Hazan Bülbülü

Hazan Bülbülü
Hüseyin Rahmi Gürpınar
"Şahendeciğim, gönlümü bugün sana tamamıyla açmak ihtiyacındayım. Ben bu dünyada çok şey görmüş, muhabbet tufanları içinde bocalamış, çok tecrübeler geçirmiş bir yaşlı adamım, işte itiraf ediyorum. Aramızdaki yaş farkını düşünmeyerek sevda hodbinliği ile sevgini dileniyorum. Sen bu lütfunla beni gençleştirecek, yaşatacak, bahtiyar edeceksin. Yılların yükü beni öldürmüştü, sen diriltiyorsun. Canlandırmak kuvveti Allah’a mahsustur fakat sen güzelliğinin harikası, gençliğinin feyziyle bu mucizeyi gösterdin. Şimdi benim yerime ayaklarına kapanan yirmi yaşında ateşli bir genç, taze bir âşık olsaydı, onun yalvarmalarında, öpüşlerinde bu minnetli sözlere karşı zafer kazanmış bir hak isteme görülecekti. Sana sahip olmakla sevgisinin şiddeti hafifleyecekti. Ben ise sana her dokunuşumda daha ziyade alevleniyorum. Bu aşkına düşkün kimseyi biraz da sen sev. Bir dost diye sev, koca diye sev, bir baba diye sev… Sev de nasıl seversen sev…" Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Hazan Bülbülü

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

BAŞLANGIÇ
Memleketimizde daha “tiyatro” sanatı adına layık olabilecek bir kumpanya kurulamadı. Çünkü bu büyük sanatın da öğrenilecek yeri vardır. Kendiliğinden yetişen mantar gibi oyuncu yetişemez. Bizim sefil sahnelerimizin üzerinde en basit cümlelerde bile ifade beceriksizliği ile sıçrayan, haykıran, didinen maharetsiz, liyakatsiz hatta çoğu ilk terbiyesi olmayan birtakım zavallılara (birkaçı bir yana bırakılmak üzere) sanatkâr denilemez. Kabahatleri yoktur, bunları ayıplamıyorum. Çevre “tiyatro” nedir anlayamamış. Bunun fikir ve medeniyet terbiyesine olan tesir derecesini değerlendirmeden her zaman uzak kalmış. Sanat, rağbetle denk gider. Her şeyde ilerleme ahalinin aşkı, şevki, isteğindeki ciddilik, iyiyi kötüden ayırt etmek kudretiyle meydana gelir. Cahilce bir cömertlikle “tiyatro” adını verdiğimiz o yığıntı yerlerimizde ne zaman bulunsam halkın, ıslık çalınacak yerde alkış şakırtısıyla ortalığı sarstığını görerek ağlamaklı olurum. Evet, doğrusunu söylemeli ki bu halk işte ancak o derecede “artist”ler yetiştirebilir. İsimleri, eserleri bütün medeniyet dünyasında dolaşan Hervieu’ler, Brieux’lar, Capus’ler, Henri Bataille’lar daha bizim için hiç bilinmeyenlerdendir.
Gazetelerimizin her gün yazdıkları tiyatro ilanlarına bakınız: “Çifte Gelinler”, “Budala Âşık”, “Kurnaz Yazıcı” gibi isimler görürsünüz. Bunları yazanlar kimlerdir? Dokunulması gerekli hangi yaralarımız tenkitçi sanatın ince, tesirli, ibret verici oyunlarıyla göz önüne konuyor? Ne oynayanlar ne seyredenler hiçbir zaman bu kaygıda değildirler. Oyunculardan bağırmak, tepinmek, ara sıra ne yazık ki arsızlanmak, ahaliden el çırpmak… Bizde oyun bilgisi ve tiyatro zevki işte bundan ibaret… Tiyatro denince çok kere gözler önünde birtakım adi şeylerden, daha doğrusu zevzekliklerden, maskaralıklardan başka bir şey canlanamadığı için bu sanatı aşağılık ve ufak görmek gibi sosyal bir hastalıkla böyle illetli kalmışız… Biz onu yükseltemiyoruz ki onun büyüleyici uyaran parıltısı bizi diriltebilsin.
Piyes şekline konulan talihsiz “Mürebbiye”nin sahneler üzerinde defalarla uğradığı beceriksiz oyunlar ve içine karıştırılan tuluat saçmaları beni pek ümitsizlendirdi. Bu “Hazan Bülbülü”nü, o yolda bir oyun aşağılığı felaketinden kurtarmak için sahnece olacak düzen sanatını, pek dikkate almayarak ancak bir roman gibi okunmak kaygısıyla yazdım. Onun için uzun konuşmalardan sakınmadım. Çok defa sahnenin iki kişiyle boş kalmasına ehemmiyet vermedim. Bu hakikati kendim söyledikten sonra bunu tekrar için, artık kimsenin yorulmasına hacet kalmaz sanırım. Boş sözler söylemeyi bir üstünlük bilen inatçı tenkitçileri susturmaya uğraşmanın boşuna bir çalışma olduğunu son tecrübelerimle öğrendim. Dilin kemiği olmadığı gibi doğru bir vicdanın yönüne bağlı olmayan garazcı kalem de doğru yanlış her vadide söz karalayabilirler. Dünyada kusursuz iş olmaz. O iddiada değilim. İyi niyete, tenkit sanatına dayanmayan tatsız tuzsuzlukların aşağılıkları da her zaman çıktıkları yere döner.

    Heybeliada,
    1 Kanunusani 1329 (14 Ocak 1913)

ŞAHISLAR



Aşçı, bağcı, arabacı, hizmetkâr

MİLLÎ TİYATRO

BİRİNCİ PERDE

Sahne, ortadan ikiye ayrılmış, sağ bölüm düzgünce bir oda, karşıya gelen duvara bitişik bir karyola, yanında küçük bir dolap, üstünde bir sürahi bardak, birkaç ilaç şişesi, kutular, çıngırak düğmesi. Karşı tarafta bir kanepe, birkaç koltuk, orta yerde üzeri örtülü ufak bir masa. Bölmenin öbür tarafında bir konsol ayna, bir iki sandalye. Ortada her iki yana geçilir bir kapı

Birinci Sahne
REFİ EFENDİ, AYŞE KADIN

Refi Efendi gecelik elbise ve takkesiyle yatağa yatmış, yorganı üzerine çekmiş görünüyor
AYŞE KADIN: (koyu düzgün ve allık sürmüş, şakağına bir çiçek takmış, bir ince başörtüsüyle yan taraftan boş bölmeye girer, ayaklarının uçlarına basa basa yürüyerek) Aman bakayım… İhtiyarcağızım ne yapıyor? Zavallı pinponum! Bir hafta evveli turp gibiydi. Birdenbire hastalandı. Bir şey değil, paçavra hastalığı imiş. Hekim “Merak etmeyiniz, geçer.” diyor. (kapıya yürür, gözünü anahtar deliğine uydurarak) Mışıl mışıl uyuyor… Uyusun da büyüsün ninni… (gözünü delikten çekerek) İhtiyardır ama değme gençlere değişmem. O ne zampara eskisidir o! Hastalanmazdan önce, geçenlerde havlu verirken elimi sıktı. Arada sırada insana şöyle göz ucuyla manalı bir bakışı vardır. Benim için gönlünden bir şeyler geçiriyor, anlıyorum. Fakat ötekilere çaktırmaya gelmez, sonra beni hasetlerinden çiğ çiğ yerler.
REFİ EFENDİ: (ağır ağır kalkıp döşeği içinde oturarak) Tevekkeli bu dünyaya “devran-i biaman” dememişler. Durmuyor dönüyor. Dönüyor ama bakınız insanı da ne hâle koyuyor. Hiçbir anında sebat yok. Genç iken çok aldandım. O kararsız cilvelerinin işe yaramadığını şimdi anlıyorum.
Duruş ve öksürük. Başını yastığa dayar
AYŞE KADIN: (kulağını kapıya vererek) Ay kalktı! İşte mırıl mırıl söyleniyor. Bu zavallı adamın bir derdi var ama bir türlü anlayamıyorum. Bu kadar yaşlı olmasa hemen hemen birisine gönül çekiyor deyivereceğim. İnsan yaşlansa da gönlü kocamazmış derler, “ihtiyar olsam da gönlüm tazedir” şarkısı yok mu? İşte bu da o ihtiyarlardan. Kimi seviyor acaba? Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım? Hâllerine, göz süzüşlerine bakıyorum da beni seviyor sanıyorum. Şu adamın gönlündeki esrarı anlayabilsem başka bir şeycik istemem.

İkinci Sahne
EVVELKİLER, SELİME, SONRA ANİKA
SELİME: (hemen aynı tuvaletle içeri girerek) Kimin esrarını anlayacaksın kuzum? Bizim efendinin mi? Ayşe pek saygısız bir kadın oldun… Ne zaman seni burada görsem ya gözünü anahtar deliğinde ya kulağını kapıda buluyorum. Ayıp değil mi? Bir insan efendisinin esrarını anlamaya uğraşır mı böyle?
AYŞE KADIN: Ay sen nereden geldin başıma kel kâhya? Kapıdan ben çekileyim de sen dinle değil mi? Efendiyi başkası dinlerse ayıp… Selime Hanım dinlerse değil! Halka verir talkını kendi yutar salkımı…
ANİKA: (saçlarını tepesine kabartmış, önünde gayet süslü bir prostela ile koşa koşa içeri girerek) Bu iki kadın da aralarında efendiyi bir türlü paylaşamazlar!
AYŞE KADIN: (kahkaha ile) Al sana bir ortak daha! Aman hakanoz. Koş, geç kaldın, efendi ne benim ne Selime’nin… (eliyle göstererek) İşte bu matmazel cenaplarının…
Hepsi kulaklarını kapıya verirler
REFİ EFENDİ: İnsan maşa kadar bir boyda doğuyor, yavaş yavaş büyüyor.
ANİKA: Ne dedi anladınız mı?
AYŞE KADIN: Maşayı insan doğurur, diyor.
SELİME: A… Bunak sayıklıyor galiba?
REFİ EFENDİ: Bir çiçek gibi açılıyor, şundan bundan birer kâm alayım derken soluyor, tebah oluyor.
AYŞE KADIN: Yine bugün hekimi çağırtmalı. İhtiyarcağız, sayıklıyor. Nöbeti ziyade. Çiçek açılır tabak olur, diyor, eskiler alayım, diyor, saçmalıyor.
REFİ EFENDİ: Ömür denilen şey durmadan bir değişmeden başka bir şey değil… İhtiyarlık bir kere insanın yakasına çöker ise artık geçmiş ola… Sen gayri istediğin kadar saçını sakalını boya… Doğduğun zamandan sekiz on yılı indirmeye uğraş… (duruş ve öksürük) Ele baston almayınca bel doğrulmaz. Gözlüksüz bir şey seçilmez, ilaçsız, karbonatsız yenilip içilmez… Artık her azanız takatten kalır. Onlara işlerini yaptırmak için ilaçlar, yardımcılar lazım gelir. Eskiden haz veren şeyler artık âdeta birer zahmet, birer yorgunluk, birer hastalık şeklini alır, iştahı açmaya uğraşmalı, sonra yediğini sindirmeye çabalamalı, uyumaya çalışmalı, hayat mücadelesinin en korkuncu gençlikte değil asıl işte ihtiyarlıkta başlıyor.
AYŞE KADIN: Ne diyor? Ne diyor?
ANİKA: Ne diyorsa diyor! Efendinizin her dediğini anlamaya uğraşmak sizin için ayıp değil mi?
SELİME: Ay yellosun çalımına bak! Deminden efendi ne diyor diye o bize soruyordu. O sorarsa olmuyor da biz sorarsak ayıp oluyor. O nedir öyle İcadiye tepesi gibi saçlarını kabartmışsın… Daha dün geldin, bu evde hanım olmaya kalktın. Gönlünden neler geçiriyorsun bilmem ki?..
ANİKA: Ne geçireceğim? Hiç… Allah kuru iftiradan saklasın.
SELİME: Aman mıymıntı! Sen onu eski pabuçlarıma anlat! Senin gönlünden esen rüzgârı ben çoktan keşfettim.
ANİKA: Ben de senin kalbinde patlayan borayı çoktan anladım. Hepsini biliyorum.
SELİME: (Anika’ya doğru yaklaşarak) Ne biliyorsun? Söyle bakalım.
ANİKA: Efendiye varmak istiyorsun.
SELİME: Hah hah hay!.. O senin gönlündeki ayol… “Âlemi nasıl bilirsin, kendin gibi.” demişler. Kokona hanım gönlümdeki şu sırrı nasıl anladın, bakalım?
ANİKA: Nuruosmaniye’deki hocalara gidip büyü yaptırttığından…
SELİME: (haykırarak) Kuru iftira diye işte buna derler!
ANİKA: İftira mı? Üfürükçülere yazdırttığın o kâğıt parçalarını ıslatıp ıslatıp suyunu hasta adamcağıza içirmedin mi? Bu yazılı parçacıkları pencereden bahçeye attığın zaman ben gidip birer birer topladım. İşte hâlâ para çantamın içinde duruyor. (cebinden çantasını çıkarıp bir kâğıt parçası göstererek) İşte işte daha bazılarının yazıları bütün bütün silinmemiş.
SELİME: (bozularak) Ya! Acayip! Demek bu evin içinde seni casus tayin etmişler… Herkesin peşinden gezip ne yaptığını araştır demişler. Sen eski zamanki zaptiye nazırlarının konaklarında hizmetçilik ettin miydi? Ama emin ol ki acemi şaşkın bir casussun. Efendiye içirdiğim o kâğıtlı sular hastalığından şifa bulması içindi.
ANİKA: Efendinin haberi olaydı o suları içer miydi bakalım?
SELİME: Orası senin ne vazifen?
ANİKA: Niçin? Ben o efendinin ekmeğini yiyorum, parasını alıyorum, sayesinde yaşıyorum.
AYŞE KADIN: (karşıdan) Aman ya Rabbi, evin içinde neler oluyormuş da benim haberim yok! Hiç hasta adama nasıl mürekkeple yazıldığı belli olmayan kâğıtların suyu içirilir mi? Tevekkeli değil geçen akşam zavallı adamcağız öğüre öğüre bir oldu.
SELİME: (öfke ile Ayşe Kadın’a dönerek) Hele sen sus Ayşe! Senin de ne mal olduğunu herkesten âlâ bilirim! Büyücülere yazdırtıp da efendinin gecelik takkesinin tepe kapağının iki katı arasına diktiğin ufacık muşambalı muskayı oradan ben kendi elimle söküp çıkardım. Muradının ne olduğunu biliyorum. Ayşe, efendiye varmak istiyorsun ama böyle yedi bin kuruş aylıklı, hatırlı, şanlı, kelli felli bir efendiyi sana kolayca kaptırmazlar!
AYŞE KADIN: Bana kaptırmazlarsa sana hiç yutturmazlar, avcunu yala!..
SELİME: Ayşe sus! Ben senin daha çok ipliğini pazara çıkarırım. Ben şu kokona hanımın meramını anlamak istiyorum. Hoş onunki de bizimkinden başka türlü değil… Değil ama o bizden daha kurnazca davranıyor. Suda ezdiğim kâğıtları Nuruosmaniye’deki hocalardan aldığımı nereden biliyor? Demek oralara kendi de gidiyor.
ANİKA: Ben öyle büyü müyü bilmem, efendinin canı kimi isterse onu alır.
SELİME: Ya öyledir de bizim arkamızı neye kolluyorsun? Ne yaptığımızı ne gözetliyorsun?
ANİKA: Dedim ya efendinin ekmeğini yiyorum. Zavallı ihtiyara bir fenalık yapmayınız diye dikkat ediyorum.
SELİME: Kız biz efendiye ne fenalık ederiz? Musibetin zoruna bak…
ANİKA: Her türlüsünü…
SELİME: Anika… Anika… Otur oturduğun yerde! Ben iki elimi adamın ağzına sokarsam şöyle pas gibi ayırıveririm! Anladın mı? Lakırtını bil de söyle!
ANİKA: Yavaş gel kuzum! Benim ağzım eski salaşpur değil.
AYŞE KADIN: Şuna soralım bakalım: Bizim efendiye yapacağımız fenalık ne imiş?
ANİKA: Ne yapacağınızı kalbiniz biliyor ya! Bana ne soracaksınız?
AYŞE KADIN: Haçının, putunun başı için söyle, ne yapacakmışız? Bunu anlayamazsam bundan sonra ben meraktan bir yerde duramam…
ANİKA: Zaten sizin içinize felfelek taşı kaçmış… Bir yerde durup oturabiliyor musunuz? Siz bu ihtiyar efendinin ak sakalını, buruşuk yüzünü sevmiyorsunuz ya? Sizin istediğiniz başka…
AYŞE KADIN: Ne imiş? Çabuk söyle bakalım… Malını mı seviyoruz? Parasını mı çalacağız?
ANİKA: Efendi öldüğü zaman evli bulunursa karısına üç bin kuruş aylık bağlanacakmış… Bunu geçen gün hesaplıyordunuz. Efendiye varınız. O da çabuk taklağı atsın, paralara konunuz. İşte maksat bu…
SELİME: Aman ben de bir lakırtı söyleyecek sandım! Böyle kuru dırıltılarla efendiyi elimizden kapamazsın. Yağma yok! Bu kelepiri sana yutturmayız!
REFİ EFENDİ: (başını yastıktan kaldırarak) Evet yaş ilerleyince hayatın her şekli değişiyor. Yemeğin çeşidi, ne kadar olacağı, uykunun zamanı, eğlencenin çeşidi değişiyor, eşin çeşnisi bozuluyor. Kısacası her şeyin gidişatı başka şekil alıyor. Bedenin çıkardığı bazı lüzumlu şeyler azalıyor. İdrar gibi lüzumsuzları çoğalıyor. Evet, yaşamanın en büyük zevklerinden sayılan bazıları da hemen hemen sıfıra iniyor. (durma, öksürük.)
SELİME: Durunuz, durunuz! Efendi uyandı. Yine söyleniyor.
Birbirini iterek üçü birden kulaklarını kapıya yapıştırırlar
AYŞE KADIN: Efendinin ördeği nerede?
SELİME: Karyolasının altında… Ne yapacaksın?
AYŞE KADIN: İdrarım çoğaldı diyor da… (Anika’yı iterek) Maksadın efendiye varmak değil de ya niçin böyle sakız gibi kapıya yapışıyorsun? Çekil biraz da biz dinleyelim.
REFİ EFENDİ: İşte bu mahrumiyet beni bitiriyor. En çok dokunanı da bu… Horoz ölür de gözü çöplükte kalırmış derler. Bu dünyada güzel kadına doyamadım. Galiba doyamadan da gideceğim.
Öksürük
SELİME: Ne dedi? Anladınız mı?
AYŞE KADIN: Güzel kadın dedi. Benim için söylüyor galiba!..
SELİME: Hah hah hay, aç tavuk kendisini arpa ambarında zannedermiş!
AYŞE KADIN: (kapıdan kulağını çekip Selime’ye alaylı bir temenna ederek) Allah ömrünüze bin bereket versin. Güzel kadın diye benim için değil, senin için söylüyor yosmam… Efendiye kendimi beğendireceğim diye suratını paskala çevirmişsin. Hiç senin gibi bir güzel dururken efendi beni beğenir mi?
SELİME: Ay… Ay… Aman ay, gülecek hâlim yok! Ayşe bir kere aynanın önüne gidip de suratına baksana… Süslenmeye uğraştıkça şebeleğe dönmüşsün. O kaşındaki kazan kulbu rastıklar nedir? Efendi tabiat sahibi bir adamdır. O kaşları beğenir mi hiç?.. Kadına değil, âdeta soytarıya benzemişsin.
AYŞE KADIN: “İnsan insanın aynasıdır.” derler. Gelsinler de soytarıya hangimiz benzemiş, Allah için söylesinler.
ANİKA: Doğrusunu isterseniz ikiniz de birbirinizden maskara olmuşsunuz.
SELİME ile AYŞE: Sensin maskara! El gün kepazesi, saçlarını Nemrut Dağı gibi tepene neye kabartmışsın?
ANİKA: Şimdi moda böyle…
SELİME: Hizmetçi kısmına moda yaraşır mı hiç? Bu evin içinde bir hanım olaydı bak seni efendinin karşısında böyle gezdirir miydi?
ANİKA: Bu kapıda hepimiz hizmetçiyiz. Size yaraşıyormuş da bana niçin yaraşmıyormuş? Bu evde hanım yoksa işte sizin gibi hanım taslakları var ya!.. İşte onun yerine siz her şeye karışıyorsunuz. Hem böyle nafile telaş etmeyiniz… Efendi “güzel kadın” dediyse ne senin için söyledi ne de Ayşe Kadın için…
SELİME: Oh iki gözüm kokoroz! Senin için söyledi değil mi?
REFİ EFENDİ: Gençlik… Bu da bir rüya… Rüyaların en yaldızlısı, en parlağı, en umulanı, ömür boyunca yalnız bir kere görülebileceği için en aldatıcısı… Of, gençlik geri gelmeyecek uzak hayat noktalarının sisleri içine gömülmüş, her lahza bizden kaçan bir varlığımız… Yoklukla varlık sözlerinde mana farkı arayan mantıkçıların, ıstılahçıların bu iddialarına ben şimdi gülüyorum, işte ben varım. Fakat varlığımın geçmiş kısımları yok olmuş, yalnız beynimin hücrelerinde bıraktığı her dakika uçabilecek bir zayıf iz, şimdi beni ağlatan, hem ruhu okşayan hem yüreği yakan, tatlı acı bir hatıradan başka beni geçmiş ömrüme bağlayan başka bir şey yok… Demek ki ömür denilen şey bir masuradan boşanıp ötekine sarılan uçları bilinmeyen bir yaratılış ipliğidir. Demek ki ömrümüz her saniye ölüyor da haberimiz yok. Biz yalnız bu ölen şeylerin sonunda vereceği toplamı bekliyoruz. (Durur, sağına soluna hazin hazin bakınarak öksürür.) Şimdi bulunduğum yılların yükü altından silkinip hayatımın kırk yıl evvelki parlak ufuklarına doğru arzumun kanatlarını açabilmek için kafamın içinde bile bir ataklık, bir cesaret, daha, doğrusu, bir kuvvet kalmamış… Bana bir feylesof dostum, “Yaşlıları gençleştirmek için bir iki vasıta, daha doğrusu hayat mucizesi vardır, bunların en tesirlisi… (etrafına bakınıp elini ağzının üzerine getirerek yavaşça) ve en tesirlisi “Genç kadındır.” dedi. Genç kadın… (yanlarına ürkek ürkek göz gezdirerek yavaşça) Genç kadın… (Yorularak yastığına dayanır.)
SELİME: Ne dedi? Anlayabildiniz mi? Sanki birinin kulağına fısıldar gibi yavaş söylüyor. Bu zavallı ihtiyarın büyük bir derdi var ama biz anlayamıyoruz.
AYŞE KADIN: Benim kulaklarım alıştı. Onun en yavaş fısıltılarını anlayabiliyorum. “Genç kadın” diyor, genç… Geçen günü yine böyle genç kadın diye sayıklayıp durdu.
SELİME: Şu döşeğe yatalı bu zavallı adamın bizden başka kadın yüzü gördüğü var mı? Acaba içimizden hangimizi geçiriyor?
AYŞE KADIN: Haydi bakalım bunun için de aramızda bir kavga çıkaralım. Ben daha yirmi altısına gelmedim.
SELİME: Daha neler?.. Geçen gün imam senin nüfus tezkereni okurken yaşını hesaplamış; otuz beş dedi.
AYŞE KADIN: Dilin tutulsun karı, yavaş söyle! Belki efendinin kulağına gidiverir de sahih zanneder. İmam on beş demiş olsa bile sen hemen hasedinden otuz beşe çıkartırsın. Bilmez miyim seni kıskanç karı?
ANİKA: (bir kahkaha salıvererek) Yok… Yok… Ayşe Hanım on beş değil daha dokuz yaşındasın, aman bebeciğim…
AYŞE KADIN: Bu evde Matmazel Anika varken gencim, güzelim demek kimin ne haddine, içimizde en güzelimiz, en körpemiz o…
ANİKA: Tuhaf söylüyorsun. Burada en genci ben değilim de ya sen misin? Benim tezkere kâğıdımda yazıyor, daha yirmi beşime girmedim.
SELİME: Hay aman matmazel daha yirmi beşinde yokmuş… Daha küçül… Ayol daha küçül de seni elinden tutup mektebe götüreyim. Şurada kilise mektebine başlatayım…
REFİ EFENDİ: (Gözlerini açar, başını yastıktan kaldırır.) Genç kadın yaşlılığın başlıca devası, en tesirli iksiri imiş… Bu doğru mu acaba? Yoksa genç kadın bir ihtiyarı derleyip toplayarak öbür dünyaya göndermek için en hızlı bir vasıta mıdır? Geçmiş ömrüm içindeki bu genç kadın yüzlerinden bir tanesi hâlâ kalbimde yaşar. Kırk beş yıllık sevgi ufkumda batmak bilmez bir güneş gibi hâlâ parıl parıl gönlüme karşı nurlarını saçar. Nezihe, adını söyleyince şu hastalık saatimde bile damarlarımda bir kımıldanma, kalbimde tatlı bir çarpıntı oluyor. Bazı karanlık görüşlü feylesoflar gerçek saadeti, hayat zevkini esastan inkâra kalkışırlar. Aşk adı ne olduğunu ben senin kollarının arasında duydum. O can artıran neşeyi tattım. İşte hâlâ onun şevkinin artığıyla yaşıyorum. Evet, itiraf ederim. Çabuk kaybolan bir saadet, kısa bir zevk, işte bakınız, şu acıklı zamanımda hatırlanan bir dakikası, bana yine bir koca saadet dünyası bağışlıyor. Nurdan yaratılmış sanılan o saf alnının altını süsleyen o kavisli, ince, samur kaşların, sık uzun kirpiklerin gölgesi altında baygın duran o ela gözlerin, evet işte dağınık kumral saçlarınla çerçevelenen güzel yüzün tamamıyla gözümün önüne geldi. Ruhumun gözleriyle bu tatlı hayali saatlarce seyretmeye doyamam. Bu hayal en tesirli iksirlerden çok bana ilaç oluyor.
Hasta gözlerini kapar, yastığa dayanır
AYŞE KADIN: İşittiniz mi? Samur kaşlı, kumral saçlı kadını severim diyor. (aynanın önüne koşar, eliyle saçlarını düzelterek) İçinizde benden başka samur kaşlı, kumral saçlı kim var?
SELİME ile ANİKA: (ikisi birden aynaya koşarak bir ağızdan) Vay samur kaşlı, kumral saçlı hanım vay!..
AYŞE KADIN: Artık çekemediğinizden ne diyeceğinizi bilemiyorsunuz. Selime’nin kaşları kelek külek… Ona kaşı var bile denmez. (Anika’ya doğru) Seninkiler de sarı çıyana benziyor. Doğru doğru dosdoğru, efendi içinizden beni tarif ediyor ama söylemek bir türlü işinize gelmiyor.
REFİ EFENDİ: Nezihe ile birbirimizi tanıdığımız vakit ikimiz de evli bulunuyorduk. İşte hayatımızı zehirleyen cihet bu oldu. Onun kocası kıskanç, hırçın bir adamdı. Benim karım da pek sinirli ve titizdi. Dünyada akla gelmeyecek engelleri aşmayı göze aldırdık. Geçirmediğimiz tehlike kalmadı. Bu zorluklar sevgimizin ateşini bütün bütün yelpazeledi. Evet, hâlâ şimdi Nezihe’den laf açınca vücudumda bir canlılık, sesimde bir kuvvet duyuyorum. Nezihe, hayatın ihtiyarlık düşkünlüğünü görmeden gençliğinin parlaklığı içinde söndü. Ah, o kara gün… Bunu hiç hatırlamak istemem. Karım da bana bir kız evlat bıraktıktan sonra o da yirmi yıl evvel öldü. Kalbi temizdi fakat çok hırçındı. Zavallının bu titizliğini göz önüne getirdikçe doğrusu ikinci evlenmeye bir türlü cesaret edemedim. Kızım Naime’yi üvey anaya hırpalatmamak bahanesiyle evlenmedim. Kızımı büyüttüm. Evlendirdim. Kızım, kocasıyla şimdi taşrada bulunuyor. Bir saatçik gözümün önünden ayıramazken dört senedir hasret kaldım. Bir buçuk aydan beridir de mektup alamadım. Kocayı bulunca babayı unutuyorlar. Dünyanın hâli böyle. Ben meraktan, ayrılıktan ölüyorum. Hastalık birdenbire üstüme çöktü. Birkaç hafta evvel ne kadar dinç, âdeta genç, ne kadar kuvvetli idim. Bu kısa hastalığı geçirdikten sonra yine eski hâlimi bulacağımı doktor bana sağlamca vadetti. (öksürerek) Bir şey değil, enfluançe. Ama insanı yıkıp bitiriyor… Evet, şimdi böyle hizmetçi kadınların eline kalmış bir hasta bekâr oldum. Hâlimi sormaya gelen eş dostum bana hep evlenmekten laf açıyorlar. Fakat bakıyorum her birinin satılık bir malı var. Evlenmek nasihatinin hemen arkasından kız sağlık veriyorlar. “Filan yerde çok iyi bir duvak düşkünü var. Onu size yapıversek pekâlâ olur.” demekten çekinmiyorlar. Hepsinin dilinde bu… Sonra el altından bu kadınların kim olduğunu öğreniyorum, hiçbiri istediğim gibi değil… En genci kırk beş yaşında. Kart karı suratı görecek olduktan sonra benim evdeki hizmetçilerin ne kabahatleri var?
Selime, kahkahasını önlemek için eliyle ağzını tutar, fıkırdar
AYŞE KADIN: Kız Selime ne oluyorsun?
SELİME: Ne olacağım? Efendi kart karı diye senin yüzünü tarif ediyor.
AYŞE KADIN: Hay çenen tutulsun! Efendi seni benden, beni senden ayırmadı. Hepimize birden “kart karılar” dedi. Aman ya Rabbi, büyükbabamız yerinde adam. Pinpon kendini ne sanıyor acaba? İhtiyarlıktan beli bükülmüş, gözleri belerekalmış… Ayıptır söylemesi mendillerini, iç çamaşırlarını yıkarken gönlüm dışına dönecek gibi oluyor. Ayda öyle üç dört bine yutulur şey değil ama ah şu fıkaralığı görüyor musun? İnsana her şeye eyvallah dedirtiyor.
SELİME: Haydi artık çok söylenme. “İhtiyardır ama efendiyi gençlere değişmem.” diye her gün söyleyen sen değil misin? Bize “kart karılar” demekle ne çabuk tu kaka oluverdi? Şaka söyledim. Kart karı diye sana mı söylüyor? Başkasına mı? Kim bilir… Hastalık hâli bu, belki sayıklıyor.
Dışarıda saat ağır ağır yediyi vurur
REFİ EFENDİ: İşte saat yediyi vurdu. Bugün bana bir kılavuz kadın gelecekti. Bunu da bizim Yusuf Bey tavsiye etti. Hatırından çıkamadım. Gelsin dedim. Yoksa bundan sonra evlenmek bana ne kadar uzak. Zaten şu döşeğin içinde canım sıkılıp duruyor. Üç dört söz de onunla etmiş olurum. Azıcık derlenip toplanayım. Kadının tamam gelmek zamanı.
Zile basar
SELİME: (telaşla) Efendi çağırıyor, hangimiz gidecek?
ANİKA: Ben!
AYŞE KADIN: Hayır… Ben…
SELİME: Ne sen… Ne o… Ben gideceğim. Efendinin hususi işlerine ben bakarım.
AYŞE KADIN: Ay neden? Efendinin hususi işleri ne imiş? Anlayamadım.
SELİME: Daha deminden pinpon herif diye adamcağıza bir demediğini bırakmıyordun!..
Zil bir daha çalınır
ANİKA: Siz kavga ededurunuz. Ben gireyim. Zavallıyı bu kadar bekletmek olur mu?
AYŞE KADIN: (Anika odaya girerken yakasına yapışarak) Dur! Biz burada iken sen nereye gidiyorsun?
ANİKA: İçeri…
SELİME: Yağma yok kuzum!..
Zil bir daha çalınır. Anika içeri dalmak ister. Fakat Ayşe Kadın yine yakasına yapışır. Onlar becelleşirken Selime içeri girer
AYŞE KADIN: (Anika’nın yakasını bırakarak) Gördün mü kurnaz musibeti?.. Bizi birbirimize tutuşturdu, kendi içeri daldı. O girer de ben hiç durur muyum?
İçeri girer
ANİKA: Onlar girer de ben bekler miyim? (O da girer.)

Üçüncü Sahne
REFİ EFENDİ, SELİME, AYŞE KADIN, ANİKA

Üçü de efendinin karşısında sıralanırlar
REFİ EFENDİ: Bir saattir zile basıyorum! Neredesiniz? Ne tuhaf hâliniz var. Gelirseniz üçünüz birden gelir, gelmezseniz hiçbiriniz gelmezsiniz. (kendi kendine) Birbirlerinden beni kıskanırlar da onun için… Güya bekârım… Ama hastalığım, sağlığım bu karıların kontrolü altındadır. Hele haddin var da bunlardan birine bir çekirdek fazla iltifat et. O gün akşama kadar birbirini yiyip bitirirler. (kadınlara) Şu odayı biraz düzeltiniz. Misafir gelecek. Kürkü arkama, terlikleri önüme koyunuz. Biraz kalkıp koltuğa oturayım.
Hizmetçilerin üçü birden koşar. Anika, kürkü efendinin arkasına kor. Selime, terliklerini giydirir. Ayşe Kadın da koltuğuna girer. Selime, hemen öbür koltuğunu yakalar. Anika, efendiyi arkasından tutmak ister
REFİ EFENDİ: Bu ne telaş efendim! Bırakınız, çok şükür, daha kendi kendime yürüyecek kadar dermanım var. Siz insanı zorla hasta, ihtiyar etmek istiyorsunuz.
AYŞE KADIN: İhtiyar mı? A o nasıl lakırtı efendim? Kendinize yorduğunuz şeye bakınız.
REFİ EFENDİ: Hay yüze gülücüler… Hay müdahaneciler, hay yalancılar!..
AYŞE KADIN: Müdahaneyi, yalanı hiçbir vakit kabul etmem.
REFİ EFENDİ: Şimdi bana ihtiyar demezler mi?
AYŞE KADIN: Aman efendim, size ihtiyar demeye kimin dili varır? Bir haftadır rahatsız oldunuz, yiyip içmediniz, biraz bozuldunuz, renginiz kaçtı, işte o kadar. İyice yemeye başlar, çıkıp hava alırsanız, hemen yanaklarınız yine pembeleşir… Gül gül açılır.
REFİ EFENDİ: (kendi kendine) O kadar kuvvetli söylüyor ki yanaklarımın alacağı pembeliğe beni bile imrendiriyor. (açıkça) Ayşe Kadın doğru söyle… Demek ben daha o kadar ihtiyar değilim?
AYŞE KADIN: Sizi temin ederim efendi hazretleri ki… Siz bir kadını…
REFİ EFENDİ: (telaşla) Eh, eh elverir! Sözün öbür tarafını kurcalama… (Biraz durur.) Ayşe Kadın, bak Selime ile Anika senin bu sözlerine katılmıyorlar. Onlar hiçbir şey söylemiyorlar.
SELİME: (telaşlanarak) Biz her vakit aramızda, sizin tam erkeklik çağının olgunluk sırasında bulunduğunuzu konuşup dururuz.
REFİ EFENDİ: Bilirim… Bilirim… Beni aranızda pay edemezsiniz. Sen ne fikirdesin Anika?
ANİKA: Efendim bana nöbet bırakmıyorlar ki duygularımı söyleyeyim. Kulunuzun nazarında zatıaliniz yirmi yaşındaki bir delikanlıdan daha mükemmelsiniz.
AYŞE KADIN ile SELİME: (kendi kendilerine) A… Hiç sıkılmıyor… Utanmayı ekmek peynir ile yemiş!.. Nerede ise “Sana alakam var.” diyecek… Kabahat yine bizim efendide… Bu karıya çok yüz vermiş. Efendi efendiliğini, hizmetçi hizmetçiliğini bilmeli.
REFİ EFENDİ: Yalan, gerçek… Ne ise beni daha genç bulduğunuzu söylüyorsunuz… Sizden bir şey soracağım… Fikrinizi açık ve doğru söylemenizi rica ederim.
ÜÇÜ BİRDEN: Estağfurullah… Biz sizin hizmetkârınız, kulunuz, cariyeniz değil miyiz? Her emrinizi yerine getirmek vazifemizdir.
REFİ EFENDİ: Evlensem bana ne derler? Uygun düşer mi?
Üçü birden birbirine bakışarak bozulurlar
ÜÇÜ BİRDEN: (ağır ağır cevap vererek) Pekâlâ olur efendim…
REFİ EFENDİ: Kimi alayım?
Hep birden daha çok bozulup ellerini ovuştura ovuştura önlerine bakarak…
ÜÇÜ BİRDEN: Gönlünüz kimi isterse… Onu efendim…
REFİ EFENDİ: Yok… Yok… Söyleyiniz. Ben yaşta bir adam nasıl bir kadın almalıdır? Tarif ediniz.
Üçü birden söze başlar fakat…
AYŞE KADIN: (ötekilere baskın çıkarak) Yirmi altı yirmi yedi sularında, kaşlı, gözlü… Ben boyda… Ben dolgunlukta… Lakırtıcı… Fıkırdak… Çıtır pıtır bir hanım…
SELİME ile ANİKA: (birbirini dürterek) A… A… A… A… A… A… Hay saygısız! Bu ne terbiyesizlik! Bu ne yüzsüzlük! Düpedüz karı kendini tarif ediyor.
REFİ EFENDİ: Sen ne dersin Selime? Alacağım hanım nasıl olsun?
SELİME: (etrafına bakınarak) Gönül kimi severse güzel odur efendim. (kendi kendine) Ayşe rumuzla kendini anlattı ya… Ben de kendimi öne sürerim. (açıkça) Cariyeniz çağında… Cariyeniz sima ve edada bir kadın bilmem zevkiniz midir?
AYŞE ile ANİKA: Aman ya Rabbi sıkılmasa hemen hemen imamı çağırt da bana nikâh ettiriver, diyecek! Tüh… Tüh… Yüzsüz!
REFİ EFENDİ: Anika, kızım, sen ne dersin? Kara kaşlı bir hanım mı alayım?
ANİKA: (kırıtarak) Kulunuz gibi sarışın olursa sizi bahtiyar edebilir sanırım… Şimdi sarı saçlar moda… Saçları siyah olanlar da sarıya boyuyorlar.
AYŞE ile SELİME: (kendi kendilerine) Zor ile efendinin gönlüne karışıyor. Mutlaka sarışın beğen diyor.
REFİ EFENDİ: (kendi kendine) Söyleyenden dinleyen arif gerek… Hepsi bana kendilerini peşkeş çekmeye uğraşıyor.
ANİKA: (dışarıyı dinleyerek) Orta kapı vuruluyor.
REFİ EFENDİ: (kulak vererek) Haydi bakınız. Belki beklediğim misafir gelmiştir.
Üçü birden çıkarlar

Dördüncü Sahne
REFİ EFENDİ
REFİ EFENDİ: (yalnız) İşte üçü birden gitti. Çünkü bir tek olarak yanımda kalamaz. Öteki ikisi bırakmaz. Kalmış olsa ne lazım gelir? Hiç… İşte bunlar da kendi kısa akıllarınca böyle garip bir politika güdüyorlar. Zavallılar umduğunuz şey bende yok. Hele hastalık dibine darı ekti.

Beşinci Sahne
REFİ EFENDİ, KILAVUZ KADIN, AYŞE KADIN, SELİME, ANİKA

Kılavuz kadın bölme tarafından, çarşaflı fakat yüzünün peçesini kaldırmış olarak gelir. Odaya girer. Üç hizmetçi de onun arkasından girerek ayakta sıralanırlar
REFİ EFENDİ: (hizmetçilere işaretle) Hanımla bizi yalnız bırakınız.
Hizmetçiler manalı gözlerle birbirlerine bakışarak çıkarlar. Fakat bölmenin öbür tarafında kapının yanından ayrılmazlar
AYŞE KADIN: Ben bu misafirden bir şey anlayamadım. Bu âdeta kılavuz kadına benziyor.
SELİME: Benziyor değil… İşte kılavuzun ta kendisi…
ANİKA: Burada ne işi var?
AYŞE KADIN: Efendiyi evlendirecek…
SELİME: Yağma yok kuzum! Kaç senedir kirini pasını biz temizliyoruz. Efendiyi öyle el karılarına kolay kolay kaptırmayız.
ANİKA: Aman ne kurnaz ihtiyar… Deminden beri bizimle eğleniyormuş meğerse…
AYŞE KADIN: Şimdi kuru lakırtının sırası değil. Üçümüz de barışalım. Efendiyi elimizden kaptırmamak için hep birlikte çalışalım. Bir kere şu el karılarını atlatalım. Efendi bize kalsın da sonra aramızda piyango çekeriz. Haydi kulaklarınızı gözlerinizi dört açınız. Kapıdan dinleyelim. Bir sözlerini kaçırmayalım.
Üçü birden kulaklarını kapıya yapıştırırlar
REFİ EFENDİ: (temenna ederek) Sefa geldiniz hanım!
KILAVUZ KADIN: Allah ömürler versin. Sefanız artsın efendim.
REFİ EFENDİ: Yusuf Bey’in bendenize söylediği hanım siz olacaksınız zannederim.
K. KADIN: Ta kendisi, işte oyum efendim… Yusuf Bey’in zatıalinize çok muhabbet ve hürmeti vardır. Bilhassa arzı tazimat ettiler.
REFİ EFENDİ: Teşekkür ederim.
K. KADIN: Yusuf Bey hayırlı bir iş için vesateti âcizaneme müracaat etti.
REFİ EFENDİ: Evet öyle münasip gördüler. Fakat bu yaştan sonra evlenmek bilmem benim için nasıl olur?
K. KADIN: Pekâlâ olur efendim. Zatıalinizin yaşı zannedildiği kadar geçkin değil. Yüzünüz gösteriyor tamam kadın kıymeti bilecek bir çağdasınız. O zibidi gençleri, o sağını solunu bilmeyen delikanlıları koca diye Allah düşmanıma nasip etmesin! Ne acı şeyler oluyor efendim. Size düşecek kadın çok bahtiyardır.
REFİ EFENDİ: Teşekkür ederim hanım. Teveccüh gösteriyorsunuz…
K. KADIN: Estağfurullah ne haddime efendim. Yusuf Bey’in dostu olmanız sizin iyi hâlinizi ispat için başka bir delile lüzum göstermez.
AYŞE KADIN: Aman ne çokbilmiş kadın… Âdeta bir erkek gibi usturuplu konuşuyor.
ANİKA: Su! Sus! Dinle…
SELİME: Efendi gitti! Elimizden gitti! Bu karı pek şeytana benziyor. Bu belayı başımıza kim getirdi?
REFİ EFENDİ: Yusuf Bey’le dostluğumuz pek eskidir. Hâlâ sıkça sıkça birbirimizi görürüz. Buraya beni görmeye geldiği zaman evin hâline bakar da “Refi kardeşim, varlık içinde yokluk çekiyorsun. Hanımsız ev yaraşmıyor. Çifte çift hizmetçilerin var ama yaşaman yine sefiller gibi oluyor.” der.
K. KADIN: Meşhur kelamdır. Erkek ne kadar becerikli olsa yuvayı yapan dişi kuştur, derler. Bendeniz de Yusuf Bey’i tasdik edeceğim. Maşallah eviniz dayalı döşeli koskoca konak, işte görünüyor her şeyiniz var. Fakat hiçbiri yerinde değil. Aşağı katlardan geçerken gördüm. Her taraf alan taran… O canım eşyanın her biri birer tarafa atılmış. Yazık değil mi? Onların her birine avuç doluları paralar verilmiş olacak. Bu hâli görünce ne yalan söyleyeyim yüreğim cızladı. Size acıdım. Yol, izan, usul, tertip bilmez hizmetçilerin, hamhalat el karılarının ellerine kalmışsınız. Vah vah, çok yazık…
AYŞE KADIN: Hay kör olası kaltak hay! Biz el karıları imişiz de sanki kendisi, efendinin kırk yıllık akrabası, canı ciğeri imiş gibi söylüyor. Baksanıza şu süpürgeye…
K. KADIN: İlk görüşte gösterdiğiniz samimiyet ve iyi niyetinize güvenerek söylüyorum, affedersiniz, hizmetçilerinizi görünce tutumlarını beğenemedim. Çekinmişler, sürünmüşler, takınmışlar, bir nizam, bir süs ki deme gitsin! Evin içinde her biri telli bebek gibi geziniyorlar. Keyiflerine karışan yok, görüşen yok. Evde bir hanım olsa ne hadlerine böyle boyalı moyalı, cicili bicili gezebilirler mi? Hem anlaşılan sizi avuçlarının içine almışlar. Kim bilir gönüllerinden ne gülünç ümitler geçirip dururlar. Aşağıdan yukarıya çıkıncaya kadar hâllerine iyice dikkat ettim. Evin içinde hepsi birer kadın kesilmiş, hiçbiri hizmetçi değil… Galiba aralarında hanımlığı bir türlü paylaşamıyorlar. Hırıltı gürültü, çekemezlik eksik olmayacak… Bu tuvaletten size bakmaya nasıl vakit bulabiliyorlar?
SELİME: Ay bu karı bakıcı mı? Her şeyi hüve hüvesine nasıl üstüne düşürüyor? Biz kendi kendimizi kurnaz zannederdik. Ama meğerse dünyada ne akıl ebeleri varmış… Şeytan git şu karının gırtlağına sarıl, nefesiyle beraber sözünü de kesiver diyor!
AYŞE KADIN: Ya bizim pinpona baksana, bu alık karı ne söylerse o da kafa sallayıp tasdik ediyor. Hay helal ve hoş olmasın bunca yıldır verdiğimiz emekler!..
ANİKA: Ah aman bizim efendi ne kurnaz, kılavuz karı kendine ihtiyar demesin diye hiç öksürmüyor bile, dikkat ediyor musunuz?
REFİ EFENDİ: Keşfiniz tamamıyla doğru. Bu hizmetçilerin ellerinden çektiklerimi bir ben bilirim! Hangisi gelse biraz sonra işte bunlar gibi oluyor. Dostlarımın hemen hepsi benim için evlenmek lazım geldiğini ispata çalışıp duruyorlar ama bu yaştan sonra evlenmenin de bin türlü derdi var. Sizinle bugünkü buluşmamız, kendimden çok Yusuf Bey’in istemesi üzerine oldu. Fikrimi açıkça söylediğim için beni affediniz.
K. KADIN: Estağfurullah, demek ki ciddi olarak evlenmek isteğinde değilsiniz?
REFİ EFENDİ: Hayır…
AYŞE KADIN: Oh!.. Oh!.. İçim bir karış yağ bağladı! Aferim pinponuma… Haydi kaltak al cevabı da çık dışarı!
Ayşe Kadın’la Selime parmaklarını şakırdatarak oynamaya başlarlar
K. KADIN: O hâlde zatıalinizi beyhude rahatsız etmiş oldum.
REFİ EFENDİ: Hiç rahatsız olmadım. Aksine sözlerinizden büyük bir haz duyuyorum.
K. KADIN: Söz lazım ya efendim, şu konaktan içeri büyük bir ümitle girmiştim. Elimin altında talihsiz, öksüz bir kız var. Akça pakça, güzel, şirin, nerimli, akıllı, terbiyeli bir hanım kız… Fakat talihsiz… Sahiden talihsiz… Bahtsızlığı işte geldi, burada da buldu. Eğer talihli olaydı zatıalinize kısmet olurdu. Siz de rahat edersiniz, o zavallı da mesut olurdu. Ne yapalım felek yâr olmadıktan sonra elden ne gelir!.. Kısmetten ziyade olmuyor… Vesselam…
REFİ EFENDİ: Kimin kızı?
K. KADIN: Arz ettim ya efendim. Ana baba yok. Öksüz… Dayı eline kalmış. Yengesi çok huysuz. Doğrusunu söylemek lazım gelirse kızcağız, güzellik, huy ve terbiyece âdeta emsalsizdir diyebilirim. Âdeta bir melektir. Bu yumuşak huyu, iyi ahlakı sayesinde her şeye eyvallah diyor çekiyor. Bu kızı çok adam istedi. Efendi hazretleri vakitler çok acayip… Şu zamanda kimsenin arasına girilmiyor ki… Baş göz edeyim derken zavallı talihsizin başını nara mı yakayım? Bendeniz kılavuzlukla geçinir bir kadın değilim efendim. Yani kılavuzluk benim işim değildir. Hatır için, daha doğrusu o kızın selameti için buraya geldim.
REFİ EFENDİ: Bilmem ki bana uygun olur mu?
K. KADIN: Pek… Pek… Sizin için âdeta biçilmiş kaftan.
AYŞE KADIN: Bu karı bu işi becermeden bugün şu evden çıkmayacak… Efendiye sakız gibi yapıştı.
REFİ EFENDİ: Yaşı filan ne sularda? Aklı başında bir şey mi?
K. KADIN: Âdeta ihtiyar bir taze efendim.
REFİ EFENDİ: O nasıl şey öyle?
K. KADIN: Yaşça körpe… Akıl ve izan cihetinden tecrübe görmüş kâmil bir insana benzer efendim. Yanımda bir fotografisi var. Erkekten şöyle kaçar kaçmaz bir zamanında alınmış bir resmi. Evlenmeye mutlaka karar vermiş bulunaydınız terbiyenize, kemalinize güvenerek bu fotografiyi size gösterecektim. Fakat mademki o niyette değilmişsiniz, hemen çocuk denecek böyle bir resmin gösterilmesinde büyük bir mahzur düşünülemezse de… Ne lüzumu var… Bu hareketim her hâlde boşuna olur.
REFİ EFENDİ: Neye boşuna olsun efendim? Ben evlenecek olmasam yakınlarımdan evlenecek kimseler var. Resmin sahibi mademki daha çocuk denecek bir çağda imiş bir kere görmüş bulunursam ne olur? Küçük hanımla bir göz aşinalığı peyda etmiş sayılırım. Münasebet düşer ise onun bahtiyarlığına hizmette elimden geldiği kadar size yardımdan geri durmam.
K. KADIN: Hayhay efendim. Vallahülazim sizin için aklıma zerre kadar şüphe gelmez efendi hazretleri… İşte buyurunuz, bakınız.
Yanındaki ufak el çantasını açar, kartvizin bir fotoğrafı çıkarır verir
REFİ EFENDİ: (Sağ eliyle resmi tutar, sol elini alnına götürerek kendi kendine) Aman ya Rabbi ne görüyorum? Neye uğradım? Bu bir hayal… Yoksa rüya mı? Dünyada insanlar çift yaratılır derlerdi de inanmazdım. Gerçekten bu söz doğru imiş… Ne kadar benziyor. Ağız, burun, alın, kaş, göz tıpkı Nezihe… Ölmüş bir kadının otuz yıl sonra böyle bir benzerine rastlamak… Bu ne garip şey! Ey Tanrı’m, öldürdüğün güzel yüzleri canlandırmada başka bir yaratma kudreti göstermek mi istiyorsun? Gençliğimde benden esirgediğin bir saadeti böyle düşkün bir zamanda bahşeylemendeki hikmet anlaşılmıyor. Bunca tecrübelerinden sonra bu imtihan cilvesi nedir? Son erkeklik kudretimi denemek için mi bu resmi ellerimin arasına gönderdin? Bunda gizli bir kader maksadı var fakat inanamıyorum. Bu bir hayal olabilir. Hastaydım, hummalar geçirdim. Acaba yine bir nöbet içinde miyim? (elleri titreyerek kılavuz kadına) Hanım, bu resmin sahibi küçük hanımın hayatta bulunduğundan emin misiniz?
K. KADIN: (son derece şaşırarak) Pek garip bir sual. Daha dün kendisiyle beraber idim. Daha aradan yirmi dört saat geçmedi. Sapasağlam bıraktım. Niçin böyle söylüyorsunuz? Bendeniz o evden çıktıktan sonra acaba zavallı kıza bir şey mi oldu?
REFİ EFENDİ: (titreyen elleriyle resmi gözlerine yaklaştırarak) Hanım, ben yine hastalandım mı? Yine nöbet mi geçiriyorum?
K. KADIN: Bilmem efendi hazretleri… Bir tuhaflığınız var. Bir hâl geçiriyorsunuz ama nöbet mi? Hayalat mı? Hakikat mi? Anlayamadım…
AYŞE KADIN: Haydi içeri girelim. Kılavuz karı efendiye büyü mü yapıyor? Ne yapıyor? Bizim pinpona bir şeyler oluyor… A… A… İnsan hâli bu… Dünyada neler olmaz?.. Ne idüğü bellisiz bir kadınla adamcağızı bu kadar zaman yalnız bırakmak olur mu? Bu yabanın kaltağı bildiğimiz değil, gördüğümüz değil…
Üçü birden odaya girerek efendinin karşısına sıralanırlar
K. KADIN: (kendi kendine) Allah Allah! Şimdi bunları da kim çağırdı kuzum? Sebilhane bardağı gibi sıralandılar. Ne terbiyesiz karılar bunlar!..
REFİ EFENDİ: (Hizmetçilere söylenir.) Karşıma ne dizildiniz kaltaklar?.. Nezihe ile olacak düğünümü bozmak için mi? Onu gençliğimde alamadımdı ama şimdi alacağım. Siz ne karışıyorsunuz? Haydi defolun oradan!..
SELİME: Hay Rabb’im sen sakla! Ne çokbilmiş karı… Efendiye ne efsun okudu böyle? Zavallı adamı çarçabuk budala yaptı. Ağzını dilini bağladı. Artık dürüst söz söyleyemiyor. Abuk sabuğa başladı. Nezihe kim? Düğün ne vakit oluyor? (Ayşe’ye) Bende büyü bozan bir tütsü var. Senin efendiye yaptığın büyüleri bozmak için almıştım. Getireyim de zavallıyı tütsüleyelim. Biraz çöreotu, üzerlik de karıştıralım. Nazara iyidir, ihtiyarımızı göz ile yiyecekler. Allah’a emanet pinponuma…
Selime, Ayşe çıkarlar

Altıncı Sahne
K. KADIN: (Anika’ya) Kızım bunların içinde en söz anlayanı senmişin? Galiba efendiyi biraz nöbet örseledi?
ANİKA: Kim örseledi? Bilmem…
K. KADIN: Ara sıra böyle olur mu?
ANİKA: İlk hastalandığı zaman epey ateşler, sayıklamalar geçirdiydi ama… Kaç gündür iyi idi.

Yedinci Sahne
EVVELKİLER, AYŞE KADIN, SELİME
AYŞE KADIN: (elinde madenden bir tabla içinde buram buram bir tütsü tüterek) Üzerliksin havasın… Her dertlere devasın.
SELİME: (elinde kurumuş bir tavşan başı) Perilerin sırdaşı, büyüsüne tavşan başı…
Tütsüyü efendinin burnuna yaklaştırır
K. KADIN: Çekin onu çekin! Zavallıyı dumanla boğacak mısınız?
AYŞE KADIN: Dur kadın, sen karışma… Büyü iyice bozulsun.
K. KADIN: Hangi büyü?
SELİME: Şimdi senin yaptığın büyü…
K. KADIN: Hak kuru iftiradan saklasın! O nasıl söz öyle?..
AYŞE KADIN: Nasıl olacak… Efendiyi yarım saatin içinde değişik ettin gitti…
REFİ EFENDİ: Çekiniz o dumanı boğuluyorum.
K. KADIN: (Anika’ya) Bana yardım et! Zavallı adamı kurtaralım. Ay benim bile nefesim kesiliyor. Kapıları, pencereleri açınız, içeriye temiz hava girsin.
Kadınlar arasında ufak bir arbede olur. Sonunda kapılar, pencereler açılır, duman çıkar
K. KADIN: Biraz kordiyal yok mu?
AYŞE KADIN: Burada öyle adını bilmediğimiz ilaç bulunmaz.
K. KADIN: Ayol bir parça çiçek suyu da mı yok?
ANİKA: (bir küçük şişe getirerek) Var… Var… İşte!
Yarım bardak suya karıştırarak efendiye içirirler
AYŞE KADIN: (Selime’ye) Bak… Bak efendiye bir şey içirdiler… Anika çarçabuk bu yabancı karı ile birlik oldu.
Efendinin şakaklarına, bileklerine kolonya sürerler
AYŞE KADIN: (tavşan başını, efendinin üzerinden dolaştırarak) Kız Selime, efendi elinde sımsıkı bir kâğıt tutuyor. Nedir o?
SELİME: (kâğıda dikkat ederek) Efendiyi hummaya uğratan o kadının resmi.
AYŞE KADIN: Bu kadın evlendirme kılavuzu mu? Yoksa başka türlüsü mü? İşte bir resim göstererek zavallının aklını çileden çıkardı.
REFİ EFENDİ: (gözlerini açar, etrafına bakınarak) Bunlar ne arıyorlar burada?
K. KADIN: Bilmem… Birdenbire içeriye hücum ettiler. Kendilerini çağıran olmadı.
REFİ EFENDİ: (öfke ile) Haydi çıkınız dışarı… Hanımla gizli sözümüz var.
AYŞE KADIN: Affedersiniz efendi… Sizi bu kadınla yalnız bırakamayız.
REFİ EFENDİ: Şimdi içeriye birkaç erkek getirtir, sizi sokak kapısından dışarıya attırırım.
AYŞE KADIN: İşte çıkıyoruz. İyilik de yaramıyor! Başınıza bir bela geldiği zaman yine sizi bizden sorarlar. Evveli bize can ciğer akraba muamelesi ediyordunuz. Bu kadının dubaralarına hemen kanarak şimdi hepimizi nasıl dışarı attırıyorsunuz? Çıkıyoruz… Çıkıyoruz… Ne hâliniz varsa görünüz!..
K. KADIN: Külli kabahatlerinden başka yosmalarımın bir de kürek kadar dilleri var.
Hizmetçi kadınların üçü de çıkarlar. Yine bölmenin öbür tarafına dizilirler

Sekizinci Sahne
REFİ EFENDİ, KILAVUZ KADIN
REFİ EFENDİ: Hanım, bu resim gönlümde gençliğime ait mühim bir hatıra uyandırdı. Pek müteessir oldum. Hastalıktan dolayı çok zayıfım, bir sinir hâli geçirdim. Affedersiniz. (elleri titreyerek resme hayran hayran baka baka) Hayret!.. Hayret!.. Hayret!.. İnanılır şey değil! Sanki Nezihe tekrar dünyaya gelmiş de bu hanımın suretine girmiş…
K. KADIN: Birine mi benzettiniz efendim?
REFİ EFENDİ: (büyük bir kederle içini çekerek) Evet, sevdiğim bir kadına…
K. KADIN: Oh ne güzel bir tesadüf…
REFİ EFENDİ: Resmi elimden bırakmak istemiyorum.
K. KADIN: Resmin ne ehemmiyeti var efendim. İnşallah aslı kısmet olur.
REFİ EFENDİ: Hanım ne diyeceğimi şaşırdım. Bu nimeti, bu saadeti imkân yok geri çeviremeyeceğim. Fakat birtakım düşünceler de zihnimi altüst ediyor. Bu kızcağız pek genç ise?.. Ben yaşta bir adam… Bu kadar körpe ve güzel bir kız ile nasıl karı koca olabilir?
K. KADIN: Erkeğin yaşlısı olmaz beyefendi hazretleri… Erkek her yaşta erkektir…
REFİ EFENDİ: Benim bu hanım kadar, belki de daha büyük kızım var… Bu hanımın yaşı ne kadar?
K. KADIN: Yirmi altı… Yirmi yedi… Bebek değil…
REFİ EFENDİ: Niçin kendi akranı bir kocaya vermiyorlar?
K. KADIN: Şimdi iyi koca nerede efendi hazretleri… Kız dolu, sürü ile… Erkek yok, erkek… Yirmi altı, yirmi yedi yaşında bir kız evde kalmış sayılıyor. Şimdiki zamanda güzelliğe de pek o kadar ehemmiyet vermiyorlar, zenginlik istiyorlar, zenginlik, para, nüfuz kuvvetiyle ne kekeme ne badi badi ne çarpık çurpuk ne bastıbacak ne alık salık kızlar koca buluyorlar. Kibar aileler, kızlarının kusurlarını hiç görmeden sülün gibi, levent gibi delikanlıları damat diye çekip çekip konaklarına alıyorlar. Servetleri güzelliklerinden ibaret olan kızların çoğu böyle evlerde kalıyor. Bu bizim hanımın dayısının hâli vakti pek yolunda değil… Kızın başını örtüp sırtındaki elbisesiyle buraya gönderecek. Çeyiz, çemen bir şey yok…
REFİ EFENDİ: Çeyizi ne yapacağız? Çok şükür, bende hepsi var.
K. KADIN: Hay Allah sizden razı olsun! Zavallı kızcağız yengesinin elinde pek rahatsız… O buraya kocaya değil cennete düşecek. Kurulu düzen bir konağın bir hanımı olacak. Siz onu bağrınıza basarsınız, o da size dört el ile sarılır. Bu kız, zadegândan bir aile kızıdır. “Fıtratzadeler” derler, her hâllerini sordurup öğrenebilirsiniz. Çok şükür Rabb’ime gizli kapaklı bir işimiz yok.
REFİ EFENDİ: Şu andaki hâlimi size nasıl tarif edeyim bilmem ki? Amansız bir tarafımdan kapana yakalanmış gibiyim… Fakat inceden inceye düşünmem icap eden birçok şeyler var… Son bir söz söyleyemiyorum. Şimdilik sizden bir şey rica edeceğim.
K. KADIN: Estağfurullah emredersiniz.
REFİ EFENDİ: Bu resmi birkaç gün bende bırakır mısınız?
K. KADIN: (bir zaman düşünerek) Öyle bir şey emrediyorsunuz ki cariyenizce yapılmasına imkân yok.
REFİ EFENDİ: (titrek bir sesle) Neden efendim?
K. KADIN: Çünkü kızın sizinle evlenmenizden olacak saadetine hizmet edebilmek için ben bu tasviri albümden çalıp da getirdim. Bu hırsızlığım meydana çıkarsa iyi olmaz… Dayısıyla yengesi pek huysuz insanlardır. Kız oğlan kızın resmini namahrem erkeklere götürmüşsün diye başıma korkunç bir namus meselesi çıkarırlar. Sonra büyük bir derde uğrarım.
REFİ EFENDİ: (mahzun) Sizi böyle bir tehlikede bırakmak istemem. Pek büyük bir kederle bu mazeretinizi kabul ediyorum.
Bir zaman susma
SELİME: Ne konuştular? Neye karar verdiler? Anlayabildin mi?
AYŞE KADIN: Duyurmamak için pek yavaş, âdeta fısıl fısıl konuşuyorlar. Galiba her şey olup bitti. Kılavuz karı işi pişirdi… Kurtardı…
ANİKA: Acaba kız evinden damadın fotografisini görmek istemeyecekler mi? Bir fotoğrafçı bulsam da efendinin başında takke ile döşekteki hâlini çektirsem… Bu resimlerden bir tanesini kız evine gönderir, ötekilerini de yadigâr olarak saklamak için aramızda bölüşürdük. Çünkü efendiyi artık elimizden kaçırıyoruz.
SELİME: Süphanallah Rabb’imin hikmetine payan yoktur! Biz efendiyi ölecek zannederken bakınız o şimdi evleniyor.
AYŞE KADIN: Efendiyi elimizden alıyorlar. Biz buna bir çare aramayıp da böyle kaz gibi duracak mıyız? Bu işin pot yerleri çok olmalı, efendiye çakmak istedikleri kadın kim bilir ne kumaştır? Bu işi bozmak için iki tarafın da fenalıklarını meydana çıkarmaya uğraşalım.
K. KADIN: Müsaade buyurursanız artık gideyim. Son bir emriniz?
REFİ EFENDİ: (büyük bir keder ile) Son sözümü iki güne kadar size bildiririm.
K. KADIN: Emrinizi beklerim (kendi kendine) Bu iş oldu bitti… İhtiyarın her tarafı sapır sapır titriyor, resim âdeta büyü gibi tesir etti. (aşikâr) Hüdaya emanet olunuz.
Odadan çıkar

Dokuzuncu Sahne
KILAVUZ KADIN, AYŞE KADIN, SELİME, ANİKA
K. KADIN: (kendi kendine) A, bu karıların üçü de kapının önünde bizi dinliyorlarmış!
AYŞE KADIN: (kılavuza doğru ilerleyerek) Baksanıza hanım, bizim efendiyi evlendiriyorsunuz galiba?..
K. KADIN: Kendisi evlenmek istiyor da beni çağırtmış.
AYŞE KADIN: Kendisi istiyor, siz yapıyorsunuz… Her ne ise işte böyle bir şey oluyor. Fakat her şeyin bir yolu erkânı, şartı şurtu vardır.
K. KADIN: Evlenmenin yolu erkânı ne imiş? Siz evlenme teşrifatçısı mısınız?
AYŞE KADIN: Siz bu efendiyi tanıyor musunuz?
K. KADIN: Hayır, bugün gördüm.
AYŞE KADIN: Böyle evlenme meselesinde kızın da erkeğin de hâl ve şanını yedi komşudan sorarlar. İslamlıkta, memleketimizde âdet budur. Bu efendinin gizli, aşikâre, içten içe her hâlini komşulardan çok biz biliriz. Bu derdi çekilmez ihtiyara verip de hangi bigünah kızcağızın başını ateşlere yakacaksın?.. Hanım, Allah’tan kork! Bu dünyanın üstü varsa altı da vardır.
ANİKA: A, doğrusu huysuzluğu çekilmez.
SELİME: Borç boğaza çıkmış…
ANİKA: Sabahlara kadar öksürük, tıksırık…
AYŞE KADIN: Zavallı taze… Buraya tükrük hokkası mı dökmeye gelecek?
SELİME: Söylemesi ayıptır hanım, aptes ördeği karyolanın altında, havruzu da kapının arkasında durur. Kaç kere ayağımız takıldı da devrildi.
AYŞE KADIN: Geceleri odanın içi o kadar ağır kokar ki insan iki gece beraber kalsa bu ihtiyar kokusundan mutlak verem olur gider.
SELİME: Hanım bizi kötü kötü söyletmeyiniz, gençliğinde uğradığı erkekçe hastalıkların izleri hâlâ sürüp gidiyor. Kirli çamaşırları muşambaya döner. El sürülmez, inanmazsanız göstereyim.
ANİKA: Ya o uykudaki horultusu? Sanki sığır boğazlıyorlar zannedersiniz.
SELİME: Başında gece külahıyla bostan korkuluğu gibi bir hâl alır. Ara sıra nerede olduğumu şaşırarak yanına “Destur tu… Tu…” diye okur üfler de öyle girerim.
AYŞE KADIN: İşte bugün bir parça gördünüz ya, ara sıra öyle siniri tutar ki eline ne geçerse insanın kafasına fırlatır.
ANİKA: Ya çorapları, mendilleri ele alınmaz… Öf! Aman öf!..
SELİME: Öksürürken bazı donuna kaçırır… Sıska mıdır nedir? Gece yarısı kalkar, üç dört kaşık yemek yedikten sonra yine yatar…
AYŞE KADIN: Ya kızdığı vakit savurduğu küfürler… İnsanda ne din bırakır ne iman…
ANİKA: Ya hasisliği, şu eve geldik geleli bin bela ile aldığımız aylıklardan başka on para bir hediyesine, mürüvvetine nail olduğumuzu bilmiyoruz.
SELİME: Kira arabalarından geldi diye ikide bir de böceklenir… Sürürler, civalar paklayıncaya kadar neler çekeriz.
AYŞE KADIN: Tuzlu balgam çeker… Tekmil vücudu çiçek hastalığından yeni kalkmış çocuklar gibi pul pul, kabuk kabuktur.
K. KADIN: (iki elini havaya kaldırarak) Mademki efendiniz bu kadar akar kokar, bitli, uyuz adam imiş de burada ne duruyorsunuz? İstanbul’da başka kapı kalmadı mı? Sizi bu eve bağlayan ne?
ÜÇÜ BİRDEN: Ne yapalım, fıkaralık belası, geçinme dünyası bu… Aylığımızı biraz fazla veriyor da onun için burayı bırakamıyoruz…
K. KADIN: Zavallı adamın hem ekmeğini yiyip hem de kendisini bu kadar yermek insanlığa yaraşır mı?
AYŞE KADIN: Biz kimseyi yermiyoruz. Allah için doğru söylüyoruz. Bu ihtiyarın ne mal olduğunu anlamadan, dinlemeden, birkaç lira kılavuzluk ücreti için el âlemin kızlarının canlarını yakmak da sana yakışır mı hanım?
K. KADIN: Benim kimseden akıl öğrenmeye ihtiyacım yoktur. Ben yapacağımı bilirim.
SELİME: Öyle ya! O kadını bizim efendiye çakmak için kim bilir sana ne vadettiler? Bizim pinpona da ne okudun üfledin?.. Herifçeğiz alacağı kadına kulaktan âşık oldu… Ondan da sızdıracaksın. Senin maksadın iki tarafı da soymak… Ötesi nene lazım senin…
K. KADIN: Aman, aman! Ne dedikoducu şeyler!.. Rabb’im esirgesin. İhtiyarı bunların elinden kurtarırsam büyük bir sevap işlemiş olacağım.
Kapıdan çıkar. Hizmetçilerin üçü de kadının peşinden çıkarlar

Onuncu Sahne
REFİ EFENDİ, YALNIZ
REFİ EFENDİ: (mendil ile alnının terini silerek) Sanki kılavuz kadın benliğimden, vücudumdan bir şey kopararak o elindeki resimle beraber çantaya koydu, birlikte götürdü. Benim için öyle bir hayat hazinesi ele geçmiş iken ne için geri verdim? Önüme sonsuz bir saadet ufku, bir emel fezası açıldı. Ben niçin genç değilim? Ben yaşta bulunanlara böyle emeller, böyle aşk hayalleri ile el ele haz içinde dolaşmak yasak mıdır? Yüzüme bu ihtiyarlık çizgilerini çizen kudret eli gönlümdeki sevgi istidadını, bu ateş mayasını niçin söndürmüyor? Bu büyük bir zulüm değil midir? Gönül de yüz ile beraber niçin kocamıyor? Nezihe’m, o doyulmaz tatlılığı, o dayanılmaz çekiciliğiyle dünyaya gelmiş… İşte bakınız, kendini bana gösteriyor, ben almakta düşünüyorum. Nezihe’m benim olmazsa kimin olacak? Başkalarının mı? (öksürür, durur) Bunu hayalime getirmek bile tüylerimi ürpertiyor. Ah ihtiyar sevgisi ne kadar hodbinane oluyor imiş!..

On Birinci Sahne
AYŞE KADIN, SELİME, ANİKA, REFİ EFENDİ
SELİME, AYŞE KADIN, ANİKA: (üçü birden odaya hücum ederek) Efendi, müjde! Müjde! Müjde!
REFİ EFENDİ: Ne var? Ne oldu? Kadın resmi geri mi getirdi?
AYŞE KADIN: (ötekilerin kulaklarına) Hâlâ resim sayıklıyor. (efendiye bir zarf uzatarak) Kerimenizden mektup geldi.
REFİ EFENDİ: Ah hayırsız kız… Böyle aylardan sonra mektup mu gönderilir? En çok şefkat ve sevgiye muhtaç olduğu bir zamanda babanı niçin bu kadar uzun zaman gönlünden çıkarıyorsun? Âdeta bütün bütün unutuyorsun? (mektubu süzerek) Damadım memuriyetten azlolunmuş. Bir aya kadar İstanbul’a geliyormuş. Oh, oh, kızımı yakında dünya gözüyle göreceğim, ne saadet! (gözlerini yere dikip biraz düşündükten sonra) Fakat Nezihe’yi, onu göremeyecek miyim? Kızım İstanbul’a geldikten sonra benim için evlenmek pek münasebetsiz olur. Bin türlü engel çıkarırlar. Bu işteki kararımı çabuk vermeliyim… Bu işi uzatırsam Nezihe’yi başkalarına kaptırmak tehlikesi var. Bu genç kadının asıl ismi ne olursa olsun ben ona “Nezihe” adını verdim. Evet, çabucak işi bitirmeliyim. (Ağır ağır kalkar.) Gençlikte insan her yoksulluktan çabuk bir teselli bulur. Fakat bu yaşta istediğim bir şeyi elde edemezsem bunun kederinin büyük olacağını anlıyorum. Çünkü bize lezzet veren, sefa, teselli olabilecek şeyler azalıyor, âdeta sıfıra, hiçe iniyor. Kendi kendine çıkan bu büyük fırsattan, bu saadet nefsimi niçin mahrum edeyim? İhtiyarlığın ilacı genç kadın demiyorlar mı? İşte Nezihe… Ben zamanın alçaltmalarına, saldırmalarına uğradım, yıprandım ama o… Bir yaradılış mucizesiyle genç kalmış… Bu gençlik ikimizin mesut olmasına da yeter. Öyle hissediyorum. Bir dakika geçirmeden bu işi bitirmeliyim. Kızım İstanbul’a gelince her şey olup bitmiş bulsun. (Ayşe Kadın’a) Ayşe koş, Halil’e söyle, şimdi buradan çıkan kadının arkasından yetişsin, geri çevirip bana getirsin.
AYŞE KADIN: O kadın buradan çıkalı hayli oldu. Nerede bulsun efendim?
REFİ EFENDİ: (öfkeli) Lakırtı ebeliği lazım değil! Sana koş diyorum!
Hizmetçilerin üçü de çıkar
REFİ EFENDİ: (yalnız) Nedendir acaba? Her isteğe karşı seksen engel çıkıyor. Şu evde işleri dediğimi yapmaktan başka bir şey olmayan şu karılar bile başıma birer kâhya kesiliyorlar. (bir zaman sessizlik)

On İkinci Sahne
AYŞE KADIN, REFİ EFENDİ
AYŞE KADIN: Halil koştu fakat kadını bulamamış, hiçbir tarafta yokmuş…
REFİ EFENDİ: İlahi, hepiniz birden yok olunuz inşallah! Ne vakit aradı?.. Daha üç dakika bile olmadı.
AYŞE KADIN: (kendi kendine) Bu hakaretlere dayanmalı, zararı yok. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer.” derler.
Perde iner

İKİNCİ PERDE

Bir bostan. Arka tarafta çıngıraklı bir kapı. Sağda bir bostan dolabı. Büyük bir dut ağacının altında kuyuya yakın bir tahta kanepe, birkaç kahveci iskemlesi. Perde kalkmasının arkasından bostan kapısı itilir. Çıngır çıngır çıngırak öter. Bir köpek havlar. Etrafına çekingen bakışlar fırlatarak heyecan içinde Nuri Bey içeri girer

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/hazan-bulbulu-69429175/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Hazan Bülbülü Hüseyin Rahmi Gürpınar
Hazan Bülbülü

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Şahendeciğim, gönlümü bugün sana tamamıyla açmak ihtiyacındayım. Ben bu dünyada çok şey görmüş, muhabbet tufanları içinde bocalamış, çok tecrübeler geçirmiş bir yaşlı adamım, işte itiraf ediyorum. Aramızdaki yaş farkını düşünmeyerek sevda hodbinliği ile sevgini dileniyorum. Sen bu lütfunla beni gençleştirecek, yaşatacak, bahtiyar edeceksin. Yılların yükü beni öldürmüştü, sen diriltiyorsun. Canlandırmak kuvveti Allah’a mahsustur fakat sen güzelliğinin harikası, gençliğinin feyziyle bu mucizeyi gösterdin. Şimdi benim yerime ayaklarına kapanan yirmi yaşında ateşli bir genç, taze bir âşık olsaydı, onun yalvarmalarında, öpüşlerinde bu minnetli sözlere karşı zafer kazanmış bir hak isteme görülecekti. Sana sahip olmakla sevgisinin şiddeti hafifleyecekti. Ben ise sana her dokunuşumda daha ziyade alevleniyorum. Bu aşkına düşkün kimseyi biraz da sen sev. Bir dost diye sev, koca diye sev, bir baba diye sev… Sev de nasıl seversen sev…" Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв