İnsanlar Maymun muydu?

İnsanlar Maymun muydu?
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Hüseyin Rahmi, batıl ve dini kullanan insanların, bilim insanlarına karşı bakışına; onların yazıları, fikirleri, giyim kuşamı, yaşam tarzı ve aile yapısına karşı duruşunu Filozof Mualla Lahuti Efendi karakteri üzerinden anlatıyor. Evrim konusu, dönemin dinci kanaat önderlerini temsil eden Enis Buhari ile Mualla Efendi arasında fikir münakaşasına neden olur. Bilimi temsil eden filozof, düşünceleri yüzünden büyücülük yaptığı, dedelerinin maymundan geldiği, simya ile uğraştığı ve uğursuz olduğu suçlamalarına maruz kalır. Yaşanan tüm uğursuzluklarda filozofun kapısı çalınır. “ ‘Vay biz maymun muymuşuz? Haşa sümme haşa!’ bağırtılarına küfürler karıştırılarak kıyametler kopuyor. Dur behey kan dökücü insanoğlu! Maymunun bu işe erecek kadar aklı ve söz söylemesi olsa, bu akrabalığı kabul etmemek için senden önce o hayvan telaşa düşer.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
İnsanlar Maymun muydu?

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
“İnsana kendi büyüklüğünü bildirmeden hayvanlarla ne kadar eşit bulunduğunu göstermek tehlikelidir.
Onun aşağılığını gözüne sokmadan büyüklüğünü göstermek daha tehlikelidir.
Bu iki hâlini ona bildirmemek daha çok tehlikelidir.
Fakat bu iki benliğini birden ona göstermek daha pek çok yararlıdır.”
    Pascal


1
Dikkat gazetesinin yazı odasındayız. Ortaya uzanmış boylu masanın ayıplarını gizleyen lahana yaprağı solukluğundaki yeşil örtü, mürekkepten püskürme benli… İskemleler, hokkalar, bütün öteberi gündelik ve hor kullanılmaktan kahvehane eşyasına dönmüş… Bu kirlice görünüş, cemiyet, şehir, ahlak, iktisat, fen gibi her meseleye karşı kalemleriyle cirit oynayan yazarların gururlarına hiç de parlaklık verecek birer hâlde değil…
Kimi başını önüne eğmiş, kaşlar çatkın, dalgın çalışıyor; kimi bir elinde kalem ötekinde parmaklarının ucunu yakacak kadar küçülmüş izmaritten birkaç nefes daha tüttürmeye uğraşarak düşünüyor; kimi önündeki yarılanmış çay bardağının içine bakarak zihnine bir şeyler doğmasını bekliyor; kimi tercüme ettiği parçanın üzerine gülümsüyor.
Bir aralık masanın bir başından öbür ucuna fırlatılan bir latife, dinlenmeye bir bahane arayan bu yorgun kafaların hep birden işlerini bırakmalarına yol açtı.
Birkaç dakika söyleştiler, gülüştüler. Bahsin gülmeye değerinden çok kapalı odada çalışmaktan bunalmış bu yazı amelesinin onu öyle saymalarına ihtiyaçları vardı.
Birden, koridordan geçen sahip ve başmuharririn emirler veren sesi işitildi. Yazar odasında hemen başlar öne eğildi, kâğıtlar üzerinde kalemler koşmaya başladı.
Bu sahne karşısında meşhur bir komedinin tıpkı bu gerçek tuhaflığı andıran bir perdesini hatırlamamak kabil değildi. Bizde yazarlığın, gündelikçi dülgerden, taş kıran rençperden daha farklı olduğunu kim iddia edebilir? Ara sıra işlerini gevşeten bu amele, uzaktan kalfanın veya ırgatbaşının sesini duyunca aynı çalışma manzarasını almazlar mı?
Dışarıdan başyazarın kulaklara bir kamçı gibi çarpan sesi çınladı geçti. Yine hokka başlarında tembel tembel esnemeler, gerinmeler baş gösterdi.
Geniş bir konuşma zemini açmak için Enver Hakkı, Ali Salahi’den sordu: “İnsanlık maymunluk meselesi nasıl oldu?”
Ali Salahi önündeki zarfları karıştırarak: “Her gün üç dört itiraz mektubu geliyor. Bunlardan gazeteye konulacak ve konulmayacak olanları ayırmak gittikçe güçleşiyor. Bazıları feylesofa atıyorlar saparnayı…” dedi.
Latif Sezai: “Ben, vakit bulup da bu kitabı okuyamadım. Feylesof, eserinde sözün kısası ne diyor?”
Ali Salahi: “Ben de tamamını okuduğumu söylersem inanmayınız.”
Fikret Şükrü: “Zaten biz hangi kitabı bütün okuyup da haklı bir hüküm verebiliriz? Hatta mekteplerimiz için edebiyat tarihi yazanlarımız bile… Bütün bir nesli utandıracak tetkiksiz sayfalar karalarlar.”
Latif Sezai: “Yazan öğretmen ise okutmaktan okumaya vakti yoktur.”
Fikret Şükrü: “Böyle ehemmiyetli işlerde yeri, vakti olan bilirlere niçin bırakmıyorlar?”
Atıf Nuri: “Bu da başka mesele. Dert içinde dert. Çok çalışkan görünen zamanımız, az işle fazla para kazanmak isteyen kurnazlarla doludur. Aynı bahis üzerinde, kendinden önce yazılmış kitapları karıştırırlar, küçük bir rötuşla bu hazırlopları kendi kitaplarına geçirirler.”
Fikret Şadi: “Böylelikle, eskiden işlenmiş yanlışlıkları geleceklere devretmiş olmazlar mı?”
Atıf Nuri: “Bunun kim farkında? Bu yanlışlıkların temelleştirilmesinden kim mesul? Kimin ne umurunda?”
Latif Sezai: “Bir iki kitap karıştıranlar yapacakları işi biraz olsun vazife edinmiş sayılabilirler. Böyle ehemmiyetli eserlerde yalnız kulaktan aldıkları sözlerle sayfa dolduranlara ne diyelim?”
Fikret Şükrü, birdenbire konuşmayı yine asıl bahse çevirerek, “İnsanların maymun aslından oldukları iddiasında pek ileriye varan bu Feylesof Mualla Lahuti Efendi ne çeşit adam Allah aşkına?” dedi.
Ali Salahi: “Çok derin ilim adamlarından imiş. Dünyayı bir buzlu kutbundan öbür kutbuna kadar karış karış dolaşmış, Afrika’yı, Amerika’yı, Hint’i, Çin’i, Avustralya’yı, bütün okyanusları devretmiş… Pitekantrop’u arıyormuş…”
Latif Sezai: “Pitekantrop, bu da ne demek olacak?”
Ali Salahi: “Maymun adam.”
Latif Sezai: “Sormaya dilim varmıyor. Âdem Baba’mız mı?”
Ali Salahi: “Maymundan insana dönmeye başlayan ilk mahluk…”
Atıf Nuri: “Bu kadar yorgunluğa karşılık bari ağababasını bulabilmiş mi?”
Fikret Şükrü: “Alay etme. Onun ağababası, bizim de büyük ceddimiz sayılır. Hep bir kökten geliyoruz. Irklar sonra ayrılıyor.”

2
Bu aralık, yazı odasının kapısı açılır. Boyluca bir adam görünür. Kıyafeti ihmalli bir ihtiyar. Soluk bir melondan[1 - Melon: Yuvarlak ve bombeli şapka. (e.n.)] sarkan kır saçlar enseyi dövüyor. Darvin’i andırır heybetli bir sakal, göğsünü dolduruyor. Çıkık alnın tümsekliğini bir kat daha artıran gür kaşların altında çukura kaçmış küçük gözler, insanın maymunla akrabalığına bir örnek gösterir gibi bakıyor.
Kullanılması yılları geçmiş bol, uzun cübbemsi bir pardösü gövdesini örtüyor. Biraz papaza, daha çok bir haham eskisine benzeyen tuhaf bir kimse…
Bütün yazarların gözleri bu keşiş bozuntusuna yahut işinden çıkarılmış hahama dikilir. Bu garip zat birkaç adım ilerledikten sonra ince bir gülümseme ile bir kart uzatır.
Ali Salahi kartı alır ve yüksek sesle okur: Feylesof Mualla Lahuti Efendi…
Bu şişkin isim ve unvan işitilince herkesin bakışındaki dikkat artar. Mualla Lahuti Efendi, bu meraklı gözlerin önünde hafifçe bir reverans yapar. Yazarlar hep karşılık verirler. Bu suretle selamlaşmış olurlar.
Feylesof: “Başyazarı görmek istiyorum. Kabul buyururlar mı acaba?”
Ali Salahi: “Buyurunuz. Biraz dinleniniz. Haber verelim.”
Feylesof, gösterilen sandalyeye oturarak, “Teşekkür ederim…” der.
Yazarlardan biri bu mühim ziyareti başmuharrire yetiştirmeye gider.
Mualla Lahuti Efendi yazılarını bırakıp, kendini dinlemeye hazırlanmış yüzlere dönerek: “Efendim, bana karşı olarak gazeteye koyduğunuz son makalelerden ikisi çok şiddetlidir. Birindeki imza Enis Buharî, öteki Ruşen Zamir’dir. Asıl isim mi, takma mı bu isimler kim bilir? Bütün bu sözler, iddialar softa kokuyor. Görünen hakikat işte budur.”
Latif Sezai: “Her yenilik, halkça fena olarak karşılanır. Zatıaliniz bizden iyi bilirsiniz, sizden evvel meşhur İngiliz feylesofu Darvin, teorisini meydana koyduğu zaman aynı hücumlara uğramamış mıydı?”
“Evet, fakat o vakitten bu ana kadar hemen üç çeyrek asırlık bir zaman geçti. Bazı cihetlerden ilerliyorsak, bazılarında da kıçın kıçın geri gidiyoruz. Takındıkları ‘medeni’ unvanına karşı, insanlar gittikçe vahşileşiyorlar…”
“Tanklar, uçak bombaları, boğucu gazlar…”
“İşte bu ölüm icatlarından dâhiliklerine şeref arıyorlar. Ahlakça düşkünlüklerine başka delil düşünmeye lüzum var mı? Bir millet, öteki milletlerin hayatlarına tırpan attıktan sonra İsrafil’in surunu üfürmek istiyor.”
Fikret Şükrü: “Efendi hazretleri, bugünün dünya politikasını da biliyorsunuz.”
“Malum… Koca dünya yuvarlağı birkaç avucun içinde hokkabaz yuvarlağına çevrildi. Felsefe, ilim, moral, akıl, itidal, haklılık, adalet hep sustu, bütün hayvanca şiddetiyle canavarlık baş gösterdi. İnsanlık ruhumuzda yırtıcı hayvanların kalıntısını taşıdığımız apaçık görülüyor. Çakallarla kurtlarla kan kardeşiyiz. Darvincilikten sonra insanın hangi kökten çıktığına dair ortaya bir teori konuldu mu? Yaradılış ölçüsünde bizim alt tabakamızda maymunlar var. Bazı organlarımız bakımından onlara çok benziyoruz. Bu benzerlikleri gözden geçirmeye kalkışınca, ‘Vay biz maymun mu imişiz? Haşa sümme haşa!’ bağırtılarına küfürler karıştırılarak kıyametler kopuyor. Dur behey kan dökücü insanoğlu! Maymunun bu işe erecek kadar aklı ve söz söylemesi olsa bu akrabalığı kabul etmemek için senden önce o hayvan telaşa düşer. Maymunlar, bu kan kardeşliğini şeref bilmeyecek kadar kendilerini ahlakça insanlardan yüksek saysalar yerindedir. İnsanoğlu, sen ne patırtı edip duruyorsun, bizden önce bu akrabalıktan çekinme o hayvanlara düşer.”
Feylesof böyle boşanmaya bahane arar bir coşkunluğa düşerken başmuharririn yanına giden genç, odaya dönerek, “Efendi hazretleri, buyurunuz beyefendi sizi bekliyor.” dedi.
Feylesof kalktı. Her yazarı ufak bir baş işaretiyle selamlayarak yürüdü.
Mualla Lahuti odadan çıktıktan sonra yazarlar bu adam hakkında edindikleri fikirleri birbirinden sorar gibi bakışıyorlardı. Sonunda, Enver Hakkı dilinin ucundaki suali salıverdi: “Bu Lahuti Baba’ya ne dersiniz?”
Atıf Nuri: “Bütün benzerleri gibi bu da paradoksal[2 - Paradoksal: Aykırı düşünce niteliğinde olan. (e.n.)] bir tipe benziyor.”
Fikret Şükrü: “Azizim, böyle adamlar paradoksallaşmadıkça meşhur olamazlar. Nietzsche’yi büyük bir örnek olarak gösterebilirim.”
O zamana kadar ağız açmamış olan Bahattin Salih, “Geç canım geç…” dedi.
Fikret Şükrü: “Neyi geçeyim?”
Bahattin Salih: “Kıtıpiyos[3 - Kıtıpiyos: Düşük nitelikte, değersiz, bayağı. (e.n.)] lafları.”
Fikret Şükrü: “Sözümün neresi kıtıpiyos?”
Bahattin Salih: “Nietzsche bir deli idi. Bu adam da budalaya benziyor. Bizde delinin bile iyisi çıkmaz.”
Enver Hakkı: “Bahattin, durur durur da bir cevher yumurtlar ki, al da lafı rafa koy…”
Latif Sezai: “Bahattin dâhileri çekemez, kıskanır. Onlar için iyi dediğini hiç işitmedim.”
Fikret Şükrü: “Zavallı Baha, Türkiye’de yazar doğacağına keşke Almanya’da Niçe (Nietzsche) gibi bir deli olsaydı.
Enver Hakkı: “Türkiye’de meşhur deli yok mudur sanki? Birkaç şair sayabilirim.”
Latif Sezai: “Mazhar Osman Bey’in sicilinde kaç şair, kaç edip var acaba?”
Bahattin: “Doktorun hususi bir defteri varmış. Onlara pansiyona gelenler değil, gelecekler kayıtlı imiş.”
Atıf Nuri: “Bu defteri çalsak da çıldıracakların adlarını gazete ile yaysak…”
Fikret Şükrü: “Sürüm çoğalır.”
Bahattin: “Ama belki ertesi gün gazete kapanır.”
Fikret Şükrü: “Esasa dönelim. Mualla’ya paradoksal diyorsunuz, ama bu adamın görüşü açık. İnsanlarla hayvanları hemen hemen birleştiriyor.”
Atıf Nuri: “Büsbütün haksız mı söylüyor sanki? Biz insanlar, hayvanlara karşı zekâmızla övünüyoruz. Hayvanlarda zekâ yok mu? Tıpkı bir insan gibi terbiye almıyorlar mı? At cambazhanelerinde, bazı sahnelerde numara yapan artist hayvanları inkâr edebilecek miyiz?”
Enver Hakkı: “Öğreniyorlar, ama çok güç öğreniyorlar.”
Latif Sezai: “İnsanlar kolay mı öğreniyorlar? Okumaları yıllarla süren bilgiler yok mu? İçimizde hayvanlara yaklaşan kafalar çoktur.”
Enver Hakkı: “On yılda piyano klavyesi üzerinde sağ ve sol el notalarının iki satırını birden okumayı beceremeyenleri çok bilirim.”
Fikret Şadi: “Hayvanlar dayak korkusuyla öğrenirler.”
Bahattin: “Hayvanlar dayaktan korkarlarsa insanlar türlü şekillerdeki cezalardan titremezler mi? Yarı vahşi memleketlerde bir zorbanın şaklattığı kırbacın önünde yüz binlerce insanlar susta durmazlar mı?[4 - Susta durmak: Korkulan kimse karşısında saygılı ve çekingen davranmak. (e.n.)] Henüz hayvanız hayvan… Tarihimizin beş altı bin yıllıktan ötesini tanımıyoruz. Fen, ilim bize üzerinde yaşadığımız bu toprağın yaşı birkaç yüz milyon diyor. Küremiz bir gök afetine uğramazsa bir o kadar yıllık daha ömrü olduğuna işaretler vardır tarihçe olan bilgimizin, yalan yanlış varabildiği bu beş altı bin seneyi o, geçmiş ve geçecek milyonlara nispet edersek övündüğümüz bugünkü medeniyetimize karşı hilkat sicilinde henüz emekleyen bir çocuktan daha iradesiz, daha akılsız olduğumuz anlaşılır.”
Atıf Nuri: “Demek, insanlığın bir büyük geleceğinden ümidin var.”
Bahattin: “Şüphesiz. Birkaç yüzyıl evvelki vahşiliklerimizi düşünürsek karışıklığından yanıp yakıldığımız bugünkü hâlimizde büyük bir düzelme görürüz. O eski engizisyonlar, o işkence aletleri, bir kişinin emriyle muhakemesiz kafa kesilmeleri gibi canavarlıklar artık var mı? Bugün biz, bu birkaç yüzyıl evvelki tarihimizi okurken nasıl ürpermeler geçiriyorsak bundan üç dört yüzyıl sonra da bugünlerin tarihlerini okuyacak insanlar aynı ürküntülere düşeceklerdir.”
Enver Hakkı: “Demek insanlar arasında ideal adaleti kurabilecek kanunlar yapılacak…”
Latif Sezai: “Hayhay…”
Ali Salahi: “Bu mucize kanunlarını silahsızlanma konferansı mı yapacak?”
Latif Sezai: “Hayır canım. Yakında bir muharebe çıktıktan sonra lüzumsuzluğu anlaşılarak, bu cemiyet ya ortadan kalkacak veyahut büsbütün başka bir şekil alacaktır. Çünkü oraya toplananların hiçbiri samimi iyi bir niyetle gelmiyor. Hepsinin siyasi not defterlerinde kayıtlı başka devletlerin zararına görülecek entrika emelleri vardır. Her an birbirinden hile sezinleyerek, bunun bir tasımını beklerler. Haksızca saldırmaya kalkan herhangi bir milleti silahla susturmaya zorlamak için verilecek bir ittifak kararı verseler iş biter. Ama bunu veremezler, çünkü bir gün, bu kararın, ona imza koyan devletlerden birinin karşısına çıkması ihtimali vardır.”
Fikret Şükrü: “Latif, sen bugünlerde siyasileştin. Arnavutluk ile İtalyan münasebetlerine ne dersin?”
Latif Sezai: “Karganın kanadına sığınan serçenin hikâyesini tekrar ederim.”
Bu sırada yine oda kapısı habersizce gıcırdadı. Kasketinin siperi biraz yana kaymış, uzamış tıraş mı sakal mı belli değil, tuvaletsiz[5 - Tuvalet: Yıkanma, tıraş olma, giyinme, süslenme, taranma işi. (e.n.)] tüylü bir yüz göründü. Hiç ağız açmadan, bir zaman tuhaf bir dikkatle yazarlara baktı, durdu.
Ali Salahi, bu kabalıktan sinirlenerek sordu: “Kimsiniz? Kimi arıyorsunuz efendim?”
Adam bir şey yutuyor gibi kaşlarını kaldırıp gırtlağını oynattıktan sonra: “Ben mi kimim?”
Bu acayip sual karşısında, yazarların hepsinin yüzlerinde birer gülümseme dolaştı. Adam, sözünün arkasını getirdi: “Ben, âdemoğullarının sırtına yüklenen haşa maymunluk küfrüne karşı Enis Buharî imzasıyla dört gün evvel bir yazı gönderen adamım. Kimi aradığımı da söyleyeyim.” dedi, durdu.
Ali Salahi: “Peki buyurunuz, dinliyoruz.”
Enis Buharî: “Mualla Lahuti adını alan o müşrik herif burada imiş. Onu arıyorum, görüşeceğim.”
Ali Salahi: “O şiddetli yazınız nasılsa dikkatsizlikle gazeteye geçirilmiştir. Biz, bu işin sövüşme tarzında değil, fennî, ilmî surette konuşulması tarafındayız.”
Enis Buharî birkaç adım odanın ortasına ilerleyerek: “Böyle bir hezeyan, ilim sınırına sokulabilir mi? Çingenenin oynattığı götü kırmızı şebek babandır, sokakta gezinen uyuz köpek amcandır, moloz taşıyan kancık eşek halandır deseler, demek ki, kızmamalıyız.”
Ali Salahi: “Bu söylediğiniz, medeni insanlar arasında olmaması gerekli ve terbiye düsturuna ait bir iş, öteki anatomi kompareye[6 - Anatomi kompareye: Karşılaştırmalı anatomi. (e.n.)] ve paleontolojiye ve daha başka şeylere ait bir bilim meselesi…”
Enis Buharî Efendi sinirli bir söyleyişle: “Lafa böyle ‘kumbara mum-bara, loji moji’ karıştırıyor ve buna da ‘ilim’ diyorsunuz. En sonra da insanlık hesabına baba olarak bir ayı, bir maymun, ana olarak da bir kancık çıkarıyorsunuz. O herif, bastırdığı kitapta neuzubillah[7 - Neuzubillah: Allah korusun. (e.n.)] ne haltlar karıştırmış! Biz hepimiz solucandan gelmişiz. Solucanın geldiği babanın da tek bir deliği varmış. Yeme, içme ve dışarı çıkma hep bu tek delikten yapılıyormuş. Bulantı duymadan bu saçmaları okumak elden gelir mi? Bu herif haşa Mualla Lahuti değil, imansız bir Yahudi.”
Latif Sezai: “Evet, Feylesof Mualla Efendi burada başyazarımızın odasındadır. Fakat onunla matbaamızda bu şekilde münakaşaya müsaade edilemeyeceğini size hatırlatmak zorundayız.”
Enis Buharî: “Efendim, biz icabında münazara adabına riayeti de biliriz.”
Ali Salahi: “İşte bu riayette gayet dikkatli olmanız şartıyla onunla görüşebilirsiniz.”
Enis Buharî: “Bu ana kadar biz nelere eyvallah demedik ki, buna da ya sabır çekmeyelim?”
İşi anlatmak için, yazarlardan biri tekrar başyazarın odasına gider ve döner. Enis Buharî’nin beklenildiğini söyler.
Bu adam, yazarlara kısa temennalar[8 - Temenna: Öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek verilen selam. (e.n.)] ettikten sonra, salıntılı bir yürüyüşle odadan dışarı çıkar.
Atıf Nuri: “Bu zat, bir yobaz eskisine benziyor.”
Ali Salahi: “Evet, çarpık kasketinin altında yasak sarık sırıtıyor gibi bir hâlde…”
Latif Sezai: “Bakalım verdiği sözü tutacak mı? Yoksa orada bir gürültü mü kopacak?”
Enver Hakkı: “ ‘Ya sabır çekerim!’ dedi ya…”
Fikret Şükrü: “O, medresede evrat çekmeye[9 - Evrat çekmek: Okunması âdet olan duaları ve Kur’an ayetlerini sürekli tekrarlamak. (e.n.)] alışmıştır.”
Hep birden gülüştüler.

3
Başyazar ile feylesof arasında konuşma orta hâllice sürüp gitmekte iken Enis Buharî Efendi odaya girdi. Yarım bir kımıldanışla ona yer gösterdiler, ilkin birbirini tartar gibi gözden göze bir bakış oldu. Sonra, feylesof biraz hışırca bulduğu hasmına karşı hafif bir gülümseme ile söz açarak: “Eserimle efendi hazretlerini çok öfkelendirmiş olduğuma teessüf ederim. Kâğıt üzerindeki tekdirleri yeteri kadar bulamayarak galiba şimdi de yüz yüze kavgaya geldiler.”
Enis Buharî Efendi yüreğinde kaynayan taşkın taassup ateşini yenmeye uğraşarak: “Hayır efendim, estağfurullah, kavgaya değil, âcizane ricaya geldim. Kul kusursuz olmaz. Nasılsa kocaman bir hata işlemişsiniz. Sözünüzü geri alınız.”
Feylesof: “Maksadınızı açık açık söyler misiniz?”
Enis Buharî: “Gerek sizi ve gerek size aldanacak saf yüreklileri büyük bir vebalden korumak için söylüyorum. Maymundan insan doğmaz. Bu hakikati pekâlâ siz de bilirsiniz; ama Darvin marvin diye birtakım İngiliz, Fransız, Frenk dedikodusuna kapılmışsınız.”
Feylesof: “Yanlışlık bende değil, sizde… Ben, bir maymunun birdenbire insan doğurduğu iddiasında bulunmadım. (karşısındakine dikkatle bakarak) Sizi şimdi daha iyi tanıdım. Siz, eski vaizlerdensiniz. Bayezit Cami’nin Kaşıkçılar kapısında halkı irşat ederdin. Eserlerinden bir satırını bile okumadığınız Moliere’e, Voltaire’e atardınız kantarlıyı…”
Enis Buharî biraz bozularak: “Canım efendim, neye lazım, o eski yaprakları kapayınız şimdi… Sözümüzden ayrılmayalım. İnsan, insandır. Maymun, Cenabı hallakı Kerim’in yarattığı büsbütün başka maskara bir hayvandır. Hak Teâlâ ve Takaddes hazretleri adamı balçıktan yarattı, uyluğundan Havva’yı çıkardı. Âdem’e secde etmelerini meleklere emir buyurdu. Bütün melekler, Âdem’in huzurunda secdeye vardılar. Şeytan, aleyhüllane, kibr ü gururundan bu emre itaat etmedi. Cennetten kovuldu. Hasetten, yeryüzünde beniâdeme musallat oldu. Şimdi her an onları yanıltıp şaşırtma ile uğraşıyor. Emin olunuz feylesof efendi, sizi de şaşırtan odur. Bastırdığınız o küfürnameyi toplatıp yakınız. Din kardeşliği koruyuculuğu ile acırım size! Tövbe istiğfar ediniz.”
Feylesof Mualla Efendi, başyazar beyin yüzüne baka baka bu küçük vaazı büyük bir tahammül sıkıntısıyla dinledikten sonra, eski vaize dönerek: “Hocam.” dedi. “Yine eski huyunuzdan vazgeçmemişsiniz. Bu sözleriniz çok kimsenin uğramadığı tenha bir mescidin köşesinde, sekiz on saf yürekliye karşı ballandırılacak günü geçmiş vaazlardandır.”
Enis Buharî Efendi aşır okur gibi bir sallandıktan sonra: “Sizin, Allah’a ve emirlerine itikadınız yok mu?”
Feylesofun ağzından dik, kısacık bir cevap fırladı: “Yok…”
“Neuzubillah…”
“Dünyaya, her kavmi birbirine düşürecek zıt emirler gönderip de hâlâ sözünü yürütmeye muvaffak olamayan sizin Allah’ınıza itikadım yok…”
“Demek, bir mülhitle karşılaşıyorum. Sizin Allah’ınız, bizim Allah’ımız olur mu? Bu nasıl söz?”
“Olur… Siz, Allah diye, Göksu testisi gibi lüleci çamurundan insan yapan adi bir fabrikatör tanıyorsunuz. Felsefe ise, gözlere görünmeyecek kadar küçük bir tohuma, sonu gelmeyecek nesiller sığdıran büyük kuvveti aramakla uğraşıyor.”
Enis Buharî Efendi’nin gırtlağı fıskiye üzerindeki yuvarlak gibi, aşağı yukarı oynuyordu. Besbelli ki, zavallı adam, içinden ya sabır çekip duruyordu. Sordu: “İlk âdemin topraktan yaratılmayıp da maymundan geldiğine mi inanıyorsunuz?”
“Ben, bu ciheti eserimde uzun uzadıya anlattım. Dikkatli okumamışsınız. Siz, büyütmek istediğiniz Allah’ı, ona yaptırdığınız insan gibi hâllerle küçültüyorsunuz. Onu, çamurdan adam yapan kaba bir heykel yontucusu derecesine indiriyorsunuz. Şeytana bile sözünü geçiremiyor. Uşağına kızan bir patron gibi onu cennetten kovuyor. Aleyhillane, patrondan öç almak için dünya yüzünde isyan bayrağını açıyor, ortalığı birbirine katıyor, Cenabıhak bizzat kendinin bile başa çıkamadığı meluna yenilmiş olan insanları cehenneme atıyor. Hep bu sözler, dinleyenleri ayakta uyutacak masallardır. Vaiz Efendi hazretleri, sizin bana acıdığınızdan çok, ben size acıyarak bakarım. Hakikatte acınacak ben değilim, sizsiniz. Bu ehemmiyetli sözlere melek, şeytan, bir elde topraktan yapılma Âdem, Havva karıştırılamaz.”
Enis Buharî Efendi merakla boynunu uzattı ve hâlâ sırtında bol yenli cüppesi varmış gibi, kollarını sallayarak: “Kitaba inanmayalım. Allah’ı tanımayalım. Ya bu âlem nasıl meydana geldi?”
“Alem, daha doğrusu âlemler meydana gelmedi, hep bunların mayaları olan ‘eter’[10 - Eter: A. Einstein’a kadar, evrendeki tüm boşluğu doldurduğuna inanılan madde. (e.n.)] ezelden beri vardı. Bütün kâinatı içine almış görünen fezanın yokluğu farz olunabilir mi? Hiçbir Allah, hiçbir kuvvet bu sonsuz şeyi havası kaçmış çocuk oyuncağı bir balon gibi avucu içinde buruşturup da cebine koyamaz.”

4
Gittikçe kızışan sözün varacağı sonu biraz endişe ile bekleyen başyazar, misafirlerine birer kahve ısmarladı. O, ne büsbütün feylesofun ne de vaiz hocanın fikri tarafında idi. Onun için, dedi ki: “Sizi birbirinizden fikirce ayıran uçurumlar var. İzin verirseniz, ben de aranızda aracı bir hâl alayım.”
Feylesof: “Buyurunuz efendim, konuştuklarımız akıllıca fikirler için açıktır. Akıllıca olmayanları bile reddetmek maksadıyla dinleriz.”
Enis Buharî: “Beyefendi, buyurunuz. Yardımınız batıl değil, hak için olacaktır.”
Başyazar: “İlimler, fenler çalışmalarında hiçbir yasak dinlemezler. Hakikate varmak için her engeli yıkarlar. Ancak dinler, milyarlarca insanın dünya ve ahiretçe salah ve selamet imanıyla dönmüş oldukları mukaddes birer mihrap sayıldıkları için onlardan koyu inkâr şeklinde hor görerek söz etmek de caiz görülemez.”
Enis Buharî, iskemlesi üzerinde iki defa kalkıp oturarak: “Ağzınızı öpeyim beyefendi…”
Feylesof, yüzünde gezinen gülümsemeyi genişleterek: “Bugünkü şekliyle dinin, ilim ve felsefe karşısında tutunabilmesine imkân yoktur. Her şey ilerlesin, değişsin, yalnız dinler on beş yirmi asır evvelki çocukluklarını koruyarak yine bütün âlemce muta[11 - Muta: Veri. (e.n.)] olsunlar. Bunu akıl kabul etmez.”
Başyazar: “Din itikatlerinde, rivayetlerinde matematik kesinlik aranmaz. Dinler, metafizik belirsizliklerle dolu birer maneviyat âlemidir. Herkes, evet herkes, onları ruhça uyanıklığının derecesine göre genişleterek kabul eder. Ne yapalım, insanlık en vahşilerinden en medenilerine kadar putsuz, Allah’sız, itikatsız yaşayamıyor. Boşluklardan korkuyor, tutunacak bir temel arıyor. Dindar büyük feylesoflar bulunduğunu inkâr edemezsiniz. Onun için felsefe, araştırmalarında engel tanımayarak hırçın görüşlerle ilerlesin, fakat dinle pek tepişmesin, onu kendi hâline bıraksın. Bugün, felsefe dine uyamıyorsa, emin olunuz, yarın din felsefeye uyacaktır.”
Vaiz Enis Buharî’nin ağzı yarım karış açıldı. İnsanlık hayatında dine de felsefeye de ister istemez bir yer veren bu sözleri büyük bir alaka ile dinliyor, biraz kendi cehlini anlar gibi oluyordu. Onun da dinden şüphelendiği noktalar yok değildi. Ama koyu taassubu yüzünden bunları derinleştirmekten korkuyordu. Şimdi, feylesofa döndü. Onun vereceği cevabı dikkatle bekler bir hâl aldı.
Feylesof bu sefer gülümsemedi. Çatkın, ciddi bir suratla başladı:
“Felsefe, birçok asırlar dinin yardakçılığını yaptı. Fakat her adımda ayaklarını köstekleyen efendisinin bu uşaklığından artık kurtuldu. İlk zamanların cahil adamları kendilerinden daha cahillere karşı Allah ve din adına hiçbir ölçüye uymayan gülünç yalanları uydurdukça uydurmuşlar. Sonra tefsirciler gelmiş, bunlara daha gülünç kulplar takmaya uğraşmışlar. Kimi, cennetten kovulan Âdem’i Seylan Adası’nda Not Dağı’na, Havva’yı Hicaz civarına indirir. Öteki, buna karşı koyarak başka iniş yerleri gösterir. Sonra iniş tarihinde tarihçiler uyuşamazlar. Sonunda bu tarihin, İsa’dan önce 5584 ve hicretten 6216 yıl evvel olduğu kabul edilir. Görüyor musunuz, aslı faslı olmayan ilk büyük yalanın üzerine yığılan başka yalanlar. Cennet neresi? Onun çamurundan yapılmış bir adam, ara yerdeki yüz binlerce fersahlık havasız boşluklar içinde, boğulmadan buraya nasıl iniyor? Bu adamlar, kâinatı kendi anlayışları derecesinde küçültüyorlar, adileştiriyorlar.”
Başyazar: “Vakıa, dinlerde safça sözler vardır. Bunlar o zamanlardaki insanların düşüncelerine göre söylenmişti. Onlara başka türlü din telkini yapılamazdı.”
Feylesof: “Peki, cahiliyet devirlerinde pişirilip kotarılan bu kokmuş aşları yirminci asır insanlarının önlerine nasıl koyuyorlar? Âdem’in yeryüzüne inişlerinin tarihlerinin son rakamlarına bakıyor musunuz? 84 ve 16… Ne bir eksik, ne bir ziyade. Bu uydurma vakanın tarihlerini göstermekteki bu katilik kadar gülünç ne düşünülebilir? Tarihten evvelki zamanlardan söz edecek tarihçiler, prehistorienler tam bilgin olmalıdırlar. Bunların jeoloji, botanik, etnografi, antropoloji, anatomiyi iyi bilmeleri lazımdır. Cennetten kovulan çamurdan yapılma bu bir çift insan hangi dilden konuşurlardı? Tabiatın en çapraşık sırlarını anlayıvermekte dinler için hiç güçlük yoktu. Onlar bir üfürükle çamurları canlandırırlar, başka bir üfürükle istedikleri dilden konuştururlar.”
Başyazar: “Evet, dinlerin bu anlattıkları pek safçadır. Fakat ilimler, tabiatın esrarı hakkında son sözlerini söyleyebilecekler mi?”
Feylesof: “Söyleyemeseler de uydurmayacaklardır. İncelemelerinde derin tecrübe usulleri, büyük ihtiyatlarla yürüyeceklerdir. İnsaniyet, herhangi bir hakikat derecesine ancak bu sayede varacaktır. Çamurdan adam ve kadını dinler mitolojisinin müzesine kaldırdıktan sonra, kurulu itikatlardan hiçbirine iltifat etmeden, şimdi bağlantısız, serbest serbest düşünelim. Biz kimiz? Şurada burada kendi kendine yetişir gibi biten ebegümecinin bile kâinat kadar eski bir tarihi vardır. Biz, kendi yaradılış tarihimizi bilmiyoruz. Biz, ne cennetten kovulduk ne gökten indik. Biz, bu toprağın üzerinde doğduk. Bizi yapanlar erkek kadın, iki insandır. Bu insanlar da yine kendileri gibi insanlardan doğmuştur. Şimdi biz cinsimizin başını arayacağız. Nereden başlıyor?”

5
Enis Buharî Efendi bu kâfirce sözler karşısında sakalını sıvazladı, sıvazladı. Yüreğinde kıvrılan bir acaba? sualiyle düşünüyor, fakat yine hemen taassup tarafı üstün gelerek düştüğü bu ufacık duralamadan dolayı kendi kendini lanetliyor, içinden tövbeler, istiğfarlar ediyordu.
Nihayet yine dayanamadı, sordu: “Demek ki, gökten gelen haberlerin hiçbirine itibar etmeyip, kendi kendimizin ne olduğunu arayacağız?”
Feylesof: “Şüphesiz. Eğer bir dinin yasak ettiği şeylerden tamamıyla çekinmiş olsaydık, bugün çöllerde yaşayan bedevilerden hiç farkımız kalmazdı. Resim yasak, heykel yasak, müzik günah, güzel sanatlara ve eğlencelere dair her ne varsa bunlar oyun adı altında toplanarak uğraşanlarını, Allah saklasın cehennemlik eden şeylerden sayılır. Din sopalarının insanları kakıştırdığı bu töreye gidilseydi bütün dünya miskinler tekkesine dönerdi. Hâlbuki bugün medeniyetin eğlencelere ne kadar geniş yer verdiğini görüyorsunuz.”
Başyazar: “Efendim, dinlerin bu şeyler hakkındaki yasakları, buyurduğunuz derecede şiddetli değildir. Sonradan sonraya kaba sofular haddi aşırarak işi azıtmışlardır.”
Feylesof, sesini yükselterek: “Halkı cehennemle korkuta korkuta nefes alamayacak hâle getiren bu vaiz efendiler değil mi?”
Enis Buharî Efendi, cehennemden, zebanilerin ateşli tozlarından gırtlağını yırtarcasına haykırarak söz ettiği zaman, karşısında istiğfarlarla titreyen bir cemaat görmeye alışmıştı. Çok dar ve kaba din konusundaki bildikleri, bu işte çene yarışına çıkmaya pek elverişli olmadığı için sıkılıyor, elinden gelse hemen oracıkta feylesofu boğuvermek şiddetlerine düşer hâller geçiriyordu.
Feylesof, bu din umacılarından öç almak fırsatını kaçırmayarak sözünü kesmedi:
“İnsanların dinî masallarla oyalandırıldığı artık yetişir. Bu dünya ne bir haftada yaratılmıştır ne altı ayda ne on senede… Hocam, kulağını bana ver. Aç gözünü, ilk nebülözün Güneş’ten ayrıldığı zaman, aşağı yukarı bir trilyon yıldan fazla tahmin olunuyor. Bu rakamların anlattıkları kadar şeyi kavrayabilecek kadar sayı bilgisinde kuvvetli misiniz, bilmiyorum. Düşününce bu sayı insana baş dönmesi getirir. Ve sonra, güneşten kopan bu ateş parçasının çevresinin soğuyup kabuk bağlamaya başlaması için de iki milyar sene hesap olunuyor. Bu hesaplar ne gökten inmiş ne de Cebrail Aleyhisselam vasıtasıyla bildirilmiştir. Bu işe ait ilimler, fenler üzerinde çalışılarak bulunmuş şeylerdir. Jeoloji bilginleri bu toprağın tarihini birbirine eş olmayan beş bölüğe ayırırlar. Ben size jeoloji dersi verecek değilim. Kısaca söyleyeyim ki, bu devirlerin de araları milyonlar ve yüz binlerce yıllar sürmüştür. Her devrin tabakalarında rastlanan eserler ve fosillerin gösterdikleriyle hükümler veriliyor. Birinci devirde balıklar, ikincide kurbağalar, yerde sürünen hayvanlar, üçüncüde kuşlar ve memeliler, dördüncüde insan görülüyor. Yeryüzünde hayatın ne zaman başladığını aşağı yukarı bile kestirmek imkânı yoktur. Bu hususta kabul edilecek bir şey varsa, o da soğumaya başlamış olan suların, yetmiş derece sıcaklığa yaklaşmış olduğu zamandan önce arz üzerinde hayat olamayacağıdır. Yeryüzünde hayat en basitten, en küçükten başlıyor. Organizmada gittikçe tamlaşarak nevilere, cinslere ayrılıyor. Böyle böyle insan vücuda geliyor. Biz, bu ilk adamları yaşadıkları mağaralarda bıraktıkları eserlerden, kullandıkları şeylerden ve bulduğumuz iskeletlerinden tanıyoruz. Bunlar üzerine konuşmak için, insanla maymun organizasyon ve iskeletlerinin anatomice olan farklarını, ana karnındaki döllerin teşekkül ve birbirine benzerliklerini, kanların tabiatlarını iyice bilmeliyiz. Tabiat ölçüsünde maymun, insana en çok benzeyen bir mahluktur. Neviler arasında insana en çok yaklaşan maymun tipine de antropoit denilir ki, manası âdeta ‘yarım adam’ demektir. Biz bu antropoitlerden gelişerek ayrılıp da mı insan olduk? Mesele bu hâlde iken, 1891’de Eugène Dubois adında Hollandalı bir asker doktoru, Java adasında ve üçüncü ile dördüncü devir arasındaki toprakta bir kafatasıyla bir uyluk kemiği ve üç diş bulur. Yapılan araştırmalar sonunda bunların antropoit maymunuyla insan arasındaki ortalama üçüncü bir mahluka ait olduğu anlaşılır. Ve buna da pithecanthropus erectus, yani, ‘iki ayak üzerinde dik yürüyen maymun adam’ adı verilir. Anthropoide’lerden daha çok insanlara yaklaşan bu tipe ne diyeceğiz? Bu ‘maymun adamın’ nesli yeryüzünden büsbütün kalkmış mıdır? Yoksa hâlâ yaşayanları var mıdır? Büyük ormanlardan geçenlerin ara sıra böyle insana benzer tüylü bir mahluka rastladıkları işitilmiyor değil… İşte ben bunu arıyorum. İnsan, kemal bula bula doğruca kendine mahsus bir soydan mı geliyor, yoksa kendine çok yaklaşan bu hayvanlardan mı ayrılıyor? Adına primatlar denilen memeli hayvanlardan, maymunlara dair olan gruba bugünkü sınıflamada insanları da sokuyorlar. Meseleyi ne taraftan alırsak alalım, yeryüzündeki bitkinin olsun, hayvanın olsun ilk hayatı, tek hücreden başlayıp, sonradan çevrelere göre gelişerek hesapsız nevilere ayrılmış olduğu için solucan, salyangoz, kertenkele, köpek balığı, ayı, maymun, domuzla hep bir asıldan gelme kardeşleriz.
Müzeleri gezmezden, anatomi ve fizyoloji kitapları karıştırmazdan, toprak altlarını kazarak fosillerle uğraşmazdan önce, kendi vücudumuzu yoklayalım. Hiç şüphe yok ki, soyumuzun ilk çıktığı zamanda biz tamamıyla bugünkü şekilde değil idik. Birçok başkalaşmalardan sonra bu hâli bulduk. Parmaklarımızın uçlarındaki tırnaklara bakalım. Bunlar nedir? Tabiat bunları bize vahşilik zamanımızda canavarlar gibi silah olarak kullanmak için vermiştir. Bugün de birbirimizi tırmaladığımız olmuyor değil. Zekâmızla saldırma ve koruma aletleri icat ettikten sonra, eski surette kullanılmalarına ihtiyaç kalmayan tırnaklı pençe bugünkü el şeklini almıştır. Bununla beraber, bazı hanımlar, uçlarını sivriltip kan rengiyle cilaladıkları bu aletleriyle ilk vahşetlerden çok ayrılmamış olduklarını lütfen hatırlatıyorlar. Medeni bir kadın, yırtıcı bir kedi sembolünü işte kızıl sivri tırnaklarında taşıyor. Köpekteki azı dişleri bizde de vardır. Eski kitaplarda bunlara esnan-i kelbiye demekten çekinmemişler, Fransızlar da canine sözüyle bu benzerliğe açık açık işaret etmişlerdir.
Bir de kuyruk sokumumuza el atalım. İsim şık değil mi? Şimdi, düşerek koptuğu yeri bırakan bu eski ‘kuyrukluluğumuzun’ söylenişi acaba hangi geleneklerden döne dolaşa zamanımıza kadar geliyor? İçimizi dışımızı şöyle bir yoklarsak bugünkü cinsliliğinden gurur duyan insanın dünkü hayvan olduğuna dair hiçbir su götürmez çok delillere rastlarız. Büyükler kadar tam terbiye almamış olan çocuklar, hayvan cinsine daha yakındırlar. Kavga ederken birbirini ısırırlar. Kuyruktan kurtulduğumuz için kendimizi onlardan çok uzaklaşmış sanmayalım. Maymunların büyük cinslerinden kuyruksuzları da vardır.
İnsana benzeyenlerin dişleri de bizim gibi otuz ikidir. Hayat sicilinde maymunların, bizim öz amca oğullarımız olduklarını yine tekrarlıyorum. Malais dilinde orangutan, ‘orman adamı’ demektir.

6
Enis Buharî Efendi, kızgın alev karışık dumanı çarpık tüten inkârcı konuşmadan âdeta bir baş dönmesiyle ayrılmıştı. Kâfir feylesofu mat edemediğine esef ederek çatlıyor, hele insanın domuzla akrabalığı iddiasına bir türlü dayanamıyordu. Feylesofu yerden yere çarpmak için ne yapsın? Kimlere başvursun. Bu yalnız, kendinin başaramayacağı bir işti. Yardımcılar lazımdı… İnsanlığın şerefini kurtarmak için bu savaşmada kendisiyle birleşecek kafadarlar bulmalıydı.
Birdenbire aklına kendi ayarında şiddetli bir makale yazmış olan Ruşen Zamir geldi. Fakat bu zat kimdi? Nerede idi? Bunu nasıl anlasın? Matbaa koridorunda biraz düşündükten sonra yine yazarların odasına başvurarak kapıda sordu: “Efendim, Ruşen Zamir imzalı makalenin sahibini tanıyor musunuz?”
Yazı müdürü işten başını kaldırarak cevap verdi: “Bahis gittikçe şiddetlendiğinden, ortaya haysiyete dokunur ileri geri münasebet almaz sözler saçılıyor. Bu yüzden, bahse karışanların semtlerini, kim olduklarını kaydetmek istiyoruz. İlk önce siz kendinizi açıklayın.”
“Bendeniz Mollazade Enis Buharî’yim. Karagümrük’te Narlı Sokağı’nda 17 numarada otururum.”
Yazı müdürü bu sözleri kaydettikten sonra: “Ruşen Zamir imzası takma bir ada benziyor. Araştırdık. Bu zat, Unkapanlı imiş. O semtte bu isimle kendini herkes tanırmış.”
“Pekâlâ… Teşekkür ederim efendim… Ya o dinsiz herifin semtini sorabilir miyim?”
“Dinsiz herif kim?”
“Feylesof olacak o mervan…”
“Affedersiniz Enis Efendi, bahis, insanın dünya yüzündeki ilk çıkışı üzerindedir. Bu iş ilim çerçevesi içinde münakaşa edilebilir. Buna din karıştırmanın münasebeti yoktur. Herkes kendi vicdanınca peyda edebildiği bir itikat üzerine yürür gider. Şuna inan buna inanma diye kimseye karşı zorba vaziyeti alınamaz.”
“Ya maymunu bana baba, domuzu amca yaparsa?”
“Bu bir teoridir. Hayvan, insan hepimiz iman ettiğiniz o vahdaniyetin eseriyiz. Cenabı Halik, menfur bir şey yaratmaz. Bu, kendi kısa düşüncemizce sapıttığımız büyük bir yanlışlıktır. Kendimizi bütün mahluklardan üstün görmek yanlışı…”
“Aramızda büyük yanlışlık var, ama bu hatanın asıl hangi tarafa ait olduğunu Allah bilir. Feylesofun semtini biliyorsanız lütfediniz.”
“Bilmiyorum…”
“Bahse karışanların kim olduklarını kayıt buyurduğunuz hâlde, asıl elebaşının semtini bilmemek, açık bir bilmez görünmek olmaz mı?”
“Feylesof oldukça tanınan bir kişidir. Ne zaman olsa semti, kim olduğu kolayca anlaşılabileceği için bu ciheti ihmal ettik.”
“Onun ilmiyle amel etmediğim için, bu bahis açılıncaya kadar şöhreti bizce belli değildi. Neyse bu Allahsız’ın ne idiği belirsizi arar öğreniriz.”
Enis Buharî çekildikten sonra, yazı müdürü arkadaşlarına dönerek: “Dikkat ettiniz mi, meseleden bahsederken herifin gözleri sansar gibi parlıyor. Feylesofun semtini öğrenip de ne yapacak? Herhâlde hayra yorulacak bir niyette olmamalı. Mualla Efendi’yi görüp de haber versek… Kendini sakınsın.”

7
Enis Buharî Efendi matbaadan çıkınca Balıkpazarı, Keresteciler, doğru Unkapanı yolunu tutturdu. Tıpkı hazmolunamaz ağır şeyler yiyip de kusmak isteyen bozuk mideliler gibi işittiklerini hemen dışarı dökmek telaşındaydı.
Unkapanı’na geldi. Sokakta bir iki kişiye sordu. Ruşen Zamir ismini tanıyan olmadı. Nihayet birisi, “Ha, anladım. Siz Hayrullah Efendi’yi arıyorsunuz.” dedi.
Enis Buharî biraz şaşırarak: “Ruşen Zamir ile Hayrullah Efendi arasında çok fark var.”
“Öyledir, fakat onun asıl adı Hayrullah’tır. Gazetelere yazdığı makalelerde Ruşen Zamir takma adını kullanır… Hayrullah Efendi, insanın maymundan azman olduğu meselesinden dolayı şimdi çok sinirli bir hâldedir. Eğer siz de bu fikrin taraftarlarından iseniz peşin söyleyeyim, yersiniz dayağı… Güçlü kuvvetli bir adamdır.”
Enis Buharî Efendi, Hakk’a müracaat eder gibi kollarını havaya kaldırarak bağırdı: “Haşa haşa… Ben de bu dertle sinirlenmişlerdenim. Şiddetli cevap yazan Enis Buharî, işte o benim…”
“Öyle ise âlâ… Gidiniz Hayrullah Efendi’yle kucaklaşınız, dertleşiniz.”
“Bu zat-ı ali-kadri[12 - Zat-ı ali-kadr: Kıymetli, yüce şahsiyet. (e.n.)] nerede bulabilirim?”
“Pek kolay yerde, şuracıkta, Cafer’in kahvesinde…”
Enis Buharî kendisine işaret olunan Unkapanı Köprüsü’nün sağ cihetindeki kahveye doğru yürüdü.
Kahvenin önüne atılmış iskemlelerde oturan müşterilerden kimi gazete okuyor, kimi nargile çekiyor, birkaçı da iki tavla oyuncusunun başına birikerek, vururdu vurmazdı diye gürültü ediyorlardı.
Enis Buharî, elindeki maşayı şak şak yaparak ortada gezinen çıraktan sordu:
“Bu müşterilerin içinde Hayrullah Efendi hangisi?”
Çırak gösterdi: “Nah işte. Kenarda gazete okuyan şu efendi…”
Enis Buharî, büyük bir huzura çıkanların aldıkları saygı tavrını andırır bir göğüs kavuşturuşuyla Hayrullah Efendi’ye doğru ilerleyerek: “Efendim, zatı kemalat semirinize kendimi takdime geldim.”
Hayrullah Efendi biraz şaşaladı. Bu hürmetkâr adamın yüzüne bakarak ne diyeceğini bekledi.
“Enis Buharî bendeniz…”
Beriki, sevinç telaşı ile elindeki gazeteyi attı. Ayağa kalktı. Küçük bir helecanla: “Vay fezail-mendim,[13 - Fezail-mendim: Faziletli dostum. (e.n.)] sizi gökte ararken yerde buldum.”
Enis Buharî hararetle başladı:
“Efendim, mesele malum. Bir futbol topuna yanlış bir tekme atılsa gazetelerde, her ağızda kıyamet kopuyor da, herif-i naşerif[14 - Herif-i naşerif: Şerefsiz herif. (e.n.)] bütün mübeccel[15 - Mübeccel: Muhterem. Yüce. (e.n.)] insaniyeti maymun zürriyetinden getiriyor, dudağını kıpırdatan olmuyor. İnsani şerefimizi bu dereceye kadar kaybettik mi? Sizin makalenizi gazetede görmemiş olsaydım, artık her şeyden ümit kesecektim. Eliminnetülillah dedim, Hak yolunda söyleyenler de daha varmış.”
“O, İnsan Maymundu kitabını, o menfur eseri okuduğum zaman bütün irademi kaybettim. Şiddetle, nefretle ona karşı söylendikçe etrafımdakiler sözlerimi ciddiye almayarak gülüşüyorlar, meseleyi âdeta bir eğlence mevzuu yapmak istiyorlardı.”
Misafirine bir iskemle uzatarak “Hele şöyle buyurunuz.” dedikten sonra, çırağa seslendi: “Gel Cemal, sor bakalım, efendi hazretleri ne emir buyuruyorlar? Kahve mi, çay mı?”
Karşısına dikilen Cemal’e Enis Buharî: “Şekeri karar bir kahve…”
Arkasından Hayrullah Efendi ilave etti: “Kestane suyu olmasın.”
Bu tembihi içeriden işiten kahveci, bir taş sayarak, “Kestane suyu Sarıyer’dedir. Burada ne gezer?” dedi.
Bu iki fikir dostu birbirine kavuşmak sevincinin coşkunluğuyla kahvecinin bu cevabını duymadılar. Karşı karşıya iskemlelere oturdular. Şimdi, birbirinin ağzına bakıyorlardı.
Yazdıkları makalelerin şiddetlerinde birbirinin gururunu kabartmak için söz ararlarken, Hayrullah Efendi sordu: “Mir-i muhterem,[16 - Mir-i muhterem: Muhterem beyefendi. (e.n.)] ona karşı evvelkinden şiddetli birkaç makale daha yazmak fikrinde misiniz?”
“Sade yazmak fayda vermez.”
“Daha ne yapılabilir?”
“Çok şey…”
“Ne gibi mesela?”
“Nazariyattan fiiliyata geçmek…”
Hayrullah Efendi tuhaf bir sırıtışla: “Herifi pataklamak mı?”
“Sözlerini geri aldırtarak, başka türlü onu susturmak kabil olmaz. Dikkat matbaasında konuşurken, en son yediği haltı bilseniz o mervan için dayağı bile az görürsünüz.”
“Bütün o hezeyanların üzerine daha ne herze karıştırdı?”
“Herzeden çok öteye bir şey… Âdeta necaset karıştırdı.”
“Vay imansız habis…”
“Hazreti Âdem’i çamurdan yoğrulma kaba bir heykel diye tarifi ile reddettikten sonra maymunun ebülbeşer[17 - Ebülbeşer: İnsanın babası. (e.n.)] olduğu hakkında yine birçok deliller getirdi. Ve nihayet domuz bizim cetbecet muhterem amcamızdır.” dedi.
Hayrullah Efendi iskemlesi üzerinde bir karış yükselip oturduktan sonra: “Vay yezit herif… O, kendi hesabına domuzun amcalığını kabul edebilir. Fakat biz Hazreti Âdem safiyullah nesliyiz. Bunda asla şüphemiz yoktur.”

8
Bu sırada, bakıra çalar kırmızı yanık yüzlü tombalak kısa bir zat, iskemlesini bu konuşan iki yeni dostun yanına çekerek: “Hararetli hararetli ne konuşuyorsunuz? Yine maymun baba meselesi mi?” dedi.
Hayrullah Efendi: “Ne yapalım efendim? Bizim ağız sporumuz da bu… Derdimizi dışarı dökmesek zehirlenip verem olacağız. Rastgele bir adama ‘Köpoğluköpek’, ‘eşşoğlueşek’ desek kızar, herif bütün insanlığı maymun yapıyor da aldıran yok… Arada bir fıslana fıslana galiba halkı âlem bu akrabalığı hoş görmeye alıştı. Biz maymuna zor tahammül ediyorduk. Fakat iş domuza dayanınca, sabrımız büsbütün tükendi.”
Hayrullah Efendi ufak çarpıntı geçirir gibi biraz dinlendikten sonra: “İkinizi birbirinize tanıştırayım. Enis Buharî Efendi Haşa, Ceddi Beşer Maymun Olamaz makalesinin yazarı… Bahriyeden tekaüt, çok gezmiş, çok görmüş, birkaç dil bilir Ali Hulki Bey… Mahalle komşumuz…”
Bu alaturkamsı takdimde, Enis Buharî Efendi kısa bir temennadan sonra baş keserek dervişvari elini göğsüne bastırdı. Ali Hulki Bey sadece bir boyun kırdı.
Şimdi iki softa eskisi, bahse karışmak için yanlarına yaklaşan bu üçüncü zatın ne diyeceğini anlamak merakıyla yüzüne bakıyorlardı.
Ali Hulki Bey gülümsedi. Biraz düşünür gibi durduktan sonra: “Efendim, ben bu bahiste bu kadar sinirlenmeye değer bir şey görmüyorum…”
Bu söz, biraz daha sinirlenmesine sebep olan Enis Buharî hemen ağız açarak: “Şerafet-i beşeriyeye[18 - Şerafet-i beşeriyeye: İnsanlık şerefi. (e.n.)] karşı yapılan bu mülhidane[19 - Mülhidane: Dinsizce. (e.n.)] hakarete nasıl tahammül olunur?”
Ali Hulki Bey: “Bu teori, daha esaslı olarak sabit olmamıştır ve olacağa da benzemez. Buna sizinki kadar taassup göstermeye mahal yoktur. İngiliz bilgini Darwin, 1859’da Nevilerin Orijini adıyla çıkardığı eserinde bu teoriyi ileriye sürdü. O zaman da çok gürültüler oldu. Teoriyi şevkle aşkla karşılayanlar bulundu. Fakat çalışmalar ilerledikçe bu hüküm, sonraları kuvvetini kaybetti. Bazı sıkı benzerliklere karşı insanla maymunun arasında, umumi bakımdan uzviyet yaradılışınca uçurumlar vardır.”
Hayrullah Efendi: “Bu nazariyenin bir katakulli olduğu işte ilimce de görülüyor demektir.”
Enis Buharî: “Cenabıhak, Kur’an-ı Kerim’inde, Âdem’i topraktan yarattığını açık açık buyurdu. Artık bu nassa iman etmeyip de meseleye ayı, maymun karıştırmak küfür değil midir?”
Biraz kaşları çatılan Ali Hulki Bey: “Böyle, ilim ve fenne, varlığa ait meselelere din karıştırılmamalıdır. Ta Orta Çağ’dan beri bu iki şey birbiriyle boğuşmakta, hatta birbirinin canına susamış durumdadır. Bu muharebede adım adım ilerleyen ilim, cehalet bulutlarını yırtarak nurlarını saçabilmek için çok kurbanlar vermiştir. Dinler, bulundukları şekillerde kabul olunmuşlardır. Bugün onları ilimle muharebeye çıkarmak yine iman hesabına çok tehlikelidir. Çünkü ilimler, bütün kurulmuş itikatları yıkacak derecede kuvvetlenmişlerdir. Dini, bir kalkan gibi ilmin top tüfek ateşine karşı tutmayınız. Böyle şeylere karıştırmayarak, göklerdeki kadrini korumak için onu bulunduğu yüksek mevkisinde korumaya çok dikkat ediniz. Bugün dine gösterilecek en büyük saygı budur. Onun tarafını tutarak veya ona karşı olabilecek birtakım saygısız araştırmalara meydan vererek, dindar yürekleri de yaralamaktan korumuş olursunuz.”
Hayrullah Efendi, bakışı diklenmiş bir çehre ile: “Ali Hulki Bey, affedersiniz, ben sizi bizden biliyordum. Meğer siz de ötedenmişsiniz.”
Ali Hulki Bey: “Hayır, ben ne ötedenim ne beridenim. Ben ikisi ortasıyım.”
Enis Buharî: “İkisi ortası olmaz. Olunca tam imanlı olmalıdır. İşin içine zerrece şek[20 - Şek: Kuşku. (e.n.)] girince iman kalmaz.”
Hayrullah Efendi: “Frenkçe öğrenenlerin hep böyle dinleri zayıflıyor veyahut ki maazallah büsbütün kızıl bir münkir olup çıkıyorlar ortaya…”
Ali Hulki Bey: “Hocalarım, yanılıyorsunuz. Frenklerde imanlılar çoktur. Kiliseler henüz kapanmamıştır. Hristiyan hükûmetlerin din için bütçelerine koydukları masraf korkunç bir raddededir. Dinlerle ilimler arasında çıkan zıtlıkların uzlaştırılması işini siz üzerinize almayınız. Bu, akıl almayacak kadar güç bir iştir. İşin bu tarafını tefsircilere bırakınız. Onlar türlü yollardan her şeye bir kulp takarak, bu anlaşmazlıkları yumuşatmak fennini bilirler.”
Enis Buharî: “Aman beyefendi, ne söylüyorsunuz? Hak, kulp takılmaya muhtaç mıdır? Gökten inmiş kitaplara kulp takılır mı? Mesela İnne rabbikümullahi ayet-i kerimesi dururken dünyanın yaratılışı hakkında Frenk kitaplarının, jogoloci mogoloci, kokoloci kakaloci filan diyerek karıştırdıkları milyonların, milyarların, kıtipiyozların saçmalarına inanılır mı hiç? Kakalociyi söyleyenler Mösyö Corcaki veya Baron Kofticiyan yahut Sinyor Morşalaki değil mi? İnsaf ederek biraz düşünelim, ötekini söyleyen kimdir? İman nuruyla aydınlanmış aklıselim, hangisine inanır? Allah kimseyi şaşırtıp da imandan ayırmasın.”
Ali Hulki Bey, bu sözleri dudaklarını ısırıp gözlerini büyülterek dinledi dinledi, sonunda avucunu hocanın ağzına dayarcasına bir susma işareti vererek:
“Susunuz Molla Efendi, pabuçlarınızı yanı başlarınıza saklayıp da yüksek kürsüde yumruğunuzu tahtaya vura vura enine boyuna taassup kabartmaktan sizi alıkoydukları günden beri birikmiş vaiz zehirlerinizi dökmek için galiba vesile buldunuz. Kur’an’da, gerektiği zaman zamanın yeniliklerine uymak için de çok işaretler vardır. Fakat kör taassupla yumulan gözleriniz bu izinleri görmüyorlar. Trablusgarp’tan tutunuz da Fas’a kadar gidiniz, içerilere ininiz. Bütün Afrika’yı, Hicaz’ı, Yemen’i, Hint’i, Cava’yı dolaşınız. Hep oradaki Araplar, Müslümanlar Kur’an’a sizin gibi mana verdikleri için kendi kendilerini afyonlayarak uyuştular. Beğenmedikleri keferenin elinde yarı esir hâline düştüler. Muharebede sığındırıldıkları haç gölgesi altında hilale kurşun atmak zorunda kaldılar. Peygamberin maksadı ise bu değildi. Bugün birçok Müslüman krallıklar, sultanlıklar, İngiliz, Fransız ağları içinde kıpırdanamaz bir kötürümlüktedirler. Yine bugün radyolardan, telefonlardan, şimendiferlerden, otomobillerden, tayyarelerden, şaşırılıp kalınacak türlü fabrikalardan tutunuz da evlerimizdeki dikiş ve kıyma makinelerine kadar hepsi ‘gâvur icadı’ diye hor gördüğünüz ellerin, hayatı kolaylaştırmak için meydana getirdikleri hayırlı eserlerdir. Yabancı dil bilmeyi yalnız hakir görmekle kalmıyor, âdeta günah sayıyorsunuz. Bu kaba taassuba karşı insan ne diyeceğini şaşırıyor. Taassup, cehaletin öz ve kör oğludur. Kendi göremediği için, kimsenin doğruyu seçmesine, bilmeye uğraşmasına dayanamaz, ister ki insanlar yirmi asır evvelki geriliklerinde demir atıp kalsınlar…”
Enis Buharî: “Beyefendi, artık yetişir… Biz fikrimize uyar bir kimse ararken yine karşımıza bir itirazcı çıktı. Biz, sizi imana getiremeyeceğimizi anladık. Fakat siz de bizi tanrıtanımazlığa düşürebilmeyi aklınızdan geçirmeyiniz. Çok dil bilenin, çok gezenin neticesi buna varıyorsa bırakınız biz kendi köşemizde Hak ile yüz yüze yalnızlıkta kalalım.”
Ali Hulki Bey sabırsızlıkla: “İşte bu kadar. Zaten almış olduğunuz dinî afyonun miktarı, bir daha ondan uyanabilmenin derecesini çoktan geçmiştir.”
“Siz de Furkan-ı Azim’in[21 - Furkan-ı Azim: Kur’an-ı Kerim. (e.n.)] ‘Biz, onların Hakk’a idraklerini kapadık, ebediyen doğruyu göremeyerek asi, münkir kalacak ve yanacaklardır!’ dediği cehennemliklerdensiniz.”
“İlim, akıl, mantık çevresinde bahsi kazanamayınca, hasmınıza bu ateşli cehennem sopalarıyla saldırmak âdetinizdir. Birbirimizi inandırmaya imkân olmayan bu bahsi geçiyorum. Size ehemmiyetli başka bir ihtarda bulunacağım. Ben, yanınıza gelmeden evvel ikiniz baş başa konuşurken, Feylesof Mualla Efendi’yi pataklamak kararına dair aranızda söz ediyordunuz, işittim. Gizli veya aşikâre böyle bir işe kalkıştığınız zaman en önce şiddetle karşınıza çıkacaklardan biri de ben olduğumu unutmayınız.”
İki hoca bozuntusu ile hakiki bir ilim dostu arasında yavaştan başlayan bahis kızışa kızışa bu son kerteye gelmişti. Sürdüğü hâlde de bir tarafın ötekini inandıracağı yolunda bir fayda beklenmedikten başka, fazla kızışmak istidadını alan kafalardan esef verici bir hâl çıkması ihtimali de vardı. Onun için, Ali Hulki Bey, Feylesof Mualla’yı koruma hakkındaki sözünü bir daha tekrarlayarak çekildi.
Hocalar, mülhit saydıkları bu ikinci muarızlarının arkasından kindar gözlerle bakakaldıkları sırada, Enis Buharî lahavle yollu başını sağa sola çevirip yüzünü buruşturarak: “Mevlana, insanların maymundan gelme bahsini bizim kadar ciddiye alan yok. Kimse buna kızmıyor, gülüp geçiveriyorlar. İçime büyük bir şüphe düştü.” dedi.
“Muhterem fazıl, ne gibi şüphe?”
“İnsanları soylu soysuz iki kısma ayırıyorum. Soylular temiz cetlerden gelenler. Soysuzlar maymun soyundan doğanlar… Aramızda maymun tabiatlılar çok var. Çıplaklıktan utanmayanlar, Hibo’nun şebeği gibi dans edenler, ellerine geçenleri hemen yutanlar, her ne görürlerse taklide yeltenenler, manasız laflar söyleyenler, insani dili anlamayanlar, gelgeç huylu maymun iştahlılar, yüksek ilahi histen yoksul olanlar, bir şeye kızdıkları vakit yaygara kopararak dişlerini gösterenler… Daha ne söyleyeyim, suratı insan, yaradılışı maymun olanlar…”
“Sonunda İngiliz feylesofu Mistır Darwin’in kavline mi yatacağız?”
“İnsanlıklarının şerefini bilmeyip de maymunlukta övünme sebebi arayanlara siz hayvan değilsiniz demek bize mi kaldı? Cenabıhak nelere kadir değildir. Belki insan suretinde maymun, maymun şeklinde insan yaratmıştır. Anamızı babamızı tenzihen söylüyorum ki bana da şüphe gelir gibi oldu…”
“Böylelerine hayvan muamelesi mi yapmalı? İnsan muamelesi mi? İnsanlık kütüğünde böylelerinin mevkileri nedir?”
“Çingene en soysuz saydığımız bir nesildir. Fakat insanlığı bakımından maymundan bir tabaka yukarıdır.”
“Bu sözden ne netice çıkıyor?”
“Maymunluğu nefislerinde kabul edenlerin çingeneden de bir tabaka daha aşağı olduklarını anlatmak istiyorum.”
“Bu soysuzlardan pak insanlığımıza maymunluk bulaştırmamak için ne yapmalıyız?”
“Şeytan aleyhüllaneye yapılanı yapmalıyız.”
“Yani recmetmeliyiz, öyle mi?”
“Elebaşı feylesoftan başlamalı. Rast geldiğimiz yerde bunları bir âlâ taşlamalıyız.”

9
Bizde halkça “feylesof” sözüne verilen mana pek hoşa gidecek gibi değildir. Bu sıfatı taşıyan insan, dince ve ahlakça aldırışsız tanınır. Ahirete, cennete cehenneme inanmaz. Toplumları disiplin altında tuttuğu sanılan bu korkulardan kendini hariç tutar. Bu açık düşünüşüyle herkesin gidişlerine hiç uymayan zıt taraflara sapıtır.
Feylesof Mualla Lahuti Efendi, konu komşunun alaylı bakışlarıyla üzerine yığdıkları işte bu kocaman suçların ağırlıkları altında yaşıyordu.
Bütün bu kabahat kümesi üzerine tüy diken sunturlu bir şey daha vardı: Maymunluk Teorisi. Feylesofun bu teori ile uğraşması etrafça birçok yanlış anlaşılmalara, fena yorumlara yol açmıştı. Maymunluk teorisi, bütün insanlığı içine aldığı düşünülmeden, yalnız feylesof ve ailesine mal ediliyordu. Sanıyorlardı ki, Mualla Efendi’nin maymundan bir akrabası varmış. Tutulduğu yerden nasılsa zincirini koparıp kaçmış. Zavallı adam şimdi bu kuyruklu amcasını arıyormuş. Roma’nın ilk hükümdarı Romulus gibi, tarih masallarında nasıl kurt ve köpekle karışmış insanlar varsa bu da öyle olmuştu. Feylesofun akrabasından bir kadın, maymunu bol bir ormanda kaybolmuş. Orada epeyce bir zaman kaldıktan sonra, kucağında bir çocukla evine dönmüş… Halkın dedikodusu durmayıp işleyen bir dişli çarktır. Kurtulmaya uğraştıkça, daha çok tutulursunuz.
Mualla Efendi, Sofular semtinde iç sokaklardan birinin sessizliğine gizlenmiş babadan kalma geniş, eski bir evde oturur, ev buhranından söz açıldıkça:
“Rahmetli atam bu damı bana bırakmayaydı, sur dışında çingenelerin yanı başına bir çerge de ben kurmak zorunda kalacaktım!” der durur.
Evin bahçesi büyük ve yemişli ağaçlarla doludur. İnciri, eriği, dutu armudu mahallece meşhurdur. Üç çardak asması, birkaç cins bayağı üzüm yapar. Bereketli yıllarda kendileri yerler, komşulara dağıtırlar, artanı manavlara satarlar. Bahçede, büyük tatlı bir kuyu vardır. Suyu gür ve soğuktur. Buz gibi içilir. Ona bir-i mübarek[22 - Bir-i mübarek: Mübarek kuyu. (e.n.)] denir.
Feylesof, iki oğlanla bir kız babasıdır. Onlara doğumlarının numara sırasıyla Arapça adlar koymuştur. Vahit, İsneyn, Selase. Oğulların büyüğü yirmi bir, küçüğü on dokuz, kız on altı yaşındadır.
Feylesof düşünür. Dünyayı dolduran halk kalabalıklarının siyaset, ahlak ve ekonomice olan gidişleri doğru olaydı, bugün her memleketi kasıp kavuran sosyal fenalıklar azalmış olurdu. Böyle olunca, asıl doğruluk belki halk gidişinin zıttına davranıştadır.
Oğullarını sünnet ettirmedi. “Ne münasebet!” diyordu. “Allah’ın bunca farzları ihmal edilirken, sünnetin yalnız bu kaydına, bu derece dikkatli olmak neden ileri geliyor? Yavrulara Müslümanlığın ilk cezası gibi bu acıyı çektirmekte ne mana var? Tabiat, vücudumuzda fazla bir şey yaratmamıştır. Böyle sanılanlar henüz vazifeleri bilinemeyenlerdir. Sünnet, tıpkı dudağını yaran, yüzünü delen, bir kısım derisini yüzen ilk kavimlerin davranışlarını andıran bir vahşiliktir. Vücutlarımızdaki herhangi bir organımızı budarsak tabiata karşı küfranla kendi kendimizi markalamış oluruz. Pek tuhaf şey, cennete gitmemize bu deri parçasının engel olacağını zannetmek, yaratılıştan olan bu kapağı gövdemizden koparıp atmak bir ibadet değil, Yaradan’a karşı bir isyandır.”
Feylesof, bu vahşi âdet lehinde yazan doktorların makalelerini de okumuştu. Onlara şu cevabı veriyordu: “Düşününüz efendiler, dünyadaki insanların milyonda kaçı sünnetlidir? Ve sünnetsizlik yüzünden ne kadarı hangi illetlere uğramışlardır? Böyle bir istatistik gösterebilir misiniz? Bu ameliyatın meydana getirdiği eksikliğin fizyolojik fena tesirlerinden söz açacak olursak ilim bakımından taraftarlarım çoğalır. Eğer sünnetin sandığınız faydası açık olaydı, şimdiye kadar bu âdet de, çiçek aşısı gibi medeni dünyanın her tarafında yayılmış olurdu.”
Yine feylesofu dinleyelim:
“Çocuklarıma din öğretmiyorum. Kant’ın dediği gibi, Allah var olsa bile, vücudu akıl ile ispat olunamaz. İspat olunamayan şey üzerine kurulan temelsiz dinleri hangi uçlarından tutabiliriz. Onun içindir ki, bunları biraz kurcalayınca manasızlıklar, zıtlıklar, çatışmalar sırıtır durur. Hiçbir yalanlama sesi çıkaramayan bu sonsuz bilinmezliğin mutlakiyetinden cesaretlenen yalancılar, onun adına uydurmadıkları gülünç masal bırakmadılar. Allah’ın yasak kıldığı yalanın bir günahı olaydı, önce bu yalancıların dilleri tutulurdu. Yüzyıllardan beri çocuk hikâyelerini geride bırakan kaba saba efsaneler… Kâh gökten melek indirirler kâh göğe insan çıkarırlar. Tevrat zamanından beri insanların akılları bir arpa boyu serpmedi mi ki? Hâlâ o menkıbe, hâlâ o saffet, hâlâ o cehalet? Kendim inanmadığım bir akideyi çocuklarıma nasıl öğretebilirim. Dinî moral sağlam olamaz. Bu, tıpkı çocuğa, ‘Uslu otur. Yükte umacı var. Çıkarsa şimdi seni yutar!’ demek gibi bir korku vermeye benzemez mi? Çocuk büyüyüp de yükten umacı çıkmayacağını anladığı gün, yapacağını yapar, artık önüne geçilmez. Din adına bize telkin edilenlerin hep yalan olduğunu anlayınca, yüreklerimizden dine ve dindarlara karşı bir gülümseme kabardı. Çocuklarım daha ufak iken benden sormuşlardı: ‘Baba, Allah’ın evi var mıdır? Nerede oturur?’ Belki benden başka çocuk babaları da bu çeşitten suallerin karşısında kalmışlardır. Yalanın büyük ahlaksızlık olduğunu onlara anlatmaya uğraştığımız hâlde, Hak Teala hakkında ya bile bile veya bilgisizlikten en küçük çağlarından bu yavrucaklara yanlış bilgi vererek bu kötülüğü biz yapmış oluyoruz. Bu ince mesele, pedagojinin en başına geçirilecek bir ehemmiyettedir. Birçok terbiye kitaplarında gördüğüm öğütler ise hiç hoşuma gitmedi. Ahlak, itikat ve gerçek terbiye çekirdeğinin meydana geleceği sırada çocukların kafalarını hurafelerle doldurmayı doğru bulanlardan değilim. Körpe dimağlara çakılan bu taassup çivilerini bazen oradan sökmenin güç olacağını düşünmeliyiz. Ne yetiştirmek istiyoruz? Çömez mi, insan mı?
Çocuğun bu sorduğuna, eski mahalle mektebi hocalarının verecekleri hazır cevabı tekrarlayacak değilim. Fakat ne diyeceğim? Güç mesele. Bizde hiçbir çocuk babasının böyle bir endişeye düşmüş olmasına ihtimal veremiyorum. Çocuklara, büyüklerin anlayamadıkları Allah’tan söz etmek, körpe dimağlarına sağlam fikir tohumları saçacak yerde, o yaştakileri ahiretin cehennemiyle korkutmak, cennet mükâfatıyla morallendirmek ve sonra onlardan hayatta müspet yararlıklar beklemek, bir çocuğu olmadık şeylere inandırmayı istemek, onu aptallaştırmaya uğraşmak demektir. Dürüst, pozitif düşünebilmek hususundaki zekâlarını boza boza zavallıları hiçbir şeyi doğru muhakeme edemeyecek bir hâle getirmek… Bununla beraber iş, çocuğun bu sualini büsbütün cevapsız bırakmanın da sakatlıklarını gösterecek bir incelikte idi. Hemen dedim ki: ‘Çocuğum, bu, büyük bilginlere ait bir iştir. Allah’ın ne olduğunu anlamak için derin bilgiler lazımdır. Büyüyüp de çok şeyler öğrendiğiniz zaman, siz de bu mesele ile uğraşabilirsiniz.’ ”
Feylesof, rast geldiği dost veya düşmanlarıyla açıkça görüşürdü.
Evinde nasıl vakit geçirir? Bir-i mübareğin yanına hasırını serer. Üzerine ufak şilte, yastıkları dizer. Kuyudan çektiği soğuk suya yemişleri atar; bir tarafına da felsefe kitaplarını yığar, dut ağacının gölgesi altında kâh yatar kâh yemiş yer kâh okur. Kendini en muhteşem saraylarda, köşklerde, en ferah yalılarda oturanlardan bahtiyar bilir.
Okumaları sırasında ara sıra coşar, kendinden geçer. İnanmadığı Allah’ı arar gibi alaylı gözlerini göğe diker. Şikâyetini göstermek ister gibi, ellerini havaya uzatarak der ki: “Hey Allah’ım! İnsanlar kendilerini, söyleşebilecekleri manevi bir muhataba muhtaç gördükleri için kalplerinde seni yaratıyorlar. Niçin milyarlarda ancak bir ikimizin idraklerini açık bırakıp da ötekileri koyun sürüsü yapıyorsun? Eserlerini okuduğum bu feylesoflar, bu harika büyük kafalar neler söylememişler, neler yazmamışlar? Ama kimin kulağına girmiş ki? Giriyor ki? Bu sağır, kör, ahmak insanlığın beyni kendi için olan bütün yüksek hislere kapalı. Geçen yüzyıl feylesofunun teorisini bu zamanda tekrarlayacak oldum. Başıma kıyametler koptu. Onlara hoş gelecek bir eser yazmak için ilmin üst tabakalarından, ağılın dar ve hayvan kokan düzlüğüne inmeli, onlarla beraber melemeli.”

10
Feylesof Mualla Efendi’nin mahalleye yayılmış dinsizliği bütün yürekleri ona karşı çevirmiştir. Artık o, şeytanlaşmış, tiksinilecek biri, bir uğursuz sayılır. Mahallede bir kaza, esef edilecek bir hâl meydana gelse hep onun şerrinden, meymenetsizliğinden bilinir. Ara sıra gizli eller evini taşlıyorlar, tebeşirler bahçe duvarlarına, kaplamalara, kapılara çirkin sözler yazıyorlar, içeriye hakaret, gözdağı mektupları atıyorlar.
Feylesof kendi kendine düşünüyordu: Ne tuhaf insanlar bunlar! Benim itikatsızlığımdan onlara bulaşan bir fenalık mı var? Herkes aklının varışı kadar düşünmekte hür değil mi? Halkın zihinlerini statik bir hâlde tutan, muhakemelerini durduran asırlardan beri klişeleşmiş itikatları ben hazır lop yumurta gibi yutup da nasıl hazmedebilirim? Onlar benden mürailik[23 - Mürailik: İkiyüzlülük. (e.n.)] istiyorlar. Başımda sarık, elimde tespih, koltuğumun altında koca bir tefsir ile beş vaktin namazını camide eda etmiş olsam, o zaman mübarek bir zat sayılırım. Elim öpülür, duam alınır… Şu şekildeki kaba bir mürai ile benim gibi açık yürekli bir feylesofun arasındaki büyük farkı takdir edemiyorlar.
İnsan Önce Maymun mu idi? kitabından sonra, halkın feylesof için beslediği nefret ve öfkesi büsbütün arttı. Mahalle kahvesinde onun için şöyle dedikodu yapılıyordu:
Salih Efendi: “Okudunuz mu şaheseri? ‘Önce biz maymun muyduk?’ diye herif soruyor.”
Nuri Bey: “Kimden soruyor?”
Salih Efendi: “Senden, benden…”
Nuri Bey: “Allah’a çok şükür. Bizim şeceremizden şüphemiz yok. Biz insan doğduk, insan kalacak, insan öleceğiz…”
Şerif Efendi: “Maymunlar, feylesofun yedi göbek öteye halasını mı, büyükannesini mi ormana aşırmışlar. Sonra kadın bir çocukla şehre dönmüş. Bu hakikat, ağızdan ağıza yayılmış olmakla sabit. İşte, Mualla’nın silsilesine buradan maymun karışıyor. Bu kötü karışma yalnız onun soyunda var. Bundan temiz insanlığa dokunur, bulaşır bir şey yok.”
Murat Efendi nargilesini tokurdatarak: “Bütün aile, büyükbabalarına nasıl da andırırlar. Fıldır fıldır ufacık gözler, ürkek, çarpık bakışlar; insan görünce hemen kaçışlar…”
Osman Efendi: “Maymunlaşmak isteyen varsa feylesofun kızını alsınlar. Oğullarına kız versinler.”
Şerif Efendi: “Soysuzların evlenmelerini önlemek hakkında kanun yapılacağı için bir söz vardı. Hükûmete haber vermeli. Yanılarak kimse bu soysuzlara karışmasın. Bu maymunluk vebası, o uğursuz aile arasında sönsün kalsın.”
Salih Efendi: “Remzi Bey’in oğlu Şevket bu kitaptan bir tane almış.”
Nuri Bey: “Fiyatı?”
Salih Efendi: “150 kuruşmuş.”
Şerif Efendi: “Hey kuzum, herif insanları bedava maymun yapmıyor. Bu yüzden para kırıyor.”
Osman Efendi: “Kitap çok satılıyor muymuş?”
Salih Efendi: “Ekmek peynir gibi… Haşa sümme haşa. İçinde, Âdem Baba’mızın kuyruklu resmi varmış… Herkes onu görmeyi merak ediyormuş.”
Feylesof için böyle dedikodu kazanı kaynatılırken sokaktan Vahit geçiyordu.
Şerif Efendi: “Bakınız, bakınız, ihtiyar maymunun büyük oğlu karşıdan geçiyor.”
Osman Efendi: “Bu delikanlı için sünnetsiz derler.”
Şerif Efendi: “Derler değil, hakikat böyle…”
Salih Efendi, kahveci çırağına seslenerek: “Mahmut, şu kabukluya bir söz at…”
Mehmet, kahve kapısından dışarıya uğrayarak bağırır: “Vahit… Vahit…”
Vahit aldırmaz, yoluna gider. Mehmet birkaç adım ilerleyerek sesini yükseltir: “Vahit, seni çingeneler arıyorlardı.”
Vahit yine aldırmaz, yoluna gider.
Şerif Efendi onun yerine cevap verir: “Çingeneler Vahit’i ne yapacaklarmış?”
Mehmet, bir kahkahadan sonra: “Malum ya, çingeneler maymunu ne yaparlar?”
Osman Efendi: “Tef çalıp, oynatırlar…”
Mehmet, kahve müşterilerinin kışkırtmasıyla daha çirkin sözlerle arsızlanır. Fakat Vahit işitmemezlikten gelerek hiç aldırmaz, yürür gider.
Salih Efendi: “Yazık sana Mehmet, kızdıramadın.”
Mehmet: “Maymun lafla kızar mı? Ona güzel bir dayak atmalı ki, ciyak ciyak bağırsın…”
Şeref Efendi: “İş böyle giderse bir gün o da olur.”

11
Vahit birkaç adım yürüdükten sonra, Ali Şeref’e rastlar. Bu gürbüz delikanlı, feylesofun kızı Selase’ye tutkun, bunun için de Vahit’in samimi dostudur.
Ali Şeref: “Nen var Vahit? Betin benzin uçmuş.”
Vahit: “Nasıl uçmaz kardeş. Şurada kahvenin karşı sırasından geçiyordum. Bana ağza alınmaz laflar atmaya başladılar. Kahveci oğlanı Mehmet’i bana karşı kışkırtıyorlar. O da bana pis pis ağzını bozuyor. Aldırmadım yürüdüm, ama ığıl ığıl kanım içime aktı. Tıpkı kıs kıs köpek kızıştırır gibi…”
“Yine aldırma. Ben o tayıncının ağzının tadını veririm.”
“Silah taşımaya başladım. Bir gün dayanamayacağım, elimden bir kaza çıkacak…”
“Pöh! Öyle ite karşı silah ne olacak? Avurduna iki yumruk, belinin ortasına üç tekme… İşte bu kadar! Onun pis kanını döküp de başına mesele çıkarmaya ne lüzum var? Hele sen dur, şuradan seyret.”
Ali Şeref, iri adımlarla yürüdü. Kahvenin ortasında dolaşan Mehmet’in suratına, Yaradan’a sığınarak bir patlangaç patlattı, bir de öbür tarafına… Şakırtılar tavanda çınladı. Kahve fincanları titredi. Çırağın iki dudağı arasından, kırmızı bir sicim uzandı.
Kahveci Emin Ağa koşarak bağırdı: “Ne o Şeref Bey, bu kadar gözün önünde çırağımı öldürecek misin?”
“İktiza ederse…”
“Kabahati nedir?”
“Yediği haltı o bilir.”
Şeref tekrar Mehmet’i ensesinden kavrayarak: “Ulan inek, söyle bakayım, kahvenin önünden gelene geçene bir daha o pis dilini uzatacak mısın?”
Mehmet eliyle ağzının kanlarını sile sile ağlayarak: “Şeref Bey tövbe… Vallahi benim kabahatim yok. Bu efendiler ‘Söz at!’ dediler, ben de attım.”
Şeref’te gözler dönmüştü. Oradaki ellilik altmışlık çürük çarık müşterilerden kimse kalkıp da işe karışmaya cesaret edemiyordu.
Ali Şeref, ensesinden Mehmet’i hâlâ, “Söyle bakayım!” diye kuvvetle sarsarken sonunda Salih Efendi: “Bu kadar kişinin gözü önünde bağırta çağırta adam dövmenin kanunca bir cezası olsa gerektir.”
Ali Şeref, Mehmet’i hızla kahvenin ortasına kaktıktan sonra cevap verdi: “Bana uygun gördüğünüz cezadan siz kendinizi hariç tutmayınız. Bu itin şimdi ne dediğini işittiniz ya: ‘Benim kabahatim yok. Bu efendiler söz at dediler, ben de attım…’ Benim için düzeceğiniz iddianameye bu sözü de ilave etmeyi unutmayınız. Bu sersem oğlan, dayak yiyorsa, sizin yüzünüzden yiyor. Ben böyle bir dayağa alet oluyorsam, buna da yine sizin terbiye dışındaki hareketiniz sebep oluyor…”
Kahveciye dönerek devam etti: “Emin Ağa, çırağını böyle bir hayvanlığa kışkırtırlarken sen de: ‘Burası herkese mahsus bir kahvedir. Kimseyi gücendirmek istemem. Mehmet’in ahlakını bozmayınız efendiler.’ dedikten sonra, ‘Ulan sus dilini koparırım şimdi…’ tekdiriyle çırağını da içeri çağırmalıydın. İş bu şekildedir. Şimdi ne isterseniz onu yapınız. Bu mahalle kahveleri artık böyle dedikodulara, dil uzatmalarına, gelen geçenlere sarkıntılık etme rezaletlerine mahal olmaktan kurtarılmalıdır.”
Ali Şeref, oradakilerin suratlarına öfkeli öfkeli birer göz gezdirdikten sonra çıktı gitti.
O zamana kadar tıs duran kahve halkının dilleri yine çözüldü.
Osman Efendi: “Hepimize ağır ders verdi.”
Salih Efendi: “Âdeta attı kantarlıyı gitti. Bir iki laf söylemek istedim. Bana hiç yardım eden olmadı. Niçin sustunuz?”
Murat Efendi: “Bu oğlan futbolcudur, atlettir, boksördür. Daha ne değildir ki, baksanıza aygıra benziyor, içimizde onunla belaya girmeye kalkışabilecek bir babayiğit göremiyorum.”
Şerif Efendi: “Boksör olsun, ne bok soyu olursa olsun, biz bir kahve halkı o edepsizden ders almak zilletine katlanmamalıydık.”
Salih Efendi: “Vaktiyle onun anası Naciye için az lakırtı söylenmedi.”
Osman Efendi: “Bu Ali Şeref’in babasının oğlu olduğuna şüphem vardır doğrusu…”
Şerif Efendi: “Benden de al o kadar…”
Nuri Bey: “Yahu bu genç, bize kahve dedikodusu hakkında epeyce acı bir ders verdi gitti. Bari arkasından yarım saat olsun dilimizi tutalım.”
Kahvenin iç musluğunda ağzının kanlarını yıkamaya uğraşan çırak Mehmet oradan bağırarak: “Vay babasının canına, iki ön dişim sallanıyor. Ben ona gösteririm, yarın sabah köşe başında bekleyeyim de…”
Salih Efendi: “Haydi miskin sen de, dayağı yerken maymun gibi titriyordun da şimdi mi pehlivan kesildin?”
Şerif Efendi: “Terbiyesiz, bana onlar öğrettiler diye bizi neden lafa karıştırdın sanki?”
Mehmet: “Birdenbire şaşırdım. Şimdi aklım başıma geldi. Benim ona ne yapacağımı görürsünüz.”
Salih Efendi: “Yediği tokatlar yüzünden oğlanın ağzından kanlar aktığını hepimiz gördük. Bir avukat bulalım da hep şahit yazılarak bir dava açalım.”
Nuri Bey: “Beni şahit yazmayınız. Ben geceleri buradan evime yalnız gidip geliyorum. Ali Şeref’in kendi çapında bir sürü arkadaşı var. Onun anası için laf söyleyen de düşünsün… Lakırtı Şeref’in kulağına giderse bilmem artık neler olur.”
Salih Efendi: “Benim sözüm yirmi sene evvele ait geçmiş bir laf…”

12
Enis Buharî ile Ruşen Zamir veyahut asıl adıyla Hayrullah Efendi, bu iki yobaz eskisi ilk görüşmelerinden sonra pek kaynaşarak, âdeta canciğer olmuşlardı.
Enis Buharî haftada birkaç defa Unkapanı’na bu yeni dostunu ziyarete geliyor, kahvede gürül gürül konuşurlarken arada bir etrafa göz gezdirerek ağızdan kulağa fısıldaşıyorlardı. Aralarında gizli olduğu kadar ehemmiyetli bir iş başlıyordu. Ama nedir?
Artık lakırtılarına karışmayan Ali Hulki Bey, biraz uzaktan bu hâli seyrediyor, bu fiskostan şüphelenerek iki yobazın arasında dönen sırrı anlamak merakından kendini alamıyordu.
Uzun uzadıya kulak misafirliğiyle tecessüslerde bulunarak sonunda bu sırra erdi, insanları kandırarak ortaya attığı maymunluk günahından dolayı Feylesof Mualla Efendi’yi şeytana benzeterek recme karar vermişlerdi. Bir tasımına getirip, onu bir yerde taşlayacaklardı. Böyle bir kâfirliği işitip de ona karşı hareketsiz kalmayı büyük bir günah saydıklarından bunu yaparak paylarına düşen vazifeyi yerine getirmiş olacaklardı. Ali Hulki Bey için hakikati işitmiş olmakla iş bitmiyor, bunu gidip feylesofa haber vermek lazım geliyordu. Mualla’nın semtini, evini araştırdı. Sofular’da Soğanağa Sokağı’na gitti. Büyük bahçeli evi buldu. Issız mahalleler, sessiz sokaklar… Yarı mezarlık bir şehir parçası…
Bağrı yanık İstanbul’un harap bir semti… Fatih’e doğru uzanan yamacı, karışık mesafelerle taştan tuğladan çoğu bir katlı evceğizler dolduruyordu. Daha sokakların sınırları bile belli değildi. Yangının alevden dili sanki feylesofun maneviyatına saygı göstererek evini yalayıp yutmamıştı.
Ali Hulki Bey, aralık bulduğu bahçe kapısını itti, içeride bahçe tamiriyle uğraşan üç genç gördü. Vahit, İsneyn, Ali Şeref…
Vahit, bu yabancıya yaklaşarak sordu: “Kimi arıyorsunuz?”
“Feylesof Mualla Efendi’nin evini.”
“Burası.”
“Kendisini görebilir miyim?”
“Görürsünüz.”
Bu sözler olurken, İsneyn ile Ali Şeref de koşarak lafa karıştılar.
İsneyn sordu: “Babamla felsefe üzerine mi konuşacaksınız? Yoksa siz de maymun bahsinin kuvvetli düşmanlarından biri misiniz?”
“Mesele, dolayısıyla bu bahse ait ise de ben teorinin küskütük mutaassıp karşı gelenlerinden değilim. Bu yüzden babanıza karşı kabaran cahilce düşmanlıklardan onu korumak için bazı hatırlatmalarda bulunmaya geldim.”
Ali Şeref: “Teşekkür ederim beyefendi, feylesof babamızla görüşmezden evvel işin ne olduğunu lütfen biraz bize de anlatmaz mısınız?”
“Anlatabilirim. Benimkisi bir nevi hafiyelik olacak, ama hayır tarafından, feylesofun selameti için bir hafiyelik. Bu semtte eski şeyhülislamlardan Gıyasettin Efendi isminde bir zatın konağı var mıdır?”
Vahit: “Vardır.”
Ali Hulki Bey: “Görüşmek için babanız bazı geceler o zatın yanına gider mi?”
İsneyn: “Gider. Pek sevişirler. Birbirleriyle uzun uzadıya konuşurlar.”
Ali Hulki Bey: “Gece yalnız başına mı gider? Yoksa sizlerden biriniz ona katılır mısınız?”
Vahit: “Yalnız başına gider. Çünkü konak şuracıkta, yakındır.”
Ali Hulki Bey: “Bu kısa gece yolculuğunda babanızı taşlayacaklar.”
Ali Şeref: “Kimler?”
Ali Hulki Bey: “Maymunluk teorisinden babanıza diş bileyen iki muhalif yobaz eskisi…”
Vahit: “O hâlde?”
Ali Hulki Bey: “Feylesofu gece yalnız sokağa çıkmaya bırakmayınız. Kendisine ehemmiyetle bunu anlatacağım.”
Ali Hulki Bey gençlerle böyle görüşürken Feylesof Mualla Efendi evin bahçeye açılan kapısından gözüktü. Vahit ona seslendi: “Baba buraya geliniz, buraya geliniz. Sabahleyin size verilecek büyük bir haber var.”
Feylesof gülerek: “Ben de şimdi tuhaf bir mektup aldım. Maymunlar Orta Afrika’da bir hükûmet kurmuşlar. Beni kral yapmışlar. Hemen krallığımın başına geçmek için acele çağırıyorlarmış. Oradaki orangutanlardan birini sadrazam tayin ederek, kabine kurmasını teklif edecekmişim.”
Feylesofun bu haberine Vahit el çırparak cevap verdi: “Fena değil baba, feylesof yaşamaktan ise orangutanlara padişah olmak büyük bir talihliliktir.”
İsneyn: “Baba bizi de beraber götür. Elbette ehemmiyetli memurluklara kayırırsın.”
Vahit: “Baba, ben maliye nazırı olmak isterim.”
İsneyn: “Çok banana yemek için ben de iktisat nazırlığını rica edeceğim.”
Ali Şeref: “İngilizlere, Fransızlara diplomasideki becerikliliğimi tanıtmak için ben de hariciye nazırlığını isterim.”
Feylesof: “Bu isteklerinizin kabulü maymunları çok öfkelendirir. İşi alır almaz Enver Paşa gibi soyunu sopunu yerleştirdi derler. Ben bu alaturka usulün taraflısı değilim. Daha maymunların tahtına oturmadan beni haksızlığa, idaresizliğe sürüklemeyiniz. Fena öğütlerden kaçarak adaletli bir hükümdar olmak isterim.”
Vahit: “Baba, mektubun alayına kanıp da hükümdarlığa pek inanmayınız.”
Feylesof: “Ne diyorsun Vahit, ben Mussolini ve Hitler’den evvel maymun tebaamı sosyal refaha erdireceğimden eminim.”
İsneyn: “Babacığım, tahtına oturmazdan önce buraya geliniz de sizin için hazırlanmış taşlanma ve dayak faslını dinleyiniz.”

13
Feylesof arkasında boy entarisi, parmak dikişli hırkasıyla geldi ve çıplak ayaklarındaki takunyaları sürüyerek bahçeye toplanmış dört kişilik gruba yaklaştı. Tarak görmeyen tuz biber karışmış başıyla misafiri selamlayarak: “Sefa geldiniz beyefendi. Sabahleyin bu dayak müjdesini getiren siz misiniz?”
Ali Hulki Bey: “Affedersiniz, müjde değil efendim, tehlikeyi haber verme…”
Feylesof: “Mesele, kalem kavgasından sopa muhabbetine mi döndü?”
Ali Hulki Bey: “Münakaşada aciz kalan taassubun başka marifeti var mıdır? Mutaassıplar evvelden kendi düşüncelerinden ayrılanları döverler, türlü işkencelerle öldürürlerdi. Şimdi kendileri dövülüp, birçok memleketlerden kovuluyorlar.”
Feylesof, misafirini kuyu başına büyük dutun gölgesi altına götürdü. İskemlelere oturdular.
“İşte bizim buzdolabımız da budur.” diyerek kuyuda soğumuş yemişlerden ikram etti. Kahveler ısmarladı. Hazretin bir de kristal nargilesi vardı, onu da ateşledi. Konuşmaya koyuldular. Marpucun ucunu dudağının köşesine sokup çıkararak başladı:
“Bana ‘feylesof’ diyorlar. Bu büyük unvan bizde pek ucuz alınıp satılır. Benden evvel de bu memlekette böyle lakaplanmış kimseler vardı. Kendilerini idareden aciz bu adamlar âleme akıl dersleri verirlerdi. Bugün her yerde feylesofluğun bolluğu olduğu hâlde, adamakıllı halledilmiş bir felsefe meselesi de yok gibidir. Felsefenin ilk işi, yerde ve gökte Allah’ı aramaktır. Yüzyıllardan beri aradı durdu. Bir şey bulamayınca, Halik’in tahtını boş bırakmamak için yine eskiden bulunmuş Allah’ı o makama oturtmak zorunda kalır gibi bir güçlüğe düştü.”
Ah Hulki Bey: “İnsanlardaki bu garip hâl nedir? Mutlaka bir Yaradan’a ibadet duygusuyla yanıp tutuşuyorlar. En aklı almaz, en cahil vahşiler bile tahtadan ilahlar yaparak tapınıyorlar.”
“Evet, meselenin düğümü buradadır. Bu işte düşününce medeni ile vahşi birbirinden ayırt edilemez gibidir. Birinciler kendi bilgileri derecesinde bir Halik düşünürler, ikinciler kendi cahilliklerini avutacak kaba bir İlah… Bu imanda, ilim ile cehil birleşir.”
“Muhterem feylesofum, bu çok büyük muamma ne vakit hallolunacak?”
Feylesof nargilesini iki defa tokurdattıktan sonra: “Hiç… Dinlerin Allah’ı, büyük feylesofların zihinlerine uygun gelmedi. Fakat onlar da şimdiye kadar insan aklına sığacak bir Yaradan tarif edemediler. Vardır diyenler, müspet esas üzerine temel kuramadılar, yoktur diyenler de.”
“Muhterem efendim, bu büyük meselenin sizcesi nasıldır?”
“Bencesi? Peygamberler, kitaplar ile kullarını itaate çağıran insan yaratılışında bir Allah yoktur. Bana emir veriyor, dinlemediğimi görünce beni cehennemle korkutuyor. Bu korkutmasıyla aczini açıkça itiraf etmiş olmuyor mu?”
“Fakat efendim, din ahlakı büsbütün kaldırılınca insanları fenalıklara karşı bağlı tutacak hangi ahlak prensiplerini kullanabileceğiz?”
Feylesof nargilesini uzunca tokurdattıktan sonra: “Beyefendi, beyni yumuşak bir çocuğu amacıyla korkutabilirsiniz. Fakat aklı her şeye ermeye başlayınca ne yapacaksınız? Cehennem korkusuyla ahlaklandırılmaya uğraşılanlar da tıpkı böyledir. İnsaniyetin bünyesini müspet terbiyeye, bilgilere aşılamalı. Var sayılan şeylerden korkarak günahtan çekinen bir adam bence koskoca bir budaladır. Medeni bir insanın ahlaki, vatani, siyasi, iktisadi ve öteki insanlara karşı hukuki, hasılı birtakım içtimai vazifeleri vardır. Çocuğun terbiye alacağı bir çağda hep bu esasları ruhuna perçinlemeli. Mükemmel bir adam yetiştirmek.”
“Aziz feylesofum, dünya yüzünde böyle mükemmel adamlar yetiştiren memleket nerede var?”
“Hiçbir yerde… Milyonların içinde kendi kendine yetişmiş belki beş on kişi bulunabilir.”
“Efendim, insanlığı ahlak bakımından bir uçurumun kenarına itiyorsunuz.”
“Uçurumun kenarında değil, içindeyiz.”
“Dinî terbiyenin ben de taraflısı değilim… Lakin ilmî, ahlaki, maddi, müspet terbiyenin nasıl meydana geleceğini söylemiyor, bunu da pek ümitsiz, pek menfi bir şekilde gösteriyorsunuz.”
“Ne yapayım efendim hakikat budur. Tutalım ki, mesela siz, gayet doğru yaratılmış bir adamsınız. İstiyorsunuz ki, bütün âlem de öyle olsun, bu olacak şey değil… Milyonlarca eğrilerin içinde bir doğru, rahat yaşayamaz. Siz kimseye fenalık etmezsiniz, fakat bunu size durmadan ederler. Dünya doğrulmayınca siz yaşamak için muhite uyarak yavaş yavaş eğrilmek zorunda kalacaksınız. Azlık, her zaman çokluğa uyar. Siz moralce muhitinizi düzeltmeye uğraşırken, tabiatça onlara benzemeye başladığınızdan haberiniz bile olmaz. Her an muhitimizin birçok tesirleri altında bulunmaktayız. Bütün gördüğümüz, işittiğimiz şeyler, hoş veya hoş olmayan uğradığımız hâller durmadan dimağımızın hücrelerine işlemektedir. Her saniye hissiyatımızın temas ettiği hadiselerden müteessir olmaktayız. Ortalıkta ahlaki ve sosyal fenalıklar, akıl almayacak derecede iyiliklerden baskın ise o tarafa dönmemiz tabiidir. Üzüm üzüme bakarak kararır derler. Bir çocuğu sokak arkadaşlarının yanına bırakınız. Arsız, hırsız, yalancı olur ve daha fena huylarla huylanır. Çünkü menfi tesir kendi kendine olur. Müspet terbiyeye gelince, bunu pek güçlükle elde edebiliriz. Muhitin kötü tesirlerinden kurtulmaya uğraşmak, kan ter içinde akıntıya kürek çekmek gibidir. Bir dakika elinizden kürekleri bırakırsanız akıntı sizi tekrar geldiğiniz yere atar. Bütün emekleriniz boşa gitmiş olur. İnsanlık, müspet terbiyenin olabildiği kadar umumileştirilmesi ihtiyacındadır. Buna varmak için daha kaç yüzyıl lazım olduğunu bilemiyorum. Kalabalıkların ruhları üzerine tesir yapabilmek için elde çok vasıtamız yoktur. Çünkü tabiatta her şey hâlden hâle geçmek için ağır tekâmül kanunlarına bağlıdır.”
Ali Hulki Bey: “Sevimli yüzünüzü gördüm. Samimi sözlerinizi dinledim. Yürekten neşelendim. Dinlerin terbiyece olan tesirleri hakkında ne buyurursunuz aziz feylesofum?”
Bu sorulana karşı feylesof nargilesini tokurdattı. Gülerek cevap verdi:
“Din Allah’ının beceriksizliğini asırlardan beri görüyoruz. Göklerin bu hükümdarı insan tabiatlıdır. Beşer, bütün ahlakça olan zaaflarını ona da yükletmiştir. Yaltaklanmaktan hazzeder, insanları kendine tapındırmaktan hoşlanır. Dinin ilk emri budur. Allah’tan korkmak… İbadet edenin işi her zaman ona yalvarmaktır. Ahlak kuvvetini kendimizden değil, ondan bekleyeceğiz. Tuhaf değil mi, dinlerin Allah’ı, yarattığı kullarının tabiatlarını bilmiyor. Onlara yaradılışlarının zıddı emirler veriyor. Onun için çok az itaat görüyor. İnsanın mabudu her şeyden önce kendi nefsidir. Ona gelecek fayda ümidiyle Allah’a tapınır. Onun için nefis ilk, Allah sonradır. İçimizde bizi kemiren birer egoizm vardır. O, ne emir verirse Allah’ın emirlerinden önce biz onu yaparız. Bütün kanunlar ve iyiliğe gitmek isteyen her şey onunla güreşir ve bir türlü de yenemez.”
“Bu canavarı boğmak için insanlar ne tedbir almalıdır?”
“Onu bütün bütün boğamayız. Onun biraz orta hâllisi hayat için lazımdır.”
“O hâlde, egoizmi aşırılıktan kurtarıp, orta hâlli derecede tutabilmek için ne yapmalı?”
“Büyük hakkaniyetle hazırlanmış kanunları insanlara benimsetmek, huy ettirmekle… Bunun için de yine asırların, asırların lazım geldiğini tekrarlayacağım.”
“Bu büyük terbiyeye erişmek için yine gökten peygamberler mi bekleyeceğiz?”
Feylesof yine güldü. Elindeki marpucu havaya uzatarak: “Artık, Kızıl minareden ineceği söylenen peygamberi bekleyecek değiliz. Dinlerin Allah’ı yeryüzüne kafile kafile peygamberler gönderdi. Gökten zembil zembil kitaplar indirdi. İnsanların günahlarını affettirmek için oğlunu çarmıha gerdirtti. Murahhaslarını[24 - Murahhas: Temsilci. (e.n.)] iyi seçememiş olmalı ki, dünyada din adına yapılmadık zulümler kalmadı. Maksadında muvaffak olamadığını bugün görüp duruyoruz. Şimdi her mütefekkir millet kendine yeni bir akide aramakla uğraşıyor. İnsanlığın peygamberliğine layık olanlar, gökten vazife alarak gelenler değil, Denis Papen gibi, Edison gibi, Branli, Pastör ve benzerleri büyük âlimler ve dâhi feylesoflar gibi aramızda yetişenlerdir. Bunlar, gökten memur olarak gelmediler. Fakat o iddiada bulunanların tabiat hakkındaki gülünç yanlışlarını birer birer meydana çıkardılar.”
“Muhterem feylesofum, demek ki insanların insanlardan, yani daha bizim bizden çok çekeceğimiz var?”
“Ne dersiniz beyefendi… Etrafınıza şöyle bir bakınız: Komşu millet bıçağını çarka vermiş biliyor, top döktürüyor, cephane yığıyor, boğucu zehirler hazırlıyor, hep senin, benim için. İncil-i Şerif’in, ‘Birbirinizi seviniz!’ emrine bundan daha güzel itaat olur mu?”

14
Üç genç, çok defa dinlemiş oldukları feylesof babalarının bu vaazlarını, Ali Hulki Bey’le bir defa daha dinlediler.
En sonunda Vahit: “Baba, şimdi iş ne gökten inen kitaplarda ne de yeryüzünde yapılan kanunlardadır. Size dayak atacaklarmış. Beyefendi onu haber vermeye geldi.” dedi.
Feylesof ince bir gülümseme ile birer birer karşısındakilerin yüzlerine göz gezdirdikten sonra: “Bu da pek tabii…”
Vahit bağırır gibi: “Tabii olan nedir baba?”
“Köklü olan umumi itikat ve fikirlerin zıddına düşünenler dayak yemeye ve kanunun ağır cezalarına hazırlanmalıdırlar. İmam-ı Azam’ı döve döve öldürdüler.”
“İmam-ı Azam’a Allah rahmet eylesin. Onu örnek tutarak sizin dayak yemenize biz seyirci kalamayız.”
“Ne olacak? Biz evcek kapı kapamaca yobazlarla salaya mı çıkacağız. Mahallenin dövüşe karışması, bizimle birlik olmayacağını da bilmeliyiz. Bekçiden çöpçüye kadar kimse maymunluğu içine sindiremedi. Hayvanlık denince kızıyorlar, ama insanlığın ne olduğunu da daha bilmiyorlar.”
Ali Şeref: “Siz eski şeyhülislamla muhabbet etmeye geceleri gitmek âdetindesiniz. Daha çok cuma geceleri?”
Feylesof: “Evet oğlum…”
Ali Şeref: “Bu gidişler hemen her hafta sizin için bir âdet olmuştur.”
Feylesof: “Öyle…”
Ali şeref: “Bu âdetinizi bir iki hafta için değiştirebilir misiniz?”
Feylesof: “Lazım olursa…”
Ali Şeref: “Yani geceleri sokağa yalnız çıkmayacaksınız.”
Feylesof: “Çıkmayabilirim.”
Ali Şeref: “Bu ricamız kabul buyrulduğu hâlde, biz yobazlara güzel bir komedi oynayabiliriz.”
Feylesof: “Kavga, dövüş, gürültü istemem.”
Ali Şeref: “Emin olunuz kimsenin burnu kanamayacaktır.”
Feylesof: “Bu iki yobazın arkasında belki bütün bir mahalleli vardır.”
Ali Şeref: “İsterse bütün İstanbul ahalisi olsun. Halk çok tuhaftır. Kendi fikirlerine uymayan hakikatlere kızar, ama tabii olmayan hadiseler karşısında apışır kalır.”
Feylesof: “Tabiinin dışında ne yapabileceksiniz? Anlayamıyorum.”
Ali Şeref: “Siz o gece, uzun pardösünüzü, kasketinizi, pantolon, ayakkabı, yani bütün kıyafetinizi bize ödünç vereceksiniz.”
Feylesof: “Benim kılığıma gireceksiniz demek.”
Ali Şeref: “Anladığınız gibi efendim…”
Feylesof: “Ya sakalımı size nasıl eğreti verebilirim?”
Ali Şeref: “Komedyalardakiler, oyuncuların kendi sakalları değildir. Bilirsiniz ki, sekiz on kuruşa bundan bir tane edinilebilir.”
Feylesof: “Sakalı amma da ucuzlattınız ha!”
Ali Hulki Bey gülerek: “Bu mübarek şeyin modası savdı!”
Feylesof: “Evet, yalnız hahamlarda, papazlarda, hocalarda kaldı.”
Ali Hulki Bey daha geniş bir gülüşle: “Unutmayınız, bir de keçilerde…”
Feylesof: “Belki bir de umacılarda…”
Ali Hulki Bey: “Evet, sakal bu kadar korkunç bir şey oldu.”
Ali Şeref: “Kederlenecek bir şey değil. Keskin bir ustura, otuz yıllık sakalı beş dakikada surattan sıyırıp atabilir.”
Feylesof: “Nice yıllanmış sakalların ustura kazıntısına uğradığını gördüm. Çıplak kalmış bu yüzlerin ilk bakışta sahiplerini tanımak mümkün olmadı.”
Vahit: “Baba, bütün suratlar saçkırana uğramış gibi cascavlak olduk. Sizinki sizde dursun. Biz onun bir ucuzunu alırız. Oynayacağımız komedyaya müsaadenizi rica ediyoruz.”
Feylesof: “Biz, maymun meselesinden halkça fena hâlde mimlendik. Başıma bir ikinci gürültü çıkarmayınız da ne isterseniz yapınız.”

15
Sofular’ın ıssız, yarı viranelik, karanlık yan sokaklarında gece saat on bire doğru karaltılar dolaşıyor. Enis Buharî ile Ruşen Zamir… Feylesofu taşlayacaklar. Onun akşamdan Şeyhülislam Gıyasettin Efendi’nin konağına gittiğini görmüşler. Şimdi oradan dönüşünü bekliyorlar. Gece ilerledikçe etrafın ıssızlığı daha artacağı için taşlamanın bu zamana bırakılmasını uygun görmüşler.
Karanlıkta ele uygun taş bulması güç… Gündüzden bunların irili ufaklılarıyla ceplerini doldurmuşlar. Bir köşebaşını siper alarak gözler tetikte, kulaklar kirişte bekliyorlar.
Enis Buharî, Ruşen Zamir’in kulağına usulca fısıldıyor: “Cebine kaç taş doldurdun?”
“Yedi…”
“Pek az…”
“Ya seninki?”
“Kırk bir…”
“Merak etme… Benim ihtiyat cebimde de sayısız var.”
“Bak ben bunu akıl edemedim.”
“Yedi, tek sayıların mübareği olduğu için onları sağ cebime sayı ile koydum.”
“Ben kırk biri tüketirsem, bana senin sayısızlarından verir misin?”
“İstediğin kadar…”
“Herifin vücudunu kalbura çevireceğiz…”
“Kendi cetbecet maymunluğunu âleme bulaştırmanın cezasını görsün.”
“Böylesi taşlanır doğrusu…”
“Besmeleyi çeker, birbiri arkasına yapıştırırız.”
“Ta bayılıp da yere düşünceye kadar…”
“Onu delik deşik ettikten sonra tabanları kaldırırız.”
“Karanlıkta taş atan eli kim görecek?”
“Kim vurduya gider.”
“Pist.”
“Sus…”
“Geliyor…”
Karanlığın ortasında feylesofun cübbemsi paltosu, keçisakalıyla hayal meyal şekli seçilir. Yürümez, durur. Şöyle söylenir: “Âdem babamızın insanlaşan bir orangutan olduğunu Doktor Fuhbrott, Schwalb, Klaatsch (uydurma adlar) ispatladıktan sonra buna kim ses çıkarabilir? Eski şeyhülislamı da sonunda kendi inandığıma aşıladım. Bazı memleketlerde maymun ilah tanılır, mukaddestir. Niçin? Kan kaynadığı için…”
Bu kâfirce küçük nutkun heyecanıyla âdeta kendilerini unutan iki yobaz eskisi, arkalarında neler olduğuna dikkat edemeyerek ellerini ceplerine soktular. Taşları çıkardılar. Titreyerek besmelelerini çekip de mermilerini fırlatacakları sırada, karanlıkta birdenbire ortaya çıkan bilinmeyen bir kuvvet, ikisinin de kollarını arkaya sıkı sıkıya çaprazlayıverdi. Çarmıha gerilmiş gibi kımıldayamaz oldular. Neye uğradıklarını kestiremediler. İki sıcak soluk enselerini ısıtıyordu. Ellerine düştükleri kuvvetlerin ne olduğunu anlamak için başlarını biraz arkaya çevirip de geceden daha karanlık korkunç iki şeytan suratı görünce, dizlerinin bağları çözüldü. Dişlerini birbirine çarptıran bir sıtmaya tutuldular.
Bu sırada karanlığın ortasından bir kahkaha koptu. Arkasından, Faust operasının Mefistofeles havası duyuldu. Bu nağmeler kuvvetli bir ıslıkla öttürülüyordu. Gerçi yobazların bu opera ile hiç tanışıklıkları yoksa da karanlıklara saçılan o şeytan nağmeleri üzerlerinde tuhaf bir tesir yapıyordu.
Feylesof bu hava ile soyunmaya başladı. Başından kasketini, suratından sakalını, sırtından paltosunu attı. Ortaya, komedyalarda görülen iki uzun boynuzlu, kırmızı dilli, yukarıdan aşağıya kapkara bir şeytan çıktı. Etrafa avuç avuç alev saçıyor, o aydınlıkla bunlar seçiliyordu.
Feylesof rolünü oynayan Ali Şeref’ti, yobazların kollarını arkalarına kıvıranlar da aynı şeytan kıyafetinde Vahit ile İsneyn idiler. Saçılan ateşler de alev gibi görünüp de yakmayan bir nevi kimya terkibiydi.
Yobazların kolları tutulmuş ise de dilleri söylüyordu.
Biri, ötekinin kulağına eğilerek: “Aman hocam, bu ne inanılmaz hâldir. Eliyazübillah maymun sandığımız mahluk meğerse şeytanın dik âlâsı imiş. İdlal[25 - İdlal: Yoldan çıkarmak, doğrudan ayırmak. (e.n.)] için insanlara karışmış.”
“Taşlayalım derken, taşlanacağız.”
“Çarpalım derken, çarpılacağız.”
Şeytan kovmak için bildikleri duaları gürül gürül tecvit üzere okumaya başladılar. Fakat ne korkunç şeydir ki, kolları arkalarından çözülmüyor, şeytanca ıslıklar kesilmiyordu.
Sonunda şeytan ıslığı kesti. İnce flüt sesiyle keskin, nağmeli bir nutka başladı: “Hocalarım, yanlış Allah’a tapıyorsunuz. Ters kıbleye duruyorsunuz.
Enis Buharî, bu küfre istiğfar getirerek cevap verdi: “Estağfurullah… Estağfurullahilazim, haşa… Haşa… Rabb’imiz yerlerin göklerin haliki ulu Mevla, kıblemiz Kâbe-i muazzamadır.”
Şeytan, iki ıslık arasında bir kahkaha daha kopardıktan sonra:
“Yer tanrısı benim… Göklerin Allah’ıyla sınırlarımı ayırdım. Hocalar, bundan sonra bana tapacaksınız. İnsanların üzerinde Allah’tan çok sözü geçen ben şeytana… Allah’ın keyfemayeşasına[26 - Keyfemayeşa: Nasıl isterse, istediği gibi. (e.n.)] karşı bir denklik teşkil eden büyük kuvvete… Halik tanıdığınız Hak Teala, yarattıklarının tıynetini benim kadar bilseydi, kullarını emirlerine benden önce ram ederdi. O, korkutur, ben, hoşlandırırım. Ondan çekinirler, bana sokulurlar. Bütün dünya yuvarlağı benim malikânemdir. Rabb’imizin yaratıp dünya cehennemine attıklarını ben kurtarırım. Onun ‘hükm-i ezeli’ dediğini benden başka bozmaya cesaret eden yoktur. Ben, bütün insanların yüreklerine vahşet ve memleketlerine kundak koydum. Fitili yakında ateşleyeceğim. Alevler gökleri kaplayacak. Benim kıblem, din kıblesinin aksinedir. Yüzünüzü kuzeye, arkanızı Kâbe’ye dönünüz, bana secde ediniz.”
Softalar bağrışıyorlar: “Haşa… Haşa… Aleyhüllane…”
“Bütün dünya benim tebaam, siz niçin olmayacaksınız? Bugün olmasanız da yarın Allah’ınızın adaletsizliğini anlayıp, bana döneceksiniz.”
“Haşa… Melun haşa…”
Karşı koyamadıkları iki kuvvet, Enis Buharî ile Ruşen Zamir’i omuzlarından bastırarak yüzüstü yere ittiler, bu suretle zorla şeytana secde ettirmek istiyorlardı.
Bundan öteye ne olduğunu iki kafadar artık bilemiyorlardı. Nasıl olmuşsa olmuş, derin bir uykuya daldırılmışlardı. Sabahın erken bir saatinde uyandıkları zaman, kendilerini ıssız bir viranenin ısırganları, baldıranları, ballıbabaları arasında buldular.
İlk göz açar açmaz, korkuya düşerek birbirine bağırdılar: “Aman kardeş sen Arap olmuşsun.”
“Ya sen? Kurum tutmuş ocağa dönmüşsün.”
Gerçekten, ikisinin de suratına katran çeşidinden koyu bir madde sıvanmıştı.
Bellerini doğrultmaya uğraştılar.
Ruşen Zamir: “Aman birader her tarafım kesim kesim kesiliyor. Galiba bizi iyice sopalamışlar.”
Enis Buharî: “Benim de vücudum kırık. Sen dövüldüğünü hatırlıyor musun?”
“Hayır, hiç… Fakat o cehennem nutku beynime ateşle kazılmış gibi duruyor. Melunlar bizi kâfirliğe zorladılar. Çok şükür, baştan çıkaramadılar.”
“Rahmanı ararken, şeytana çattık. Belki mintarafillah,[27 - Mintarafillah: Allah tarafından. (e.n.)] bu bizim için bir sınamadır. İmanları kurtarabildik mi?”
“Şüphesiz. Yüreğime bir lahza şüphe gelmedi.”
“Allah şaşırtmasın. Ne kandırıcı bir vazetti melun. Gördüğümüz bu şeytan vakasını kime anlatsak inanmaz.”
“Şeytana zorla secde ettirildiğimiz aklına geliyor mu?”
“Sus sus… Çıldıracağım geliyor…”
“Sani-i hakiki kalplerimizin temizliğini bilmiyor mu? Bundan bize ne günah bulaşır?”
“Bir çeşme önüne gitsek de ilkin şu yüzlerimizi temizlesek…”
“Bakalım bu şeytan sıvamasını çeşme suyu ile çıkarabilecek miyiz?”
“Bu, yüzlerimizde hiç çıkmayacak bir kara olup kalacak mı?”
“Çeşme başında şimdi denemesini yaparız.”
“Bu şehir çölünde akar çeşme bulması, bilir misin, ne derttir?”
“Malum… Bulsak da çeşme başı su kıtlığı çeken ahalinin testileri, güğümleri, tenekeleri ile doludur. On saat beklesek yüz yıkamaya sıra gelmez.”
“O hâlde, Horhor’a kadar gideriz.”
“Bu suratlarla mı?”
“Bizi ne sanırlar acaba?”
“Ya kömürcü ya ocak süpürücü ya siyah küpüne düşmüş boyacı…”
“Aman birader, cüzdanlarımızı yoklayalım. Boyadan başkaca bir de soyulmuş olmayalım…”
Telaşla yan ceplerinden para cüzdanlarını çıkardılar, içindekileri bir bir saydılar. Tamam, birisinin yirmi iki, öbürünün on yedi lirası ve daha bozuk paralar hep yerinde duruyordu.
Enis Buharî geniş bir nefes alarak: “Oh, çok şükür paralarımıza dokunmamışlar.”
“Melekler bizi iblislere karşı korumuş olacaklar.”
“Şeytanlar bizim beş on liramızı ne yapacaklar? Bütün dünya hazineleri onların…”
Ruşen Zamir birdenbire: “Pantolonumun cebinde, cebi yırtacak kadar iri ve katı bir şey var.”
Öteki de cebini yoklayarak: “Bende de öyle…”
Ceplerine el salarak zorlukla bu katı şeyleri çıkardılar. Bunlar sıkıca mantarlanmış, dolu iki şişe idi. Üzerlerinde şu yafta vardı: Âlâ Erdek Şarabı.
Enis Buharî cebinden bir yılan çıkmış gibi şişeyi hemen taşların üzerine fırlatmak istedi, fakat arkadaşı önleyerek: “Atma, atma.” dedi.
“Ne yapacaksın? İçecek misin?”
“Rabb’im göstermesin.”
“Öyleyse niçin saklayalım?”
“Bakkala satarız.”
“İçilmemesi emrolunmuş bir şeyin ticareti de haram değil midir?”
“Memlekette şimdi şarap ticareti başladı. Günahı onların ve bu şişeleri ceplerimize koyan şeytanların olsun…”

16
Cadde yollara çıkmadan, arka sokaklardan Horhor’a kadar uzandılar. Tek tük rastladıkları kimseler bu zifiri suratlara bakarak güle güle onları türlü şeylere benzetiyorlardı. Merak edenlerin aralarında şu sözler dönüyordu:
“Arap mı bunlar?”
“Hayır… Boyunları, elleri beyaz…”
“Ha… Boyama zenciler, bir komediden dönüyorlar galiba…”
“Yüzlerini temizlemeye vakitleri olmamış mı?”
“Besbelli ki, öyle…”
“Hayır, bilemediniz. Bu adamlarda artist tavrı yok…”
“Başka türlü bu kara makyaja ne mana verilebilir?”
“Su bulunmayan bir yerde bunlara böyle bir azizlik etmiş olacaklar. Baksanıza koşa koşa çeşme aramaya gidiyorlar…”
“Bu buluşunuz olabilirse de, benim aklıma başka türlüsü geliyor.”
“Nedir?”
“Bu adamlar epeyce paralı bir iddia üzerine suratlarını lostra ettirmiş olacaklar.”
Artık, Horhor çeşmesine yaklaşmışlardı. Onların peşlerine takılan meraklıların arasına bir polis karıştı. Yaraşıklı yaraşıksız her ağızdan çıkan bu ihtimalleri dikkatle dinliyor, bu garipliğe kendince de bir mana vermeye uğraşıyordu. Halkın şiddetle merakını uyandıracak, kimseye benzemeyen alelacayip bir kıyafetle sokakta dolaşmanın yasak olduğunu bildiğinden, kendinde peyda olan bir şüpheyi oraya biriken adamlardan sordu: “Deli olmasınlar?”
Biri cevap verdi: “Bu da olabilir, fakat yakınlarda tımarhane var mı? Nereden boşanmış olacaklar?”
“Bakırköy’de var.”
“İstanbul bu tımarhaneye yakındır.”
Gülüşmeler.
Polis önlerine çıkarak: “Durunuz bakalım. Sabahleyin böyle erken bu boyalı suratlarla nereden geliyorsunuz?”
Enis Buharî kırgınca: “Biz bir garip hâle uğradık, bir de sizinle derde girmeyelim. Polis efendi, haydi işinize, vazifenize gidiniz…”
Polis çatıklaşan bir suratla: “Vazifem işte sizin ne olduğunuzu öğrenmektir.”
“Kazara yüzlerimiz boyanmış olmakla insanlık kadrosundan çıkmadık ya! İşte iki insanız. Başka ne olabiliriz?”
“Başka ne mi olabilirsiniz? Tanınmamak için yüzlerini karalayarak gece çapuluna çıkmış iki haydut…”
Polisin bu suçlamasını duyan halkta merak artar. Birbirlerine: “İşittiniz mi? Her şey aklımıza geldi de bu türlüsünü hiç aklımıza getirmedik.”
“Polis, hırsızı gözünden anlar.”
Polis sorgusunda devam eder: “Söyleyiniz kara suratlılar, kazara yüz boyanmaz. Bu boyanmadan maksadınız nedir? Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz?”
Ruşen Zamir: “Polis efendi oğlum, biz sizin şüphelendiğiniz insanlardan değiliz. Uğradığımız garip hâl bizce hakikattir. Fakat size masal gelir. Söylesek de inanmazsınız.”
Polis: “Tabii masala inanmam. Doğruyu söyleyiniz.”
Enis Buharî: “Biz Müslüman adamlarız. Yalan kabul etmeyiz.”
Polis: “Peki söyleyiniz doğruyu.”
Ruşen Zamir: “Efendim, biz şeytan şerrine uğradık.”
Polis: “Yüzlerinizi niçin boyadınız?”
Ruşen Zamir: “Biz boyamadık efendim…”
Polis: “Ya kim boyadı?”
Enis Buharî: “İşte onlar…”
Polis: “Onlar kim?”
Ruşen Zamir: “Şeytanlar… Efendim, şeytanlar…”
Polis sinirli: “Ha, anlaşıldı. Haydi merkeze… Cini şeytanı orada anlatırsınız.”
Enis Buharî büyük bir yalvarma hâli ile: “Polis efendi evladım, biz, baban yerinde adamlarız. Hırsızlığa çıkacak kimselerden değiliz.”
Polis: “Yüzlerinizde parmak kalınlığında boya var, kaç yaşında olduğunuz belli değil ki…”
Ruşen Zamir: “Müsaade ediniz çeşmede yüzlerimizi yıkayalım. Sonra bırakınız evlerimize gidelim.”
Polis: “Yüzlerinizin yıkanmasına müsaade edemem. Hakikatin meydana çıkması için merkeze sizi böyle boyalı götüreceğim.”
Gittikçe artan halk arasında şu sözler döner: “Bunlar adamakıllı kaçık… Yüzlerini şeytanlar boyamışmış, polis hiç böyle küllüm yutar mı?”
“Geçenlerde de Bakırköy’den bunlara benzer bir deli kaçtıydı.”
“Deli diyoruz ama bunlar ara sıra gardiyanları kafese koyabiliyorlar. Hangi taraf daha akıllı?”
“Kırk yıl tımarhane hizmetinde bulunanlar da sonunda çıldırırlarmış.”
“Tecrübesi yapılmış bir gerçek mi bu?”
“Bilmem. Tımarhanelerin doktorlarından kapıcılarına kadar istatistik tutmalı. Kırk yıl sonra iş anlaşılır.”
“Şaşılmaz. Bazı doktorların baktıkları hastalıklara sonunda kendilerinin de tutuldukları işitilmemiş bir şey değildir ya?”
Halk, bu boyalılardan türlü eğlence sözleri çıkararak gülüşmekte iken, polis, onları merkeze götürmek için uğraşıyordu. “Gidersiniz!”, “Gitmeyiz!” sözleri ile bir hayli didiştikten sonra sonunda polisin önüne düşmek zorunda kaldılar.
En yakın polis karakoluna götürüldüler, önüne çıkarıldıkları komiser muavini sordu: “Bu ne?”
Polis: “Ne olduğunu bilmiyorum. Sabahleyin sokakta suratları böyle boyalı olarak bu adamları buldum. Fakat ne maksatla boyandıklarını söylemiyorlar.”
Muavin Bey boyalılara sordu: “Müslüman mahallesinde vakitsiz karnaval mı yapıyorsunuz? Önce söyleyiniz bakayım, hangi millettensiniz? Rum mu? Ermeni mi? Yahudi mi?”

17
Enis Buharî ile Ruşen Zamir bu üç sualin sinirlerinde kopardığı fırtına ile titreşerek, ağlamalı birer sesle bağırıştılar: “Haşa efendim, haşa… Elhamdülillah kalubeladan beri Müslüman oğlu Müslüman’ız.”
“Ya bu suratlarınızdaki boya maskaralığı nedir? Asıl yüzlerinizi gizlemek istemişsiniz. Bu, apaçık görünüyor. Ama ne maksatla?”
Enis Buharî: “Biz kendi isteğimiz ile boyamadık ki bunda bir maksadımız olabilsin.”
“Bir insanın yüzü kendi isteği olmadan nasıl boyanır? Ellerinizi, ayaklarınızı tutup da mı boyadılar?”
Ruşen Zamir: “Hayır efendim. Haberimi yok iken…”
Muavin dik dik bir bakışla: “Bir adamın haberi yok iken suratı nasıl boyanır?”
Enis Buharî: “İşte oldu, numunesi önünüzde…”
Muavin Bey: “Suratlarınıza boya sürülürken hiçbir şey duymadınız mı?”
Enis Buharî: “Bizi uyuttular efendim. Sabahleyin viranelikte gözlerimizi açınca yüzlerimizi böyle boyalı bulduk.”
Muavin Bey bu sözleri tekrarladı: “Sabahleyin viranelikte gözlerinizi açınca, yüzlerinizi boyanmış buldunuz…”
Ruşen Zamir: “Evet efendim…”
Muavin Bey: “Bu boyacı yahut boyacılar kimler?”
Enis Buharî: “Söylersek inanmayacaksınız.”
Muavin Bey: “Söyleyiniz. Biz işin inanılacak inanılmayacak tarafını ayırt ederiz.”
Enis Buharî sıkılarak kekeler gibi hafif bir sesle: “Şeytanlar…”
Muavin Bey bu “Şeytanlar” sözünü “ş”sini uzatarak tekrarladıktan sonra zabıt tutan polise hitapla: “Birader, zaptı dikkatle tut. İş karışıyor.”
Başka bir polis çağırarak kulağına: “Siz de telefonla Bakırköy’den sorunuz. Bu sabah oradan bir çift kaçak deli var mı?”
Yine iki boyalıya dönerek: “Viranelikte ne işiniz vardı?”
Ruşen Zamir: “Biz viraneliğe kendi ayaklarımız ile gitmedik ki… Haberimiz yokken bizi onlar götürmüşler…”
Muavin Bey: “Onlar, yani şeytanlar?”
Enis Buharî: “Evet efendim, o melunlar…”
Muavin Bey: “Şeytanlarla sizin ne alışverişiniz var? Onlar size nerede, ne vakit, ne şekilde görünüyorlar?””
Ruşen Zamir: “Efendim, işte şimdi asıl meseleye gelelim.”
Muavin Bey: “Peki söyleyiniz.”
Enis Buharî: “Birkaç zamandır gazetelerde dedikodulara vesile veren maymunluk meselesiyle alakalanıyor musunuz?”
Muavin Bey: “Gazetelerde böyle birtakım şeyler var, ama ne olduğunu anlamaya vaktim olmadı.”
Ruşen Zamir: “Efendim, dinin ulviliğine, insanın şerefine karşı atılan iğrenç bir tükürük…”
Muavin Bey: “Yalnız biriniz söyleyiniz. Söz karışmasın.”
Enis Buharî: “Tamamıyla adının tersi olarak, Mualla Lahuti adını taşıyan bir feylesof, yani batıl mezhebe sapmış olan, münkir, bir imansız, bir kâfir…”
Muavin Bey: “Bu kadar lakap yetişir. Asıldan ayrılmayınız.”
Enis Buharî: “İşte o melun adam, haşa sümme haşa Hazreti Âdem safiyullahın, bir orangutan maymunu olduğu iddiasıyla bir küfürname karaladı, attı ortaya… Bir ilmihal kitabı yazılsa kimse para verip almaz. Bu hezeyannameyi kapıştılar. Bilinmez ki, insanın maymundan geldiği ortaya çıkarsa bunda sevinecek bizim için ne şeref hissesi vardır?”
Muavin Bey: “Asıl sözden ayrılmayınız.”
Enis Buharî: “Bendenizin ismim Enis Buharî’dir. Eski vaizlerdenim. Bu efendi de aynı meslektedir. Biz, tuttuk bu küfürnameye karşı şiddetli iki reddiye yazısı yazdık. Fakat ne para eder ki, bu zamanlarda batıla karşı hakkın üstün gelmesi güçleşti. Çirkefe taş attık, serpintisine uğradık. Herifi hezeyanlarında büsbütün coşturmuş olduk. Lakin beyefendi, bizim sinirlerimiz de nefretin son ahengine gerildi.”
Bu sırada polis gelerek muavinin kulağına: “Bakırköy’e telefon ettik, kaçak deli olmadığı cevabını aldık.”
Muavin Bey: “Peki… (Enis Buharî’ye) Devam ediniz.”
Enis Buharî: “Tiksintimiz o dereceye geldi ki, artık kendimizi tutamaz olduk. Dine karşı edilen bu saygısızlığı karşılıksız bırakmayı büyük bir günah sayarak, harekete geçmeye karar verdik.”
Enis Buharî sözünün bu noktasında birkaç defa yutkunduktan sonra: “Yalan dolan bizim imanlı kalbimize, Müslüman ağzımıza yaraşmaz. Payımıza bir suç kayıt edilse de doğruyu söylemekten geri durmayız.”
Bu boyalı adamın gittikçe düzgünleşen anlatışını muavin bey şimdi biraz şaşkınlıkla karışık bir dikkatle dinliyordu.
Enis Buharî sözüne devam etti: “Bir insan kılığı altında şeytanca bir ruh taşıyan bu dinsize karşı ne yapılabilir? Recme, düzcesi, taşlamaya karar verdik. Melunun evinden çıktığı geceleri ve nerelere gittiğini araştırdık. Ceplerimize taş doldurduk. Bir gece yarısı karanlığında karşılaştık. Tam kafasına taşları fırlatacağımız sırada, ellerimizi kımıldatmak kabil olmadı. Çünkü kollarımız arkalarımıza çemrenmişti. Şöylece gözlerimizi kaldırıp da bir de omzumuza doğru baktık ki ne görelim… Yukarıdan aşağı kapkara, boynuzlu, korkunç iki şeytanın elindeyiz. Bildiğimiz ne kadar şeytan kaçıran dua varsa okumaya başladık. Hiç bana mısın demedi. Biz onu cezalandıralım derken, tuzağına düştüğümüz asıl büyük şeytan, sözüm ona Feylesof Mualla, yardakçılarının kollarında kıvrandığımızı gördükçe, uğursuz ağzından, gecenin karanlıklarına kahkahalar saçarak insan elbisesinden soyunuyordu. Paltosunu, ceketini, yeleğini, pantolonunu hep üzerinden birer birer attı. Bu soyunma sırasında etrafa avuç avuç alevler saçıyordu. O aydınlığın yardımıyla şeytanların kırmızı dillerini, boynuzlarını iyiden iyiye görüyorduk. Meğerse Feylesof Mualla, adam şeklinde, insanları baştan çıkarmaya gelmiş aleyhüllane azılı bir şeytanmış. Kitabullaha olan imanımızı bozmak için Hazreti Âdem’e maymunluk iftirasıyla fitneye başlamış. Maazallah çoklarımızı küfre batırmayı becermiş ve bize: ‘Sizin tapındığınız Allah göklere karışır. Yeryüzünün Allah’ı benim. Bana tapacaksınız!’ diye, haşa sümme haşa birçok abuk sabuk şeyler savurdu. Bizi, kendine secde ettirdi.”
Boyalı adamın anlattıkları epeyce düzelmişken, sona doğru yine zıvanadan çıkmış olması, muavin beyi düşündürmeye başladı. Acaba bu adamlar akılları kâh gelip kâh giden takımdan mıydılar?
Dayanamayarak sordu: “Yüzlerinizi nasıl boyadılar?”
“Arz edeceğim efendim, oraya geliyorum. Feylesofun şeytanlığını gözümüzle gördükten sonra bize ne efsun okuduklarını bilemiyoruz, kendimizi tamamıyla kaybetmişiz. Sanki biz bu dünyada hiç yokmuşuz… Sabahleyin bu ağır uykudan uyandığımız zaman, yüzlerimiz boyalı ve ceplerimizde iri birer şişe şarapla kendimizi viranelikte bulduk.”
“Birer şişe şarap mı?”
İkisi de ceplerinden şişeleri çıkarmaya uğraşarak: “Evet efendim…”
“Bu şaraplardan içtiniz mi?”
“Dinimiz, şarabı şiddetle haram etmiştir. Katresini ağza almak değil, kazara bir tarafımıza damlatmış olsak, orayı bıçakla oyup çıkarırız.”
Muavin bey: “Üzüm suyundan bu kadar nefret edersiniz demek?”
Enis Buharî: “Din-i mübinimiz böyle buyurmuştur.”
Muavin bey: “Bu derece mekruh olan, haram saydığınız bir şeyi neden üzerinizde taşıyorsunuz?”
İki dindar adam birbirinin yüzüne bakarak bir iki yutkunduktan sonra Enis Buharı şu karşılığı bulabildi: “Efendim, bizi bu hâle koyan şeytanlar, kim olduklarına dair ortada hiçbir ipucu bırakmadan gözlerden kayboldular. Polis bu iş için araştırmaya kalkışırsa yüzlerimizdeki kara boyanın tahliliyle belli olacak çeşidi, şarabın şişesi, yaftası, içindeki madde hep bunlar hakikati anlamak için birer ipucu olabilir.”
Muavin bey: “Çok defa saçmalıyor, ara sıra da pek doğru söylüyorsunuz.”
Enis Buharî: “Hayır efendim, hiçbir zaman saçmalamıyoruz. Söylediklerimiz harfi harfine hakikattir.”
Muavin bey: “Sizi taş atmaktan alıkoyan şeytanların kollarınızdan tutmuş olmaları ve sonra Feylesof Mualla Efendi’nin alevler saçarak insan kıyafetinden soyunup da kapkaranlık, boynuzlu bir şeytan oluvermesi, hakikat çerçevesine sokulabilecek vakalardan değildir.
Enis Buharî: “Efendim, görünüşte öyledir, fakat ne yapalım ki hakikat budur. Polis, sözlerimizi esas tutarak araştırmaya başlarsa belki ehemmiyetli şeyler bulabilir.”

18
Anlatılan şeylerin akla yakın gelen taraflarını derinleştirmek suretiyle akıl almayan taraflarını keşfe yol açmak gerekiyordu. Muavin bey bu garip işin kahramanları, iki eski vaizin mahallelerinden tahkikata girişti. İkisinin de fazla mutaassıp olmaktan başka akıl ve ahlakça bir düşkünlükleri olmadığı anlaşıldı.
Sonra işin karanlık tarafına geçildi. Gece vakti sokak ortasında Mualla Efendi, insan kıyafetinde soyunup da alevler saçarak nasıl boynuzlu bir şeytan oluvermişti? Çok uğraşıldı. Fakat bu cihetten, zihinleri meraktan kurtaracak bir noktaya erişilemedi.
Şeytanlar gece yarısı ıssız mahallerde hocalara o komedyayı oynarlarken, Feylesof Mualla Lahuti Efendi’nin o akşam ve o saatlerde evinden çıkmadığı ve mahalleden bazı ahbabıyla sohbet ve muhabbet üzere bulunduğu pek kuvvetle ispat olunuyordu. Demek ki, Feylesof Mualla adına bu komedyayı başkaları oynamışlardı. Bunlar kimlerdi? İnsan mı? Şeytan mıydılar?
Tahkikatın iyice bu sona ermiş olmasından, zavallı feylesof yine kârlı çıkamadı. Her hadisenin iki tarafı vardır. Hakikat ve halk tarafları. Hakikat ne kadar açık olsa, halkın hoşuna gitmez. Vakanın dışını içine çevirerek ona büsbütün başka bir şekil vermek isterler. Bu şeytanlar oyunu da öyle oldu. Halk, araştırmanın tersine olarak herkes şimdi feylesofun, insan ve şeytan olarak iki kişiliği olduğuna ve istediği vakit birinden çıkıp ötekine girebildiğine inanmaya başladı. Biçarenin şimdi maymunluk soysuzluğuna bir de şeytanlık habisliği katıldı.
Mahalle karılarının ağızlarında vaka sakız oldu. Artık şöyle çalkanıyordu:
“Ayol duydunuz mu? Meğerse herif istediği zaman insan, istediği zaman şeytan oluyormuş… Rabb’im şerrinden saklasın. Geceleri üç Ayetelkürsi, bir Elham okuyup da o tarafa üflemedikçe yatmıyorum.”
“Bu feylesof için derin okumuş diyorlar. Bilmiyor musunuz? Şeytan, gökyüzünde meleklerin hocası değil miydi? O, ilmiyle şeytan, Allah’a bile karşı koydu. Pabucu Büyük’ün vaazında bunu kaç defa dinledim.”
“Yağlıkçı’nın kızı için ‘Şeytana uydu!’ diyorlar. Raife’yi bu herif mi azdırdı?”
“Şüphesiz. Buralarda en yakın şeytan o. Uzaktakilerin gelmelerine ne hacet…”
“Geçenlerde ihtiyar Sabire Hanım su çekerken ip kopmuş, kovayı kuyuya düşürmüştü. Çengeli getirmiş. Kovayı çıkarmaya uğraşırken haydi tepesi aşağıya kuyuya gitmiş. Bereket versin ki bu kazayı pencereden komşu Hasan Efendi görmüş. Hemencecik konu komşu üşüşmüşler, zavallıyı sırılsıklam dışarıya çıkarmışlar. Taşlara çarpmadan suya düştüğü için Rabb’im saklamış da hatunun bir tarafına bir şey olmamış. ‘Sabire Hanım nasıl oldu da düştün?’ diye sormuşlar. Şu cevabı vermiş: ‘Sanki birisi beni arkamdan kuyuya itti.’ ”
“Hah, işte gördünüz mü, bu şeytan heriften başka onu kim itecek?”
“Hatice Hanım’ın raftaki billur antika kâsesi durup dururken el dokunmadan yere düşmüş, yüz parça olmuş.”
“Doğramacının oğulcuğu altı yaşında Sadık’ın on basamak merdivenden yuvarlanıp da bacağı kırılmadı mı?”
“Köse muhtarın büyük kardeşi Süleyman’ın birdenbire dili tutulmadı mı? Okutmak için nefesi keskin meşhur bir hoca çağırdılar. ‘Bu, neuzübillah, şeytan işidir. Zavallı adam üzerlerine uğramış. Dilini açmak için çok uğraşmak lazımdır.’ dememiş miydi?”
“Hacı Veli’nin beline girdi. Adamcağız ağrıya dayanamıyordu. Hekimler ‘Romatizma!’ dediler. Hocalar ‘Bu, şeytan işi kulunçtur. Erkekli dişili olur. İnsanın vücudunda doğurdukça doğurur!’ hakikatini söylediler.”
“Yusuf Bey’in evinde mangalı devirip de yangın çıkaran kimdi?”
Daha neler de neler! Fırtınada göçen harap evi yıkan da o idi. Doğururken ölen kadının katili de yine o… Yıllardan beri o taraflarda olup biten kazaların yapanı artık bulunmuştu. Bundan sonra olacaklar da onun hesabına faydalanacaktı. Büyü kazanı gibi kaynayan bu dedikodunun buharıyla mahalle yerinden hop kalkıp hop oturuyordu.
Feylesofu mahalleden kaçırmak için plan düşünülüyordu. İki üç gün ara ile duvardan bahçeye köpek, kedi, fare leşleri atıldı. Mualla Efendi bu hayvan ölülerini yemiş ağaçlarının köklerine gömdürttü ve evdekilere: “Gelecek sene bu ağaçların ne bereketli meyveler vereceğini göreceksiniz.” dedi.
Bir sabah, feylesof, komşuları fırıncı İsmail’in evi önünden geçerken alt kat penceresinden uzanan buruşuk bir el üç defa: ‘Kefareti budur!’ diye adamcağızın başına üç taş fırlattı. İyi nişan alınmadığı için feylesofa bir zarar gelmedi. Fakat ne kefaretiyle bu taşlar atılmıştı? Yapılan araştırmadan sonra şu anlaşıldı:
Fırıncının kaynanası Ayşe Hanım’ı sıtma tutuyormuş. Bu hastalığın şeytandan geldiği söylenilerek, böyle üç taşla defolunabileceği tavsiye edilmiş imiş…
Mualla Efendi gülerek: “Bizim memlekette felsefenin neye iyi geldiğini anladınız ya? Sıtmaya, baş ve karın ağrılarına, her türlü yellere, habis hummalara… Şeytan taşlamak için Arafat’a kadar gitmeye hacet yok… Bir feylesof kafası bulup taşlarsın. İşte bu da olur. Felsefeye verilen manayı gör de gel bu diyarda feylesof ol… Bizde felsefe makaleleri yazanlar bile bu ilmin ne olduğunu anlamadan ve anlatamadan çetrefil bir dil kullanıyorlar. Felsefeyi Fransızcada, İngilizcede, Almancada okur anlarsınız. Fakat Türkçesinde bir şey seçemezsiniz. Türk’üz, dil bizim, ama ilim yabancı. Bir türlü Türkleşemiyor. Üstünkörü birkaç şey şavullayanlar bu ilmi tamamıyla yutmuş oldukları çalımıyla ortaya çıkıyorlar. Bizde daha felsefenin onda bir terimleri bile konulmamıştır. Bekliyoruz, Asya steplerinden gelecek… Yoncalar bitsin de otlayalım.

19
Önce maymun iken şimdi takımıyla şeytanlaşan bu ailenin o mahallede barınabilmesi gittikçe güçleşiyor, yapılan zorlamalar ara sıra dayanılamaz hâle geliyordu. Feylesofun karısı Müride Hanım, kocasının odasına koştu. Onu, kafası iri bir kitaba gömülmüş dalgın buldu. Telaşla taşıp dökülmeye başladı:
“Efendi, yüzünüzü bu kitaplardan kaldırıp da biraz da etrafınıza bakınız.”
“Yine ne oldu?”
“Alt kat penceresinden bir cam kırdılar.”
“Ne vakit?”
“Şimdi… Şimdi koca bir taş güm diye odanın ortasına düştü.”
“Atanı gördünüz mü?”
“Hayır… Tabii attı kaçtı.”
“Polise şikâyet ederiz.”
“Hangi bir zorbalık için şikâyet edeceğiz? Polis, kapımızın önüne sürekli bir nöbetçi dikemez ya… Hemen her sabah bahçemizde bir leş, her gün evimize, kafamıza bir taş… Yerleri pisletip de yuva değiştiren kargalar gibi biz de bu mahalleden başka bir tarafa göçmeliyiz.”
“Nereye göçeceğiz? Bu ‘feylesof’ unvanını beraber götürdükçe nerede rahat edebiliriz? Gideceğimiz semt sanki buradan daha medeni mi olacaktır? Bu bahçeyi, bu yemiş ağaçlarını, bu kuyuyu nerede bulabiliriz?”
“Koca İstanbul’da sizin gibi bir ilim, bir fikir adamını barındıracak bir bucak bulunamaz mı?”
“Terbiyeli mahalleler bulunabilir. Lakin bizim hayatımıza, töremize, kesemize uymaz. Bizim için oraların rahatsızlıkları da başka türlüdür. Hele kız, erkek yetişkin çocuklarımız var.”
“Çocuklarımız dediniz de aklıma geldi. Onlar bu leşlere, bu taşlara, bu saldırmalara bizim gibi göz yumamıyorlar. Yine bu sabah üçü dördü toplanmışlar, ağızdan kulağa bir fiskostur gidiyordu.”
“Ne fiskosu?”
“Galiba hocalara yaptıkları gibi, mahalleden bize sataşanlara da bir şeytan komedyası daha oynayacaklar.”
“Aman hanım, söyle o çılgınlara böyle deliliklerden vazgeçsinler. Sonra evi büsbütün başımıza yıktıracaklar.”
“Onlara söz geçirilebilir mi? ‘Evet… Ha… Hı…’ derler, sonra yine bildiklerini yaparlar. Ama en ehemmiyetli mesele bu değil…”
“Daha ehemmiyetlisi mi var?”
“Evet, evet…”
“Ne imiş bakalım?”
“Ali Şeref, Selase’yi istiyor.”
“Bu malum. Yeni bir şey değil…”
“Yeni bir şey değil, ama artık bugünlerde istiyor.”
“Kız da ister gibi değil mi?”
“Ziyadesiyle… Oğlanlar da evlenmek perdesinden nağmeler tutturdular.”
“Âlâ… Âlâ… Demek bizim evin içi minimini maymunlar… Küçük küçük şeytanlarla dolacak. Tabiat babanın maksadı yalnız insandan, hayvandan dünyaya döl yetiştirmektir. Ateşlendirir, birleştirir, doğurtur. Artık ötesine pek aldırış etmez. Yaşamak için dövüşsünler, boğuşsunlar dursunlar. Nüfus fazlalaşırsa birkaç kişinin kararıyla harp açılır. Milyonlarca hayat ekin gibi biçilir, kalanlar nişan alır, kumandanlar şöhret kazanır, diplomatlar gururlanır. Ölenlerin kim oldukları sayıya gelemeyeceği için, onlar adsız sayılırlar. Topuna birden bir taş dikilir.”
“Efendi, siz her şeyi felsefe tarafından görüyorsunuz. Fakat çok defa bu dedikleriniz, yaşanılan hayata uymaz. Çocuklarımız, baş göz edilecek yaşa geldiler, ama âlemin kötü gözleri hep bize dikilmiş. Etraftan üzerimize lanetler, nefretler yağıyor. Bu hâlde biz onları nasıl evlendirebiliriz?”
“Kızın yavuklusu malum. Oğlanlar hangi dilber kızlara gönül vermişler?”
“Açıkça söylemiyorlar, ama ben sezinliyorum.”
“Her sıkıntı içinde bir de boş yere başımıza üzüntü çıkarmayalım.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Biz kızı Ali Şeref’e vermeye razıyız, fakat delikanlının anası, babası bu evlenmeye hiçbir zaman izin vermeyeceklerdir.”
“Ali Şeref bu gönül işinde ana baba sözü dinler boydan bir genç değildir.”
“Biz kızı veriyoruz. Oğlan alabilirse alır. Alamazsa ne yapalım? Bu meseleyi kendi hâline bırakalım.”
“Ya oğullarımız için?”
“Onlar için de hiç üzüntü çekme.”
“Niçin?”
“Bu mahallede ve civar semtlerde buradan birkaç yüz kilometre uzaklara kadar adımızın kötülüğü yayılmıştır. Kimse Vahit’le İsneyn’e kız vermez. Olamayacak bir şeyi düşünüp de zihnini yorma.”
“Zihnini yorma olur mu? Böyle söylediğiniz şekilde iş bitmiyor. Mesele büsbütün sarpa sarıyor. Oğullarımızı seven kızlar da varsa, en sıkı yasaklara karşı birbirini almak için akla gelmez çılgınlıklara kalkışacaklar, türlü felaketlere uğrayacağız.”
“Olacak şeyleri, olmazdan evvel düşünmek lazım gelirse, dünyada bu düşüncenin ucu bucağı bulunmaz. Bununla beraber, ben, aile geçimini idarede becerikli de değilim, ustalığım da yoktur. Ben, daha ehemmiyetli işlerle uğraşıyorum. (önündeki kocaman kitabı göstererek) Felsefedeki vahidi bilir misin? Dikkat et, bu bizim oğlumuz Vahit değil… Felsefede ‘bir’ niçin her zaman bir, yani tek kalmıyor. Niçin hakikat kendi cevherinde gerilerek sonuna kadar hakikat kalmıyor. Çünkü her şey birtakım devreleri mutlaka geçirecektir. Pozitif, negatif oluşların sonunda her şeyden başka bir şey doğar. Yine sonunda maddenin, maddeden gayrı bir hâl alabilmesi sırrına dayanıyor. Buna ne dersin hanım?”
“Benim bu meselelere aklım ermez. Sizin yalnız böyle şeyler düşünmenizle ne mahalledeki şöhretimizi düzeltebiliriz, ne de ev idaresini…”

20
Mualla Efendi, dünya işlerine metelik vermeyen dalgın bir adamdır. Kendine karşı olan insanlığa sığmaz saldırmalara bile çok defa güler. Çünkü onun gözünde bütün insanlar acınacak akıl hastalarıdır. Tabiatta her şeyin ağır bir kemale ermeye bağlı olduğunu görüyoruz. Besbelli ki, insanlık daha çocukluk devresindedir. Hayattaki düzelmez sanılan karışıklıklar hep cahillikten doğuyor. Bu cahil sürüleri içinde zaman zaman birkaç akıllı çıkabilir. Fakat imlaya gelmez bu bozuk düzen, milyonlarca dimağlar arasında doğru işleyen bir iki büyük kafanın görecekleri işler ihtiyaca karşı çok az kalır. Cahillik, dehanın, ilmin baş düşmanıdır. Sürüler, kendi ananelerinden edinmiş oldukları fikirlerinden başka türlü düşünenlere amansız düşman kesilirler. Kalabalığı idare eden kuvvet, dirilerden ziyade ölülerdir. Mezardakilerin kafalarımıza miras bıraktıkları izlerle yaşıyoruz. Kemalleşmeye en zor teslim olan inatçı bir damga… İnsanların ananelerini ve yüzlerce yıllardan beri körü körüne nelere inandıklarına, nelere tapındıklarına bakınız, ahmaklıklarına gülersiniz. Siz de onlardan iseniz, bana kızarsınız.
Feylesof bu yolda tutturduğu vaazını dallandırır budaklandırırdı. Ona göre baş bilgi, felsefedir. Hakikati aramaları derecesinde hep öbür ilimler onun hizmetkârıdırlar.
Öfkelendiği bazı zamanlarda şöyle bağırırdı: “Kabahat kimde? İnsanlık adam olmayı istemiyor, ne yapalım. Bu maddi hayattaki düzelmeyi bırakıp da, saadetini manevi bir âlemden bekliyor. Hakikati, rüya ile değişiyor.”
Erkek kız, üç çocuğu babalarının bu söylenmelerine, kös dinler gibi çok dalgın, asık bir kulak verirler. Feylesofun ilmi o kadar sevmesine karşı, tahsilleri şöyle böyledir. Evlerindeki zengin bir kütüphaneden bir cilt çekip de okuduklarını gören yok gibidir. İş söze gelince, babalarının bilgisiyle övünürler.
Feylesofun uzun çehresi, gagavari burnu, soluk rengi, meşhur İtalyan şairi Dante’yi andırır. Çenesinin sivriliğini gür sakalı örter.
Karısı Müride Hanım, bir göbek aşırı Kafkas cinsi düzgün yüzlü bir kadındır. Onun güzelliği çocuklarda, babadaki yüz organlarının nispetsizliklerini düzeltmiştir. Üç kardeş gürbüzdürler, birbirine benzerler. En güzelleri İsneyn’dir. Kız da şimdiki yarı çıplak kadın elbiselerinin içinde pek körpe vücuduyla gönül çekecek bir alımdadır.
Feylesof perhiz eder. Eski stoisyenleri beğenir. Çocuklarına her şeyde ortalama davranmayı öğütler. Zamane gençliğinin gem almaz bazı taşkınlıklarında Müride Hanım, baba ile çocukları arasında tampon işini görür. Feylesof çok defa etütleriyle o kadar dalgındır ki, olup bitenlerden haberi olmaz. Kulağına bağırsanız, çakaralmaz bir hâlde söyleneni işitmez, o kendi kafasındaki kaynayanları tekrarlar durur. Anneleri, çocuklarının evlenme isteklerinden söz açtıkça, Mualla Efendi haykırır:
“Aceleleri ne? Evlenmenin en büyük tadı, onun olmasından evvelki çekilen arzudur. O, olup bittikten sonra, çok tıkınan midenin hazımsızlığı gibi, gönül de ekşir turşulaşır. Birbirinden kaçacak yer ararlar.”
“Efendi tuhaf söylüyorsunuz. Biz karı koca öyle mi olduk?”
“Benim gibi feylesof bir koca, senin gibi tahammüllü bir kadın şimdiki delikanlıların cavalacozları[28 - Cavalacoz: Değersiz, önemsiz. (e.n.)] arasında bulunur mu?”
Feylesof böyle söylenedursun, duyguları kabarmış gençleri öğütle avutma olabilir mi?
Evde bir besleme kız vardır: Rabia. Anadolu’nun bilmem hangi köyünde koyun çobanlığı yaparken İstanbul’a getirilmiş. Ayaklarına ömründe ilk defa kundurayı bu şehirde giydi. Kaplumbağa gibi tümsek, yayvan o nasırlı ayaklar ki, hiçbir hazır ayakkabıya girmedi, mahsus kalıp yaptırıldı. Başı, adını söylemek nezih olmayan iğrenç illetle kabuk kabuktu. Kafasına ziftten takke giydirildi.
“İş ana ölüyorum!” diye bağırta bağırta çıbanları yoldular. Sonra kafa derisinden fırça gibi yeni saçlar sürdü. En pis şeylerden iğrenmez, temizlik nedir bilmez. Yarım okka ekmeği üç lokma yapan bir oburlukta idi. Yemeği ağzına alabildiğinden fazla tıkıştırır, iki yan avurtları şişer, yutarken boğulur gibi gözleri kapanır, yüzü kızarır, boynu birkaç defa ileriye gider gelirdi.
Rabia’nın ilk geldiği zamanlardaki her yaptığı iş, feylesof için bir etüttü. Kız, yemek yerken bakar bakar da:
“Hanım, dikkat et, maymunlar da tıpkı böyle yerler. Ne verseniz avurtlarına doldururlar. İşte aslı ilk insan budur. Biz ‘yapma insan’ız. Cemiyetin aşağı tabakalarında, yerken böyle avurt şişirenler bugün de çoktur. Hayvanlarla ortak olan hâllerimizi inkâra kalkışmak boştur.”
Kızın asıl adı Kezban’dı. Feylesof, Vahit, İsneyn, Selase’deki numara sistemini ona da uydurarak Rabia adını taktı.
Rabia, hayvanca dangalaklığına bakmayarak, ilk görüşte feylesofun ikinci oğlu İsneyn’e gönüllendi. Fakat bu sevgisini kimseye açamıyor, kendi kendine yüksek sesle ağzına bile almaktan ödü kopuyordu. Bu ümitsiz sevda, hödük kızcağız için gizli bir dindi. Delikanlının önünde renkten renge girer, ezilir büzülür, yapacağını şaşırır, ayakları kösteklenir, elindekini düşürür, salak bir hâl alır. Herkesi kendine güldürür. Onunla eğlenenlerin en başında İsteyn gelir. Ama bu salaklığın neden olduğu hiçbir zaman genç adamın aklından geçmez.
Küçük beye bir kahve, bir su vermek lazım geldiği zamanlarda kızın aldığı tavırlar gerçekten bir komedidir. Böyle bir iş sırasında Rabia’ya yarı yapma, yarı elinde olmadan bir kırıtma hâli gelir. Besbelli bu tuhaflıklar kendini beğendirmek için kadınlık hâlinden taşan bir çeşit koketlik olacak… Onun bu söylenmez aşkından aldığı bir tek zevk vardır. Sevgilisinin kirli çamaşırlarını yana yana öpüp koklayarak birkaç damla gözyaşıyla ıslatmak… Dişi keçinin teke kokusundan hoşlanması çeşidinden bir cins lezzetti… Bu tapınma ibadetini de bütün gözlerden saklar. Kavi cins zayıfı, zayıf da kaviyi çeker. Hristiyan erkekler Meryem Ana resmini, kadınlar da İsa’nın putunu daha istekle öperler.
Besleme kızın bu ateşinden haberi olmayan İsneyn’in genç yüreği de başka bir sevdanın korunu döküyordu.

21
Sevmek, bıkmak, gençliğin belli başlı uğraştığı bir iştir. Bunlar baba öğütüyle hiç bu tatlı oyundan vazgeçebilirler mi? Vahit, mahalleden manifaturacı Hurşit Efendi’nin kızı Lemiye’ye, İsneyn de emekli İzzet Bey’in torunu Güzide’ye tutkundurlar. Kızlar da bu ateşlere yine ateşle cevap vermekten çekinmezler, bacaların dumanları paralel olarak tüter.
Bir aile kızının güzelliğinden kanuna uygun bir fayda beklemek ana baba için pek günah sayılmaz. Güzellik de sermaye çeşitleri içinde ehemmiyeti olan bir fondur.
Güzide, otuz beş yaşında paralı bir adama nişanlanmak üzeredir. Otuz beş yaşı ihtiyar sayılmazsa da on altı yaşındaki bir kız için hemen hemen “baba” demektir. Gönlünde yer tutan İsneyn’in civelek çehresi yanında kızcağıza bu adam o kadar kart görünüyordu ki, boşluğa karşı yumruklarını sıkarak onun hayaldeki görünüşüne yumruklar sallıyordu.
Vahit’in sevdasına da başka türlü bir engel takılmıştı. Tayfur adına cevap veren bir külhan tosunu kendini Lemiye’nin ikinci âşığı olarak ilan etmişti.
Vahit’le birkaç defa tos vuruştular.
Tayfur, kasketini sola eğerek bir omzunu yukarı, ötekini aşağı aldıktan sonra apaşvari bir bel kırışıyla: “Dadaş!” dedi. “Toslaşacak mıyız? İkimizin de boynuzumuz yok. Daha evlenmedik.”
“Baban evlenmişti ya.”
“Piyasada bir çift boynuz kalmıştı. Onu da valideniz muhterem pederiniz için kapmıştı.”
“Tayfur yolumdan çekil…”
“Hangi yolundan ulan? Yollar belediyenindir.”
“Balta olmak istiyorsun ama çarpacağın bir yalçın kayalıktır. Ağzın burnun kırılır.”
“Aksine… Çarpacağım yer çok yumuşaktır.”
“Senden nefret eden bir kıza neden tebelleş oluyorsun?”
“Hah hah! Lemiye mi benden nefret ediyor? Beni gördüğü zaman da senden nefret ettiğini söylüyor. Güzele inanılır mı?”
“İftira ediyorsun alçak…”
“Lafına dikiz gel yüksek adam.”
“Benim sevdiğimi sen sevemezsin.”
“Niçin ulan? Sevdim gitti… Amur inhisarı ne vakit kanuna kondu? Sen meşhur operayı hiç seyretmedin mi? Amur bir çingene çocuğudur. Kanun emir dinlemez.”
“Sen çingenenin kendisisin.”
“Sen de maymunun halisi. Kuyruğunu pantolonunun içinde saklıyorsun. Büyükbaban kadın ninenle ormanda evlendi. Lemiye, elbette insanı hayvandan daha iyi bulacaktır. Sen kendine hayvanlardan bir eş ara.”
Derken söz şiddetlenir, tempo yükselir. İş sille tokata gelir. Birbirine içirmeye başlarlar.
Bir cebinde esrar kutusu, ötekinde sustalı çakı taşıyan bu belalı rakibi bildikleri için Ali Şeref’le İsneyn’in kulakları kiriştedir. Vahit’i pek boşlamazlar, arkasında dolaşırlar. Tokatların ilk şakırtılarına hemen yetişirler.
Boksör Ali Şeref, Tayfur’un suratına bir sağdan direkt iner. Belinin ortasına bir tekme, Lemiye’nin ikinci âşığı yeri öper, tekrar kalkar. Üçe karşı bir yenilir. Kendi cinsinden birkaçının saldırmasına uğrayan köpek gibi suratını buruşturur. Dişlerinin arasında: “Babayiğit isen teke tek vuruşalım. Ben seni yine bir tenhada yakalar, aşık kemiğini yerinden oyarım.” tehdidiyle hırlayarak yan yan çekilir.
Vahit bu dişi için hırlaşmanın, yüzünde ve elbisesinde birkaç izini taşıyarak döner. Annesi zeki kadın; olan biteni anlar. Tayfur’un ne hayta olduğunu bilir. Her zaman yumrukla, tokatla biten bu vuruşmaların bir gün kurşunla, bıçakla sona ermesinden korktuğundan tehlikeyi anlatmak acelesiyle hemen kocasının yanına koşar. Fakat feylesof orta zaman felsefesinin derinlerine dalmıştır.
Kadın: “Efendi haberiniz var mı?”
Feylesof şaşkın bir hareketle başını kitaptan kaldırarak: “Niçin haberim olmasın, Pozidonüyos’un fiziki, her şeyden önce bir dinamizmdir. Hayatın gelişmesi ve canlı mahlukların yavaş yavaş birbiriyle karışması üzerinde durur.”
“Pozidonüyos kimdir bilmiyorum. Ölmüş ise Allah rahmet eylesin, iyi bir adam olmasa siz ondan söz açmazsınız.”
“Pozidonüyos orta zaman feylesoflarındandır. İsa’dan tam yüz otuz yıl evvel Suriye’de doğmuştur. Stoisyendir ve Panetius’un talebelerindendir. Şu söz onundur derler: ‘Izdırap! Sen ne kadar canımı yakarsan yak, senin bir fenalık olduğunu hiçbir zaman söylemeyeceğim.’ ”
“Ah efendi, darılmayınız ama bu da lakırtı mı sanki… Izdırabın fenalık olduğunu kabul etmemekle onun üzerimizdeki korkunç baskısı geçer mi hiç?”
“Müride, sen kadınların en iyisisin, üstelik bir de feylesof karısısın.
Ama stoisyen dayanıklılığın zevkine varabilecek kültür ve terbiyen yok. Her şeyi üstünkörü görmek, her şeye anlamadan cevap vermek kadınlığın akılca zayıf olmasındandır.”
“Âlemin terbiyesiyle uğraşacağınıza biraz da çocuklarınızınkine dikkat ve himmet etmiş olsaydınız şimdi böyle sokaklarda ötekiyle berikiyle yumruklaşmazlardı.”
“Bir oğlan çocuk, kadın gibi çıtkırıldım büyümez, böyle yumruklaşa yumruklaşa erkek olur.”
“Öyle ise siz hiç erkek değilsiniz, çünkü sizin kimse ile yumruklaştığınızı görmedim.”
“Benim kuvvetim yumruğumda değil kafamdadır. Hem benim gençliğimde boksörlük bugünkü kadar geçer değildi, bunun için hiç idmanım yoktur. Altmışından sonra maç yapmaya kalkarsam belki akıl mahfazamı çatlatırlar. Yoksa acı çekmeye alışığım.”
“Acı çekmeye alışıksanız, ağrılar sızılar bir fenalık değilse dayak yemesi bir zevk olacak. Niçin çekiniyorsunuz?”
“Evet dayak yemesi bir spordur, bir zevktir, fakat bu zevkin tadına idmanla varılır.”
“Öyle ise ne duruyoruz? Birbirimizi dövelim. Hele sizi pataklamak için hazırlanmış eller çoktur.”
Gülüştüler.
Feylesof: “Biliyor musun hanım, bazı dinlerde vücuda, nefse eza, cefa hatta işkence ibadet sayılır. Eyüp Aleyhisselam’ın hikâyesini işitmedin mi? Vücudu cılk yara imiş; kurtlanırmış, yere düşen böcekleri alır yine vücuduna kormuş.”
“Efendi böyle bir hikâye var ama kim bilir yalan mı, doğru mu?”
“İş hikâyenin yalan veya doğru olmasında değildir. Stoisyenliğin peygamberlerde olduğunun söylenmesindedir.”
“Kurtlu peygamber…”
“Ya ne sandın. Haydi yeriyle söylemeyeyim, belki güce gider. Bazı memleketlerde miskin illeti, kellik ahiret için büyük sevap sayılır. Bu sevabı kazanmak için bu hastalığa tutulmuş olanlar iyileşmek istemezler. İlaçtan kaçarlar.”
Müride Hanım ev idaresi ve çocuklar için ne zaman bir çare aramak, dertleşmek, fikir sormak için gelse konuşma böyle çığırından çıkar, başka yollara sapıtır.

22
Feylesof ailesinin etrafa yayılmış olan maymun soyluluğuna bir de şeytanlık katılması, fena şöhretlerini büsbütün artırmıştır. Şimdi herkes onlardan sahici şeytandan kaçar gibi kaçıyordu.
Vahit’in manifaturacı Hurşit Efendi’nin kızı Lemiye’ye, İsneyn’in de İzzet Bey’in torunu Güzide’ye yandığı mahallece pek gizli kalmış şeylerden değildi. Bu dedikodu ile kulakları çınlayan kız ailelerini telaş aldı. Çocuklar üstüne baskıyı artırdılar.
Lemiye, Sultanahmet’te bir terzi evine çırak verilmişti. Ancak tramvay ve ekmek peynir parasına yetişebilecek az bir para ile oraya gidip geliyordu. Orta çapta vücuduyla, solgun yüzü, tatlıca şehla ela gözüyle alımlı görünür, sanatı icabı iyi giyinirdi.
Sabahları baba ile kız evden çıkarlar, Şehzadebaşı’ndaki manifaturacı dükkânına kadar beraber giderler. Orada Hurşit Efendi kızını kendi gözü önünde tramvaya bindirir, işine gönderirdi. Gösterdikleri her türlü dikkate karşı çıkan dedikodulardan ana babanın yüreklerine kurt düşmüştü.
Bir gün Hurşit Efendi karısına sordu:
“Emin ne dersin? Bu dedikoduların aslı var mı?”
“Hiç ummam efendi…”
“Büsbütün boş yere de böyle lakırtı çıkar mı?”
“Çeneler boş durur mu? Âlemin ağzına çiğnemek için bir sakız lazım…”
“İçim bir türlü rahat etmiyor. Kızı karşımıza çağıralım, soralım. Bakalım ne hâl alacak…”
Bir gün Lemiye, ana babadan kurulmuş bu sorgu mahkemesinin önüne çağrıldı. Kız bu çağrılmanın neden olduğunu biliyordu ama tamamıyla bilmezlikten gelme tavrını almaya karar vermişti.
Baba sorguya geçerek:
“Kızım senin üzerine birtakım dedikodular dönüyor.”
Solgun yüzünde bir pembelik dalgalanan Lemiye:
“Ne gibi efendim?”
“Hiçbir şeyden haberin yok mu?”
“Hayır…”
“Biz senin iffetinden tamamıyla eminiz. Fakat ana baba yüreklerimiz rahat edemiyor, senden bazı şeyler soracağız.”
Bu iffet sözü evvelden her kızın iyi hâlini anlatmada kullanılan birinci şart, bir sıfat iken sonraları kuvvetini yarı yarıya kaybetmiş bir söz hâlini almıştı. Lemiye, serbest münasebetleri romanlarda okuyor, sinemalarda görüyordu. Hele terzihanede beraber çalıştıkları akranlarının içinde bir sevgilinin derdini çekmeyen bir kız yok gibi idi. Hemen hepsi çantalarında, koyunlarında uzun kısa yanık satırlar, irili ufaklı fotoğraflar taşıyorlardı. Akşam dağılmalarında çoğunun yollarını bekleyenler vardı.
Baba ile kızın iffet sözünden anladıkları şey bambaşkadır. Bunda geçen asırla bu asrın düşünce ayrılıkları çarpışıyor. Ama ne yapsın ki Lemiye şimdilik babasına iffete kendi anlayışına göre değil, onun anladığı eski yolda görünmek zorundadır. Bu çok güç bir şeydi. Babasını bu eskimiş düşüncelerinde haksız ve kendini bu yasak sevdada haklı görüyordu.
Zengin olmayan aile kızlarına koca çıkmayacağı acı fakat açık bir gerçek iken Vahit ona evlenme sözü veriyordu. Lemiye, babasının bu yanlış düşüncelerine kurban olup da çok sevdiği bu delikanlı ile evlenme fırsatını niçin kaçırsın? Her kız babasının razı olmasıyla evlenmez ya! O eski zorla evlenme istibdadına kalkışan babalar elbette karşılarında şimdi bu zamanın asi kızlarını göreceklerdir. Dünyaya bir çocuk getirmek onun hayatını istediği yolun dışında esir gibi kullanmaya hak vermez. Her hayat kendi sahibinindir.
Emine Hanım: “Ben kızımdan kendimden emin olduğum kadar eminim.” dedi.
Anası babası Lemiye’yi piyazlıyorlardı. Bir günahı olsa bile onu söyleyecek bir hâle sokmaya uğraşıyor gibiydiler.
Kız bu hâlden biraz sinirlenerek şunları fırlattı:
“Mademki benden eminsiniz ve güvenciniz bu kadar büyüktür. Niçin bir suçlu gibi sorguya çekiyorsunuz?”
Babası: “Kızım biz seni masum tanımakla beraber senin elinde olmadan bu dedikodulara yol açacak mesela iftira gibi bir şey olmuş mu, onu anlamak istiyoruz.”
Lemiye: “Zaten dedikodu demek, ortaya çıkarılan sözlerin değerli hakikatler olmadıklarını anlatmaz mı?”
Babası: “Dedikodular asılsız şeyler olabilmekle beraber, ara sıra kuvvetli hakikatlerden çok fenalıklara yol açarlar. Niçin sana karşı lakırtı çıkarıyorlar? Bu neden oluyor? Ne düşünüyorsan söyle…”
Lemiye: “Tayfur adındaki o pis çapkın… Yüzüne tükürmeye bile iğrendiğim o hayta, arsızlanmalarına karşı iğrenmeden başka benden bir yüz göremediği için işte hep lakırtıları o çıkarıyor.”
Babası: “Tayfur’un hâli mahallece malum. O her kadının peşinden havlayan sırnaşık bir köpeğe benzer. Fakat seni Tayfur’la değil, başka bir gençle söylüyorlar.”
Lemiye: “Kim imiş o genç?”
Babası: “Feylesofun büyük oğlu Vahit…”
Bu adın söylenmesiyle sanki birdenbire sıcak bir rüzgâr esmiş gibi, yine yüzü kızaran Lemiye şu kısa cevabı verdi:
“İftira…”
Babası sustu. Karı koca bakıştılar. Cevap doğru mu? Sanki birbirinden onu anlamak istiyor gibiydiler. Lemiye’nin göğsünde bir heyecan kaynaştı. Duramadı, kısa cevabına şu sözleri ekledi:
“İftira atmak için mahallenin en namuslu, en uslu gencini seçmişler.”
Bu gereksiz, bu övücü müdafaadan kuşkulanan Hurşit Efendi büyük bir şaşkınlıkla:
“Mahallenin en namuslu genci Vahit midir?”
Lemiye hararetle:
“Evet…”
“Maymunlukları, şeytanlıkları, edepsizlikleri, dinsizlikleri yedi mahalle aşırıya kadar dillerde gezen bu melun ailenin avukatlığına kalkışmandaki sebebi bana söyler misin?”
“Söylerim… Doğruya şahit olmak, hakka saygı…”
Hurşit Efendi bir cigara yaktıktan sonra:
“Lemiye biliyorsun ki mahallede o aile kimse ile görüşmez gibidir. Bir adamın doğruluğu, eğriliği denemekle anlaşılır. Senin Vahit’le ne alışverişin var ki böyle bir hüküm vermek cesaretini gösteriyorsun?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/insanlar-maymun-muydu-69429184/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Melon: Yuvarlak ve bombeli şapka. (e.n.)

2
Paradoksal: Aykırı düşünce niteliğinde olan. (e.n.)

3
Kıtıpiyos: Düşük nitelikte, değersiz, bayağı. (e.n.)

4
Susta durmak: Korkulan kimse karşısında saygılı ve çekingen davranmak. (e.n.)

5
Tuvalet: Yıkanma, tıraş olma, giyinme, süslenme, taranma işi. (e.n.)

6
Anatomi kompareye: Karşılaştırmalı anatomi. (e.n.)

7
Neuzubillah: Allah korusun. (e.n.)

8
Temenna: Öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek verilen selam. (e.n.)

9
Evrat çekmek: Okunması âdet olan duaları ve Kur’an ayetlerini sürekli tekrarlamak. (e.n.)

10
Eter: A. Einstein’a kadar, evrendeki tüm boşluğu doldurduğuna inanılan madde. (e.n.)

11
Muta: Veri. (e.n.)

12
Zat-ı ali-kadr: Kıymetli, yüce şahsiyet. (e.n.)

13
Fezail-mendim: Faziletli dostum. (e.n.)

14
Herif-i naşerif: Şerefsiz herif. (e.n.)

15
Mübeccel: Muhterem. Yüce. (e.n.)

16
Mir-i muhterem: Muhterem beyefendi. (e.n.)

17
Ebülbeşer: İnsanın babası. (e.n.)

18
Şerafet-i beşeriyeye: İnsanlık şerefi. (e.n.)

19
Mülhidane: Dinsizce. (e.n.)

20
Şek: Kuşku. (e.n.)

21
Furkan-ı Azim: Kur’an-ı Kerim. (e.n.)

22
Bir-i mübarek: Mübarek kuyu. (e.n.)

23
Mürailik: İkiyüzlülük. (e.n.)

24
Murahhas: Temsilci. (e.n.)

25
İdlal: Yoldan çıkarmak, doğrudan ayırmak. (e.n.)

26
Keyfemayeşa: Nasıl isterse, istediği gibi. (e.n.)

27
Mintarafillah: Allah tarafından. (e.n.)

28
Cavalacoz: Değersiz, önemsiz. (e.n.)
İnsanlar Maymun muydu? Hüseyin Rahmi Gürpınar
İnsanlar Maymun muydu?

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Hüseyin Rahmi, batıl ve dini kullanan insanların, bilim insanlarına karşı bakışına; onların yazıları, fikirleri, giyim kuşamı, yaşam tarzı ve aile yapısına karşı duruşunu Filozof Mualla Lahuti Efendi karakteri üzerinden anlatıyor. Evrim konusu, dönemin dinci kanaat önderlerini temsil eden Enis Buhari ile Mualla Efendi arasında fikir münakaşasına neden olur. Bilimi temsil eden filozof, düşünceleri yüzünden büyücülük yaptığı, dedelerinin maymundan geldiği, simya ile uğraştığı ve uğursuz olduğu suçlamalarına maruz kalır. Yaşanan tüm uğursuzluklarda filozofun kapısı çalınır. “ ‘Vay biz maymun muymuşuz? Haşa sümme haşa!’ bağırtılarına küfürler karıştırılarak kıyametler kopuyor. Dur behey kan dökücü insanoğlu! Maymunun bu işe erecek kadar aklı ve söz söylemesi olsa, bu akrabalığı kabul etmemek için senden önce o hayvan telaşa düşer.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв