamın:
“Rosette!” demesi üzerine kızcağız:
“Madam!” cevabını verdi ama sanki bir derin uykudan uyanmış, sanki müthiş bir kâbustan kendisini zorlukla kurtarmış gibi bir hâlde bu cevabı veriyordu. Madam:
“Ne oldu sana?”
Sualini de irat edince, dikişçi kızcağız:
“Hiç madam hiç! Dalgınlık! Yorgunluk!” cevabını verdi ve bununla madamı kendisine acındırarak:
“Vah zavallı kızcağız! Al şunu! Senindir.” diye yirmi franklık bir bank kaimesi uzattı ise de Rosette bu sözleri doğru olarak algılamıyordu. Yalan söylüyordu. Şu anda o minimini dilber Rosette, şirin Rosette hem yalancı hem de hırsız idi. Yalancı idi: Zira o hâli ne dalgınlıktan idi ne de yorgunluktan! Hırsız idi: Zira Madam de Rose Bouton’un para cüzdanından çıkarıp kendisine uzattığı bank kaimesini almazdan evvel, konsol üzerinde çalmış olduğu bir şeyi koyu fındıki fistanın sağ tarafından arka tarafına doğru açık olan cebi içine indirmişti de banknotu ondan sonra almıştı. Şu anda minimini Rosette yalnız nankör ve terbiyesiz olmadı. Madam de Rose Bouton’un bahşişini aldığı zaman:
“Mersi Madam, mille mersi![11 - “Teşekkürler bayan, çok teşekkürler.” (e.n.)] Bu inayetiniz yorgunluğumu çıkarmaya ziyadesiyle kifayet eder!” diye candan bir teşekkür etti.
Vay yumurcak vay! Hırsızlık ha! Yahu şu…
Durunuz! Acele etmeyiniz. Eğer hırsızlık fiilinin derecesi çalınan malın ehemmiyetine göre tayin edilmek lazım gelirse Rosette’in hırsızlığı önemini bütünüyle kaybeder. Hatta buna “hırsız” dediğimiz için biz sorguya bile çekilebiliriz. Zavallının çaldığı nedir sanki? Bir kartvizit! Hem bir tarafı bükülmüş olduğundan anlaşılacağı üzere kullanılmış ve artık bir daha kullanılmaya salahiyeti kalmamış bir kartvizit. Üzerinde de Fransız harfi ile “Abdullah Nahifi” (?) yazılı.
Bu kadarcık bir hırsızlıktan ne olacak sanki? Rosette bu kartı Madam de Rose Bouton’dan istemiş olsa idi vermez miydi? Hem bu kâğıt ne işe yarar ki?
Bu kadarcık bir hırsızlıktan neler olacağını sonra anlarsınız. Bu kâğıdın Rosette’in hangi işine ne kadar yarayacağını da sonra anlarsınız. Fakat bu kâğıdı madamdan istemiş olsa idi madamın bu kâğıdı kendisine vermeyeceğinden Rosette emin idi. Emin olduğu için isteyemedi ama çaldı. Fakat burada asıl zihin gıcıklayacak şey, şu kâğıdın üzerinde çiçekli harf ile yazılı olan “Abdullah Nahifi” ismidir. Öyle olmak lazım gelmez mi? Bu bir Müslüman ismidir. İhtimal ki bir Osmanlı ismidir. Evet! Romanın muharriri sıfatıyla vakanın öncesi ve sonrası tabiatıyla zihnimizde mevcut olacağından daha şimdiden itiraf ve ikrar edelim ki bu bir Müslüman Osmanlı ismidir. Hatta üzerinde ince yazı ile matbu olan diğer bir satırı daha okumuş olsaydınız onu da, Hukuk Fakültesi öğrencisi, Boulevard des Saint Germain Numara diye okurdunuz.
Gözümüzün önünde cereyan eden şu ufacık vakada bize iki noktada değerlendirme yolu açılıyor. Birisi şu Abdullah Nahifi’nin Madam de Rose Bouton nezdinde malum bir adam olması. İkincisi yine bu Abdullah Nahifi’nin dikişçi Mademoiselle Rosette’e de malum bir adam bulunması. Zira Nahifi, Madam de Rose Bouton’un meçhulü olsa idi, tuvalet salonunun konsolu üzerinde onun elinden çıkmış bir kartvizit ne geziyordu? Rosette’in de meçhulü olsa idi, onun “carte de visite”ini elde etmek için -velev ki önemsiz olsun-onu çalmaya neden mecbur oluyordu?
Şu romanda bu Abdullah Nahifi hakikaten merak edilecek bir adam!
Evet! Hakikaten merak edilecek bir adam! Şu hikâyemizin önemli şahıslarından birisi. Fakat onun hakkındaki meraklar yakında bertaraf olacaktır. Zira şu hikâyemizin vukuu anında bu adam Paris’te bir şöhret kazanmıştı. Matbuatta kendisinden epeyce bahsedilmişti. İsmi her salonda konuşulmuştu. Biz şimdiki hâlde gördüğü hazırlıklardan dolayı bir an evvel dışarıya çıkmak gayretinde bulunan Madam de Rose Bouton’u takip edelim.
***
Rose Bouton familyasını yeni yetişme kibardan olduğunu öğrendik ya! Anası babasının kim olduğunu bile bilmeyen bir velet. Tabii farz ediniz ki Paris’te piçlere mahsus bir mekân “Rose Bouton” acayip ismiyle teslim olunmuş ve orada büyüyüp ve sonradan yine bu gibi kişilere mahsus mekteplerde tahsilini tamamladıktan sonra talihini denemek için her işe saldırmaya başlamıştır. Fransa’dan imparatorluk kalktıktan ve yerine mevcut rejim geldikten sonra ne kadar asılsızlar, nesilsizler var ise hepsi hasep nesep sahibi olarak yeniden ortaya çıkmışlardır! Rose Bouton işte bunların en parlaklarından birisidir. Hikâyemizin cereyanı zamanlarında Rivoli Sokağı’nda kendi inşa ettirmiş olduğu bir konakta ikamet eder. Borsada havacılık ile… Hayır! Yalnız havacılıkla değil; oradan alışverişi istediği gibi yönlendirmek için içeriden ve dışarıdan bin entrikaya, hilekârlığa, yalana, hıyanete başvurarak borsayı kâh yükseltmek kâh da alçaltmakla kazandığı milyonların bir cüzünü bu konağın inşa, tefriş ve tezyinine sarf etmiştir. Ki yalnız bu küçük diye vasıflandırdığımız kâr payı bile sair birkaç fakiri gereği gibi zenginleştirecek meblağdaydı. Bu kadar mal mülk üzerine hazinenin evrak memurlarından birisi çıkıp da bilmem kaçıncı Louis’in bilmem hangi miladi senesinde bilmem nereden geçerken bir kadın kucağında henüz açılmadık bir gonca kadar güzel bir oğlan görüp onu yanına alınca ve “Rose Bouton” namıyla ona asalet rütbesi verdiği ve bu çocuk büyüdüğü zaman o krala “page” yani evlatlık olduğu hakkında bir kayıt ibraz eder ve bunun üzerine Rose Bouton da isminin başına bir “de” edatı ilave ediverirse buna hayret mi edersiniz? “Baron” unvanını almak ise para ile görülür bir iştir. Zira hâlâ bazı hükûmetler vardır ki bu unvanın usulünü kaldırmamışlardır.
Akşam karanlığı gereği gibi her tarafı istila etmiş olacağı bir zamanda güzel Rose Bouton, Rivoli Sokağı’ndaki hanesinden çıkmıştı. Bu karanlık ancak bizim buralarca tahayyül edebileceğimiz şeylerdendir. Rivoli Sokağı gibi Paris’in ta ortasındaki en meşhur bir caddeyi yalnız gaz direkleri alelade aydınlatmaya kâfi iken, o her elli altmış adımda bir telgraf direklerine büyük sütunlarla bağlanan elektrik ışıkları havayı güzelce aydınlattığından ortalık hemen hemen gündüz gibi aydınlıktı. Mağazaların her birini dolduran ve sokağın yarısına kadar taşıp aydınlatan farklı ışıklar da yine başka türlü parlıyordu. Binaenaleyh kapısından çıkar çıkmaz durdurmuş olduğu bir kira kupasına seslice:
“Boulevard des Italiens!”[12 - “İtalyan Bulvarı!” (e.n.)]
Kumandasını veren Madam de Rose Bouton tam kupaya gireceği sırada arabacıya eğilmesi işaretini verdi. Herif eğilince de:
“Numara 20!”
Emrini de tembihledi ki, bu ikinci emri alınca arabacı gülümsemiş olduğu gibi Boulevard des Italiens’de 20 numarayı henüz unutmamış olan okuyucularımızın dahi gülümseyecekleri malumdur.
Paris’te “bulvarlar” denilen yerler bizim Dolmabahçe’den Beşiktaş’a giden iki tarafı ağaçlarla müzeyyen caddemizden daha geniş, daha uzun ve en güzel caddelerdir ki Paris’in en mamur en müzeyyen mahalleri buraları olduğu gibi en büyük sefahat yerleri de bu taraflarıdır. Tiyatroların en büyükleri, en çokları, kahvehanelerin, lokantaların vesairenin en parlakları hep bu caddelerdedir. Her türlü zevk ve sefa arayanlar aradıkları şeyleri buralarda bulurlar. Bizim İstanbul’da sefih bir hayat geçirmek için yiyecek parası olanlar para yemek için Beyoğlu’na gittikleri gibi Paris’te de bu yolda para yemek isteyenler bu gibi bulvarlara giderler.
Bunlardan İtalyanlar namına kayıtlı olan bulvarda 20 numaralı mahal ise “Maison Doree”[13 - Yaldızlı ev.] yani “Beyt-i Müzehhebe”[14 - Altın ile yaldızlanmış, süslenmiş ev.] denilen lokantadır. En meşhurlarından birisi işbu Maison Doree olmak üzere, bulvarlarda bulunan bu mühim lokantaların umum için bir büyük salonu ve havas için de birkaç küçük salonu bulunur ki bunların girişleri yine halkın gözleri önündedir. Fakat bir de havasın havası için küçük daireleri vardır ki onların girişlerinde merdivenleri de gizlidir. Kilerleri ve hizmetkârları da başkadır. Buralara girecek olan zenginlerin eşleri, gerçekten nikâhları altında mıdır değil midir insan sormadan edemez. Herhangi bir çift buraya müracaat edecek olursa gireceği daire kendi hususi hanesi addolunur. Oraya istediklerini kabul ederler, istemediklerini de kabul etmezler.
Bu yerlerde yiyecek ve içeceklerin listeleri üzerinde fiyat dahi yazılı değildir. Yalnız nevileri/çeşitleri yazılıdır. Müşteriler hesap görecekleri zaman daire müdürü fiyatları o müşterinin tahmin olunan hâl ve şanına göre belirler. Meşhur Rehnumâ-yı Seyyâhîn’i yazan Bede-ker der ki: “Bu yerlerde, Fransız altınları tava içindeki tereyağı gibi erirler.” Bu lokantaların birisinde edilen üç kişilik bir gece yemeği için 176 frank verilmiş olduğunu bile yine Bedeker yazar ise de bunu yazarken gösterdiği hayret ifadesi malum seyyahın saflığına verilmelidir. Üç kişilik bir soupe[15 - Çorba.] içenden 176 frank alınması yine pek az esnafça bir alışveriş addolunmalıdır. Yalnız bir çift için 500 frank alındığını da biz duymuştuk.
Paris’te bir arabacıya “Beni falan yere götür.” denildiği zaman arabacı en kısa yolları tercihen götürmekte serbesttir. Çünkü böyle bir emir bir “course”[16 - Yarış, koşu.] yani bir hareket kabul edilerek fiyatı ona göre tayin olunur. Eğer güzergâh tayin olunarak emir verilirse o zaman saat pazarlığı ediliyor demek olacağından arabacı saatine bakar. Geneli gibi biraz da zevzek olursa saati yolcuya da gösterir. Hesap zamanında kavga çıkmaması için Madam de Rose Bouton’un verdiği emir üzerine arabacı tabiatıyla kestirme yolları tercih etti. Louvre Sokağı’ndan sağa sapıp Victor Meydanı’na vardıktan sonra diğer caddelere, sokaklara nispetle pek dar ve aydınlanması az olduğu için de gereği gibi karanlık sokaklardan geçerek birden bire bir nur deryasına giriverdi ki işte orası Boulevard des İtaliens idi. 20 numaraya gelmeden önce durdu. Arabanın içine doğru eğilerek o zaman madam tarafından, “Hususi yere!” emri de verilince bulvarın kuzey sırasında avlu gibi bir yere girdi ve arabasını durdurup aşağıya atlayarak madama kapıyı açtı. Madam de Rose Bouton’u arabaya bindirirken mendilini istimal ettiği fıkrasını yazmayı unuttuk ise de burada o noksanı da ikmal ile beraber arz edelim ki araba kirasını “pourboire” yani şarap bahşişi ile beraber verirken burnunu da silen madam, arabacıya yüzünü asla göstermedi. Arabacının da umurunda mı sanki? Onlar daha ne kadar acayip vakalar görmüş adamlardır! Böyle şeyleri artık kanıksamışlardır. Arabalarına kimler binerlerse binsinler cümlesi onların nazarında “yük”ten başka bir şey değildir. Ehemmiyetin en büyüğü “pourboire”dadır.[17 - Bahşiş. (e.n.)] Arabacıya “pourboire” vermemek onun hakkında âdeta hakarettir. Hâlbuki Paris’te pourboire yalnız arabacılara da mahsus değildir. Umumidir. Hani ya o rüşvet kabul etmeyen gümrük memurları? Hani ya o ehemmiyetin de üstünde olan memurlar hatta daha büyükleri? Pourboire miktarı muayyen değildir ki! Beş santimden alınız da on franga, yüz franga kadar! Daha ziyade bile pourboireler vardır. Hizmetine göre efendim, hizmetine göre! Şu günlerde ismi matbuatı doldurmakta olan Dreyfus’u Şeytan Adası’ndan kaçırmaya girişecek olan polis memurlarına kim bilir kaçar bin frank pourboireler verirlerdi.
Arabacı ile hesabını bitirdikten sonra Madam de Rose Bouton keklik gibi sekerek daire kapısından içeri girdi. Öyle bir cüret ve maharet ile giriyordu ki görmüş olsaydınız karının buraların hiç de acemisi olmadığına derhâl hükmederdiniz. Zira böyle bir yere ilk giren ve kadınlığı henüz tamamıyla karılığa tahvil edememiş olan acemilerin acemilikleri itirazlarından, cüretsizliklerinden ilk nazarda besbelli olur. Buralarda uşaklık edenlerden bir emektarın rivayeti olmak üzere bize kadar nakledilen bir rivayete göre, iki üç arkadaş birlikte böyle bir lokantaya girerlerken daha ilk girişte bir kokuyu muhafaza etmekte bulunan birisi utancından, korkusundan, sakınmasından sendeleyerek düşmek derecesine gelmiş de diğer arkadaşları bu cüretsize kahkahalar ile gülerek onun bu mahcubiyetini küçümsemişler. Koca Paris, Avrupa’nın manevi yükselişini yazmak için filozoflar sana müracaat etmelidirler! Bunun için senden yüce bir zemin bulamazlar. Madam de Rose Bouton kapıdan girer girmez iki süslenmiş uşak onu karşıladılar. Kendisi için ayrılmış olan salonun numarasını söylemesi ile madamı derhâl o numaraya yönlendirdiler. Fakat salon henüz boş idi. Burada birleşmeleri gereken zat henüz gelmemişti.
Ama şimdi bu gecikmeye madamın canı sıkılır mı ki?
Elbet! Bahusus ki on dakika kadar beklemeden sonra oraya bir erkek geldi ama… Bir kadın ismi söyleyip:
“.....geldi mi?”
Sualine uşak tarafından verilen cevabı Madam de Rose Bouton anlayamadı ama… Pekâlâ, işitti ki sesten hiçbir yoruma mahal kalmamak suretiyle anladığına göre bu gelen erkek kendi kocası Monsieur de Rosa Bouton idi…

2
Abdullah Nahifi
Bir ocak ayını zihninizde tutunuz. Kış mevsiminin en şiddetli zamanı! Hem de Paris kışının en şiddetli zamanı ki bazı seneler Paris’in kışı şiddetçe Sibirya kışlarına taş çıkartır. Böyle bir kış mevsiminde bir pazar akşamı idi ki gazlar henüz yanmamış oldukları gibi; yanmış bulunsalar bile insanın yirmi adım önünü göremeyeceği kadar acayip bir karanlık hükümferma idi. Çünkü bizim “kuşbaşı” tabir ettiğimiz surette buram buram yağmakta olan karlar gece karanlığına teşbih edilmekle beraber etrafı temaşaya mâni olduğu için “acayip” diye nitelendirmeye mecbur olduğumuz bir tipi karanlığı teşkil ediyordu.
Böyle bir zamanda Paris’in bile sokaklarının tenha olması zaruridir. Paris’in sefaletlerini kalemlerine dolamak isteyen yazarların arayıp da bulamayacakları bir mevsimdi! Ve öyle bir zaman ki, böyle şiddetli bir mevsimde Paris’in vefatları her zamanki miktarın iki misline varır. Çünkü haftada bunların ortalama sayısı bine yaklaştığı belediyeler tarafından tanzim olunmuştur. Dia gazetesinin neşrettiği istatistik cetvellerinden öğrendiğimize göre vefatların sair mevsimlerde pek azı açlıktan vukua geldiği hâlde, bu şiddetli kışlarda, açlıktan helak olanların miktarı daha da arttığı gibi soğuktan helak olanların miktarı da buna yakın olmuştur. Ama “açlıktan” dediğimize bakıp da bunların tamamının ekmeksiz kalarak birkaç gün hiçbir şey yemedikleri için ölenler olduğunu zannetmeyiniz. Öylesi de az değil ya? Fakat bu “açlıktan helak” sözünü Paris tıbbının hususi bir tabiri şeklinde kabul ediniz. Manası ise, fakirlikten dolayı fena beslenerek vücutlarının zayıflaması ve buna bağlı olarak küçük bir hastalığa dayanamayarak öteki dünyaya gitmek demektir. Havanın tahrip edici şiddetinin bu derecelere vardığını tabii ki Paris’te öğrenmedik. Kimse kalmadığı cihetle zenginlikten dolayı azgınlığı son dereceye vardıranlar kürklere büründükleri hâlde kızaklara binip bulvarlarda dolaşmayı “â la rose” bir eğlenceye dönüştürürken, diğer sınıflar ise yerlerinden kımıldayamayacak durumlara mecbur olurlar.
İşte bu sebepten dolayı haber verdiğimiz pazar akşamı sokaklar tenha idi. Hatta Saint Germain Bulvarı’nın Orsay rıhtımına bakan kısmı Parlamento Dairesi, Hariciye Nezareti ve Harbiye Nezareti gibi büyük daireler dahi orada bulunuyordu. Orası Concorde Köprüsü’nün başı addolunmak hasebiyle ekser zamanlarda pek kalabalık olurken bugün havanın muhalefetine pazar tatili de eklenince böyle bir tenhalık olmuştu. Bir de resmî memurlar olmadığından buradan gelip geçenler âdeta “nadir” diye nitelendirilecek bir azınlıkta idiler. Yine bu mahalde bulunan Almanya Sefarethanesi önünden muşamba bir yağmurluğa bürünmüş bir yayanın geçtiği görülüyor ise de, kafası yağmurluğun başlığı içine gömülmüş ve çenesi de ta burun hizalarına kadar yağmurluğun yakası ile kapatılmış olduğundan bu adam tanıdıklarınızdan bile olsaydı, o akşam oradan bu suretle yürüdüğünü görse idiniz, kendisini yine tanıyamazdınız.
Bu adam Concorde Köprüsü’ne doğru ilerleye ilerleye tam Orsay rıhtımına ve parlamento dairesi önüne geldiği zaman yirmi adım kadar ön tarafında iki adam gördü. Ama bunları hayal meyal görüyordu. Bunların birisinin kadın ve diğerinin de erkek olduğu fark edilebildiği gibi yine fark edilebilecek kadar belli olan hareketlerine nazaran, aralarındaki muamelenin hiç de uygun olmadığı anlaşılıyordu. Erkek kadına hücumlar etmeye davranıyor; kadın ise erkeğin hücumundan kaçmak ve kurtulmak için farklı hareketler yapıp ondan kurtulmak istiyordu. Herif bazen el uzatmaya yol buldukça kadın herifin koluna bir yumruk indiriyordu. Bunun üzerine herif öncekinden daha şiddetli bir hareketle kadına tekrar saldırıyor idiyse de elinin ona isabet edeceği sırada kadın ani bir hareket gösterince erkeğin vuruşu boşa gidiyordu. Mesafe yirmi adımdan ibaret olmakla beraber, kar tipisinden dolayı sesleri yeterince anlaşılmıyordu. Bu çarpışmaları, boğuşmaları âdeta bir pandomima oyununu anımsatıyordu. Öyle ya! Pandomima nedir? Bir taklit! Bu ise bir gerçek! İşte apaçık görülüyor ki bu bir muharebedir. Erkek tarafından taarruzu kadın tarafından ise müdafaayı gösteren bir muharebe, bir savaş!
Bir bakıma göre eğlenceli bir manzara. Bir bakıma göre de can sıkacak bir hâl! İnsandaki kahramanlık doğuştan verilen bir kabiliyettir. Velev ki vücudun zaafından o kahramanlığı göstermemiş olsun. Her zaman bilfiil gösteremese de kuvveti nispetinde zaman zaman gösterir. Mutlaka gönlünün himmeti haklı tarafa meyleder. Haksızlık aleyhine gönlünde bir nefret ve bir gazap bulur. Gerçi şu tarif ettiğimiz manzarada haklı haksız kim olduğu anlaşılamıyordu ama hangisinin zayıf hangisinin kuvvetli olduğu görülüyor ve anlaşılıyordu ya. İnsanın meylettiği kahramanlık ise mutlaka zayıf ve aciz tarafa sevk eder. İki kişinin tavla oynadığını temaşa ettiğiniz zaman gönlünüzden ne gibi hisler geçtiğini tecrübe etmişsinizdir. Hangi tarafın oyunu fena gider de mağlubiyet yüz göstermeye başlar ise gönlünüzün himmeti o tarafa akar. Attığı zarların muvafık gelmesi için gönlünüzde birçok temenniler hasıl olur. Elindeki vuruk pulu galip düşmanın açık pulu üzerine konabilmesi için “Aman bir çihar!” diye temenninizi açığa vurursunuz. Attığı zar üzerine oynanacak en muvafık oyunu bulamayarak hayrete düçar olduğu zaman biçareye oyunlar ihtar edip onu uyarırsınız. Çünkü mağluptur. Bir de biraz sonra o mağlubun oyunu düzelerek evvelki galip taraf mağlup olmaya başlar başlamaz sizin himmetinizde dahi bir değişme vukua gelir. Galip tarafın mağlubiyeti arttıkça gönlünüzdeki değişiklik de artarak nihayet evvelce hasmına ettiğiniz himmet ve gayreti, şimdi de buna etmeye başlarsınız. Bu hâl sizin için tabiidir. Çünkü yaradılışınızda size verilen kahramanlığın gereğidir.
Kadın ile erkeğin savaşını uzaktan, ama unutmayalım, topu topu yirmi adım uzaktan gören muşambalı yolcu dahi kadın tarafına, aciz ve zayıf ve mağlubiyete namzet olan kadın tarafına deruni bir meyil hissetti. Bir aralık, “Acaba belediye çavuşu, polis, jandarma gibi bir şey yok mu ki imdada yetişsin?” diye etrafına baktı ise de böyle berbat bir havada kurdun, kuşun bir sığınak yeri aradığı bir zamanda ortada polis molis bulunur mu? Kimden korkacaklar ki vazifeleri başından ayrılmaya mecburiyet hissetsinler? Bu havada müfettişler gezebilirler mi ki asayişe memur olanların işleri başında bulunup bulunmadıklarını teftiş eylesinler? Küçük memurlar gibi onların da her biri bir kahvehaneye, bir meyhaneye sığınmışlar! Bundan dolayı onları sorguya çekmek de beyhudedir. Çünkü cevapları hazırdır. “Biz sokakların değil o sokaklardan gelip geçecek olan ahalinin emniyet ve asayişini muhafazaya memuruz. Bu havada ise bütün ahali şu muhafazalı yerlere sığınmışlar. Biz de muhafaza, emniyet ve asayişten ibaret olan vazifemizi işte buralarda ifa ediyoruz.” diyorlar. Bu haklı ve makbul söze karşı burhanınız var mı? Öyle bir hava ki hırlısı da hırsızı da kahvehane ve meyhanelerde!
***
Bizim muşambalı yolcu bir zabıta memuru görebilmek için etrafına bakındığı zaman, yukarıdaki fıkranın son satırlarında yazdığımız mülahazayı bütünüyle zihninden geçirdi. Hem bu mülahazaları zihninden geçiriyor hem de adımlarını evvelki usul ve ahenk üzerine atmaya devam ediyordu. Yirmi kadar adım kaç saniye zarfında atılabilirse o kadar saniyeden sonra da bizim yolcu kavga eden kadın ve erkeğin yanına vardı. Kadının evsafı “Madam de Rose Bouton” bölümündeki dikişçi Rosette için yazdığımız satırlara tam tamına muvafık idi. Çünkü o kadın Rosette idi. Erkek de yine çapsızlıkta, çelimsizlikte Rosette’in benzeri bir şeydi. Paris fakiri malum ya! Etsiz, kansız bir çocuk iken büyümüş, bıyıklanmış cılız bir şey ama ateş! Saf sinir! Gözleri zaten afacan iken bir de kavganın artırdığı şiddet üzerine ateş gibi parlamakta!
Rosette muşambalı yolcunun varışını manevi bir imdat yetişmiş gibi telakki etti. Bütün tavrıyla sıkışmış bir vaziyet alarak:
“Kurtarınız efendi! Beni bu ham vahşiye karşı müdafaa ediniz!” dedi ve şimdi iş başka bir hâl aldı. Bir dakika evvel bu aciz kadın lehinde yardım etmek insanlığın gereği iken şimdi onu müdafaa bir kahramanlık vazifesi hâline geldi. Çünkü yardım istedi. Bir kadının yardım arzusu bu! Reddedilebilir mi? Herhâlde muşambalı yolcu birdenbire durarak bir askere emir veren bir zabit tavrıyla herife:
“Çekil oradan mösyö!” emrini verdi. Zaten hiddetli bulunan adamı bir de kendi aleyhinde hiddetlendirmek için müdahalenin bundan ziyadesine ihtiyaç var mı? Çirkin ve alaycı bir tavırla yolcuya doğru yaklaştı. Yolcu zannetti ki kendisine bir meram anlatacaktır. O ise sokuldu, sokuldu da Paris çapkınlarının davranışlarından olmak üzere sağ bacağını ani bir hareketle yolcunun ta sol omzuna kadar kaldırarak bir tekme tokadı attı. Ama o kadar seri bir hareketle yaptı ki, sakınmak için yolcuya hiç zaman bırakmadı. Yolcu yere yuvarlandı. Bu anda Rosette yolcunun kulağını yaralamış oldu. O da olanca çevikliğini, çabukluğunu toplayarak yerinden kalkmasıyla beraber Fransız’a öyle bir şamar attı ki görseydiniz bu şamarı ne Fransız şamarına ne İngiliz boksuna ve hiçbir şeye benzetemezdiniz. Bu olsa olsa Türk tokadına teşbih olunabilirdi. Zira kamçı çatlaması kabilinden bir çatlayışı müteakip onu yiyen herif bir ökçesi üzerinde soldan sağa doğru bir devir kadar döndü de, güya ruhsuz bir kalıpmış gibi yere serildi.
Bu mücadele bizim muşambalı yolcunun evvelki hâlini değiştirmişti. Yağmurluğun bir kısmı başından çıktıktan hariç kendisini toplayıp da, düştüğü yerden kalktığı zaman bir ayağı ile eteğine basmış olduğundan bir kolu hizasından aşağı doğru muşamba da yırtılmıştı. O zaman görüldü ki bu zat orta boylu, yirmi beş, yirmi altı yaşlarında, değirmi yüzlü, iri kaşlı, gür bıyıklı, aslan tavırlı bir delikanlıdır. Şu vaka kendisini “gazaba” sürükleyecek bir surette hiddetlendirmemişti de… Nispeten iyi bir tavır ile Rosette’e:
“Haydi matmazel işinize gidiniz! O artık sizi takip edemez. Ben buradayım.” demişti. Rosette oradan ayrılmamak için bir şeyler söyleyerek delikanlıyı iknaya çalışıyor idiyse de, delikanlı kızın sözlerine ehemmiyet bile vermiyordu. O mağlup hasmına dönerek onu izlemekle meşguldü. Gerçi yere yuvarlanmış bulunmasından istifade aramıyor ve kuzgun leşe konar gibi üzerine çullanarak bir güzel tepelemiyor ise de, gözleri hasmının gözleri içine öyle etkileyici bir nazarla odaklanmış ki, eğer bu manzarayı görseydiniz en iyi cinsten bir zağar av köpeğinin bir kekliği ağına düşürmüş olmasına benzetirdiniz. Keklik kımıldanır kımıldanmaz saldırmaya zağar köpek nasıl hazır ve müheyya ise delikanlı da hasmı kımıldanır kımıldanmaz üstüne atılmak için tamamıyla hazır bir vaziyette bulunuyordu.
Delikanlının bu vaziyetini biraz zaman sonra gözlerini açan mağlup hasmı dahi görünce mübarezede devama cesaret bulamadı. Yattığı yerden:
“Tanıdım Abdullah! Seni tanıdım. Sen de beni sonra tanırsın. Hesabımızı dostlar vasıtasıyla hallederiz!” deyip kalktı ve acaba Abdullah tekrar saldıracak mı, diye biraz durup bekledi ise de Abdullah saldırmayınca Concorde Köprüsü’ne doğru yürümeye başladı. Bir gidiyor, beş ardına bakıyordu. Anlaşılıyordu ki Abdullah’ın takibinden korkuyordu. Fakat Abdullah’ın takip hevesinde olmadığını görünce diş gıcırdatmak nevinden bir tavırla:
“Sen de beni sonra tanırsın. Hesabımızı dostlar vasıtasıyla görürüz.”
Tehdidini tekrarladı. Lakin tipi, bu sözlerin Abdullah’a kadar ulaşmasını men eyliyordu.
Fransız, Abdullah’ı tanımıştı ama Abdullah Fransız’ı tanıyamamıştı. Hatta kim olabileceğini merak ederek bir hayli de düşündü, ama yine çıkaramadı. Yalnız başındaki kadife bereden tıbbiye öğrencisi olduğunu anladı. İlk verdiği emir üzerine Abdullah kurtardığı kızın oradan gitmiş zannında iken bir de kızın tarafına döndüğünde Rosette’i orada görünce şu mağlup hasmın kim olduğunu ondan öğrenebileceği tahminiyle bayağı memnun olmuştu. Fakat bu memnuniyeti neticesiz kalmıştı. Zira:
“Bu terbiyesiz herif kimdi matmazel?” diye sorduğu suale, “Bilmem efendi! Sizi ne kadar tanıyorsam onu da o kadar tanıyorum!” cevabından başka izahat alamadı. Vakıa Rosette:
“Pazar olmakla beraber mağazada şimdiye kadar çalıştık. Pazar olduğu için erkence çıkmaya izin verdiler. Quartier Latin (Öğrenci Mahallesi) tarafındaki ikametgâhıma gidiyordum. O da o taraftan geliyordu. Burada yolumu kesti. İlk kelimesi bana ilanıaşk etmek oldu. Derhâl beni o akşam yemek için Dîner’e davet etti. “Senin anladığın kızlardan değilim mösyö!” dedim ise de “Tamam işte benim anladığım kızlardan olmadığın için seni davet ediyorum ya! Benim anladığım kızlardan olsaydın hiç de davet etmezdim. Benim anladığım kızlardan bende çok, ne kadar istersen!” diye saldırmaya başladı. Mutlaka bir buse almak hem de hesaplı olarak almak istiyordu. “Ne kadar yalvardım ise de faydası olmadı. Hücumlarında gittikçe şiddetini artırıyordu. Allah sizi imdada yetiştirdi…” diye hâlini hikâye ediyor idiyse de Abdullah’ın istediği izahat bunlar değildi. Kıza:
“Pekâlâ matmazel! Artık emniyetle ikametgâhınıza gidebilirsiniz. İşte o nehrin öte tarafına geçiyor. Beri tarafa doğru yolunuzda bir mâni yoktur.” demesiyle Rosette:
“Teşekkür ederim efendim! Bu iyiliğinizi ömrümün sonuna kadar unutmayacağım!” diye hem lisanıyla, hem gözleriyle, hem hâliyle, tavrıyla teşekkürler ederek Quartier Latin’e doğru yürüdü gitti. Birkaç saniye sonra gözden kayboldu. Zira kız her adımı attıkça lapa lapa yağan kar, kızın arkasından bir beyaz perde indiriyor hükmünü göstermekteydi.
Büyük bir minnetle teşekkür etmekle birlikte Rosette’in gönlünde Abdullah için mühim bir yer açılmış olduğuna hiç şüphe etmemelidir. Kadın nevi zaten pek ziyade kudret-i takdire malik olur. Hele böyle bütünüyle hasbi bir yolda kendi kadınlık şanını müdafaa ve muhafaza için epeyce bir fedakârlığı göze aldıran kahraman hakkında tamamıyla duygusuz kalmak hiçbir kadının şanı değildir. Fakat Abdullah’ın gönlünde kız için hiçbir yer peyda olmadığını hususen ihtara lüzum görürüz. Diyebiliriz ki Abdullah, Rosette’in gençliğine bile dikkat etmedi. Zaten hava böyle şeylere dikkat için müsait bir hava olmadığı gibi hâl ve mahal de buna müsait değildir. Delikanlı, müdafaasız bir aciz kadını kuvvetli bir saldırgana karşı mertçe bir müdafaa gayretinde bulunmuştur. Gerçi erkekler, bahusus genç adamlar tarafından, bu yolda yardım ve hürmet görmeye genç ve güzel kadınların çirkin veya ihtiyarlardan ziyade haklı görülmeleri hemen umumi bir şey ise de bugünkü hâl böyle değildi. Şu anda Abdullah’ın gönlünde başına tıbbiye öğrencisinin beresini giymiş olan mağlup düşmanı ve ondan aldığı intikamdan başka bir şeyi yoktu. Paris’te etudiant, yani öğrencinin hâllerini pek iyi biliyordu da onun için! Öğrenci âleminde bu gibi manzaraların kolay kolay olamayacağını ve işin pek müthiş neticelere kadar varabileceğini bildiği için şu herifi daha da çok merak ediyordu. Lakin bugün için işin bundan başka bir neticesi görülmedi. Abdullah da Concorde Köprüsü’nü geçerek gideceği yere gitti. Bu vakadan ne polis ne basın haberdar oldu. Bilahare basına büyük bir meşguliyet alanı açacak olan şu hadiseden ertesi günkü gazetelerde bir harf bile görülmedi.
***
Paris’te etudiant[18 - Fransızca öğrenci demektir.] âlemi bambaşka bir âlemdir. Paris’e temas eden romanlarımızda bu âlem hakkında birçok malumat ve izahat vermişizdir. Zaten OsmanlıIar arasında da yüzlerce genç vardır ki Paris’te tahsillerini yapmış olduklarından genellikle Quartier Latin’i[19 - Fransızca Latin Mahallesi demektir.] ve öğrenci arasından (Pays Latin) yani Latin memleketi denilen öğrenci mahallesinin ahvalini pek iyi bilirler. Çünkü burası bir zaman için kendilerine de vatan olmuştur. Şu romanda Quartier Latin’e ve öğrenci âlemine ait büyük izahlarımızı da bu hikâyemizin vakası içinde yapacağız.
İşbu pazar günü akşamı bermutat Quartier Latin kahvehaneleri öğrenci ile hınca hınç dolmuştu. Hele tıbbiye öğrencisinin müracaatgâhı olan kahve, sairlerinden daha geniş olduğu gibi daha da kalabalıktı. Her masa etrafına sekizer onar delikanlı toplanarak bira içmekte yarıştıkları gibi gevezelikte dahi yarış ediyorlardı. Bir aralık bunlardan birisine dışarıdan bir talep daha geldi. O mangada bulunan gençler bir ağızdan:
“Moustique! Moustique! Yaşasın Moustique!” diye sevinçle birisine işaret ettilerse de “Moustique” tesmiye ettikleri delikanlı bunların sevinç ve gülüşmelerine her zamanki gibi yine sevinçle mukabele edeceğine, bilakis gayet ekşi bir surat ile mukabele edince diğerlerine de bir durgunluk gelmişti.
Şunu izah edelim ki Moustique “sivrisinek” demek olduğuna göre şu kelime o delikanlının ismi zannedilmemeli. Malum olduğu üzere öğrenci âleminde herkese bir isim takarlar. Bu gelen adam da cılız bir şey olduğu için “Moustique” lakabını ona layık görmüşlerdi. Ama biz de haber veriyoruz ki hem cılız hem pek çirkin ve şerli olduğu için bu lakap kendisine münasip düşmüştür. Zira bu genç bilmem kaç saat önce bahsettiğimiz ve kendisinin de “Abdullah” olarak adlandırdığı diğer delikanlının sillesi ile Orsay rıhtımı üzerine serilen heriftir.
Moustique’in çehresindeki ekşiliği gören delikanlılar onun her zamanki hâlini bildikleri için yine işin içinde bir iş olduğunu anladılar ve birisi:
“Bahse girerim ki Moustique’de yine bir namus meselesi vardır.” deyince Moustique dedi ki:
“Yalnız benim namus meselem değil! Hepinizin namus meselesi! Zira bugün bir zorba Türk tarafından hepinizin suratına bir şamar indirildi.”
Herkes birbirinin yüzüne baktı. Birisi:
“Söyle bakalım!” demesiyle Moustique demincek tafsilatını görmüş olduğumuz vakayı şu veçhile hikâye etti:
“Bu akşam nehrin öte tarafına gidiyordum. Orsay rıhtımında bir grisette![20 - Paris’te Bir Türk romanında grisettelerin hâli ayrıntısıyla yazılmıştır. (y.n.)] Hem de ne güzel şey! ‘Şu kar tufanı esnasında güzel ve iyi bir av!’ dedim. Derhâl bir ilanıaşk ve sonra yemeğe davet ettim!”
Birisi: “Derhâl bir kabul ve ayrılık!”
Moustique: “Hayır! Matmazel âdeta bir vahşet yüzü gösterdi.”
Diğeri: “Ha! Anladık. Hepimizin suratına inen şamar onun minimini eliyle indirildi. Biz buna alışkınız babam!”
Diğer birisi: “Bir Türk tarafından demişti be!”
Bir kodaman: “Durunuz be! Zevzekliğe boğmayınız.”
Hiç öğrenci âleminde bir işi zevzekliğe boğmamak kabil olur mu? Neyse o manganın reisi demek olan kodaman herkesi susturmaya muvaffak oldu ve Moustique de hikâyesini anlatmaya devam etti:
“Av vahşet gösterdikçe biz takibe şiddet verdik. Tam ilk buseyi almaya muvaffak olacağım bir anda karşımda zıpır bir herif peyda olmaz mı? Pervasızca bana, ‘Çekil oradan!’ demez mi?”
Birkaç ses: “Ooo! Ne küstahlık!”
Moustique: “İki bir demeyerek sol omuzu üzerine bir ayak çelmesi fırlattım. Paldır küldür yere yuvarlandı.”
Birisi: “Namus tamamlandı. Yaşasın Moustique!”
Birkaçı birden: “Yaşasın Moustique!”
Moustique: “Heyhat! Sevgili dostlarım. Herif davrandı. Yerinden kalkar kalkmaz bana bir “gifle”[21 - Fransızca tokat demektir.] indirdi ki bu defa rıhtımın tozlarını yalayan… Hayır! Malum ya, yerde kar var. Yerdeki karları ağızlayan ben oldum.”
Birisi: “Ooo! İşte bu pek büyük cüret!”
Kodaman: “Sonra? Netice?”
Moustique: “Bu hâlde işin daha ilerisine varamadım. O dev gibi bir herif. Ben ise zayıf bir adam. Zaten beni gözüne kestirmesi de bunun için değil mi? Ben dedim ki: ‘Seni tanıdım Abdullah! Sen beni dostlarım vasıtasıyla tanırsın.’ Terbiyesiz, dostlarımı da aşağıladı. ‘Tıbbiyeli değil misiniz? Beşinizi bile bir adam yerine koyamam!’ dedi.”
Birkaçı birden: “Nee? Ne?”
Kodaman: “Bu Abdullah kim oluyor?”
Moustique: “Hukuk öğrencisinden bir Türk! Kendisini tanırım. Pek kuvvetli bir gulyabanidir ama silah kullanmayı bilmez. Bir düelloda pek güzel hakkından gelebilir isem de bu işin bir düelloya layık olup olmadığını siz kestireceksiniz. Siz hükmedeceksiniz.”
Bu hikâye üzerine herkes sükûta vardı. Sonra bir müzakere kapısı açıldı. Herkes söylemeye başladı. Ama hepsi birden konuşuyorlardı. Öyle bir şamata ki o muhavereyi aynen yazmak mümkün değildir. Zaten her ağızdan çıkan sözü sırasıyla dinleyebilmek bile muhaldir. Müzakerenin hülasası şu oldu ki: Eğer Abdullah o kızın dostu mostu bir şeyi olsaydı himayeye hakkı olabilirdi. Hâlbuki müzakere esnasında aralarında böyle bir münasebet olmadığı Moustique tarafından dermeyan olunmakla müdahaleye hiç hakkı yoktu. Gerçi bir kadın yardım ister ise yardımı esirgememek mertlik kanununda var ise de etudiante üye olan bir öğrencide bu mertlik görülmedi.
“Grisetteler etudiantler için, etudiantler de grisetteler içindir.” denildi. Şu hâlde Abdullah’ın hareketi gereksiz bir taarruz addolundu. Bu yüzden Moustique’in çelmesi de gerekli bir müdafaa olmak üzere kabul gördü. Bu çelme üzerine Abdullah ses çıkarmamış olsaydı cezasını çekmiş sayılacaktı. Hâlbuki taarruzu, bir talipliye el kaldırmak, tokat atmak derecesine kadar vardırdı. İyi oldu ki Moustique, iki tarafın pazu kuvveti denk olmayan şu çarpışmada devam etmedi. “Sen de beni dostlarım vasıtasıyla tanırsın.” mukabelesi pek edibane bir mukabele sayıldı. İş yalnız bu derecede kalsaydı; dostlardan ikisi o küstahın yanına gönderilerek düelloya davet olunur ve Moustique de onun kafasına bir kurşun kondurarak yahut meç ucuyla vücuduna bir delik açarak namus ikmal edilir ve iş de bu şekilde biterdi. İşte Moustique, Abdullah’a karşı böyle bir düellodan hiç korkmuyor. Kahraman Moustique! Lakin diyor ki, “Ben kendi namusumu temizlediğim hâlde siz kendi namusunuzu temizlemeyecek misiniz?” İşte Moustique’in bu sözü pek haklı görüldü. Abdullah’ın tıbbiye öğrencisini aşağılaması o kadar büyük bir terbiyesizlik olarak görüldü ki kendisi düello şerefine de layık görülmedi. Denildi ki: “Düello terbiyeli adamlar arasında namusa dair meseleyi halletmek için şerefli bir şeydir. Öyle terbiyesizlere bu şerefi layık görmemelidir.” Nihayet Abdullah, Moustique’e olan taarruzunu nasıl ki insanlık kaidelerine mugayir olarak icra etmiş ise; tıbbiye öğrencisi de onun cezasını insanlık kuralları ve medeni usullere muvafık olarak vermeye karar verdi. O ceza da hangi suretle oldu ki? Anladınız mı? Tıbbiye öğrencisinden hangisi Abdullah’ı her nerede görür tanır ise tokatlamak suretiyle…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/mesail-i-muglaka-69429208/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Fransız mutfağında kalın, kuru kürlenmiş sosis ailesidir. Tipik olarak domuz eti veya diğer etlerin karışımı olan salam veya sosise benzer bir şarküteri türüdür. (e.n.)

2
Fuzuli’nin “nedir” redifli gazelinden bir beyit. (e.n.)

3
İsminin tercümesi “gonca hâlinde gül” demektir. (y.n.)

4
Fransızca tevazu anlamına gelmektedir.

5
“Namuslu kadınlar”, “örtülü kadınlar” şeklinde ifade edilebilir.

6
Kaba bir tuvalet, kıyafet.

7
Şapka, taç, toka ve benzerlerinde bulunan, yüzü örten ince bir tüldür. (e.n.)

8
Kaba.

9
Kadın terzi. (e.n.)

10
Lahur şalı tarzında dokunmuş bir çeşit kumaş.

11
“Teşekkürler bayan, çok teşekkürler.” (e.n.)

12
“İtalyan Bulvarı!” (e.n.)

13
Yaldızlı ev.

14
Altın ile yaldızlanmış, süslenmiş ev.

15
Çorba.

16
Yarış, koşu.

17
Bahşiş. (e.n.)

18
Fransızca öğrenci demektir.

19
Fransızca Latin Mahallesi demektir.

20
Paris’te Bir Türk romanında grisettelerin hâli ayrıntısıyla yazılmıştır. (y.n.)

21
Fransızca tokat demektir.
Mesail-i Muğlaka Ахмет Мидхат
Mesail-i Muğlaka

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Mesail-i Muğlaka", Hukuk Fakültesinde öğrenim görmek için Paris’e giden Abdullah Nahifi adındaki bir Osmanlı Türkü’nün, Fransız toplumu içindeki yaşamından kesitler sunar. Abdullah Nahifi, Rosette adında, terzilik yapan bir kıza tecavüze kalkışan bir Fransız serserisini engeller. Ancak bundan sonra yenilgiye uğramış olan Fransız genci intikam almak istese de Nahifi’nin karşısında kendisini ispatlayamaz. Böylelikle basının da etkisiyle Türk genci Abdullah, Paris’in meşhurlarından olur. Ahmet Mithat Efendi, Nahifi’nin hayatını, maceralarını anlatırken aynı zamanda da karakterinin üzerinden Avrupa’daki gözlemlerini okuyucuya aktarır. Eserde, sınıf farklarının yoğun olduğu Fransa yaşantısı hicvedilir. Yazar, Doğu ve Batı’yı karşılaştırarak boşanmalar, aile kurumu ve çoklu evlilik gibi konular üzerine fikirlerini yansıtır. "Yüzlerce şairin binlerce şiirlerinde tasvir ettikleri gibi, bir Şarklı gönlünün sevgilisi olan kadını öyle mübalağalı kelimelerle tasvir eder ki kendisi için mümkün olmayan bu ′kavuşma′ da ancak hayalde kalır. Ona varmak, onun bir lütfuna mazhar olmak, onun bir tebessümü için âdeta bin canını feda edeceğini ifade eder."

  • Добавить отзыв