Jön Türk – Millî, İçtimai ve Siyasi Roman

Jön Türk – Millî, İçtimai ve Siyasi Roman
Ahmet Mithat Efendi
Hukuk mektebini ikincilikle bitirmiş Nurullah Bey tamamen içinde yaşadığı dönemin çocuğu olsa da huy bakımından babasından bir miras almıştır: Siyasi olaylara karışma konusunda çekingenlik. Ancak dönem II. Abdülhamit dönemidir ve Serhafiye Feyzullah Efendi’nin hafiyeleri etrafta kol gezmektedir. Bir iftira, bir ters söz, bir yanlış anlaşılma, insanları istese de istemese de siyasetin tam göbeğine çekebilmekte; hatta mahpusluklara, sürgünlere yol açabilmektedir. Böyle bir akıbet Nurullah Bey’in de başına gelir ve siyasi olaylara uzak kalmaya çalışan bu genç, yaşadıklarından sonra bir Jön Türk olup çıkar… Romanlarında sosyal meselelere uzak kalmayan Ahmet Mithat Efendi, bu eserinde de dönemin fikrî ve toplumsal yapısını ustalıkla vermiş, Doğu-Batı çatışmasını örnekleriyle anlatmış ve tarihimizde önemli bir yeri olan Jön Türkler’in tarihî konumunu, hangi şartlar altında faaliyet gösterdiklerini gözler önüne sermiştir. Şu aralık istibdada karşı müntakimce neşriyatımızda sürgün yerlerinin, sürgünlerin hâli pek yaman bir şekilde tasvir edilmekte bulunmuş ise de biz üç seneden fazla uzayan sürgünlük müddetimizin ilk yedi sekiz ayından başka pek de acelecilikle yakınılacak cihetlerini görmedik. Hele hiçbir zaman işkence, eza, cefa, görmedik. Hakaret bile çekmedik. Kale içinde her tarafa zaptiye muhafazası altında olarak gidebilirdik. Gündüzleri evimize, evlat ve iyalimiz yanına bile giderdik. Fakat akşamüstü yine hapishaneye dönerdik. Gerçi esirlik ve mahpusluğun bu derecesi de pek ağırdı.

Ahmet Mithat Efendi
Jön TürkMillî, İçtimai ve Siyasi Roman

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

JÖN TÜRK
Vakamız 1315/1897 senesinde meydana geliyor. Vakanın yeri de İstanbul’da Keşkekçilerbaşı’nda konak denmeye değer güzel bir evdir.
Gerçi şu konak yavrusu tabiri bugünkü günde âdeta unutulmuş bir tabir hükmüne girdi. Konak kalmadı ki yavrusu olsun. Eski zamandan kalma koca koca konaklar bir yangında yandıkça arsaları parça parça satılarak mahalleler teşkil etti. Yanmayanları da vârisleri tarafından evvela enkazı bu ticaretle iştigal edenlere satılıp yıkıldıktan sonra arsaları aynı şekilde yeniden yeniye mahalle olmak üzere parça parça satıldı. Konak da kalmadı yavrusu da. Ama hikâye edeceğimiz vakanın yaşandığı mekân olan yeri biz hâlâ konak yavrusu diye vasıflandıracağız.
Kocaman bir bahçe, dört dönüm kadar. Yani altı bin beş yüz arşın bir bahçe. Birçok kuyudan, tulumbadan başka bir buçuk masura[1 - Masura: Eskiden kullanılan bir akarsu ölçü birimi. (e.n.)] da Kırkçeşme suyu ile bir vakit o semtin en mamur konak bahçesiydi. Hikâyemizin geçtiği zamanda konak bahçesi sıfatına layık olacak süs ve mamurluğu kaybetmiş ise de sularının bolluğundan ve güneye bakmasından başka meyve ağaçlarının da çokluğundan dolayı iki mahir Arnavut bahçıvan bunu kiralamışlar, cayır cayır para kazanıyorlar. Konak bahçeliği zamanında her biri en âlâsından olmak üzere birçok incir, kayısı, erik, şeftali, vişne vesaire ağaçları yetiştirilmiş. Bahçenin kuzeybatı tarafları, yani en zararlı soğuk rüzgârların esecekleri taraflar kapalı ve korunaklı oldukları için buranın meyveleri hep taze olarak yetişir. Arnavutlar bahçenin kirasını bu meyve mahsulünün yarısından ve belki de üçte birinden çıkarırlar. Ağaçtan yoksun tarlalara da taze soğan, salata, maydanoz, dereotu, sarımsak, rengârenk turplar gibi satışı daimî olan şeylerden başka semizotu, ıspanak, taze bakla, fasulye, patlıcan gibi sebzeler dahi ekerek o kadar para kazanırlar ki, her sene ustaların birisi tasarruf mahsulü birçok para ile memleketi olan Görice’ye gider ve İstanbul’da kalan arkadaşının temettü hissesini de beraber götürüp ailesine teslim eder. Bahçıvanlığa zerre kadar vukufu olan ve işten anlayan adamlar için kiraya verilecek şeylerden olmayıp, kendisi işleyecek ve işletecek şeylerdir ama bu bahçenin sahibi erkek değil. Senede altmış lira kira ve evin sebze ve meyvesi bedava verilmek şartıyla kiralanmış.
Bu bahçenin sokak tarafına doğru ortalık yerde bir konak yavrusu. Haremde on altı, selamlıkta altı oda, birkaçar sofa, güzel bir hamam vesaire. Fakat bir hayli zamandan beri adamakıllı bir tamir görmemiş. Boyası tazelenmemiş. Onun için biraz harapça görünüyor. Hayır! Harap değil. Bina pek sağlam. Kerestenin, paranın bol zamanında yapılmış. Gayet sağlam ama gözlere öyle görünüyor. Hele içi pek mamur. Sonraki sahipleri tamir ve süslemede ehemmiyeti iç kısımlara veregeldiklerinden konağın içi hakikaten pek mamur. Hatta en evvelki inşasını süsleyen tepe camları, sofa sedirleri, yüklükler, çiçeklikler, raflar falanlar kaldırılarak binaya yeni binaların şekil ve sureti verilmeye gayret edilmiş. Gerçi bu gayretteki yanlışlık böyle şeyleri anlayanlara, bilenlere gizli olamaz ise de bu evin sahiplerinde o zevkler olmadığından evlerini alafranga yapmak istemişler ve bu arzu ile o canım eski mimari güzelliği yok etmişler.
Bu tahrip ederek yenileştirme gayreti mefruşatta dahi görülmüş. Eski divanlar, minderler kaldırılmış. Yerine köşeler, kanepeler, koltuklar, sandalyeler konulmuş. Yatak odaları, karyolalar, komodinler ve gece servisleri falanlar ile doldurulmuş. Aynalı dolaplar, lavabolar dahi unutulmamış. Alaturkadan tamamen çıkarılıp alafranga edilmiş vesselam. Yalnız binanın eski mimari usulde yapılmış olması hâlâ kaybolamayarak yeni benimsenen alafrangalık ile bu yeni usul arasındaki uygunsuzluk işin ehli olan kişilerin gözlerine batıp duruyor.
***
İşte düğünümüz bu konak içinde yapılıyor. Konakta oturan aile ile tanışıklık kuralım mı?
Plevne Muharebesi’nde esir olan Miralay Gazanfer Bey’in babası askerî kadılardan merhum Yusuf Kenan Bey işte konağı eski mimari usulden çıkarıp yeni usule koyan zattır. Konak ona da babası İstanbul payelilerinden merhum Saadettin Efendi tarafından miras olarak intikal etmişti. Galiba Sadettin Efendi bu konağı inşa ettiren olmayıp o da eski hâliyle satın almış da tamir ettirmiştir.
Plevne Muharebesi’nde esir olan Gazanfer Bey, Mekteb-i Harbiye’mizin bundan kırk beş sene evvel yetiştirmekte olduğu erkânıharbiyenin en güzidelerinden idi. Yani askerî ilimler ve sanayice tabii olarak zamanımıza nispetle eksik ve fakat matematik ilimlerince zamanımız derecesinde mükemmel ise de aslında ulemazade olmanın dahi pek büyük bir yardımı ile Arapça ve Farsçada nasibi büyük ve bu nedenle kitabet-i Osmaniyesi[2 - Kitabet-i Osmaniye: Osmanlıca kurallarına göre yazı yazma. (e.n.)] pek mükemmel idi. Karısı Dilşinas hayattadır. Bir Çerkez cariye olmak hasebiyle tahsil görmemiş bir ümmi ise de pek güzel terbiye görmüş bir hanımdır. Zaten maneviyatı düzgün, ahlakı da uygun olduğundan kendisini herkes sever. Güzellik ve cemal cihetiyle zamanında Havva kızlarının en namlılarından imiş. Ancak bilahare kocasının vefatından sonra o kahraman askerin yeis ve matemi bundan sonra hayatının yegâne mecrasını teşkil ettiğinden kırktan öteye geçmiş olan ömür senelerine bir de daimî matem acılığı eklenince biçare kadıncağız o gençlik güzelliğini ve letafetini büsbütün kaybetmiş. Hatta “Cami yıkıldı ise mihrap yerindedir.” sözünün de hükmü kalmamıştı.
Gazanfer Bey, Rusya muharebesinin başlarını teşkil eden Sırp muharebesine gitmezden biraz evvelce Dilşinas Hanım ile evlenmişti. Dilşinas Hanım cariye ise de askerî kadılardan birisinin evinde âdeta evlat gibi bir mevkide bulunduğundan Gazanfer Bey ile olan evliliği öyle cariye alım satımı yolunda olmamıştır. Çeyizi mükemmel şekilde hazırlanmış bir hanımı nikâhlama suretinde vukuya gelmiştir. Hatta konağın alafranga olarak tefrişi meselesi de bu münasebetle vuku bulmuştur.
Yeni evlenmiş bir adamın taze zevcesini bırakıp muharebeye gitmesi gerçi pek acı bir ayrılık sayılır. Lakin din ve millet yolunda vefat eden şehit, kalan gazi olmak müjdeleriyle müjdelenen bir Osmanlı askeri için bu ayrılıkların da hükmü olamaz, değil mi? Evet gözlerden boşalır, son kucaklaşmada yürekler göğüs kafesini paralayıp dışarıya fırlayacaklarmış gibi helecana gelir ama bunların hepsi insanlığa mahsus tabii hâllerden olup Müslümanlığa, Osmanlılığa mahsus olan manevi hâller karşısında bunların hiç hükmü kalmaz. Asker her durumda vazifesini ifaya gider.
Savaş meydanlarında dönüp dolaşan Gazanfer Bey nihayet Plevne’ye düşer. Şanca birkaç galibiyete üstün olan Plevne mağlubiyetinden sonra yirmi bin kadar silah arkadaşıyla beraber Rus esaretine maruz kalır. Bir hayli zamandan beri İstanbul ile kesilen haberleşmesi esaret hâlinde yeniden başlar. Biçare Dilşinas’ın şuna buna yazdırdığı mektupları okudukça “Haberleşme kavuşmanın yarısı gibidir.” hükmünün ne kadar doğru olduğunu o koca Gazi Gazanfer Bey anlayıp teslim eder. Ah ki sevgili zevcesinden gelen mektuplar onun kendi el yazısı değil. Kendi duygularının tercümesi değildi. O satırlar, o kelimeler Dilşinas’ın ruhundan çıkmamıştır. Ya birkaç para karşılığında arzuhâlcilerin veyahut komşu çocuklarından birisinin kaleminden dökülmüşler. Zavallı Dilşinas bunlara kadın tabirince “Aman çok diller dökünüz.” diyor ise de bunların dil dökmeleri kendi hislerinin tercümesine benzeyebilir mi?
Şu hâlin Gazanfer Bey’e tesirinin derecesini anlamak bizim için pek lazımdır. Zira kadın terbiyesi hakkında bizce hemen hemen genelleşmeye yaklaşmış olan fikir ve gayret bundan otuz sene önce bu kadar umumi değildi. Kızların yazıp okumaları, onların örtünme ve mahcubiyete mecbur olmaları hükmüyle henüz uyuşturulamıyordu. “Dostuna mektup mu yazacak?” itirazı henüz pek kuvvetli olup buna karşılık “Hayır! Kocasına mektup yazacak.” sözü bir miskince zaaftan kurtulamıyordu. Erkanıharbiyenin keskin zekâlılarından olmasıyla beraber Gazanfer Bey’in dahi kadınların eğitim gayretini beğenmeyenlerden olmasına isterseniz hayret ediniz. Bey her hâlde kızlara dinlerini, mezheplerini, İslami ve insani terbiyeyi öğretmek lüzumuna kanaatle beraber öyle eline kalemi aldığı gibi karşısındaki erkekleri durduracak mertebelerdeki kadın eğitimini bir türlü zihnine sığdıramıyordu. Ama şimdi, şu esaret hâlinde İstanbul’dan aldığı mektupların kendi zevcesinin sözü olmayıp ara yerdeki başka bir kâtibin sözleri olmasından müteessir olunca bu fikri değişti. Nasıl değişmesin ki, kendisi dahi yazacağı, yazdığı mektuplarında gönlünün her istediğini o kâğıda koyamayacak. Zira o sözleri doğrudan doğruya zevcesi okumayacak. Ara yerde bir ilgisiz okuyup Dilşinas Hanım o sözleri o yabancının ağzından işitecek.
İşte bu elim hâlin baskı ve zorlamasıyla Gazanfer Bey “Allah ile ahdim olsun ki kız evladım olursa mükemmel bir şekilde okutturup yazdırayım!” demişti. İşte sözün sırası geldi. Şimdi haber verelim ki Gazanfer Bey Sırp muharebesine gidinceye kadar evladı olmamıştı. Bazen vuku bulur ise de giderken zevcesini hamile bırakmak dahi vaki olmamıştı. Esaretten dönüşü üzerine sevgili Dilşinas’ı ile tekrar kavuştuğu zaman Cenabıhak, baba olmak saadetiyle dahi kendisini mesut edeceğini müjdelemiştir. Bir sene sonra Dilşinas Hanım’ın dünyaya bir kız getirmesi Gazanfer’in muradı hasıl olmuştur.
Zevcesi kız doğuranların erkek doğuranlar kadar memnun olmamaları hâlâ çok sık vuku bulan garip hâllerdendir. İki nevi evlat arasında bir fark aranacak olursa “hayırlı evlat” olmaları noktainazarından o fark hemen hemen de yoktur. Hatta biraz ince eleyip sık dokunacak olursa kız evladın erkekten faydalı olduğu bile meydana çıkar. Zira on beş on altı sene sonra babasına damat namıyla hazır yetişmiş koskocaman bir aslan getirecektir. Babayı “büyükbabalık” şeref ve saadetine erkek evlattan daha tez nail edecektir.
Bizim Gazanfer Bey dahi zevcesinin kız doğurmuş olmasına erkek doğurmuş olması hâlindeki sevineceği kadar sevinemedi ise de esaret hâlinde Allah ile ettiği ahit hatırına gelince memnuniyetinin noksan kalan ciheti de tamamlandı. Sevindi. Hemen günler geçtikçe sevinci artıyordu. Allah ile ettiği ahdi daima hatırlatsın diye kızının adını da Fatma Ahdiye koydu.
Kadın kısmına meram anlatmak biraz güç olur değil mi? Hele kadın Dilşinas Hanım gibi biraz da cahil olursa! “Ahdiye” ismini hiç kimsede işitmemiş olduğundan kadın bu ismi beğenmedi. Kocası bu ismin sır ve hikmetini anlattı. İlk defasında Dilşinas sesini kesti ise de kani olmamıştı. Koca ile karı arasında bu mesele defalarca tekrarlandı ve yenilendi. Her defasında da Gazanfer yeni izahlarla kızına Ahdiye ismini koymasının, mükemmel eğitim ve öğretimi için Allah ile etmiş olduğu ahdi hatırlatsın maksadına dayandığını Dilşinas’a anlatmaya mecbur oldu. Bin teessüf ki Gazanfer Bey bu kadar kuvvetli olan ahdini yerine getiremedi. Ahdiye’nin doğmasından bir sene sonra İstanbul’da çıkan bir kolera esnasında o zalim hastalıktan ölümü ile Dilşinas’ı dul, Ahdiye’yi yetim bıraktı.
***
İşte Keşkekçilerbaşı’ndaki konak yavrusu evde oturan aile ile tanışıklık kurduk. Bir ana ile kızdan, Dilşinas ile Ahdiye’den ibarettirler. Bir ihtiyar ayvaz ve mutfakta bir zenci aşçı ile yukarı hizmetinde kart bir Ermeni karısını da hesaba koyarsak beş nüfustan ibaret bir ev halkı ki o konak yavrusunun yalnız selamlık dairesini işgal edebilerek harem dairesini kiraya veriyorlardı. Bahçeyi kiralayan Arnavutlardan aldıkları ayda altı lira üzerine harem dairesinin kirası olan beş lirayı ekleyerek on bir liraya varan şu toplam üzerine bir miralay ailesine tahsis olunacak dul ve yetim maaşını da ilave edince bu aile pek güzel geçinirdi. 1315/1897 senesinde yazımıyla meşgul olduğumuz düğün vukuya geldiği zaman kiracıları çıkarmak lüzumu ileri sürülmüş ise de damat tarafı da uslu, akıllı adamlar olduklarından selamlığı teşkil eden altı odaya her hâlde sığışılacağı hesabıyla kiracıları çıkarmak lüzumu da bertaraf edilmiştir. Hem bu kiracıları ki sekiz on seneden beri ikamet ederek ve kirayı ödeme hususunda hiçbir güçlük göstermeyerek âdeta aileye katılmışçasına hoş geçiniliyor.
Evet! Gazanfer Bey ailesiyle tanışıklık kurduk. Ama bizim tanışmamız sırasında Ahdiye Hanım henüz beşikte idi. Bugünkü günde romanımızın kahramanı olan Ahdiye henüz bir yaşında! Bu tanışma kâfi midir? Beşikten gelin köşesine varışına kadar geçmiş olan on beş on altı seneyi birdenbire atlayıvermek caiz olamaz.
Çerkez inadı!.. Bunu bilenler bilir. Bilmeyenlere tarif için şu kadar diyebiliriz ki Çerkez’i inadından döndürmek bir Müslüman’ı dininden döndürmek kadar güçtür. “Ondan da ziyade güçtür.” dersek bile mübalağaya yormamalıdır. İşte Dilşinas Hanım kızının isminin Ahdiye olmasını hâlâ beğenmiyor. Hatta kızını bu ismi ile çağırmayıp daima Fatma diye sesleniyor ve hitap ediyordu. Kiracılar alışmışlar. Dilşinas “Fatma” dedikçe maksadın Ahdiye olduğunu anlarlar ise de biraz uzakça olan tanıdıklar daima şaşırıyorlar. Dilşinas Hanım bir Fatma’dan bahsettikçe ondan maksadının Ahdiye olduğunu birdenbire anlayamayarak bazı açıklama isteyenleri bile oluyor.
Lakin kocasının Allah ile ettiği ahit dahi Dilşinas nezdinde böyle bir Çerkez inadı ile karşılanmıştı. Hiç o sevgili koca Hak Teala Hazretleri’yle bir ahit eder ve o ahit miras olarak Dilşinas’a geçer de Dilşinas o ahdi ifa etmez olur mu? Kendisi ümmi, esasen o dahi kızların eğitim ve öğretimine karşı ama işin içinde kocasının ahdi vardı. Zaten kocası bazı sohbetler arasında “Dilşinas şayet ömrüm vefa etmez de bir emrihak vaki olursa sana en büyük vasiyetim Ahdiye’nin okuyup yazdırılmasıdır.” demiş! Artık anlaşılıyor ya? Kızının eğitim ve öğretimi Dilşinas için ilahi emir derecesinde bir mecburiyet hasıl etmiş. Kız büyüyor. O büyüdükçe Dilşinas’ın mecburiyeti de büyüyor.
Fakat o zamanlar kız evlatlarının eğitim ve öğretimi için vasıtalar bugünkü kadar ne çok ne mükemmel! Ahdiye’nin ise bu dünyada bir validesinden başka hiç kimsesi yoktu. Ne amca ne dayı ne hala ne teyze! Bereket versin ki harem tarafında oturan kiracı ailenin de öğretim gören bir kızı var. Remziye Hanım. Çocuklar henüz altışar yedişer yaşlarında iken iki kız kardeş gibi civarda en yakın olan ve erkek ile kız çocuklar karışık olarak eğitim ve öğretim veren bir mektebe devam ediyorlar.
Kızlar on bir on iki yaşlarına kadar bu mektebe devam ettiler. Yeni eğitim usulünün bahşettiği kolaylıklar sayesinde okudular, yazdılar. Birkaç hatimden başka Kur’an tecvidinin usulünü de öğrendiler. Dört işlem derecesinde hesap bile yaptılar ise de bölme işlemine bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Coğrafyayı da duvarda asılı olan bir harita üzerindeki isimleri okumak derecesinde gördüler. Ha bakınız ilmihâli pek güzel öğrendiler. Dinin farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini, müstehaplarını, haramı, mekruhu her şeyi pek mükemmel öğrendiler. Hem de tahsilin bu cihetinde Dilşinas Hanım’ın büyük bir yardımı oldu. Hanımın ümmiliğine bakarak buna şaşırdınız mı? Hiç şaşılacak yeri yok. Dilşinas için yegâne ilim bundan ibaret olup kendisi de öğrenmek istiyor. Her akşam “Ey Fatma! Söyle bakayım bugün ilmihâlden ne öğrendin? Ben de öğrenmek istiyorum kızım!” diye Ahdiye’yi önüne oturtur, söyletir, dinler. Dinlediği şeyleri beller de. Şayet anlayamadığı, belleyemediği yerler varsa başka vakitler tekrar sorar. Mutlaka öğrenir. İşte bu hasbihâl, dersleri Ahdiye’ye de mükemmelen belletir. Malum ya, insan, okuduğu zaman tamamıyla belleyemediği şeyleri sonradan kendisi başkalarına okuttuğu zaman anlar, beller.
Kızların on bir on iki yaşlarına kadar bu mektebe devam ettiklerini haber verdik; ya ondan sonra? Gerçi kiracı aile “Başörtüsü ile gidebilirler.” görüşünde bulundu ise de Dilşinas Hanım bu görüşlere gelemiyor. Onun nazarında on bir on iki yaşındaki kızlar âdeta kadındırlar. Hem asıl mesele bunda değil; tahsilin bundan ilerisi o gittikleri mektepte de yok. Bazı eş dost “Kızların gittiği Darülmuallimat’a verilmeli.” diyorlar.
Darülmuallimat’a mı? Allah esirgesin. Dilşinas’ın Darülmuallimat’a giden kızlar hakkındaki bakışı pek fena! Birçok zevzeğin bilerek bilmeyerek Darülmuallimat talebelerinin serbestlikleri, açık saçıklıkları daha bilmem neleri neleri hakkında söyledikleri masallara Dilşinas Hanım tamamıyla gerçektir diye inanmış. Hiç kızını Darülmuallimat’a gönderir mi? Hatta harem dairesindeki kiracılara bile göndertir mi?
Ahdiye’nin kütüphanesini hemen tamamıyla Muhammediyeler, Ahmediyeler, Battalgaziler filanlar teşkil ediyordu. Yeni romanlar oraya girmek şöyle dursun Âşık Garipler, Şah İsmailler, Keremler bile girmiyor. Vaktiyle bir kere Dilşinas Hanım bunlardan birisini okudukları zaman dinlemiş, âşık bilmem kimin rüyada aşk kadehinden içtiğini duyarak Türkçesinin de zayıflığından dolayı anlayamayıp kadınlardan izah istediği zaman “Rüyasında âşık olduğu kızı görmüş de can ve gönülden âşık olmuş.” cevabını aldığı zaman bu hikâyeler hakkındaki ilk husumetini peyda etmişti. Hikâyenin daha ilerilerinde âşık ile maşukun sazlarla müşaare ettiklerini[3 - Müşaare etmek: Karşılıklı olarak şiir söylemek. (e.n.)] görüp işittiği zaman kendisi bile dinlemeye tahammül edememişti. Bunları kızına nasıl okutsun? Kocakarı masallarında böyle aşka, muhabbete dair olan bahisler bile Dilşinas’ı rahatsız ediyordu. Ahdiye’nin kütüphanesindeki kitaplar arasında okutup dinlemekten validesinin en ziyade lezzet aldığı kitap Eyüp Sabri Paşa merhumun Mahmudü’s-Siyer adlı kitabı idi. Hazret-i Resul-i Ekrem’in siyer-i şerifesine dair olan bu kitabı Ahdiye’ye birkaç defa okutmuş ve birçok yerini de ağlayarak dinlemiştir.
İlk mektepten çıktıktan sonra pek de uzak olmayan komşulardan Hoca Abdüllatif Efendi namında bir zat bulundu. Zaten büyük bir mektebin Arapça ve Farsça muallimi olan bu ihtiyar adam ziyadesiyle de güzel ahlak sahibi olduğundan epeyce hatırı sayılır bir ücret karşılığında haftada üç gün iki kıza ders vermeye tayin edildi. Belirlenen gecelerde gelir, başları örtülü olan çocuklara Arapçadan ve Farsçadan birer ders verirdi. İşte Ahdiye’nin lisanca olduğu gibi fikirce de gelişmesini sağlayan ders ve öğrenim bu olmuştur.
Validesinin başvurduğu engellemelerin Ahdiye’yi yeni eserler okumaktan kesin olarak mahrum bıraktığını zanneder misiniz? Ahdiye fıtraten zeki bir kızdır. Hem de bir “içli kız”dır. Arkadaşı Remziye, zekâda kendi derecesinde değil ise de cüret ve cesarette kendisinden bile üstündür. Özellikle ki Remziye, Ahdiye kadar baskı altında olmadığından yeni eserleri birer birer edinmekten nefsini mahrum etmiyor. Bu yeni yeni eserlerin akla, imkâna muvafık olan hikâyelerini dinlemekten ailesi dahi lezzet alıyor. Ahdiye bu lezzete iştirak ediyor ama kendilerinin oturdukları selamlık dairesinde değil. Oraya bu yolda eserlerin girmesi katiyen yasak. Kiracıların oturdukları harem dairesinde okuyor. Dilşinas Hanım’dan bu işi gizli tutuyorlar. O kadar gizli ki bazen komşuları yanına geldiği zaman o kitapları görmüyor bile.
Bu hâlde validesi tarafından konulmak istenen yasağın, Ahdiye hakkında pek hayırlı olmuş bulunduğuna şüphe etmezsiniz. Yalnız Remziye’nin nail olduğu müsaade dâhilinde yetişmiş olsa idi Müslümanlığa dair olan terbiyeden mahrum kalarak sırf yeni fikirler içinde yetişmiş olurdu. Yeni fikirler içinde! Anlıyor musunuz? Bunu pek iyi anlamanızı arzu ediyoruz. O yeni fikirlerin en aşağı dereceleri bile bazı müşkülpesentleri hakkıyla düşündürmektedir. Hâlbuki yeni fikirlerin yüksek dereceleri o kadar müthiştir ki o derecelere varanlara “Müslüman” demek yalnız “Müslüman’ım” diye ikrarlarından dolayı mümkün olabilip tasdikleri araştırılacak olursa hiç de mümkün olamayacağı görülür. “Allah korusun Hristiyanlaşmışlar!” mı diyeceğiz?.. O yeni fikirlerde Hristiyanlık dahi yoktur. Fikirleri o dereceye kadar genişleyince Hristiyanlık dahi kalmaz. Bunlara “Avrupalı” demek belki caiz olabilecek ise de sözün doğrusunu söyleyelim ki fikrî gelişmenin o derecesi, Avrupa’da güzel ahlak gayretinde bulunanlar nezdinde de hoş karşılanmamaktadır. Hikâyemizin ilerilerinde bunlardan da bir numuneyi görerek şurada hâllerini tasvir ettiğimiz Ahdiye ile farklarını karşılaştırabileceğiz. Bizim Ahdiye, yeniyi, eskiyi meczederek hakikaten mükemmel bir talim ve terbiye dâhilinde yetişmiş bir kız oluyordu. El hüneri olarak biçip dikmek ve nakış ve dantel yapmak derecelerini buldu. Yalnız müzikten bütünüyle mahrum kaldı. İnatçı Çerkez yanında müziğin şeytan sesi olduğu itikadı öyle yerleşmiş ki kerpetenler ile söküp çıkarmak mümkün değil.
***
İşte 1897 senesinde Keşkekçilerbaşı’ndaki konak yavrusu hanede vukuya geldiğini hikâyeye başladığımız düğün bu Dilşinas Hanım’ın kızı yani bu Ahdiye Hanım’ın düğünüdür.
“Kime veriliyor?” mu diyeceksiniz?
Hikâyenin bu ciheti şu kısmımızdan başka kısımlara aittir. Yeri gelmeden bir bahsi diğerine katmak hikâyenin tadını kaçırır. Zaten düğün esnasında şunun bunun ağzından buna dair bazı sözler işiteceğiz.
Bir çarşamba akşamını bir perşembe sabahına ulaştıran gece Ahdiye Hanım’ın kına gecesi oldu. Hariçten çalgı getirmek, hele çengi oynatmak gibi şeyler Dilşinas Hanım’ın hanesine sığar mı?
Çalgısız çağanasız düğün de olmaz. Artık Dilşinas’ın itirazlarına bakılmayarak bir kibar komşudan güzel bir piyano getirildi. Yine komşu hanımların utları, kemanları, yalnız birisinin mandolini ve birkaçının tefleri saz takımını teşkil etti. Dilşinas Hanım böyle bir sevinç gününde para sarf edemeyecek kadar fakir değil. Ahdiye’nin yetimliği, çocukluğu müddetinde ailenin asıl serveti eksilmek şöyle dursun Dilşinas’ın iktisat ve tasarrufu neticesiyle arttıkça artmış bile. Bunun üzerine kına gecesi için uzaklardan davet edilmiş olan hanımlara yemekler verildi. Geceye mahsus olacak meyve tepsileri pek mükellef ve mükemmel surette hazırlandı. Şerbetlere, şekerlemelere, pastalara, dondurmalara varıncaya kadar her şey düşünüldü. Yatsı namazını kılacak olanlar kıldıktan sonra fasla başlandı. Her biri bir başka ustadan meşk etmiş bulunan ve hemen hiçbirisi tarafından müzik usulüne riayet vazifesi düşünülmemiş olan hanımlar beş altı saz birden fasıl ettikleri zaman müzikte istenilen birlik ve duraklamalardaki düzen hususunda büyük kusurlar ediyorlar idiyse de müziğin inceliklerine vâkıf hanımların azlığı hasebiyle işbu usulsüzlüğün kimse farkında olmuyordu. Piyanonun diyapazonları ile sazların diyapazonları arasında akort hasıl edebilmek bu hanımların işi olabilir mi? Bu hâlde ince sazların piyanoya refakat edebilmeleri ihtimalin haricine çıktı. Piyanistler sırayla ayrı çalıyorlar. Bazılarının ustaları, parmakları bozulmasın diye!.. Alaturka hiçbir şey öğretmemişler. Alafranga marşlar, polkalar, valslar çalıyorlar. Hatta bazı ustaları opera ve operetlerin en kolay parçalarını da çalabiliyorlar. Ama usul denilen şey alafrangada da var. Buna ne kadar riayet ettiklerini ve falsolarının azlığını çokluğunu kim fark edecek? Mevcut hanımların hemen hepsi nezdinde alafranga müzik, bir gürültüden ibaret olmak üzere telakki ediliyor.
Bazı taze kızlar ve hemen kızlar kadar taze kadınlar dans hevesini gösterdiler. Dilşinas Hanım’ın itirazlarına artık kim bakar? Bizim eski alaturka danslarımız, hanımlar nezdinde dahi utanmaya layık görülmeye başlandı ise de alafranga danslar gereği gibi moda hükmünü almışlardır. Hele polkalar epeyce umumileştiler. Lakin piyanistlerden bazılarının çaldıkları polka havalarına dansçı hanımlar ayak uyduramamaya başladılar. Kabahatin çalanlarda mı oynayanlarda mı olduğuna dair ortaya çıkan tartışmayı çaldığı polkanın tempolarını doğru çalabilen bir iki hanım halledebildiler. Bunlar çaldıkları zaman oynayanlar âdeta gereği gibi doğru oynuyorlardı.
Gece ilerledikçe alaturka dans etmek hevesleri de arttı. Oynamaları rica olunan hanımlar ziyadesiyle nazlandılar ise de bazı yaşlıca hanımlar tarafından da teşvike mazhar olunca mahcubiyeti bir tarafa attılar. Bu defa dahi alaturka müziğin usulündeki itinasızlık bunların dansına mâni oluyordu. Yörük semai usulüyle dansa alışmış olan hanımlar aksak usulüyle dans edemiyorlar. Zaten sazlar da bu usulün hakkını veremiyorlar. Bir tartışma da bu yüzden meydana geldi. Her taraftan lafa karıştılar. Nihayet en yaşlı hanımlardan birisi “Sazları bırakınız. Ses ile okuyarak ve el çırparak oynansın.” deyince alaturka dans da bu suretle düzeltilmiş oldu.
Bununla birlikte pek güzel eğleniliyordu. Hele bazı hanım kızlar Peruz gibi, Eleni gibi tiyatrolarda okudukları kantolar ile erkeklerden ziyade kadınlar arasında şöhret kazanmış olan aktrisleri pek güzel taklit etmiş olduklarını bu gece ispat ettiler. Zavallı Dilşinas Hanım hiddetinden terler döküyor ise de kime meram anlatacak? Damadın validesi makamına geçen kırklık, kırk beşlik Zeliha Hanım ile biraz dertleşecek olduysa da hanımı kendi fikrine çekemeyeceğini görüp buna da haylice üzüldü. Hâlbuki taze kızlar yalnız o kantoları belki de o aktrislerden daha güzel okumak suretiyle değil bazı kantolara mahsus olan dansları icra suretiyle dahi maharetlerini sergilemeye gayret ediyorlar. Bu maharetler pek beğenildi. Alkışlandılar. Gece yarısından sonraya kadar müsamere devam etti. O kadar eğlenildi ki ertesi gün yüz yazısı olmasa idi eğlencede sabaha kadar devam olunacaktı da kimse şikâyet etmeyecekti. Bulunsa bulunsa bu eğlencelerden yalnız bir şikâyetçi bulunabilirdi ki o da Dilşinas Hanım olurdu. Sıradan bir müziği bile havsalasına sığdıramayan bu kadıncağız ne alaturka ne alafranga dansları hiç zihnine sığdıramıyor. Hele o tiyatro kızlarını takliden o kantoları bütün bütün edep dairesinin dışında buluyor. Kimseye meram anlatamayacağını bildiği cihetle sükût ediyor ise de içinde ateş dereleri çağlıyor.
Acaba Dilşinas Hanım bu nefretinden dolayı haklı görülebilir mi?
Kimsenin fikrine itiraz olunamaz. Fikrinden dolayı kimse ayıplanamaz. İşte başkalarına mâni olmuyor ya? Bununla yetinmeli. Şu kadar ki böyle şeylerde Dilşinas Hanım görgülü bir kadın olsa idi de başka emsali ile bu kına gecesini mukayese etse idi bunu en ehven, hakikaten kibarca bir cemiyet olmak üzere telakki ederdi. Bu mukayese için iki makisun aleyh[4 - Makisun aleyh: Kendisine kıyas yapılan, hakkında kanun metninde hüküm bulunan. (e.n.)] bulurdu. Birisi eski zaman kına geceleri, diğeri de yeni zaman.
Eski zaman kına gecelerinde “çengi” denilen rezil topluluğun “oyun çıkarmak” tabiriyle komedya yollu yaptıkları şeyler, seyretmesinden hakikaten hayâ edilecek rezaletlerdi. Çocuk olduğumuz hâlde hatırlarımızdan bir türlü çıkamaz. Çenginin birisi erkek kıyafetine girer, dudakları üzerine bir de bıyık resmeder. Yine kendilerinden kızlar, kadınlar ile o kadar rezaletler yapar idi ki o zamanın perdelerinde Karagöz’ün rezaletlerini de geçerdi.
Yeni zamanın bazı kına gecelerini hiç sormayınız. Hele birtakım erkek çalgısı da olursa var ya! Hele kına gecesi esasen kadınlara mahsus olmak üzere tertip olunmuş bulunduğu hâlde hısımdan, akrabadan, konudan komşudan bazı delikanlılar dahi ancak uzaktan(!) dinlemek için selamlık tarafında bulunurlar ise var ya! Bunların bazıları hakkında kulaklarımıza o kadar sesler gelmiştir ki ne bilelim ama yalnız Müslüman değil gayrimüslim düğünlerinde dahi hâllerin o türlüleri yakıştırılmaz. “Yeni fikirli” ve “yeni terbiyeli” hani ya şu “alafranga” kızlar! Daha evvelce bu kızlardan oldukları hâlde bilahare kadın olmuş bulunan alafranga hanımlar! Bunların özgürce serbestliklerin hakkıyla tasviri işinde Hüseyin Rahmi’nin o kuvvetli kalemi bile aciz kalır.
İşte bu eski ve yeni kına gecelerine kıyasen bu akşamki kına gecesi hakikaten Osmanlıca ve edeplice bir kına gecesi olmuş ve herkes pek güzel eğlenmiş olduğundan ne serbestliğin ifratından ne de taassubun tefritinden dolayı gerçekten ayıplanacak hiçbir şey görülmemiştir. İşte bunun için dedik ki ertesi gün yüz yazısı olmasa idi eğlence sabahlara kadar devam edecekti de kimse şikâyet etmeyecekti. Nasıl şikâyet olunabilir ki, gece yarısına doğru çocuklar uyumuşlardı. Bu gibi kadın cemiyetlerini haşarılıklarıyla bıktıran o minimini yaramazlar birer tarafa büzülüp gürültüleri, patırtıları ortadan kalkmıştı. Lakin yarının yüz yazısı olması gece yarısından biraz sonraca eğlenceye son verdi. Gece yatısına davetli olmayan yakın komşular çekildiler. Konak yavrusu ev geniş olduğu için gece yatısına kalacak olan hanımlar bazı kına gecelerinde olduğu gibi enine serilmiş olan yataklara üçü dördü bir yerde yatırılmak mecburiyeti bu kına gecesinde görülmedi. Kiracı hanımlarla Dilşinas Hanım’ın yatak takımları zaten lüzumundan fazla oldukları gibi eşten dosttan dahi yardımla misafirler pek çok rahat yatırıldılar…
***
İnsan alıştığı yataktan başka yerde yatarsa yerini yadırgar. Hele her zamanki uyku zamanı geçerse yerini yadırgamaktan ziyade uykusu gecikir. Bunu herkes böylece tecrübe etmiştir. Değil mi? Bu gece şu hâl uzacık yerlerden davet edilmiş ve çağrılmış bulunan bu misafir hanımlar nezdinde de vaki oldu. Bazı odalara serpilmiş olan üçer dörder yatak içindeki hanımlar epeyce yuvarlanıp çabaladıkları ve uykuyu almak için gereği gibi çalıştıkları hâlde o tatlı uykuyu bir türlü çekemiyorlardı. Bazıları karanlıkta uyumaya alışkın olduklarından yanmakta bulunan gece kandilinden rahatsız olurlar idiyse de kendi evlerindeki hükümleri burada geçmez ki o rahatsızlığı gideriversinler.
Şimdi aradan beş on dakika sükût ile geçtikten sonra iki yataktaki hanımın yataklarının kenarına kadar gelerek güya diğerlerini rahatsız etmeksizin konuşabilmek ihtiyaçları baş gösterdi. Hatta “diğerleri” dediğimiz zevat dahi yavaş yavaş bu yolda sohbetler teşkil etmeye koyuldular. İşte bu suretle beş altı odanın beş altısında da hususi konuşmalar gelişti.
Bu beş altı odadaki sohbeti aynen kaydetmeye ve zapt etmeye imkân olsa da lüzum yoktur. Bunlardan bazı mühimce olanlarını aktarmakla yetineceğiz:
Bir odanın iki yatağı arasında cereyan eden sözler şöyle eğlenildiği, böyle hoşlanıldığı vadilerini geçtikten sonra iki hanımdan birisinin “Hepsi güzel ama rivayete göre damat Nurullah Bey pek mükemmel tahsil görmüş imiş. Müziği ile resmi ile bir tahsil ki âdeta Avrupalı. Zavallı Ahdiye pek iyi bir kız ise de tahsil ve terbiye cihetinden Nurullah Bey’e denk sayılmıyor. Birisi pek alafranga, öteki pek alaturka. Dilşinas Hanım’ı bilmez miyiz! Onun kızı!..” tarzındaki düşüncesine diğer hanım “Gerçi orası öyle. Şu kadar ki Ahdiye boylu boslu, kaşlı gözlü gayet güzel bir kızdır. Beğenmemek mümkün müdür?” yollu karşılık vermiştir.
Diğer bir odada iki yatak arasında:
“Bence şu kız şu oğlan birbirine pek layık iseler de Dilşinas Hanım’ın damadı Nurullah Bey’den hoşlanacağını pek de ümit edemem. Zira Dilşinas Hanım alafranganın gayet düşmanı olup damadın ise tamamıyla alafranga bir adam olduğunu söylüyorlar. Her söylenene inanılmaz ise de!..”
“Ah! Arkadaşım! İş tamamıyla bunun aksinedir. Nurullah gerçi pek mükemmel talim ve terbiye görmüş delikanlı ise de kadınlar hakkındaki tecrübesi gereğince öyle pek alafranga ailelerden hoşlanmıyormuş.”
yollu bir konuşma cereyan ederek Nurullah Bey’in Ahdiye’yi beğenmesi alafranga namıyla alaturkayı bütün bütün unutmuş, âdeta Frenkleşmiş olan ailelerden hoşlanmadığından kaynaklandığı anlaşılıyordu.
Keza bir diğer odada da üç hanım arasında cereyan eden sohbette, birisinin “Dilşinas Hanım’ın hâl ve vakti yolunda, hem de gereği gibi yolunda ise de Nurullah Bey henüz bir baltaya sap olmamıştır.” yollu düşüncesine ikincisi “Fakat babası hiç de züğürt değildir. Kazancıyla pek güzel geçinir. Kirli çıkı bir adamdır.” diye karşılık vermiş ise de bu karşılık hüküm götüremeyip üçüncüsünün “Zenginlik başka, zengin olmaya namzet olmak yine başkadır. Bir genç adamın zenginliğine hiç itibar etmemeli. Servetini sefahat yolunda mahvedebilir. Asıl talim ve terbiyesine bakmalı ki züğürt dahi olsa muhtaç olduğu serveti kendisi kazanabilir. İşittiğime göre Nurullah Bey hukuk mektebinden ikincilik ile çıkmıştır. Böyle bir delikanlı adli mahkemelerde en büyük memuriyetlere namzet olup hiç memuriyete geçmeyerek yalnız vekâlet edecek olsa bile yine büyük büyük paralar kazanabilir.” yollu verdiği izahat diğer ikisini de ikna edebilecek hakikatlerden sayıldı. İnsanların iyimserlik fıtratından ziyade kötümserlik fıtratıyla yaratılmış olduklarına nazaran şu konuşmaları yapan hanımların en terbiyeli, en iyi niyetli zevattan olduklarına şüphe kalmaz. Zira konuşmalardan çıkan neticeler gelin ve damadın aleyhlerine olmaktan ziyade lehlerine olmak üzere kabul olunabilir. Yalnız bir odadaki konuşma bu kabulün dışına çıkacak bir surette vukuya gelmiştir. Konuşmanın başlangıcı yine Nurullah ile Ahdiye’nin birbirine liyakatleri ve liyakatsizlikleri hakkında baş gösterip sonlarında gayet zeki, meraklı, âlemin hâllerinden haberdar olmak iddiasında bulunan bir hanım “Kardeşler! Sizin bilmediğiniz şeyleri de ben biliyorum. Ahdiye ve Nurullah birbirine layık olsunlar, olmasınlar. İş bunda değildir. Bu işin içinde başka başka bir roman vardır. Âdeta bir roman! O romanın aşk ve muhabbet cihetinden bir kahramanı Nurullah ise de öteki kahramanı Ahdiye değildir. Ondan başka birisidir. Eğer benim bildiklerimi Dilşinas Hanım bilse idi mümkün değil Ahdiye’nin Nurullah ile nikâhına razı olmazdı. O meraklı kadın bilahare kızının başını ateşlere yakmak hususunda zerre kadar bir ihtimalden ürkek. Şu dünyada bir Ahdiye!” sözlerini meydana koyunca muhatap hanımları bir hayret bürüdü. Bildiği ne gibi şeyler olduğunu hiç olmazsa biraz çıtlatması diğer hanımlar tarafından ne kadar rica edildi ise de bilgiç hanım mümkün değil hiçbir şey çıtlatmadı. Bir kadının sır saklama hususunda bu kadar sebat edebilmesi mümkün müdür? Kadın kısmının ağzında bakla ıslanmayacağını pek iyi bilen diğer muhatap hanımlar bilgiç hanımın bu ısrarını görünce zahiren bir şey diyemediler ise de içlerinden bu hanımın âdeta bilgiçlik tasladığı, yani yalancıktan bir balgam attığına hükmederek konuşmalarını yavaş yavaş sükûta vardırdılar.
***
Doğuşu ve batışı ile perşembe gününün hududunu tayin edecek güneş epeyce bir vakitten beri doğmuştu. Perşembe günü, Ahdiye’nin yüz yazısı günü gelmişti. Kına gecesi meşgalesiyle geç uyumuş olan düğün halkı pek erken kalkabilirler mi? En gayretlilerinden birkaç hanım kalktılar. Diğer birkaçını daha kaldırmaya lüzum ve mecburiyet gördüler. Zira gelinin tuvaleti icra olunacak.
Büyücek bir oda usulünce kahve odası tutulmuştu. Uykudan kalkanlar birer ikişer bu odaya geliyorlardı. Biraz sonra odada hayli cemaat peyda oldu. Gelenlere takdim olunacak şey yalnız kahveden ibaret değildi. Çay, tereyağı, birkaç türlü peynir, zeytin, süt, birkaç türlü reçel hep şu sabah kahvesi genel adı altında anılan hazırlığın tamamlayıcı unsurlarındandı. Hanımların medeni mertebelerine göre her biri istediği şeyi ya emredip getirtiyor yahut kendisi alıp yiyordu.
Sabahın ilk sohbetlerini teşkil eden sözlerin geceki kına gecesi eğlencelerinin olması tabiidir. Şöyle eğlenildiğine böyle eğlenildiğine dair sözler ki müziklere, danslara dair eleştirilere kadar da varılıyor. Bazı hanımlar gerek müziğin ve gerek dansın alaturkasını ve diğer bazıları ise alafrangasını sevdiklerinden bahsediyorlar. Birisini sevenler, diğerini hiç sevmiyorlar, yeriyorlar. Ama sözün doğrusu hanımların çoğu ne sevdiklerini bilerek seviyorlar ne sevmediklerini bilerek sevmiyorlar. Yalnız bir iki tanesi vardı ki sevdiğini ve sevmediğini bilerek seviyor veyahut sevmiyor. Şu kadar ki müzik ve dansın gerek alaturkasını ve gerek alafrangasını sevmek veyahut sevmemek için her şeyden önce bunların hakkıyla icrasına lüzum gösteriyorlar ki asıl en doğru sözün bu söz olduğuna şüphe edilemez. Öyle değil mi ya? Bir şey alaturka olsun alafranga olsun fena icra olunduğu hâlde elbette sevilmez. İyi icra olunduğu hâlde elbette sevilir. Gariptir ki sevmek hususunda reylerin çoğunu kazananlar ise kantolar oluyorlar. Kantoları sevmeyen hemen hiç yok. Sevdiklerinin sebeplerinden bahsetmiyorlar ise de kadın ve erkek okuyucularımız pekâlâ anlarlar ki alafranga taraftarı olanlar bunları alafrangaya benzeterek sevdikleri gibi alaturka taraftarı olanlar dahi bunları alaturkaya benzeterek seviyorlar. İşin aslı bunlar ne alafrangadırlar ne de alaturka!.. Müziklerdir vesselam!.. Şen müziklerdir, kolay müziklerdir. Bu şenlikleriyle, bu kolaylıklarıyla elbette hoşa giderler. Ağır ve güç müzikleri beğenip hoşlanmak kudret ve istidadı herkeste bulunabilir mi? Müzik dahi edebiyat gibidir, edebiyatın mizah kısmı pek kolay, pek şen olduğundan herkes anlar, herkes beğenir. Fakat iş yüksek edebiyata gelince!.. Anlayanların adedi azala azala acizane hiç de beğenilecek şeylerden sayılmaz.
Kahve odasında sabah kahvesi sohbeti şu surette başlayıp bir hayli devam dahi ettikten sonra sohbet âdeta bir müzakere suretine dönüşmeye başladı. Gelini kim giydirecek? Hanımlardan birisi “Keşke bir kadın terzi getirseydik.” diyecek olduysa da diğer hanımlar ve özellikle en şık hanımlar “A canım! Kadın terzi elbise dikmesini bilir. Ama giydirmesini bilir mi? Fakir kadınlar, kızlar kendileri ne zaman, ne giymişler ki giyinmesini bilsinler? Provalarda bin türlü kusurlarını bularak uzun uzadıya tariflerle düzelttirmeyecek olsak elbisemizi dikemeyecekler de. Gelini giydirmek bizim işimiz!” diye bu temenniyi reddettiler. Hem de hakkıyla reddettiler. Avrupa’da dahi en büyük kadın terziler bile “elegante” bir madam kadar giyinmesini bilmezler. Giyinmek hüneri asıl tiyatro artistlerinde bulunur ise de bunlara dahi giyinme dersi verecek madamlar hiç de nadir değildir. Hele bizim burada görüşleri dinlenmeye değer olacak kadın terzilerimiz yok hükmündedirler. Buna karşılık giyinmesini pekâlâ bilen hanımlarımızın miktarı çok ve hem de pek çok olduğundan Ahdiye’yi giydirmek için kadın terziye ihtiyaç göstermeyen hanımların şu davaları kendini beğenmişliğe yorulamaz.
Tazelerden, şıklardan beş altı hanım, gelin giydirmeye ayrıldıkları sırada epeyce yaşlılardan iki üç hanım da çeyiz sergisini düzeltmeye ayrılmışlardı. Gerçi daha pazartesi ve salı günleri Dilşinas Hanım birkaç ahbabına danışıp yardım alarak gelin odasını, yatak odasını tanzim etmiş ve gecelik takımını şuraya ve paçalık takımını buraya, hasılı her şeyi yerli yerine koymuş ve koydurmuş idiyse de görgüleri kendisinden ve danıştıklarından daha pek çok ziyade olan o iki üç hanım bunlarda bir hayli kusur bulduklarından ve buldukları kusurları diğer zevkli hanımlara da tasdik ettirdiklerinden çeyiz sergisinde şöyle bir düzeltmeye gerçekten lüzum olduğuna âdeta oy birliğiyle hükmolunmuştu. İşte bu iki üç hanım çeyiz yerleştirilmesini düzeltmeye gittikten sonra gelin giydirmeye seçilen hanımlar dahi yerlerinden davrandılar.
***
Çeyiz yerleştirmek kolay ama gelin giydirmek o kadar kolay mı ya? Bu iş hemen hemen güzel sanatlardan sayılır. Hele ince zevk denilen hakem dahi buna karışır ki güzel sanatlardan sayılan müşkülatı bu ince zevk meselesi tamamıyla arttırır. Özellikle de iş yalnız bir iki görüşe bırakılmayıp da altı yedi görüş işe karışacak olurlarsa müşkülat daha başka bir suret kazanır. Her görüş maksada uygun olabilir mi? Farklı görüşlerden yalnız birisi maksada uygun olmak ve diğerleri maksada aykırı kısmında kalmak tabii hâllerdendir. Fakat görüşünde isabet görülmeyen hanımların görüşleri nasıl reddedilecek? Birisini bile darıltmak kadın nezaketine sığmaz.
İşte biçare Ahdiye bu farklı görüşler içine kendisini kaptı koyuverdi. Sanki bir manken imiş de kendisinin ağzı dili yokmuş!.. Kendisini giydirecek olanlar ne derlerse uymaya mecbur imiş gibi tam bir teslimiyet!..
Zaman her şeyi değiştirdiği ve dönüştürdüğü gibi şu gelin giydirmek meselesini dahi o kadar değiştirmiştir ki büyükbabalarımızın valideleri veyahut kaynanaları bugün gelip de gelin giydirilmesini görecek olsalar başka bir milletten gelin giydiriyorlar zannına düşerler. Bir zaman gelinlerin yüzlerini yazarlardı. “Yüz yazısı” namıyla bu işlerin bugün ismi kalmış ise de cismi bütünüyle ortadan kalkmış değildir. İstanbul’a pek yakın yerlerde, mesela Çanakkale gibi İstanbul’un bir mahallesi kadar olan yerlerde bile hâlâ gelinlerin yüzlerini yazarlar.
Bu “yüz yazma”nın ne olduğunu bilir misiniz? Bilmez iseniz dahi tekdir olunmazsınız. Taşralıların hâllerine vâkıf olanlar bilirler. Efendim! Evvela gelinin yüzünü yolarlar. Ne o? Şaşırdınız ha? Siz şaşıradurunuz, biz hikâyeye devam edelim. Evet! Evvela gelinin yüzünü yolarlar. Hani ya şu deri üzerinde ayva tüyleri yok mu? Hani ya cildin en güzel süsü ki ışığa karşı peyda ettiği vaziyetler ile her kıl üzerinde hemen mikroskobik denecek kadar hafif rengârenk gölgeler oluşturan ince tüyler! İşte onları yolarlar. Bunun için şeker veyahut pekmezi kestirip akide şekerinin mayası demek olan ağdayı vücuda getirirler. Sonra bu ağdayı yüzün derisi üzerine yapıştırıp kılları güzelce sarsın diye biraz zaman terk olunduktan sonra bir ucundan çekip çatır çatır koparırlar. Bunun ne acı veren bir iş olduğunu, o acıyı çekmiş olanlardan başka kimse bilemez. Ağda yüzden koparıldığı zaman o güzelim ayva tüyleri, ağdaya yapışmış olarak koparılan kökleri ağda üzerinde ayan beyan görülürler. Gerdandan baş saçları hizalarına kadar yüzün her tarafına birçok defalar bu belalı sakız yapıştırıla yapıştırıla yüz tamamıyla yolunduktan sonra derisi tıpkı tefler üzerine gerilmiş kursaklar gibi parıl parıl parlar.
İşte yüz bu suretle yolunduktan sonra üzerine bir kat beyaz düzgün ve onun üzerine de bir kat koyu zamk sürerler. Hani ya şu kâğıt yapıştırmak için eritilip sıvı hâline konulmuş olan zamklar yok mu? İşte öyle bir sıvıyı gelinin yüzüne sürerler. Sonra gayet ince kırkılmış gümüş veyahut altın gelin telleri ve beyaz sarı ince pullar ile yüzünü nakşetmeye başlarlar. Mesela alnı üzerine çifte ay yıldız ve yanaklar üzerine Hz. Süleyman’ın mührü ve çeneye de ortada birleştirilen daireler gibi acayip ve garip şekiller çizerler ki şu hâlde gelinin yüzü acayip bir yüz örtüsü ile tastamam örtülmüş olur. Ne korkunç şey! Değil mi? Ama o zaman bu yüz yazısı güzel olmak gayretinde bulunan kadınların can attıkları bir tuvalet idi. Hatta biz yalnız tellemeyi pullamayı söyledik de kaşların simsiyah ve yanak ve dudakların kıpkırmızı boyandığını ve gözlere çekilen sürmelerin uçları kulaklara doğru uzatılıp götürüldüğünü yazmadık.
Buna kadınlar hasret çekmekle beraber o zamanların kadın nazariyesi bu tuvalet için her kadına müsaade vermezdi. Yüzün tamamıyla yazılması yalnız geline mahsus olup gelin olan kız yakınlık derecelerine göre bazı kadınlara yalnız alınlarını yazmak için müsaade olunabilirdi.
Bu çirkin âdet kalktıktan sonra yerine bundan daha ehveni, daha güzeli geçti. Bugün için “yüz yazısı” namı baki kalmakla beraber yeni çıkan şeye “gelin başı bağlamak” namı verildi. Bu vazife hamam ustalarına bırakılıp ifa edene de “kutucu usta” denildi. Gelinin yüzünün bazı bölümleri yine yolundu. Yine düzgünlendi. Fakat teller pullar yerine “yapıştırma” denilen süslü paftalar yapıştırıldı. Kaşlarına rastık ve gözlerine sürme yine çekildi. Başına birçok elmastan başka sorguçlar dahi takıldı ki eski hükümdarların başlarına taktıkları hükümdarlık alametidir. Gelin elbisesi muhakkak sırmalı olmak lazım gelip düğünden sonra hiçbir işe yaramayacak olan bu pahalı elbiseyi kimse yaptırmayıp kira ile yağlıkçılardan kaldırmak âdeti baskın geldi. Bu hâlde gelinler evvelki gibi umacılıktan kurtuldular ise de yine medeni sayılmak liyakatine yaklaşamadılar. Şehirliliğe mahsus olan sadelik ve o sadelik içinde güzellik ve o sade güzelliğin içinde zenginlik noktainazarından en göz çeken gelinler zamanımızda görülmeye başladı. İşte beş altı hanımın el mahareti olarak geçen elbise bugün Ahdiye Hanım üzerinde icra olunacak giydirme işi bu olacaktır. İhtimal bir zaman gelir ki bugünkü gelinlerimiz dahi bize pek umacı görünerek daha sade bir gelin elbisesi aranır olur. Nasıl ki gelin giydirmek hususunda taklit ettiğimiz Avrupa’da bugünkü gelin kıyafetleri de göze batmaya başlamışlardır. Alfred Naquet gibi evlilik meselesini sadelendire sadelendire bütün merasim ve engellerden kurtarıp tamamen serbest bırakmak gayretinde bulunan yeni özgürlük fikirlerinin erbabı bugünkü gelin kıyafetini, yani diğer kadınlardan gösterişli bir kıyafetle gelin teşhirini âdeta utanmaya değer ayıplardan saymaktadırlar.
***
Ahdiye Hanım için en makbul bir kumaşın mavi, açık mavi renklisinden, yarım dekolteden biraz ziyadece üç çeyrek dekolte güzel bir gelin entarisi yaptırılmıştı. Giyim hususunda malumatı her hanımdan fazla, dolayısıyla görüşü hepsine üstün olan Fettan Hanım birçok tuvalet resimlerini inceleyerek vukuf ve malumatlarına kendisinin itimadı olan başka birkaç hanımın da tasdiklerini kazanarak kadın terziye edilen tarifler üzerine yaptırılmış bir entari ki bazı müsriflerin gösterişten başka bir emele dayanmayarak Paris’e ölçü gönderip yaptırdıkları elbiseye kat kat üstün enfes bir terzilik eseri olmuştu. Garnitürü yukarıdan aşağıya kadar limon çiçeklerinden ibaret olan bu entariyi Parisli, hem de kibardan bir geline giydirmiş olsalar en müşkülpesent Parisli madamlar dahi kötüleyecek ve eleştirecek yerini bulamazlardı. Fettan Hanım “Bu entari üzerine en uygun düşecek saç taranması Lavallier’in kuaförü olabilir.” dediği zaman şu danışma meclisinin üyesi olan diğer hanımlar bu sözü layıkıyla anlayamadılar. Fettan Hanım arkadaşlarından birinin saçlarını düzeltircesine tariflerle anlatmaya çalıştı ise de yine anlatamayınca “Larousse’un lügati yok mudur?” dedi.
Hâlbuki bu evde Osmanlıca lügat bile bulunmadığından bu suale hayret edildi. Fettan Hanım bilhassa saçların taranmasını keyfe tabi bırakmayarak her hâlde bir tarihî örnek tatbik etmek istediğinden yakın komşulardan Doktor İrfan Bey’in evine adam koşturdular. Giden adam istenen cildi kimseye bulduramayacağından hepsi bir hamal yükü eden Larousse koleksiyonunu tamamen getirmeye memur idi. Bereket versin ki Doktor İrfan Bey evinde bulunarak hangi cildin istendiğini bir pusula ile sormuş ve aldığı cevap üzerine “kuaför” kelimesini içeren cildi, dördüncü cildi göndermişti.
Fettan Hanımefendi bu ciltten “kuaför” yani baş taramak sözcüğünü buldu ki iki büyük sayfaya yetmiş kadar resim konularak erkek ve kadın başlarından o miktarının nasıl tarandıklarını gösteriyorlardı. Arkadaşları olan hanımlar bu resimlere hoşlanarak baktılar. Jacques de Lagrange, Ode de Zorsen ve Charles Sabi zamanı gibi saç taranışlarına bir hayli gülüştükten ve özellikle de kalyonlu hotoza sürekli kahkahalar salıverildikten sonra bir gelin başı için beğenecek birkaç resim buldular ise de Lavallier’in saçlarını hakikaten hepsine üstün buldular.
Fettan Hanımefendi seçimini bu şekilde tasdik ettirmiş olmasına memnuniyetle dedi ki:
“Şimdi şu iki tarafın büklümleri arasına şu incecik altın tellerden birer tek tel saldırır isek büklümler ne büyük güzellik kazanırlar! Bu resimde tepe açık gibi görünüyor ise de biz oraya taç koyacağız. Tacı bir şinyon üstüne koymakta o kadar büyük letafet bulamam. İşte şu sonlara doğru grand düşes saçları üzerine bir taç konulmuş ise de güzelliği olmadığına dikkat buyuruluyor ya? Hem bizim gelinin başına koyacağımız şey tam bir taç da değildir. Âdeta bir diyademdir. O diyademi şu açık görülen tepeye oturtur isek hakikaten güzel olur.”
Bu sözler Fettan Hanım’ın zaten hakkı olduğundan o hakkın tesliminde kimse tereddüt etmedi. Fakat saçları bu Lavallier usulünde kimin tarayacağı soruldu. Fettan epeyce mağrurane bir tavır ile “ben” diye ortaya atılıp gelini oturttular. Tarağı eline alıp mahir bir saççı kadın tavrıyla taramaya başladı. Bir tarayıp bir de resme bakıyordu. Bu bakıma göre, kitabı getirttikleri tam isabet olmuştu. Eğer kitap gözleri önünde açık bulunmasa idi Fettan Hanım belki Lavallier kuaförünü benzetmekte aciz kalırdı. Resim karşısında olarak taradığı baş ise tamamı tamamına bir Lavallier kuaförü oldu, hele gayet incesi seçilmiş bulunan altın tellerin uçları ta saçların köklerine kadar sokulup da saç telleriyle beraber büklümleri teşkil ederek sarktıkları zaman bu kuaför mensubu olan Matmazel Lavallier’in başında da bu kadar güzel olmamış bulunduğuna herkes hükmetti.
Fettan Hanım için işin en gücü saçların taranmasından ibaretti. Saçları tarandıktan sonra diyademi ve diğer elmasları yerleştirmek o kadar güç bir şey değildi. Açık mavi entari giydirildiği zaman limon çiçeklerinin o fidan gibi boyu sarması ve vücudun şurasına burasına kollar atması dahi giydirici hanımları epeyce düşündürdü. Epeyce yordu. Fakat bir saat kadar çalışma ve gayretten sonra gelin tamamıyla giydirilip iş bittiği zaman yapılan işi herkes beğendi. Şu yakınlarda görülen gelinler birer birer hatırlatılarak her birinin baş taranmasında, elbiselerinde ve elbiselerin giydirilmesinde görülmüş olan kusurlar birer birer sayılıp döküldü. Onlarda görülmüş olan kusurların hiçbirisinin Ahdiye’nin gelinlik hâlinde görülmediğine söz birliği ile karar verildi.
Evet! Onlarca bu böyle idi. Yaptıkları işin hiçbir kusuru yoktu. Fakat geliniz de bir de biraz sonra geline bakmaya gelen kadınlara sorunuz. Acaba hiçbirisi beğenecek miydi? Geline bakmaya giden kadınların da bir şeyi beğenebilmesi mümkün müdür ki Ahdiye’yi de beğenebilsinler?
Zavallı Ahdiye aynalı dolabın karşısında kendi kendisini beğeniyordu. Biz dahi görmüş olsak hiç şüpheniz olmasın ki biz de beğenecektik. Uzuna yakın bir boy! Etine dolgun bir vücut! Gür lepiska saçlar, yine bu renkte dolgun kaşlar, iri gök mavisi gözler, gayet düzgün bir burun, bir ağız, bir çene, hele yüzündeki hafif tebessüm çerçevesinin bu asli güzelliğini o kadar arttırır ki bakan gözlerin hayran kalmaması mümkün değildir.
Evet, Ahdiye kendisi dahi gelinlik tuvaletini pek beğendi. O beğenişten mütevellit güzel sevinç tebessümleriyle etrafta bulunan hanımefendilerin ellerinden öperek kendisine gösterilen bir koltuk üzerine oturdu.
***
Bir yandan gelin çeyizi sergisinin bir kat daha tanzimi ve diğer taraftan gelinin giydirilmesi ve süslenmesi işleri görüldüğü sırada bu hizmetlere iştiraki olmayan hanımlar ise kendi giyinmek işiyle iştigal etmişlerdir. Kadınların giyinmesi! Ne büyük iş! Ne uzun iş! Muradımız itirazdır zannolunmasın.
Kadın giyim ve süslenme için ne kadar ihtimam ederse yeri vardır. Vakıa Şair “Güzel yüzün süsleyiciye ihtiyacı yoktur.” demiş, vakıa erkek nazarında kadının giyimi ve süsü ikinci derecede ehemmiyet alabilecek şeylerden görülmüş ise de mademki kadının kendi güzellik ve cazibesine güveni süsü ile olacak o hâlde kadını bu gayret ve ihtimamda tamamıyla serbest bırakmalı. Ta ki bakışları çekme hakkındaki ümitlerine halel gelmesin de kadınlığa mahsus olan bütün galibane latif tavırlarıyla hakikaten tamamıyla bakışları çekmeye muvaffak olabilsin.
Bugün tuvaletlerini icraya ilk kalkan hanımlar istedikleri gibi süslenmeye bol bol vakit bulabilmişler ise de gelin giydirmek hizmetinde bulunanların vakitleri o kadar müsait değildi. Zira koltuk töreni için tam öğle vakti tayin edilmiş olup ondan önce kuşak bağlama töreni dahi icra olunacaktı. Vakit ise kuşak bağlama töreninin icrası için hemen gelip çatmıştı.
Bazıları için vaktin darlığıyla beraber odalarında birer birer tuvaletlerini icradan sonra hanımlar ortaya çıkmaya başladıkları zaman konağın güzelliği bir kat daha arttı. Kına gecesi esnasında ve sabah kahvesi hengâmesinde görülen hanımlar şimdi sanki bambaşka biri olmuşlardı. Orta yaşlılar süsleriyle âdeta gençleşmişler. Ya gençler? Artık onlar tamamıyla can ve cihan afeti şeyler olmuşlar. Her birinin elbisesi vücudunun güzel kısmına yapışmak ve etekleri en güzel dalgalar teşkiliyle sürünmek için ne kadar ihtimama muhtaç iseler o kadar ihtimam ile yapılmışlar. Bunların bazıları onurlu şefkat nişanının birinci rütbesini haiz ve hamil olarak büyük kordonların teşkil ettikleri hamail o fidan boylara fazla bir güzellik bahşediyorlar. Şefkat nişanının ikinci, üçüncü derecesine haiz olanların da yalnız büyük kordonu eksik. Zira süslenmek için hepsinin hamil oldukları elmaslar, miktarca birbirinden pek az farklı. İhtimal kıymetçe farkları pek büyük olsun. Fakat baş, gerdan, göğüs, kol ve parmak takımlarının miktarınca âdeta hiçbirisinin noksanı yok. İhtimal bazılarının takıları kendi malları olmayıp da emanet olsunlar. Bakanlar için bunda bir sakınca yok. Bakan, herkesin kendi malı ile emanet mallar arasındaki farkı aramak ile mi meşgul olacak? Hayran hayran bakmak için hepsi eşittir. Öyle değil mi?
Süslü hanımlar meydana çıktıkları zaman salon ve sofalar öyle bir hâle girdiler ki, bu gün şu evde sanki bir gelin değil kırk gelin var olduğuna şüphe edilmezdi. Gerçi Ahdiye Hanım, başındaki tacı ile gelin odasında henüz oturtulmamış olduğu tahtı ile aynıyla bir kraliçe hâlini kazanmış idiyse de diğer süslü hanımların bu gelinden eksikleri ne? Zülüflerindeki birkaç altın tel ile elbisesini süsleyen limon çiçeklerinden ibaret! Zira taç diğerlerinin başlarında da var. Diğerlerinde nişan kordonları var ki onlar da gelinde yok. Hem güzelden anlayan gözler için gelinden ziyade bu hanımları seyretmekten lezzet almak muhakkaklardandır. Bir öksüzü gelin etmişler. Gerçekten kraliçeler gibi, imparatoriçeler gibi giydirmişler ama çocukluk hâli, gelinlik mahcubiyeti ile bu kraliçe tacının ağırlığı altında ezilip gidiyor. Öteki hanımlar ise bu çocukluktan çoktan kurtulmuşlar. Tuvaletlerini kendilerine ve kendilerini tuvaletlerine alıştırmışlar. Her biri kadın cesaretinin hangi derecesine kadar varmaya müsait ise varmış. Yüzüne bakacak olanlara mukabil utanarak gözlerini yere dikmek mahcupça mecburiyetini çoktan unutmuşlar. Bilakis meydan okurcasına galipçe bir nazara alışmışlar. Bunlar kadın! Gelin ise çocuk!
***
İşte her hazırlık tamamlanarak evin içi böyle hurilerle dopdolu cennet misali olduğu sırada “Hanımlar yol veriniz. Kuşak bağlanacak!” diye bir ses peyda oldu. Kuşak mı bağlanacak? Zavallı öksüzün babası yok. Amca, dayı gibi başka bir velisi de yok. Kuşağı kim bağlayacak? Herkes bunu düşünürken soygun kadınlardan[5 - Soygun kadın: Eski düğünlerde, ziyafetlerde, davetli hanımları kapıda karşılamak, ferace ve çarşaflarını alıp muhafaza etmek ve giderken giyinmelerine yardım etmekle görevli kadın. (e.n.)] birisinin delaletiyle bir efendi büyük salona doğru yürümeye başladı. Gençliğinde uzun boylu bir adam olduğu, şimdi ihtiyarlıktan beli bükülmüş olduğu hâlde böyle yine orta boylu adamlardan daha yüksek görülmesiyle çıkarılıyor. Beli bükülmüş olması ise arkasında olan yeni latanın[6 - Bir tür elbise. (e.n.)] art eteği diz uyluklarına doğru yükselmiş olduğu hâlde ön etekleri yerlere sürünmek derecesinde uzanmış olmasından anlaşılıyor. Yüzü yerde bir adam olduğundan yüzünü herkes layıkıyla göremiyor ise de süt gibi bir beyaz sakal, latanın siyah rengi üzerinde daha büyük bir letafetle bakışları çekiyor. Yüzünü görebilen bazı hanımlar ise bu latif ihtiyarın pembe rengine ve yüz azalarının tenasübüne hayran oluyorlar.
Tanımadınız mı? Abdüllatif Efendi! Ahdiye Hanım’ın hocası Abdüllatif Efendi! Kuşak bağlamak merasimini yerine getirecek bir akraba bulunmaz ise ne yapılır? Vaz mı geçilir? Yok! İşte buna Dilşinas Hanım mümkün değil razı olamaz. Dünyada bir tek ciğerparesini bu şereften mahrum bırakamaz.
Ahdiye zaten baba görmemiş, baba muhabbeti tatmamış olduğundan baba yerine koyarak kız evladıymışçasına bir muhabbetle sevdiği hocasının kuşak bağlama merasimini icra etmesi için validesine rica ettiği zaman Dilşinas Hanım bu ricanın tekrarına meydan bırakmadı. Ricayı hemen muallim efendiye nakledip tebliğ etti. Çoraplarından abani sarığına varıncaya kadar mükemmel bir bohçalık ile bu ricayı teyit etti. İşte Hoca Abdüllatif Efendi dahi hakikaten babaca bir hisle kendisine yüklenen vazifeyi ifaya geldi.
Dilşinas Hanım, Hoca Abdüllatif Efendi’yi usul gereği başörtüsü ile salon kapısında karşılayarak kapıya karşı olan kenar üzerinde gelin için hazırlanmış olan tahta doğru götürdü. Bu taht mor çuha kaplı güzel bir set üzerine konulmuş ufak bir kanepeden ibarettir ki üzerine hafif bir askı asılmış ve iki tarafına iki büyük ve güzel vazo içine gayet latif ve tabii birer limon ağacı yerleştirilmiştir. Ama bu limon ağaçlarıyla tahtın kabasını teşkil eden askı birbirine o kadar güzel uymuş, o kadar güzel bir uyum peyda etmiştir ki hiçbir şey beğenmek şanından olmayan en müşkülpesent hanımlar bile hiçbir yerde böyle sadelik içinde bu kadar güzel bir gelin tahtı görmediklerini itiraf etmişlerdir.
Abdüllatif Efendi, Dilşinas Hanım’ın kendisini bu taht üzerine oturtmak azmini görünce büyük bir tereddüt gösterdi ise de Dilşinas Hanım “Kızım Ahd… Şey, Fatma’ya öksüzlüğünü hatırlatmamak istiyorsanız henüz hiçbir kimsenin oturmamış olduğu şu kanepeye oturmalısınız. Yoksa hepimizi çok hüzünlendirip üzersiniz.” deyince ve zaten hanımın yüzüne baktığı zaman… Hani ya şu sesinin titremesinden şüphelenerek “Neden sesi böyle çatal çatal çıkıyor?” diye yüzüne baktığı zaman göz pınarlarında birikmiş olan iki elmas parçası gözyaşının solgun yanakları üstüne doğru aktığını da görünce ricayı tekrar ettirmeksizin kanepe üzerine oturdu. Zavallı Dilşinas! Zavallı Dilşinas! Bugünkü günde, bir babanın mukaddes vazifesi olan şu kuşak bağlama merasimini kocasının, sevgili hayat ortağının yerine başka birisinin ifa etmekte olduğunu görür de müteessir olmaz mı? Abdüllatif Efendi’den daha yakın bir kimse yok ya! Velev ki kocasının kardeşi olsun, bugün şu makamda her kim olsa kocasının yokluğunu hatırlatmakla biçare Dilşinas’ı mutlaka ağlatacaktır. Ama bu acı keder yalnız Dilşinas’tadır. Ondan başka kimsede yoktur. Hatta Fatma Ahdiye Hanım’da bile yoktur. Baba görmemiş, babanın ne olduğunu bilmez ki müteessir olsun.
Abdüllatif Efendi’nin gelin tahtına oturması üzerinden iki üç dakika ancak geçmişti ki salon kapısından Ahdiye Hanım sağ tarafında yoldaşı ve ders arkadaşı Remziye Hanım olduğu ve sol tarafında da Hoca Abdüllatif Efendi’nin ihtiyar zevcesi bulunduğu hâlde girdi. Hazır bulunan hanımlar tarafından maşallahların haddi hesabı olmadığı gibi Remziye’yi tanıyanlar böyle bir mutlu günü yakın vakitte onun hakkında da temenni ediyorlar. Gelinin salona girdiğini gören Abdüllatif Efendi oturduğu kanepeden derhâl kalktı. Mor setten aşağıya fırlayıp gelini karşıladı. Ahdiye bir baba karşısında diz çökerek ayaklarını öpmek vaziyetini aldı ise de ayağa bedel hocasının iki ellerini birden tutup defalarca öptü. Latif ihtiyar dahi hem gelinin alnından öpüyor hem de “Hak Teala Hazretleri mesut ve mübarek etsin kızım, ikinizi büyük bir bahtiyarca mesudiyet ile bir arada kocatsın!” temennisini beyan ediyor ise de bu sözleri şurada bizim yazdığımız gibi düzgün bir surette söylemeye takat bulamayıp rikkat ve heyecanın birbirine karıştığı şu anda bu kelimeleri zihninde buluncaya ve özellikle dudakları arasından çıkarıncaya kadar tir tir titriyor, buram buram terliyor. Biçare ihtiyarın, Dilşinas Hanım’ın uzattığı bir şal kuşağı Ahdiye’nin beline bağlaması lazım geldiği zaman ellerinin titremesinden bir türlü muvaffak olamayacağını herkes gördü. Kendi zevcesinin yardımı ile beraber pek büyük güçlüklerle ancak bağlayabildi.
Şu dokunaklı merasim de bu şekilde icra olunduktan ve Dilşinas Hanım’ın tedarik olarak bohça ile göndermiş olduğu üç yüz kuruş kadar çil parayı gelinin başına saçtıktan hazır bulunanları tebrik ederek ve birtakım çoluk çocuğun tamah ederek o parayı kapışmaya koyulmalarından fırsat bularak salondan çıktı gitti.
Düğünlerde halka yemek verme meselesi! Malum ya? Külfetin en büyüğü bu şey olduğundan zamanımızda bu âdet yavaş yavaş kalkıyor. Keşke hızlı hızlı kalksa! Keşke bir an önce kaldırılıverse! Hoş bir anda bunu kaldırmak geline bakmaya gelmek âdetini kaldırmak kadar zor görünür ise de bu âdetlerin ikisi de o kadar şikâyete sebep olmaktadır ki halk ne olursa olsun göze alarak bunları kaldırdıkları gün istibdat binasını yıkıp hürriyeti iade ve devam etmişçesine bir büyük muvaffakiyete nail olmuş sayılacaklardır.
Geline bakmaya gitmek! On sekiz mahalle aşırı yerlerden kadınlar sökün ederler. Davetli değiller. Fakat onlar davetlilik, davetsizlilik bilir mi? Bazı yeni düğünlerde geline bakmaya gelecek olanlara önceden birer kart ulaştırmakla onları bu suretle de davet etmiş olmak yolu bulunmuş. Ne güzel yol ama kadınlar o güzel yollara gelirler mi? Mahalle bekçisi kapıda! Bir de jandarma var. Bir de polis var. Heyhat! Önlerine gelenleri paralarcasına edilen hücumlara bunların hangisi güç yetirebilir!..
Mutlaka girecekler. Hem çarşaflarını, ayakkabılarını çıkarmak da yok. Çıkarsalar nereye koyacaklar? Kim muhafaza edecek? Eğer hava biraz da yağışlı ise var ya, vay o düğün evinin hâline! İçine dört beş tulumba alınarak yangından kurtarılmış eve benzedi gitti!.. Şimdi düşünülsün. Ev içi bu hâlde bulunmakla beraber yüzlerce davetli misafirlere yemek çekilecek. Bizim Dilşinas Hanım’ın düğünü gibi orta hâlli bir düğünde en az kırk elli sofra yemek verilecek. Bunun için her takımı ile dışarıdan aşçı tutulmuş. Sofracı tutulmuş. Birkaç sofra birden verileceği cihetle yemek buharı evin etrafını istila etmiş. Yağ kokusu zerde kokusuna karışmış. Herkesin alelade kuşluk yemeği saati olan vakitten üç dört saat evvel yemek verilmeye başlanmış. Başka türlü sofraları yetiştirmeye imkân yok ki! Henüz karınları acıkmamış olanlar yemek yemeye davet ediliyorlar, yani sözün doğrusu zorlanıyorlar. Bu kadar erken başlandığı hâlde de sofraların sonları saat sekizlere, dokuzlara kadar devam ediyor. Bu sofralara oturtulacak olan biçareler açlıktan gebermeye yaklaştırılıyorlar.
Sofracılıktan habersiz olan terbiyesiz hizmetçinin birisi bir veya birkaç hanımın üzerine kuru bamya sahanını giydirivermiş. Avuç dolusu paraya mal olmuş bulunan elbisesine hanımların ciğerleri yanıyor ama ne diyecek? Her taraftan “Uğurdur inşallah!” tesellilerine boyun eğmeyebilecek mi? Bir sofradan halk kalktıktan sonra evlerin tabii hâllerinde olduğu üzere sofralar ve malum levazımları sabunlu sular ile yıkanacağına bu kadar ihtimama vakit müsait olmamak hasebiyle sadece bir kuru bez ile silmek suretiyle yetiniliyor. Yağ yağ üstüne binmiş, kir kir üstüne!.. Havlu, peşkir namlarıyla misafirlere verilen bezler ele alınabilecek hâlden çıkmışlar, mide olsun da bunlardan iğrenmesin.
Fakat çare yok! Görenek! Eğer bir sınıf misafirleri yemeğe davet etmeyecek olsalar gücenmek muhakkak. Bunların hemen hepsi bir düğün hediyesi de getirmişler. Kimisi soğan zarı kadar ince birer gümüş kupa. Kimisi yine bu yolda yapılmış eski biçim bir çift zarf ve fincan! Velev ki hediyeler biraz daha kıymetli olsunlar. Ne kadar kıymetli olmak lazım gelir ise davetlilerin şikâyetleri o kadar artacak. Zira bir aile yılda düğün ve loğusa gibi sekiz on cemiyete davet edilecek olur da her birine de az çok kıymetli hediyeler götürecek olursa aile bütçesi bozuldu gitti.
Düğünlerimiz için şu fıkramızda tasvir ettiğimiz şeyler tasvire değer olan şeylerin binde birisi olamaz. Yalnız bazılarını hatırlatışımızdan kadın ve erkek okuyucularımız hepsini anlayabilirler. Hiç şüphe edemeyiz ki bu beyhude külfetleri, bu kuru kalabalıkları kendileri de beğenmezler. Hele zihinlerini biraz daha genişleterek ve gözlerini de biraz daha açarak “çeyiz” namıyla ne kadar lüzumsuz şeylere ne çok paralar sarf edildiğini düşünecek olurlarsa ev yapmak demek olan düğünlerin âdeta ev yıkmak ile hükümde eşit düşeceğini kendi kendilerine hükmederler. Orta hâlli bir adamın gelin edecek üç kızı oldu mu vay hâline! Meğerki bol ağırlık verecek taliplere rast gelsin. Ama zamanımızda ağırlık ile kız alabilecek babayiğitler şöyle dursun aldığı kızı beslemek gayretiyle alacak kahramanlar bile azalmışlardır. Çoğunluğun selameti, medeni ilerleme, nesillerin çoğalması, servetin korunması noktainazarlarından şu evlendirme ve evlenme meselesinin pek çok ıslaha muhtaç olduğunu inkâra mecal olmayıp inşallah yakın zamanda bu ıslahın nasip olduğunu görürüz diye duada kusur etmeyelim. Belki izzetli Rabb’in kabulgâhına ulaşır.
Bu tenkit gayreti bizi sadedimizden biraz uzaklaştırdı ise de şu ibret bakışlarına arz ettiğimiz noktalar dahi sadet beyanı dâhilindedir. İşte bugün Dilşinas Hanım’ın evinde gelinin giydirilmesi dakikasından başlayarak ev içi şu tasvir ettiğimiz manzarayı almıştı. Abdüllatif Efendi kuşak bağlamak merasimini ifa ederek çıkıp gittiği dakikada ev içi bir düğün evinin peyda etmesi mutat olan fevkaladeliği tamamıyla peyda etmişti. Bu dakikadan itibaren damadın gelmesi bekleniyordu.
***
Damat Nurullah Bey’in koltuk merasimini icra etmek üzere düğün evine gelmesi için tam öğle vakti tayin olunmuştu. Bu delikanlının hususi hâllerini bilenler bu yolda tayin olunan vakitlerde asla sözünde durmazlık etmeyeceğinden emin idiler. Dolayısıyla bu emniyette olan birkaç hanım civardaki bir camide öğle ezanı okunduğunu işittikleri zaman damat beyin neredeyse geleceğine hükmederek ona göre hazırlık görülmesini Dilşinas Hanım’a hatırlattılar. Dilşinas Hanım “Biz hazır ve amadeyiz. Teşriflerinden başka bir şeyi beklemiyoruz.” demekle beraber sokak kapısından gelin tahtına kadar damat ve gelinin güzergâhı üzerinde düzenlemeye muhtaç bir şeyler varsa icaplarının icrası için şöyle hızlı bir dönüp dolandı, lakin düzeltecek hiçbir düzgünsüzlük bulamadı.
Cemaat camiden çıkacak kadar zaman geçti. Nurullah Bey’den henüz eser yok. Zaten acele etmeye de ne lüzum var? Düğün evi pürneşe. Koltuk merasiminin geciktiği, gecikeceği kimsenin hatırına bile gelmiyor. Gerçi gelin henüz özel yerine oturtulmamış ve bu yüzden geline bakmaya gelenler için kınama zamanı alışıldığınca gelmemiş ise de kınayıcılar bir hayli zamandan beri kınamalara başlamışlar. Ne gelini beğeniyorlar ne tahtı ne döşemeyi. Hatta o büyük kordonlu hanımları da beğenmiyorlar. Beğenmeyenler ekseriyetle kimlerdendir bilir misiniz? Mahrumlardan!.. Kendi kudretlerinin fevkinde gördükleri refah ve saadet sebeplerine imrenmekle kalmıyorlar. Bunları düşmanlık bakışıyla görüyorlar.
Öğleden bir saat geçti, damat Nurullah Bey Henüz gelemedi. Olabilir ya. Gelinin kolunu koltuğuna alacak bir damat olur olmaz süs ile yetinemez. Başkalarının tıraşı bir çeyrek sürer ise onun tıraşı bir saat sürer. Potinlerinden fesine kadar her şeyiyle yerli yerinde ve temiz, pak olması zamana muhtaçtır. Düğün halkından hiçbir kimse damadın varışında bir gecikme görmüyor. Herkes kendi temaşası, kendi kınaması ile meşgul oluyor. Yalnız Nurullah Bey’in o belirlenen vakte ne derecelerde riayetkâr olduğunu bilen birkaç hanım bu işte biraz gecikme görüyorlar ise de onlar dahi gecikmeye ehemmiyet vermiyorlar. Her zaman o belirlenen vakitlere riayetkâr olan bir adam şöyle bir düğün günü o riayete zarar verebilir mi? Beş on kere düğün münasebetiyle bile belirlenen vakte riayet etmiş olduğu tecrübe edilmiş değil ya.
Öğleden iki saat geçti. Cemaat içinde “Yahu! İkindi oluyor. Koltuk ne zaman yapılacak?” sözleri söylenmeye başlandı. Gerçi henüz özel bir ehemmiyetle söylenen sözlerden değil ama bu sözleri işitenlerde birer tasdik ve tasvip tavrı görülüyor. Nurullah Bey’in belirlenen vakitlere ne kadar riayetkâr olduğunu bilen birkaç hanım bu işteki gecikmeye ehemmiyet vermeye başladılar. Mutlaka “Bir meşru özrü olmalıdır ki Nurullah Bey’i belirlenen saatten böyle iki saat sonraya kadar geciktirsin.” düşüncelerine kadar koyuldular. Bunlardan birisi gecikme sebebini Dilşinas Hanım’dan sordu. Dilşinas epeyce dalgın bir tavır ile “Vallahi hanım kızım ne diyeyim, bilmem! Öğle ezanında geleceğini haber vermişlerdi. İki buçuk saat kadar bir gecikme vukuya getirdi. Nerede ise şimdilerde gelir.” cevabını verince bu cevap Nurullah Bey’i tanıyan o birkaç hanımda tam bir güven hasıl edemedi.
Kına gecesi şenliklerinden sonra yataklarına girmiş ve bir zamana kadar uyumamış bulunan hanımlardan birisinin hasbihâl yollu yatak komşusu bulunan diğer hanımlara başkalarının bildiklerinden ziyade kendisi bazı şeyler bildiğini söylemiş olduğu hatırlardadır ya! Öğle ezanından sonra üç saat geçip de ikindi vakti gelip çattığı hâlde damat Nurullah Bey’in henüz gözükmemesi üzerine bu bilgiç hanım diğer yatak komşularını birer birer arayıp bulmuş ve ağızdan kulağa bir fiskosa girmişti. Yanlarına sokulup da neler söylendiğine kulak vermiş olsaydık merak uyandıracak bazı sözler ulaşırdı. Kısaca işitirdik ki:
“Hanım kardeşler galiba bildiklerim dosdoğru çıkacak. Bu damat beyefendi gelecek idiyse şimdiye kadar gelip çıkmalı idi. Akşam ezanından sonra koltuk merasimini yapacak değil ya! Pek zannediyorum ki bu düğün, bu bayram bir facia suretini alacak.”
Bu sözlerin bize nasıl tesir edeceklerini bilemez isek de bunları işiten iki hanıma tesirleri pek ziyade olduğunu benizleri sapsarı kesilmiş olmasından anlayabiliriz. Hatta durum çok hızlı bir şekilde düğün halkı arasında dahi yayıldı. Yalnız “Damat bey henüz gelmedi!”den de ibaret değil; “Galiba hiç gelmeyecekmiş!” suretini de geçerek birkaç dakika zarfında “Düğün bozulacakmış!” derecelerine kadar da vardı.
Bu sözlerin biçare Dilşinas Hanım’ın kulağına ulaşmaması mümkün müdür? Gürül gürül ikindi ezanları okunmaya başladığı hâlde damadın henüz gözükmemesine başka bir anlam vermek için hiçbir yol bulunamıyordu. Damadın kız kardeşi olup düğünde hazır bulunan Zeliha Hanım’ın yanına sokularak “Hanım kardeş! Siz bu hâllere ne mana verirsiniz?” diye sordu ise de Zeliha Hanım’ı kendisinden daha ziyade müteessir buldu. Onun hayreti kendi hayretini de geçiyor. Öğle vaktinde mutlaka koltuk merasiminde hazır bulunmak kararında olduğundan başka bir haber veremiyor. Nurullah Bey’in evine bir adam gönderildi. İki kilometre kadar uzak bulunan evden bir cevap alabilmek için hiç olmazsa yarım saat beklemek lazım geliyordu. Yarım saat! Böyle bir hengâmede ne uzun zamandır. Velev ki Nurullah Bey’in evi daha yakın olsun. Evin hanımı işte burada, düğün evinde. Nurullah’ın bir de babası var ama şu saatte onun da evinde bulunacağına hiç ihtimal verilemez. Fakat ahval gittikçe başkalaşıyor. Zira kadınlar arasında bir kaynaşma başlangıcı görülmeye başladı. Üç beş yüz kadının toplanmış oldukları bir düğün evinde yüz kadarının olsun terbiyesizlerden olacağı ve bunlar içinde beş on tanesinin dahi edepsizlerden bulunacağı tahmini güç şeylerden değildir. Bu edepsizlerden en cüretli olan birisi Dilşinas Hanım’a hitaben “Hanımefendi! Hanımefendi! Düğün var, yüz yazısı var diye memleketi başınıza topladınız ama hani ya damadınız nerede?” deyince bu cüret diğer edepsizlere ve onlardan dahi terbiyesizlere intikal ederek her ağızdan bir söz çıkmaya başladı. Gerçekten hiçbir koltuk merasiminin ikindiden sonraya kadar gecikmesi görülmemiş, işitilmemiş bulunduğundan hoşnutsuzluk yayıldıkça yayılıyordu. Biçare Dilşinas Hanım’ı hiç sormayınız. Utancından, kahrından yerler yarılsa yerlere geçecek. Sözü geçen bilgiç hanım ise muvaffakiyet ve galibiyet tavrını artırdıkça arttırıyor, “Meğer işittiklerim hep gerçek imişler. Bu düğün bozuldu efendim bozuldu. Zaten derme çatma bir şey olduğundan Ahdiye Hanım’ın talih ışığı bir ‘püf’ ile söndü gitti!” diyor. Ve bu sözü artık yalnız kendi iki arkadaşına değil, dinlemek isteyenlerin hepsine hitap edercesine söylüyor.
***
Saat ona yaklaştı. Nurullah Bey’in evine gönderilmiş olan adam geldi ise de sadra şifa verecek bir haber getiremedi. Küçük bey sabahleyin evinden çıkmış, hamama falan gidecekmiş, babası olan büyük bey dahi ikindiüstü evinden çıkmış, akşam güveyi sofrasına gelecek ve namazında hazır bulunacakmış. Evinde bundan başka haber yok.
Uzak yerlerden gelmiş olan hanımlar ikişer üçer çarşaflarını, carlarını[7 - Car: Kadınların, elbiselerinin üstüne örtündükleri çarşaf. (e.n.)] istemeye ve hanelerine dönme arzusunu göstermeye başladılar. Artık çenelerini bıçaklar açamamakta olan Dilşinas biçaresi bunlara “Ne acele ediyorsunuz hanımlar; elbette nerede ise gelir çıkar.” diyebilmek için olanca cüretiyle kendini zorluyor ise de ağzından çıkan sözler işitilip anlaşılabilecek bir surette çıkamıyorlar. İşitilse anlaşılsa bile ne fayda? Saat on bire geliyor, ikişer üçer derken beşer altışar, hatta sekizer onar hanım kafileleri gitmeye başladılar. Zavallı Ahdiye neye uğradığını bilemiyor. Bu büyük belanın dehşet derecesini tayine bile güç yetiremiyor. Arkadaşı Remziye’nin elini tuttu. O dost elini buz gibi soğuk buldu. Sanki biçare Remziye’nin damarlarında kanı kurumuş. Hâlbuki Remziye, Ahdiye’nin elini ateş gibi sıcak bulmuştu. Öyle olacak ya! Şiddetli sıtma gibi bir hâl kızcağızı istila etmiş. Başı ateşler içinde! “Remziyeciğim bu hâl ne hâl?” suallerine Remziye bir cevap bulabilmekten aciz. O dahi bu hâlin ne hâl olduğunu soracak bir adam arıyor.
Konak bir yandan boşalıyor. O terbiyesiz ve edepsiz takımı boşalıp gitseler cana minnet fakat onlar giderler mi? Onlara seyir lazım. Dram veyahut komedya olduğunu fark ve ayırt etmeye yanaşmak bile şanlarından olmayan bu sefiller ve reziller güruhu şu işin sonunun nereye varacağını görmek için ısrarla bekliyorlar. Asıl kibar ve haysiyet sahibi olanlar gidiyorlar. Hem de ciğerleri kan içinde gidiyorlar. Gerek geline ve gerek validesine ne yolda taziye beyan edeceklerini bilemeyerek gidiyorlar. Hatta taziye lazım mı? Onu da kestiremiyorlar. İşin içinde bir büyük sır var ama ne olduğunu, ne olabileceğini bir türlü anlayamıyorlar.
Misafirlerin muteberleri tamamen gittiler. Ev içinde sözü geçen sefillerden ve rezillerden başka kimseler kalmadı. Hoca Abdullah Efendi’nin eşi Zehra Hanım bunlara “Hanımlar haydi siz de gidiniz. Görüyorsunuz ya? Düğünümüz, derneğimiz bozuldu. Saat on biri geçiyor.” diye sesleniyor ama biçare Dilşinas ile ondan daha biçare olan kızcağızı Ahdiye’nin gözlerinden bela yağmuru gibi yaşlar boşaltan bu acı sözler; o sokak karıları nezdinde alay gülüşlerinden başka hiçbir tesir meydana getirmiyor. Hatta Zehra Hanım’ı reddederek ve tahkir ederek “Hanım hanım! Hem suçlu hem güçlü derler ise o da sizsiniz, geline bakalım diye işimizi, gücümüzü bırakıp geldik. Şimdi de bizi kovuyorsunuz ha!” yollu başladıkları tekdiri bitirmek bilmiyorlar. Nihayet kapıdaki polis, jandarma ve bekçiyi içeriye alarak bu sefilleri zorla gibi surette çıkarmaya ve kovmaya mecburiyet elverdi. Aman ya Rab! Bunların çıkarken ettikleri edepsizlikleri görmeli ve söyledikleri edepsizce sözleri işitmeli idi!.. Hayır hayır! Ne bu hâller görülecek hâllerdendir ne de bu sözler işitilecek sözlerdendir.
Akşam ezanına yakın bir zamanda idi ki polis efendi “Öyle ise biz de gidelim!”den ibaret bir haber gönderdi. Öyle ise!..
Aman ya Rab ne mühim söz! Yani düğün dernek berbat oldu ise!..
Öyle ya bari onlar dahi gitsinler, hatta Dilşinas Hanım bunlar için hazırladığı ipekli mendilleri gönderdi ki polis efendi için iki, jandarma için bir ve mahalle bekçisi için dahi yarım lira bu mendillerin birer ucuna bağlanmış idi.
Onlar dahi gittikten sonra hanenin içi hemen hemen her zamanki hâline dönmüş oldu. Yalnız aşçılar ile sofracılar her zamanki hâle katılmış sayılırlar ise de bunlar alt katta bulunduklarından üst kat ahalisi ana kız Dilşinas, Ahdiye ve görümce Zeliha ile kiracılardan ibaret kaldı.
Bir çeyrek saat kadar bir zaman geçti ki bunların güya hepsi dilsiz imişler gibi hiçbirisinin ağzından bir kelime çıkmıyordu. Ezandan sonra damat Nurullah Bey’in babası Kâşif Efendi kendi dostlarından iki zat ile güvey yemeğinde bulunmak için selamlık tarafına geldiler. Ayvaz bunları karşılayıp kendilerine mahsus odaya soktu. Geldikleri haberi Dilşinas Hanım’a ulaşınca biçare kadıncağız Zeliha Hanım’ı da elinden tutup çıldırmış gibi koştu ve aralık edilen kapıdan “Aman Kâşif Efendi Hazretleri başımıza gelen bu hâl nedir?” sualini derecesi pek kolay tahmin olunabilecek bir telaş ile sordu. Hâlbuki Kâşif Efendi, hanım gelinceye kadar olanı biteni ayvazdan öğrenmiş ve o da hanımdan beş beter bir hâle girmişti. Dedi ki:
“Vallahi kardeş hanımefendi ne diyeyim? Ne diyeceğimi ben de bilemiyorum, bizi bir felaket vurdu. Ama nasıl bir silleye uğradığımızı vallahülazim bilemiyorum.”
“Mahdum bey, evinizden bugün saat kaçta çıktı?”
“Tahminen saat dörtte.”
“Çıkarken gördünüz mü?”
“Evet! Her gün alışkanlığı olduğu gibi bugün dahi elimi öperek çıktı.”
“Hâl ve şanında bu işten pişman olduğuna dair bir alamet görebildiniz mi?”
“Hayır efendim, hayır! Allah göstermesin. Pek şen, pek hevesli idi. Güveyi sofrasında ve namazında mutlaka hazır bulunmamı tekrar tekrar ellerimi öperek rica etti. Asıl bugün ve bu akşam hayır dualarıma muhtaç olduğunu bildirdi. Ben oğlumdan eminim hanımefendi kardeşçiğim. Bir felaket isabet etti.”
“Ne gibi bir felaket diye tahmin edebilirsiniz?”
“Hiçbir tahmin edemem. Bu ani bir kaza olacak; oturduğu yerde oğlumun üstüne duvar yıkılmış gibi bir kaza.”
Babası bu sözü söylerken kızı Zeliha dahi büyük bir hayret ile başını sallayarak babasını tasdik ve teyit ediyordu.
***
Bu aralık mahalle imamı ve iki muhtarı ile mahallenin ileri gelenlerinden üç dört adam daha geldikleri cihetle Dilşinas Hanım, Zeliha ile beraber yine harem tarafına çekildi. Bu biçareler bir düğün evine değil sanki bir cenaze evine gelirlermiş gibi geldiler. İleri gelen adamlardan birisi hiç de içeriye girmemek görüşünde bulunmuş idiyse de imam efendi bu hareketin pek uygunsuz bir hareket olacağından bahisle arkadaşlarını zorlamaya yakın bir surette içeri sokmuştu. Kâşif Efendi, imama ve imam, Kâşif Efendi’ye hayretlerini nasıl beyan edeceklerini bilemeyerek şaşkın şaşkın birbirinin yüzlerine bakıyorlardı. Çarnaçar sofraya oturdular.
Hazırlanmış olan yemeği yediler ise de ne yediklerini biliyorlardı ne içtiklerini. Yemekten sonra biraz sohbet ettiler. Fakat Nurullah Bey’in gecikmesini ne gibi bir sebebe yorabileceklerini tayinde aciz kaldılar.
İmam efendi ile cemaati çekilip gittikten sonra Kâşif Efendi, Dilşinas Hanım’ı tekrar davet etti ve “Hanımefendi kardeşçiğim, henüz kendimizi ümitsizliğe kaptıracak bir hâl göremiyorum. Müsaadenizle gideyim oğlumu arayayım. Her zaman tıraş olduğu yeri bilirim. Oradan arayayım. Zabıtaya müracaat edeyim. Bu gece vakit geç olacağından incelemelerimin neticesini yarın size bildiririm. Kızım Zeliha burada, yanınızda kalsın.” sözleriyle başlayarak birçok teselli verdi. Bu tesellilerin Dilşinas Hanım’a güzel bir tesiri oldu ise o da Nurullah Bey’in gecikme veya kaybolmasına kendilerinin sebebiyet göstermemiş olmalarının tahakkuk etmesi yüzünden ortaya çıkan bir teselli oldu. Böyle düğünlerin bozulması nadir vuku bulan şeylerden değildir. Fakat en ayıp olan ciheti alacağı kız hakkında son incelemelerinin gösterdiği mecburiyet üzerine damadın caymasındadır. Kâşif Efendi’nin temini ve Zeliha Hanım’ın onu teyidi üzere Nurullah Bey’de böyle bir cayma olmadıktan sonra çocuğun bir kazaya uğramış bulunmasına inanmak lazım geldi.
Evet! Biçare Nurullah bir kazaya uğramıştı. Hem de ne büyük kaza! Rabb’imiz Teala ve Tekaddes Hazretleri düşman başına vermesin. Bakınız ertesi gün Kâşif Efendi Dilşinas Hanım’a gönderdiği mektupta ne diyordu? Diyordu ki:

Kardeşim hanımefendi hazretleri! Oğlum Nurullah Bey oğlunuz her zaman tıraş olduğu berber dükkânında dünkü gün saat tam beşte tıraş olmuş. Koltuk merasimini icra için devlethanenize gitmek üzere dükkândan çıkacağı sırada iki polis hafiyesi gelmişler. “İsminiz Kâşif Efendizade Nurullah Bey değil midir?” sualini sorarak tasdik cevabını aldıktan sonra “Bu sene Hukuk Mektebinden çıktınız, değil mi?” sualini dahi sormuşlar. Buna da tasdik cevabı alınca “Öyle ise buyurunuz sizi zaptiye nazırı paşa hazretleri istiyorlar.” diye hazır bulundurdukları arabaya bindirmişler. Kendileri dahi beraber binerek götürmüşler. Berberden bu haberi aldığım anda geç vakte bakmayarak zaptiye nezaretine koştum. Oğlumu görmek istedim! Ne yazık ki göstermek istemediler; “Nazır Paşa Hazretleri görmeden sizin görmeniz uygun değildir.” dediler. Bela ve felaketin ne kadar büyük olduğunu anladım. Gerçi “Merak etmeyiniz. Pek o kadar mühim bir şey değildir. Galiba bir düşman şerrine uğramıştır. Birkaç gün sonra kurtulması umulur.” dediler ise de sizi aldatmaya ne gerek var, böyle şeylerden birkaç sorguyla birkaç gün zarfında kurtulmanın mümkün olabileceğine inanamam. Zira ben mahalleniz imamı vesaire ile konağınızda iken polisler evimi basıp oğlumun odasından bir hayli kitap filan kaldırmışlar, götürmüşler. Benim kitap odamı dahi aramışlar ise de bir şey bulamamışlar. Oğlumda zararlı evrak bulunabileceğine asla ihtimal veremem. Zira politika ile meşgul bir delikanlı değildir. Daima böyle şeylerden kaçınır. Bir düşman iftirasına uğramış olduğu muhakkaktır. Her hâlde korkacak bir kusurumuz olmadığına emin isem de böyle işlerin öyle birkaç gün değil a, birkaç hafta ve belki de birkaç ay zarfında da bitirilemediğini nice emsali ile çıkarabilirim. Sizi aldatarak teselli vermeyi hiç münasip görmeyeceğimden işte araştırmalarımı ve incelemelerimi dosdoğru yazdım. Sürekli bir habere muhtaç olduğumuzu gizleyemem. Bilhassa kızım Ahdiye Hanım’ın şu felakete karşı tamamıyla sabır ve metanet göstermesini tavsiye ederim.
Allah cümlemizi muhafaza buyursun, böyle felaketler zamanında insanın basireti tıkanır, düşünme kuvveti bozulur. Nasıl düşüneceğini, ne yolda bir hüküm vereceğini bilemeyerek şaşırır kalır. İşte bu hâl Dilşinas Hanım ile kızında fazlasıyla vuku buldu. Hele Ahdiye dünyanın iyilik ve kötülüklerine dair hiç tecrübesi olmamış bir çocuk olduğundan böyle bir hâle ne hikmete dayanarak kahırlanmak lazım geleceğini de zihninde ciddi bir surette tayin edemiyordu.
Kâşif Efendi ilk mektubu sabahleyin yazmış olduğu hâlde akşamüstü bir mektup daha gönderdi. Gündüz zaptiye nezaretine bir daha gitmiş. Oğlunu mutlaka görmek için yalvarmış yakarmış. Yalnız olamaz ise zabitler huzurunda olsun bir kerecik görmek istirhamında bulunmuş ise de merhamete dair bir eser görememiş. “Bugün cuma, büyük memurlar gelmemiş olduğundan kimseyle görüşmesine izin verilemez. Uzaktan bile göremezsiniz!”den başka cevap alamamış.
Bu mektup dahi zavallı Dilşinas Hanım’ın ümitsizliğini arttırdı. Hoca Abdüllatif Efendi’yi durumu araştırmaya memur ederek onun getirdiği malumat dahi hep Kâşif Efendi’nin verdiği yeis ve kedere yol açan haberleri teyit ediyordu. Bundan sonra günler geçiyor, her günün hâli dünkünden daha ziyade yeis ve cesaret kırıklığına sebep oluyor. Biçare kadınların evlerinin hâli ölü evinin kederli durumunun tersi oldu. O evlerin en büyük yeis ve matemi ilk güne mahsus olup sonraki günler geçtikçe kederlerin azalmasına karşılık bu evdeki kederin en hafif hâli ilk günü olup ondan sonra günler geçtikçe yeis ve matem hâli artmakta idi.
Üç ay böyle sıkıntılı bir hâlde geçtikten sonra bir gün Kâşif Efendi’den bir mektup daha geldi. Bu mektubu Ahdiye aşağıdaki gibi okudu:

Hanımefendi kardeşim! Birbirimizi taziye edecek bir gündeyiz. Şimdi oğlum ve oğlunuz Nurullah’a veda ederek geldim. Tutuklanalı üç ay olduğu hâlde bir defacık olsun görüşme müsaadesi elde edememiştim. Bugün Akka’ya sürgün ediliyor. Hapishanede, vapurda şöyle ayakta bir görüşmeye müsaade verdiler. Sizin ellerinizi ve Ahdiye Hanım kızımın gözlerini öpüyor. Namus ve insaniyetin kendisine verdiği vazifelerde kusur etmeyeceğini ve kendi yüzünden size hiçbir ziyan gelmesine rıza göstermeyeceğini yeminler ile temin ediyor. Ne yapalım kardeşçiğim, asrımızda böyle felaketlere duçar olan yalnız biz değiliz. Biz Akka’ya sürülmekle yine hafif bir belaya duçar olmuşuz demektir. Bunun daha Trablusgarpları, Yemenleri, Fizanları da var. Sabredelim. Hak Teala mazlumların ahını zalimlerde bırakmaz.
Ahdiye mektubu okurken Dilşinas Hanım bir iki defa baygınlıklar geçirdi ise de kızına renk vermemek için bütün kuvvetini topluyordu. Nurullah Bey’in bugün şu evden tabutu çıksaydı evi ne hâlde bırakacak idiyse ev ve ev halkı o hâlden de beş beter bir ümitsizlik hâlinde idiler. Hele biçare Dilşinas Hanım üç aydır yaş döken gözlerinden artık gözyaşı pınarları kurumuş zannında iken bugün dahi dökecek sel gibi yaşlar bulduğuna kendisi de şaşıyordu.

BU BAŞKA ROMAN
“Bir muammasınız Nurullah! Bak yine ‘Nurullah’ dedim. Nuri bir muammasınız.”
“Anlayamadım Ceylan.”
“Adam içinde adamsınız… Birbirine hiç benzemez iki adamı hamur etmişler, ondan bir Nuri yapmışlar.”
“Hâlâ anlayamadım. Asıl muammayı siz yapıyorsunuz.”
“Hayır efendim, benim yaptığım muamma değil. Açıktan açığa söylüyorum. Fikirleri açık olanların sözleri de açık olur.”
“Lütfen biraz izahat verseniz. Adam adam içinde!.. Şimdiye kadar işitmediğim yeni bir söz. Birdenbire anlayamamakta mazurum.”
“Bunda anlaşılmayacak ne var? Teorilerinize bakarsak serbest fikirli bir adamsınız. Yeni adamlardansınız… Hâlbuki pratiklerinize bakınca hâlâ eski zamanların çürüklüğü içinde pala çalıp giden bir… bir… Of nasıl tabir edeyim? Bizim Türkçemizde bu tabirler de yok ki!.. Bir mahcup bir… Ha!.. buldum: Bir mıymıntısınız.”
“Ben ha?”
“Evet siz!”
“Güzel hanım! Şu hükmü ne gibi esaslar üzerine bina ettiğinizi de lütfen izah buyurur musunuz? Bir zandan mı ibarettir? Yoksa sağlam esaslar üzerine kurulmuş bir hüküm mü?”
“En evvel inanmalı, emin olmalı ki bir zandan, bir vehimden ibaret değil. Esaslar üzerine kurulu bir hüküm. Ama esasların sağlamlık derecesini tayin için henüz araştırmayı derinleştirmeye muhtacım. Bakınız açıkça söyleyeyim: Geçen gün sizin evde Fransızca sohbetimizde beni ret için ‘Ceylan Hanım! Sizin teorileriniz bir matmazeli bir delikanlı ederek kapıp koyuvermek teorisidir.’ diyordunuz. Bense sizi ‘Bir delikanlıyı bir matmazel etmek istiyorsunuz.’ diye reddediyordum. Şimdi şu iki teorinin arasını bulmalıyız.”
“Ondan kolay ne var? Kız kızlığını bilmeli, erkek erkekliğini. Size daima söylediğim bu değil midir?.. Teori başkadır, pratik başka.”
İnsan birçok kitap okur. Bu kitapları da insanlar yazmışlardır. İnsanların fikirlerindeki ihtilaf ve tezat onların kitaplarında toplanmıştır. Bu zıt ve farklı düşünceleri zihnimizde toplayıp muhakeme ederek biz de bir fikir ortaya koyarız. O bizim teorimizi, nazariyemizi oluşturur. Ama onu amel ve icra mevkisine koyabilir miyiz? Dünyada hiçbir adam bulamazsınız ki her fikrini icra mevkisine…
“Her zaman sayıkladığınız şeyi bir daha tekrar ile yorulmamanızı rica ederim.”
“Sizin dahi her zaman reddettiğim şeyi tekrar ile yorulmamanızı rica ederim. İnsan hatta bir kız bile birçok şey öğrenmeli. Fakat içinde yaşadığı mevkinin gereklerine davranışlarını uydurmaktan ayrılmamalı. Kız kızlığını bilmeli erkek de erkekliğini!”
“Pek güzel! Ben kızlığımı nasıl istersem öyle bilmekte hürüm. Fakat siz erkekliğinizi niçin bilmiyorsunuz? Neden serbest bir kız yanında miskin bir diğer kız gibi davranıyorsunuz? İşte artık büsbütün açıkça söylüyorum. Yıllardır sizinle münasebetteyiz. Çocukluğumuzdan çıkar çıkmaz arkadaşça bir münasebette bulunduk. Yeni medeniyet hakkındaki incelemeleriniz, araştırmalarınız insanoğlunun… yalnız insanoğlunun değil, hem de insan kızının medeni hukukunu size anlatmış olduğunu gösterdiniz. Ben de muallimeden bu yoldaki incelemelerin neticelerine ve okuduğum Avrupa eserlerinden o neticeleri çıkarmış olan öncüllere doğru zihnimi sevk etmiş bulunduğumdan sizi kafama denk buldum. Apaçık söylüyorum. Sevdim! Ne o? Bir kızın bu cüretini beğenmiyorsunuz ha?”
“Hayır! Buraya kadar beğenmeyecek bir şey yok. Gerçi bizim millî hissimize göre bir kız ‘sevdim’ demeyecek. Yalnız sevildiğini kabul istidadında bulunduğunu gösterecek. Bizim şairane hissimize göre bir kız, gönül yakan bir peridir ki erkek onun perestişkârıdır.[8 - Perestişkâr: Taparcasına seven, tapınan, delice seven. (e.n.)] O bir güzellik ve melahat putudur ki kürsüsü üzerinde fazilet ve vakar ile oturacak ve erkek tarafından onun kürsüsünün tozuna arz ve takdim olunan sevda hediyesini reddetmesiyle kabul etmiş olacak. Bununla beraber gerek kadında gerek erkekte görülen fikrî gelişme, şimdi bu hisleri saflık derecesine indirmeye yüz tutmuştur. Onun için ben de bunları değişmez saymaya lüzum görmüyorum. ‘Sevdim’ demenize ses çıkarmıyorum. Ama bir şart ile! Bu hududun dışına çıkmamak şartıyla.”
“Ha evet. Bundan sonrası beğenilmeyecek. Sevdim. İnsan birini severse eski zaman kızları gibi sevdasını kimselere söylemeye bile cesaret edemeyerek verem olup gitmez ya? Sevdasının zevkini sürmek ister. Hicran ve hasretten yanıp yakılmak miskinliği şu zaman için hayal edilebilecek şeylerden midir?”
“Bunu sormaya ne hacet? O şeylerden olmadığı maddeten sabit olmuş bulunalı âdeta eskidi bile. Şimdi kızların elleri kalem tutuyor. Yanmayı, yakılmayı bırakınız; gönülleri hangi delikanlıya ısınırsa onunla yazışıyorlar. Fotoğraf alış verişinden başlayarak cüretlerine, fırsatlarına göre görüşüyorlar da.”
“İşte biz dahi bu serbestlikten istifade ediyoruz. Bakınız görüşüp konuşuyoruz.”
“Kardeş gibi! Değil mi?”
“Öyle ya!..”
“Hayır, hiç de öyle değil! Birbirini seven bir kızla bir delikanlı, kardeş gibi sevişmek eblehçe gayretinde bulunurlarsa Âşık Kerem, Şah İsmail zamanlarındaki kızlara, oğlanlara bile benzememiş olurlar.”
“Önceleri diyordunuz ki: Kadın ve erkek medeni hikmet nazarında eşit olduklarından bir kadın ile erkeğin hiç olmazsa iki erkek gibi serbestçe dostluk münasebetinde bulunmaları neden yasak olsun.”
“Evet, hiç olmazsa! Bu ‘hiç olmazsa’ kadarını bazı pek nadirlerimiz güçlükle hasıl etmiş oldukları gibi biz de hasıl edebildik. Buna teşekkür ederim. Fakat düşünmeli ki ikimiz aynı cinsten değiliz. Erkek cinsinin aşırı muhabbeti ile kadın cinsinin aşırı muhabbeti kardeşlikten başka bir şeydir. Bu tabiidir. Tabii olan bir şey inkâr edilebilir mi, reddolunabilir mi?”
“…”
“Sükût ha! Siz her zaman böyle yaparsınız. Teorilerinize hiç diyeceğim yoktur. Fakat iş pratik cihetine geldi mi ve bir de delil ve kanıtınız tükenince böyle mağlupça sükûta sığınırsınız.”
“Mağlupça sükût değil! Fikirlerinizi ret için söylenecek sözler içinde sizi incitecek gibileri bulunur da incinirsiniz diye! Her milletin dinî ve dünyevi kanunlarından oluşan bir medeniyet usulü vardır. Sizin ve emsalinizin o nazariyeleri medeni usul ile uyuşmaz ise size uyarak o usul ve kanunları ayaklar altına mı alalım?”
“Hangi medeniyetin kanunları? Kaynağı Hindistan’a kadar varan ve yedi sekiz bin senelik Brahmanizm medeniyetinin kanunları mı? Gözlerinizi yalnız Doğu’ya dikip oradan ayıramayacağınıza biraz da Batı’ya çevirseniz ya? Avrupa ve Amerika’nın yeni medeniyeti ‘medeniyet’ değil midir? Her tarafta kadınların hakları davasıyla ayaklanılmıyor mu? ‘Kadın’ deyince kızlar dâhil değil midirler? Acayip! Bu ne kadar haksızlık? Bir beyefendi evlenecek. Görücüler gelir. Cariye alacaklarmış gibi kızı uzun uzadıya incelerler. Beğenip beğenmemek aşağılayıcı hakkı bunlarda. İlk incelemede beğenirler ise ikinci incelemede nefesini koklarlar. Gece horlayıp horlamadığını araştırırlar. Bilmem ne, bilmem ne? Sonra da utanmadan çeyizini sorarlar. Babasının servetini sorarlar. Bunlar ne? O biçare kız, varacağı herifi rüyasında bile görmez. ‘Pek alafranga’ diye bazı daha çürük akıllıların ayıplamalarına rağmen damat beyin bir fotoğrafı gösterilirse o!.. Yeni moda, alafranga bir iş olur. Her ciheti kız için bir güne hakaretten ibaret olan düğün yapılır. Sonra kızcağızın dirliği düzenliği kocasının ağzından çıkacak iki kelimeye bağlı kalır: ‘Boş ol!’ Nuri Bey, hâlâ bu fikirde misiniz? Hâlâ bunu medeniyet diye kabul ve tasdik edecek fikirlerde misiniz?”
“Aman Ceylan Hanım beni korkutuyorsunuz. Çocukça bir heyecanla ‘Avrupa ve Amerika’nın yeni medeniyeti’ diye bir meseleden çıkarımlarda bulunmaya kadar varıyorsunuz ki o yeni medeniyetin mensubu olanlar Avrupa ve Amerika’da bile hâlâ nadirdir. Kadından, erkekten on binde birisi bile o yeni medeniyeti kabul etmiyor. İstanbul’da sizin nazariyelerinize katılanlar nasıl ki nadir iseler Avrupa ve Amerika’da dahi öyledir. Hem onların usul ve görgüleri bize asla kıyas olunamaz iken, hatta birçok derecelere kadar kadınların özgürlüğü onlar için zaruri bir ihtiyaç demek iken bile o tayfanın o derece çoğunluğu teşkil edebilmesine en azından bir asır zaman ister. Bu yüzden siz çocukçasına taşkınlığınızla hakikaten beni korkutuyorsunuz.”
“Tamam! İşte gönlünüz bu teorilerde benimle beraber olduğu hâlde pratik cihetine gelince böyle yakanızı korkuya kaptırıverdiğiniz için dedim ki: Adam adam içinde bir adamsınız. Bir muammasınız.”
Şu konuşmanın kimler arasında geçtiğini anladınız mı? Birisi biçare Dilşinas’ın damadı ve zavallı Ahdiye’nin nikâhlısı Nurullah Bey ile “Ceylan” isminde olduğu yine kendi sözlerinden anlaşılan bir hanım kız; gayet Frenk meşrepli bir şey olduğundan “Abdullah” ve “Seyfettin” gibi terkip edilmiş isimleri sevmediği cihetle yalnız “Nuri”
demekle yetinir. Hatta bir kere Nurullah ile bunun için bir tartışmaya girişmişti.
Nurullah: “Canım Frenklerde dahi ‘Dieau donne’ ve ‘Dieau la foi’ gibi terkip edilmiş isimler yok mu?”
“Var ama şimdi bu isimler Frenkler nezdinde de şık sayılmıyorlar.” diye mukabelede bulunmuştu. Bu kesim kızlar ve kadınlar hatta erkekler nezdinde en büyük kanun “şıklık” değil mi ya? Şık olan her şey makbul, şık olmayan her şey ise reddedilmiş olacak ki “modern” yani zamanın yeniliklerine uygun “yeni adam” olabilsin.
Bu roman başka bir romandır. Bunun başka bir roman olduğunu biz daha evvel haber aldık. Hatırınıza geliyor mu ki Dilşinas Hanım’ın evinde, Ahdiye Hanım’ın kına gecesinde herkes yatağa girdiği ve yatak komşuları arasında bazı sohbetler peyda olduğu zaman bir bilgiç hanım ne demişti? Hatırınızda mı? Demişti ki:
“Kardeşler! Sizin bilmediğiniz şeyleri de ben biliyorum. Ahdiye ve Nurullah birbirine layık olsunlar, olmasınlar. İş bunda değildir. Bu işin içinde başka bir roman vardır. Âdeta bir roman! O romanın aşk ve muhabbet cihetinden bir kahramanı Nurullah ise de öteki kahramanı Ahdiye değildir. Ondan başka birisidir. Eğer benim bildiklerimi Dilşinas Hanım bilse idi mümkün değil Ahdiye’nin Nurullah ile nikâhına razı olmazdı. O meraklı kadın bilahare kızının başını ateşlere yakmak hususunda zerre kadar bir ihtimalden ürker. Şu dünyada bir Ahdiye!..”
İşte şimdi anlıyoruz ki romanın öteki kahramanı da Ceylan Hanım imiş. Asıl ismi Ayşe iken Fransızca “biche”[9 - Dişi ceylan. (s.n.)] kelimesinin Türkçesi olarak “Ceylan”ı mahlas edinen bir hanım.
Bu Ceylan Hanım kim oluyor?
Romanımız ilerledikçe kim olduğu meydana çıkacaktır. Fakat şimdiki hâlde Nurullah ile olan konuşmasından yukarıda gördüğümüz parça size Ceylan’ın nasıl bir Ceylan olduğunu tanıttıramadı mı? Pek serbest, pek cesur bir kız ha?.. Böyle kızlar şu zamanımızda henüz nadirattandır, hem de pek nadirattan oldukları için biraz şaşırmakta haklısınız. Hikâyemizin vuku zamanı olan 1897 senesinde, yani bundan dokuz sene evvel bu seyreklik daha ziyade idi. Tek tük denilecek kadar azdı. Şu konuşma 1897 senesinde de geçmedi. Ondan önce geçti. Bir sene kadar önce.
Her şeyde ifrat da fenadır, tefrit de! Kızları esen yellerden esirgemek gayretiyle kafeslerin içinde kanarya kuşu gibi yetiştirmek de tehlikelidir, tabii bir hürriyet ile başıboş gezen sakalar, isketeler, ispinozlar gibi bırakmak da. Bu tabii serbestlik hâlinde gezip yaşayan kuşlar da gerçi türlü türlü tehlikelere maruzdurlar. Kendilerinden daha kuvvetlileri elinde zayıf ve perişan kalırlar. Fakat kafesteki kanarya bir an için kapısını açık bulur da karşıdaki ağacın dalına kadar gidip konar ise en aciz, en miskin kuşların taarruzlarından bile kendisini müdafaa edemez. Şu kadar ki kanaryamızı eğiteceğiz, kendi kendisini müdafaaya muktedir olmak için cesaretlendireceğiz diye asli ve tabii ölçüsünden çıkaracak olursak gerçi bir zamana kadar bu sevimli kanaryayı bir atmaca olmuş batıl zannına düşer isek de o her hâlde nazik bir kanarya olmak tabiatından harice çıkamamış olduğundan “Ben bir atmacayım!” cesaretiyle saldırdığı kuşlar pençesinde yine perişan olur ve tabii istidat haricine çıkmış olmak gayretiyle saldırdığı için duçar olduğu felaketine acıyanlardan ziyade gülenler hak kazanır.
Konuşmada elbette dikkat buyrulmuştur ki Ceylan Hanım kendi minimini felsefesinin esasını Avrupa’dan almış ama bazı cihetlerini eksik almış. Hele bazı cihetlerini lüzumundan pek çok fazla almış. Öyle garip bir surette ki Avrupa’da kendisine denk olabilecek sınıfın içinde bulunsa eksik almış olduğu cihetlerinden dolayı, kendisinin Nurullah Bey’e isnat ettiği mıymıntılığı kendine isnat ederlerdi. Lüzumundan fazla almış olduğu cihetlere gelindiği zaman dahi “Aman bu Türk kızı ne başı açık şey! Ne cüretli şey! Bu, kız değil âdeta bir delikanlı. Hem de cüretini korkusuzluk derecelerine vardırmış en tehlikeli bir delikanlı!” diye Avrupalı kızlar dahi Ceylan’ın yanından kaçarlardı.
Romanımızın ilerilerinde Ceylan Hanım’ın gerçekten yakınlaşması, ne kadar tehlikeli bir mahluk olduğunu meydana koyacak türlü hâller görülecektir. O kadar acayip ve garip hâller ki kadın ve erkek okuyucularımızdan birtakımı ihtimal ki bu hâllerin sükût perdesi ile gizlenmesinin daha münasip olacağı fikrinde bulunacaklardır. Hayır!
Bu zararlı ve tehlikeli felsefe bizde henüz mevcut olmamış bulunsa idi gizlenmesinde ve saklanmasında belki bir fayda, bir geçici kazanç beklenebilirdi. Ama Ceylan bu sınıf içinde bir misli daha bulunmayan hayret uyandıran nadir insanlardan olduktan sonra ondan biraz noksan sayılacaklar birkaça ve biraz daha ehven olanlar daha ziyadeye ulaşırlar. Nihayet gittikçe felsefelerinin tehlikesi azala azala “şık hanımlar” sınıfına kadar varıldığı zaman ne kadar çoğaldıkları görülür. Bunların başta gelenleri, Ceylan gibi Avrupa’nın kadın meselelerine dair olan yayınlarını okudukları gibi kadınların özgürlüğünden yararlanan birçok erkek dahi o özgürlük düşkünü kadın okuyuculara yardım ederler. Okudukları şeylerin neticelerinden onları haberdar ederler. Kadın cinsine karşı bu hürriyetçi tavırda bulunmayı da bir şıklık sayarlar. Dolayısıyla bu hakikatleri onlardan gizlemeye çalışmak bir istibdat yönetiminin hürriyet çehresini halkın bakışlarından gizlemesine benzer ki mümkün olamadığı yakında görülmüş olan kendi misalimizle deliliyle ispat edilmiştir. “Hürriyet” bir dereceye kadar, bir bakıma göre, ondan istifadeyi bilenlere kıyasla pek faydalı, mukaddes bir nimet olmakla beraber, diğer bir bakıma göre diğer derecelere nazaran ve özellikle ondan istifadeyi bilmeyenlere kıyasla ne kadar tehlikeli bir nimet olduğunu da işte şu birkaç aylık özgürce hayatımızda görmüşüz, anlamışızdır. Binaenaleyh iyiliklerden ziyade fenalıklar ortaya konulur ise onlardan korunma için daha ziyade istifadeye sebep olacağı şu asırda herkesten önce Emile Zola’nın hikmet nazarını açmıştır da naaşı Pantheon’a, o vatanperverlerin kubbesine naklolunmak derecesinde milletin hürmetine mazhar olan o büyük yazar kalemini bu ayıpları tasvire vakfetmiştir.
Evet! Hakikat böyle diyor. Bir murdarlığı örtmek ile onun pisliğinden korunulmuş olamaz. Onu açmalı, âleme göstermeli. Âlem onu görmeli. Ahlaki sıhhat için ne kadar zararlı olduğunu anlamalı da ona göre ondan korunmalı ve sakınmalı.
Evet ahlaki sıhhat!.. Aynen bedenî sıhhat gibi bir ahlaki sıhhat! Bedenî sıhhat hususunda zararlıyı, faydalıyı bilmek ne kadar lazım ise ahlaki sıhhatçe dahi tehlike ve selamet cihetlerini bilmek o kadar lazımdır. Bir sokakta açılan lağım çukurunun üstüne geceleri fener asmak gibi. O çukuru yok farz ederek oraya fener asmaz isek onu âleme gösterip dikkat ve çekinme nazarlarını davet etmez ve çağırmaz isek gafillerin birçoklarını o tehlikeye düşürmüş oluruz.
Hele biz Nurullah ile Ceylan arasındaki tartışmanın devamını da dinleyelim.
***
Ceylan son sözünü söylediği zaman Nurullah sükûta varmıştı. Hem de epeyce derin, epeyce sürekli bir sükût. Hatta biz dahi yukarıdaki fıkramızda vermiş olduğumuz bazı izahatı bu sükûtun müddeti arasına sıkıştırıverdik. O sessizliği bozan yine Ceylan oldu. Dedi ki:
“İşte karşılık vermekten yine aciz kaldınız. Karşılık vermek mümkün değil ki veresiniz. Zaten şu teorilerde gönlünüzün, fikirlerinizin benimle beraber olduğuna şüphe bile edemem. Nasıl olur ki bir delikanlıya her şey caiz, her şey mübah olsun da bir kıza hiçbir şey caiz, hiçbir şey mübah olmasın? Delikanlı her gördüğü kadına, kıza göz koyup bıyık burabilsin de kız, hatta yahut kadın hafif bir tebessüm bile edemesin. Bir erkek için izin verilen serbestliğin yüz binde biri bir kadında, bir kızda görülecek olsa mahvolduğu an o andır. Biz, erkek efendilerin âdeta eğlencesi olmuşuz, kalmışız… Bize karşı her hâl ve tavırda onlar özgür, müstahak. Biz? O!.. Biz eşyadan sayılırız! Hayvandan bile sayılmayız, nerede kaldı ki insandan sayılalım.”
“Ama artık ifrat ediyorsunuz. Mübalağa…”
“Hayır! Hiç de ifrat etmiyorum. Belki tefrit ediyorum. Düşününüz ki beğenilmek hevesi insanlık için yaradılış gereği, tabii, fıtri bir şeydir. Biz kadınlar beğenilmeyi tabii ki isteriz. Fakat yolda veya bir çayırda kendimizi beğendirmek istediğimiz erkekle karşı karşıya gelince şemsiyemizi indirip siper almaya mecburuz. Neden? Dünyanın hangi tarafında böyle bir mecburiyet vardır?”
“Buraları böyle! Hatta korkunun bu derecesi dinî bir mecburiyet değil bir memleket âdetidir. Lakin sizin dediğiniz gibi bu serbestlik Avrupa’da bile yoktur. Benzetmeniz yanlıştır.”
“Yok mu? Amma yaptınız ha! Haydi, bakayım apaçık olanı da inkâr ediniz. Mariage liber (özgürce evlilik) bahislerine dair hiçbir şey okumadınız mı? Kocasını kızın kendisinin seçmesi lüzumu muhakkak surette sabit olmadı mı? Bir kızın kocasını; anası, babası, bunlar yok ise diğer velisinin seçmesi medeniyete en tehlikeli şey olacağına hükümler verilmedi mi? O kocaya kızın velileri varacak değil, kız kendisi varacak.”
“Sıradan ailelerce böyle ama kendi medeni mertebesini bilen aileler nezdinde kız özellikle velileri tarafından izinli olmadıkça ve yanlarında aile üyelerinden bir kimse bulunmadıkça yakında nişanlısı olacak ve hatta olmuş bulunan delikanlı ile görüşemez. Onların görgüleri bize benzemediği için diğer sıradan ailelerde gerçekte bu kadar dikkat yoktur. Ailelerin medeni mertebeleri düştükçe kızlarda hiç de baskı kalmaz. Mariage liber, yani özgürce evlilik davaları da ancak bunlar için doğru görülebilmektedir. Biz ise bunlara hiç benzemeyiz. Bizim kızlarımızı kendi hâllerine bırakırlar ise…”
“Vallahi şimdi aklıma gelmişti. Ya davulcuya varır ya zurnacıya! Değil mi? Varsın davulcuyu, zurnacıyı beğensin. Kim ne hakla karışacak? Bir kemancı Çingene’ye varmış prensesler yok mu? Yalnız Avrupa’da değil bizde bile! Bir kraliçe iken boşanıp adi bir adama varmış kadınlar yok mu?”
“Fakat Avrupa’da dahi o özgürce düşüncelerin karşıtları var. Onu da biliyorsunuz ya? Gazeteler bu yoldaki evlilikler için neler yazdılar!”
“Biliyorum. Hem teşekkürle itiraf ederim ki birçok cihetlerini yine sizden öğrendim. Mariage liber usulüyle evliliklerin sürekli olmayacağı düşüncesi değil mi? Varsın sürekli olmayıversin. Birisinden ayrılan diğer biriyle birleşebilir.”
“A gözüm bu mariage liber’in erkeklerden ziyade yine kadınların zararına sebep olacağını size uzun uzadıya anlatmamış mıydım?”
“Ben de o fikirlerinize uzun uzadıya mukabelede bulunmamış mıydım? Her kaytan bıyık çelebi rast geldiği kızı iğfal ediverecekmiş. Gerçi kızlar bizimkiler gibi miskinlerden ibaret olur ise bu dediğiniz pek haklıdır. Biçareyi aldatırlar. Kız iken valide eder sonra terk ediverirler. Zavallı mazlumeye ağlamaktan başka hiçbir intikam şekli, hiçbir teselli vesilesi kalmaz. Ama düşününüz Nuri Beyefendi Hazretleri! Düşününüz ki şimdi Avrupa’da kızların ellerinde hançer var. Rovelver var ve petrol şişeleri var.”
“Aman Ceylan! İlerlemeyi bu derecelere kadar vardırdınız ha!”
“Aman zahir!.. Gazetelerin her günkü nüshasında böyle bir intikam vakası görüyorsunuz! Değil mi? Veriniz kadınların hukukunu kendi ellerine, bakınız kadınlar kendi hukukunu muhafaza edebilirler mi edemezler mi görünüz. Fakat karşınızda bir alay cahil ve miskin bulundukça istediğiniz gibi hükmeder, keyfiniz üzere oynarsınız.”
Nurullah Bey hakikaten kıvranmaya başladı. Mağlubiyet alametleri her yönden yüz gösteriyordu. Ceylan’ın da dediği üzere kendisi kalben bu hislerin ve fikren bu hayallerin üstünde değil ise de o hayaller ve düşünceleri hayata geçirecek olursa medeni toplum dâhilinde meydana gelecek hercümercin dehşetini pek büyük görüyordu.
Böyle gördüğü için nazariyesi başka, uygulaması başka bir adam olup yine Ceylan’ın dediği gibi bir muamma hâlini, hem de halli müşkül bir muamma hâlini alıyordu.
Ceylan, arkadaşının şu acizlik hâlini bir galibiyet tavrıyla seyretmeye başladı. Nihayet tavrındaki ciddiyeti değiştirerek ve zaten güzel olan esmer yüzünün letafetini gayet tatlı tebessümler ile arttırarak dedi ki:
“İnsaf et Nuri! Merhamet et! Bak sana artık senli benli söz söylüyorum. Henüz hakkım yok iken böyle söylüyorum. İnsaf et, düşün! Bir genç kız sana diyor ki şu kardeşçe olan münasebeti, şu tabii olmayan hâlinden çıkaralım. Tabii bir hâle koyalım. Birbirimizi seviyoruz. Muhabbetimizden istifade edelim. Ama sende bin düşünce varmış. Seni menetmem. Hürriyetini yine sana bahşederim. Hazır şu akşam ev hâli, fırsat elde iken neden istifade etmeyelim?”
“Aman Ceylan ne söylüyorsunuz Allah’ı severseniz? Çıldırdınız mı?”
“Neden çıldırayım? Sen çıldırtır isen belki de çıldırırım ama iş henüz çıldırmak derecelerine gelmedi. Tabiat dâhilinde fikir yürütüyorum. Canım bir erkek bir kadına kavuşmak için köpek gibi yalvardığı, ağladığı, sızladığı hâlde hiç ayıplama sebebi olmuyor da bu istek kadın tarafından vaki olunca neden ayıplama sebebi oluyor? Nuri! Sevgili mıymıntı! Bırak şu mantıksızlığı!”
“Canım bir delikanlı bir geceyi boş bir evde bir kızın yanında geçirmiş denilirse…”
“Evvela bu kadar hususi olan şeyi kim haber alıp da ne diyecek? Velev ki haber alsınlar. Ne derlerse desinler. Sen erkeksin. Sana bir şey demezler. Mahvolacak ben değil miyim? Varayım mahvolayım.”
Söz buralara gelince Nurullah kızarmaya başlamıştı. Kan başına çıkıyor, rengi al al olduğu gibi vücut sıcaklığı da artıyordu. Bu sıcaklık artışı kanı içindeki serumu, suyu ısıtarak buhara dönüştürdüğünden cildinin gözeneklerinden dışarı fışkıran o buhar derhâl yoğunlaşarak evvela darı tanelerinden küçük, daha sonraları nohut kadar ter damlaları oluşturuyorlardı. Ceylan’a bir cevap vermek için ruhunun olanca kuvvetini toplamaya çalışıyordu. Ama çalıştıkça o ruhi kuvveti acizliğe dönüşmüş görüyordu. Ceylan da delikanlının şu duçar olduğu buhrana acıdı. Hücumlarını hafifletmeye lüzum gördü. Dedi ki:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/jon-turk-milli-ictimai-ve-siyasi-roman-69429190/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Masura: Eskiden kullanılan bir akarsu ölçü birimi. (e.n.)

2
Kitabet-i Osmaniye: Osmanlıca kurallarına göre yazı yazma. (e.n.)

3
Müşaare etmek: Karşılıklı olarak şiir söylemek. (e.n.)

4
Makisun aleyh: Kendisine kıyas yapılan, hakkında kanun metninde hüküm bulunan. (e.n.)

5
Soygun kadın: Eski düğünlerde, ziyafetlerde, davetli hanımları kapıda karşılamak, ferace ve çarşaflarını alıp muhafaza etmek ve giderken giyinmelerine yardım etmekle görevli kadın. (e.n.)

6
Bir tür elbise. (e.n.)

7
Car: Kadınların, elbiselerinin üstüne örtündükleri çarşaf. (e.n.)

8
Perestişkâr: Taparcasına seven, tapınan, delice seven. (e.n.)

9
Dişi ceylan. (s.n.)
Jön Türk – Millî  İçtimai ve Siyasi Roman Ахмет Мидхат
Jön Türk – Millî, İçtimai ve Siyasi Roman

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Hukuk mektebini ikincilikle bitirmiş Nurullah Bey tamamen içinde yaşadığı dönemin çocuğu olsa da huy bakımından babasından bir miras almıştır: Siyasi olaylara karışma konusunda çekingenlik. Ancak dönem II. Abdülhamit dönemidir ve Serhafiye Feyzullah Efendi’nin hafiyeleri etrafta kol gezmektedir. Bir iftira, bir ters söz, bir yanlış anlaşılma, insanları istese de istemese de siyasetin tam göbeğine çekebilmekte; hatta mahpusluklara, sürgünlere yol açabilmektedir. Böyle bir akıbet Nurullah Bey’in de başına gelir ve siyasi olaylara uzak kalmaya çalışan bu genç, yaşadıklarından sonra bir Jön Türk olup çıkar… Romanlarında sosyal meselelere uzak kalmayan Ahmet Mithat Efendi, bu eserinde de dönemin fikrî ve toplumsal yapısını ustalıkla vermiş, Doğu-Batı çatışmasını örnekleriyle anlatmış ve tarihimizde önemli bir yeri olan Jön Türkler’in tarihî konumunu, hangi şartlar altında faaliyet gösterdiklerini gözler önüne sermiştir. Şu aralık istibdada karşı müntakimce neşriyatımızda sürgün yerlerinin, sürgünlerin hâli pek yaman bir şekilde tasvir edilmekte bulunmuş ise de biz üç seneden fazla uzayan sürgünlük müddetimizin ilk yedi sekiz ayından başka pek de acelecilikle yakınılacak cihetlerini görmedik. Hele hiçbir zaman işkence, eza, cefa, görmedik. Hakaret bile çekmedik. Kale içinde her tarafa zaptiye muhafazası altında olarak gidebilirdik. Gündüzleri evimize, evlat ve iyalimiz yanına bile giderdik. Fakat akşamüstü yine hapishaneye dönerdik. Gerçi esirlik ve mahpusluğun bu derecesi de pek ağırdı.

  • Добавить отзыв