Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar

Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar
Ahmet Mithat Efendi
Alexander Dumas’ın ünlü romanı "Monte Kristo Kontu"nun Türkiye’deki ilk basımı, Türk okuyucusu tarafından büyük rağbet görür. Bunun üzerine Ahmet Mithat, bu romanı örnek alarak Hasan Mellah’ı yayımlamaya başlar. Hasan Mellah da büyük bir ilgiyle karşılanır. Öyle ki eser tamamlandığında roman kahramanlarının akıbetini merak eden okuyucuların ısrarları üzere Ahmet Mithat romanına bir ek yazar. Ahmet Mithat’ın ilk romanı olma özelliğini taşıyan bu eser ilk olarak korsanların elinde esir olarak karşımıza çıkan Hasan Mellah’ın türlü ölümlerden kurtuluş maceralarına yer veriyor. "Allah bize bu çocukları niçin veriyor biliyor musun? Ömrümüzün geçmekte ve ölümün yaklaşmakta olduğunu bize ispat için veriyor. Eğer bize kalacak olursa biz gençliğimizin geçtiğine, kart ve ihtiyar olduğumuza ve gebermek zamanı yaklaştığına mutlaka inanamayacağız. Lakin boyumuzla beraber evladımız yetiştikçe evvela kendimizi çocukluktan koparıp o saadeti evladımıza mecburen terk ediyoruz. Sonra onları genç ve civan olmuş görünce ister istemez kartlığımızı teslim edeceğiz. Nihayet onları kart görünce kendimizi ihtiyar bularak, onların ihtiyarlığını düşününce bizim için mezardan başka bir yer kalmadığını müşahede edeceğiz. Ama diyeceksin ki a devletlu, böyle doğurtup, yaşatıp, büyütüp de sonra gebertmekte ne mana vardır. Hazır bir kere yarattıktan sonra devam edip gitsene! İşte dindar olan böyle dememelidir. Çünkü bu söz bizim bencilliğimizden kaynaklanıyor. Çocukluktan al da en ihtiyarlığa ve torunluktan al da en ağa babalığa varıncaya kadar insanın her çağı, ayrı birer saadettir. Bu saadete herkes nail olmak ister."

Ahmet Mithat Efendi
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

ÖN SÖZ
Memleketimizde, bir, iki, üç seneden beri yeni yayınlarda görülmekte olan gelişmelerin teşekkür edilecek bir dereceye varmış olduğunu herkes teslim ediyor.
Gerçi şimdiye kadar meydana konulan eserlerin ufak tefek şeyler oldukları itiraf edilebilir. Ancak gelişme için en emniyetli yol aranırsa işi böyle küçükten başlatıp onu duruma ve işin müsaade ettiği derecede büyültmek yolu meydana çıkmaz mı?
Bundan başka meydana konulan işler gerçi henüz ufak tefek şeylerden sayılırsa da yayınlar bakımından gelişme zamanımız demek olan üç sene zarfında Osmanlı zihin kudretinin kazandığı genişlik yalnız şimdiye kadar görülen semereleri nispetinde değildir. İşte ben millî zihin kudretimizin bugünkü genişliğinden bir numunecik olabilmek üzere şu “Hasan Mellah” yahut “Sır İçinde Esrar” başlıklı hikâyeyi kaleme aldım ve meydana koydum. Tercüme değildir, taklit dahi değildir. Tasvir ve telif ise de gönlüm beni her şeyde iktidarımın üstüne çıkmaya zorladığı ve götürdüğü gibi bu hikâyede dahi “Monte Kristo” hikâyesinin bir benzerini yazmaya kadar götürdü.
Ama eserim Alexandre Dumas’nın eserine nispetle binde bir derecesini de bulamayacakmış. Varsın bulamasın. Üç yüz seneden beri edebiyat ve felsefeyle uğraşan bir milletin, üç bini geçen kalem erbabı arasında sivrilmiş bir yazar ile üç seneden beri edebiyat ve felsefeye zihin yormaya başlamış olan bir milletin henüz otuza varamayan kalem erbabı arasında gayretten başka bir şöhreti olmayan bir yazarın arasındaki farkı hesaba katarsak gönlümün bu zorlamasından dolayı ayıplanamayacağım inancındayım.
Velev ki ayıplanayım… Velev ki bu yolda edebiyat ve felsefe âlemindeki mevcudiyetimi mahvetmiş olayım. Ne zararı var? Gelişme denilen şey, ileride bulunanları gördükçe onların vardıkları yere can atmakla hasıl olur. İstenilen yere varılabilirse ne güzel; varılamazsa da bari maksada erişme yolunda yok olunmuş olur.
Ancak bende başka bir inanç daha var ki böyle bir korkuyu da gözlerimin önünden kaldırıyor. Şöyle ki: Bundan üç sene önce, ortada hiçbir şey yokken, sırf ortaya çıkıvermemin göze aldırılıvermiş olması sayesinde değil midir ki bugün haftada, iyi kötü, dört beş eser okuyuculara sunulacak kadar ilerleme oldu? Şimdi dahi edebiyat ve felsefe yolunda, velev ki sıçrama biçiminde olsun, bir büyücek adım daha atıvermekle yine şu üç senelik gelişme derecesindeki bir ilerlemeye daha ulaşabilmek imkânsız bir şey değildir. Öyle ise bu adımı niçin atmayalım?
Sözün kısası, bu eserde gösterdiğim cesareti, haddimi bilmemeye yoran olursa ileride bu işi göze alışımın sırf bir gayretten, bir cesaretten, bir fedakârlıktan ibaret olduğunu görerek mahcup kalacağını kendisine şimdiden arz ederim.
Bazı yazarlarımızın lisanında modalaşmış olduğu gibi ben eserimi “herkesin nazarına sunulmaya layık bir şey değil ise de halkın hataları örtücü insaniyetine dayanarak” da sunmuyorum. Bilakis eserimde görülecek kusur ve noksan meydana konulmalı ki hem ben hatalarımı düzeltip noksanlarımı tamamlayayım hem de bu yolda hevesli olanların istifadeleri katmerleşsin.
Sözü bitirmeden önce şunu da söyleyeyim ki bu hikâye, sırf hayal nevinden de değildir. İçindeki isimlerden bazılarının tarihte o kadar büyük yerleri vardır ki yalnız onların maceralarını doğrudan doğruya kaleme almak büyük bir romanı oluşturur.
İşte sözüm burada bitti. Sözü daha da uzatıp vakit kaybetmeyerek hemen hikâyeye başlamayı gerekli gördüm.

    Ahmet Mithat

BİRİNCİ KİTAP

Birinci Bölüm
Marsilya’dan kalkıp Fas devletinin birinci iskelesi bulunan Tanca’ya yanaşmak için Sebte Boğazı’na doğru yol veren bir gemi, Akdeniz’in Minorka, Mayorka ve Petit Eugenie adalarını geçince karşısında Palos Burnu’nu görür. Adı geçen burnun güney cihetinde ve iç tarafında bulunan koy üzerinde, Cartagena kasabası görülür.
İşte bu Cartagena kasabasının nüfusu otuz bine varmaz küçük bir yer ise de İspanya ülkesinin Akdeniz kıyılarınca birinci derecede sayılacak bir limanına sahip olması cihetiyle, ticareti pek fevkaladedir. Bunun içindir ki İspanya milletinin Akdeniz’de dolaşan tüccar gemileri sahiplerinden çoğu, adı geçen kasabada oturur ve Akdeniz’in sularını iyi bilen İspanyol kaptanları dahi kış mevsimini ve başka boş vakitlerini orada geçirirler ki şu hâle göre adı geçen kasaba zengin yatağı bir yer sayılır.
Adı geçen kasabanın mevkice güzelliğinin, bağ ve bahçelerinin, akarsularının ve her biri bir zevk sahibi tarafından yapılmış olan güzel binalarının, ne kadar kısa olursa olsun, tarifine girişecek olsak herhâlde birçok sayfaları bunların tarifleriyle doldurmak lazım gelir.
1790 senesine doğru Cartagena’da Alfons isminde bir adam türedi ki zenginlikte zamanının gerçekten bir tanesi idi.
Bu adam, Cartagena’nın yerlisidir. Lakin kendisi Cezayir, Mısır ve Osmanlı memleketi taraflarını uzun süre dolaşmış olduğundan Cartagena’lılar onu “Şarklı” diye anarlardı. Rivayete göre fevkalade sayılmaya değer servetini dahi doğu taraflarında seyahatle yaptığı alışverişlerle kazanmış imiş.
Konağı Cartagena kasabasının alt tarafında, yani güneybatı cihetinde, denize batii ve tam nezareti olan bir bayırın üzerinde idi ki konağın etrafını çeviren bahçenin bakımı ve süslenişi, oraca atasözü hükmünde idi.
Gerçi konak o kadar büyük bir şey olmayıp nihayet sekiz on parça oda ve salondan ibaret idiyse de bahsi geçen kasabanın ekser ahalisi gibi Alfons dahi gözü binaya meraklı bir adam olduğu cihetle mimarı Cezayir’den getirerek binasını Arap tarzı güzel bir biçimde yaptırmıştı.
Binanın iç süslemelerini tarif edebilmek için her oyma ve nakşını, her sütun ve kemerini, mimarlık fenninin bir kaidesine uygulayarak uğraşmak lazım olup bu işin ziyadesiyle uzunluğu bir tarafa, burada o kadar ehemmiyeti dahi olmaması cihetiyle bundan vazgeçmek icap etti.
Yalnız iç taksimatı hakkında şu kadarcık malumat verelim ki konak bir zemin katıyla onun üzerinde de bir kat olarak bina kılınmış olup zemin katına kapıdan girildiği zaman sağ ve sol taraflarda birer odaya tesadüf edilir. Ve karşı tarafta üst kata çıkan çifte merdivenle bunlar arasında bir kapı görülür ki bu kapı öbür tarafta bulunan mutfak dairesine ve hizmetçi odalarına çıkar. Üst katta binanın her köşesinde birer muntazam oda vardır. Bu hâlde iki oda arasında olmak üzere kare şeklinde dört parça yer kalıp bunlardan birisinin içinde merdiven işgal etmiş ve merdivenin karşısında olan dahi sofaya katılıp bu hâlde sofa dikdörtgen şekline girmiş. Ve iki yanlarda kalan parçaların dahi önleri cam ile örtülmüş ve içleri döşenmişti ki onlar dahi ayrıca birer oda süsü verirdi.
Yukarıda zikri geçen merdivenden başka konağın merdiveni olmayıp fakat alt kata girildiği zaman sağda ve solda görülen odaların içinden bunların üzerlerinde bulunan odalara birer gizli merdivencik çıkardı.
İşte konağın iç taksimatı şundan ibaret olup bütünü ile bu bina, bahçenin tam orta yerinde bulunurdu ki ahır dairesi ve uşak vesaire odaları dahi dışarıda idiler.
Alfons’un serveti, yukarıda söylenilen konaktan ve denizde gezip dolaşan on beş yirmi gemiden başka, nakit olarak da yüz bin taler[1 - Taler: Venedik altını (e.n.) 8] derecesinde olup bu kadar servete karşılık aile halkı denilebilecek kalabalığı ise kendisinden ve bir de kızı Cuzella’dan ibaretti. Lakin karada oturmak sebebiyle dairesinde seyis, uşak ve bahçıvan on on beş kişi kadar adam bulunduğu gibi konağın içinde dahi bir aşçı ve bir sofracı ile birisi kendisinin, diğeri de kızının olmak üzere iki kız hizmetkârı dahi vardı.
Bizim hikâyesine başladığımız vakitte Cuzella tam on altı yaşında idi.
Bu kızın Avrupa ve Asya’nın her taraflarındaki dilberlerinde dahi bulunabilen uzunca boy, gayet latif endam ve beyazca teninden başka iri ve siyah gözleri, enli ve gür samur kaşları, biraz çekme burun, ortaca ağız ve her yüreğe mutlaka tesir eden bir güzellik cazibesi, hemen yalnız İspanyol kızlarına mahsus olan meziyetlerden sayılıp bu meziyetlere nail olmak hususunda Cuzella akranına nispeten birkaç derece üstündü.
Yaratılışında sadeliğe ziyadesiyle meyil ve düşkünlük vardı.
Bunun için yaz mevsimlerinde çoğu zaman açık mavi ve kış mevsimlerinde de genellikle siyah renkli fistanı üzerine renk ve süs olarak hiçbir şey ilave etmeyip koyu kumral ve gür saçlarını dahi kuru kuruya taradıktan sonra, fistanı renginde bir kurdele ile orta yerinden boğarak arka tarafına tel tel sallandırıvermek daimî bir hâli idi.
Bir dereceye kadar İtalyanlarda ve hemen bütün İspanyol kızlarında bulunan titrek ve gevrek bir sesin en tatlısına Cuzella sahip olduğundan lakırtısını kim işitse sesinin letafetine doyamazdı. Hâlbuki Cuzella’da nutuk ve hitap için pek büyük bir istidat olmadığı gibi okumak suretiyle fikrine dahi genişlik vermiş olmakla söz söylediği zaman, meram etse karşısındaki muhatabı kendinden geçirmek dahi elinde idi.
Cuzella için “okuyarak ve bilgisini arttırarak fikrine genişlik vermiş” dedik. Onun öğrendiklerinin derecesini yalnız bu iki lakırtı ile tarif edebilmiş olacak mıyız?
Bu kız, yaratılıştan pek zeki olmakla beraber daha kendisi beş altı yaşında iken annesi, babası elinde kazaya uğrayıp yetim kalmış ve bunun için o zamandan itibaren talim ve terbiyesi iki rahibeye havale edilmişti.
Bu rahibelerden Sipros namında olan birisi Katolik olmakla beraber İngiliz lisanına aşina ve her şeye meraklı bulunduğundan birçok Protestan kitapları ve birtakım da filozof eserlerini okumasıyla fikir hürriyetini ve inanç genişliğini bile Cuzella’ya layığıyla anlatmıştı.
Rahibe Sipros’un ne kıratta bir kadın olduğunu nazarımızda tayin edebilmek için macerasının sonunu duysak kâfidir.
Biçare kadıncağız, tabiat kitabının hangi yaprağı açılsa dünyadaki düzenin sürüp gitmesi bütün canlıların cinsî temasına bağlı olduğuna dair bin delil görüldüğü hâlde, rahip ve rahibelerin evlenmekten menedilmesine hiçbir mana verememişti. Kendisi ise her kanunu aslında tabiatın koyduğu ve bundan sonra başka kanunların bu esas üzerinde konulduğu fikrinde olmakla gönlünü politikacılardan bir adamı sevmekten bir türlü alıkoyamadı. Sevdiği adam da doğrusu sevilecek bir adamdı. İkisi arasında evlenme kararlaşıp Sipros da bir kolayını bularak rahibeliğinden yakayı kurtaracağı zaman, sevdiği adamcağızın ansızın hükûmet tarafından yakalanıp kurşuna dizilmesi üzerine kız da verem olarak, öğrencisi Cuzella’yı arkadaşı Marie’ye ve dünyanın varını yoğunu dahi yine dünyada kalanlara terk ederek ahirete göçmüştür.
Şimdi rahibe iken bilgi yolu ile bu derecede bir fikir hürriyetine sahip bulunan bir öğretmenin yetiştirdiği bir kızın ne kadar fikir serbestiliğine sahip olacağı düşünülürse Cuzella’nın mahiyeti bir kat daha anlaşılır.
İkinci öğretmeni olan Marie ise kendi dili olan İspanyol dilinden başka, Fransız, Latin ve Yunan dillerini dahi pek iyi bilir; her ilmin âlimi, her fennin mahiri, ellisini geçmiş bir kadın olmakla, Cuzella’nın tahsilinde çok gayret edip hâlâ da haftada iki defa gelir, dersini verirdi.
İşte Cuzella bu iki mürebbiyenin terbiyesinde yetişti. Kendi lisanının pek mahir bir yazarı ve hatta orta derecede bir şairi olduktan fazla Fransızcayı dahi kusursuz tahsil etmişti. Gerçi ilimlerin henüz ilk bilgilerini görmüştü.
Ancak kendisine ilimlerin ilk bilgilerinden başka bir şeyin lüzumu olmayıp asıl merak ettiği dinler biliminde ve felsefede ise lazım olan derecenin bile üstüne çıkmıştı. İşte Cuzella’nın öğrenimi ve bilgisi bu derecede olup güzel söz söylemekte anadan doğma olan istidadını böyle bir tahsil ile daha da genişletmişti.
Kız, babasının dünyada tek evladı olmasından başka, kendi soy adının da yegâne sahibi ve bunca servetin de tek vârisi idi. Velhasıl Alfons’un dünyada ikinci yarısı olduğundan bildiği gibi yaşamasına kimse müdahale edemezdi. Limanda iki direkli gayet zarif iki çektiri, karada birkaç araba ve atlar kızın emrine hazır olup yaz mevsiminde mehtaplı gecelerde genellikle pederi ile beraber denize çıkar ve bazı kere civar adalardan birisine kadar seyahat ederdi. Şu kadar var ki böyle büyük seyahatlerden birisine çıkarken çektiride bulunan muhafızlardan başka konaktan dahi birkaç silahlı uşak onunla birlikte bulunurlardı.
Cuzella’nın kütüphanesinde en büyük filozofların eserlerinden al da eğlenceli kitaplara kadar her nevi kitap ve risalelerden bin beş yüz parça kadar şey mevcut olup bunlardan başka özel müzesindeki tuhaf ve az görülür şeyler de pek çok müzelerde bulunur şeylerden değildi.
Kendisi, kapıdan girildiği zaman zemin katındaki sağ tarafa isabet eden odada ikamet ederek onun üzerinde bulunan ve gizli bir merdivenle çıkılan oda dahi Cuzella’nın odasından sayılırdı. Hoş, bütün konak kendinindi ya! Lakin bu iki oda daimî ikametgâhı gibi sayılırdı. Kapıdan girince sol tarafta kalan oda ile onun üstündeki oda dahi babasının dairesi addolunurdu. Bunları kaydetmekten muradımız, kızın ikametgâhına kendi izni olmadığı hâlde ne babasının ve ne de başka bir kimsenin giremediğini haber vermektir.
Kütüphane ve müze ile karada ve denizde gezip dolaşmak ve hele bir bitki müzesi denilmeye layık olan koca bir bahçe varken Cuzella’nın hiçbir şeyden canının sıkılmaması gerekir. Zaten canının sıkılmasını gerektirecek kadar yaşını başını almış değildi ya… Hem dış görünüşüne bakılırsa yukarıda söylenen eğlenceler ile kendisini ziyadece meşgul ediyordu. Ancak beş altı aydan beri kızda bir nevi iç sıkıntısı eserleri görülüyor ve eline her neyi alsa kendisini eğlendiremediği ve mümkün mertebe kitap okumakla vakit geçirebildiği müşahede ediliyordu. Fakat kızın bu hâline tabii önceleri dikkat olunamadı. Ta yemekten yemeğe odasından çıkıp geri kalan vaktinde elinden kitabı düşürmeyecek ve hatta bazı kere sofraya dahi kitapla beraber gelecek dereceye vardıktan sonra babası, “Kızım, okumak ile niçin bu kadar kendini yormaktasın? Biraz da gezip yürüsen ya?” deyip de kızdan pek yavan cevaplar aldığı ve âdeta okumaktan başka hiçbir şeyin elemlerini dağıtamayacağını Cuzella sezdirdiği zaman pederi kendisini sürekli bir dikkat altına almaya mecburiyet gördü.
İşbu elemlerin sebebi henüz kimseye malum olmadığı hâlde biz burada, o hususa dair biraz malumat verebiliriz. Şöyle ki:
Kızın hâline durgunluk gelmezden altı ay önce, yine İspanya’nın Cadiz şehrinden hava değişimi için Pavlos adında bir delikanlı Cartagena’ya gelmişti. Rivayete göre bu delikanlı, Cadiz şehrinin en büyük tüccarlarından imiş. Biz de “rivayete göre” diye işi pek hafif tuttuk. Pavlos denilen, âdeta Akdeniz kıyılarının hemen her tarafında meşhur bir isimdi.
Her neyse, işin bu cihetince olan gerçekler sonradan meydana çıkacak şeydir. Sinyor Pavlos, Cartagena’ya geldiği zaman bizim Alfons’un konağı civarında bir bağ tutup oturduğu münasebetiyle Alfons’la dost olur. Fakat öyle olur olmaz dost olmuş değil. Evvela Pavlos’un gerek babadan kalma ve gerek ticaret kazancı olmak üzere elinde bulunduğunu haber verdiği üç yüz bin taler kadar servet, sonradan mal sahibi olmak hasebiyle, ne kadar olsa biraz açgözlüce bulunan Alfons’u şaşırtır. İkincisi, Pavlos’un henüz delikanlılığıyla beraber gösterdiği büyük fazilet ve irfanı Alfons’u hayrete düşürür. Üçüncüsü, Pavlos, Alfons’a o kadar saygı, o derecede yakınlık gösterir ki âdeta kızı Cuzella’ya en layık kocanın kendisi olduğu hakkında bir de vaat alır.
Alfons, bu durumu kızına açtığı zaman kız işe o kadar da ehemmiyet vermemişti. Sonra Pavlos, Alfons’tan aldığı müsaade üzerine kıza yaranmaya çalıştığı sırada, kız, babasının söylediği sözün ciddi olduğunu anlamışsa da her ne hâl ise Pavlos’tan hoşlaşamamıştı. Pavlos’a karşı iyi davranmasını lüzumlu gördüğünü babası bilhassa söyledikçe kız da o herife yüz vermemesini kendisi lüzumlu gördüğünü söylerdi. İhtimal ki Pavlos, çok zarif olan kızın kendisini sevmediğini ve sevemeyeceğini anlamış olsun. Lakin görünüşte böyle bir şey sezdiğine dair hiçbir ipucu olmayıp kıza daima iltifattan geri durmazdı.
Pavlos, Cartagena’da bir buçuk ay kadar ikametinden sonra kalkıp yine geldiği yere gittiği zaman Cuzella üzerinden bir dağ kalkmış kadar hafiflendiyse de Pavlos, güya bu muhabbeti soğutmamak için hemen her gelen gemi ile aşk mektupları yazmaktan geri durmazdı. Bu mektupları Alfons kendi eliyle kızına verir ve mektupların ifade tarzı ile Pavlos’un gösterdiği fazilet ve zarafete Alfons dahi hayran olur idiyse de kız mektup geldikçe delikanlı aleyhine bir kat daha nefret gösterirdi ki en sonraları biçareye gelen dalgınlığın işte sebebi bu hâl idi.
Evet, kızın dalgınlığına, sıkıntısına sebep bu idiyse de babası sebebin bu olduğunu bilmediği gibi hatta ihtimal ki bilmek dahi istemezdi. Kızının hâline dikkatle baktıkça “Cuzella, a kızım, sana ne oldu da niçin evvelki gibi çıkıp gezmezsin?” diye yeniden hâlini sorar ve Cuzella da babası hâlini hâlâ anlamamış ve anlamıyorsa anlatmanın da kendine ait olmadığını düşünerek Alfons’u susturacak hiçbir cevap vermeye lüzum görmezdi.
Nihayet bir gün Pavlos’tan yine bir mektup daha gelmiş olduğundan Alfons bir uşak ile mektubu kıza gönderdi. Kız mektubu alıp uşağı savdıktan sonra fırlattı, bir tarafa attı ise de herifin yine ne kozlar kırdığını anlamak için değil, belki ileride mukabeleye mecbur olacağı düşmanının politikasını şimdiden anlayarak babasına karşı da gereği gibi hareket etmek için yine okumaya karar verdi.
Pavlos’un mektubu şu şekilde idi:

Sevgisinin hayali ruhumun gıdası olan Cuzella Cenapları… Altı aydan beri, sevgim hususunda arz ettiklerime bir cevap lütuf buyurmamış olmaları, benim gibi sadık bir kulu çok üzecek hâllerden olduğu aşikâr ise de bendeniz, sizin yüce merhametinizin pek üstün olduğunu bildiğimden bununla teselli bulmaktayım. İnşallah bugün yarın hareket edecek bir gemi ile gelip ayaklarınıza yüz süreceğim. Hatta bu defa gerekirse pederinizin ayaklarına da kapanarak bir nişan kabul ettirip tarafınızdan dahi bir nişana kavuşmaya çalışacağım. Sevgi ve samimi bağlılıklarımla!..
Köleniz
Pavlos
Tarife gerek yoktur ki Cuzella’nın bu mektubu açıktan okuması icap etmez. Kâğıdın üzerine güzel gözlerinin latif nazarlarını çabuk çabuk gezdirdikten sonra kâğıdı dürdü, büktü, zaten içinde birçok kâğıt dolu bulunan kutu gibi bir şeyin içine attı.
Oturduğu yerden fırladı, kalktı. Bir müddetten beri kendisinde ikinci bir huy olmuş bulunan sıkıntısı yine baş gösterdiği cihetle kütüphanesine koşup bir kitap alarak ve odasına gelip bir köşeye kapanarak yine okumaya daldı gitti.
Fakat bakalım kalbi de bu okuduğu şeyi muhakeme ile mi meşguldü? Kesinlikle değildi. Sevmediği ve ne sebebe dayanarak sevmediğini de bilmediği bir adama ve özellikle babasının rıza ve hatta arzusuna karşı nasıl davranacağını düşünme işi herhâlde kalbinde mevcut bulunduğundan ihtimal ki okuduğu şeyin değerli yönlerine dahi layığıyla varamazdı.
Şurası dahi ehemmiyet verilecek bir şeydir ki Cuzella, babasına göre kendisinin bütün dünyaya bedel olacak kadar nazlı ve kıymetli olduğunu bilir idiyse de babalık hakkını ve babaya karşı gösterilecek itaati ve saygıyı da pekâlâ bildiğinden babası bir şeyi emreder ve emrinde ısrar edecek olursa artık kızcağız kendi arzusunu geriye alarak babasının emrini yerine getirmeye kendisini borçlu bilirdi.
İşte bir yandan Pavlos’a olan nefreti ve öbür yandan herifin Cartagena’ya geleceği havadisi ve o hususta babası ısrarda bulunursa Pavlos’un arzusu üzerine nişanlanmaya razı olmaya kadar göze aldırmak fedakârlığı ile birleşip kızın etrafını kuşatarak kendisini sıkıştırmaya başladıkları sırada hizmetkârı bulunan Angelino, yanına gelip babasının geldiğini ve kendisini istediğini haber verdi.
Cuzella: “Babam mı geldi?”
Angelino: “Evet efendim, sizi istiyor.”
Cuzella: “Yüzü nasıl, asık mı, yoksa neşeli mi?”
Angelino: “Yüzü pek gülüyor. Daha odasına girerken hemen sizi istedi. ‘Cuzella’ya söyle de biraz benim yanıma gelsin.’ dedi.”
Cuzella hizmetkârı sorguya çektikten sonra, “Mutlaka Pavlos işi için neşelidir. Böyle neşe yere batsın!” diye mırıldanarak hizmetkâra: “Haydi sen git, ben de geliyorum.” diye onu defettikten sonra, kendisi dahi hemen gidip gitmemek konusunda geçici bir tereddüt içinde kaldı.

İkinci Bölüm
Gerçekten Cuzella’nın tahmin ettiği gibi, babası Alfons’un o akşamki neşesi Pavlos tarafından gelen mektup üzerine idi. Zira Pavlos kıza yazdığı gibi bir mektup dahi kayınpederi olacak Alfons’a yazmış ve hatta Cuzella’nın mektubunun bir suretini bile eklemişti. Alfons, dört yüz bin taler sermayeli ve bu kadar dirayet ve malumatlı bir damada malik olmak sevinciyle hanesine gelip kızını davet ettikten hemen bir saat sonra kızı yanına gelerek o hâlde dahi biraz kaçıkça çehre ile gelmesi azıcık canını sıktıysa da bu hâlleri kızın öteden beri malum olan can sıkıntısına vermek varken rızası dışında bir evlenmeye zorlanacağı gibi bir şeye asla yormayarak güya o gün Pavlos’tan aldığı sevindirici ve güzel haberi kıza ilaç olarak çalmaya başladı.
Alfons: “Nasıl, yavuklun Pavlos’un mektubunu okudun mu?”
Cuzella: “Neden yavuklum olmuş?”
Alfons: “Evet, hakkın var. Gerçi daha olmadı. Ama işte bugün yarın gelip olacakmış. Ama ne kitabet ne alçak gönüllülük ne tevazu! ‘Gerekirse pederinizin ayaklarına kapanıp bir nişan takdimine ve sizin tarafınızdan da bir nişana kavuşmaya çalışacağım.’ diyor. Yani yavuklu olmak için ayaklarıma da kapanacakmış.”
Cuzella: (soğuk bir tavırla) “İsterse secde etsin!”
Alfons: (sırıtarak) “Yok yok! Köftehor. Gerçi kibir ve gurur da kızlar için bir meziyet sayılır ama bu derecesi değil. Pavlos gibi üç, dört yüz bin taler sermayeli, bu kadar şanlı, itibarlı, dirayetli, malumatlı bir adam gerekirse ayaklarıma kapanacak olduktan sonra… Hey kuzum hey!”
Cuzella: “Bu saydığınız şeylerden bana ne?”
Alfons: “Acayip, ya kime olacak? Demek oluyor ki Pavlos’un senin ayaklarına kapanacağından dolayı canın sıkıldı…”
Cuzella: “Estağfurullah…”
Alfons: (lakırtısının arasını kesmeyerek) “Darılma ayol, darılma. Pavlos seni o kadar seviyor ki senin de ayaklarına kapanmak değil, hatta secde bile eder. Lakin gerçek söylüyorum, bu kadar da taş yürekli olma. Yüreğin biraz merhametli olsun. Artık sana Pavlos da kendisini sevdiremezse başka kim sevdirir?”
Cuzella: “A babacığım, niçin böyle söylüyorsunuz? Ben henüz gelin olacak kız mıyım?”
Alfons: (sırıtarak, yılışarak) “Maşallah, maşallah, gelin olabilecek kızsın. Sen o Fransız âdetlerini kitaplarda okuduğun için böyle söylüyorsun. Ama işin içinde fark var. Oralar, kuzey memleketleri, soğuk yerler olduğu için on beş yaşında koca kızlar henüz çocuk sayılırlar ve gerçi çocukturlar. Lakin burada bizim Cartagena kasabasının havasına göre on beş yaşında bir kız tam gelinlik olur. Mısır’a filana gitsen on beş yaşındaki kızları kucaklarında bir de çocukla bulursun. Zira oralarda dokuz yaşındaki kızlar gelinlik olur. Bilmez miyim ya? A kızım, gezmediğim yer mi kaldı? Güneye doğru inildikçe kızlar daha tez yetişir. Hemen diyebilirim ki Hind’e gitsen dört yaşında kızların bile gelinlik olduğunu görürsün. Ama bu da pek mübalağa olacağı için söylemem.”
Cuzella: “İsterseniz onu da söyleyiniz. Âlem benim neme lazım. Ben kendime bakarım.”
Alfons: “Gerçi âlem sana lazım olmazsa bile sen âleme lazım olursun. Lazım olmamış olsan (sırıtarak) zavallı Pavlos bu kadar yanar tutuşur muydu? Herif bir nişan kabul ettirip bir de bizim tarafımızdan almak için icap ederse ayaklarıma da kapanacak. Pavlos gibi bir adam benim ayaklarıma kapansın?.. Dört yüz bin taler sermayeli bir adam!”
Cuzella: “Aman, Allah’ı severseniz bu lakırtıyı artık bırakınız. İşte yine içim sıkılıyor. Üstüme bir fenalık gelecek.”
Alfons: “Lakırtıya dikkat etmezsin ki! İşte o iç sıkıntısına bundan iyi ilaç mı olur? Özellikle bizim Sinyor Pavlos gibi üç dört yüz bin taler sermayeli, bu kadar büyük bir ticaret sahibi bu…”
Cuzella: (babasının sözünü keserek) “Söyler, söyler, hep sermayesini söylersiniz. İstemem efendim, ben kocaya varmayacağım.”
Alfons: “Anladım, anladım, bu fikirlerin de nereden geldiğini anladım. Seni rahibeler elinde terbiye ettirdiğime hata etmişim.”
Cuzella: “Rahibeler elinde…”
Alfons: (lakırtısını bırakmayarak) “Sana kocaya varmamak fikrini onlar vermişlerdir. Lakin sen onların fikrine bakarsan aldanır ve sonra pişman olursun. Hiçbir rahibe yoktur ki kocaya varmamak için söz vermiş olduğuna pişman olmasın. Bak, hangi rahibeyi istersen göster. Hazır ben de bekârım ya… Eğer bir kolayını bulup da bana varmaya razı etmezsem şu kara bıyıklarım insan bıyığı sayılmasın da kedi bıyığı sayılsın. A kızım, dünyayı ben senin kadar mı biliyorum ya? Senin vefat etmiş olan öğretmenin Sipros’u da görmedin mi? Hâlini işitip anlamadın mı? Nihayet sevgilisinin aşkıyla verem olup gitmedi mi? Şimdiki Marie de ihtiyar vallahi… Hey canım hey! Biz çok dünya gezdik, biliriz.”
Cuzella: “Elverir babacığım, elverir.”
Alfons: (sevinerek) “Evet, imana geldinse elbette elverir. Ben de bu kadar uzun lakırtıları seni yola getirmek için söylüyordum. Demek oluyor ki Pavlos gelip de (sırıtarak) şöylece elini uzattığı zaman artık elini çekmeyeceksin ha!”
Cuzella: “Anladım, siz beni de annemin yanına göndereceksiniz.”
Alfons: (yüzü değişerek) “Vay, bu lakırtı neden gerekti? Hâlâ Pavlos’a merhamet etmedin demek.”
Cuzella: “Ben Pavlos filan tanımam.”
Alfons: “Pekâlâ, tanımamış ol. Lakin benim seni annenin yanına göndereceğimi hangi sebebe dayanarak düşündün?”
Cuzella: “Ya bir saatten beri zehirlediğin elvermedi mi?”
Alfons: (yüzü bütün bütün değişerek) “Ha, bak kızım, mademki lakırtıyı sen açtın biraz da ondan bahsedelim. Ben anneni zehirlemedim ki seni de zehirleyim. Anneni koca bir namus yolunda kurban etmek lazım geldi de göğsüne bıçağı sokarak kurban ettim. Bir İspanyol’un elinden gelebilecek hizmet budur. Senin için bu hizmeti ancak kocan olacak zat ifa edebilir. Zira bilirsin ki dünyada her şaka makbuldür; yalnız ırz, namus hususunda laubalilik bile çekilemez. Kocaların elinde bu konuda büyük bir salahiyet vardır.”
Cuzella: “Ah, anneciğim keşke beni de beraber götürmüş olaydı!”
Alfons: “Hayır kızım hayır, çocukluk etme. Kendini sıkma. Mutlaka yüreğine kahır koymak için başka hiçbir şey bulamadın da annen mi kaldı? Sana işte babaca, hem gayet ciddi olarak söylüyorum ki Pavlos’u mahrum etmeyelim. Âdeta elden kaçırmayalım. Her zaman ele girer şey değildir kızım.”
Cuzella: (hususi bir tavırla) “Ben de size gayet ciddi olarak söylüyorum ki bu işte benim üzerime varmayacaksınız. Pavlos gelip de nişan işini teklif edecek olursa işi benim arzuma bırakacaksınız. Ben nişanlanacağım zamanı da bilirim gelin olacağım zamanı da.”
Cuzella bu son lakırtıları pek ciddi bir tavırla söyleyip de cevap beklediğini anlatır ve belki bu söze mutlaka kesin bir cevap vermesini kesin olarak ister bir yolda babasının yüzüne baktığı zaman Alfons’un bir aralık kızının bu dereceye kadar ileriye varmasına kızacağı geldi ise de henüz on beş yaşında bulunup altı aydan beri dahi kendisince bilinmeyen bir sebepten dolayı iç sıkıntısına uğramış olan kızının, hemen birdenbire üzerine varmanın ve onu evlenmeye zorlamanın uyamayacağını da hatırlayarak “Ben de mutlaka bu defa olsun diye ısrar etmiyorum a kızım. Evlilik her hâlde senin isteğinle olacaktır. Ne zaman istersen o zaman icabına bakarız. Lakin bu defa Pavlos’a o kadar soğuk bulunmamanı talep değil, rica ederim.” dedi ve kız dahi hazır babasını bu kadar yumuşatmış iken bütün bütün ret cevabı verip de kızmamasını düşünerek “Bu müsaadenize teşekkürler ederim. Her şey vaktiyle olur. Vakti gelince sizin teklifinizden evvel ben ricaya başlarım.” diye işi tatlıya bağlayıverdi.
Bu karşılıklı konuşma ve barışmadan sonra kız ile babası karşı karşıya oturup dereden tepeden bir miktar konuştular. Lakin sözün gelişi (saik-i kelam), sözleri sevk ede ede yine kızın annesinin ne şekilde ve ne sebeple öldüğüne kadar sevk etti.
Alfons, Cuzella’nın bu işe pek ziyade ehemmiyet verdiğini görünce belki kıza gelen yürek sıkıntısının annesinin ölümü meselesinden doğmuş bir şey olduğu düşüncesiyle bu konuda kızı tatmin etmek azmine düştü. Dedi ki:
Alfons: “Zannıma göre annenin ölüm sebebini pek merak ediyorsun.”
Cuzella: “Merak edilmeyecek bir şey midir?”
Alfons: “Pekâlâ kızım. Dünyada benim senden başka ne sırdaşım vardır ne de bir kimsem. Bu durumu sana hikâye etmezsem başka kime hikâye ederim? Ben ömrüm müddetince iki kimseyi sevdim. Birisi annendi, birisi sensin. Annen ile on on iki sene öyle bir yaşayış yaşadık ki bizi görenler yekvücut zannederlerdi. Annene bir keyifsizlik gelse ben de derhâl keyifsizlenirdim. Bende bir durgunluk olsa annen dahi derhâl neşesini kaybederdi. Ama bu hâller sahte değildi. Böyle yaratılmıştık. Hasılı, âlemde onun saadet sebebi bendim. Benim neşe sebebim oydu. Ah, o kadar saadetle yaşıyorduk ki benim küçük bir zevkim yolunda o hatta hayatını bile feda ederdi ve onun zerre kadar arzusu yolunda ben vücudumu mahvetmeyi göze aldırırdım. Şimdiki gibi zengin değildik. Lakin dünyada hiçbir şeye ihtiyacımız yoktu. Ben onun muhabbetine muhtaçtım, o da benim şevkime.”
Cuzella: “Ah, anneciğim!”
Alfons: “Ne yapayım ki gemiciydim. Eğer gemici olmamış olsaydım, annenin yanından ömrüm müddetince bir dakikacık ayrılmazdım. Ah hem de o hâlde sevgili anneni, sevgili zevcemi elden çıkarmazdım.”
Cuzella: “Nasıl oldu da…”
Alfons: “Söyleyeceğim ya! Her yaz nisan içinde denize çıkar, ağustos sonuna kadar Allah ne verdiyse kazanıp sonra dünya bir yere gelse mutlaka buraya dönerdim. O zaman sen henüz dünyada bile değil, niyette bile yoktun. Bir yaz yine denize çıktım. Cezayir’e yük bulup gittik. Gemiyi boşaltır boşaltmaz Mısır için navlun[2 - Navlun: Deniz ve nehir yolu ile taşınan eşya için, taşıma hizmeti karşılığında gemi şirketine ödenen ücret. (e.n.) 19] bulup yükleterek Mısır’a gittiğimizde mal sahibi malı çıkarmadan İstanbul’a götürmek için pazarlığa girişti.
Ben o zaman geminin yarısının sahibi ve ikinci kaptan idim, pazarlık uydu. Biz de ver elini Gelibolu Boğazı diye İstanbul’a vardık. Lakin böyle söylediğim kadar çabuk varmadık. Yaz vakti havalar durgun olduğundan bir buçuk ayda İstanbul’a ancak vardık. Bir de gittik ki Osmanlı Devleti’nin Rusya ile muharebesi var. Karadeniz için olan navlunlar hem ateş pahasına hem de mecburi gibi bir şey. Tersanede bizi de yakaladılar. Tuna Nehri’nin ağzına navlun teklif ederek sekiz yüz tane duka altını verdiler. Bu navlun her yerde bulunur navlun olmadığı gibi muhalefet etmekte dahi olsak Türklerden korkarak tekliflerini kabul ettik. Hasılı hem para tamahı hem korku, bizi İstanbul’dan da Tuna’ya gönderdi. Lakin gider gitmez gemiyi boşaltamadık. Muharebe hâliyle biraz vakit kaybettik. Derken kış bastı. Bir gece Tuna Nehri buz kesildi. Artık bütün kış orada mahpus kaldık. Her sabah kalkıp geminin etrafındaki buzları kırmak günlük işimiz oldu.
İleriki sene nisana kadar orada kaldık. Nisan ortalarında kurtulduk. Ama tam denize çıkmak mevsimi olmadığından vilayetime gelemeyip kâh Karadeniz kâh Akdeniz seyahatleriyle yazı geçirdik. Eylül sonundaydı ki buraya geldim. Anneni ne hâlde bulsam beğenirsin? Sararmış, solmuş, gözleri çukurlaşmış, vücuduna bir zafiyet gelmiş.”
Cuzella: “Demek oluyor ki sizin hasretinizle bu hâle gelmiş.”
Alfons: “Evet, biz de en evvel öyle bir mana verdik. Ama meğer kendimizi aldatmışız.”
Cuzella: “Ya ne olmuş?”
Alfons: “Ne olduğunu şimdi anlarsın. Lakin ben onu tam sekiz sene sonra anladım. O hâlde annen bana hasretle pek fena bir hâle girdiğini ve hatta hem hava değiştirmek hem de biraz eğlenip teselli bulmak için şuraya, şehre kadar (Murcia şehrine demektir ki Cartagena’ya karadan bir günlük yoldur.) giderek bir iki ay ikamet ettiğini söyledi. Ben de inandım. Aradan vakitler geçti. Sen doğdun, büyüdün, beş yaşına girdin. Hep, biz annenle bir elmanın yarısı o, yarısı ben gibi yaşadık. Nihayet bir yaz yine gemi ile Cezayir’e gitmiştik. Orada Malagalı bir gemi dahi bizim geminin yanına demirlemiş olduğundan geceleri ya onun kaptanları bize gelirler ya da biz onlara gider, konuşur, eğlenirdik. Bir gece yine biz onlara gitmiştik. Herkes gördüğü ve işittiği garip şeyleri hikâye ettiği sırada o geminin hocası dahi şöyle bir fıkra nakletti:
‘Murcia şehrinde Pascal isminde bir dostum vardı. Gayet yakışıklı, cesur, oldukça da zengin bir adamdı. Alışveriş için Cartagena kasabasına gider gelirmiş. Orada gemici tayfası mı, hoca mı, kaptan mı, hasılı Alfons isminde bir adamın zevcesini tanır. Ama karı öyle ırz ehli imiş ki Hazreti Meryem kadar. Pascal nasılsa karının zihnini çeler. Karının kocası, deniz işleri ile denize çıkınca Pascal dahi emelini gerçekleştirmeye muvvafak olur.’ ”
Cuzella: “Aman ne diyorsunuz?”
Alfons: “Sabret de işin dahası var. Herif benim kim olduğumu tanımıyor ya. O güya ezberden İncil okuyormuş gibi hikâyesini naklediyordu. Diyordu ki:
‘Hem de nasıl muvaffakiyet? Karının kocası o yaz değil, o kış bile gelmediğinden Pascal ile karı, muhabbetlerinin kıymetli bir meyvesi olarak ortaya bir de erkek çocuk çıkarırlar.’ ”
Cuzella: (yüreği çarparak) “Aman babacığım!”
Alfons: (sözünde devam ile) “ ‘Fakat bu çocuk Cartagena’da dünyaya gelmez. Tam karının doğumu yaklaşınca karı kalkar Murcia’ya gider, orada doğurur. Aradan bir seneye kadar zaman geçtikten sonra kocası dönerse de eşine muhabbeti tam olduğu gibi iffeti hususunda dahi şüphesi olmadığından yine eskisi gibi yaşamaya başlar.
Hatta karısını doğurmak hâlinden arız olan zafiyet içinde görünce Alfons’un canı sıkıldığından ve karısı ise Murcia’nın havasının kendisine yaradığını söylediğinden artık yaz mevsimlerinin bir iki ayını karı Murcia’da ve Pascal’ın aşk kucağında serbest serbest geçirmeye başladı. Çocuk, sütninesinin elinde büyürdü. Aradan üç sene bu hâl ile geçti. Bir yaz karı yine Pascal için Murcia’ya geldi. Bir de Pascal’ı başka bir karı ile bağdaşmış bulunca ne yapsa iyi? Senin için sevgili kocama hıyanet ettim, namusumu, iffetimi senin ayaklarının altına attım. Sen yine bana bu hıyaneti nasıl reva gördün? diye cebinden bir küçük hançer çıkarıp Pascal’ın karnını deşer.’ ”
Cuzella: “Aman babacığım, bu söylediğin şeyleri yapan hep annem mi? Aklıma dokunacak!”
Alfons: “Sabret, herif hikâyeyi şöyle tamamladı:
‘Pascal aldığı yara üzerine derhâl vefat etmedi. Birkaç gün daha yaşadı. Lakin kendisini kimin vurduğunu benden başka bir kimseye söylemedi. Nihayet artık hayatından ümidini kesince bir vasiyetname kaleme alıp bunda kendisinin yaralanmasına, yine kendisinin sebep olduğunu ve hatta büyük bir kabahati üzerine haklı olarak bu cezaya uğradığını ve dolayısıyla vefatından dolayı hiçbir kimsenin suçlanmamasını yazdı. Hasılı Pascal ahirete gitti. Çocuk ise sütninesinin yanında kaldı. Lakin karının ne olduğunu haber alamadım.’
İşte gemi hocası hikâyeyi bu suretle tamamladıktan sonra herkes olup bitenlere şaştılar. Lakin bizim birinci kaptan işi bildiği cihetle benim yüzüme baktı. Sanki her kirpiği birer ok imiş gibi ciğerime saplandı. Biraz daha güç hâlde oturabildik. Kalktık, sandalımıza binip gemimize geldik. Gemide bizim kaptan ‘Ee, Alfons ne yapacaksın?’ diye bana sordu, ben de tahammül edemeyeceğimi anlattım. Sevgili zevcemin canına kendi elimle kıymaya ve fakat bu sırrı kimseye açmamaya karar verdik. Çünkü o zaman annenin Murcia’da olduğunu biliyordum. Sense henüz altı yaşında olup burada sütninenle kalmıştın. Ben sana kendimi göstermeyip doğruca Murcia’ya gittim. Anneni piçin sütninesi olan karının hanesinde bulup, piç âdeta sekiz on yaşına varmış koca bir çocuk idi. Validen beni görünce şaşırdı kaldı. Bu ansızın olan gelişimin sebebini bile sormaya ağzı varmadı. Hele ‘Bu çocuk kimin nesidir?’ diye sorduğum zaman bütün bütün dili dolaşıp, şaşkın şaşkın etrafına bakınıp gayriihtiyari ‘Beni öldür de çocuğumu öldürme!’ diye haykırmaya başladı. Bu hâlde artık nazarımda her şey sabit olmuş demek oldu. Bıçağı çıkarıp bir kere annene, bir kere de çocuğa saldırdım. Ortalık al kan kesilip benim ise gözlerimi kan bürümüş olduğu cihetle dünya gözüme görünmeyerek buraya geldim. Derhâl gemiye binip, demir kaldırarak denize çıktık. Her zamanki gibi yaz mevsimini denizde geçirip kış üzeri geldiğimizde karımın nasıl öldürüldüğünü dostlar haber verdiler. Ağladık, mağladık. İşte anneni bu suretle elden kaçırdık kızım.”
Cuzella: “Annemdir. Gerçi acırım, acırım ama onun bu cezaya layık olduğunu teslim ederim.”
Alfons: “Vallahi kızım ne dersen de. Lakin namus yolunda kan dökmeyi bana annen öğretmiş demektir.”
Cuzella: “Annem size öğretmemiş farz edersek sizin bütün dünyaya bir namus dersi vermiş olduğunuz ortadadır.”
Kız annesine gerçekten yanmakta olduğu ve özellikle ömrünün saadetine ortak olacak olan kocası elinde ruhunu teslim ettiğine pek üzülmekte bulunduğu hâlde babasının anlattığı hikâye üzerine üzüntüsü bir kat daha alevlenmiş ise de bu musibetin ne kadar büyük bir kabahatin cezası olduğunu düşündükçe bu hâl ile avunacağını dahi kestirdi.
Biraz vakit daha hikâyenin birtakım ilaveleri üzerine karşılıklı konuştuktan sonra yemek vakti geldi. Babasıyla kızı yemeğini yiyerek her biri odasına geldi.
Artık o gece kızın ne gibi düşüncelerle vakit geçirmiş olduğunu burada anlatmak ve yazmak pek uzun olur.
Şu kadar var ki kızın, nişanlanma işinde babasını oyalayabilmiş olması üzerine sevinci yerinde ve annesinin kocasına ait hakları, bir şehvet düşkününün ayakları altına atıvermiş olması üzerine de ölümü kendisi davet ettiği düşüncesi ile gerçekten avunmuş olduğu ortadaydı.

Üçüncü Bölüm
Baba ile kızın karşılıklı konuştukları gecenin sabahı hava gayet açık, güneş gayet parlak idiyse de mevsim haziran olmak münasebetiyle birkaç günden beri esmeye başlamış olan lodos rüzgârı dinmeyip iki günden beri görülen kuvvetiyle de esmeye devam ediyordu.
Cuzella, güneşin doğuşundan dört saat sonra yatağından kalkmış ve dünyayı güneşin nuru ile aydınlanmış bulunca tabii kendi gönlü dahi nurlanıp o şevkle bahçeye çıkmıştı. Bahçenin bulunduğu yerden denizin görünmesi şöyle dursun, âdeta onun ayaklarına yüz sürüyorcasına ayak altında kalmış bulunmakla iltifatlı bir bakışını dahi o cihete attı.
Ne gördü?
Cartagena koyu iki sahil olarak denizin bir büyük parçasını kolları arasına almış ve koyun girişinden dışarısı ise gözün erişmesi değil, dürbünler ile dahi görülemeyecek kadar genişti. “Hayli şiddetlice” demek olan lodos rüzgârı denizin üzerini köpüklerle donatmış olduğundan bu hâl deniz için en büyük bir süs sayılabilir idiyse de şurada burada, ta en uzak mesafelere kadar deniz üzerinde bulunan kırk elli kadar geminin bazıları beyaz akbabalar gibi süzülüp Cartagena koyuna girmekte ve birtakımı dahi uzaktan geçip kuzeye doğru gitmekteydi ki bunlar ilk bakışta bir zümrüt bahçesi içinde dağınık ve perişan uçuşup gezinen kelebekleri andırıyordu. Ve gemilerin bazısı ise liman içine girip yelkenlerini sarkıtmış ve tayfaları palamar işleriyle meşgul olmakta bulunmuş idi ki insan işbu gemilerin her birini ve her birinin hâl ve şanını birer birer gözden geçirecek olsa üç dört saat vakit geçirebilirdi.
Cuzella bu eşsiz manzaraya, şöylece bir göz gezdirdi. Kendisini bahçedeki şeyler daha güzel meşgul edebildiğinden yarım saat kadar da bahçe içinde meşgul olup sonra ortalığı henüz yeni ısındırmaya başlayan güneşin ilk tesirlerinden rahatsız olarak yine konağa girdi, odasına çekildi.
Bir de bu aralık içeriye hizmetçisi Angelino girip kendi çektirisinin reisi Duchan’ın gelmiş olduğunu ve yanına çıkmak istediğini haber verdi ve Cuzella’nın müsaade yüzü göstermekle Duchan kapıdan girip kızı gayet hürmetli bir şekilde selamladı.
Cuzella: “Nereden geliyorsunuz Sinyor Duchan?”
Duchan: “İskeleden efendim!”
Cuzella: “Babam orada mı?”
Duchan: “Orada efendim, çektiriniz içinde.”
Cuzella: “Ee, siz ne istiyorsunuz?”
Duchan: “Pederinizin emriyle geldim efendim.”
Cuzella: “Ne söyledi?”
Duchan: “Bu gece Sinyor Pavlos gelmiş de onu haber vermeye geldim.”
Cuzella: (telaşla) “Pavlos mu?”
Duchan: “Evet efendim, bu gece gelmiş.”
Cuzella: “Allah Allah, ne çabuk! Bugün gelen mektubunda daha bu yakınlarda geleceğini yazıyordu.”
Duchan: “Efendim, altında öyle bir uskuna[3 - Uskuna: Pruva direği kabasorta armalı, grandi direği sübye armalı olan iki direkli yelkenli gemi. (e.n.) 24] var ki gemi değil kuş, turna! Kendi malı imiş, yalnız kendi seyahati içinmiş. Bir iki gün hava hep aşağıdan estiği cihetle ihtimal ki bu havayı kaybetmemek için yola çıkmıştır. Hem buradan baksanız gemisini görebilirsiniz. Bizim çektirinin pupa cihetinde mavi boyalı, iki direkli, kız gibi bir tekne.”
Cuzella: “Pekâlâ, işiniz varsa işinizden geri kalmayınız.”
Duchan: “Başka bir emriniz yok mu efendim?”
Cuzella: “Hayır Sinyor Duchan, selametle.”
Reis, yine büyük bir hürmet ve saygıyla Cuzella’yı selamlayıp çıktı. Kız, Duchan’dan sonra biraz vakit daha Pavlos’un böyle, bu kadar çabuk gelişine hayret ederek, sonra nasıl bir merakın zorlaması ile olduğunu kendisi dahi fark edemeyerek herhâlde şu Duchan’ın methettiği gemiyi görmek için üst kata çıktı. Ve dürbünü eline alarak liman içinde her tarafa gezdirerek en evvel kendi çektirisini bulup sonra Pavlos’un uskunasını dahi kestirdi. Bu tekne Duchan’ın methettiği kadar vardı. Su kesimine kadar yeri kırmızıya boyanmış, üst tarafı açık mavi ve yalnız etrafında siyah bir zih[4 - Zih: Gemi teknesine boydan boya çekilmiş, tahtadan veya madenden yapılmış pervaz. (e.n.)] vardı. Başın, kıçın biçimi gerçekten pek güzel olduğu gibi direkleri cam ile kazınmış olduğundan tertemiz olarak sanki açık kavuniçi renge boyanmış zannolunurdu. Liman ile konağın arasındaki mesafe ancak iki mil kadar olmasıyla limanda bulunan gemilerin içindeki adamlar dahi birer birer fark olunuyordu. Dolayısıyla henüz açık ve sarkık bulunan bir gabya yelkeninden başka, yelkenleri sarmaya çıkmış olan armacıların ayaklarında kar gibi beyaz pantolon, sırtlarında beyaz gömlek ve bellerinde kırmızı kuşak, başlarında parlak şapkalar gerçekten göz alıyordu. Hele gerek yelkenlerin ve gerek tentelerin beyazlığı ve intizamı başka hiçbir gemide görünmezdi.
Cuzella’nın gemiye hevesi ziyadece olduğundan Pavlos’un gelişinden ne derece sevinmediyse uskunasını seyretmekten o kadar zevklendi. Özellikle bir şeye bu kadar meraklı olanlarda bulunması tabii olan bir nevi rekabet sebebiyle uskunayı kendi çektirisiyle mukayeseye de başladı. İşte bu esnada dürbün, kendi çektirisi üzerinde babasıyla Pavlos’a dahi yetişti.
Pavlos, İstanbul işi, gayet dar ve mavi pantolonun paçalarını dize kadar çizme içine sokmuştu. Pantolon üzerinde bulunan beyaz bir gömleğin yalnız göğüs tarafı görünüyor, başka yerlerini yine dar ve siyah bir salta[5 - Salta: Yakasız, iliksiz, kolları bolca bir tür kısa ceket. (ç.n.) 25] örtüyordu. Başında nasıl bir şapka olduğunu Cuzella göremedi. Çünkü Pavlos, babasına gösterdiği büyük hürmetten dolayı başı açık bulunuyordu. Babası bir kanepe üzerinde oturmuş ve karşısında bir kanepe daha varken Pavlos yeşil boyalı güzel bir su variline dayanmıştı. Ellerinin telaşlıca hareketlerine bakıldıkça pek mühim bazı şeyler hikâye ettiği görülüyordu. Aralıkta bir koşup babasının ellerini kendi elleri içine alıyor ve sallanan başını da tasdik şeklinde eğiyor ve zaman zaman yalvarmayı anlatan tavırlar ve hareketler gösteriyordu.
Cuzella bu hâlleri gördükçe memnunca değil, belki nefret ederek Şimdi babam böyle üç dört yüz bin taler sahibi, şanlı şöhretli bir adamın bu kadar alçalırcasına tavrını gördükçe kim bilir ne kadar keyfi gelir! diye düşünmeye başladı. Kızın bu düşüncesi ve gemideki damat ile kayınpederin sohbeti bir hayli vakit devam etti. Nihayet Pavlos ile Alfons ayağa kalktı. Merdivene doğru yürüdüler, indiler. Merdiven altında beyaza boyanmış iki çifte[6 - İki çifte sandal: İki kişi tarafından ve iki çift kürekle çekilen sandal. (e.n.) 26] bir sandal hazırdı. Alfons, önce Pavlos’u bindirmeye pek çok çalıştı ise de Pavlos elleriyle, başıyla kabul etmediğini bildiren hâlleri göstererek hatta koltuklarından tutup kayınpederini bindirdikten sonra kendisi dahi bindi. Dümenin iplerini ellerine aldı, tayfalar küreklere sarıldılar. Birkaç kürek aldıktan sonra Cuzella’nın dürbünü önünden kayboldular. Çünkü artık gemilerin arasına girip sahile dahi yaklaştı.
Kız konakta kendi düşünceleriyle meşgul olsun. Biz biraz da Pavlos ile Alfons’un karşılıklı konuşmalarına bakalım.
O sabah Alfons limana inip Pavlos’un geldiğini liman reisliğinden haber alınca kendisine bir adam gönderip ziyaret kabul edip edemeyeceğini sordurmuştu. Pavlos ilk vazife olarak kendi ziyaretinin kabulünü rica etmekle ilk görüşme Cuzella’nın çektirisi içinde gerçekleşti.
Hoş gelindiğine, safa bulunduğuna dair merasimden ve dün mektubu geldiği hâlde bugün kendisinin de gelişinden biraz söz söylendikten sonra Pavlos dün gelen mektubunda istirham ettiği hususların kabul edilip edilemeyeceğini gayet nazikçe ve edeplice sordu ve Alfons dahi bu teklifin kabulü cana minnet ise de Cuzella’nın henüz çocuk olduğundan mıdır nedir biraz naz göstermekte bulunduğunu ve fakat bu nazın asıl sebebinin birkaç vakitten beri bilemediği bir can sıkıntısına müptela olduğu meselesi olup yoksa onun da elbette bu izdivacı cana minnet bileceğini yine nazik bir tavırla anlatınca Pavlos, sevincinden ne yapacağını bilemedi.
İkisi birlikte sandala bindikleri zaman konağa gitmeye ve Pavlos’u kız ile görüştürmeye niyet etmişlerdi.
Yolda giderlerken Alfons kıza biraz yumuşakça davranmasını ve nişan meselesinde pek de üzerine varmayıp duruma göre hareketini ve işi oluruna bırakmasını da anlatmıştı.
Sözün kısası, konağa vardılar. Damat ile peder evvela Alfons’un odasına girip sonra bir kere fikrini öğrenmek maksadıyla Cuzella’nın yanına bir hizmetkâr gönderdiler.
Biçare kız, çarnaçar teklif olunan görüşmeyi kabul ederek yalnız giyinmek için biraz vakit istedi ve bu vakit içinde her zamanki sadeliğinden dışarıya çıkmamak üzere giyinip kuşanıp teşriflerini beklediği haberini gönderdi.
Alfons ile Pavlos göründüler. Pavlos, başındaki kırmızı tüylü şapkasını çıkarıp birkaç adım ilerleyerek yerlere kapanırcasına kızı selamladıktan sonra çok güzel ve tesirli bir şekilde söze başladı:
Pavlos: “Gerek pederiniz efendiye gerek çok nazik olan zatınıza köleliğimi arz etmek iştiyakını bir türlü yenemeyerek bu tarafa gelmek değil, can atmaya mecbur oldum efendim.”
Kız dahi oldukça bir tevazu ile Pavlos’un selamını alarak cevap vermekten geri durmadı.
Cuzella: “Mektubunuz hemen dün akşam gelmişti.”
Alfons: “Öyleydi.”
Pavlos: “Evet efendim, fakat bendeniz bu mektubu gemiye vereli bir aya yakındır. O gemi Melile önünde hava bekleyip kalmış. Onun bulduğu hava ile ben dahi yola çıkmışım da efendim, böyle hemen ikimiz beraberce gelmişiz. Bu hâle göre mektubu yine kulunuz getirmiş olsaydım da pek gecikmemiş olacaktı.”
Alfons: (kahkaha ile gülerek) “Kah kah kah! Ne zekâ! Evet, mektubu kendiniz getirmiş olsaydınız yine pek çok gecikmemiş olacaktı. Bravo Sinyor Pavlos, hem şensiniz hem de zeki…”
Pavlos: “Estağfurullah efendim. Matmazel Cuzella’nın zekâ ve irfanı yanında…”
Cuzella: “Estağfurullah efendim.”
Pavlos: “Bu sabah pederiniz efendi hazretlerinin bendelerine ettikleri iltifata nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum efendim. Fakat kendilerinin bu iltifatı mutlaka hakkımdaki hüsn-i teveccühlerinin[7 - Hüsn-i teveccüh: Saygı ile övme, takdir etme. (e.n.) 27] tam olmasından kaynaklandığını bildiğim için teşekkürlerimin büyük bir kısmını dahi size takdim ederim.”
Cuzella: “Babamın hakkınızdaki teveccühü gerçekten tamdır.”
Pavlos: “Kulunuz, sizin yüksek hüsn-i teveccühünüzü ümit etmekteyim.”
Cuzella: “Estağfurullah efendim. Teveccühün benim haddimin haricinde olduğunu bilmez değilim. Benim borcum, zatıalinize en büyük ihtiramlardan geri durmamaktır. Eğer bu borcumu güzelce yerine getirmeye muvaffak olursam gerçekten memnun olurum.”
Alfons: (sırıtarak ve yılışarak) “Hürmet ve riayet denilen şey de teveccühten gelmez mi ya? Fakat bazı teveccühlerin gül gibi açılmasına bilmem ne mâni olur da…”
Pavlos: “Ne kadar şairane bir benzetme buldunuz.”
Alfons: (bütün bütün yılışarak) “Gerçekten beğendiniz mi?”
Pavlos: “Yalnız bendeniz mi ya? Cuzella Hazretleri’nin bile…
Alfons: (garipçe bir tebessüm ile) “Aman demeyiniz Sinyor Pavlos, şimdi Cuzella bir estağfurullah da bunun için basar.”
Söz bu suretle başladıktan sonra her biri bir tarafa oturup muhabbette bir müddet daha devam ettiler. Pavlos Cadiz şehrinden malumat verdi. Yolda Sebte Boğazı’nı geçinceye kadar rüzgâr bordadan geldiği için uskuna yalpa yaparak biraz rahatsızca olmuşlarsa da boğazı geçtikten sonra artık âdeta pupadan geldiği için pek rahat geldiklerini anlattı. Alfons damadının her ince fikrini alkışlayarak karşılıyordu. Cuzella ise ne pek soğuk ne de pek ihtiramlı davranıp daima müdafaa ile hareket ediyordu.
Sohbet ferah ferah bir buçuk iki saat kadar devam etti. Sonra Pavlos kalkıp yine yerlere kapanırcasına Cuzella’yı selamlayarak, birtakım çocuk aldatıcı diller daha dökerek geri döndü. Alfons kendisini dış kapıya kadar uğurladı. Sonra kızının yanına gelerek inceden inceye konuşmaya başladı.
Alfons: “Galiba bu Cadiz’in havası pek güzel olmalı. Benim de Akdeniz’de uğramadığım iskele kalmadığı hâlde bu yaşa gelip de Cadiz’e uğramayışım gariptir. Ama havası güzel olmalı.”
Cuzella: “Niçin?”
Alfons: “Ya Sinyor Pavlos evvelki geldiği gibi mi? Yanakları al al olmuş.”
Cuzella: “Ben dikkat bile etmedim.”
Alfons: “Sen dikkat etmezsin ama ben dikkat ettim. Hem baksana kızım, bugün tedariksiz bulunduk ama yarın için Pavlos’a bir kuşluk ziyafeti vermek icap eder.”
Cuzella: “Veriniz.”
Alfons: “Veriniz değil, verelim. Konağın sahibi sizsiniz demektir. Sen bakmazsan ben ne yaparım? Hem ziyafeti senin namına vereceğim.”
Cuzella: “İşte o olamaz.”
Alfons: “Niçin?”
Cuzella: “Ben gencim. Bir genç kızın bekâr bir adama ziyafet vermesi nasıl olur?”
Alfons: “Allah Allah, yine mi inadı ele aldın? O ziyafette nişan merasiminizi de icra ederiz vesselam.”
Cuzella: “Öyleyse beni yemekte bile bulamazsınız vesselam.”
Alfons: “Eğer başka babalar gibi beni de zorlamaya mecbur edersen sayarım seni.
Cuzella: “Siz de henüz aslı faslı olmayan bir iş için bugün, şu saatte beni ayaklarınız altına alıp döverseniz ben de sayarım sizi.”
Cuzella’nın göze aldırdığı cesaret Alfons’a hayret verip la havle çekerek, burnundan soluyarak bir müddet düşündükten sonra, “Pek iyi, senin ziyafetin yoksa da benim var. Sana baba sıfatıyla emrediyorum ki gerekenlere emir ver de yarın için dört kişilik güzel bir sofra hazır etsinler!” diyerek kapıdan çıkmaya yöneldi.
Cuzella: “Kimler için?”
Alfons: “Pavlos, sen, ben, bir de öğretmenin Marie için. Yarın geleceği gün değil midir?”
Cuzella: “Başüstüne! Sofrayı hazır bulursunuz. Lakin Pavlos’un gemisindeki birinci kaptan bulunmayacak mı?”
Alfons: (yelkenleri suya indirerek) “Gördün mü bir kere, ben sana konağın sahibisin dedim. Tevekkeli demedim, işte böyle ince cihetleri ancak sen düşünürsün. İstersen senin çektiri kaptanını da davet edelim de altı olalım.”
Cuzella: “Daha münasip.”
Bu suretle verilen karar üzerine Alfons çıktı gitti. Kız ise yüreğindeki gizli memnuniyeti gizlemeye çalışıyordu. Memnuniyeti iki kaptanın da sofrada bulunmasındandı. Çünkü bu takdirde babasının bu kadar halkın huzurunda üstü kapalı olsun söz söyleyemeyeceğini biliyordu.
Hemen o saat aşçı ile hizmetçiyi çağırıp sofra ve yemek hazırlığını gördü. Hizmetçiler zaten bu gibi işlerin acemisi olmadıkları cihetle hazırlığı güzelce yaptılar. Cuzella ise her işi düzenledikten sonra akşamüzeri bahçesine çıkıp içinin de sıkıntısıyla âdeta ziyaret etmedik fidan, gözden geçirmedik çiçek bırakmadı.
Akşam pederi geldiği zaman kızıyla ancak sofra başında görüşebildi. Yarın için tertip olunan ziyafetten sual eyledikçe Cuzella tarafından pek uygun, itaatli cevaplar alınca nişan meselesinde de böyle bir cevap alacağı hülyası ile o meseleyi de tekrar ortaya attı. Lakin kızdan yine şiddetli bir ret cevabı alarak yarın nişan töreninin yapılmasının mümkün olamayacağını anladı.
Yemekten kalktıktan sonra kız, babasının odasına gitmeyip doğruca kendi odasına çekildi ve bir kitap alıp okumaya başladı ise de sofra başında babasına layığıyla cevap verdiğini hatırlayarak kalbi rahatlayıp o gece başka gecelerden daha az elemli vakit geçirdi.
Alfons’a gelince; o da yalnız Pavlos’un zekâsına ve olgunluğuna değil, âdeta en çoğu üç dört yüz bin talerine âşık olduğundan kızını bu adama vermeyi kendisine gaye edinerek fakat kızı tarafından gördüğü ret üzerine “Nasıl yola getirebileceğim?” düşünceleri ile o geceyi hemen hemen gözü açık geçirdi. Ertesi sabah konak içinde ziyafet hazırlığı görülmeye başlandı. Cuzella, uzaktan işaretlerle işleri idare eder, Alfons ise birtakım boşuna telaşlarla halkı nafile yere meşgul ederdi. Nihayet oraca kendi vücuduna lüzum olmadığını kendisi de anlayarak kalktı. “Ben Sinyor Pavlos’un gemisine gidiyorum. Geldiğimiz zaman her şeyi hazır bulmalıyız.” tembihiyle çıktı, gitti.
Şimdi biz burada ziyafetin hazırlanmasına dair geniş bilgi verecek olsak kitabımızı kilerci defterine benzetiriz. Dolayısıyla o bilgiden vazgeçerek Pavlos hakkında biraz bilgi vermeyi münasip saydık.

Dördüncü Bölüm
Yukarıda sözü geçmesi münasebetiyle Pavlos hakkında bir iki söz söylemiş ve bu arada kendisinin Akdeniz’de pek büyük bir tüccar olduğunu haber vermiştik. Lakin Pavlos bu hikâyenin birinci kahramanlarından olmaktan başka, hikâyemizin aşağısına doğru verilecek bilgiden de anlaşılacağı gibi bu adam İspanya’nın millî tarihinde birinci derecede bir adam olup bundan başka Fransa, Fas ve Osmanlı tarihlerince de hayli mühim olduğundan kendisi hakkında hikâyemizin bu cihetine ait olan bilgiyi vermek lazımdır. Bu zatın haber verildiği kadar değil, daha fazla bile zengin olduğuna hiç şüphe etmemelidir. Zira emrinde bulunan uskunanın, iki kaptan, bir reis, bir hoca, bir lostromo, yani güverte kumandanı, iki dümenci, dört armacı, bir miço, bir kamarot ve üç de tayfadan ibaret bulunan adamlarına ve geminin hâl ve şanına bakıldıkça böyle bir geminin ancak üç, dört yüz bin taler varlığı olan bir adamın maiyetinde bulunabileceği tahmin edilir. Çünkü hesap edilecek olsa yalnız tayfasının maaşı bile yedi bin taleri geçer.
Hikâye okunurken böyle, senede yedi sekiz bin taler yalnız bindiği uskuna tayfasının maaşı olacağı tahmin edilecek kadar şarlatanlar ve hilekârlar bulunabileceği dahi hatıra gelir. Ancak Pavlos için böyle bir şey hatırlamaya imkân yoktur. O biçim şarlatanların hâl ve durumunda mutlaka bu derecede şatafatın yapma olduğunu anlatan ya gurur ya övünme veya gösteriş gibi bir şey bulunacağı aşikâr iken Pavlos’ta böyle bir şeyler görülemezdi.
Kıyafetini yukarıda tarif ettik. Sonra gelip Cuzella’nın huzuruna dahi çıktı ki üzerinde dört parmak bir altın kordon bile görülmeyip her hâli sade ve fakat tavrında görülen büyüklük pek fevkaladeydi. Alfons dahi varlığı hesap edilecek olsa Pavlos’a nispetle bir derece aşağı kalabilecek bir zengin iken hâlâ gözü aç olup hiçbir şeye kanaat edememesi ve her şeye heves edip başarmaya kudreti olmayan heveslerini gönlünü zorlayarak yenmeye çalışması ve hele bulunduğu derecenin üstünde kibar görünmeye gayret etmesi, yaradılışında büyüklük olmadığını ispat edebilir. Pavlos ise bu hâllerin bütün bütün aksine bir tavırda ve hâlde idi.
Kendisi henüz yirmi yirmi iki yaşında genç bir adam olup uzunca boylu ve boyunun uzunluğu balık eti denilecek kadar semiz olan vücuduna görünüşte bir incelik vermiş, incerek bıyıklı, kösece sakallı, mavice gözlü fakat yüzünün hatları bakışlara oldukça güzel görünen bir delikanlı idi. Bu delikanlı gence, yüzünün yuvarlaklığı da ayrı bir güzellik katıyordu. Suretinin bütününde, o kadar zekâ müşahede olunuyordu ki mübalağada mahareti olan bir adam, karşısında bulunan kimseyi sükûtuyla mat eder dese maharetine nispetle mübalağa edememiş olur.
Söz ustası idi. Fakat malum ya söz ustası olanlar cart cart ötmezler. Sözü zamanında ve yerinde söyleyip de az söz söylemekle işi yoluna koyabileceği gibi çok söz söylediği zaman halka usanç vermeyip tatlı tatlı dinlemeye mecbur ederdi.
Müstahzaratına[8 - Müstahzar (çoğulu müstahzarat): Kullanıma hazır duruma getirilmiş, hazırlanmış. (e.n.) 32] nihayet yoktur. Lakin müstahzarat dediğimiz şeyin ne olduğunu bilir misiniz? Eğer gerek başkaları ve gerek kendisi tarafından hazır söylenmiş şeylerin ezberinde olduğuna inandınızsa hata edersiniz. Burada müstahzarat tabirinden muradımız, her mevkiye, her zamana, her hâle mahsus olan cevaplar kendisinin zaten müstahzarı imiş gibi derhâl ağzından fırlayıp inci tanesi gibi saçılmıştır. Yani Pavlos’a pek çabuk anlayışlı desek de olur. Çünkü leb demeden leblebiyi anlamak kendisi için işten bile olmayıp hatta karşısında bulunan adam leblebi dediği zaman verilmesi lazım olan cevaba kadar derhâl meseleyi kavrardı.
Bahsetmediği fen yoktu, söylemediği lisan dahi yoktu diyemeyiz. Zira dünyada iki binden fazla lisan olup bunların isimleriyle mahiyetlerini bilmek dahi büyük bir fen sayılır. Lakin ana dili olan İspanyolcayı ne kadar bilmekte ise Arap, Fransız ve İtalyan lisanlarındaki mahareti ondan da ziyade olup bunlardan başka ikinci derecede olarak Farsça, Türkçe ve Rumca bilirdi. Ancak ikinci derecede bildiği lisanlar dahi olur olmaz adamlar için övünülecek derecedeydi.
Demek oluyor ki Pavlos, zamanının bir tanesi idi. Hayhay! Hem hikâye yazarlarının sırf hayal ile meşgul olduklarına bakarak Pavlos hakkında verdiğimiz malumatı hayal zannetmemeli. Yukarıda dahi dediğimiz üzere bu zatın ismi İspanya, Fransa ve Fas tarihinde geçip Osmanlı tarihlerinde dahi geçmesi lazım gelirken tarihlerimizdeki hadsiz, nihayetsiz noksan sebebiyle anılması unutulmuştur. Durum daha sonra meydana çıkınca malum olur ya…
Yukarıda Pavlos’un Akdeniz’in her tarafında ismi meşhur bir tüccar olduğunu beyan etmiştik. Hâlbuki yine yukarıdan beri hâl ve şanı hakkında verdiğimiz malumata göre bu kadar ilim ve irfanın, bu derece fazilet ve olgunluğun bir tüccar adam için çok görüleceği hatıra gelmiyor mu?
Bizim hatırımıza geldi. Çünkü haber verdiğimiz malumatın derecesi en büyük bir devletin, en büyük bir diplomatı için bile fazladır.
Hem Pavlos gibi bir adam bu kadar şeyi ne zaman tahsil etmiş ve ticaretçe bu kadar namı ne zaman kazanmıştır?
Biz ticaretçe bu kadar namı ne zaman ve nasıl kazandığını bilemiyoruz. Gerçekten bilemiyoruz. Fakat tahsiline ve bir dereceye kadar da hayat hikâyesine dair malumatımız vardır.
Bu adam aslen İspanya’nın payitahtı olan Madrid şehri ahalisinden imiş. Biz onu layığıyla bilemiyoruz. Fakat henüz sekiz yaşındayken Madrid’de cizvitlerin en büyük mektebine girmiş ki bu mektebe on beş yaşından evvel girmek mümkün olamaz. Zira bahsettiğimiz mektep ilk bilgileri öğretmeyip en ileri bulunan öğrencilere mahsustur. İşte Pavlos’un bu mektebe sekiz yaşında girdiğini bilirsek de o zamana kadar ilk bilgileri nerede ve nasıl okuduğunu dahi bilemiyoruz. Şu kadarını biliyoruz ki bu mektepte tam yedi sene okuyup çıkan talebeye fen doktorası verilirken bizim Pavlos bu diplomayı dört senede, yani on iki yaşında iken aldı.
Nasıl aldı diye hayret mi ediyorsunuz? Bunda hayrete mahal yoktur. Her sene kendi sınıfının derslerinden dahi imtihan verdikten sonra, önünde bulunan sınıfın derslerinden dahi imtihanı geçeceğini istida eder ve o imtihanı geçip bir sınıf üst tarafa kadar atlardı. Zira Pavlos için huzur ve istirahat haram olup belli olan vakitlerde kendi sınıfının derslerini ezberledikten sonra, istirahat, oyun ve uyku için ayrılan vakitlerde de bir üst sınıfın dersleriyle meşgul olurdu. Yalnız belli olan yemek vaktini yemek için kullanırdı.
Hem tahsilde gayretinin şaşılacak ciheti yalnız bundan ibaret değildir. Fransız ve İtalyan lisanlarını tamamıyla ve Arapça ile Farsçanın ilk bilgilerini dahi yine bu müddet içinde öğrenmişti.
Bizim Pavlos’un hâllerinde gariplik görüp şaşıyorsunuz öyle mi? Öyleyse bir garipliğini daha görüp daha ziyade şaşınız.
Pavlos, Cizvit mektebinden diploma hem de pek iyi derecede diplomayı alarak çıktığı zaman, tam İspanya devletinin, bir taraftan İngiliz politikaları ve bir taraftan sömürgeleri bulunan İtalyan gayretkeşleri arasında bulunup, diğer taraftan da Cezayir korsanlarının bütün İspanya kıyılarını yağma ettikleri zamandı. O zaman İspanya’da Üçüncü Charles hükûmet etmekte olup tarihlerde Üçüncü Charles’ın hükûmet süresi aranırsa İspanya’nın nasıl bir felaket içinde bulunduğu görülür.
Bizim şeytan Pavlos, henüz büluğa erip de dünya demenin neden ibaret olduğunu yaradılıştan anlamaksızın zekâsıyla anlayıp, dünyada şanla ömür sürmenin, büyük bir servete sahip olmaya bağlı olduğunu bile kestirmişti. Yalnız bu değil, öyle kolayca ve çabuk zengin olmanın, politika işlerine girmeye bağlı olduğunu da anlamıştı.
Bu anlayış üzerine İtalya’yı İspanya’dan ayırmak isteyen partiye mahrem ve İngiliz politikasına alet olan güruha yaklaşmış olduğu gibi İspanya kıyılarını kasıp kavuran Araplarla bile muhabereye başladı. Gerçi kendisi on iki on üç yaşında bir çocuk idi. Fakat yaptığı hizmetlerde çocukluk hâli mâni olmak şöyle dursun, faydalı bile oluyordu. Zira akıl ve olgunluğunun pek pirane[9 - Pirane: Yaşlılara yakışır şekilde, olgunca tavır. (e.n.) 34] olması hizmet ettiği kesimlerce kabul edildikten sonra çocuk olması ve fakat pek zeki bulunması dahi İspanya hükûmet adamlarının kendisine iltifat etmelerine yol açtığından işte bu suretle hem İspanya’nın en büyük dairelerine girer çıkar ve hem de nihayetsiz irfanıyla kendi devletine karşı yukarıda geçen teşebbüslerde bulunabilirdi. Ama diyeceksiniz ki bu bir vatan hainidir. Hıyanet başka bir şeydir, dirayet başka. Sözün kısası, İspanya devletinin muhaliflerince bu çocuğun önemi o kadar arttı ki her politikanın mihveri kendi elinde gibi bir dereceyi buldu. Pavlos’un bu kadar başarılı hareketleri yedi sekiz sene kadar devam edebildi. Bu devam ise başarısının en büyük derecesine delil olabilir. Çünkü en tehlikeli bir işte bile asla ipucu vermeyerek bu kadar müddet devam etmek, yarım asır tecrübeler arkasında zaman geçirip de güya kemale varmış olan yaşlılara bile nasip olacak bir şey değildir.
Nihayet Cezayir korsanlarıyla muhaberesi olduğu bu işe dair mektuplardan birisi ele geçmekle meydana çıktıktan sonra İtalyalılar ile münasebeti olduğu dahi bazı casusların araştırması ile ispatlanmış ve o zamanlar İspanya’da İtalya politikasına taraftar olanlar en büyük cezalara çarptırıldıkları gibi, korsanlık işinde parmağı bulunanlar dahi hatta muhakeme edilmeden asılıp idam edilmekte olduklarından Pavlos yakayı ele verdiğini sezer sezmez hemen kapağı Cezayir’e atarak canını kurtarmıştı ki bu firar Üçüncü Charles’ın hükûmetinin son senesi olan 1788 senesinde idi ve o zaman Pavlos dahi henüz yirmi yaşına varmıştı.
Bizim şeytan yavrusu Pavlos, tuttuğu işlerde her ne kazanıyorsa Cadiz’de ticaretle meşgul olan bir zata gönderiyordu. Bu zat yalnız Pavlos’un ortağı demek değildi. Sırlarının da ortağı olup gerek Cezayir ve gerek Fas aşiretleriyle yaptığı haberleşmeleri onun vasıtasıyla yapardı.
Cezayir’e gidişinden sonra Pavlos, Fas taraflarının ihtilal üzere bulunmasını vesile edinerek oraca da memleket işlerine parmak dolamak için kalktı, Fas’a gitti.
Fas’taki ikamet süresinin ne derecede önemli olduğunu anlamak için o zaman Fas’ın ne durumda olduğuna dair biraz malumat vermek lazımdır.
Durum Fas tarihlerinde dahi yazılı olduğu üzere Fas padişahlarından Mevla İsmail 1670 senesinden 1727 senesine kadar, yani yarım asır müddet hükûmet ederek bu müddet zarfında deftere geçmeyen bazı kadınlardan başka, tam sekiz bin kadını odalık almış ve bunlardan deftere geçmiş sekiz yüz yirmi beş oğul ile üç yüz kırk iki kız doğmuştur.
Kendisi 1727 tarihinde vefat ettiği zaman erkek çocuklarından hangisinin şah olacağı hakkında halk ve taraftarlar arasında büyük bir kavga çıktı. Bu kavga üzerine dökülen kanlar haddini aştı. Bu anlaşmazlık üzerinden seneler geçtiği hâlde bir türlü halledilemeyip nihayet 1757 tarihinde hükûmetin başına geçen Mevla Sidi Muhammed, ortalığa düzen vermeye muvaffak oldu.
Fakat o zaman Sidi Muhammed’in verdiği düzen pek ehemmiyetliydi. Âdeta Avrupa düzenlerini kendi memleketinde yerleştirmeye teşebbüsle, birçok düzenlemeyi icra ve birtakım medeniyet ve ilerleme sebeplerine tevessül ederek hatta her sene birkaç talebeyi tahsil için İspanya mekteplerine talebeler göndermeye dahi başlamıştır. Lakin yine hesaba sığmaz birtakım prenslerin baştan çıkarmalarıyla yeni düzenlemelerin gâvur icadı şeyler olduğu ve şeran bu gibi bidatlerin kabul edilebilir olmadığı fikirleri halka yayılıyordu.
Bu yayılmaların ne kadar ehemmiyetli olacağı düşünmeye değerdir.
O kadar ehemmiyeti vardır ki işin üzerinden bir buçuk iki sene kadar vakit ancak geçerek büyük bir mutaassıplar fırkasının isyan bayrağını açmasıyla artık seller gibi kanlar akmaktan geri durulmadı.
İşte bizim Pavlos tam 1789 senesinde baş gösteren bu büyük ihtilalden bir sene önce Fas’a ayak basmıştı ki işe ne kadar mevsiminde yetişmiş olduğu ve böyle umumi bir kargaşalık arasında ne gibi külahlar kapmış olacağı ortadadır. İhtilal baş gösterinceye kadar Pavlos eline giren serveti hep Cadiz’e gönderip ihtilalin çıkması üzerine kaptığı külahları dahi oraya göndermekten geri durmadı.
Ancak bir hafta içinde birkaç renge giren ihtilal boraları, bir aralık kendi hizmet etmekte olduğu fırkanın aleyhine dönmekle Pavlos bu değişikliği de vaktinde haber alarak gizlice Tanca’ya ve oradan da deniz yoluyla Cadiz’e kapağı atmıştı.
Atmıştı ama Cadiz’de, asıl kendi gerçek namıyla yaşamak mümkün müydü? Heyhat! Namını değiştirme değil hatta simasını bile değiştirmeye mecbur idiyse de işin bu derecesine kadar muvaffak olamayacağı ortada bulunduğundan ileride işe bir suret verinceye kadar Cadizli ortağının evinde gizlenmeye mecbur olmuştur.
Bu gizlenme müddeti de ferah ferah iki sene kadar uzadı. Ancak bu müddet zarfında bütün bütün mahpus gibi bir hâlde de kaldı. Aralıkta bir öteye beriye seyahatler dahi ederdi ki Cartagena’ya gelip Cuzella’yı tanıması bu seyahatler esnasında vuku bulmuş ve nihayet mutlaka Cuzella’yı nişanlamak kararıyla, bu kere dahi yukarıda yazılı olduğu gibi Cartagena’ya gelmişti.
Pavlos hakkında buraya kadar verdiğimiz malumat üzerine, bizim için iki şekilde şüphe kapısı açıldı. Birisi bu adamın ticaret hususunda rivayet edilen şöhreti ne zaman kazanmış olmasıdır ki buna siz de şaşınız, biz de şaşalım. İkincisi ise Pavlos’un Cuzella’ya nişanlanmaya bu derece meyletmesine ve kendisi beğenilmeyecek koca olmamasına karşılık Cuzella’nın bu herifi sevmemesinin sebebidir.
Pavlos’un Cuzella’ya gösterdiği meyil ve rağbetin sebebi pek sade olup bu ise o asırda hemen bütün İspanya içinde fazilet ve irfanca kendisine denk olabilecek Cuzella’dan başka kız olamamasından ibarettir. Cuzella’nın bu zata nefret göstermesi dahi bizim kocakarıların tabirince “perisi hoşlanmamış” olmasından başka bir şeye yorulamaz.
İşte, hikâyemizin şimdiki derecesine göre aldığımız bu kadar malumatla yetinmeye mecburuz. Bu malumat üzerine icap eden izahatı, bize hikâyenin ilerisine doğru devam etmemiz verecektir.

Beşinci Bölüm
Sinyor Alfons, Sinyor Pavlos’a çekeceği ziyafeti tedarik edenleri bir takım telaşlı kumandalar ile boşuna meşgul etmemek için geldiği zaman, her şeyi hazır bulmak tembihleriyle çıkıp gittiği vakit, kararı gereğince doğruca iskeleye ve Pavlos’un uskunasına gitti.
Pavlos bu ziyarete bir nevi kendi ziyaretinin iadesi manasını vererek Alfons’u o yolda kabul etti. Hatta ziyaretinin iadesinde kendisinin Matmazel Cuzella tarafından da vekil olup olmadığını sorarak üstü kapalı şekilde kızın da niçin gelmediğini sorduğunda Alfons bu sorudan Pavlos’un meramını anlayıp Cuzella konakta kendisiyle uskuna ve çektiri kaptanları için bir kuşluk ziyafeti tertibiyle meşgul olduğunu söyledi ki bu şekilde kendilerinin davetli olduğunu da Pavlos’a anlatmış oldu.
Damat efendi işbu daveti memnunen, hem de fevkalade bir memnuniyetle kabul etti. Zira kızın yanında ne kadar çok bulunsa sevgisini kazanabilmek hususundaki muvaffakiyetinin de o kadar kolaylaşacağını hesap ediyordu.
Sofranın öğleyin hazır bulunması verilen karar gereği olduğundan tam zeval vakti Alfons ile Pavlos, kaptanları dahi beraber alarak konağa yöneldiler.
Geldiklerinde her şeyi hazır ve amade bulup hatta Cuzella giyinmiş kuşanmış olduğu hâlde kendilerini karşıladı.
Bu karşılama Cuzella için Pavlos gibi muhterem bir misafir hakkında yerine getirilmesi lazım gelen hürmet ve tazimi icradan ibaret idiyse de babasıyla Pavlos, yavaş yavaş imana gelmesine delil olduğu zannıyla pek ziyade memnun oldular.
Uskunanın kaptanı Jeany, henüz Cuzella’ya takdim edilmemiş olduğundan takdim edildi. Ve kaptan Cuzella’yı ne kadar hürmetle selamladıysa da Cuzella ondan aşağı kalmayan bir hürmetle selamını aldı.
O gün Pavlos ayağına bir siyah pantolon ve arkasına da yine siyah renkli kadifeden yapılmış gömlek giymiş ve onun üzerine de yine siyah kadifeden bir ceket giymişti. Kaptanların ikisi de o zaman maiyet gemileri kaptanlarına mahsus olan formayı giymişlerdi. Cuzella turuncu canfesten bir fistanı kendisine pek ziyade yakışık aldırarak giymiş ve babası ise her günkü kıyafetini asla bozmamıştı.
Gerçi misafirler yemeği hazır buldular. Lakin Cuzella’nın öğretmeni Marie dahi davetli olup henüz gelmemiş bulunduğundan biraz vakit onu beklemek lazım geldi. Bu vakti Cuzella kaptanlara iltifat ve Pavlos’un bazı kinayeli sözlerine mukabele ile geçiştirdiği gibi Alfons dahi kâh Pavlos’un yüksek fikirlerine şaşmak ve kâh kızına evlilik tekliflerinin kabulünü ima eder manalı laflar atmakla geçirmiştir.
Bu müddet yarım saat kadar uzadı. Nihayet Marie de görünerek Marie’nin misafirlere takdimi kaidesi icra olunduktan sonra hep birlikte sofraya oturuldu. Sofra üzerinde cereyan eden hâllerden birinci derecede dikkati çeken şey, Alfons’un, haddizatında oldukça oburlardan iken güya Pavlos’a bir nevi kibarlık göstermek gayretiyle yemeği kasten az yemesi ve Pavlos’un ise güya kendi sofrasında imiş gibi teklifsiz ve tekellüfsüz, istediği gibi yemek yemesi idi.
Lakırtı sırasına gelince, misafirler gemici bulunmak hasebiyle en evvel birkaç günden beri esmekte bulunan havalara dair birkaç kelime söylendi. Sonra yemeklerin güzelliğinden ve sofranın intizamından bahsedildi. Nihayet Alfons’un sırıtarak, yılışarak söz açması üzerine evlilik bahsine geçildi.
Alfons: (Marie’ye) “Rahibe kısmı evlilikten nefret göstereceğine dair verdiği sözü, ilk söz verdiği günkü kalbî kuvvet gibi bir kuvvetle muhafaza edebilir mi?”
Marie: (büyük bir zarafetle) “Efendim, bir şey sual ettiniz ki ehemmiyeti, bizim insanlık havsalasına sığmayacak.”
Alfons: “Niçin?”
Marie: “Çünkü kalp üzerine bahis açtınız. Kalplerin sırlarını bilmek kime nasip olur ki hatta o bilgiye dayanarak bir hüküm verebilmek mümkün olsun?”
Pavlos: “Evet, güzel cevaptır doğrusu.”
Alfons: “Hayır, muradım o değil. İnsan bir kere de kendi kalbine müracaatla bir nispet buldurabilir ya!”
Marie: “Buldurabilir ama bütün âlemi kendi kalbinin hissine tatbik etmekteki hata dahi ne büyüktür! Ya benim kalbimde kuvvet olmayıp da dün verdiğim sözü bugün geriye alacaksam, yirmi beş sene evvel verdiği sözü bugün hâlâ takviye etmekte bulunanları dahi kendi kalbimin hissine mi tatbik edeyim?”
Alfons: (kızına) “Bu konudaki senin fikrin nedir kızım?”
Marie: (öğretmenlik salahiyetiyle kıza söz bırakmayarak) “Bu konuda Cuzella’ya henüz herhangi bir düşünce telkin edildi mi?”
Alfons: “Eninde sonunda edilecek değil mi?”
Marie: “O hâlde sualinizi dahi, o telkin verildiği zaman sormak lazım gelmez mi efendim?”
Pavlos: (kıza hoş görünmek suretiyle yaranmak için) “Evet, hak yine öğretmen cenaplarının elindedir. Bir kimseye henüz fikrinin ermediği şeyden sual edilemez. Mesela, bendeniz yirmi iki yirmi üç yaşında bulunduğum hâlde doksan yaşında ihtiyarların özel hâllerinden mesul olamam. Çünkü bu, tıpkı okumadığım bir ilimden mesul olmama benzer.”
Lakırtı bu tarafa yöneldikten sonra, aradan biraz vakit dahi susmakla ve biraz da kaptan efendilerin evli olup olmadıklarına dair konuşmalarla geçti. Sonra yine Alfons’un başlamasıyla şu suretle bir lakırtı açıldı.
Alfons: “Bana şu bahiste bir kanaat veremediniz gitti. Öyleyse bakalım, Marie Cenapları’na soralım ki bizzat kendisi verdiği sözden memnun mu kalmıştır?”
Marie: “Ben böyle bir hitaba muhatap olabilecek zamanı da aşırdım. Artık elli yaşıma geldiğim hâlde…”
Alfons: “A canım, vaktiyle diyorum, vaktiyle.”
Marie: “Efendim, insan kısmı acayip bir hayvandır. Başka hayvanlar her hususta birbirlerine benzerlerse de insan böyle değildir. Fikrine her gün değil, her saat birbirine uymayan bin şey gelir. İşte bu sebepten, yani insanları aynı şekilde hareket ettirmek arzusundan dolayıdır ki kanunlar konulmuş ve her mesele belli kanunların hükümleri altına alınmıştır. Bu hâle göre bir rahibe için her şeyden evvel, bir kere söz vermek lazım. Söz verdikten sonra artık kendisine pişman olup olmadığı sual gerektirmeyip o konuda tabi olduğu kanunun kendisine ne derecede elverişli davrandığını düşünmek gerekir.”
Pavlos: “Allah için bu cevap çok yerindedir. Pek haklıdır, bakınız ben de size şu ciheti söyleyeyim. Bazı delikanlılar dahi evliliğin, güya bazı mertebe külfetleri varmış diye evlenmek istemezler. Lakin bir aile saadetini düşününce mutlaka yürekleri yumuşar. Şu kadar var ki bunlar kendilerine yasak edilmediğinden pek canları isterse yine evlenebilirler. Eğer onlar dahi bir söz vermiş olsalar yürekleri yumuşadığı zaman dahi evlenememeleri lazım gelirdi. Rahibeler gibi.”
Marie: “Bulunduğumuz mevkiye göre cemiyeti artık bu bahiste devam etmemeye davete yetkim vardır zannederim.”
Pavlos: “Vardır efendim.”
Alfons: “Biz bize değil miyiz ya?”
Pavlos: “Hayır, pek de biz bize değiliz. İnşallah biz bize kalırsak o zaman enine boyuna bu bahiste devam ederiz.”
Pavlos’un şu son lakırtısı üzerine Cuzella’nın yüzünde hafif değil, epeyce bir kırmızılık görüldü ise de yine derhâl geçti. Fakat o bahse de gerçekten nihayet verildi. Zaten yemeğin dahi sonlarına gelinmiş olmasıyla biraz da bahçe ve çiçeklere ve bahçede çiçekler içinde geçen ömrün lezzetine dair laflar edilerek sofradan kalkıldı.
Yemekten kalkan misafirler Alfons’un odasına gittiklerinden Pavlos, Cuzella’nın yanına sokulup “Efendim gideceğimiz salona kadar zatınıza refakat edebilir miyim?” diye kolunu takdim etmekle kız dahi nezaket hasebiyle reddedemeyerek kolunu verdi. İkisi beraber salona vardılar.
Diğer misafirlerin gecikmesine bakılırsa Alfons’un bunları lakırtıya tutarak meşgul ettiği anlaşıldı. Hatta sesleri dahi gelir, bu zannı doğrulardı. Dolayısıyla Pavlos şu fırsatı ganimet bilerek ne tavırda bulunmak lazımsa o tavrı alıp söze başladı.
Pavlos: “Efendim Cuzella, kulunuz olmak için gösterdiğim arzu ve iştiyaka pederiniz müsaadede bulundu. Zatınızın dahi beni ret ve mahrum etmeyeceğine yüreğim emin olsun mu?”
Sinyor Pavlos’un ifade tarzında görülen hem serbestlik hem yaltaklanma şaşılacak bir şey olmasıyla Cuzella şaşkınlık ve dalgınlığını derhâl defederek kim bilir nasıl bir cevaba hazırlanmış idiyse de Pavlos kızın cesaretini çehresinden anlayıp mintanının cebinden fındık kadar pırlanta taşlı bir yüzük çıkararak ve takdim ederek “Şimdilik dilediğim şey, bu naçiz nişanı kabul buyurmanızdır.” dedi. Derhâl dizleri üzerine çöküp tam bir yalvarış durumunda şunu da sözlerine ilave etti:
Pavlos: “Şu yüksek alnınızda görülen merhamet ve iyilik belirtilerini, böyle benim gibi mahzun nazarlarıyla gören bir biçare, artık huzurunuzda iki diz üzerine çöken bir zavallıya merhamet ve iyiliğinizi esirgemeyeceğinizi ümit edebilir.”
Cuzella’nın dirayet ve zarafeti biliniyor idiyse de bu gibi sevişmelerin usulüne ve ne şekilde geçtiğine vâkıf olmadığı için Pavlos gibi yalvarmak için rükûya varan bir kimseden iyiliğini esirgeyeceği zaman birkaç adım geriye çekilmek lazım olduğunu bilemeyip güya misafir hakkında hürmet ve riayeti tamamıyla ifa etmiş olmak için herifin kolundan tutup bin estağfurullahlar ile kaldırdı. Bu hâl, ricanın kabulüne delil oluyordu. Dolayısıyla Pavlos kalkınca büyük bir teşekkürlerle kıza yine yüzüğü takdime çalışıp kız dahi kendi eski düşüncesine uygun olarak reddetmeye hazırlanırken öte tarafta misafirlerin gelişi üzerine yüzük yine Pavlos’un elinde kaldı.
Alfons, Marie ve kaptanlar odaya girdikleri zaman Cuzella’ya layığıyla dikkat etmiş olsaydılar kendisini kıpkırmızı değil belki mosmor bulurlardı. Bu dikkate yalnız Marie muvaffak olup ihtimal ki babası dahi dikkat etmemiş idiyse de hiç aldırmamış ve o hâlde kızın yanına yalnız öğretmeni Marie sokulmuştu.
Fakat Marie orada, o saat, kıza hâl ve hatır sormayı imkânsız gördüğünden erkeklerin gürültülüce söze başlamalarını fırsat bilip Cuzella’yı kolundan çekerek dışarıya aldı ve kendi odasına götürdü. Orada aralarında şu görüşme cereyan etti.
Marie: “Size ne oldu Cuzella?”
Cuzella: “Hiç!”
Marie: “Hiç değil, bir şey oldu. Aynaya bakmış olsaydınız bu inkârı edemezdiniz.”
Cuzella: “Sinyor Pavlos evlilik teklif etti.”
Marie: “Siz ne cevap verdiniz?”
Cuzella: “Reddettim.”
Marie: “Niçin reddettiniz ya?.. O, zengin bir adammış. Terbiyesi, irfanı ve güzelliği de meydanda.”
Cuzella: “Siz de mi üstüme varacaksınız?”
Marie: “Muradım o değil. Eğer kocaya varacak iseniz başka bir sevdiğiniz de yok ise buna varsanız diyorum. Yoksa beğenmediğiniz bir hâli mi var? Saklamayınız benden sırrınızı.”
Cuzella: “Sırrımı sizden saklarsam kime söylerim? Evet, yüzünü beğenmiyorum. Şeytan yüzlü bir herif!”
Marie: “Acayip.”
Cuzella: “Evet, şeytan yüzlü bir herif! Bakınız size bir resim göstereyim de Pavlos’un yüzünü onunla karşılaştırınız.”
Cuzella, üst kattaki kütüphanesine çıkıp bir yağlı boyalı küçük resim çerçevesini getirdi, öğretmeninin eline verdi.
Marie: “Hay, bu resmi görmüştüm ya? Hani ya şu mektepli.”
Cuzella: “Evet, görmüştünüz. Şimdi bu resimdeki yüzde görülen melekliğe bakınız, bir de Pavlos’un suratına bakınız.”
Marie: “Aman a kızım, bu bir ressamın kaleminden çıkmış resimdir. Ressam bu çehreye istediği güzelliği verebilir.”
Cuzella: “Öyledir! Lakin buna yakın yüzler yok mudur? Böyle olamaz mı?”
Marie: “Olabilir ya.”
Cuzella: “İşte, ben böyle melek-sima yüz isterim. Yoksa ben babam gibi açgözlü değilim ki paraya, zenginliğe tamah edeyim.”
Kızın öğretmenine gösterdiği resim on sekiz on dokuz yaşlarında bir delikanlıydı ki deniz okulu formasını giymiş olup ister ressamın aşırı mahareti sayesinde olsun ister tabii bulunsun güzelliği, kalıbı, kıyafeti, Cuzella gibi bir kızı meftun ve hayran edecek derecenin dahi üstündeydi.
Bu resmi temaşa ettikten sonra Marie, gerçi böyle yüzlere mukabil Pavlos’un mal ve serveti ile beraber feda edilebileceğini teslim ederek “Öyleyse niçin kendinizi sıkıyorsunuz, işte herifin teklifini reddetmişsiniz ya? Fakat haydi yanlarına gidelim. Zira şimdi kaçmak uygun olmaz.” diye yine kızı aldı, salona getirdi.
Marie ile Cuzella salona girdikleri zaman iki kaptanı bir tarafa çekilmiş ve Alfons ile Pavlos’u dahi bir tarafta baş başa vererek konuşmakta bulunmuş buldular. Bunlar Marie ile Cuzella’nın girdiklerini görünce bir kabahat işleyen adamların üzerine varıldığı zaman ürktükleri gibi ürkerek bir telaş gösterdiler. Bu hâle göre anlaşılır ki damat ile kayınpeder yine Cuzella’nın evliliği üzerine söz söylerdi.
Alfons kalplere sıkıntı veren sırıtık tavrıyla güya Cuzella’ya yine bazı şakalar etmek istedi. Hasılı, misafirler birkaç saat orada kaldılar. Her dereden su getirip sohbete son verdikten sonra kalkıp her biri nazik bir tavırla ve iltifatlı bir dille veda ederek gittiler.
Misafirlerin gidişi akşama yakındı. Cuzella’nın o gün akşama kadar ister istemez içi sıkıldığı cihetle biraz gezinmeye ihtiyacı olduğu gibi hazır giyinmiş de bulunduğundan öğretmeninden refakate dair vaat alarak arabayı ısmarladı. İkisi arabanın içine ve bir uşak dahi arabacı yanına binip bağlar semtine doğru yola koyuldular.
Yolda Cuzella daima evlilik meselesinden bahsetmek istiyordu. Lakin Marie “Mademki mekânı değiştirdik, bahsi yine değiştirip zihnimizi bütün bütün ondan temizlemeliyiz.” diye o bahiste devama razı olmayarak dinî ve felsefi düşünceler üzerine pek çok tatlı bahisler açıp kızı bunlarla eğlendirmeye başladı.
Yaz mevsiminin henüz gelmiş olması münasebetiyle ne baharın gözü yaşlı genç çocuklar gibi âdeta soğuk çehresi kalmıştı ne de yazın hırs ve şehvet ateşi ile kendisini yakmak şöyle dursun bütün dünyaya kıvılcımlar saçmaya mecbur olan ateşli delikanlılar gibi çekinilecek derecede tesiri görülmeye başlamıştı. Ortalığın hâli henüz on dört yaşına yeni varmış olan sevgililerin çehresi gibi masum, güleç ve latifti.
Öğrenci ve öğretmen güneşin batışına kadar gezdiler. Tam güneş batıp da batı ufkundan doğu ufkuna akseden gayet latif pembelikleri dahi büyük bir lezzetle temaşa ettikten sonra dönmeye karar verdiler.
Dönüş esnasında Cuzella özellikle yolu sapıtıp rahibeler cemiyetgâhına kadar öğretmenini götürdü. Orada birbirine veda ile beraber Marie yüreğini geniş tutması hakkında öğrencisine birçok talimat verdikten sonra Cuzella evine dönmek için arabacısına emrederek hareket etti.

Altıncı Bölüm
Cuzella gezmekten döndüğü zaman babası Alfons’u konakta buldu. Gezmekten gelenlerin büyüklere görünmesi âdet olduğu üzere doğruca babasının odasına girmişti. Alfons’u o günkü neşesi kaybolmuş, yüzü asık, biraz da kızgın bir hâlde buldu.
Bu hâle sebep kendisi olduğunu, Cuzella’nın keşfetmesi lüzumu hatıra gelebilir. Ancak kız böyle lüzumu uzak gördüğünden durumu babasından öğrenmek için acele etti.
Cuzella: “Sizin bugünkü neşenizi göremiyorum babacığım.”
Alfons: (kasılarak) “Sende bu hâl varken beni kahredeceğine şüphe mi edersin?”
Cuzella: (hayretle) “Bu nasıl bir lakırtı?”
Alfons: “Bugün Sinyor Pavlos’a ettiğin muamele neydi?”
Cuzella: “Daha nasıl saygı gösterebilirdim ya?”
Alfons: “Yok, yok, burada, bu odada geçen olaylar…”
Cuzella: “İyi ya, burada ben ona hiçbir şey yapmadım.”
Alfons: “Maşallah! Pavlos gibi bir adam senin huzurunda diz üzerine gelsin, sana binlerce taler kıymetli bir nişan arz etsin, özellikle de kendi saadetini senden, senin mürüvvetinden beklesin, sonra sen kolundan tutup kaldırarak hareketlerinle ricasını kabul etmiş ol da nihayet nişanı yine reddederek herifi tahkir et!”
Cuzella: “Ben onun ricasını ne vakit kabul ettim?”
Alfons: “Ya diz üzerine çöken bir adamın kolundan tutup kaldırmak ne demektir?”
Cuzella: “Ne bileyim ben, şimdiye kadar beş on kişi bana rükû etti mi ki bu merasimleri bileyim?”
Alfons: “Maşallah! Her şeyi herkesten ziyade bil de bunu bilme öyle mi? Mutlaka herifi tahkir için yaptın.”
Cuzella: “Vallahi babacığım, bu hâl aklıma bile gelmedi.”
Alfons: “O kadar fena muamelede bulundun ki en bayağı, en terbiyesiz bir kız bile bu muameleyi yapmaz.”
Cuzella: “Vallahi bu âdeti bilmiyordum diyorum.”
Alfons: “Pekâlâ, eğer bilmiyordun ise özür dilemeli.”
Cuzella: “Nasıl dilemeli ki?”
Alfons: “Elbette Sinyor Pavlos buraya bir daha gelecek. Kusurunun affını rica etmeli.”
Cuzella: “O hâlde teklifini kabul etmiş olurum.”
Alfons: “Vay, kabul etmeyecek miydin? Kızım, sen beni fena adamların hâlini almaya mecbur mu edeceksin? Ben senin baban değil miyim? İşte sana bu evliliği teklif değil, emrediyorum. Emrimi kabul etmezsen benim elimden neler gelir bilir misin?”
Cuzella: (korku dolu bir saygıyla) “Bilirim efendim.”
Alfons: “Bilirsen inat etmemelisin.”
Cuzella: “Henüz çocuk olduğumu arz ediyorum.”
Alfons: “Biz de bu özrünü kabul ediyoruz. Şimdi şu nişanı kabul et, bir nişan da biz verelim. Düğün için istediğin kadar zamanın var. Tuhaf be, hem hanımın saadetini arzu ederek çalışalım hem de nazını çekelim! İşte kuzum, ettiğin terbiyesizliğin, belki edepsizliğin özrü böyle olur. Bakalım yarın değil, öbür gün mü gelir, ne vakit gelirse herifin ricasını kabul et.”
Alfons şu son lakırtılarını ziyadece bir kızgınlıkla söyleyip bitirmiş idiyse de kız kendi son cevabını verdikten sonra fevkalade üzüntülü bir tavır ile çıkıp gitmiş olduğundan durup dinlememişti. Lakin babasının dik sedaları kendisini takip ederek her hâlde kulağına erişti.
Artık bu mesele ve konuşmalar üzerine Cuzella’nın ne kadar büyük bir üzüntüye girmiş olduğunu burada ayrıntılarıyla anlatmak gerekmez. Hatta biraz sonra yemek hazır olup da hizmetçisi Angelino kendisini yemeğe davete geldiği zaman kızı ağlamış ve gözleri kızarmış bulmuştu. Cuzella yemek davetine tabii gitmedi. Babası ise tekrar tekrar haber gönderip kızın gelmediğini görünce kalktı, bizzat kendisi dahi geldiyse de kız “Allah Allah, kocaya zorla vermek gibi yemeği de zorla boğazıma tıkayacak değilsiniz ya? İşte, canım istemiyor!” diye şiddetle reddederek sofraya gitmedi.
Şimdi siz sorarsınız ki pederinin bu dereceye kadar zorlaması üzerine Cuzella, Pavlos’la evlenmeye razı oldu mu, olmadı mı?
Fakat bakalım Cuzella bunu kendisi dahi biliyor mu? Hatırına bir anda bin şey geldikten sonra hemen yüz bin başka şey gelip onları mahvediyordu.
Eline bir kitap aldı, eğlenemedi. Başkasını aldı, daha başkasını aldı. Hasılı, kütüphanesini bütünüyle elden geçirdi, eğlenemedi. Müzesinin içinde eline almadık şey bırakmadı. Yine iç sıkıntısından çatlayarak gitarını alıp çalmak ve biraz da şarkı çağırmak dahi hatırına geldiyse de babasıyla bu kadar çatışmadan sonra çalıp çağırmak uyamayacağı düşüncesi mâni oldu.
Bir aralık Keşke bu gece Marie’yi burada alıkoymuş olaydım! diye öğretmeninin bu hâlde yanında bulunmasını arzu etti. Derken Belki o da babamın zorlamasını görürdü de beni kabule mecbur etmek için bin hikmetten dem vururdu! diye yine pişman oldu.
Biçare kız bunun gibi bir hâl içinde birkaç saat azap çekti, kaldı. Güneşin batışından üç saat sonra belki gözlerime uyku girer diye yatağına girdiyse de uyku denilen şey dimağın istirahatiyle hasıl olacağı cihetle, böyle bin şey ile meşgul olan biçare kızın gözlerine uyku dahi gelmedi. Öteye beriye dönerek, yuvarlanarak ve birbirine aykırı ve farklı hayalleri zihninde bir araya getirerek bir buçuk iki saat kadar vakit daha geçirdi.
Konak içinde herkes yatmış, artık ses seda kesilmişti. Dolayısıyla bir hanede herkes uykudayken uyanık bulunan kimseye arız olan dehşet Cuzella’ya dahi arız olmaya başladı. Lakin bu dehşet kendisi için zararlı değil, bilakis faydalı oldu. Zira bu dehşetli hâl içinde insan hayaller ile uğraşamayacağı cihetle Cuzella dahi zihnini biraz boşaltabildi.
Üç çeyrek kadar dahi böyle bambaşka bir hâl içinde kaldı. Derken fevkalade bir vaka vuku buldu ki kızın her düşünce ve hayalini defe sebep oldu.
Kendisi üst katta yatmakta bulunduğu cihetle tam penceresinin yanında ve hanenin yüksekliğine nispetle iki kat yüksek bulunan bir ağacın dallarında, rüzgârın tahrikinden fazla bir hareket işitti.
Zaten dehşet içinde idi dedik ya! Bu hâl dehşetini bir kat daha arttırdı. Karşı tarafta hafif hafif yanmakta bulunan kandili söndürmeye lüzum gördü. Ona da cesaret edemedi. Bununla beraber böyle kalkıp bakmak ve kandili söndürmek tedbirlerine ne gibi bir lüzum üzerine mecbur olduğunu dahi bilemiyordu.
Bir kere yatağın içinde kalkıp oturdu. Derken oturmayı kendisi için daha tehlikeli buldu. Yine yattı. Örtüyü dahi yine başına çekti. Ancak etrafı gözden kaybetmekle daha ziyade korkacağını dahi hesap ederek yine başını yorgandan çıkardı. Kıza bu derece korku veren şey, hayaller nevinden değildi. Bahsettiğimiz ağaç üzerinde şamata dakika dakika artıyordu. Bu şamatayı Cuzella gibi dehşet içinde bulunan bir kız değil, en cesur ve kanı soğuk bir erkek bile işitse mutlaka ağaca bir adam çıkmakta bulunduğunu anlardı.
Vakıa öyleymiş. Ağaca çıkan adam tam pencerenin yanına kadar gelen, kalınca bir dal üzerinden yürüyerek ve sürünerek pencereye kadar geldi.
Alfons konağının pencerelerini gemi kamaralarının pencereleri gibi geçmeli yaptırmıştı ki cam sürmeleri birbirinin üzerine kalkmayıp duvar içine giriyordu.
Gelen adam her kimse camı zorlamaya başladı. Camın hareketlerinden herifin camı her cihete doğru kımıldattığı anlaşılıyordu. Lakin sürmenin, duvarın içine girdiğini o harekete mahsus olan gürültüden anladı.
İş bu dereceyi bulunca Cuzella korkusundan az kaldı ki haykıracaktı. Lakin gelen adam gizlice gelmekte olup bunun işi dahi gizlice bir hırsızlık olacağını anladığı cihetle şiddetli haykırırsam herif beni öldürmeye mecbur olur düşüncesi kızı haykırmaktan dahi menetti. Ufak tefek eşya alacaksa bir ziyanı olmadığı ve eğer kendi oda kapısını açıp ve çıkıp içeriki odalara girmek isterse o hâlde kapıyı tekrar kapayınca herifin mahpus kalacağı ve diğer taraftan bahçedeki uşaklara bağırmak dahi mümkün olacağı gibi birkaç fikir dahi gelmişti.
Gelen herif sürmeyi açtıktan sonra başını uzattı. Cuzella bunun genç bir adam olduğunu gördü. Kızcağız herifin diğer hareketlerini görmemek için gözlerini yumdu. Ama bir türlü yine sabredemedi, açtı.
Herif bir kere etrafa göz gezdirdi. Sonra kanaat getirmiş bir tavırla başını sallayıp içeriye doğru sürüne sürüne pencereden girdi. Uzun boylu, nahif endamlı, güzelce yüzlü bir adam ise de arkasında yırtık pırtık yağ içinde bir gemici gömleğiyle, ayağında bin yamalı bir gemici pantolonu ve başında da yamrı yumru bir şapka vardı.
Belindeki rengi kaybolmuş kuşağın üzerinden dahi bir kamanın el kadar kabzası görülüyordu. Herif odanın içini bir daha gözden geçirip sonra pencereye dönüp başını dışarıya çıkararak aşağıya boğuk bir sesle iki lakırtı söyledi. Gerçi bu lakırtıları Cuzella anlayamadı. Ama bu hâlden herifin aşağıda arkadaşı dahi bulunduğunu anlayarak özellikle belinde kamayı dahi görünce artık çeneleri kilitleşip haykırmak değil soluk almaktan bile korktu.
Hırsız yine odaya girdi. Cuzella ise hem kendisini uyur göstermek için gözlerini kapamaya lüzum görüyor hem de gözlerini bir türlü kapayamayarak hırsızın hareketlerini kontrole merak ediyordu.
Bir aralık hırsız hâlâ etrafa göz gezdirirken gözleri Cuzella’nın gözlerine rast gelmesin mi? İkisi dahi birbirinin gözlerine değil, göz bebeklerine kadar baktılar.
(Birinci Kitap’ın Sonu)

İKİNCİ KİTAP

Birinci Bölüm
Malta’dan gemiye binerek Sebte tarafına doğru yelken açıp yola çıkan bir seyyah, Tunus Körfezi’nin doğu sahilini teşkil etmiş ve İspanyol gemicileri tarafından “Bona” namını almış burnu yakaladıktan sonra Cezayir ülkesinin güzel ve mamur şehirlerini, kasabalarını, karyelerini, sahilden temaşa ede ede giderken Hora’nın öte tarafında bulunan büyücek bir burnu dahi görüp sonra sahilin kendisinden uzaklaşmaya başladığını ve denizin ufku çepeçevre kuşattığını müşahede eder.
Bu ufkun merkezinde bulunan gemideki yolcular içinde o kıyıları tanıyan adamlar varsa gözlerini batı tarafından ayıramayarak aradıkları şeyin denizin düzgün olmayan yüzüne nispetle alçakça kalmış olduğunu bildikleri cihetle, başlarını havaya kaldırıp bakışlarına da bir eğrilik vermeyi ve aradıkları şeyi böylelikle bulmayı arzu ederler.
O hâlde bunların aradıkları şey nedir? Aradıkları şey, Forcas denilen burundur ki göründüğü anda kendilerine bir kurtuluş ümidi vadeder.
Bu Forcas Burnu, bir manda kafasının iki boynuzundan birisi şeklinde olup kuzeye doğru ilerlemiş ve bu boynuzun diğeri ise güneydoğuya doğru sivrilip çıkmıştır. Bu kısmın sonunda güzelce bir koy teşekkül eder.
Bu mevkiyi bir mağrur şair görecek olsa bunu böyle manda boynuzuna filana benzetmeyip, benzetmesine daha ziyade süs vermek için âdeta bir güzel insan pençesine benzetirdi ki güya bu pençe, karışını açmış ve orta parmağının arasında kalan yer koyu teşkil ederek parmağa da Forcas ismi verilmiştir.
İşte, gerçekten pek ziyade yakışık alan bu benzetme gereğince baş ve orta parmaklarının teşkil ettiği karışın en ziyade açılmış olan yerinde, yani ortasına yakın mevkisinde küçük bir liman üzerinde gayet zarif bir kale görünür ki ismine Melile derler. Bu kalenin aslında Müslümanlar tarafından yapılmış veya hiç olmazsa yepyeni bir şekilde tamir edilmiş olduğu ilk bakışta müşahede olunur. Afrika’nın en kuzeyinde ve Cezayir ile Fas arasında bulunan böyle bir mevkinin politikaca ehemmiyeti ortada olmakla hâlâ Cezayir veyahut Fas hükûmetine tabi olması lazım gelir idiyse de buna ta Endülüs ve Mağrip’te Müslümanlar zayıflamaya başladıktan beri İspanyollar taarruz etmişler ve kaleyi almışlardır. Bugün dahi yine onların muhafazası altında bulunur.
Melile’nin kalesi savaş fenni bakımından ne kadar ehemmiyeti haiz ise limanı dahi ticaretçe o kadar ehemmiyeti haizdir. Çünkü Marsilya, Sebte, Tunus ve Akdeniz’in Sicilya taraflarından gelen gemiler için toplanma yeri Melile Limanı’dır. Limanın bu ticari ehemmiyeti yeni değil, eski bir şeydir. Bahsettiğimiz bu ehemmiyetin en büyük ciheti ise limanın korsan, yani deniz haydutları şerrinden pek muhafazalı olmasıdır. Zira şimdiki vakitte bile o taraflarda hâlâ çat pat vücudu eksik olmayan korsan gemileri, geçen yıllarda kelebekler kadar çok olup Arap korsanları daima yabancı gemileri ve bunlar da onları soydukları gibi bazı kere Araplar ile İspanyollar ittifak ederek önlerine hangi gemi çıkarsa ortaklaşa vurdukları bile olurdu.
Korsanlığın şu tarif ettiğimiz derecesi bundan yüz sene kadar evveldi. Ondan önce daha mükemmel idi ya!.. Korsanlar otuz kırk kadar parçadan oluşan filo donanmaları ile gezip sadece rast geldikleri gemileri değil, hatta şehirleri, kaleleri bile vururlar ve şehri tamamıyla yağma ettikten sonra ahalisini ya bire kadar katlederler veyahut gençlerini esir alarak giderlerdi.
Kıyılarda bulunan devletler bu haydutlar aleyhine ittifakla hareket ederek mükemmel donanmalar sevk ede ede nihayet bundan yüz sene evvelki zamana gelinceye kadar, mesela en büyük bir korsanın bir iki parça gemi ile küçük bir kasabayı vurabilmesi veyahut birkaç korsanın birleşerek büyücek bir tüccar gemisini soyması derecesine kadar indirmişlerdi. Ondan sonra dahi nerede ve hangi milletten korsan tutulursa derhâl gemisine asılması hakkında şiddetli kanunlar konularak o yolda devam edilmekle şimdiki pek küçük dereceye kadar indirildi.
Şimdi hırsızlığın orta derecede rağbet gördüğü sırada, yani İsa’nın doğumunun 1790. senesi başlarında ve hemen hemen şubat ayında, Melile Kalesi’nin güneydoğu cihetinde bulunan ve bu kaleye, otuz mil kadar mesafede bulunan ufarak koy önünde, iki direkli bir tekne çalkanıp duruyordu. Eğer o aralık civardan bir gemi geçse bu koyda bu geminin bulunmasını hayra yormazdı. Zira herkesin gemisi kışı geçirmek için Melile Limanı’nda yatarken ırz ehli bir adamın gemisinin böyle açık bir koy içinde yatması akıllıların yapacağı bir iş değildir. Herkes ihtimal verirdi ki bu gemi mutlaka bir korsan teknesi olup Melile Limanı’nda bulunan gemilerin ilkbaharda denize çıkmasını bekliyor.
Gemi içinde bulunanlarsa bu mevsimde karakol gemilerine rast gelmek tehlikesi olmadığını bilerek rahat ve mütekebbir kamaralarında ikamet ederlerken bir gün öğle vakti çöl cihetinden bir atlının gemi tarafına at çatlatırcasına geldiğini gördüler ve bu atlının gelişinden kuşkulanıp şayet kara tarafından bir belaya uğramamak için hemen icabına göre derhâl hareket edebilmek tedariklerine acele ettiler.
Gelen atlı o süratini bozmayarak sahile kadar geldi. Geldi ama tam sahilde dalga çarpıntısından hasıl olma bir adam boyu kadar setten atladığı gibi atın bir daha yerinden kalkamaması bir yana, atlı dahi kalkamadı.
Hırsızlar bu gelen adam kim olursa olsun elbette üzerinde çalmaya yarar eşya bulunacağından soymaya karar verdiler. Ve icabına göre derhâl hareket edebilmek hazırlığında bir yandan devam ediledursun diğer taraftan dahi sahile bir sandal içinde iki üç adam gönderdiler.
Giden adamlar tam atlının yanına varmışlardı. Bir de yine bahsi geçen atlının geldiği yerden, birer ikişer, sekiz on atlı daha peyda olduğunu görünce artık soymaya meydan kalmayarak ya vefat etmiş veyahut çarpmanın şiddeti ile kendisinden geçip gitmiş olan atlıyı kucaklayarak, birisi dahi ayakları kırılmış bulunan hayvanın kolanlarını kesip takımlarını alarak sandala geldiler.
Gemiye binip derhâl demir alarak henüz gidecekleri yeri kararlaştırmaksızın denize açıldılar.
Yakaladıkları adam, üstü başı temiz, genç bir Arap idi. Sahilden gereği gibi uzaklaşıncaya kadar hırsızlar gemi idaresiyle meşgul olarak esirlerini soymaya vakit bulamadılar. Zira bahsi geçen koydan çıktıktan sonra şiddetlice bir doğu rüzgârı kendilerini daima Melile tarafına atmakta olduğundan elde mevcut mahareti dümene sarf ederek ipleri sımsıkı gererek Melile’den mümkün mertebe uzakça geçmek lazımdı.
Gerçekten bu hususta icra edilen manevralar sayesinde hırsızlar Melile Kalesi’ni üç dört mil kadar solda bırakıp Forcas Burnu’nu yakaladılar. Biraz daha zahmet çekerek Forcas dahi geçildikten sonra artık esir ile meşgul olmaya vakit bulabildiler.
O geminin reisi Pietro isminde bir haydut olup Zerno isminde bir de arkadaşı vardı. İkisi beraber olarak Arap’ın yanına geldiler ve üstünü başını aramaya başladılar. Ceplerinde ve koynunda bir hayli para ve saat gibi şeyler çıktı. Bunları aldılar. Birtakım da kâğıtlar çıktı ki bu kâğıtlar İspanyolca yazılmış idiyse de hırsızlar içinde okuryazar adam bulunmadığından ne oldukları anlaşılamadı. Dolayısıyla kâğıtları şöylece bir tarafa koydular.
Arap’ın arkasından güzel sırmalı maşlahı ve sırmalı fermeneyi,[10 - Fermene: Türlü nakışlarla işlemeli, önü kavuşmayan, yeleğe benzeyen bir giysi. (e.n.) 53] yeleği ve ayağından yine sırmalı çuha şalvarı çıkardılar. Derken sıra çizmeye geldi. Fakat ölü gibi baygın yatan Arap’ın ayaklarından çizmeyi çıkarmak mümkün olamadı. Dolayısıyla Pietro şöyle bir görüşte bulundu:
Pietro: “Et baltasıyla Arap’ın ayağını dizinden kesmeli. Sonra çizmeyi ayağından çıkaramazsak ayağını çizmesinden çıkarmaya çalışırız.”
Zerno: “Fena akıl değil.”
Alonzo: (bir tayfa) “Amma fena akıl değil ha! Diri adamın ayağını kesmek…”
Zerno: “Diri mi?”
Alonzo: “Ya nedir? Sanki bu herif ölü müdür?”
Pietro: (sert bir çehre ile) “Diri olsun, ölü olsun! Mundarı benim anam doğurmadı ya? Zaten kaldırıp denize atmayacak mıyız?”
Alonzo: “Varsın öyle olsun. Biraz daha sabredelim de herifin aklı başına gelince çizmelerini kolayca çıkarıp öyle atalım. Sonra, yok ayağını çizmeden, yok çizmeyi ayağından çıkarmaya çalışmaktansa bu daha kolaydır.”
Zerno: “Doğru söylersin be, öyle edelim.”
Alonzo: “Ben daima doğru söylerim ama dinleyen kim? Hem ben olsam bu herifi denize de atmam.”
Pietro: (melunca bir tavırla) “Ya ne yaparsınız efendim? Kendin yiyecek ekmek buldun da birazını da buna verirsin, öyle mi?”
Zerno: (Pietro’ya) “Dur bakalım a canım! Belki herifin aklına faydalı bir şey daha geldi.”
Alonzo: “Hem de ne kadar faydalı ya? Fakat size lakırtı söylenmez ki…”
Pietro: (alaycı) “Ee, söyle bakalım.”
Alonzo: (kinaye yollu) “Yok yok, atınız atınız, denize atınız. Ayaklarını dizlerinden kesiniz de öyle atınız. Sonra da ya çizmeyi ayaktan veyahut ayağı çizmeden çıkarmaya çalışırsınız.”
Pietro: (meluncasına) “Söyle diyorum!”
Alonzo: “Söylemeyeceğim. Siz benden daha akıllı değil misiniz ya? Bakınız şu aklınıza ki herifi denize atacaksınız da arkasındaki güzel gömlek ile ayağındaki donu çıkarmayı bile akıl etmiyorsunuz. Denize atacağınız adamın avret yeri açılırsa utanır diye mi düşünürsünüz?”
Zerno: (Alonzo’nun omzunu okşayarak) “Söyle Alonzo, söyle!”
Alonzo: (başlarına kakarak) “Size korsanlık ne kadar uzak! Fakat ne çare mal sahibi bulunuyorsunuz.”
Pietro: “Şu herifi denize atmadığıma ne kadar teessüf ediyorum. Başımıza filozof kesildi gitti be!”
Alonzo: “O zaman atmadınsa şimdi bu Arap ile beraber at! Zaten denize attıklarından ben daha kıymetli bir mal değilim ya!”
Zerno: “Sen ona bakma Alonzo, bana söyle, bakalım şimdi şu Arap’ı ne yapmalı?”
Alonzo: “Bu Arap’ı mı?”
Zerno: “Evet.”
Alonzo: “Şimdi bu Arap’ı soyduk, bitirdik değil mi?”
Zerno: “Evet, sonra?”
Alonzo: “Sonrası bu Arap’ı uyanıncaya kadar bekleriz, uyandı mı hürmet ederiz, izzet ederiz.”
Pietro: (lakırtıyı keserek) “Oh! Vay gidi akıl vay! Bir de ziyafet çekersiniz desene!”
Zerno: “Sen sus a canım!”
Alonzo: “Evet, onu da söyleyecektim. Mümkün mertebe bir de ziyafet çekeriz. Sonra herifin kim olduğunu sorarız. Eğer zengin, kibar, filan bir şey ise ailesine haber göndeririz.”
Pietro: (sabredemeyerek) “Gördün mü akıllı filozofu? Demek oluyor ki yanımızda insaniyetçe ruhbanlar halt etsin. Arap’ı izzetüikramla ailesine götürelim imiş!”
Zerno: “Sen sus diyorum be kardeş! Bakalım, şu herifin lakırtısını dinleyelim.”
Alonzo: “Söyleyeyim mi? Dinleyecek misiniz?”
Zerno: “Sen söyle Alonzo, söyle. Ben dinlerim. Arap’ın ailesini öğrenip haber göndeririz, sonra?..”
Alonzo: “Sonra deriz ki, işte adamınız burada. Eğer filan yere şu kadar altın gönderirseniz alırsınız, göndermezseniz denize atarız. Onlar da herifi kurtarmak için mutlaka gönderirler. İtalya haydutları işte böyle hareket ederler de binlerce altın biriktirip zengin olurlar.”
Zerno: (Pietro’ya) “Nasıl, aklı beğendin mi?”
Pietro: (bir müddet düşündükten sonra gülerek) “Habis herif gerçekten filozof be! Vallahi iyi söyledi, öyle yapalım.”
Alonzo: (yine başına kakarak) “Yok, öyle yapma. İşte dört buçuk paralık eşyasını aldık ya, kaldır, denize at! Ayaklarını da dizlerinden kes. Sonra ya ayağı çizmeden ya çizmeyi ayağından…”
Pietro: “Elverir, elverir! İşte kabul ettik ya.”
Üç kişi bu müzakere üzerindeyken yalnız bir dümenciden başka geminin sekiz on tayfası dahi gelip çepeçevre etrafı kuşatarak müzakereyi dinler idiler. Alonzo son hükmünü verince hepsi hayretle birbirinin yüzüne bakıp herifin aklını, anlayışını takdir ettiler. Alonzo ise pek şakacı bir adam olduğundan işi derhâl latifeye bozarak “Haydi bakalım, böyle giderse artık kaptanlar uykuyu bile benim fikrimi aldıktan sonra uyuyacaklar. Ben fikrimi söylemezsem yemek bile yemeyecekler” diye ortalığı güldürerek bir tarafa çekildi.
Derken Arap gözlerini açtı. Vakit ise artık akşama yaklaşmıştı.

İkinci Bölüm
Arap gözlerini açtığı zaman kendisini bir gemi içinde ve özellikle de melun çehreli adamlar arasında görünce bir kere fena hâlde ürktü.
Bizim Alonzo oldukça Arapça bilirdi. Zerno “Haydi bakalım Alonzo nöbet senindir. Efendinin hâlini, hatırını sor, sonradan bize tercümanlık edeceksin!” dedi. Gerçi Alonzo gayet yumuşak bir çehre ile yaklaştıysa da daha ağzını açmadan, Arap gayet pürüzsüz bir İspanyolca ile şu suretle söze başladı.
Arap: “Efendiler, ettiğiniz kardeşliğe nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.”
Arap’ın konuştuğu İspanyolca o kadar pürüzsüz ve özellikle de şivesi o kadar güzel idi ki hırsızların hepsi şaşıp kaldılar. Bu aralık Alonzo, Pietro’ya sokulup:
Alonzo: “Bu herif galiba Arap değil, İspanyol.”
Pietro: “Bah! De bakalım, bir cevahir daha yumurtla.”
Alonzo: “Yumurtlaması filan yok, âdeta İspanyol. Bu kadar pürüzsüz lakırtıyı Madrid kardinali bile söyleyemez. Şimdi anlarız ya!”
Sonra Alonzo, Pietro ve Zerno Arap’ın yanına sokulup, söze en evvel yine Alonzo başlar:
Alonzo: “Arkadaş ben senin için Arap değilsin, İspanyol’sun diyorum da Pietro inanmıyor.”
Arap: “Herkes istediği şeye inanmakta, istemediğine inanmamakta serbesttir.”
Pietro: (hakaretli bir tavırla) “Sanki kendini bize İspanyol mu satmak istiyorsun?”
Arap: “Şu saat alışveriş saati ise uyuşmak kolaydır.”
Alonzo: (gülerek) “Öyle ya, alışveriş saatidir. Hem biz pek kolay uyuşur adamlarız. Zaten alacağımızı aldık, bir ayaklarındaki çizmeler kaldı. Eğer vereceğimiz varsa onu da vermekten çekinmeyeceğiz.”
Pietro ile Alonzo ve Zerno baş başa vererek biraz konuştuktan sonra Zerno söze başladı.
Zerno: “Gerçi lisanın pek güzel ama yüzünde hiç İspanyol siması yok.”
Arap: “Siz necisiniz?”
Alonzo: “Efendim, biz sizin gibi müşterilerin malını rızasıyla da rızası olmayınca da alır, satar, öyle bir nevi tüccarız.”
Pietro: (Alonzo’ya) “Zevzekliği bırak!” (Arap’a) “Biz korsanız korsan.”
Arap: “Öyleyse ben Arap mıyım yoksa İspanyol muyum diye ne sorup yatıyorsunuz?”
Zerno: “Sanki Arap isen ve muteber bir ailedensen seni ailenin yanına götürüp beş on para bahşiş isteyeceğiz. İşte, muradımız budur.”
Arap: “Öyleyse emin olunuz ki bu muradınıza nail olamayacaksınız. Ben Arap değilim, İspanyol’um.”
Arap bu lakırtıları söyleyip silkindi, kalktı. Fakat gerek söz söyleyişinde ve gerek kalktığı zaman gösterdiği tavır ve vaziyette o kadar yiğitçe hâller görünüyordu ki hırsızlar hayran kaldılar. Üç hırsız baş başa verip biraz daha aralarında görüştükten sonra:
Pietro: “Senin adın nedir?”
Arap: “Hangisini soruyorsunuz? Şimdiki adımı mı yoksa evvelki adımı mı? Yoksa daha evvelki, yani asıl adımı mı?”
Alonzo: (gülerek) “Tuhaf, bir adamın birkaç gömleği olduğunu bilirdim ama birkaç adı olduğunu bilmezdim. Hem birkaç gömleği olan adam bile nadircedir.”
Arap: “Evet, benim birkaç adım vardı. Lüzumuna göre birkaç isim daha alabilirim.”
Pietro: “Öyleyse şu isimleri birer birer söyle bakalım.”
Arap: “Şimdiki ismim Hasan’dır. Bu isimden evvel adım Safatino idi. Daha evvelki adım, yani asıl ismim Turgo’dur.”
Pietro: “Alonzo’nun dediği gibi gerçekten tuhaf. Nasıl oldu da bu kadar ismi aldın?”
Arap: “Onu da mı söyleyeyim? Ben asıl Cadiz şehrindenim. Denizcilik mektebine girdim. Beş sene orada okudum. Tam son imtihanı verip zabit çıkacak iken hocalarımdan birisi bana hıyanet ederek zabit çıkartmadı. Beni iki sınıf daha aşağıya attı.”
Alonzo: (telaşla) “Ha, anladım! Vay, sen misin o?”
Arap: “Dursana! Ben de sabah hocamın odasına girip, belimdeki meçi yüreği üzerine sokup herifi öldürdüm.”
Alonzo: (gülerek) “Turgo, Turgo! Öyleyse ben seni bilirim be. Şu katil Turgo. Biz bu vakayı hep işitmiştik.”
Arap: “Evet, işte o adam benim. Derken firar ettim, beni tutamadılar.”
Alonzo: “Ama hapishaneden firar ettin. Önce seni tutmuşlardı. Öyle değil mi?”
Arap: “Öyle ya! Mektep içinde nereye kaçarım? Fakat hapishaneden kaçabilmek pek kolaydır. Ondan sonra ismimi değiştirdim ve Safatino namını alarak Portekiz’e gittim.”
Pietro: “İyi ya, hocanı niçin öldürdün?”
Arap: “Söyledim işte.”
Pietro: “Belki senin zabit olmaya gerçekten liyakatin yoktu.”
Arap: “Yok muydu? Yalnız armacılığı yahut yalnız güverte zabitliğini bilenleri zabit ediyorlardı. Bense bunların ikisini de bildikten sonra topçulukta dahi maharet peyda etmiştim. Vallahi öyle obüs atarım ki, tanesi düşman gemisini delip tam içine girince patlayarak darmadağınık eder. En büyük bir gemiyi iki topta parça parça ederim.”
Zerno: “Ee, sonra?”
Arap: “Sonrası beni her tarafta aramaya başladılar. Portekiz’e kâğıt yazıp beni hükûmetten istedikleri kulağıma değdi. Ben de kalktım Tanca’ya geldim. Biraz Arapça biliyordum. İsmimi Hasan koydum. Ben Türk’üm, o kadar iyi Arapça bilmem dedim. Hasılı, kendimi Müslüman tanıttım. Beni bir aktar yanına aldı. İki sene kadar ona hizmet ettim. Sonra Fas’ta bana bir dükkân açtı. Bu aralık kızını da verecekti. Nikâh filan ettiler. Hâlâ üstümde olan sırmalı elbiseler güvey elbiseleriydi. Sonra kim söylemiş, nereden işitmişler bilmem, benim Hristiyan ve İspanyol olduğumu öğrenmişler. Kızın hısmı, akrabası ve sair birtakım Müslümanlar beni öldürmeye yürüdüler. Ben de kayınpederimin atına binip firar ettim. Kaça kaça sizin gemiyi bulup can atmaya geliyordum. Nihayet atımla beraber düşüp kendimi kaybettim, işte şimdi gözlerimi açtım.”
Pietro: “Demek oluyor ki sen gerçekten İspanyol’sun.”Arap: “Hayır, o kadar da gerçekten İspanyol değilim. Anam İspanyol, babam Arap dönmesi imiş.”
Alonzo: “Ha, demek oluyor ki, sende onun için Arap çehresi var.”
Arap: “Onu bilmem. Fakat bildiğim kadar Arapçayı babamdan öğrendim.”
Üç hırsız yine baş başa verip yine bir hayli vakit konuştular. Arap ise etrafına bakıp kendisinin nasıl bir bela girdabı içine düşmüş olduğunu hesap ediyordu. Hırsızlar bir yanda müzakere etmekte olsunlar, bir taraftan da kimi tayfa gelip kendisini nasıl kurtarmış olduklarını hikâye ederek ondan sonra sekiz on kadar atlının daha geldiklerini, filanı anlatıyorlardı. Hırsızlar müzakereden sonra:
Zerno: “Ee, şimdi senin kararın nedir bakalım?”
Arap: “Ee, şimdi benim kararım…”
Pietro: “Elbette bir şey düşünüyorsun ya? Ne olabilir?”
Arap: “Ne düşüneyim? Üstümde başımda olan eşyayı aldınız.”
Alonzo: “Evet onları aldık, onlar bize helal olsun, değil mi?”
Arap: (tebessümle) “Öyle ya, fakat siz benim canımı düşmanlardan kurtardınız. Eğer beni şimdi öldürmeyip yaşatacaksanız elbette bir akıl da öğretirsiniz. Ben şimdi ne İspanya’ya gidebilirim ne Fas’a.”
Alonzo: (arkadaşlarına) “İşte, ben demedim mi? Bu da dediğim gibi çıktı. Herif bir yere gidemez ya? Nereye gitse kafasını keserler.”
Arap: “Vallahi kardeşler benim şimdi hiç aklım başımda yok. Beni öldürecekseniz öldürünüz. Öldürmeyecekseniz bana şimdilik hiçbir şey sormayınız. Yalnız bir şey veriniz de arkama giyeyim. Zira soğuktan donuyorum.”
Zerno: (Pietro’ya) “Ee, ne diyorsun arkadaş? Öldüreceksen öldürelim. Bırakacaksan bırakalım diyor. Herifin lakırtısı Allah için doğrudur.”
Pietro: (az düşündükten sonra) “Yok öldürmeyeceksiniz.”
Zerno: “Ben de öyle düşündüm ya! Öyleyse buna biraz giyecek, yiyecek verelim.”
Pietro: “Bende bir eski aba var, kamaradadır. Alonzo alsın da versin, başkasına karışmam. Hem de abayı iğreti veririm ha! Sonra bir kolayına baktığımız zaman abayı geriye alırım.”
Zerno: “Ben de iğreti bir pantolon vereyim.”
Alonzo: “Pekâlâ, Arap’ı bu gecelik bana misafir veriniz. Neyse biraz yedirelim, giydirelim de yarın her şeyin çaresine bakarız.”
Bu kararı cümlesi kabul ettiler. Alonzo aşağıya, kamaraya inip bahsi edilen eski aba ile eski pantolonu getirdi ki iğreti verilecek değil ihsan olunsa kabul edilemeyecek kadar eski ve mundar idiler. Bunları Arap’a giydirdiler. Alonzo kendi tarafından bir de kuşak çıkarıp herifin belini sımsıkı sardı. Bu hâlde alıp Arap’ı geminin lokanta tabir ettikleri mutfağına götürdü. Orada kaptanlar için iki çömlek kaynamakta olup miço dahi bir güvece kuru peksimet doğramaktaydı. Arap’ı ateşin karşısına oturttular. Kaynayan çömlekler içinde ne olduğu çıkan buhar kokularından anlaşılıyordu ki birisi kuru bakla, diğeri de kuru fasulye idi.
Alonzo, Arap’ın yanından ayrılmayıp kâh Arap’a başından geçenleri hikâye ettiriyor kâh kendisi arkadan gelen sekiz on atlıyı görünce kurt avını kaparcasına nasıl Arap’ı kapıp getirdiklerini hikâye ediyordu.
Bir aralık Alonzo’nun gözü miçonun doğradığı peksimetlere ilişip “Ha, bak, iyi ki aklıma geldi. Şu çömleklere biraz ziyadece su koy. Ben de sana iki peksimet vereyim de beraber ıslat. Artık bu akşam misafire bir ziyafet çekelim.” dedi. Ve miço bu teklif üzerine biraz mırıldandıysa da Alonzo yine “Kaptanlar darılmaz. Benim bugünkü hizmetlerim üzerine benden bir miktar bakla suyunu esirgemezler.” diye peksimet almaya gitti.
Bunların şu sohbetinden Arap anladı ki kaynamakta bulunan fasulye ve bakla reislere mahsus olup miço ise bu gibi şeylerin yalnız suyuna peksimetini haşlamakla faydalanıyor. Lakin malumatını biraz genişletmek için şöyle bir sual sordu.
Arap: “Tayfaların yemeği nerede pişer?”
Miço: “Tayfaların yemeği mi? Tayfaların yemeği mi olur?”
Arap: “O nasıl lakırtı?”
Miço: “Nasıl lakırtı olacak, tayfalara kuru peksimet, miçoya ıslanmış, kaptanlara da yemek pişer.”
Bu aralık Alonzo elinde iki peksimet olduğu hâlde geldi. Peksimetleri miçoya verip yine Arap ile konuşmaya başladı. O zaman Arap’ın sualleri üzerine Alonzo bu gemide bulunan hırsızların aylığı, yıllığı olmadığını ve her ne çalınırsa üç pay edilip, bir payı bir reise, diğer payı diğerine verilerek, üçüncü paya dahi bütün tayfaların ortak olduğunu ve şu hâlde tayfaların kendi paralarıyla peksimet alarak onu yediklerini ve kuru peksimet yedikleri hâlde yaşayamayıp daima kaptanlardan borç aldıklarını ve peksimeti ıslatarak yemenin miçoya mahsus bir saadet olduğunu etrafıyla anlattı.
Arap bu malumatı ne nazarla karşıladı, orası malum değil ya! Fakat ilk akşamlık olsun yiyeceği peksimetin, kıpkırmızı bakla suyuyla haşlanmakta olduğunu görünce biraz memnun olmuş bulunması lazım gelir. Şu kadar var ki kaynar suda haşlanmış olan böceklerin suyun yüzüne çıkması biraz mide bulandıracak hâlde idi. Miço bunları kepçe ile düşürüp itfa, ihraç edebildi.
Hasılıkelam Arap biraz ısınmış olduğu gibi yemek dahi hazırlanmış bulunduğundan ikisi beraber kalkıp Alonzo’nun yerine gittiler.
Alonzo’nun yeri geminin baş altı olup kaptanlar adamın akıl ve görüşlerinden daima etmekte bulundukları istifadeye mükâfat olarak oraya başka kimseyi koymazlardı. Çünkü baş altının ön tarafı kapalı olarak âdeta kamara gibi bir hâlde idi ki tayfaların bazısı ambarda, bazısı lokanta kulübesinin altına sokulup köpek gibi orada yatmaktaydılar. Alonzo bir yelken parçasını yere serip ikisi birlikte üzerine oturdular ve “Buyurun!” teklifiyle yemeğe başladılar.
Arap bir lokma alınca baklanın peksimet ile karışmış olan fena kokusu midesini bulandırıp hemen ağzından lokmayı çıkardı, attı. Alonzo bunu görünce “Zarar yok sidi, zarar yok. Yarın akşama kadar alışırsınız.” dedi. Ve kendisi harıl harıl yemeye başladı.
Arap, Alonzo’nun “sidi” tabirine ilişti ve “Bana sidi demekte mana ne? ‘Arkadaş’ diye hitap etsen olmaz mı?” deyince Alonzo bıyık altından bir tebessüm ederek: “Canım, demincek Arap değil miydin ya? İsmim Hasan’dır demiştin. İşte bu doğru sözünü kabul ettiğim için sidi dedim.” dedi, yine yemeğe devam etti. Fakat Arap’ın yüzü bir saniye içinde esas hâlini aldı.
Gerçi Hasan yemekten elini çekti ama hemen yirmi saate yakın aç bulunmak hasebiyle mutlaka bir şey yemek istiyordu. Alonzo’ya “Bana biraz kuru peksimet verir misin?” dediğinde, Alonzo “Senin peksimetini buraya kırmış olduğum hâlde tekrar peksimet vermek bizce fedakârlık addolunursa da ben senden peksimet değil, canımı bile esirgemem.” diye çıkarıp bir peksimet daha verdi ve “Vallahi başka yiyecek bir şeye malik olsam verirdim.” diye evvelki lakırtısını bir daha söyledi.
Arap bu peksimeti dahi kabul etti. Lakin Alonzo’nun riyakârane sözlerini kabul etmek istemeyerek “Beni kaldırıp denize atsalar arayıp soranı olmayan bir adam iken senin bana söylediğin sözleri alaya yoruyorum. Rica ederim bana bu alayları etme!” dedi. Fakat Alonzo garip tebessümlerini tekrar ederek “Şimdi herkes ayakta, sonra konuşuruz.” diye yine peksimet haşlamasını yemekle meşgul oldu. Hatta dedi ki: “Bak senin sayen ne kadar büyüktür ki bu akşam ben peksimeti kuru kuruya yemeyip bakla suyuyla haşlanmış olduğu hâlde yiyorum.”
Alonzo söylediği lakırtıları pek ciddi bir tavırla söylemekte olduğundan Arap artık bunları alaya yoramayarak, bu gibi sözlerin hâl ve mevki icabınca bir faydası olmadıktan başka zararı da olduğunu dikkate alarak sözü değiştirmek istedi:
Arap: “Bu gemi kimin malıdır? Şu, bugün senin yanında olan iki kaptanın malı mı?”
Alonzo: “Evet, onların malı.”
Arap: “Nerede yaptırmışlar? Çünkü güzelce bir teknedir.”
Alonzo: (yine garip bir tebessümle) “Yaptırmamışlar efendim, hazır almışlar.”
Arap: “Kimden?”
Alonzo: “İşte, hikâyenin bu ciheti fena ve gariptir ya… Efendim, bu tekne bir tüccarın malıymış. Bizim kaptanlar Pietro ve Zerno dahi bunun tayfalarından imişler. Bunlarla bir de Rum arkadaşları korsanlığa karar vermişler. Bir paskalya günü tayfanın ekserisinin karaya çıktığını fırsat bilerek içinde kalan bir iki kişiyi kestikten sonra demir alıp denize açılmışlar. Hareketleri Trieste’dendir. Sonra bu sulara gelmişler. Kaçak filan, kime rast geldilerse arkadaşlığa almışlar. Nihayet üç ortak pay hususunda uzlaşamamışlar. Pietro ile Zerno bir gece Rum’u birisi başından, diğeri ayaklarından yakalayıp denize atmışlar. Ondan sonra gemi ikisine kalmış.”
Arap: “Tuhaf şey be!”
Alonzo: “Ne kadar tuhaf derseniz deyiniz. Bir tuhafı da şu ki, şimdi kaptanlarımızın odaları birer demirli varil gibidir. Zira birbirine emniyet edemiyorlar. Gece yataklarına girdiler mi kapıları kapayıp öyle yatarlar ki artık hangisi diğerine kastetmiş olsa kapısını açıp da bir iş görmeye muvaffak olamaz. Gündüz de daima silahlı bulunurlar.”
Herif bu malumatı o kadar safça ve laubalice veriyordu ki, âdeta dünyada bu yoldaki geçimi dahi pek muvafıkmış gibi anlatıyordu. Yemeğini yiyip bitirdi. Sonra Arap ile beraber güverte üzerine çıkarak biraz gezindiler. Gemi enginde cayır cayır gidiyordu. Alonzo tayfalardan rast geldiği birkaç adama kaptanları sordu. Birisi yattığını, diğeri dahi yatmak üzere bulunduğunu haber verdiler. Biraz daha gezindikten sonra yine yerlerine gelip Alonzo kangal yatağı üzerine uzandı ve Arap için dahi eski tente ve yelken gibi şeylerden biraz yumuşakça bir yer yaparak yatmasını teklif etti.
Yattılar. Biraz da yattıkları yerde dereden tepeden söz söyleyip sonra seslerini kıstılar. Bir saat, bir buçuk iki saat kadar hiçbirisi ses çıkarmadı. Gemi içinde dahi ses seda kesilip yalnız kıç tarafında dümen nöbetçileri bulunan iki adamın yavaş yavaş konuştukları aralıkta bir işitiliyordu.
Alonzo, Arap’a “Uyuyor musun?” diye seslendi. Arap “Hayır, uyumuyorum!” cevabını verdi. Alonzo “Vah zavallı, hiç senin gözlerine böyle yerde, bu hâlde uyku girer mi?” diye kalktı, oturdu. Arap, herifin bu lakırtısından dahi manalar çıkarıp “Canım ben senin bu lakırtılarından hiçbir şey anlayamıyorum, maksadın nedir?” diye o da kalktı, oturdu.

Üçüncü Bölüm
Alonzo ile Arap kalkıp oturdukları zaman Alonzo hafif titrek bir ses ile “Hazır herkes uyudu, seninle biraz konuşalım. Ama geçecek konuşmalar üzerine kızıp hızlıca söz söyleme. Zira dümenciler uyanıktırlar.” dedi ve Arap da kabul cevabı vererek söze başlandı:
Alonzo: “Efendim, en evvel size şunu söyleyeyim ki bugün kaptanlara kıvırdığınız yalanları pek güzel kıvırdınız.”
Arap: (telaşla) “O nasıl lakırtı?”
Alonzo: “Güzel kıvırdınız dedim ya! Ben sizi baygın hâlde gördüğüm anda tanımıştım. Siz Hasan Mellah değil misiniz?”
Arap: “Ben bu ismi işitmiştim.”
Alonzo: “İşitmiş değil, siz Sidi Osman’ın büyük oğlu Hasan Mellah’sınız. Galiba beni, yani amcanız Sidi Hamdan’ın uşağı Alonzo’yu tanımadınız.”
Arap: “Dediğin adam ben olsam, ihtimal ki seni tanırdım.”
Alonzo: “Canım, kendinizi benden saklamaya mecbur değilsiniz. Gerçi bulunduğunuz mevkinin ne kadar müşkül olduğu nazarıdikkate alınırsa bu kadar ihtiyat göstermekte mazur görülürsünüz. Ancak ben sizin burada en büyük dostunuz olduğum hâlde benden dahi bu kadar çekinmenize sebep yoktur.”
Arap: “Ölümü gözüne almış bir adamın böyle bir çekinceye mecburiyetini görememekteyim.”
Alonzo: “Demek oluyor ki velinimetzadem olduğunuz hâlde kendinizi benden saklamakta inat edeceksiniz. Zararı yok, varınız, inat ediniz. Ben yine bildiğimden geri dönmem. İşte tekrar ederim ki siz Sidi Osman’ın büyük oğlu Hasan Mellah’sınız. Hatta size bu ‘Mellah’ lakabı Cadiz’de deniz okulunda okuduğunuz için verilmiştir. Bugün hikâye ettiğiniz adam öldürme meselesi doğru ise de katil siz değildiniz. O vakayı ben yine pederinizin dairesinde haber almıştım. Asıl katil bulunan Turgo sizin arkadaşınızdı. Katletme işini gerçekleştirerek firar ettiği zaman sizin de bu işten haberiniz olmak mülahazasıyla sizi de sorguya çekmişler. İşte mesele bundan ibaret iken sırf ölümden kurtulmak için bu fıkrayı çevirdiniz. Bense sizi tanıdığım anda kurtarmaya karar vermiş olduğumdan derhâl söylediklerinizi tasdik etmeye başladım.”
Arap: “Beni kurtarmak için ettiğin yardıma teşekkürler ederim. Bu hizmetle beni kendine borçlu etmiş oldun. Ben de hizmetin mükâfatını elimden geldiği kadar ifa ederim.”
Alonzo: “Dedim ya! Siz yine kendinizi inkârda inat ediniz. Ben sizi tanıdığım anda kurtarmaya karar vermiştim, dedim. Kararım gereğince de hareket ettim. Sizi soydular, yalnız ayağınızdaki çizmeler kalmıştı. Siz, baygın ve sersem olduğunuz için çizmeleri çıkaramayınca az kaldı ki ayaklarınızı dizlerinizden kessinler. Ben ne ettimse ettim. Evvela bu kazayı üzerinizden defettim. Sonra bunların âdeti, soydukları adama bir lokma ekmek vermesinler diye derhâl öldürmektir. Sizi de denize atacaklardı. Buna da çare buldum. Güya sizi ailenize bir bedel mukabilinde vermek için onları tamaha düşürdüm. Gerçi sizin bir daha Fas’a gidemeyeceğinizi bilirim ya… Ama o zamanlık bu kadar muvaffakiyet lazımdı. Nihayet siz kendinizi kurtarmak için Hristiyanlığa intikal edince bu kararınızı pek muvafık bularak onu kabul ettirmeye çalıştım. Hristiyan olduğunuz için değil, sadece gemici ve cesur bulunduğunuz için ölümden kurtuldunuz.”
Arap: “Evet, himmetinizin pek büyük mecburuyum.”
Alonzo: “Şimdi size deniz haydutluğunu teklif edecekler.”
Arap: (yüreği çarparak) “Haydutluğu mu?”
Alonzo: “Evet efendim, fakat sakın ha! Reddetmek şöyle dursun, naz bile etmeyeceksiniz. Zira demincek dediğim gibi, bunlar sizden bir lokma peksimet esirgedikleri cihetle sizi kaldırıp denize atmak, âdeta bir kediyi atmaktan ziyade bir ehemmiyeti haiz değildir.”
Arap: (çok üzülerek) “Güzel ama…”
Alonzo: (sözünü keserek) “Diyeceğinizi biliyorum. Fakat düşününüz ki bir korsan gemisindesiniz. Size ne teklif ederlerse kabul edeceksiniz diyorum. Zaten gemicilikte ve topçuluktaki maharetinizi ben de bilirim. Ama ‘Ben bu mahareti haydutluk yolunda sarf etmem.’ diyeceksiniz. Hakkınız var. Yine haydutluk yolunda sarf etmeyeceksiniz. Canınızı kurtarmak için sarf edeceksiniz. Yarın mı olur, ne vakit olur. Hasılı, size bu gemiye mensup olmayı teklif ettikleri zaman imtihan da isterler. Siz arma talimi, güverte manevrası, top atma hususunda malumatınızın bir örneğini gösterip bir kere kendinizi kabul ettirmeye çalışacaksınız. Ondan sonra canımızı kurtarmak, yani bu gemiden çıkmak yolunu ararız.”
Arap: “Demek oluyor ki, sen de bu eşkıyalık hâlinden memnun değilsin.”
Alonzo: “Acayip, siz hâlâ beni kalubeladan beri haydut zannediyorsunuz. Ben de buraya sizin gibi bir düşüş düştüm. Şimdiye kadar birkaç defa firar fırsatını buldumsa da tam emin olamadığımdan firar edemedim. Zira buradan firar dahi pek güçtür. Ancak şimdi sizinle birlikte, yani iki kişi olursam daha kolay kaçabilirim. Bir sandala binsek iki kişi kuvvetiyle kürek çekebiliriz.”
Arap: “Ben sana doğrusunu söyleyeyim mi?”
Alonzo: “Ben de doğruyu isterim.”
Arap: “Doğrusu şu ki, eğer bu haydutlar beni kabul ederlerse ben onlara sadakatle hizmet ederim. Zira yalan söylemek elimden gelmez. Arkadaşlıklarını kabul etmeyecek olsam hiç söz vermem.”
Arap’ın bu sözlerini Alonzo istihza tavrıyla karşıladıysa da bu meselede Hasan Mellah’ın ta bu derecelere kadar ihtiyat göstermesini her hâlde beğendi.
Alonzo: “Zarar yok. Varınız, siz bana bu kadar itimatsızlık gösteriniz. Şimdiki hâlde bana sizi kurtarmak için lazım olan şey, bu haydutlara arkadaşlık etmenizdir. Hem de lakırtınızdan anlaşılıyor ki kabul de edeceksiniz.”
Arap: “Başka çarem olmadığı için kabul edeceğim.”
Alonzo: “Ben bunların içine gireli bir sene oluyor. Bu müddet zarfında kendilerine hiç adam öldürtmedim. Yalnız bir biçare İtalyan’ın uzun uzadıya hastalığından dolayı daha vefat etmeden denize atılmasını bir türlü menedemedim, kendilerini dahi birkaç tehlikeden kurtardım. Lakin onları değil, hakikatte kendimi kurtarmaya çalıştım. Bunun için benden pek memnundurlar. Siz de bana uyarsınız. Görünüşte haydut olursunuz, aslında ise haydutları eşkıyalıktan menetmeye kendinizi Allah tarafından memur sayarsınız. Bakalım, elbette bir firar yolu açılır. Cenabıhak da bizi kurtarır.”
Bunlar sohbeti şu dereceye getirdikleri zaman Alonzo’ya derin bir sükût arız oldu. Arap ise zaten dalgın bir hâldeydi. Sükûtlarının süresi yarım saati geçtikten sonra Alonzo “Uykunuz geldiyse uyumalısınız. Kılınıza bir hata gelse vallahi kılınızın düştüğü yere kellemi bırakırım!” dedi. Fakat Arap “Hayır, gözlerime uyku girmiyor.” deyince “Öyleyse havanın soğuk olmasına aldırmayarak biraz yine güverteye çıkalım. Çünkü bu baş altını kendinize mekân olarak görmek canınızı sıkar. Güverte üzerinde bulunsanız ferah olursunuz.” diye Hasan’ı aldı, güverteye çıkardı.
Güverteye çıktıkları zaman Arap iplere ve direk merdivenlerine sarılarak yavaş yavaş bazı hareketlere başladı. Alonzo bunu görünce “Tamam, hazır kimse yok, biraz kollarınızı alıştırınız.” diye Hasan’a gayret vererek Hasan dahi daha serbestçe talim etmeye başladı.
Geminin üzerine, birisi orta yerde, birisi dahi kıçta olarak üç top yerleştirilmişti ki toplar her ne kadar sırf demirden idiyseler de yine güzel şeylerdi. Arap iplerce talimini bitirdikten sonra, baş taraftaki topun yanına gelip bir tomar alarak biraz da top talimi yaptı. Gerek ip taliminde ve gerek top taliminde gösterdiği ustalık örneğini Alonzo pek büyük buldu.
Talime dahi nihayet verdikten sonra küpeşteye dayanıp biraz vakit sustular. Sonra Hasan nerede olduklarını ve nereye gitmekte bulunduklarını Alonzo’ya sordu. Alonzo “Vallahi kuvvetlice bir doğu rüzgârı ile kalktık ama sonra sizinle meşgul olduğumdan nereye gittiğimize ve şimdi nerede bulunduğumuza dikkat edemedim. Haydi gidelim de dümencilere soralım.” dedi.
İkisi beraber kıça gittiler. İki dümen nöbetçisinin birisi uyumuş, diğeri dahi hiç doyduğunu kimsenin görmediği aç karnıyla uykunun tesirlerinden olarak ağzını bir karış açıp esnemekte bulunmuştu. Alonzo nereye gitmekte olduklarını ve şimdi nerelerde bulunduklarını sordu. Dümenci yine esneye esneye ve ağzından salyalarını akıta akıta tam kuzeydoğuya gittiklerini ve şimdi Afrika sahiline tahminen seksen mil mesafede bulunduklarını söyledi. Hasan dümenciden bu cevabı alınca “Öyleyse Gata Burnu’nun hizalarındayız.” dedi. Lakin doğu rüzgârlarıyla bu kadar aykırı gitmekte pek de tehlikeden uzak olmadığını sözlerine ekledi. Arap’ın bu lakırtısı üzerine dümenci tarafından edilen itiraz ve Arap tarafından verilen karşılık ile Alonzo’nun kendi düşüncesini söyleyişi bir hayli zaman geçmesine sebep oldu. O kadar ki doğu cihetinden şafak yeri ağarmaya başladı. Gerçi hâlâ Arap’ın gözüne uyku gelmez idiyse de zaten pek ziyade yorgun olduğu gibi, bu kadar uykusuzluk dahi sinirlerinin kuvvetini kesmiş bulunduğundan Alonzo ile beraber baş altına gelerek uzandığı zaman bayılmak nevinden olarak kendisinden geçmiş gitmişti.
Hasan’ı görünce Alonzo’nun dahi uykusu gelmişti. Lakin haydutlar tarafından velinimetzadesi hakkında henüz kesin bir karar verilmediğinden, şayet herifler Hasan’a bir fenalık düşünmesinler diye kendini tutarak uyumamaya lüzum gördü.
Hasan daldı, kaldı. Sabah açıldı. Biraz sonra güneş doğduysa da kuzey ve batı tarafında bulutlar nihayetsiz pamuk yığınları gibi beyaz beyaz yığılmış kalmış olmalarıyla, ortalığa her şeyden ziyade bunlar letafet veriyorlardı.
Biraz sonra her delikten bir haydut esneyerek ve gözlerini ovuşturarak ortaya çıktı. Bunların her biri birer kere Alonzo’ya başvurarak yeni esir hakkında havadis sorarlardı. Lakin Alonzo her birine bir cevap bularak ve fakat verdiği cevapların hiçbirisi diğerine uymayarak hepsine müdafaa gösterirdi.
Kaptanlara mahsus kahveden kesesine güvenenler sabahları birer fincan kahve içebilirlerdi. Tam miço dahi kalktıktan sonra Alonzo keyiflenmekten ziyade, gözlerinden akıp gitmekte bulunan uykuyu kaçırmaya medar olmak için bir fincan kahve içmek yolunda her fedakârlığı göze aldırdı. Miço kahveyi getirdi. Alonzo baş altı tarafına ve Hasan’a dönük olarak kahvesini içip bitirdi.
Bir de bu aralık kıç tarafındaki kamaranın kapısı açılıp Kaptan Zerno baş gösterdi. Gemi üzerinde bir kere baştan başa gezindi. Bu aralık dümencinin yanına varıp besbelli geminin seyir ve hareketi hakkında konuştu. Nihayet gözüne Alonzo ilişmekle “Sabah şerifleriniz hayrolsun Lostromo Alonzo!” diye bir iltifat etti. Lostromo unvanı gemilerde güverte zabitlerine verilir bir unvan olduğundan Alonzo kendisine böyle bir unvanla seslenildiğini görünce o gece kaptanlar arasında kendi lehinde bir söz geçmiş olduğunu anlayarak kendi terakkisi için değil, belki velinimetzadesini kurtarmak başarısını temin ettiği için pek ziyade memnun oldu.
Kaptan Zerno’nun daveti üzerine kalktı, yanına gitti.
Hâlbuki kaptan ettiği iltifatı yalnız lafla etmeyip Alonzo’ya bir kahve daha ısmarlamak suretiyle fiilen dahi ispat etti.
Lakin Alonzo kahvesini şimdi içtiği cihetle işbu ikram olunan kahveyi misafiri için alıkoydu.
Kahvenin misafir için alıkonması, misafir hakkında söz açılmasına yol açtı. Alonzo ise Arap’ın maharet ve malumatını pek ziyade methedip maharet ve malumatından pek ziyade de yiğitliğini görmüş olduğunu anlattıkça kaptan kendisini tasdik makamında durmadan başını salladı.
Bunlar bir hayli vakit şu suretle konuştular. Aradan bir saat kadar zaman geçtikten sonra Kaptan Pietro dahi kamarasından çıkıp yanlarına geldi ki bu hâlde üçü arasında Hasan için edilecek müzakere en ciddi müzakere olacak, verilecek karar dahi kesin bir karar olmak üzere kabul edilecekti.

Dördüncü Bölüm
Gemide haydutlar arasında Korsikalı bir herif vardı ki arkadaşları arasında tembellikle şöhret bulmuştu. Gerçi, öbür haydutlara nispetle bu herif tembel addolunabilirdi. Zira gece gündüz uykudan baş kaldırmayıp armaya çıkmaya korkar, dümen tutmayı bilmediği için ondan da uzak durur ve kürek çekmek için sandala indirilecek olsa âdeta kürek ile suyu kesmekte olduğu görülürdü. Bu adam Korsika’da bir gece içinde validesiyle pederini ve bir de küçük kız kardeşini katlederek firar etmekle bu haydutlara sığınmıştı.
Kaptan Pietro, Alonzo ile Zerno’nun yanına gelip de ne yaptıklarını, ne konuştuklarını sorarak yeni misafir hakkında bazı şeyler müzakere etmekte oldukları cevabını alınca ortağı Zerno’ya:
Pietro: “Dün akşam konuştuk ya, işte şu Korsikalı mundarı ipine oynatıp yerine yeni misafiri koyarız.”
Alonzo: “Korsikalı da kalmış olsa…”
Pietro: “Bizim burada tembel beslemeye vaktimiz yok!”
Zerno: (Alonzo’ya) “Yok, artık onun için nafile hiç rica etme. Kaptan Pietro’nun bu sözü haklıdır. Zaten yakayı ele verecek olsa idam olunacak değil miydi?”
Alonzo: “Canım, hangimiz yakayı ele versek idam olunmayacağız? Bunun için değil mi ki ta son nefese kadar çalışmaya cümlemiz mecburuz.”
Pietro: “Öyle ama Korsikalı dünya yüzünde yaşayacak adam değildir. Bir adam yediği ekmeğin hakkını çıkarmalı.”
Zerno: “Bu konuda ısrar etme. Dedim ya, Korsikalı gidecek. Zaten yeni misafir gelmemiş olsa bile yine gidecekti. Haydi, sen arkadaşını kaldır da ona bazı şeyler soralım.”
Alonzo: “O daha uykuya varalı iki saat oldu.”
Pietro: “Vesselam. Demek ki bir tembelden kurtulup birisine daha çatacağız.”
Alonzo: “Tembel mi? Uyansın da herifte mahareti gör. Dün on iki on dört saat hayvan sırtında alabildiğine yol yürümüş. Bu gece de sabaha kadar uyumadı.”
Pietro: “Yaya yürümemiş ya?”
Alonzo: “Allah aşkına bilmediğin şeyi söyleme. Hayvan insanı ne kadar yorar bilsen, böyle söylemezsin. Ömründe hayvana binmemişsin ki…”
Pietro: “Haydi diyorum, kaldır. İşimizi görelim de ondan sonra kendisine bir gün istirahat için izin veririz.”
Kaptanın bu sözü üzerine Alonzo daha ziyade naz gösteremeyerek kalktı, baş altına gidip Hasan’ı kaldırdı. Hasan uykudan uyandığı zaman birdenbire ürkeklik gösterince Alonzo kendisinin nasıl bir tehlikeli mevki içinde ve fakat ne kadar selamette olduğunu dört beş kelime ile anlatıp edilecek teklife dahi kesinlikle itiraz edilmemek tembihleriyle aldı, kaptanların yanına götürdü.
Arap gelince Alonzo kendisine ikram ettiği hâlde ertelediği kahveyi tekrar ısmarlamasını Zerno’ya hatırlatınca Zerno memnunen kabul ederek Hasan kahveyi içince uykudan ziyade yorgunluğunu kahve alıp oldukça aklı başına geldi.
Zerno: “Sana bir teklifimiz var arkadaş!”
Arap: “Görelim bakalım.”
Zerno: “Seni öldürmeyeceğiz. Fakat sen de bize arkadaş olmayı kabul edecek misin?”
Arap: “Beni öldürmediğiniz hâlde size arkadaş olmayı mecburen kabul edeceğim. Hatta ben istemeliyim. Çünkü nereye gidebilirim?”
Pietro: “Tamam, sen gemicilikte, filanda tam maharet dava ediyorsun. Eğer o kadar maharetin varsa bizimle arkadaşlığa dahi razı olursan uyuşuruz.”
Arap: “Evet, bende dava ettiğim kadar maharet vardır. Ben, evvela manevra hususunda maharet dava ediyorum. Bunu fena bir havada, fena bir mevkide gösterebilirim. İkincisi armada maharetim vardır. Bunu şimdi görürsünüz. Üçüncüsü dahi topçulukta maharet davasındayım. Şuradan denize bir varil atarız. Lüzumu kadar açıldıktan sonra ben gülle atarım, istediğiniz gibi vuramazsam ben utanırım.”
Alonzo: “Tamam! İşte herif davasını tekrar ediyor. Elbette ispatına da hazırdır.”
Pietro: “Hayhay! Görelim bakalım, işte gemi senin maiyetinde demektir.”
Bu lakırtı üzerine Hasan fırlayıp kalktı. Arkasındaki ağır abayı çıkarıp yalnız bir gömlekle arma talimine başladı. Baş taraftaki direğin ta babafingosuna kadar merdivenlerden değil yalnız çarmıklardan tırmana tırmana çıktı ki bu hüner o gemide bulunan haydutlarda değil beylik gemilerde bulunan armacıların bile pek çoğuna mahsus değildi.
Haydutlar bu mükemmel maharete şaşmakta olsunlar, Hasan diğer ipler üzerinde o kadar hareketler gösterdi ki Pietro ile Zerno büyük bir hayretle parmak ısırdılar.
Sonra Arap aşağı inip bu yoldaki mahareti üzerine fikirlerinin ne olduğunu kaptanlara sordu. İkisi birden yalnız boyunlarını büküp kendisini pek çok beğendiklerini söylemek için söz bulamadıklarını anlatmak istediler. Hasan “Müsaadeniz olursa üç topu dolduracağım. Denize bir varil atıp sonra topları nişan alarak üçüne birden ateş verdirince üç güllenin üçünü dahi isabet ettireceğim.” dedi. Pietro pek vakur ve inatçı bir adam olduğundan bunun imkânsız olduğunu iddia ederek “Sen bir topu nişan alırken, evvelki top geminin hareketiyle nişanı kaybeder.” dedi. Ancak Hasan “Ben zaten ilk topu tam nişan almayacağım, onu hesapla bir cihetle nişan aldıktan sonra dümeni kendi elime alacağım. Tam gemiyi hizaya getirince ateş ettireceğim.” dedi. Bu suretle imkânını Alonzo ile Zerno teslim ettiler. Fakat Pietro teslim etmedi. Nihayet Hasan kalktı. Topları birer istikamet üzerine nişan aldı ki her biri diğerine paralel denilecek istikamette olup güllelerin istikamet hatlarına verdiği meyil ile gülleler, birbirlerini tam hedef noktasında bulacaklardı. Bundan sonra dümen yekesine ince ipler ile birer bocurgat yapıp kendisi birinci topun yanında bulunduğu hâlde dümenin idaresine başladı. Bunun üzerine büyücek bir varili denize attılar. Tam yedi sekiz yüz metre kadar ayrıldıktan sonra birinci topu geminin istikametine uygun bir şekilde nişana getirip ateş kumandasını verince güllelerin üçü dahi varilin önüne düştüler. “Varili mahsus vurmadım, zira varil vurulmuş olsaydı üç güllenin bir yere vurduğu görülmezdi.” dedi.
Zerno bu maharet üzerine koşup Hasan’ın boynuna sarılarak alnından ve gözlerinden öptü. Pietro dahi bu muamelede Zerno’ya mecburen uydu.
Derken Kaptan Pietro, Korsikalının denize atılması için emir verdi; fakat elbisesinin yeni misafire verilmek için çıkarılmasını işaret etti. Haydutlar derhâl biçare Korsikalının üzerine yürüdüler. Hasan bunu görünce aklı başından gidip bu eşkıyalığın önlenmesini Alonzo’ya terk ile kendisi de kaptanların ellerine sarıldı. “Benim için bir adamın denize atılmasına asla razı olamam. Beni atınız da onu atmayınız!” diye yalvardı. Gerçi gerek Pietro ve gerek Zerno, Arap’ın bu ricasını kabul etmediler. Nihayet araya Alonzo dahi girip neticede, herifi denize atmayarak en evvel tesadüf edilecek bir karaya çıkarılmasına karar verildi.
Karar yalnız bundan ibaret değildi. Kaptanlar cenaplarının cömertlikleri tuttuğu için Hasan’a birisi bir aba diğeri de bir pantolon bağışladılar. Alonzo bu ara da tuhaflıktan geri durmadı. Dedi ki: “Zaten Korsikalıyı denize atmaktan murat da yeni misafire verilmek için arkasındaki gömlek ile ayağındaki pantolonu almaktı. İşte kaptanların cömertlikleri sayesinde o istek de yerine gelmiş oldu.”
Sözün kısası, Hasan haydutluğa kabul olundu. Hatta hangi tarafa gidilecekse karar verilmesi kaptanlara ait bir vazife olmak ve verilen kararın icabını yerine getirme durumu yalnız yeni arkadaşa kalmak suretleri dahi zikredildi.
Bundan sonra Hasan istirahat için arkadaşı Alonzo ile beraber baş altına gittiler. Bir de arkaları sıra miço gelip kaptanların yemeklerinden her nöbet yeni arkadaşa dahi birer sahan verilmesine karar verildiğini de müjdeledi.
Alonzo ile Hasan yalnız kalınca Alonzo “İşte sidi, canımızı kurtardık demektir. Bundan sonra namusumuzu kurtarmaya çalışırız. Lakin siz bu aba ile olamazsınız. Benim gömleğim ikidir. Arkamdaki gömlek daha yenicedir. Onu size takdim ederim. Ben ise diğer eski gömleği giyerim.” diye arkasındaki yamaları, filanı oldukça yolunda olan gömleği çıkarmaya başladı. Hasan, Alonzo’nun bu hediyesini memnuniyetle kabule hazırlandı. Bir de herif gömleği çıkardıktan sonra Hasan vücuduna dikkat etti ki göğsünde, memelerinin altından boylu boyunca bir kılıç yarası var. Yeni yara değil, kılıç yarası yeri var. Bu yeri büyük bir merakla temaşa edip “Hiç de bu kadar büyük yara tasavvur etmemiştim. Hem bunu nasıl vurdular? Arka üstüne yatmış olduğun hâlde mi? Yoksa yara değil midir?” diye sual etti. Alonzo ise bir yandan eski gömleğini giyerek diğer yandan Hasan’ın sualine şu yolda cevap verdi:
“Benim başımdan geçenler tuhaftır efendim. Bu yara kılıç yarası değil âdeta bıçak yarasıdır. Hem de babamın eliyle açılmış bir yaradır. Ben İspanya’da Murcia şehrinde doğmuşum. Lakin validemin nikâhlısı bulunan babamın sulbünden değil. Benim validem Cartagenalı bir gemicinin karısı imiş. Pek iffetli bir şeymiş. Sonra sulbünden olduğum tacir bir adam, Cartagena kasabasına giderek nasılsa o iffetli, ismetli hanımı baştan çıkarmış. Kadının kocası bir kere bilmem hangi taraflara gemi ile ticarete gidip iki sene kadar zaman, validem sevdiği herifin yanında bulunmuş. Bana ondan gebe kalmış. Fakat güya kabahat benimmiş gibi beni kendi memleketinde doğuramayıp Murcia’ya gelerek orada doğurmuş. Ondan sonra validem her yaz Murcia’ya hava değişimine gelip âşığını, yani benim asıl babamı, başka bir kadının sevdasıyla meşgul bulunca İspanyol kızlarının âdeti olduğu üzere çıkarıp âşığını vurmuş. İşte asıl babam bu yaradan vefat etmiş. Ben pek küçük olduğum için bu olayı layığıyla bilemiyorum. Lakin daha garibini ben gördüm. Sekiz dokuz yaşında vardım ki yine validem Murcia’ya gelip sütninemin evine misafir konmuştu. Meğer babam, yani validemin asıl nikâhlısı bulunan adam kimse, karısının bir piç doğurduğunu haber almış. Arkası sıra o dahi Murcia’ya gelmiş. Benim bunlardan ve anamın kocası kim olduğundan haberim yok ya. Bir de bir gün ben anamın kucağında iken içeriye ızbandut ayısı gibi bir herif girip validemle birkaç lakırtı ettikten sonra belinden koca bir bıçak çıkartarak evvela valideme vurdu. Sonra ben dahi göğsüm üzerinden soğuk soğuk bir şey geçtiğini duydum. Herif kaçtı gitti. Durum etrafa duyulunca etraftan koşup geldiler. Validemi cansız buldular. Bense ölmemişim. Meğer herif benim sol tarafımdan vurmak istediği hâlde, bıçak kaçıp göğsümün üzerinden sıyrılıp geçmiş. Beni papazların hastanesine götürdüler. Orada bakılıp iyi oldum. Şimdi düşünsen ki bunda benim ne kabahatim var. Kabahat sahibi validem. Dünyaya gelmek benim elimde miydi? Neyse, biz piç olmak cezasını çektik. Çektik değil, hâlâ da çekiyoruz. Çünkü validem vefat ettikten sonra artık ben bakıntısız kaldım. Serseri gezmeye başladım. Derken bir herif beni aldattı. Tanca’ya kadar götürdü. Orada İspanyol esiri diye sattı. Birkaç kapı değiştirdim. Nihayet sizin amcanız Sidi Hamdan’ın yanına satıldım.”
Alonzo’nun hikâye ettiği macera, ilk kitapta anlattığımız Alfons’un, kızı Cuzella’ya, annesinin öldürüldüğüne dair naklettiği fıkraya ne kadar benzediği dikkate alınırsa bizim koca Alonzo’nun, yine bizim koca Alfons’un öldürdüm zannettiği piç çocuk olduğu meydana çıkar. Fakat Hasan o fıkrayı bilmediği cihetle Alonzo’nun asıl mahiyetini takdir edemeyerek yalnız “Amcanız Sidi Hamdan’ın yanına satıldım.” sözüne dikkat edip “Sen birtakım Arap isimleri veriyorsun ama benim onlardan haberim yoktur.” diye acele gösterdi ve Alonzo ise “Siz kendinizi istediğiniz kadar inkâr ediniz, ben velinimetzadem hakkında borçlu olduğum hürmet, riayet ve hizmetten geri durmam.” cevabıyla karşılık verdi.
Hasan’ın Alonzo’ya gösterdiği bu emniyetsizlik bir günlük, beş günlük değildi. Sonuna kadar devam etmek için tertip olunmuştu. Lakin Alonzo’nun dahi Hasan’a gösterdiği hürmet ve riayet bir günlük, beş günlük değildi. Sonuna kadar devam etmek üzere tertip olunmuştu.
Korsan gemisi ilk ve ikinci günkü hızıyla giderek üçüncü gün sabahleyin İspanya kıyılarında bir burun göründü. Dümeni biraz daha kuzeye bükerek bahsi geçen burnu tuttular. Kaptan Pietro’nun emriyle bir sandal indirip Korsikalıyı bu sandala terk ettiler. Biçare Korsikalı giderken Hasan’a dönüp “Arkadaş ben sana can borçluyum. Bu borcumu unutmam.” dedi. Ne mühim borç! Ne mühim vaat! Oradan sandalın dönüşüyle gemi yine yelken kaldırıp rüzgâr dahi azıcık batıya yönelmiş olduğu cihetle, biraz doğu tarafına dümen oynatarak Mallorca’ya yol verildi. On sekiz saat seyir ve seyahatten ve yolda bazı adaları sağ ve sol tarafta bıraktıktan sonra Mallorca’nın güney sahiline vardılar. Hırsızlar için meçhul olmayan bir boş limana girip bıraktılar.
Gemi, ta martı çıkarıncaya kadar bu limanın içinde barındı. Bu müddet zarfında Hasan’ın nazarından geçen vakaları zapt etmek de mümkün ise de tafsili[11 - Tafsil: Etraflı olarak bildirmek. (e.n.) 75] gerektireceği mütalaasıyla kaydından vazgeçildi.
Nisan başında denize çıkarak bir aralık Cezayir kıyılarına indiler. Lakin Cezayir korsanları kendilerinden kat kat üstün olduğu için oralarda takke kapalım derken külahı vereceklerini anlayıp Sebte Boğazı’na saldırdılar.
Tanca İskelesi’ne yanaşmışlardı. Yeni arkadaş tanınmak korkusuyla asla gemiden dışarıya çıkarmamaya mecbur oldu. Orada gemiyi bağladılar. Kumanyalarını alenen ve cephanelerini gizlice tedarik ederek mayıs sonlarında idi ki yola çıktılar.
Şurasını da hatırlatmaktan geri durmayalım ki Alonzo ile Hasan yakayı sıyırmak için Tanca’da fırsat aramışlardı. Lakin korsan gemisinden kurtulalım derken Arapların eline yakalarını teslim etmek korkusu, kararı menetmişti. Sözün doğrusu, kader bunları başka birtakım vukuata sevk etmekte olduğu için kaçamamışlardı.
Korsan kısmının nereye başvuracağı belli değildir. Bizimkiler dahi boş bir çabaymış gibi bu şekilde Akdeniz’e çıkarak yine Melile civarlarında bir Malta korsan gemisine tesadüf ve kaptanlar yekdiğerine ortaklık teklif ettilerse de Hasan “Bunlardan bize ne yardım olabilir? Biz kısmetimizi kendi maharetimizden aramalıyız.” yollu fikirlerini beyan etmesi üzerine büyücek bir ava muvaffak oldukları zaman, Maltızları[12 - Maltız: Malta Adası’ndan olan, Maltalı. (e.n.) 76] ortak etmeyip yalnız kendilerinin faydalanmaları yolundaki tamahı, Zerno’dan ziyade Pietro’nun gözlerini bürümüş olduğundan Hasan’ın fikrine uyuldu.
Oralarda, aşağı yukarı bir iki gün daha geçirdikten sonra şiddetlice bir güney rüzgârı bunları kuzeye doğru sevk etmeye başladı. Bir aralık kaptanlar İspanya kıyılarından birisine çıkmak istediler. Ancak tayfalardan birisi “Mademki İspanya sahiline çıkmak istiyorsunuz, bari Cartagena’ya çıkalım. Bizim korsan olduğumuz alnımızda yazılı değil ya! Irz ehli adamlar gibi oraya çıkıp gerek limanda ve gerek şehir içinde bulduğumuzu çalar, çarparız. Özellikle orada Alfons namında pek zengin bir adam vardır. Konağı şehirden dışarıdaki bağlardadır. Onun konağına girmek, âlâ bir tüccar gemisine girmekten daha iyidir.” demiş olduğundan herifin bu görüşünü hepsi kabul ederek Cartagena’ya doğru dümen çevirdiler.

Beşinci Bölüm
Okuyucular, hikâyenin akışına dikkat etmekte iseler de korsan gemisini Cartagena’ya sevk etmekte bulunan güney rüzgârının orada birkaç günden beri esip hatta Sinyor Pavlos’u dahi getirmiş olan rüzgâr olduğunu anlarlar.
Korsan gemisi o gün akşama ve o gece sabaha kadar yol yürüdükten sonra, seher vakti Palos Burnu üzerindeki dağlar, uzaktan bir ince bulut gibi göründü.
Bu hâlde haydutların hepsi güverteye çıkıp bir danışma meclisi kurmuşlardı. En evvel Alonzo’nun teklifi üzerine, Kaptan Pietro bu nöbette yeni arkadaşın maharetini tecrübe etmek istedi.
Açıkça görülüyor ki bu tekliften Alonzo’nun muradı, Hasan’ı hırsızlığa sevk etmek olmayıp bir kurtuluş yolu aramaya sevk idi. Bu inceliği Hasan pekâlâ bildiği için pek küçük bir nazdan sonra dedi ki:
Arap: “Evet, giderim, gözümü budaktan sakınmam. Lakin kasabanın ne yollarını tanırım ne sokaklarını. Bana evvela bir rehber vermeli. Ondan sonra bir adamın konağına girmek, malum ya, en güç bir iştir. Yalnız bir tek adamın da harcı değildir. Oraya üç dört kişi gitmeliyiz.”
Zerno: “Elbette, ona şüphe mi ister! Sana üç arkadaş daha veririz. Hem senin silahın da yoktur. Sana bir de silah veririz.”
Alonzo: “Beraber gideceklerin birincisi benim.”
Pietro: (melunca bir tavırla) “Sen olmaz, sen olmaz.”
Alonzo: “Niçin?”
Pietro: “Artık bizi eşek mi zannediyorsun? Sen yeni arkadaş ile dost oldun. Orada ince eşyayı ipine oynatmak ha? Bunu bize yediremezsin. (Hasan’a dönüp) Bak delikanlı, bizde en ziyade aranılan şey sadakat ve tok gözlülüktür. Eğer çarpacağın şeylerden bir şey gizlersin de sonra meydana çıkarsa karışmam ha!”
Arap: “O zaman beni tutunca denize atarsınız.”
Zerno: “Hiç şüphe yok.”
Pietro: “Bak, işte, Alonzo’dan başka kimi istersen al.”
Herifin gösterdiği şu emniyetsizlik üzerine Alonzo kendisine biraz teminat vererek mutlaka Hasan ile beraber dışarı çıkmak için mırlandı ise de daha ziyade ısrar etmenin herifin emniyetsizliğinin artmasına sebep olacağını görerek sustu.
Bu esnada Zerno kamarasına inip çıkarak koca bir kama getirdi ve “Al işte bunu, ben bununla üç dört yiğidi öteki dünyaya göndermişim. Yiğit adam elinde olduktan sonra toptan, tüfekten âlâdır.” diye Hasan’a verdi. Kim bilir Hasan bu katl aletini nasıl bir nefretle eline aldı. Ama renk vermek imkânsız olduğundan dışından memnuniyet göstermeye nefsini zorladı.
Palos Burnu, karşılarında büyüdükçe büyümekteydi. Gide gide kavi bir liman dahi seçilmeye başladı. Derken kasabanın evleri ve limandaki gemiler fark olundu. Alonzo’nun çehresinden Hasan ile bir kelimecik dahi olsa konuşmak için binlerce iştiyak alameti görünüyor idiyse de haydutlara vesile, şüphe vermemek için Hasan’ın yanına bile sokulmaya muvaffak olamazdı.
Hasılı, limana girdiler. Demir atmak, yelken sarmak hizmetleri baş gösterdi. Hasan’ın armacılıkta olan mahareti münasebetiyle baş direğin babafingosuna kendisi çıkmıştı. Alonzo dahi gabya sereninde iken bir kolayını bulup Hasan’ın yanına kadar sokulup “Aman velinimetzadem, ben burada kalıyorum diye siz firar yolundan dönmeyiniz.” dedi. Ve Hasan birkaç lakırtı söylemeye davrandığı hâlde “Söylemeyiniz, haydutların şüphesini arttırırsanız fena olur. Siz başınızın çaresini arayınız.” cevabıyla yine gabyaya indi.
Yelkenler sarıldı. Güvertede dahi demir atılarak gemi artık yatmış idi. Hasan, Alonzo, Zerno ve Pietro yine bir araya gelerek müzakereye başladılar. Gündüz gidemeyeceği ortada olmakla gece yarısına doğru gidilmesi lazım olduğunu söyleştiler. Yeni arkadaş ile beraber gidecek olan üç kişiyi ayırdılar ki birisi bu kasabaya gelip Alfons’un konağına girilmesini düşünen herifti. Gündüz gözüyle gidilip bir kere konağın keşfine lüzum görüldü. O herif ile Hasan bir sandala binerek sahile çıktılar.
Sahilde gemici ve simsar türünden birkaç adama rast geldiler ki gemiciler “Hoş geldiniz!” resminden sonra nereden geldiklerini soruyorlardı. Hasan bunlara Cezayir’den geldiklerini cevaben söylüyordu. Simsarlar ise gemilerinde ne gibi mallar bulunduğunu sorup Hasan bunlara geminin boş olduğu, yük aramak için buraya geldikleri cevabını verdi.
Asıl görevlerinden kimseye renk vermemek için de rehberle beraber olan adamla kol kola verip iskeleye yakın bir meyhaneye girdiler. Oturup biraz etrafı temaşa ile beraber, birer kadeh de şarap ısmarladılar. Bu kabîl tayfalar meyhanede içki ısmarladıkları zaman parasını peşin vermek âdettir. Hasan para vermek istediyse de üzerinde para olmadığından arkadaşına teklif etti. Onun ise yanında topu topu bir bakır para bulunduğundan ve bu para ile ancak bir kadeh şarap alınabileceğinden meyhaneci “Sizi gidi köftehorlar sizi, iki kadeh şarabı içip de bir bakır vererek sıvışacaktınız ha! Tevekkeli parayı peşin almak âdetini koymamışlar!” diye kadehlerin yalnız birisini bırakıp diğerini aldı, götürdü. Gerçi, Hasan şarap içmeye muhtaç olmadıktan başka, tiksinirdi de. Lakin gemicilere mahsus olan bütün davranışları yerine getirmek gerektiğinden “Bir boş kadeh ver de bu şarabı arkadaşımla ortaklaşa içelim.” dedi. Ve meyhaneci boş kadeh getirdikten sonra bir kadeh şarabı paylaşıp içtiler. Meyhane âlemi bir saat kadar devam etmişti. Sonra Hasan ile rehber çarşıya çıkıp öteye beriye gezmeye başladılar. Hasan kavrayışındaki ve zekâsındaki mükemmellikle girdiği, çıktığı sokaklara o kadar dikkat ediyordu ki kasabanın haritasını alacak bir mühendis olsa ancak bu kadar dikkat ederdi. Hoş, Hasan dahi Cartagena haritasını âdeta hafızasına resmederdi ya!
Döne dolaşa bağlık eteğindeki Alfons’un konağına kadar vardılar. O gün konakta ziyafet mi vardı? Yoksa düğün mü oluyordu? Hasılı biraz kalabalık vardı. Bunlar uşağın müsaadesiyle, gezmek için bahçeye dahi girdiler. Zira gemici adamlar öyle bağdan, bahçeden mahrum oldukları için kırk yılda bir kere karaya çıktıkları zaman bir bahçeye girmekten kendilerini menetmezlerdi.
Bahçe içinde bir aşağı beş yukarı gezinerek konağın dört tarafını dıştan muayene ettiler. Kapının sağ tarafına düşen kenarı üzerinde büyük bir ağaç görüldü ki konaktan iki kat yüksek olup büyücek bir dalı dahi tam üst katın ilk penceresinden girmek için merdiven olabilirdi.
Bu keşfi bitirdikten sonra ahır dairesine ve uşakların odasına dahi uğradılar. Bu dairelerin konağa biraz uzakça olmaları matluba[13 - Matlub: İstek, istenilen şey. (e.n.) 80] uygun görüldü.
Nihayet her tarafı görüp her şeyi gözden geçirdikten sonra kapıdan çıkarak dış avlu duvarlarına arka verilmek ile çıkılabileceğini ve öte taraftan atlanmak mümkün olduğunu dahi görüp sokaktan sokağa yine şehri gezmeye koyuldular. Bu gezip dolaşma, bu inceleme ve teftiş tam akşama kadar devam etmişti. Akşamüzeri gemiye döndüler. Pietro bir aralık bu kadar geç kalmış olmalarına darıldıysa da Hasan “Bir işe başladığımız zaman başa çıkarmak lazımdır. Biz yalnız konağı keşfetmedik, bütün şehri keşfettik. O kadar öğrendim ki şimdi şehrin haritasını ezbere çizerim. Ya, maazallah duyulursak nereye kaçacağımızı bilmeyip de hayvan gibi yakayı ele vererek sıra sıra asılalım mı?” deyince o melun haydudun yüzünde memnuniyet alametleri görüldü ve “Bizim yeni arkadaş, Alonzo’dan daha filozof.” diye Hasan’a bir de aferin verdi.
Hasan konağın pek zengin bir konak olduğunu ve hatta o gün tesadüfen konakta ziyafet olmasıyla uşakların yorgun bulunması isteklerinin yerine gelmesini kolaylaştıracağını hikâye ettikçe kaptanlar hayallerini bir kat daha genişleterek hiç olmazsa hisselerine biner taler düşeceğini kurarlardı. Bu memnuniyet üzerine akşam yemeğini Hasan ile birlikte yediler.
Bu aralık şunu da söylemekten geri durmayalım ki Kaptan Zerno, arkadaşı Pietro’nun kötü huyluluğundan şikâyet etmekte bulunduğu cihetle, Hasan’da bu kadar dirayeti, bu kadar şecaati görmesi üzerine, evvelce geminin üçte bir hissesine sahip olduğu hâlde, ahirete gönderilen arkadaşın yanına şu Pietro’yu dahi nasıl atmak mümkün olacağını Hasan’a danışmak ve bu işi yoluna korsa geminin yarısını olmaz ise de dörtte birini Hasan’a vermek gibi şeyleri düşünüyordu.
Hasılı, yemek yenildi ve hatta o gün satın alınan şaraptan birer, ikişer şarap dahi içildi. Yine daima girişilmiş olan iş üzerine fikir yürüterek gece yarısına ulaşıldı.
Hasan, kalkıp kaptanlara veda ederek üç arkadaşıyla sandala bindi. Hırsız küreği çekilerek bir su şıkırtısı kadar da ses seda vermeksizin karaya vardılar. Sandal içinde nöbetçi kalmak için bir fazla adam almışlardı. Bu adama nereden ıslık sesi gelirse cevap vermesini tembihle kendileri yola düzüldüler.
Sokaklarda kimseler yoktu. Dolayısıyla bir kişiye rast gelmeden Alfons’un konağına vardılar. Kapı kapanmış. Birisi Hasan’a arka vererek Hasan duvarı aştı ve öte taraftan kapıyı açıp arkadaşıyla birleşti. Kapıya on on beş adım mesafeye bir nöbetçi koydu ki kapıdan bir kimse girecek olursa hemen haber verecek ve arkadaşlar dahi bağ içinde kendilerini kaybedecekti. Bu nöbetçinin birisini dahi uşak ve ahır daireleri tarafına gönderdi. Kendisi dahi yalnız gündüz beraberinde gelmiş olan arkadaşını alıp sözü geçen ağacın dibine geldi.
Konağın bazı pencereleri arkasından pek zayıf ışıklar parlıyor idi ki bunlar artık herkesin uykuya varmış olduğunu ispat ediyordu. Hasan derhâl ağaca sarılmadı. Ağacın dibine oturup başını elleri arasına alarak bir müddet dalgın dalgın düşündü. Acaba neler düşündü? Bunu kimse bilmez. Şu kadar var ki arkadaşı “Canım ne bekliyorsun? Haydi bakalım!” dediği zaman Hasan “Sen bilmezsin, bir kere etrafı dinleyelim bakalım.”dan ibaret bulunan cevabını pek titrek bir ses ile vermişti. Eğer yanında hayduttan başka hâlden anlar bir adam olsaydı, Hasan’ın ağlamış ve hem de ziyadece bir üzüntü ile ağlamış olduğunu anlayabilirdi.
Herifin cevabını verdikten sonra Hasan yerinden kalkıp ağaca sarıldı. Şamatasızca çıkmak için pek yavaş hareket ediyordu. Lakin biraz yukarılara çıkınca artık ağacın ince dalları ziyade sallandığı cihetle, gürültüsünü menetmek mümkün olamıyordu. Bu hâlde Hasan bir kere daha irkildi. Dudakları arasından şu “Henüz haydut sayılmam, eğer tutulur asılırsam bari kurtulmuş olurum.” lakırtıları fırlayarak işine devam etti. Gündüz görmüş olduğu dal üzerinden yürüyerek tahmin ettiği gibi pencere yanına geldi. Camı açmak için hesaba başladı. Evvela itti. Cam açılmadı. Sürgülü olabileceğini hatırlayarak yukarıya doğru kaldırmaya çalıştı, kalkmadı. Mandal ile kapalı olmasın diye yokladı, karıştırdı, kurcaladı. Yine bir yolunu bulamadı. Nihayet camın duvar içine girer sürme olduğunu keşfederek evvela bir tarafa, sonra diğer tarafa itince cam küçük bir şamata ile açıldı. Bunun üzerine Hasan içeriden ne ses çıkar diye biraz daha bekledi. Hiçbir ses seda gelmediğini görünce pencereye sokulup başını uzatarak odanın içini gözden geçirdi.
Oda büyücek olup bir tarafında güzel bir kütüphane ve diğer tarafında yine kütüphane gibi güzel camlı bir dolap (müze) görülüyordu. Orta yerde bulunan masa üzerinde hafif bir kandil yanıyordu ki bu kandil odada insan dahi yattığını belli ettiği hâlde, dışarının karanlığından gözlerine bir derece kamaşma gelmiş Hasan, oda içinde yatak göremiyordu.
Zira yatak, zaten bir sapa cihetteydi. Hasan oda içine girmeye dahi cesaret etti. Pencereye abanıp vücudunun ağırlığını kolları üzerine vererek sıyrıldı, pencereden girdi. Odaya girince etrafı gözden geçirdi. Bir tarafta bir yatak ve yatağın içinde bir kız gördü. Elbette o anda yüreği hopladı. Güya kızı görmemiş ve pencereye dönerek aşağıda bulunan arkadaşa “Sen de konağın kapısı cihetine git, kimse çıkarsa haber ver.” dedi. Yine içeriye geldi, etrafı tekrar gözden geçirmeye başladı.
Meğer kız uyanıkmış. Hasan kızın gözlerini gördü. Yalnız Hasan mı? İkisi de birbirinin gözlerine değil, ta göz bebeklerine kadar baktılar…
Şimdi kıymetli okuyucularıma hatırlatmaya gerek yoktur ki Cuzella’nın yatağı içinde gördüğü hırsız, Alonzo’nun Sidi Osman’ın oğlu Hasan Mellah diye haber verdiği zat ve kız ise Cartagena zenginlerinden Alfons’un, Cadiz’de meşhur tüccar Pavlos’a varmak istemeyerek o geceyi türlü acılar içinde geçirmiş olan kızı Cuzella’dır. Eğer Hasan’ın arkadaşı bulunan Alonzo dahi arzuladığı gibi Hasan’la beraber gelmiş olsaydı, Cuzella’nın piç kardeşi dahi orada bulunacaktı ki hatta Alfons bile bu çocuğu validesiyle beraber öldürdüm zannediyordu.
(İkinci Kitap’ın Sonu)

ÜÇÜNCÜ KİTAP

Birinci Bölüm
Cuzella ile Hasan’ın gözleri birbirinin içine baktıktan sonra, Cuzella artık kendisini uyur göstermekte hâlâ sebat edemeyeceğini anlayarak korkusundan titreye titreye kalktı, yatağın içine oturdu ve gerçekten bir haydudun bile yüreğine elbette tesir edecek yalvarıcı duruşla ve merhamet dileyen bir sesle boynunu bükerek:
Cuzella: “Aman kahramanım, canımıza kıyma da malımızı al, git.”
Hasan: (parmağını ağzına götürerek) “Susss! Gürültü zamanı değil.”
Cuzella: “Ben hiç sesimi çıkarmam. Tek canımıza kıyma da ne istersen al.”
Bizim Hasan kollarını kavuşturup kızı etrafıyla gözden geçirmeye başladı. Cuzella’nın ne kadar çok güzel olduğu malumunuzdur. Özellikle yataklık hâliyle her tarafının perişan bulunmasında ve hele korku ve dehşet alametlerinin yüzünde belirmesinde, hele garip garip yanan bir kandilin hafif ışıkları ve gece hâlinin sükût ve sükûneti içinde, Cuzella bir hâl tasvir ediyordu ki o anda yanında bulunmuş olan bir adam, kendisini eski çağlardaki güzellik tanrıçası Zühre’nin ibadethanesi içindeyim zannederdi. Hasan kim bilir ne nazarla bakıyordu. Kız ise Hasan’ın karşısında kederli ve üzgün boynunu bükerek yüreği çarpar bir hâlde bulunuyordu. Bunların şu hâli beş altı dakika kadar devam ettikten sonra, yine Cuzella söze başladı ve fakat şiddet, korku ve yürek çarpıntısından dolayı bir kelimeyi, bir nefeste bitirmeye muktedir olamayarak her kelimede birkaç kere tıkana tıkana:
Cuzella: “Aman… Allah… aşkına… diyorum… Kıyma… Gencim… Sen de gençsin… Merhamet et…”
Hasan Mellah o ana kadar hatır ve hayalinden geçirmediği bir peri yüzlü güzelin, öyle karşısında, kederli ve üzgün, boyun bükerek gençlik gibi kıymetli bir hayattan ümidi kesilmiş kalması hâlinde bir saniye devam etmesine razı olamayarak hemen dizleri üzerine çöküp:
Hasan: “Elaman! Ey afet, elaman! Sen bana merhamet et! Ben senin merhametine muhtacım. Ben hırsızım ama benim buradan alıp götüreceğim en kıymetli mal, senin bir zerrecik merhamet ve mürüvvetinden ibarettir. Onu ver de gideyim.”
Cuzella: (derecesi tarife sığmaz bir hayretle içini çekerek) “Vay, sen hırsız değil misin?”
Hasan: “Hırsızım.”
Cuzella: (biraz davranıp) “Hayır, sen hırsız değilsin.”
Hasan: “Değilim.”
Cuzella: (Hayretinden kendisinden geçmek mertebesine gelir.) “Nesin, Allah’ı seversen? Çıldıracağım! Bana merhamet et, söyle, nesin?”
Hasan: “Ayağının tozuna kurban olmaya istekli bir biçareyim.”
Sohbet bu yola dökülünce, Cuzella’ya bir şaşkınlık ve hayret ve Hasan’a bir sükût ve sükûnet gelerek on dakika kadar da bu hâlde kaldılar.
Cuzella: “Demek oluyor ki beni seviyorsun.”
Hasan: “Bana o cesareti verirseniz ihya etmiş olacaksınız.”
Cuzella: “Öyleyse bu kıyafete niçin girdiniz?”
Kızın bu suali üzerine Hasan’a bir durgunluk mu geldi dersiniz? Heyhat! Hasan Mellah’ı nazarınızda o kadar ahmak, o kadar kıt anlayışlı bulmayınız. Kız sualini sorar sormaz, güya oynayacağı oyunu evvelce bellemiş ve söyleyeceği sözü ezberlemiş gibi sürat ve maharetle:
Hasan: “Şayet yakayı ele verecek olursam bir korsan olmak üzere idam edileyim de halk Alfons’un konağına bir âşık girmiş diyeceğine bir hırsız girmiş desin ki bu suretle sizin de iffetiniz muhafaza edilmiş olsun.”
Cuzella: (hayretle) “Garip düşünce.”
Lakırtının sonlarına doğru Cuzella gözlerini Hasan Mellah’ın yüzüne dikip ayıramıyordu. Son cevabını verdikten sonra gözlerini hâlâ ayırmayıp bir müddet daha baktı. Yerinden davranıp:
Cuzella: “Ayağa kalkmak isterim ama açık saçığım. Senin gibi babayiğitlere benim gibi bir mahcup kızcağız ‘Arkanızı dönünüz!’ diye rica ederse ricası kabul olunur.”
Hasan “Ah! En perişan hâlinizi görmek benim için en büyük saadettir. Lakin emrinizi reddetmek gibi bir edepsizlikte bulunmamaya o kadar mecburum ki hatta en büyük arzumu bile bu mecburiyet yolunda feda ederim.” dedi ve arkasını Cuzella’ya çevirip kız dahi mümkün mertebe gömleğiyle, filanıyla örtünerek yatağından kalktı. Hasan’ın karşısında durup yine söze başladı. Ama daima gözlerini çocuktan ayırmıyordu.
Cuzella: “Mademki beni seviyordunuz niçin başka bir yol ile bu hâlinizi beyan etmediniz de bu tehlikeli yolu buldunuz?”
Hasan: “Aklım bu kadar erebildi.”
Cuzella: (kütüphaneye gidip oradan bir resim çerçevesini alarak, bir resme bir Hasan’a baktıktan sonra) “Bu resmi tanıyor musunuz?”
Hasan: (resme ilk bakışında çehresi bozulup titreyerek) “Bu resim size nereden geldi?”
Cuzella: “Faslı bir tacirden alınmıştır. Alınalı bir seneden fazla oldu. Fakat kimin resmi, tanıyor musunuz?”
Hasan: “Evet tanıyorum, benim kendi resmim.”
Cuzella: “Sizin mi, sizin mi? Evet ben de öyle benzetmiştim.”
Hasan: “Cadiz deniz okulunda aldırdığım bir resimdir.”
Gerçi bu resim Hasan Mellah’ın resmiydi ki Hasan Mellah kızdan, bu resmin Faslı bir tacirden alındığı hakkında aldığı malumat üzerine babasının evinden yağma edilen eşyanın Cartagena’da satılmış olduğunu dahi anladı. Cuzella ise Hasan’ı o resimdeki durumuna koyup da uzaktan baktığında gerçekten karşısındaki deniz haydudunun, o resmin sahibi delikanlı olduğunu anladı.
Okuyucular bililer ki Cuzella, Pavlos’un yüzünü şeytan yüzüne benzettiği zaman bu resmi öğretmeni Marie’ye gösterip o vakit resmin çehresini “melek çehresi” diye vasfetmişti de Marie tabiatta bu kadar güzel bir yüz olamayacağını söylemişti. Şimdi Cuzella, tabiatta o kadar güzel bir çehre olabileceğini anladı değil, âdeta yüzün sahibini, bizzat, vücuduyla karşısında bulunmasıyla gözleriyle seyrediyordu. Şimdi kendisinin bu resim hakkında bilinen rağbeti derhâl karşısındaki haydut üzerine çevireceğine şüphe mi ister?
Şaşkınlık ve hayret daima sohbeti kesmekte olduğu gibi, bu defa da kesti. Bu esnada gerek Hasan’ın gerek Cuzella’nın kalbî hissiyatlarını tasvir mümkün değildir. Şu kadar var ki Cuzella’ya hayatından emniyet geldiği cihetle, evvelki telaş ve yürek çarpıntısı yok olacağı yerde, bir kat daha telaş, bir kat daha yürek çarpıntısı artmıştı. Hep, o zaten yaygın ve bilhassa uykusuzluk hâliyle mahmur olan gözleri süzülüp süzülüp, bayılıp bayılıp gider kâh alı al, moru mor ve kâh bembeyaz renklere girerdi ki Hasan Mellah dahi kızda bu değişiklikleri gördükçe yüreğinde bin hisler duyuyordu. Nihayet yine kız sözü açtı.
Cuzella: “Siz beni nerede ve ne vakit gördünüz? Ben sizi hiçbir yerde görmedim. Yalnız bu resim…”
Hasan: “Bendenize böyle bir sual etmemelisiniz. Farz ediniz ki sizi şimdi şurada gördüm. Âlemde her ümidi, her emeli sizin bu lütuf edici bakışınızdan ibaret bulunan bir biçare hakkında edilecek muamele neyse onu ifa buyurmanızı rica ederim.”
Cuzella: “Hayır, şu bulunduğunuz kıyafet çok tehlikeli bir kıyafet de onun için söylüyorum.”
Hasan: “Ne yapayım? Dedim ya! Tutulursam asılayım da tek sizi dillere düşürmeyeyim diye bu kıyafete girdim. Zaten hâlimden bu cihanda sırlara ve gizli şeylere vâkıf olan Cenabıhak’tan başka bir ferdin dahi haberi yoktur. Sizi dile düşürmemek, benim gibi samimi bir sevgili için ne kadar güçtür. Hatta yine söylüyorum ki eğer lütfunuza mazhar buyrulmayacak isem, eğer benim gibi bir biçarenin sizi sevmesini kabahat görüyorsanız, eğer bu küstahlığımın şu anda şurada mahv ve nabedid[14 - Nabedid: Görünmeyen, meydanda olmayan. (ç.n.) 86] olması da isteniyorsa emrediniz de kendi kendimi şu kama ile vurayım!” diye Hasan kamasını çekmiş ve hiç şüphe yok dünyada şimdiye kadar gördüğü musibetler bundan sonra da devam edecek olup da kahır ve ümitsizlik içinde yaşamaktansa böyle bir peri çehrenin yüzüne baka baka son nefesini tamamlamayı büyük bir nimet saymıştı. Ancak kız kamayı görünce bir kere “Hay!” diye dizlerinin bağı çözülüp Hasan’ın eline sarılarak dizleri üstüne yığılıp kalması üzerine Hasan kamasını yerine koyup:
Hasan: “Aman affediniz. Bir büyük kusur ettim. Zihnimin perişanlığına veriniz. Burada kendimi vurmanın, sizin için en büyük rezalet olacağını şimdi anladım. İsterseniz uşaklarınıza, filana haber veriniz. Beni tutuklatınız ve yarın hükûmet assın.”
Cuzella: (ağlar gibi bir tavır ile) “Hiç ben seni ele verir miyim? Vallahi yüreğimin içinde saklarım. Fakat siz kimsiniz?”
Hasan: “Ben Cadiz şehrinde ticaretle meluf ve meşhur olan Sinyor Pavlos’un ortaklarındanım.”
Cuzella: (tam bir yürek çarpıntısıyla) “Ne dediniz, Pavlos mu?”
Hasan: “Evet!”
Cuzella: “Aman, sakın yanlışınız olmasın.”
Hasan: “Nasıl yanlışım olabilir ya, üzerimde kendi imzasıyla kâğıtlarım bile vardır.”
Korsan gemisinde haydutlar kendisini soydukları zaman, üzerinden çıkan evrakın ne olduğunu, okuma bilen olmadığı cihetle anlayamayarak bunları yine Hasan’a iade etmekte bir sakınca görmemişlerdi. Hasan’ın gemideki varı yoğu üzerinde olan eşyadan ibaret olduğundan bu kâğıtları koynundan çıkarmazdı. İlk defa olarak kızın karşısında çıkarıp önüne koydu. Evrakın içinde hangi memlekette bulunursa bulunsun kâğıt sahibine Pavlos namına istediği kadar para verilmesine dair bir açık emir olduğu gibi, Pavlos Kumpanyası gemilerinde çalışan kaptan ve tayfaların hepsine hitaben dahi bir emir olup hepsinin kâğıt sahibinin her bir emrini icra edecekleri beyan olunmuştu. Bunlardan başka yine Pavlos’un imzalı ve damgalı kâğıtlar, üzerinde de birtakım emirler, mektuplar daha vardı. Kız bunları birer birer gözden geçirdikten sonra:
Cuzella: “Evet, bunlar Pavlos’un emirleri ama…”
Hasan: “Evet, emirleri ama…”
Cuzella: “Pavlos kendisi buradadır.”
Hasan: “Zannıma göre sizin bu lakırtınızda yanlışınız vardır.”
Cuzella: “Hayır, yanlışım yoktur.”
Hasan: “Benim hiç yoktur ya.”
Cuzella: “Ben size Pavlos’un bu yakında buraya geleceğine dair bir mektubunu, hem de işte yine böyle damgalı kâğıt üzerine yazılmış bir mektubunu gösterirsem ne dersiniz?”
Hasan: “Pavlos’un böyle bir mektubunu hiç ümit edemem. Zira İspanya kralı payitahtından nasıl ayrılabilir, Pavlos ticarethanesinden bir yere ayrılamaz.”
Cuzella: “Şimdi görürsünüz ya!”
Gidip içinde birtakım kâğıtlar dolu olan şu bildiğimiz kutu içinde Pavlos’un kendisine yazmış olduğu son mektubu aldı, getirdi. Gerçekten bu mektubun damgası, Hasan’da bulunan kâğıtların aynı idi. Yazının uyuşması ise bir zarar getirmez. Zira yazının kâtiplerin hattı olacağı malumdur. Ancak imzaca dört nokta farkı vardı. Şöyle ki Hasan’ın elinde bulunan kâğıtların imzasında fazla nokta yokken Pavlos’un mektubundaki imzasının şifresinde dört nokta görülüyordu. Hasan bu noktaları görünce işi anladı.
Hasan: “Evet, bu imzayı anladım. Buraya gelen zat dahi Pavlos’tur. Ancak Beşinci Pavlos’tur.”
Cuzella: “O ne demek?”
Hasan: “O şu demektir ki Pavlos namı beş kişi arasında ortaklaşadır. Birincisi asıl Pavlos’tur ki imzasını doğrudan doğruya yazar. Ondan sonra ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi olup bunlardan ikincisi imzasının şifresine bir, üçüncüsü iki, dördüncüsü üç, beşincisi dört nokta atar. Ben Üçüncü Pavlos olduğum için icap edip de Pavlos imzasını kullanacak olsam iki nokta atarım.”
Cuzella: “Acayip! Siz de Pavlos imzası koyabilirsiniz ha?”
Hasan: “Evet!”
Cuzella: “Hem siz Üçüncü Pavlos olup bize gelen Pavlos beşinci olduğuna göre siz daha büyüksünüz demek olur.”
Hasan: “Bizde büyüklük sermaye nispetindedir. Benim sermayem ise kendi tarafımdan kazanılmış bir şey olmayıp babamdan miras kalmıştır.”
Cuzella: “Şimdi siz bize gelen Beşinci Pavlos’un kim olduğunu tanırsınız demektir.”
Hasan: “Kim olduğunu tanımam, yalnız imzasını tanırım.”
Cuzella: “Ya o sizi?”
Hasan: “İhtimal ki tanır. İhtimal ki görsem ben de onu tanırım. Lakin bizim vazifemiz yalnız imzalarımızı tanımaktan ibaret olup yekdiğerimizle tanışıklığımız yoktur. Şu kadar var ki Birinci Pavlos hepimizi tanır. Fakat sakın birisi sizi kündeden atmaya çalışmasın. Eğer pederiniz bu size gelen Pavlos ile bir alışveriş edecek olsa…”
Cuzella: “Ben de bunu düşünüyorum ya! Hem alışverişi büyük ve mühim bir şeydir. Herifin yüzü ise şeytan çehresine benziyor. Benim aklıma ne geliyor biliyor musunuz? Sizi burada saklayıp herifi size göstermek istiyorum.”
Hasan: “Ben burada nasıl saklanabilirim ya?”
Cuzella: “Ben sizi yüreğimde saklarım demedim mi? Üçüncü Pavlos olduğunuz için değil. Yalnız bu resmin müşahhası[15 - Müşahhas: Şahıs haline girmiş, şahsiyeti belli olmuş. Şahıslanmış, teşhis edilmiş. (e.n.) 89] olduğunuz için. Hatta sizi saklayacağımı, daha sizden kim olduğunuzu sormadan ve kim olduğunuzu öğrenmeden vadetmiştim. Benim bu odama kimse giremez. Sizi burada saklarım.”
Hasan: “Ah! Hakkımda gösterdiğiniz bu kadar teveccühe nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Demek oluyor ki beni kulluğunuza kabul ettiniz.”
Cuzella: “Sizin tarafınızdan gördüğüm hüsnükabul ile kendimi mesut addetmekteyim.”
Hasan: “Öyleyse mesut olacağım demektir.”
Çocuğun bu cevabı üzerine kıza ansızın bir durgunluk geldi. Hasan cümleden ziyade bu durgunluğa ehemmiyet vererek “Ama bu sualime bir cevap beklerim.” diye yine dizleri üzerine çökerken kız kolundan tutup kaldırarak “İşte bu sözün de cevabı.” diye elini Hasan’a uzattı. Hasan kızın elini alarak öptükten sonra, artık dünyaya yeniden gelmişe döndü.
Cuzella kendi hâl ve şanına dair Hasan’a pek çok şey söyledi. Hatta babasının kendisini Pavlos’a vermek için zorladığını açtığı zaman Hasan aşırı derecede bir kıskançlık hâli göstermesi üzerine kız, “Korkma efendim, korkma, sen beni kabul ettikten sonra ben senin esirin bile olurum. Zaten şimdiye kadar gönlümün en büyük üzüntülerini resmin temaşasıyla defederdim. Şimdiden sonra dahi hayalinle teselli bularak en büyük musibetlere bile göğüs verebilirim.” diye yeni âşığına teminat verdiği gibi, resmin temaşasıyla nasıl vakitler geçirdiğini dahi anlattı.
Hasan ise “Ben de bu yolda hayatımı, ömrümü ortaya koyarak çalışmak için hiçbir mâni, hiçbir zahmet düşünemiyorum.” diye âşıkane sadakat yolunda her türlü güçlüğü göze alacağına söz vermiş oldu. Kız Hasan’ın yüzüne bakmakla doyamaz, Hasan da kızın yüzündeki lütufkârlık delillerini okuya okuya bitiremezdi. Bir aralık yine başını göğsüne eğip bir tefekkür deryasına daldı. Kim bilir geçmişteki durumları hâldekilerle karşılaştırdıktan sonra da onları gelecekteki durumlara uydura uydura ne neticeler çıkardı ki gözleri yine yaş ile doldu. Hatta bu yaş, bir keder yaşı mıdır yoksa bir emelle mi ilgilidir, onu bile bilemiyoruz. Gözleri kızın gözlerine tesadüf edince Cuzella bu hâlin sebebini sordu.
Hasan: “Hayır, ümitsizlikle gözlerim dolmadı. Bana vadettiğin saadetlerin övüncüne, sevincine havsalam tahammül edemiyor da onun için…”
Cuzella: “Mademki bir seneden beri tapmakta olduğum resmin müşahhasını sende buldum, her nasıl teminat istersen verebilirim ki bu gece sana gösterdiğim histen ayrılmayacağım. Lakin seni böyle üzüntülü görmek istemem. Hatta dediğin gibi övünç ve sevinci havsalana sığdıramıyorsan bile yine teessüf ederim. Zira sevince tahammül edemeyen adam, ümitsizliğe hiç tahammül edemez.”
Hasan: “Ben bir kere yüzünüzü yakından görmek, bir de ayağınızın tozuna hâlimi arz etmek için ölümü gözüme almışım demektir. O kadar emniyetsizlik üzerine şimdi bu derece ümitler peyda edersem bu övüncü nasıl havsalama sığdırabilirim?”
Biz ki Hasan’ın hâlini bir dereceye kadar öğrendik. Biçare çocuk haydutlar içinden kurtulabilmek yolunu arayıp bulamamakta iken, şimdi bir de maddi ve manevi en büyük saadet yolunu bile bulmuş olması üzerine ne kadar sevinmekte olduğunu muvazene edebiliyoruz. Ama bakalım Hasan sırf bu memnun hâl içinde miydi? Haydutlardan henüz kurtuldu mu ya? Arkadaşları hâlâ avluda. Konak içinde bu kadar eğlendiği hâlde eli boş çıkarsa en evvel arkadaşları ne derler? Gerçi orada kız kendisini saklayacak. Lakin çıkmak lazım geldiği zaman nasıl çıkacak?
Hasılı, Hasan’ın gözüne yaş getiren şey keder miydi? Yoksa sevinç miydi? Burası bilinemez. Özellikle de çocuğun önceki hâllerini bilmiyoruz ki durumu güzelce muhakeme edelim.
Her ne hâl ise iki âşık ve âşıkanın sohbetleri bir iki saat sürdü. O gidişle sabaha kadar da sürecekti. Ancak fevkalade bir vaka ortaya çıktı ki sohbeti değil ortalığı dahi karmakarışık etti.

İkinci Bölüm
Sohbeti değil ortalığı dahi karmakarışık eden vakanın başlangıcı, insanın tüylerini ürpertecek kadar acı bir ıslık idi ki bahçe kapısı cihetinden geliyordu. Bu ıslığı işitince Hasan Mellah yerinden fırladı. Cuzella “Ne oldu, nedir o ses?” sualini sorarken bir ıslık dahi pencere altından geldi. Hasan kızın yüzüne bakınca ölü benzi gibi bir beniz gördü. “Siz ne kadar korkuyorsunuz, işte basılmışız demek. Asılacak, idam olunacak benim. Bizi şimdi tutup da deniz haydudu diye asarlar, sizin namusunuz halelden muhafaza edilmiş olur.” dedi. Kız ise “Seni yüreğimde saklarım demedim mi? Saklarım, sen korkma!” sözleriyle Hasan’a teselli verip Hasan “Hayır, saklı olduğum yerde beni bulurlarsa o zaman sizin için hem daha ayıp hem de tehlikeli olur.” diye kabul etmemek istediyse de Cuzella “Ben seni bir yere, bir suretle saklarım ki bulunmak ihtimali yoktur.” diye kütüphanenin alt dolabını açtı. Dolabın derinliği bir buçuk metre kadar olup en büyük ciltlerden yalnız bir sıra kitap dizilmişti. Kız, Hasan’ın da yardımını isteyerek kitapları çıkardılar. Hasan dolabın içine girdikten sonra kız yine kitapları ön tarafa dizip o hâle koydu ki dolap açılıp da bakılsa hıncahınç kitap dolu zannolunurdu. Cuzella ile Hasan Mellah bu ameliyatta bulundukları müddet bahçede gürültü çoğaldı. Bir aralık pencere altında bir, iki, üç kişi toplanıp boğuk sesler ile “Arkadaş! Arkadaş!” diye seslenmişlerdi. Sonra uzaktan uzağa silah şakırtıları işitilmekle o üç kişi oradan savuştular. Sonra kalın ve dik bir ses: “Hay! Konak halkı daha uykuda mısınız? Kalkınız. Konağınızı hırsızlar basmış da haberiniz yok mu?” diye haykırıp. bu sesten biraz sonra dahi uşaklar dairesi tarafından ayak patırtıları ve sesler gelmeye başladı. Jandarmalar bahçe içinde tavşan kovmakta bulunan tazılar gibi sekiyorlar, sıçrıyorlardı. Derken bir ses “Ha, işte birisi burada!” dedi. Diğer bir ses “Na, işte birisi de kaçıyor, çeviriniz!” diye bağırdı. Bunu müteakip bir, bir daha silah patladı.
Gürültü bir dereceye geldi ki, mahşer gibi!.. Alfons dahi uyanıp telaşla dışarıya fırladı. Bir yandan zaptiyeler bağırır, bir yandan uşaklar telaş eder, bir tarafta dahi birkaç zaptiye yakalamış oldukları bir hırsızı döverler ve yine o tarafta hırsız dayak yemiş köpek gibi inler.
Hasılı, Alfons, zaptiyelerin kumandanı bulunan teğmen ile beraber gürültüyü yatıştırdı. Üç hırsızı tutmuşlar, birisini darp ettiklerinin sebebi kaç kişi olduklarını söyletmek içinmiş. Herif dayağa dayanamayarak “Dört kişiydik, birisi şuradan konağın içine girdi.” diye Hasan Mellah’ın girmiş olduğu ağacı gösterdi. Dolayısıyla zaptiyeler, uşaklar çepeçevre konağın etrafını sardılar. Teğmen ile Alfons ve bir uşak, bir de onbaşı konağın içine girip aramaya başladılar.
En evvel Cuzella’nın odasına girecekleri tabiidir. Kızı uykuda buldular. O kadar derin uykuya dalmış ki bu kadar gürültüyü duymamış! Babası kızı uyandırdı. Cuzella uyku sersemliğiyle, gece yarısı buraya gelmekte mana nedir, diye pederini azarlamaya başladı. Alfons “Ne diyorsun be canım! Konağı haydutlar basmışlar. Üçünü tuttuk, birisi işte senin pencerenden içeriye girmiş, şimdi onu arıyoruz. Kalk bakalım!” yollu tafsilat vererek ve bir yandan dahi kızın göstermekte olduğu korku ve dehşeti teskin ederek aramaya başladılar. Odanın her tarafını aradılar. Kimseler yok. Ne yatak altı kaldı ne kütüphane ne müze… Kütüphanenin içine insan değil, kedi bile giremezdi. Zira kitaplar sımsıkı birleştirilmişti! Sonra konağın içini iğne arar gibi aradılar. Helalara, kuyulara, su hazinesine varıncaya kadar hep aramadıkları bir yer bırakmadılar. Mümkün değil kimseyi bulamadılar.
Alfons: (kızına) “Canım, işte şu ağaçtan gelmiş, girmiş diyorlar. Hiç duymadın mı? Görmedin mi?”
Cuzella: “Duydum, duydum.”
Zaptiye teğmeni: “Duydunuzsa söyleseniz ya!”
Cuzella: “Sizin gürültünüzden evvelceydi.”
Alfons: “Öyle olacak ya! Ee, ne oldu bakalım?”
Cuzella: “Odanın içinden bir hayal, biraz da şamata ile pencereden çıkıp kaçıyor gibi bir şey gördüm ama ehemmiyet vermemiştim.”
Alfons: “Amma ehemmiyet verilmeyecek şey ha! İşte hırsız o imiş.”
Zaptiye teğmeni: “Demek oluyor ki pencereden çıkıp o da bahçeye girmiş.”
Onbaşı: “Öyle olmalı.”
Bunun üzerine odanın yalnız penceresini açık bulup kapısının arkadan sürmeli bulunması dahi hırsızın ancak oda içine kadar girebildiğini ve gürültüyü duyunca yine girdiği mahalden kaçtığını ispat etmesine ve hele oda içinde bir şeyin eksik olmadığı dahi hırsızın hiçbir şey çalamadan kaçtığını meydana koyduğuna binaen, herifin her hâlde konak içinde olmadığına hükmedilmiş ve bahçeyi dahi enine boyuna aradıkları hâlde, herif bulunamayınca artık kaçtığına inanılmıştı.
Zaptiyeler, üç hırsızı alıp gittiler. Alfons ise kızını korkudan muhafaza etmek için birkaç lakırtı söyleyip nihayet kız işin hiç farkında olmadığı ve şimdi yatarsa rahat rahat uyuyabileceği hakkında pederine teminat vermekle o dahi “Ben de gidip rahatıma bakayım. Köpekler bir hamle ettilerse biz de ağızlarına sırık sokup dişlerini kırdık. Artık bir daha gelemezler.” diye çıktı, odasına gitti.
Lakin bunların ikisinin de sabaha kadar gözlerine uyku girdi mi zannedersiniz? Alfons bin türlü dehşetlerin, merakların hücumuyla uyuyamadı. Kız ise kütüphane içindeki sevgilisiyle meşguliyetten dolayı uyuyamadı. Şöyle ki:
Babasını baştan savdıktan sonra kütüphanenin alt dolabının kapısını açıp kitaplar arkasından ve dolap içinden çıkan bir ses ile aşağıdaki gibi konuşmaya başladılar.
Cuzella: “Herifleri tuttular, götürdüler.”
Hasan: “Size kurban olsunlar.”
Cuzella: “Burasını da açtılar ama senin burada olduğuna şüphe bile etmediler.”
Hasan: “Beni lütuflarınızla muradıma erdirmek için ölümden alıkoydunuz demek. Fakat çıkıp bir daha yüzünüzü görmeyecek miyim?”
Cuzella: “Bu gece, yarın ve belki bir iki gün kadar olamayacak.”
Hasan: “Aman! Ben bir daha yüzünüzü görmek için ölüme razıyım.”
Cuzella: “Ben razı değilim. Şimdi bu lakırtıları bırakalım da biraz işimizi düşünelim.”
Hasan: “Bu hâlde mi?”
Cuzella: “Zararı yok, bu kadarcık bir azaba katlanalım. Ölümü gözüne alan bir adam için bu kadar azap çok değildir.”
Hasan: “Hakkınız var; hayatım, ölümüm elinizdedir.”
Cuzella: “Ben bu sırrı öğretmenim Marie’ye açmak isterim.”
Hasan: “Ondan emin olabilecek misiniz.”
Cuzella: “Senden emin olduğum kadar…”
Hasan: “Öyleyse pek münasip. Zaten bana da bir vasıtanın lüzumu vardır. Bir emir yazıp da para, elbise, filan getirtmek isterim. Buradan şu kıyafetle çıkmak, kendimi ilan etmek demektir.”
Cuzella: “Marie hepsini yapar. Lakin biz seninle ne yapacağız?”
Hasan: “Her emri sizden alacağım.”
Cuzella: “Ben durumu doğrudan doğruya babama söyleyeceğim.”
Hasan: “Siz bilirsiniz ama bu gece yahut yarın değil ha!..”
Cuzella: “Hayır, hele bu geceki vakanın üzerinden biraz vakit geçsin, bakalım.”
Hasan: “Şimdi sorulacak bir şey değil ama sabredemiyorum, soracağım. Ya, Allah korusun, babanız itiraz edecek olursa?”
Cuzella: “O zaman da emir senin.”
Hasan: “Her hâlde benim mi?”
Cuzella: “Onu anlayamadım.”
Hasan: “Yani demek istiyorum ki sizi başka bir memlekete davet edebilecek miyim?”
Cuzella: “Dünyanın öbür ucuna kadar. Yalnız buna mecbur olmayınca, pek ziyade mecburiyet görmeyince teşebbüs etmeyeceğiz. Zira ne kadar olsa babamızdır. Ne kadar olsa baba evidir, pek kolay terk edilemez.”
Bunlar şu kadarcık konuşmayı bir hayli vakitte edebildiler. Zira Alfons’un gelip dinlemesi veyahut gece ve her taraf sessiz olmak münasebetiyle lakırtılarının Alfons’a kadar gitmesi gibi ihtimaller bir taraftan tazyik ettiği gibi diğer taraftan da gerek kızın ve gerek Hasan’ın akşamdan ve belki de gündüzden beri geçen hâller üzerine yürek çarpıntıları artık kemale varmış olduğundan üç kelimeden ibaret bir lakırtıyı bile üç defa nefes almayınca söyleyemezlerdi.
Şafak söktü. Uşaklar, bahçıvanlar filanlar kalkıp birer ikişer hırsızın çıkmış olduğu ağacı ziyarete geliyorlar ve orada birbiriyle ettikleri lakırtıyı ta kütüphane içindeki Hasan’a kadar işittirebiliyorlardı. Dolayısıyla kız mecburen kütüphanenin kapısını kilitleyip yatağına geldi. Geldi ama hayalini dolap içindeki Hasan’a arkadaş bıraktı.
Hasan ile Cuzella’nın aşkları hakkında buraya kadar verdiğimiz malumat kısaca muhakeme edilecek olsa bunların alakalarının bu kadar süratine hayret olunur. Gerçi Cuzella, Hasan’ın resmiyle daha iştigal ede ede zaten bir dereceye kadar ona gönül vermişse de bir kimseye âşık olabilmek için onun sadece yüzü yetmeyip ahlak da güzellik kadar gereklidir. Hele Hasan ise o geceye kadar kızı rüyada bile görmemişti. İşte işin bu ciheti düşünülürse hayret değil, bu alaka ihtimal ki istibat bile edilir.
Ancak bu yolda edilecek muhakemeleri eksik bırakmayıp etrafıyla etmek lazımdır. Gerçi âşık olmak için yalnız güzellik yetmeyip ahlak dahi lazımdır. Ya gece yarısı hırsızlık ve icabına göre yaralama ve lüzumuna göre katli bile göze aldırmış ve özellikle deniz haydudu olmak münasebetiyle tutulduğu anda asılacağını bilip durmakta bulunmuş olan bir herif, haydut olmadıktan başka şayet âşık sıfatıyla gelip de tutulursa kızın iffet şöhretine halel geleceğinden, bu iffeti muhafaza için asılmayı dahi göze aldırmak kadar bir ahlak örneği olabilir mi? Öteden beri simasından hoşlandığı bir adamdan ilk görüşmede böyle bir örnek dahi görürse Cuzella’nın derhâl kalben bağlanması pek tabiidir. Hasan’a gelince; biçare çocuk, kendisini eşkıyanın melunca arkadaşlığından kurtarmayı ve özellikle de daha evvelki tehlike bir yana, haydutlar elinden canını kurtardıktan sonra arkadaşlıklarından da sıyrılmayı dünyaya yeniden gelmiş olmak kadar büyük bilirken bir de tenha bir mahalde, öteden beri resmine tapmakta bulunan bir melek yüzlünün, kendisine hürriyetini, hayatını, vücudunu teklif ettiğini görür ve bu hâl zaten büyük bir saadet olmaktan başka, kendi selametinin dahi temel vesilesi olduğunu müşahede ederse alaka etmez de ne yapar?
Hem de böyle, kendiliğinden doğan bu alakanın, en büyük kuvvet ve şiddetiyle doğmuş olacağı dahi başkaca üzerinde durulmaya değer bir durumdur.
Sabah oldu, güneş doğarak âleme taze bir neşe getirdi. Bir aralık Cuzella’nın hizmetçisi Angelino, yanına girip sütlü kahvesini getirdi. Cuzella o gece bir hayli müddet uyanık kalıp acıktığından kahvenin pandispanyasını ziyadece istedi. Kız pandispanyayı getirmeye gidince derhâl kalkıp iki satır bir mektup yazdı, hazırladı. Sonra hizmetçi döndüğünde mektubu verip bir uşak ile beraber rahibeler cemiyetine giderek, mektubu Öğretmen Marie’ye vermesini tembihleyerek kızı savdı. Ondan sonra kütüphane kapısını açarak ve birkaç kitap çıkarıp bu suretle dar bir pencere peyda ederek pandispanyayı kahveye batırıp Hasan’ın ağzına vermeye başladı. Bu hâle Hasan hayretle, kız bir dereceye kadar üzülerek bakıyordu. Ancak Cuzella “Seni güvercinim gibi besliyorum.” demesiyle Hasan böyle bir lütfa pek ziyade memnun oldu ve Hasan’ın memnuniyeti kızı dahi memnun etti.
İhtiyatın bu derecesi konağın içini arayacakları zamana mahsus olduğuna göre, Hasan’ın hâlâ mahpus kalmasının, aşırı bir ihtiyat olduğu açıktır. Fakat ne fayda ki ister korkuya yorulsun ister başka bir şeye, biçare Hasan bu dar mahbes içinde mahpusluk belasını biraz çekmeye mecbur oldu.
Cuzella âdeta iki adamın kahvaltı edebileceği kadar pandispanyayı tamamen Hasan’a yedirip kendisi o sabah kahvesiz kaldı.
Tam güvercinini besleyip yuvasının dahi kapısını kapayarak ayağa kalkmıştı, pederinin hizmetkârı gelip Alfons’un biraz kendisini görmek istediğini haber verdi ve Cuzella’nın uygun görmesi üzerine hizmetkâr gidip biraz sonra Alfons geldi.
Alfons: “Geceyi nasıl geçirdin kızım?”
Cuzella: “Sizden sonra pek vahşet geldi.”
Alfons: “Niçin haber vermedin öyleyse?”
Cuzella: “Sizi rahatsız etmeyeyim diye. Lakin şimdi Marie’ye bir mektup yazdım. Gelsin, bir iki gün birlikte oturalım.”
Alfons: “Pek isabet ettin. Beni hükûmetten çağırdılar. Malum ya, haydutlar işi içindir. Oradan da biraz Sinyor Pavlos’a gideceğim. Selam götüreyim mi?”
Cuzella: “Nasıl olur ya!”
Alfons: (yılışarak) “Nasıl olacak ya, dostunuz Cuzella mahsus selam edip hatırınızı da sual eder, diyeceğim.”
Cuzella: (soğuk bir çehre ile) “Ben böyle demiyorum ki…”
Alfons: “Ah ne inatçısın, ne dik başlısın. İşte ben böyle söyleyeceğim. Zaten senin bir özür borcun yok muydu?”
Babası şu lakırtı üzerine kızından şiddetli bir cevap alacağını tahmin ettiği cihetle sözünü bitirir bitirmez “Seni bu kadar gördüm ya, artık gideyim.” diyerek kapıdan çıktı ve kızın hazırlamış olduğu lakırtılar ağzında kaldı.

Üçüncü Bölüm
Babası çıkıp gittikten ve ayaklarının sesi dahi kaybolduktan sonra, Cuzella kütüphaneye sokulup kapısını açmaya başlamıştı. Besbelli, yine Hasan ile dertleşecekti. Ancak uzaktan uzağa peyda olan yeni bir ayak patırtısı buna engel oldu.
Patırtı yaklaşa yaklaşa oda kapısına kadar geldi ve Öğretmen Marie ses vermekle Cuzella dahi kapıyı açıp öğretmenini içeriye aldı.
Marie: “Daha elbisenizi giymemişsiniz.”
Cuzella: “Bizim başımıza gelenleri işittiniz mi?”
Marie: (ızdırapla) “İşittim ya, işittim ya! Hizmetçiniz söyledi. Ne kadar meraklandım. Bir de kale kapısı yanından geçerken, üç tane de darağacı hazırlandığını görmeyeyim mi?”
Cuzella: “İşte, bize gelen haydutlar içindir.”
Marie: “Anladım ya, anladım ya! Aman ya Rabbi, kim bilir ne kadar korkmuşsunuzdur.”
Cuzella: “Kim, ben mi?”
Marie: “Öyle ya, herif sizin odanıza buradan girmiş diyorlar. Şu pencereden girdi, değil mi?”
Cuzella: “Evet, oradan girmiş diyorlar ama ben hiç korkmadım.” Marie: “Nasıl korkmadınız?”
Cuzella: “Aradılar, taradılar, kimseyi bulamadılar. Kimse olmadıktan sonra niye korkayım?”
Marie: “Ne kadar cesursunuz.”
Cuzella: “Ama sonra bir ürküntü geldi. Sizi de mahsus…”
Marie: “Yazmışsınız ya işte.”
Malum vaka üzerine bir yandan konuşulup diğer taraftan da Cuzella elini yüzünü yıkadı ve her günkü elbisesini giyindi. Sonra ikisi karşı karşıya oturup konuşmakta idiler. Derken, uşak görüşmek için izin istemekle, Cuzella, herifi içeriye almak istemeyerek kendisi çıktı. Biraz sonra gelip:
Cuzella: (dik bir sesle) “Herifleri uyuşturmuşlar.”
Marie: (yüreği çarparak) “Asmışlar mı?”
Cuzella: “Çoktan.”
Marie: “Vah, vah, vah! Niçin ederler de niçin asılırlar?”
Cuzella: “Ee, herkes bir ümidi arkasında her belaya uğrar. Emel denilen şey, görünüşte emel ise de hakikatte elemdir.”
Marie: “Öyledir kızım, öyledir. Ah, dünyada ümitsiz, emelsiz bulunmak ne kadar iyidir ama elden gelmiyor.”
Cuzella: “Şimdi mesele o değil. Bizim nişan meselemiz en ziyade ehemmiyet aldı.”
Marie: “Hangi nişan meselesi? Reddettinizdi ya?”
Cuzella: “Ah, meğer biz reddedememişiz. Pavlos diz üstüne çöktüğü zaman ona saygı gösterip, kolundan tutup kaldırmıştım. Meğer bu hareket arzusunu kabul etmek demekmiş.”
Marie: “Ee, siz reddettim dedinizdi?”
Cuzella: “Sonra Pavlos yine yüzüğü takdim edince reddettim. Babam bu hâli küçümseme sayarak özür dilememi talep ediyor. Hâlbuki özür dilemek, nişanı kabul etmek olmayacak mı?”
Kütüphane içinde bu lakırtıları işiten Hasan Mellah’ın ne hâllere girmiş olduğunu mülahazadan uzak tutmamalıdır.
Marie: “Şimdi ne yapacaksınız? Artık kabule mecbur olacaksınız öyle değil mi?”
Cuzella: (yanı başından resmi alıp göstererek) “Bu varken ben Pavlos’a varabilir miyim?”
Marie: “A kızım, artık cansız bir resme mi varacaksınız?”
Cuzella: (tebessümle) “Hayır, kilisede cansız resimlere tapıyoruz ya, ben de buna tapacağım.”
Marie: “Sus Allah’ı seversen, onlar muhtıradır.”[16 - Muhtıra: Hatırlatmak veya hatırlamak için yazılan tezkere. (e.n.) 99]
Cuzella: “Bu da muhtıra olsun.”
Kız bu sözleri fevkalade bir rahatlıkla söyledikten sonra birdenbire yüzünü asıp:
Cuzella: “Siz benim dostum olsanız, beni sevseniz, benim saadetimi isteseniz böyle söylemezdiniz.”
Marie: “Üç şart koydunuz ki ben, üçü de bendedir diye iftihar edebilirim. Sizin dostunuz olmasam başka kimin dostu olabilirim? Sizi sevmesem sizin saadetinizi istemezdim…”
Cuzella: “Ya niçin bu resme ehemmiyet vermiyorsunuz? Pavlos’a varmaya beni mecbur ediyorsunuz?”
Marie: “Dedim ya, bu bir resim. Pavlos, gerçi bu kadar değil ama ne kadar zeki, cerbezeli, zengin bir adam.”
Cuzella: “Ben farz ediyorum ki bu resim daha cerbezeli, daha zengin.”
Marie: “Farz ile, hayal ile yaşayacaksanız güzel!”
Cuzella: “Ne yapayım? Şimdilik öyle yaşıyorum. Hem neler hayal ettim, bilseniz gülersiniz.”
Marie: “Söyleyiniz bakalım.”
Cuzella: “Gülersiniz diyorum.”
Marie: “Ne zararı var? Ağlayacağımıza gülelim.”
Cuzella: “Pencereden hırsız girmiş demiyorlar mı? Herkes dağıldıktan sonra yatağıma girip resmi elime aldım. Hayal ettim ki buraya hırsız gerçekten giriyormuş. Ben de girdiğini görüyormuşum.”
Marie: “Korkudan çıldırmak işten bile değil.”
Cuzella: “Hayır korkmamışım, ses de çıkarmamışım. Hırsız her tarafa bakındığı sırada beni görmüş.”
Marie: “Uykudadır diye sesini çıkarmaz.”
Cuzella: “Bilakis gözlerimin açık olduğunu da görmüş.”
Marie: (yürek çarpıntısıyla) “Aman ya Rabbi, yoksa hırsızı böylece gördünüz mü?”
Cuzella: “Görsem herif kaçabilir miydi? Ben size hayalimi tasvir ediyorum.”
Marie: “Bir tasvir ediyorsunuz ki âdeta olmuş gibi.”
Cuzella: “Herif beni uyanık görünce ne yaparım? Aman, canımıza kıyma da ne istersen al, git derim.”
Marie: “Öyle ya, hırsız bu.”
Cuzella: “Meğer herif hırsız değilmiş.”
Marie: “Ya!..”
Cuzella: “Bu resmin sahibi imiş.”
Marie: “Deme Allah’ı seversen.”
Cuzella: “Canım hayal bu ya.”
Marie: “Of! Yüreğimi oynattınız. Ne kadar da ciddi hayal ediyorsunuz…”
Cuzella: “Derken, herif iki diz üstüne çöküp bana aşkını ilan etmiş.”
Marie: “Artık o zaman kim bilir ne kadar zevk duymuşsunuz.”
Cuzella: “Şüphe mi edersiniz ya? Hem bakınız, dahası var. Ah, hayal âlemi ne geniştir. Hırsız bana demiş ki: ‘Benim buraya böyle hırsız kıyafetinde gelişim, şayet tutulursam beni hırsız diye assınlar da tek Cuzella’nın odasına bir âşık girmiş demesinler diyedir.’ ”
Marie: “Çok ince fikir.”
Cuzella: “Böyle bir adam Pavlos’tan daha dirayetli, daha fedakâr sayılır ya!”
Marie: “Ressam bu resmi istediği yolda tasvir etmiş olduğu gibi siz de ahlakını istediğiniz yolda hayal edebiliyorsunuz.”
Cuzella: (tebessümle) “Ya zenginliği?”
Marie: “Zenginmiş de ha? Elbette, hayal bu ya? İstediğiniz kadar mal veriniz.”
Cuzella: “Pavlos’tan birkaç derece ziyade. Nihayet birbirimize vaatler vermişiz, teminatlar vermişiz. Kıyamet!”
Marie: (şaşırmışçasına) “Ne güzel hayal! Her hayal böyle olsaydı.”
Cuzella: “Marie!”
Marie: “Buyurunuz.”
Cuzella: “İş hayalden ibaret ya! Ya ben bu hayale hakikat kadar vücut verip de bu gece sabahlara kadar gözlerime uyku girmemişse ne dersiniz?”
Marie: “Bu kadar uzak bir hayale vücut verişe hayret ederim.”
Cuzella: “Ah, Marie’ciğim, Marie’ciğim, aşkın ne olduğunu bilirseniz…”
Marie: “Vay, o ne? Sizden garip bir kelime işittim. Aşk filan diyorsunuz.”
Cuzella: “Şüphe mi ediyorsunuz?”
Marie: “Şüphe değil hayret ediyorum.”
Cuzella: “Niçin, siz beni odundan mı yapılmış sandınız?”
Marie: “Hayır ama bir kimseye alakanız olduğunu bilmiyordum.”
Cuzella: “İşte, alaka ettiğimi söyledim ya!”
Marie: “Vay, bu resme mi alakanız var?”
Cuzella: “Daha hâlâ anlayamadınız mı?”
Marie: “Anlamıştım ya, fakat şimdi bütün bütün emin oldum.”
Cuzella: “Yok ama size bunu sordum. Ya bu hayale vücut vermişsem siz ne yapardınız?”
Marie: “Ben ne yapardım? Hayalinizin kuvvetine şaşardım.”
Cuzella: “Of, istediğim gibi söylemiyorsunuz.”
Marie: “Nasıl söyleyim ya?”
Cuzella: “Bu resim sahibiyle izdivacıma yardım etmez miydiniz?”
Marie: “Aa! Korkarım siz aklınızı bozuyorsunuz. Bir hayal üzerine bu kadar şüphesizce davranış…”
Cuzella: “Canım, hayal meyal sizin nenize lazım? Siz de hayal olarak cevap veriniz.”
Marie: “Pek iyi, madem siz bu kadar âşıksınız, ben de sizin dostunuzum. Elbette elimden geldiği kadar, daha ziyade bile yardım ederdim.”
Cuzella: “Ama sizin bu hayaliniz benim kadar kuvvetli mi bakalım?”
Marie: “Değilse bile kuvvetli farz ediniz. Hayal değil mi?”
Cuzella: “Şimdi bu gece gelen hırsız, bu resmin sahibi ve benim âşığım olsa da birbirimizle vaatleşmiş olsak izdivacımıza yardım ederdiniz ha?”
Marie: “O kadar ihtimalleri bir yere toplayabiliyorsunuz da benim size bu kadar dost olduğumu niçin bütün bu ihtimallerin içine katmıyorsunuz?”
Cuzella: “Dedim ya, eğer sizi kendime pek sadık dost kabul etsem…”
Marie: “Allah Allah!”
Cuzella: “Pek iyi, yemin eder misiniz?”
Marie: “Hazreti İsa buyurmuştur ki ne Allah’ın ismine ne kendi ismine ne göklere ne yerlere yemin etmeyelim. Yeminimiz ‘evet’ yahut ‘hayır’ olsun.”
Cuzella: “Demek oluyor ki şimdi sizin evetlerinizi hep yemin olarak kabul edeceğim.”
Marie: “Evet, fakat vallahi size bir hâl olmuş. Hiç de dünyada bu kadar âşıkane hayal görmedim.”
Cuzella: (ciddi bir tavırla) “Yok ama verdiğiniz sözü hayal olarak vermeyeceksiniz, ciddi olarak vereceksiniz.”
Marie: “Sizinki ciddi ise benimki de ciddidir.”
Cuzella: “Pekâlâ, işte büyük bir şükranlıkla söylüyorum ki benimki hayal değil ciddidir.”
Cuzella bu lakırtıyı söyler söylemez Marie’nin kolundan tutup kütüphane kapısına götürür. Kapıyı açıp bir sıra kitaplardan birkaçını kaldırarak Hasan’ı gösterir. Marie çocuğu görünce büyük bir hayretle “Ay!” diye haykırmak isterse de Cuzella ağzını kapayıp tekrar kütüphaneyi kilitler. Sonra aralarında geçen sözleri ciddi bir tavırla bir daha tekrar ettikten ve Marie’den vaadi dahi ciddi olarak aldıktan sonra, yine kütüphaneye gelip Hasan’ı bir daha görürler. Hasan dahi Marie ile birkaç lakırtı konuşur ve bu işte kendilerine edeceği hizmetten dolayı teşekkür ettikten başka, istediği kadar mükâfat dahi vadeder.
Marie, Hasan’ı bu sıkıntılı yerden çıkarmak lazım olduğunu Cuzella’ya hatırlatmıştı. Gerçi Cuzella’nın pek ziyade merakından dolayı razı olmamak istediyse de Hasan küçük bir emir yazıncaya kadar çıkmasını rica etmekle müsaade gösterdi.
Çocuğu çıkardılar. Cuzella gündüz gözüyle bir daha temaşa edince ve Marie dahi bakınca gerçekten tam elde bulunan resmin sahibi olduğu anlaşılmıştı. Bu kadar güzel ve necip bir vücudun, bu pelaspuş[17 - Pelas-puş: Eski abaya, çula bürünen, fakir. (e.n.) 103] bir hâlde olmasına Marie hayret etmedi değil. Lakin dönen fırıldağı artık iyice bildiğinden hayretini yendi. Hasan ise gayet güzel bir İspanyol hattı ile Pavlos damgası bulunan kâğıda emrini yazıp da yine imzayı Pavlos koyunca Marie işte o zaman şaşırdı. “Bu ne, bu imza kimin imzası?” diye uzun uzadıya suallere kalkışacaktı. Cuzella “Ben size bunları sonra anlatırım.” diye suallerin önünü aldı.
Hasan emri yazıp bitirdikten sonra Marie’ye “Efendim, bu emri büyücek bir sarrafa götürüp mazmunu gereğince parayı alırsınız. En evvel bir kat elbise isterim.” dediyse de Marie “Siz burada hangi elbiseyi giyseniz uyamaz. Hem de ben buraya mensup olduğum hâlde, Pavlos imzasıyla böyle bir emri götürürsem, bir sahte emrin benim elimle gitmesi Sinyor Alfons için de iyi değildir. Ben size bir kat rahip elbisesi getireyim, siz o elbiseyi giyip artık her istediğinizi yaparsınız.” dedi.
Marie’nin bu çekingenliği yersizdi. Fakat ahvali kendisine uzun uzadıya anlatmaya vakit olmadıktan başka, Hasan rahip elbisesini daha ziyade işe yarar bulduğundan Marie’nin görüşünü kabul etti.
Nihayet çocuğu yine dolaba koydular. Cuzella ile Marie tekrar sohbete başladılar. O zaman Cuzella, Marie’ye, Pavlos demenin ne demek olduğunu anlattı. Bu hâlde Marie evvelki görüşünün yersiz olduğunu kendisi dahi anladı ise de rahip elbisesiyle her işin daha layıklı bir yolda görüleceği kararlaştırılmış olduğundan bu karar bozulmadı.
Sözün kısası, Marie bir saate kadar geleceği vaadiyle gitti. Bu bir saat vakti Cuzella ile Hasan, yine öteden beriden konuşarak geçirdiler. Ve konaktan çıktıktan sonra nasıl ve ne vasıta ile haberleşeceklerini ve birbirlerini nasıl görüp hasret gidereceklerini söyleştiler.
Marie geldi. Rahip elbisesini tamamıyla getirdikten başka fazla olarak bir de ustura getirmişti. Hasan hepsinden çok bunu beğendi. Cuzella’nın tuvalet takımları başında tıraş olarak elini, yüzünü dahi yıkadıktan sonra giyinip güzel bir rahip oldu ki tarif kabul etmez. Bir kere bu kıyafete girdikten sonra sandalyenin birisi üzerine geçip yan geldi, oturdu ve rahat rahat konuşmaya başladı.
Cuzella: “Artık gitmelisin?”
Hasan: “Nereye?”
Cuzella: “Aman, nerede, nasıl kendini kurtarıp işimize muvaffak olacaksan oraya gitmelisin.”
Hasan: “Güçlük bir kere bu kıyafete girinceye kadardı. Şimdi isterse pederiniz de gelsin beraber konuşalım. Ben Marie’nin ahbabı değil miyim ya? Manastırdan kalkıp özel olarak kendisini görmeye gelmemiş miyim?”
Marie: (gülerek) “Öyle ya, artık kim isterse gelsin.”
Cuzella: “Gerçekten de öyle. Ne kadar da dirayetlisin.”
Sözün kısası, âlemde her suizanna, her şüpheye, her bela ve musibete siper demek olan rahip cübbesi sayesinde Hasan, sevgilisi Cuzella ile doya doya ve fakat daha doğrusu doyamaya doyamaya görüşüp nihayet kalktı. Hiçbir şeye aldırmadan divanhaneden geçip büyük merdivenden inerek konağın kapısından çıkarken Alfons’a rast gelip papazca bir selam verdikten sonra çıktı, gitti.
Alfons içeriye girip de kızı Marie ile görüştüğü zaman, bu rahibi dahi sormuştu. Marie “Benim eski ahbabımdan, pek güzel bir adamdır. Manastırdan gelmiş, beni burada haber almasıyla buraya kadar gelip Cuzella ile de görüştü.” cevabını verince bu cevap muhatabı susturmuştu.
Alfons kızına, haydutların asıldığına dair havadisi verdikten başka, limanda bir haydut gemisi olduğunu ve yakayı ele vermeden kaçtığını ve mutlaka tutulan haydutların bu gemiden olup konaktan kaçan herifin verdiği haber üzerine kaçmış olduklarını dahi söyledi ki bu sözler kızına bir tebessüm vermişti. Bu haberleri verdikten sonra Alfons’un birinci işi pencere altındaki sözü geçen ağacı kestirmek ve ikinci işi de alt katta olduğu gibi, konağın üst katı için de demir parmaklık ısmarlamak oldu.

Dördüncü Bölüm
“Sinyor Alfons’un konağına deniz hırsızları girmiş. Üçünü tutmuşlar, asmışlar, birisi kaçmış. Limanda bulunan gemileri dahi ertesi sabah erkenden firar etmiş. Aman ya Rabbi, ne cesaret?” gibi lakırtılar birkaç gün Cartagena ahalisini meşgul etmişti. Alfons ise hemen her sabah, her akşam nişan meselesinden ve Sinyor Pavlos’tan özür dilenmesi durumundan dolayı Cuzella’yı sıkıştırmaktan geri durmuyordu. Lakin bir iki gün sonra, öyle bir durum ortaya çıktı ki onun sebep olduğu telaş, nişan ve özür meselesini dahi unutturdu.
Şöyle ki:
Bir gün ikindiüzeri Sinyor Pavlos, kayınpederi olacak Alfons’un konağına geldi. Alfons orada bulunmadığından kendisine özel olarak adam gönderip babası gelinceye kadar kızının yanında bulunmak isteyeceği zannolunur idiyse de hiç böyle bir arzuda bulunmadı.
Alfons’un odasında bir aşağı beş yukarı geziniyor ve aralıkta bir de aynaya bakarak saçlarını karıştırıyordu. Bu gibi telaşlar bazen hayırlı işler için edilir ama o gün Pavlos’ta görülen telaşın öyle hayırlı bir iş için olmadığı, zaten lokma gözlerinin fal taşı gibi açılıp burnunun, kulaklarının dahi kabarmasından anlaşılıyordu.
Derken Sinyor Alfons çıkageldi.
Alfons: “Vay efendim, sefalar getirdiniz.”
Pavlos: (hiddetlice) “Allah ömürler versin efendim!”
Alfons: (hiddetin farkında olarak) “Niçin Cuzella’nın yanına gitmediniz, yoksa giyiniyor mu? Böyle tekellüflere hacet yok ama çocuktur.”
Pavlos: “Şimdiki hâlde bu gibi teklifler, tekellüfler ile uğraşmaya hiç vaktim yok.”
Alfons: “Ne o, bir perişanlık eseri gösteriyorsunuz?”
Pavlos: “Perişanlık ki perişanlık. Bu memlekette Pavlos ikileşmiş, haberiniz yok mu?”
Herifin bu lakırtısına Alfons ne mana verebileceğini düşünerek bir müddet başını göğsüne indirdi. Sonra güya düşündüğü şey hatırına gelmiş gibi büyük bir ehemmiyetle başını kaldırarak:
Alfons: “Cuzella başkasını mı seviyor diyorsunuz? Çünkü ‘Pavlos ikileşti.’ sözünden bu anlaşılıyor.”
Pavlos: “Evet, orası da var ya! Fakat doğrusu Pavlos ikileşti.”
Şu giriş ile Pavlos, Cadiz’de bu namla ticaret eden zaten beş kişiden oluşan, yani “Pavlos ve Ortakları” namıyla bir kumpanyanın reisi olduğunu, kısacası geçen gece Hasan’ın Cuzella’ya vermiş olduğu malumatın hepsini Alfons’a hikâye etti.
Alfons: “Ee, ne zararı var? Varsın öyle olsun.”
Pavlos: “Evet ama Üçüncü Pavlos buraya gelmiş. O adam gerçi kumpanyamızın azasıdır. Lakin bu dünya yüzünde ya o ya ben demektir.”
Alfons: “Niye?”
Pavlos: “Niye olduğunu sormanız lazım değil. Onun selameti benim ölümümde, benim selametim onun ölümündedir.”
Alfons: “Acayip!”
Pavlos: “Evet, biraz acayiptir. Daha acayibini isterseniz bu zat, kerimeniz Cuzella’yı seviyor.”
Alfons: “Nasıl sevmiş?”
Pavlos: “Orasını bilmem. Bildiğim şu ki o Cuzella’yı, Cuzella onu, yani ikisi birbirini seviyor. Hatta konuşmuşlar bile.”
Alfons: “Korkarım bu bir düşman iftirası olmalı.”
Pavlos: “Hayır efendim, hayır. Ben işi birinden haber aldım.”
Alfons: “Üçüncü Pavlos’u buralarda gördünüz de mi?”
Pavlos: “Benim onu görmem ihtimali var mıdır? O da bana hiç kendisini gösterebilir mi? Buraya bir rahip ile beraber gelmiş. Benim burada muamelem olan bir sarrafa bu rahip ile emir gönderip para aldırmış. Ben o rahip ile konuştum. Rahip, arkadaşının sırlarını bana söyledi.”
Alfons: “Nasıl söyleyebilir ki, hem böyle bir tesadüf…”
Pavlos: “Tesadüf değil. Buraya Üçüncü Pavlos gelmiş olduğunu ve yanında, filan kıyafette bir rahip bulunduğunu bana sarrafım haber verdi. Ben de rahibi özellikle bulup sordum. Herif beni tanımadığı cihetle hepsini söyledi.”
Alfons: “Hayır efendim, hayır. Siz boş yere telaş ediyorsunuz. Hatta Cuzella’yı sahiden sevse bile buraya gelmek için refakat ettiği rahip neden bilsin?”
Pavlos: (yürek çarpıntısıyla) “Canım niçin böyle söylüyorsunuz? Ben olanı biteni haber aldım diyorum. Daha ister misiniz? Rahip buraya, sizin konağınıza girmiş. Cuzella’nın odasına girmiş. Cuzella ile konuşmuş. Hatta Cuzella’nın öğretmeni Marie dahi orada imiş. Söylettim diyorum efendim, söylettim. Herifi âdeta sorguya çektim.”
Alfons: (birdenbire aklına bir şey gelmiş gibi bir tavırla) “Anladım, anladım. Bu rahip genç, güzelce bir şey değil mi?”
Pavlos: “Evet, sakalı, bıyığı tıraşlı. Gözü ağrıyormuş da gözlerinin üstüne kadar bir siyah canfes bağlamış.”
Alfons: “Benim gördüğüm zaman gözleri ağrımıyordu.”
Pavlos: “Siz onu nerede gördünüz?”
Alfons: “Burada.”
Pavlos: (yürek çarpıntısıyla) “Burada, konağınızda, değil mi? O rahip işte.”
Alfons: “Evet ama o herif sizin rakibinizin arkadaşı değil. Bizim Marie’nin ahbabı imiş. Manastırdan gelmiş de kendisini araya araya burada bulmuş.”
Pavlos: “O habislerin hepsi birbiriyle ahbap değil, âdeta kardeş, kız kardeştirler. Artık Marie’den de emin olmayınız.
Alfons: “Canım, kız benim değil mi, istediğime veririm.”
Pavlos: “Öyle ama el oğlu alır. Hem de size şunu da haber vermeliyim ki bu herif Müslüman’dır.”
Alfons: (yüreği ağzına gelerek) “Müslüman mıdır? Müslüman ise kızımı nasıl alacak?”
Pavlos: “Onlar alırlar. Çünkü dinsiz olanlardan başka Yahudilerden ve Hristiyanlardan da kız alabilirler. Yalnız kendileri için kâfir kızları şiddetle haramdır.”
Alfons: “Güzel ama ben verebilir miyim?”
Pavlos: “Kızınız herifi seviyormuş diyorum, seviyormuş! Evlilik de vaat etmiş. Herif mutlaka alır. Ona Hasan Mellah derler. Fas’ta Sidi Osman’ın oğludur.”
Alfons: “Sidi Osman’ın oğlu ha! (büyük bir ehemmiyetle) Öyleyse belanın pek büyüğüne çatmışız. O herifin oğlu dahi mutlaka kendisi gibidir.”
Sidi Osman ismi Fas’a yakın olan mahallere yıldırım gibi aksetmiş olduğundan Alfons her şeyden ziyade kızına taarruz eden adamın Müslüman olması bir yana, Sidi Osman’ın oğlu olmasına ehemmiyet vererek bu konuda pek kuvvetli bir tedbire lüzum gördü.
Alfons: “Ee, bu müşkülün çaresi?..”
Pavlos: “Bu müşkülün çaresi kolay. Bu herif şimdi Fas hükûmetinin eline geçse parça parça paralar.”
Alfons: “Ee!”
Pavlos: “Gidip bizim mutasarrıfı görürsünüz. Eğer bu herifi tutup Fas devletine teslim ederse Fas tarafından alacağı büyük mükâfattan başka, benim tarafımdan da istediğiniz kadar rüşvet teklif edersiniz.”
Alfons: “İyi ama bir mutasarrıf bu işi yapabilir mi? Onu devlet makamına kadar arz etmeli. Çünkü bir yabacıyı yerine teslim etmek…”
Pavlos: “Biz bu herife eşkıya nazarıyla bakarız. Eşkıyadandır diye teslim ettiğimizi icap eden yerlere yazarız.”
Alfons: “İşte, bak öyle olur.”
Damat ile kayınpeder biçare Hasan aleyhinde bu kararı verdiler ve bunun nasıl ve ne yolla icrası mümkün olacağını dahi konuştular.
Alfons, damadına o kadar teminat verdi ki Pavlos mutlaka kızı kendisine verip başka birisine vermeyeceğinden emin oldu. Bu vaat, Pavlos’un elemlerini gidermeye yaradı. Alfons, her ne kadar Cuzella’yı bir daha göstermek istediyse de Pavlos böyle perişan hâliyle Cuzella’yı görmenin uygun olmayacağından bahisle artık dönmek için izin istedi ve kalktı gitti.
Pavlos gittikten sonra Alfons başka hiçbir şeye bakmayıp çıldırmışçasına bir hiddet ve gazapla kalktı, kızının odasına gitti.
Hatta yoklamadan gitti.
Alfons: “Anladım efendim meramınızı!”
Cuzella: (fütursuzca) “Neyi?”
Alfons: “Pek güzel bir lakırtı. İşte, Üçüncü Pavlos namında bir Müslüman’ı seviyormuşsunuz.”
Cuzella: (büyük bir cesaretle) “Müslüman olduğunu bilmem. Fakat inkâr da etmem. İftiharla söylüyorum ki Üçüncü Pavlos’u seviyorum. Sizin Beşinci Pavlos da üç dört yüz bin taler sermayesiyle kendisine başka bir zevce bulsun.”
Alfons: “Ne halt eder?..”
Cuzella: “En evvel, en sonra söyleyeceğim söz budur! İşte, ben bu haltı ettim! Bunun üzerine beni annemin yanına gönderebilmek de sizin elinizdedir!”
Kız bu lakırtıyı o kadar cesaretle söyledi ki Alfons kim bilir nasıl kötü bir niyetle gayet şiddetli bir hareket etmişti. Fakat birdenbire yine bir durgunluk gösterip kızın yüzüne bir an baktıktan sonra tersine persine dönüp odadan çıktı, gitti.
Zanneder misiniz ki pederinin gösterdiği çılgınlık Cuzella’ya bir nevi tesir edebildi? Asla! Yalnız Üçüncü Pavlos’un Müslüman olduğu hakkında pederinin verdiği malumat biraz zihnini meşgul etti. Biraz değil gittikçe arta arta bir hayli meşgul edebildi. Pek çok şeyler düşündü. Lakin ne düşündüğünü burada kaydedemeyiz. Zira ne düşündüğünü kendisi dahi bilmiyordu. Bir saniye içinde bir türlü, diğer saniyede onun tersine düşünüyordu.
Kızcağız işin bu cihetini Marie ile birlikte müzakere etmek için, rahibeye bir hizmetkâr göndermek istedi. Ancak giden hizmetkâr tam konak kapısından çıkarken Alfons görüp men ile avazı çıktığı kadar haykıra haykıra “Asıl fesat o rahibe olacak kaltak değil mi? Onu bir daha burada görmemeliyim! Vallahi pek fena ederim!” dediğini Cuzella işitince işte o zaman işe ehemmiyet verdi.
Cuzella’nın o akşamki, o geceki hâli acınacak kadar bir hâl idi. Bir hâle geldi ki kızcağız ne babasının tehdidine ve ne de Üçüncü Pavlos’un Müslüman olduğuna ehemmiyet vermeyip yalnız Marie’den ümit ettiği yardımdan mahrum kalacağı cihetle üzülüyordu.
Gece sabaha kadar uyumadı dersek hata etmemiş oluruz. Zaten yetmiş iki saat kadar müddet içinde, belki yetmiş iki dakika kadar da gözlerine uyku girmedi. Hasan’ın resmini elinden düşürmeyip bu resme bakıyor, bir de hırsızın girmiş olduğu pencereye gözlerini çevirip âdeta çocuğun hayali içeriye giriyor zannediyordu.
O gece şafakla beraber hizmetçisi Angelino’yu bir davetname ile Marie’ye gönderdi. Angelino, pederinin şiddetini bildiği cihetle ilk önce biraz tereddüt göstermişti. Fakat Cuzella “Ne olursa olsun, isterse beni öldürsün, mutlaka götürmeli.” diye her şeyi göze aldırarak ısrar etmesiyle kız dahi çarnaçar götürdü.
Marie geldi. Alfons henüz yatağında bulunduğu cihetle ona görünmeden Cuzella’nın odasına girdi. Cuzella her şeyden evvel olan biteni Marie’ye hikâye edip Hasan aleyhinde verilen karardan haberi olmadığı cihetle onu haber verememişti. Marie, Alfons’un kendi aleyhindeki şiddetine hayret etti. Fakat bu şiddetin dahi mutlaka Pavlos tarafından gelmiş olacağını kestirerek o da ona karşı düşmanlığa hazırlandı.
Marie: “Hepsi güzel, hepsi kolay. Fakat Üçüncü Pavlos’un Müslüman olduğuna ne dersiniz?”
Cuzella: “Ah Marie’ciğim, ona hiçbir şey diyemiyorum. Nazarımda dinlerin cümlesi, insanları bir tanrının ibadetine davet ediyor ki yeri göğü, bütün âlemi o tanrı yaratmıştır. Hiçbir din yoktur ki yüce Tanrı’yı bizden az takdis etsin. Hiçbir din yoktur ki yüce Tanrı’ya bizden az yalvarsın. Dinlerin cümlesi iyilikleri tavsiye, kötülükleri menetmiyor mu?”
Marie: “Öyle ama Müslümanlık bizim dinin aleyhindedir?”
Cuzella: “Bana rahmetli Sipros bunun aksini söylüyordu. Bir din diğerinin aleyhinde olamaz. Bir politika erbabı, diğer politika erbabının aleyhinde olur, derdi. Müslümanlar, Protestanlık kadar dinimizin aleyhinde kıyam ettiler mi? Hâlbuki biz Protestanları yine de tekfir edemeyiz. Ne hacet? Rahmetli derdi ki Müslümanlar dahi Hazreti İsa’yı tanırlar.”
Marie: “Gerçi hakkınız var, tanırlar. Lakin nikâhınız…”
Cuzella: “Marie’ciğim, dinden maksat nedir? Cenabıhakk’a ve öteki inanacak şeylere inanmak ve onları takdis etmek değil mi? Ben nerede olsam bunu yaparım. Hristiyanların başka milletten kocaya varmalarına gelince, bunların da birincisi ben olacak değilim. Endülüs tarihinde az İspanyol kızının esamisi görülmez ki Müslüman kocaya varmıştır. Hem de Müslümanlar, eğer karıları Hristiyan ise dinlerine asla müdahale etmezler. Ondan sonra şark tarafında İstanbul imparatorları bile Osmanlı prenslerine kız vermiştir. Bu hâl Fransa’da dahi vukuya geldi. Hasılı, Hasan mı Pavlos mu diyeceğiz, beni seven adam muhabbette devam ettikten sonra, ona, o kadarcık nazım geçmez mi ki bana itikaden taarruz etmesin?”
Marie: “Elbette taarruz etmez.”
Cuzella: “Hatta ismimi bile değiştirmez. Nihayet ben bu Arap’ı seviyorum, çıldırıyorum. Ben onun için canımı bile feda etmeyi göze aldırıyorum. Artık onun Müslüman olması ve benim Hristiyan olmam bu muhabbeti menedemez. Sen şimdi git. Kendisini gör. Babamın şiddetini haber ver. İşin bir kolayına baksın.”
Marie: “Nasıl kolayına baksın, bakalım?”
Cuzella: “O bilir. Nasıl bakarsa baksın. Ben yalnız emirlerine muntazırım. Haydi diyorum, haydi, sen git. Zira şimdi babam uyanırsa iş fena olur.”
Marie bu meselede yalnız dostu, öğrencisi, filanı Cuzella’nın arzusuna hizmet etmeyi göze aldırıp kızın din hususundaki fikir hürriyeti ve itikat genişliğine biraz canı sıkılmış ve ona bu hâlin rahmetli öğretmeninden geldiğini dahi anlayıp tek âdet yerini bulsun diye, ona da bir “Huda taksiratını affeylesin!” demiş idiyse de Müslümanların evlendikleri Hristiyan kızlara dince taarruz etmedikten başka hatta zevcesinin dinini muhafazaya bile gayret ettikleri hakkında bazı kitaplarda gördüğü fıkralar da hatırına gelerek zaruri ses çıkarmamıştı. Marie gittikten sonra Cuzella bir küçük düşünceye vardı. Yarım saat kadar başı göğsü üzerinde kalıp nihayet kalktı ve tatmin olmuş bir tavırla odasının içinde gezinmeye ve kitaplarını gözden geçirmeye başladı. Bu düşünce ile verdiği karar ise hiç şüphe yoktur ki şu idi:

Âşığım beni mutlaka kaçırmaya mecbur olacaktır. Ben de kaçarım. Babamın şiddetini başka türlü menetmek mümkün değildir. Elbette kaçarım. Âlemde macerası olan biri de ben olayım.
İnsan bir kere âlemde macera sahibi olmayı ve baba evinden de ayrılmayı göze aldırırsa ne kadar rahatlar? Özellikle henüz on beş on altı yaşında bulunan bir kızın bunu göze aldırması, ölümü göze aldırmak kadar bir şeydir.

Beşinci Bölüm
Cuzella’nın Marie’ye fikrini açarak hürriyetini Hasan Mellah’ın eline teslim edeceği hakkında bir haber ile kendisini Hasan’ın yanına gönderdiği sabah Alfons yatağından kalktığı vakit, o gece görmüş olduğu pek karışık rüyaların şerrinden kendisini muhafaza etmesi için Cenabıhakk’a dua etmişti.
Dünkü gün Pavlos ile verdikleri kararı hâlâ beğenmekle beraber, Alfons kendisi dahi bir yol buldu. Kızının bir Arap ile sevişmesi konağına haydutların girişinden birkaç gün sonra duyulmuş olmasından ve özellikle bir haydudun yakayı ele vermeyip kaçmasından anlayarak yine o zamandan beri Cartagena’ya geldiği söylenen Üçüncü Pavlos’un, deniz haydutlarından olduğunu dahi hükûmete haber verirse hakkında daha ziyade şiddet celbedeceğini kestirdi.
İşte Pavlos ile verdikleri karara bu düşünceyi de ilave ederek, bir hayvana binerek hükûmet dairesine vardı ve mutasarrıf bulunan zat ile görüşmek istedi. Hükûmet memurlarının en büyük riayetini[18 - Riayet: İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. (e.n.) 112] kazanmak için ya kendisinden büyük bir memur olmak veyahut ahaliden ise hükûmet memuruna bir ihsan edebilmek derecesinde zengin bulunmak gerekeceği malumdur. Bizim Sinyor Alfons ise bir mutasarrıfın riayetine mazhar olacak şahısların ikinci kısmındandı ki bu ikinci kısım bir derece birinci kısma dahi üstün gelebilirdi.
Sözün kısası, mutasarrıf Alfons’un istediği görüşmeyi reddedemeyerek bir odada gizlice kendisini huzuruna kabul etti. Bu odada mutasarrıf ile Alfons arasında konuşulanları bilmek, herkesin merak edeceği bir şeydir. Lakin böyle bir hükûmet dairesinde, gizli olarak konuşulanları kim işitebilir? Nihayet biz meselenin neye dair olduğunu biliyoruz ve Alfons’un teklif ettiği şeyin kabul olunduğunu da görüşmeden sonra mutasarrıfın vermiş olduğu emirlerden anlıyoruz.
Görüşme son bulup da Alfons memnunen konağına döndüğü zaman mutasarrıf, hükûmet makamına münasebet aldıracağı tavrı bildirip polis zabitini huzuruna çağırdı. Zabit gelince emirlerini vermeye başladı:
Mutasarrıf: “Beş, altı günden beri bu memlekette bir Arap bulunuyormuş.”
Zabit: “İskelede bir hayli Arap vardır efendim.”
Mutasarrıf: “Yok, öyle gemici takımından adam değil. Faslı Sidi Osman’ın oğluymuş.”
Zabit: “Sidi Osman’ın oğlu mu?”
Mutasarrıf: “Evet ama kendisi kıyafet değiştirmiş ve gizleniyormuş. Daima ruhbanlarla düşüp kalkıyormuş. Hatta kendi maiyetinde de bir rahip varmış.”
Zabit: “O rahibi bildim efendim, genç bir adam. Sidi Osman’ın oğlunu bilmem ve haber dahi alamadımsa da yeni gelen rahibi haber aldım. Arap’ı dahi ondan anlayabilirim.”
Mutasarrıf: “Tamam, Arap’ı tutup hemen hapse atmalı.”
Zabit: “Hapse mi?”
Mutasarrıf: “Evet, sonra gelip bana haber vermeli.”
Zabit: “Başüstüne efendim ama…”
Mutasarrıf: “Aması, filanı yok. O adamı Fas hükûmetine teslim edeceğiz. Bunun için devletimizle Fas hükûmeti arasında haberleşme yapılmış, işe karar verilmiş. Emrim kesindir, haydi bakalım.”
Polis zabiti, mutasarrıftan aldığı emir üzerine kendi dairesine gelince, hafiyelere, filanlara gereken emirleri vererek her birini bir tarafa gönderdi ve Madrid Oteli denilen hana dahi iki zabit gönderip birkaç günden beri orada misafir olarak ikamet eden Rahip Policon Efendi’yi de davet etti. Zabitler rahibi incitmeyerek izzet ve ihtiramla kaldırdılar, polis reisinin karşısına getirdiler. Polis en evvel kendisini şu suretle sorguya çekti
Sual: “Siz rahip Policon Efendi imişsiniz.
Cevap: “Evet efendim.”
Sual: “Bu şehre nereden geldiniz efendim? “
Cevap: “Portekiz’den.”
S: “Demek oluyor ki yabancısınız?”
C: “Rahip kısmı kimseye yabancı olmaz efendim.”
S: “Bir Arap’ın maiyetiyle buraya gelmişsiniz?”
C: “Hayır efendim.”
S: “Rahip kısmına gerçeğe aykırı konuşmak yakışmaz ya?”
C: “Evet, gerçeğe aykırı konuşmak yakışmadığı için hayır dedim.”
S: “Ya kiminle geldiniz efendim?”
C: “Cadiz şehrinde ticaretle meluf ve meşhur olan Pavlos’un ortaklarından genç bir sinyor ile geldim.”
S: “İşte sorduğumuz adam odur. O adam Arap imiş.”
C: “Yanlışınız var efendim, o adam benden iyi İspanyolca biliyor.”
S: “Siz lisan bilmeye bakmayınız. Ondan iyi Arapça bilen İspanyol dahi bulunabilir.”
C: “Eğer dediğiniz doğru ise bana hayret verir. Neyse efendim, işte ben o adamla buraya geldim. Bana çok hürmet etti. Bir hayli ihsanına da nail oldum.”
S: “Şimdi o adam nerededir?”
C: “Bak, orasını bilemem. Çünkü bu zat beni Madrid Oteline indirdi. Kendisi bazı işleri için başka yere gitti.”
S: “Kendinize zahmet vermeseniz daha iyi olmaz mı?”
C: “Estağfurullah, ne zahmet vereyim?”
S: “Şu adamın nerede ikamet ettiğini bize haber verseniz. Zira kendisi gizli ve değişik kıyafette imiş.”
C: “Nerede ikamet ettiğini bilseydim haber veririm.”
S: “Demek oluyor ki mutlaka bilmiyorsunuz?”
C: “Evet, bilmiyorum. Bildiğim kadarını söyledim.”
Bu sorgulama bittikten sonra polis zabiti kalkıp mutasarrıfın huzuruna gitti ve ifade tutanağını arz etti. Mutasarrıf, ifade tutanağını okuduktan sonra “Bu Allah adamı papaz, fena adam değil. İstediğimiz malumatı verecek ama siz sualin yolunu bilemediniz. Şunu buraya getiriniz.” dedi. Rahibi alıp mutasarrıfın huzuruna getirdiler. Orada da şu suretle sorgulandı:
S: “Siz Arap’ın nerede ikamet ettiğini bilmediğinizi söylüyorsunuz.
Hâlbuki Üçüncü Pavlos namını alan bu Arap için sarraftan akçe almış olduğunuz bizce malumdur.
C: “Evet efendim, doğrudur. Bana bir köylü adamla emir göndermişti. Ben de bu emri sarrafa verip bu akçeyi alarak kendisine gönderdim. Yok, estağfurullah yalan söylemem. Yüz talerini bana vermiş olduğundan o kadarını alıkoyup geri kalan iki bin dokuz yüz taleri gönderdim.”
S: “O zaman bu adam köylerde miymiş?”
C: “Evet efendim, köyden köye seyahat ediyormuş.”
S: “Pekâlâ, siz burada misafir bulunan kibardan bir zata o Arap’ın burada bir kıza alakası olduğunu da haber vermişsiniz.”
C: “Evet efendim, bir genç adam sormuştu da haber vermiştim.”
S: “Alakası kime imiş?”
C: “Burada Alfons namında bir tüccar varmış. Onun kızına alaka etmiş. Kız da kendisini severmiş. Bana bunu kendisi haber verdi.”
S: “Ee, şimdi bu adamın nerede olduğunu mutlaka bilir misiniz?”
C: “Bu adam ya Cartagena içindedir ya köylerin birisinde.”
S: “Onu biz de biliriz. Fakat ikamet yerini soruyoruz.”
C: “Onu bilmiyorum efendim. Gerçi bana birkaç defa geldi ama ben ona gitmediğim için yerini öğrenmeye de lüzum görmedim. Benim neme lazım? Ben dünyadan el çekmiş bir adamım. Biraz ihsanına nail olduğum kâfidir.”
S: “Papaz efendi, sonra biz işi meydana çıkarırsak mahcup olmaz mısınız?”
C: “Affedersiniz efendim. Beni yalancı yerine koyup da bu kadar tahkir etmek bana layık değildir. Sonra ben de derim ki, ya o zaman iş benim dediğim gibi meydana çıkarsa, yani ben o adamın Müslüman olduğunu bilmediğim gibi ikamet yerini dahi bilmediğim ortaya çıkarsa siz de mahcup olmaz mısınız?”
S: “Ama bizim elimizde hükûmet hakkı var, sorarız.”
C: “Ben de o hakkı tanıdığım için doğru cevap veriyorum ki baskı ve hakaret görmeyeyim diye. Hatta kusursuz tevazumdandır ki yabancı olduğumu belirterek sizden daha ziyade bir hürmet bile istemiyorum.”
Sorgu bu şekle dökülünce mutasarrıf işin ehemmiyetini anlayarak rahibi salıverdi. Fakat polislere dahi bu rahibin daima nezaret altında tutulmasını tembih etti.
Rahip Policon Efendi hükûmet kapısından çıkınca doğruca oteline gidip odasına girdi. Odacı “Şimdi bir rahibe gelip sizi aradı ve hatta biraz da beklediyse de gelmediğinizi görünce bir mektup yazıp bıraktı, gitti.” dedi. Rahip efendi mektubu açıp şu suretle okudu:

Kardeşim,
Cuzella pek fena bir baskı altına alınmış. Bu baskılar ise hep Pavlos tarafından verilen fesat üzerine vuku bulmuş. Artık ne yapmak lazım gelirse yapmanızı istiyor.
    İmza
    Marie
Okuyucular bilir ki Rahip Policon Efendi, Rahibe Marie’nin deniz haydudundan ve diğer tabirle Hasan Mellah’tan bozma olarak düzüp koştuğu rahiptir. Şimdi Hasan Mellah, bir kere düşünce deryasına dalıp her hâli gözünün önüne getirerek muvazene ve tatbik ettikten sonra anladı ki bu vesile dahi Pavlos tarafından gelmiştir.
Pavlos gibi lanetlenmiş bir şeytana karşı durmak, Hasan’ın iktidarının pek de haricinde değildi. Ancak kendisi bir yabancı memlekette bulunduğu hâlde işin içinde hükûmet parmağının da bulunması biraz zorluğa yol açmaktaydı.
Hasan o gün hiçbir tarafa hareket etmedi. Ta akşama kadar, işe hangi ucundan başlayacağını düşünmekle meşgul oldu. Gerçi eline birkaç ipucu geçti ama her biri de bir mâniye tesadüf ediyordu. Zira Pavlos’u olduğu yerde basıp vurmak, siyaset pençesinde mahvolmaya ve kızı kaçırmaya çalışmak yakayı ele vermeye yol açacağı ehemmiyet nazarına alınmayacak hâllerden değildir. Ama yine de kızı kaçırmaktan başka çare bulamadı. Çünkü kendisi ne kadar tehlike içinde idiyse kızın dahi o kadar tehlikede olduğunu anlamıştı. Bunun için akşam olup da yemeğini yedikten sonra, rahip efendi odasına çekilip her zaman yaptığı gibi kapandı kaldı. Rahibin odasına kapanması, Hasan Mellah’ın kıyafetini değiştirip dışarı çıkması demek olacağı birazcık düşünme ile malum olur.
Ortalık tam gereği gibi karanlık olduktan sonra, Hasan Mellah bir Maltız kaptanı kıyafetiyle otelden çıktı. Kapı önünde işsiz güçsüz gezen adamların gezindikleri gibi bir aşağı beş yukarı gezinir bazı adamlar gördü ve bunların hafiye olduklarını anladı. Biraz ötede polis formasıyla birkaç adama daha rast gelmişti. Hepsinin arasından serbest serbest geçerek iskeleye vardı ve gemicice bir ıslık çalıp bir de Maltız ismi seslenince uzaktan, iki direkli bir gemiden birkaç tayfa sandala atlayarak sahile geldiler. Kaptanı alıp gemiye çıkardılar.
Kaptan o gece sabaha karşı hareket edeceklerini haber vererek her şeyin hazır olmasını emretti. Hâlbuki gemi henüz dört günden beri bu limana gelip gelir gelmez her malzemeyi dahi düzmüş, koşmuş olduğundan istenildiği anda denize çıkabilirdi. Hasan Mellah geminin ikinci kaptanıyla ta baş tarafa gidip ağız ağıza birkaç lakırtı konuştular. Ondan sonra bunlar ve gerek hoca, reis ve lostromo, kıç kamaraya inip birkaç şişe Fransız şarabı açtırarak içmeye başladılar.
Gemi içinde bulunanlar, bu kaptanı henüz tayin edilmiş bildiklerinden kendilerini beğendirmek için ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Hasan dahi henüz maiyetine almış olduğu adamları kendisine ısındırmak için iltifat ve riayetten ve vaatlerde bulunmaktan geri durmuyordu. Hava yaz olduğu için pek de geç kalmayan gece yarısına kadar beraber oturdular. Sonra kaptan, kendisinin bir saate kadar geleceğini arkadaşlarına haber vererek sahile çıkmak için sandala bindi. Gece yarısı nasıl bir mukaddes niyetle sahile çıktığını düşünürsek Hasan’ın yüreğinde olan memnuniyetin derecesini hesaplayabiliriz. Özellikle tam kendisi sandala girerken hareket üzere bulunan bir geminin tayfaları hareket şarkısını söylüyorlardı ki öyle bir hâlde bu şarkı dahi Hasan’ın yüreğine ziyadesiyle tesirden geri kalmıyordu.
Hasan sahile vardı. Bir aralık tayfalardan birisini beraber almak istedi. Ancak buna sonradan lüzum görmedikten başka belki zararını dahi hissederek Alfons’un konağına doğru yalnız başına yola çıktı.
Yolda giderken Hasan’ın yürek çarpıntısına nihayet yoktu. “Acaba uykuda mıdır? Kendisine evvelce bir haber göndermeye de muvaffak olamadım. Ya telaş ile rıza göstermeyecek olursa?..” gibi nice düşünceler yürek çarpıntısını arttırdıkça arttırarak çocuğu boğmak derecesine varmıştı.
Sözün kısası, gide gide konağa vardı. Ne görse iyi? Kendisi artık herkesi uykuda bulacağını hesap ederken, herkesi ayakta buldu. Hem de nasıl ayakta? Âdeta konağa haydutların girmiş olduğu geceden beş beter!
Alfons avazı çıktığı kadar haykırmakta, uşaklar içinde bir velvele, bir kıyamet! Zaptiyeler ile seyirciler karmakarışık!
Hasan bu hâli görünce birdenbire yüreği hopladı. “Mutlaka kıza bir şey oldu.” dedi. Konağın içine girmeye de cesaret edemiyordu.
Her ağızdan bin lakırtı çıktığı cihetle, hiçbirisinden bir şey anlayamıyordu. Nihayet “Bu kadar halk içinde beni kim tanır?” diye bahçeye kadar girdi. Gerek Angelino ve gerek aşçılara varıncaya kadar konak halkının hepsini birer birer görüp ortada yalnız Cuzella’yı göremiyordu.
Merakından çatlayacak! Alfons’un “Eyvahlar olsun, başıma bu bela da mı geldi?” diye haykırdığını işittikçe Cuzella’nın ya kendisine kıymış olduğunu yahut Pavlos tarafından vurulmuş olduğunu anlayarak az kaldı ki kendisini meydana koyup ortaya atsın!
Bir de bu aralık gözüne Marie ilişti!.. Artık Mellah’ın hâlini bırakıp Marie’nin hayretine dikkat etmeli. Karı şaşırdı kaldı. Hasan’ı görünce avazı çıktığı kadar haykıracağı geldiyse de Hasan tarafından sükût hakkında edilen şiddetli bir hareket üzerine, karı kendi elini ağzına götürerek güç hâlle sükût edebildi.
Bir kenara çekildiler ve söze başladılar:
Marie: “Aman, sen burada mısın?”
Hasan: “İşte, görüyorsun ya!”
Marie: “Cuzella nerede?”
Hasan: “Ben de onu aramaya geldim.”
Marie: “Vay, sen kaçırmadın mı Cuzella’yı?”
Hasan: (büyük bir yürek çarpıntısıyla) “Yok, aman ne olmuş?”
Marie: “İki saatten ziyade var ki sen gelip Cuzella’yı kaçırmışsın.”
Hasan: “Eyvah! Desene ki bu da bir düşman işi.”
Marie: “Yalan söyleme Allah’ı seversen!”
Hasan: “Vallahi haberim yok. Ben kaçırmaya gelmiştim.”
Marie: “Cuzella bu akşamdan beri konakta yoktur. Hem sen buralarda durma, kaç. Zira bugünden beri seni arıyorlar. Bana bile sordular. Özellikle bu vaka üzerine yakayı ele verirsen canını kurtaramazsın.”
Biçare Hasan Mellah, canını kurtarmaktan ziyade cananını kurtarmak için hemen iskeleye seğirtti. Sandala binip gemiye çıktı. Lostromoya derhâl demir alınmasını emrederek kendisi ikinci kaptana akşamdan beri limandan bir gemi çıkıp çıkmadığını sordu. Kaptan üç gemi çıktığını ve birisi güneşin batışından bir saat, diğeri üç saat sonra ve birisi de kendisi sahile giderken çıktığını söyledi.
Hasan cananını alıp kaçan herifin Pavlos olduğunu ve onun dahi mutlaka deniz yoluyla kaçacağını bildiği cihetle, hemen denize çıkmaya can atmış idiyse de adamın hangi gemi ile gittiğini ve ne tarafa kaçtığını bilmemesi biçare çocuğa büyük bir ümitsizlik vermişti.
Bir yandan demir alındı, bir yandan yelkenler fora edildi. Tam gemi limandan çıkmak üzere iken liman idaresinin adamları bir sandal ile gelip Alfons’un kızının bu gemide olup olmadığını araştırmaya başladılarsa da kızın bu gemide olmadığını araştırmaya memur olan zabit dahi biliyordu. Çünkü zabit “Onu akşamdan beri kalkan gemilerde aramalıydık.” diye kendi hareketine kendisi itiraz ediyordu. Velev ki, gemi bu gemi olsun. Bir kere demir alıp yelken açtıktan sonra gemiyi menetmek mümkün olur mu? O zaman vapurlar mı var ki?

Altıncı Bölüm
Hasan Mellah, birincisi cananını düşman elinden kurtarmak ve ikincisi de kendi kurtuluşuna yol bulmak için yalnız Rahibe Marie’den aldığı malumatla kalkıp denize çıkmıştı. Allah selamet versin. Şimdi biz Cartagena’nın son vukuatı demek olan o geceki vakaya bakalım.
Cuzella, Marie’yi özel görevle Hasan’a gönderdikten sonra, Hasan tarafından bir cevap gelmesini dört gözle beklemiş idiyse de Marie cevapsız gelince ve Hasan’ı orada bulamadığını söyleyince âdeta ümitsizliğe yakın bir hâle girmişti.
O gün, bir türlü akşamı edemeye edemeye nihayet akşam yaklaştı. “Belki biraz zihnimi dağıtırım.” diye kızcağız bahçeye çıktı. Bahçe içinde gezinirken alt taraftan ve ağaçlıklar içinden gayet üstü başı perişan ve ihtiyar bir adam çıkıp yanına sokulmaya başladı. Cuzella bu adamı dilenci zannetmişti. Tam kızın yanına sokulunca şu suretle söze başladı:
İhtiyar: “Ben Üçüncü Pavlos, namıdiğer Hasan Mellah tarafından geldim.”
Cuzella: (elinde olmadan ve yüreği çarparak) “Aman, kendisi nerede?”
İhtiyar: “Telaş etme. belki bize bakarlar. Güya fukaraya sadaka veriyorsun gibi yap!”
Cuzella: (güya para çıkarmak için elini cebine sokup) “Ne haber getirdin?”
İhtiyar: (para alır gibi yaparak) “Bu akşam güneşin batışından bir saat sonra hazır ol. Eğer Hasan’ı seviyorsan kaçacaksın. Hem bana bir cevap ver de kendisine götüreyim.”
Cuzella: (tıkana tıkana) “Haber götür, haber götür. Hem haber değil, beni götür! Kaçarım, kaçarım!”
İhtiyar: “Öyleyse bu akşam güneşin batışından bir saat sonra beni bahçe kapısı yanında bulursun. Ben de seni orada bulurum. Sen haydi içeriye git.”
Kız ile ihtiyar, bu suretle kavil ve karar verdikten sonra kız biraz daha dolaşıp konağa girmişti. İhtiyar dahi kayboldu gitti. Konağa girdikten sonra Cuzella’ya bir şüphe geldi. Kendi kendisine Sakın bu herif babam tarafından bir casus olmasın. Babam benim Hasan için kaçmayı göze aldıracağımı anlamak üzere bu hileyi kurmuş olmasın! diye düşünmeye başladı.
Bu düşünce üzerine kızcağız bir hayli muzdarip olmuştu. Fakat tam akşamüzeri babası geldiğinde herifin yüzünde böyle bir hileye delalet eder alamet görmeyip yalnız “İşte sizin sevdiğiniz herifi hükûmet arıyormuş. Galiba tutmuş da. Bu herif hem Müslüman hem de Fas devletinin şimdi eline geçse param parça edeceği bir herifmiş. Hükûmet de bunu Fas’a verecek.” diye kara habere yakın bir haber ile kızcağızı zehirlemeye çalışmıştı. Gerçi Cuzella bu habere dahi meraklandı. Ancak Hasan’ın tutulmuş olması hakkındaki rivayete kalbinden güldü. İçinden, Ben daha bir saat burada misafirim. Sonra gerek Hasan’ı gerek beni memlekette görebilirseniz ateşlere yakınız! diye alaylar bile etti.
Babası olacak hain, sofra başında nasıl çirkin tavırlar ile kıza bu işten vazgeçmesini nasihat ediyor ve kızın boğazından lokma geçmediğini gördükçe de nasihatlerinin tesir ettiğini zannediyordu. Kız ise herifin sözlerine kulak bile vermeyip edeceği firarın yolunu düşünüyordu.
Yemekten kalkıldı. Kız doğruca odasına çıkıp âlemde en kıymetli eşyası olmak üzere, âşığının resmini çerçevesinden çıkardı, koynuna koydu.
Artık gözü saatte. Yüreğindeki çarpıntıyı, vücudundaki titremeyi, mümkün değil tarif edemeyiz. Saat tam sözleştikleri vakti işaret ederken kız dahi titreye titreye alt kattaki odasına inip oradan da bahçeye çıktı. Ve bahçe içinde konağa bir bakarak “Ey içinde doğup büyüdüğüm konak! Şimdiye kadar benim için saadet yuvası idin. Bundan sonra var, baykuşların ve kargaların barındığı bir harabe ol, elveda!” gibi manaları anlatan bir göğüs geçirerek bahçe kapısına vardı.
Gündüzki ihtiyar orada hazırdı. İhtiyarın işareti üzerine, üstü başı temiz, pak bir adam sokağın başından gelip kızın koluna girdi. Cuzella bu adamı evvela Hasan Mellah zannederek “Sen misin iki gözüm?” demişti. Lakin sonra alaca karanlıkta Hasan olmadığını anlayınca “Hasan nerede?” diye titreye titreye bir sual sordu. Herif “Sizi beklemektedir efendim! Yürek çarpıntınızı teskin ediniz, korkacak hiçbir şey yoktur.” kelimeleriyle karşılık verdi. Bunların ikisi ileriden ve ihtiyar dahi on beş yirmi adım kadar geriden gidiyordu. Yanındaki adam olanca ağırlığını kendi koluna vermiş olduğu hâlde, Cuzella’nın yürümeye takat getirmediğini görünce “Ne yapayım, sizin için ne çare bulayım? Şu hâlde her çarenin yolu kapalıdır. Aman biraz gayret. İşte geldik. Nail olmaya gittiğiniz saadeti hatırınıza getiriniz. Kuvvetinizi toplayınız.” demesiyle şu söz kıza kuvvet vererek dermanını arttırdı.
Sahile kadar vardılar. İhtiyar dahi beraber olduğu hâlde sandala binip bir gemiye çıktılar. Cuzella kamaraya indiği zaman, kamarayı pek süslenmiş buldu. Hâlbuki kendisi orada Hasan’ın gelmesini beklerken gemi dahi yelken açıp limandan çıkmıştı.
Tam kendisine refakat eden delikanlı ve ihtiyar ve bir de zabit varken, delikanlı ile zabit birer birer çıkarak yalnız ihtiyar kaldı. Kız ihtiyara hitaben “Hani ya Hasan, Hasan nerede?” diye onu sordu. Bunun üzerine ihtiyar yapma sakalını ve eski püskü elbisesini atıp altından güzel kadife elbiseler içinde bir Pavlos olduğu hâlde çıkıp kızın ayaklarına kapandı.
Pavlos: “Aman efendim, bu küstahlığımı artık mazur görünüz. Ne yapayım? Sizden gördüğüm merhametsizlik üzerine bu surete müracaat etmeye mecbur oldum.”
Cuzella bu hâli görünce derhâl işi anlayıp “Hay!” diye düştü, bayıldı. Pavlos koştu, gemide özel olarak tuttuğu tabibi çağırıp kızı tedaviye başladılar.
Biçare kızcağız, ayılıp ayılıp yine bayılıyordu. Ağzından “Hasan’ım!” sözünden başka bir söz işitilmiyordu. Kızdan bu hâli gördükçe Pavlos’un dahi üzüntüleri gerçekten acınacak dereceye vardı. Cuzella ayıldıkça o kadar yalvarıyordu ki en taş yürekli olanlar bile onun bu hâline acırdı.
Tabip kıza bazı alkollü ilaçlar vererek cesaretini arttırdığı cihetle kızcağız gözlerini açtı.
Cuzella: “Ah, Pavlos, Sinyor Pavlos! Niçin ettin bana bu düşmanlığı?”
Pavlos: “Mazur görünüz efendim, özrüm meydanda. Size düşmanlık etmeye Allah beni muvaffak etmesin. Ne yapayım? Size kulluğumu bu suretle kabul ettirmeye mecburiyet gördüm.”
Cuzella: “Hasan’ım nerede?”
Pavlos: “Onu bilmem efendim. Aramızdaki düşmanlık onun yüzünü görmekten beni meneder.”
Cuzella: “İyi ya! Böyle yalana, hileye başvurmaktan utanmadın mı? Hiç ben sana yâr olabilir miyim? Kendime kıymaz da ne yaparım?”
Pavlos: “Kendinize kıydırmamak benim elimdedir efendim. Bana yâr olmak bahsine gelince; nasıl yalvarmak lazım gelirse yalvarır, size mutlaka kulluğumu kabul ettiririm.”
Cuzella: “Bilmiş ol ki, bu mümkün olamayacaktır.”
Pavlos: “Hasan Mellah’ı size elimle takdim edinceye kadar fedakârlığı göze aldırırsam?”
Cuzella: (çılgıncasına sevinerek) “Aman! Yoksa Hasan’ım burada mıdır? Burada ise Allah aşkına olsun getir!”
Pavlos: “Burada olsa billahi derhâl huzurunuza takdim ederdim. Fakat yoktur.”
Cuzella: “Ben Hasan’ımı isterim, Hasan’ımı! Ah, biçare Hasan!”
Pavlos: “Size bir lakırtı söyleyeyim mi? Bu kadar teessürde devam ederseniz Hasan’ı kendinizden değil, Allah korusun kendinizi hem Hasan’dan hem benden mahrum edersiniz! Müsterih olunuz. Size yalnız Hasan kul olmaz, âlem kul köle olur. Bakalım, arayalım. Eğer Hasan’ı bulursak kendisiyle barışıp onu size takdime kadar fedakârlığı göze aldırırım diyorum.”
Gerçi Cuzella’nın o andaki ümitsizliği teselli bulabilecek kadar bir ümitsizlik değildi. Lakin Pavlos’un böyle Hasan’ı kendi eliyle takdim edeceği suretine kadar verdiği teselliler ise az da olsa biraz ümit verebildi.
Bunun üzerine Cuzella, babası kızını kendisinden esirgemediği hâlde bu hıyanete başvurmaya neden mecbur olduğuna dair sualler sorup Pavlos ise Hasan Mellah’ın tecavüzünden korktuğu için bunu yaptığını söylüyor ve kız o hâlde Hasan’ından mahrum kalacağını düşünüp ümitsiz oldukça yerine getiremeyeceği kadar büyük vaatlerle yine ümit veriyordu.
Bu sıkıntılı hâl iki saat kadar devam etti. Nihayet Pavlos “Biraz hava alır, teneffüs edersiniz.” diye kızı güverte üzerine çıkardığı vakit kız etrafına bakarak İspanya sahili görülmeyip kendisini her taraftan denizle çevrilmiş bir ufuk içinde bulunca hüznünden hüngür hüngür ağlamaya başladı.
(Üçüncü Kitap’ın Sonu)

DÖRDÜNCÜ KİTAP

Birinci Bölüm
Hikâyemizdeki üç kitap içinde Hasan Mellah hakkında verdiğimiz malumat, onun başından geçenleri bize bir hayli izahat vermiştir. Ancak hikâyemizi kendi namına nispet etmiş olduğumuz bir zat hakkında, malumatın bu derecesiyle iktifa edemeyeceğimiz açıktır. Dolayısıyla velev ki kısaca olsun, Hasan Mellah hakkında bazı açıklamalara muhtacız.
Biz öteden beri Hasan Mellah’a Sidi Osman’ın oğlu demiş ve bu Sidi Osman’ı dahi Fasça pek meşhur bir adam tanımış idik.
Gerçi Sidi Osman o kadar meşhur bir adamdı ki eğer Avrupa’ya gelmiş olsa idi yalnız kendi namına mensup bir tarih yazılırdı.
Sidi Osman, Fas hükûmetine geçip de ortaya Avrupa medeniyeti gibi bir medeniyet çıkarmaya çalışan ve hakkıyla muvaffak da olan Mevla Sidi Muhammed ile beraber büyümüş bir adamdır. Sidi Muhammed, daha şehzadeliği zamanında Sidi Osman ile devlet işleri hakkında söz söyleşirken Sidi Osman “Hükûmet denilen yük zaten pek ağırdır, özellikle de pederiniz binlerce karıdan yine binlerce çocuk doğurtarak şimdiye kadar memleketin nizam ve intizamına halel vermeye cümlesi gayretten geri durmamış olduğundan bu hükûmeti ele almak Kafdağı’nı sırtına almak kadar ağırdır. Yok, eğer siz dahi hükûmeti sadece hevesinizin zorlamasıyla ele alacaksanız o başka şey. Âleme bir bela dahi siz olursunuz. Siz ise böyle bela olduğunuzu hatıra getirmedikten başka, belki varlığınızın âleme rahmet olduğu inancında bulunursunuz. Fakat bendenizi bu heveste kendinize arkadaş etmeye çalışmayınız. Bendeniz ziraat ve ticaretle uğraşarak istediğim kadar mesut olabilirim.” yollu fikrini beyan eder ve Sidi Muhammed “Hükûmetin bu kadar ağır bir iş olduğunu korku içinde görüp de ondan el çekmek vatanperverliğe yakışır mı? Ne kadar gerilemişsek ondan ziyade ilerlemenin bizim gayretimize bağlı olduğunu göz önüne almak lazım değil mi?” diye karşılık verip buna dahi Sidi Osman “Ben kendi kendime kaldıkça bu kadar ağırlığı dehşet nazarıyla görmem. Lakin Fas padişahı olacak zat, kendisini halkın kıblesi zannedip de her şeyi kendi görüşüyle yapmak azminde bulundukça bunu o, dehşet nazarıyla görsün.” diye başlayıp şimdiki asırda Avrupa’nın iyi yönetim usullerini tamamıyla kabul etmedikten sonra Fas için kurtuluş olamayacağını da anlatırdı.
Sidi Osman’ın ziraat ve ticaretle geçinebileceğine gösterdiği itimada bakarak kendisini gerçek bir çiftçi oğlu çiftçi zannetmemeli. Babası Fas padişahlarının daima müsteşarlık ve akıl kâhyalığı gibi hususi hizmetlerinde bulunmuş cömert ve asil bir adam olup hatta oğluna “Sidi” lakabını da hakkıyla miras bırakmıştı. Sidi Osman’ın ziraat ve ticareti selamet ve kurtuluş yolu bilmesi gibi yüksek bir fikir dahi pederinden miras kalmıştır. Çünkü merhum pederi “Oğlum, hükümdarlar hizmetinde bulunanlar âlemin mağbutu[19 - Mağbut: Gıpta edilen, imrenilen. (e.n.) 126] olur. Bu gıpta ise halk nazarında, güya bunların hiçbir şeyden mahrum olmadıkları ve her rahata, her saadete mazhar bulundukları hayalinden ileri gelir. Hâlbuki onlar halkı gıptaya şayan görürler. Güya gönül huzurundan ibaret bulunan hakiki saadeti halkta ve kendilerini bu saadetten mahrum görürler. Yine kendi nevilerinden bir adamın karşısında boyun büküp hayat ve ölümün veya diğer tabirle hürriyet ve esaretin onun elinde bulunduğunu görmek ne büyük sefalettir! Latif bir mavi gök altında her tarafını kaplamış olan zümrüt renkli yeşilliklere karşı her bakışta içine başka bir tatlılık gelerek, önü sıra ağır ağır ve gacır gacır gitmekte bulunan saban ardından tevekkülle boyun bükerek ve her ümidin vasıl yeri Allah’ın ölçüye gelmez cömertliğini düşünerek giden çiftçinin fakirhanesinde kendisini bekleyen saadet ne büyük bir saadettir! Gerçi, çiftçi zihnini böyle ince şeylere sevk edecek bir adam olmadığı cihetle, ihtimal ki bu saadetin kadrini bilemesin, ihtimal ki en değerli yerlerde oldukları sanılan ve her an bu yerlerini kaybetmeleri beklenilen kimselerin varlığına gıpta etsin. Ancak fikir sahibi olan ve kendisini tarafsız tutan bir adam saadetin öküz boynunda bulunan miktarının en güzel atlar sırtında bulunamayacağına da hükmeder. Sen oku, yaz, fikirlerini genişlet, sonra sabana sarıl. O vakit bulacağın saadeti kavrayabilirsin.” şeklinde bir nasihat vermiş ve Sidi Osman da bu nasihati kulağına küpe etmiş olduğundan maddi ve manevi saadeti, bir memlekete hükümdar olmaktan ziyade, bir çiftliğe sahip olmakta aramaya azmetmişti.
İşte, bu sağlam fikrin şevki sayesinde Sidi Osman daha yirmi yirmi iki yaşında bir genç iken çiftlik idaresi emrinde gösterdiği iktidarı nispetinde, ziraat dairesi, pederi tarafından genişletile genişletile nihayet beş altı bin dönümü aşkın bir çiftliği iyi idare ettiği gibi mahsulatıyla beraber bir de büyük ticaret kapısı açmış olduğundan tam bir rahat ve saadet içinde yaşadığı sırada Mevla Sidi Muhammed ile yukarıda yazıldığı gibi memleket ve millet işleri hakkında da görüşür ve kendisi yalnız çiftlik idaresi değil, bir büyük devleti dahi idare için zatında kuvvet bulmaktaysa da hükûmeti âleme bir yük olmak üzere üzerine almayı nefsine yediremeyeceğini ve eğer âleme rahmet olacak bir yola girilirse nice vakitten beri intizam şirazesine halel gelmiş olan vatanını ıslah hizmetine dahi girişeceğini arkadaşı durumunda bulunan şehzadeye enine boyuna anlatırdı.
Sözün kısası, miladi 1757 senesinde, Mevla Sidi Muhammed hükûmet hakkı kendisine intikal etmek suretiyle hakkı olarak hükûmete geçtiği zaman Sidi Osman’ı müsteşar olarak hizmetine aldı ve çok geri geri kalmış olan vatanın en ileri duruma geçirilmesi Avrupa’daki idare sistemini mi kabule bağlıdır yoksa ne gibi sebeplere bağlıdır, hasılı girilecek yolu seçerek tevessül suretini Sidi Osman’ın görüşüne havale etti.
Sidi Osman ise böyle bir millî hizmeti canıgönülden kabul edip İspanya tarafından getirttiği tercümanlara umum Avrupa kanunlarını tercüme ettirerek ve en uygun bulduğu hükümleri seçerek devlete öyle bir idare şekli verdi ki Mevla Sidi Muhammed’in idare süresi ıslahatı bugün dahi tarih sayfalarında pek çok övgüyle zikredilmektedir.
Bizim Hasan Mellah, işte bu yüksek değerli zatın oğludur. Kendisi Miladi 1772 yılına doğru doğmuştu. Babası Sidi Osman, Fas padişahı Mevla Sidi Muhammed’in özel hizmetinde bulunmakla beraber, kendi ziraat ve ticaret işlerini de bırakmamıştı. Ticarette ilerlemenin denizciliğe ve gemiciliğe bağlanmakla ve bunun da denizcilik sanatını gereği gibi öğretmekle mümkün olabileceğini anladığından ticaret işlerini oğlu Hasan Mellah’a havale etmek için yedi sekiz yaşına kadar çocuğa lisan ve bazı Arapça bilgileri öğrettikten sonra kendisini Cadiz’deki denizcilik okuluna göndermişti.
Fakat Sidi Osman, gemiciliği, ta Hasan Mellah’ın yetişmesine kadar ertelemeyi dahi uygun bulmayıp, zaten öteden beri Cadiz şehrinde ticaretle şöhret bulmuş olan Pavlos Kumpanyası ile toprak mahsulleri yönünden ortaklığı olup bu defa ise bahsi geçen kumpanyanın azasından birisinin vefatı münasebetiyle onun hissesini satın alarak gerek Akdeniz ve gerek okyanus üzerinde gidip gelmekte olan yüz elliden fazla Pavlos Kumpanyası gemilerine de ortak oldu.
Sidi Osman’ın servetinin bu derecesi, zihinlere şüphe getirmemelidir.
Gerçi, yirmi beş seneye yaklaşmış idi ki Mevla Sidi Muhammed’in müsteşarlık hizmetinde bulunurdu. Ancak bu müddet zarfında ibretkârane ettiği hizmeti milletine karşılıksız arz etmeyi kurmuş olmasıyla aldığı maaşa el sürmek değil, yüzünü bile görmeyerek hepsini fukara ve muhtaçlara dağıtmış ve kendisi yalnız ziraat ve ticaretinin mahsulüyle yaşamıştır.
Millet denilen halk topluluğunun fikri demek olan efkâr-ı umumiye, tek bir öz hâline gelip de bir fikir olarak bir adama gülecek olsa o adamın zırdeli bir çılgın olacağına hiç şüphe etmeyiniz. Her ne zaman, her nerede, her kim, milletinin saadetine hizmet etmeye çalışmış ise milletin efkârıumumiyesi onu kahretmiş ve fakat biçare elden çıktıktan sonra millet topluluğu üzüntüsünden kan ağlamıştır. Hangi tarihi açsanız buna dair beş on misal bulabilirsiniz. Fas tarihince bu misallerin birisi dahi Mevla Sidi Muhammed ile biçare Sidi Osman’dır.
Otuz sene kadar sarf olunarak âdeta yıkılma derecesine kadar varmış olan memleketi kurtaran yeni usuller, Fas mutaassıplarından pek çoklarının taassubuna dokunup her şeye, kâfir icadıdır, kötü bidattir, diye bir kulp uydura uydura nihayet halkı ıslahat aleyhine ayaklandırdılar. Sidi Osman bu işin akıbetinin vahametini görüp elde bulunan mallarından birçoğunu yavaş yavaş satarak akçesini Cadiz’deki ortağı Pavlos’a gönderirdi.
Gerçi gerek Sidi Muhammed’in ve gerek Sidi Osman’ın akıllıca idare ettikleri askerî hareketler, fesatçılarla asileri yer yer yeniyordu. 1789 senesinde Mevla Muhammed’in vefatı üzerine, isyan bütün bütün şiddet bularak hükûmete yeltenen birkaç yüz şehzadenin askerinin, Fas şehri içinde rast geleni kılıçtan geçirmeye başlamasıyla, artık ihtilal ateşini söndürmeye imkân kalmadı.
Sidi Osman bu aralık taraftarlarının müdafaasıyla ancak canını kurtarabilmişti. Ancak memleketi böyle bir karışıklık içinde bırakıp kaçmak ne kadar namussuzluk ise durumu düzeltmeye çalışmanın da o kadar lazım olduğu düşüncesi ile sebat gösterdi, kaldı. Eyvah ki eceli için kaldı. Zira asilere bir türlü meram anlatmak bir türlü mümkün olmayıp konağına hücum eden bir bölük halk elinde karısı ve çoluğu çocuğuyla beraber şehit oldu gitti.

İkinci Bölüm
Fas’taki gönül yakan vaka esnasında, Hasan Mellah henüz Cadiz mektebinden diplomasını alıp Tanca İskelesi’ne ayak atmıştı. İhtilal havadisi ve özellikle babasının kara haberi orada kendisine vasıl olunca başı korkusuyla hemen bir kayığa atlayıp karşıya, İspanya yakasına geçti. Ve oradan Cadiz’e giden bir gemiye binerek yine aynı şehre geri döndü.
Hasan Mellah, can kurtarmak suretiyle Cadiz’e giderse ineceği yerin Sinyor Pavlos’un konağı olacağını tarife muhtaç değildir. Çocuk, Pavlos’un konağına varıp da dönüşünü kendisine haber verdiği zaman, Pavlos odasından ağlaya ağlaya çıkıp çocuğun boynuna sarıldı ve böyle bir zamanda Hasan Mellah’ı teselli etmek lazım gelirken “Ah efendim! Ah, Sidi Osman gittikten sonra Fas yere geçsin, pederinizle beraber derhâl sizi düşünmüştüm. Hele, elhamdülillah siz kurtulmuşsunuz!” diye gözlerinden yaş yerine kan saçtığını Hasan Mellah görünce biçare çocuk kendi derdini unutup Pavlos’a teselli vermeye mecbur oldu. Bununla beraber Pavlos’un gösterdiği ümitsizlik ve matem alameti Hasan Mellah için en büyük bir teselli yerine geçti. Zira onun bu kadar üzüntü ve mahzunluğu, nazarında babasına olan aşırı muhabbetini temin etmişti.
Aralarında birçok lakırtı geçerek Pavlos’a da biraz sükûnet geldikten sonra Hasan Mellah, Pavlos’a, isyan hakkında aldığı malumatı hikâyeye başlamıştı. Fakat Pavlos “Beyhude zahmete girmeyiniz, özellikle derdimi depreştirmeyiniz. Fas’ta ve Marakeş’te bulunan adamlarımız tarafından bu sabah beş on mektup aldım. Vakanın tafsilatını öğrendim.” diye çocuğu susturup hiçbir şeyi merak etmemesini, babası vefat etmiş ise babalık vazifesini kendisi ifa edeceğini dahi ilaveten söyleyerek çocuğa birçok teminat daha verdi. O akşam Pavlos’un evi âdeta cenaze çıkmış bir haneden farklı değildi.
Burada Pavlos tesmiye ettiğimiz zat, bu kumpanyanın en büyüğü ve birincisi bulunan Pavlos olup kendisi altmış yaşında, ak saçlı, kaçık benizli bir şey iken üzüntü ve elemleri cihetiyle bir kat daha benzi kaçarak yüzünü görenler buradan cenaze henüz çıkmamış ise de çıkacak olan cenaze şimdilik ayakta geziniyor zannederlerdi. Kendisinin kimsesi olmadığı cihetle, sofrada yalnız Hasan ile beraber bulunup Hasan hayret deryasına dalmış olduğu gibi, Pavlos’un dahi çeneleri kilitlenmiş olmakla, yemek yenildiği müddet ve daha doğrusu sofrada oturulduğu kadar hiçbirisinin ağzından tek harf bile çıkmadı. Allah bilir ama boğazlarından bir lokma geçmeden sofradan kalktılar. Hasan korku içinde bulunduğu ve Pavlos da kahrından hasta gibi bir hâle geldiği cihetle, ikisi dahi hemen yataklarına gittiler.
O geceyi Hasan’ın nasıl geçirmiş olduğunu burada etrafıyla anlatmak sayfaları çoğaltmaktan başka bir şeye yaramaz. Şu kadar diyelim ki Hasan ancak gece yarısından sonra kendisinden geçebilerek ertesi sabah gündüzün saat üçüne kadar yatakta kalabilmişti. Bir de daha yarı uyur, yarı uyanık iken konağın orta katında kopan bir gürültü, oldukça bir yürek çarpıntısıyla çocuğu uyandırdı. Kulağına en evvel giren ses Pavlos’un telaşla söylediği şu sözlerdi:
Pavlos: “Gelmedi a canım, gelmedi diyorum! Gelse saklayacak değilim ya! Ben tüccar bir adamım. Sidi Osman ile olan muamelemi de sekiz aydan beri kesmiştim.”
Dik bir ses: “Canım vallahi sana bir zararımız dokunmaz. Cadiz’e, işte buraya geldiğini yakinen haber aldık. Hasan buraya gelirse senden başka nereye, kime gider?”
Çocukluk hâliyle biçare Hasan’ın bu lakırtıları nasıl bir yürek çarpıntısıyla etrafıyla anlatmak gerekmez. Ancak aradan birkaç söz daha geçtikten sonra Pavlos’un oldukça bir kızgınlıkla “Siz de benim dostum olduğunuz için size şimdiye kadar yumuşak yumuşak konuştum. Bana baksanız ya! Burası İspanya toprağıdır kuzum! Buraya Fas padişahı karışamaz. İspanya kralı karışır. Size buraya gelmedi diyorum, bana inanıp gider misiniz? Yoksa hükûmete müracaat edeyim mi? Haydi farz edelim ki geldi: Vermezsem zorla alacak değilsiniz ya?” diye söylediği sözler Hasan’ın yürek çarpıntısını kesmediyse bile, çocuğu can korkusuyla bütün bütün ümitsiz olmaktan kurtardı.
Pavlos’un tekdiri üzerine birkaç adam arasında bir homurtu peyda oldu. Biraz daha sonra yine birkaç ayak patırtısı uzaklaşa uzaklaşa artık işitilmez oldu. Bu hâlde Hasan olduğu odadan çıkıp yine o katta sokak üzerinde bir odaya koştu. Pencereden sokağa bakıp kendisini aramaya gelerek ümitsizce gidenlerin kimler olduğunu görmeye çalıştı. Ne fayda ki aşağıda değirmen taşı kadar üç dört sarıktan başka bir şey göremedi. Çünkü gelenlerin yüzü bu koca sarıkta gizli idi.
Herifler gider gitmez Pavlos acele Hasan’ın yanına koşmuştu. Çocuğu o odada kül gibi bir yüz ile buldu.
Pavlos: “Ne oldunuz ya?”
Hasan: “Hiç!”
Pavlos: “Hayır, hiç değil! Benziniz atmış, korkmuşsunuz.”
Hasan: “Korkmaz mıyım ya?”
Pavlos: “Benim hanemde, benim himayem altında oldukça korkmazsınız.”
Hasan: “Vallahi Sinyor Pavlos, ben her hâlde malımı, canımı size teslim ettim. Şanınıza ne düşerse öyle işleyiniz.”
Biçare çocuğun gösterdiği böyle masumane teslimiyet, Pavlos’un gözlerini yaşla doldurmuştu. Dolayısıyla çocuğa gerekli teminat olması için şu yolda söze başladı:
Pavlos: “Bak kuzum, seninle baba oğul gibi konuşalım. Ben rahmetli babanla yalnız otuz seneden beri alışveriş etmekteyim, ticaret hâli ise malum ya! Kâr, zararın öz kardeşidir. İnsan on işe başlarsa elbette üçünde olsun zararla çıkar. Fakat bu otuz sene zarfında babanla olan hiçbir alışverişte zararlı çıkmadım. Bunun hikmeti babanın gayet tok gözlü, doğru özlü, kibar bir adam olmasıdır. Böyle şeylerde benim tecrübem senden ziyadedir. Şu hâl baban hakkında en büyük muhabbet ve saygımı gerektirir bir hâldir ya! Yalnız bu kadar da değil. Daha başka hâller, sırlar vardır ki babanı bana efendi, beni ona kul etmiştir. Şimdi ben otuz kırk seneden beri babandan gördüğüm iyiliklerin mükâfatını sana borçluyum. Bende büyük bir hesabın vardır. Bir akçe hile değil, yanlışlık bile olmayacağına emin ol. Malından bir akçe bile hile etmeyeceğine emin olduğuna emin olduğun bir adam, vücudundan bir kıla hata gelmesine razı olur mu zannedersin?”
Hasan: “Hakkımda gösterdiğiniz babalığa nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Babamı vefat etmedi zannedeceğim geliyor.”
Pavlos: (gözleri tekrar dalarak) “Ben de senin bana gösterdiğin oğulluğa nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Benim de Allah bana da on sekiz yaşında mükemmel bir oğul verdi zannedeceğim geliyor. Neyse, orası şimdi lazım değil. Seni burada muhafaza edemeyeceğim. Çünkü gelen kimdi bilir misin?”
Hasan: “Yok!”
Pavlos: “Yakup el Deca’.”
Hasan: “Vay!.. O nimet kâfiri mi?”
Pavlos: “Mahzun olma. Daha çocuksun, dünya hâlini bilmezsin. Hınzırın meramını anladım. Fesadın asıl nereden geldiğini de keşfettim. Seni ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Burada kalsan mutlaka bulurlar, bir fenalık yaparlar. Seni bir emin yere aşıracağım.”
Hasan: “Nereye aşıracaksınız?”
Pavlos: “Sonra anlarsın. Şimdilik burada otur, bir yere çıkma.”
Başlangıcını yukarıda anlattığımız bu görüşmenin arkası işleyerek ta sabah kahvaltısını edinceye kadar Pavlos, Hasan’a teminat vermekle meşgul oldu. Bu esnada Sidi Osman’ın Fas’ta bulunan emlakinin Yakup el Deca’ tarafından gasp edilmiş olduğunu dahi Hasan’a haber verdi.
Pavlos, ticari işleri için ticarethanesine giderken konağın kapıcılarına içeriye kimseyi koymamalarını, sıkıca tembih ederek öyle gitti. Hasan yalnız kalınca içinde bulunduğu hâli düşünmeye başladı. Bu hâlde çocuğun zihnine garip bir şey geldi. Şöyle ki:
İnsan bir kere hayatından ümidini kesince emniyetinin ne kadar münselib[20 - Münselib: Kaçırılmış, kalmamış, kaldırılmış (Bu tabir; huzur, asayiş, emniyet ve rahat hakkında kullanılır.). (e.n.) 132] olacağı düşünmeye muhtaç bir durumdur. Hele Hasan gibi bir mevkide bulunan çocuk, vehmi ne kadar artırsa mazur olabilir. Yakup el Deca’, babasının emlakini zapt ettiği gibi, acaba bu fikir Pavlos’a da gelemez mi? Eğer Pavlos, Yakup ile beraber Hasan’ı bir hâle koyarsa öyle bir zamanda kim arayıp kim soracak? Hem de babasının Pavlos ile olan hesabı haylice büyük bir şey olacağını Hasan tahmin ediyordu.
İşte bu garip düşünceler, biçare Hasan’ı ziyadesiyle meşgul edip o gün akşama kadar zihni başka bir şey ile meşgul olmadı. Akşamı dört gözle bekliyor ve Pavlos’un dünden beri göstermiş olduğu teminatın kuvvet bulup bulmadığını ihtiyarın yüzünden çıkarmayı pek ziyade merak ediyordu.
Nihayet akşam oldu. Pavlos geldi. Hasan zihnini karıştıran düşünceler üzerine yüzünde asla bir renk göstermeyip yine itaatli ve saygılı bir tavırla ihtiyarı karşıladı.
Pavlos’un arkasında gelen uşağın koltuğu altında koca bir bohça vardı. Herife bohçayı bıraktırıp kendisini defettiler. Sonra Pavlos, Hasan’a hitaben:
Pavlos: “İşte bunları giymeli.”
Hasan: “Onlar ne?”
Pavlos: “Zaten acemisi olduğun bir şey değil. Başka da bir çare bulamadım. Zira bugün şehrin içinde İspanyol kıyafetine girmiş belki beş Arap gördüm. Hep de bizim ticarethanenin etrafında dolaşıyorlardı. O nimet kâfiri Yakup el Deca’ yalnız bunları saldırmamıştır. Allah bilir kaç İspanyol’u dahi kandırıp suikastını icraya alet etmiştir.”
Bir yandan bu sözleri söylüyor, bir yandan da zavallı ihtiyar bohçayı açıyordu. Çıka çıka içinden güzel bir takım gemici elbisesi çıktı. Çizmesinden tüylü şapkasına kadar değil, güzel bir kayışa takılmış gemici çakısından, bir bel hançerine kadar hep mükemmeldi. Gerçi Hasan Mellah bunların acemisi olmadığı cihetle büyük bir maharetle elbiseyi giydi, kuşandı.
Sonra ihtiyarla beraber oturdular. Pavlos, Hasan’a dünkü teminatından ziyade teminat vermeye başlayıp herif nasihat verdikçe Hasan’ın kuruntuları yok oluyordu. Nihayet çıkarıp Hasan’a senet gösterdi. Bu senet Pavlos Kumpanyası’nın hissesindendi.
Pavlos: “İşte bu senet pederinizin senedi olup kumpanyamızın on iki hissesinden üçüne sahiptir. Kumpanyamızın intizam hâli ve demirbaş eşyamızın miktarı, gemilerimizin adet ve değeri bence malum olduğundan bu hisseyi sokağa atarcasına bana terk etmiş olsan yüz bin taler veririm. Bu kâğıdı al, sende dursun. Bunun birinci nüshası babanda idi. Diğer eşyalar ile beraber zayi olmuş demek olacağından işte bunu zayiinden olarak veriyorum. Asıl kıymeti yüz elli bin taleri de geçer. Bu sende oldukça hiç merak etmezsin. Zira zaten kumpanyamızın hesaplarına hile karışması ihtimali yoktur.”
Hasan, gerçi henüz ticaret işlerine dalmamış olduğu cihetle bu miktardaki bir sermayenin kıymetini takdir edemez idiyse de yüz bin yüz elli bin talerin ne demek olduğunu bilmeyecek kadar da çocuk değildi. Senedi eline alıp süzdükten sonra yine Pavlos’a iade ederek:
Hasan: “Sen benim babam oldun mu?”
Pavlos: “Kabul edersen.”
Hasan: “Ben kabul ettim. Al, bu senet sende dursun. Belki ben kaybederim. Mademki bana babalık edeceksin, mademki ben sana canımı da teslim ettim, bu da sende dursun.”
Pavlos: “Bu kadar emniyetine teşekkür ederim. Babanın ismi, imzası kumpanyanın ta kütüğünde kayıtlı ve mevcut olup bu senet fazladan bir teminat demektir. Ne zaman sen kendinin Sidi Osman’ın oğlu olduğunu ispat edersen kumpanya seni tanımaya mecburdur. Fakat demin de dediğim gibi senin burada kalman mümkün olamayacak. Seni Pavlos kasabasında kumpanyamızın acentesi bulunan Giovanni’nin yanına göndereceğim. Orada, ta ortalığa sükût gelinceye kadar rahat rahat oturursun. Sonra bir çaresine bakarız.”
İhtiyarın bu görüşünü Hasan önce biraz tereddüt ile karşılamıştı. Lakin bir kere kendisini baba makamına koyduğu adamın, kendi hayatını muhafaza hakkındaki görüşünü reddetmek, verdiği söz ile uygun düşmeyeceği ortada olmakla derhâl bu görüşünü de kabul etti. Meğer ihtiyar daha o gün Hasan Mellah’ı Pavlos’a aşıracak olan gemiyi hazırlamış imiş. İkisi beraber sofraya oturarak, yedikten, içtikten sonra, gece yarısı sıralarında konağın kapısı çalınıp bu dahi Hasan’ın yüreğini hoplatmış idiyse de gelenler bir gemi kaptanıyla üç tayfa olduğu ve özellikle bunlar Pavlos’un emriyle gelmiş bulunduğu anlaşılınca çocuğa yine emniyet geldi.
Pavlos, Hasan’ın ne yolda muhafaza edileceğine vesaireye dair daha gündüzden vermiş olduğu emirleri kaptana tekrar etti. Ve koynundan Hasan’ın Pavlos Kumpanyası azasından olduğu ve bu kumpanyaya mensup ne kadar gemi varsa kaptanlarının Hasan tarafından verilecek her türlü emre itaat etmeye mecbur oldukları ve Hasan’ın imzası bir Pavlos ile (..) iki de noktadan ibaret olarak kabul edileceği hakkında bir emirname ve kıyılarda bulunan sarrafların hepsine umumiyet üzere hitaben miktarsız bir açık bono ve kumpanyaya mahsus damgalı evraktan birçok da kâğıt çıkarıp lüzumuna göre bunlara dahi müracaat edilmek için Hasan’a teslim etti.
Kısacası, Hasan Mellah ihtiyar Pavlos’tan alacağı emirleri, teminleri aldıktan sonra kaptan ve tayfaların içine karışıp Pavlos şehrine gitmek için ihtiyara veda ederek konaktan çıktı.
Yolda ne sarıklı ne şapkalı kimseye tesadüf etmediler. Yalnız iskeleye geldikleri zaman bir karakoldan “Kimdir o?” sesi gelmiş idiyse de bunlar hemen hareket üzere bulunan Mariano gemisinin takımı olduklarını bildirmeleriyle geminin hareketi daha gündüzden ilan edilmiş olduğu cihetle karakol dahi ses çıkarmadı.

Üçüncü Bölüm
Cadiz’e gece yarısı hareketleri bir uygun rüzgâra tesadüf etmişti. Pavlos kasabası Cadiz’den zaten elli altmış mil mesafede olmakla ertesi sabah güneşin doğuşuyla beraber Pavlos’a vardılar. Geminin kaptanı, ihtiyar Pavlos’tan almış olduğu emir gereğince Hasan’ı yanına alıp birlikte sandala binerek karaya çıktılar ve doğruca Giovanni’nin mağazasına gittiler. Giovanni, Pavlos tarafından kendisine yazılan ve kaptan tarafından teslim olunan mektubu okur okumaz Hasan’ı kırk yıllık ahbabı değil velinimetzadesi gibi kabul etti. Derhâl hanesine bir adam gönderip gerekli hazırlıkları emretmekle beraber, Hasan’a hâl ve hatır sordu. Hatta malum feci vakadan dolayı ona teselliler dahi verdi.
Akşam olup da Hasan’ı kendi hanesine götürdüğü zaman, en evvel bir oda açıp bu mükemmel olarak döşenmiş odanın yalnız kendisine mahsus olduğunu ve bu hanede en büyükten en küçüğe varıncaya kadar herkesin ona hizmet etmeyi şeref bileceğini anlattı.
Giovanni’nin bir ihtiyar annesi ve orta yaşlı bir zevcesi ile on dokuz yirmi yaşında, yani Hasan ile akran bir oğlu, dokuz on yaşlarında bir kızı ve otuz beşlik bir de kız kardeşi vardı ki annesi Maria ve zevcesi Madame Giovanni ve oğlu Pedro, kızı Rozelin ve kız kardeşi Julia isimlerindeydi. Giovanni bunların hepsini Hasan’a takdim etti. Fas vakası olmuş bulunduğundan her biri dili döndüğü bir yolda Hasan’a taziyeden geri durmadılar.
O akşam Giovanni, yeni misafiri için âdeta mükemmel bir ziyafet çekmişti.
Yediler, içtiler ve belki misafir yorgundur diye daha gece yarısından üç saat önce Hasan’ı yalnız bırakıp her biri yerli yerlerine çekildiler. Hâlbuki mevsim henüz gecelerin uzun olduğu mevsim olmadığından ve Hasan ise öyle birkaç deniz seyahatiyle yorulur mellahlardan[21 - Mellah: Gemici, kaptan, denizci. (e.n.) 137] bulunmadığından yalnız hem canı sıkılıp hem de vehmi artıp kendisine akran gördüğü Giovanni-zade Pedro’yu yanına çağırdı. Bu Pedro yalnızca genç değil, oldukça güzel, hele pek sevimli, şair tabiatlı, âşık tavırlı bir çocuk idi. İspanya’da bir adam ne kadar şiir tabiatlı olursa gitara denilen çalgı ile müzikte de o kadar nasibi olmak, âdeta umumi denilecek bir kaide olmakla Hasan çocuğun bu meziyetini haber alınca gitarasını dahi getirmesini rica etti.
Pedro, Hasan Mellah kendi hanelerinde misafir kaldıkça her emrini tamamıyla icraya babası tarafından memur olduğu cihetle, misafir tarafından aldığı şu emri canla başla kabul etti ve derhâl gitarasını alıp en güzel şiirlerini gayet tatlı besteler ile okumaya başladı.
Pedro’nun şiirleri oldukça lezzetle dinlenilecek şeylerdi. Hasan ise Cadiz okulunda denizciliğe ait bilgilerle beraber, elbette İspanyolcayı dahi en ince şiirlerin inceliklerine ve zevkine varabilecek kadar öğrenmişti. Çocuğun şiirlerini büyük bir lezzetle dinleyip bazı beyitleri derdine dert katarak ve bazıları ise tam bir teselli vererek sözün kısası, gece yarısından sonraya kadar Pedro ile vakit geçirdi.
Ertesi sabah erkenden Pedro yine yanına gelip o gün için memleketin gezilmesinden ibaret bir meşguliyet hazırladılar. Birer hayvana binip akşama kadar memleket içinde gezmedik bir yer bırakmayarak akşam dönüşlerinde aile halkı Pavlos kasabasını nasıl bulduğuna dair Hasan’dan fikir sordular. Hasan her birine münasip cevaplar vererek yemekten sonra vaktini Pedro ile geçirdi.
Sözün kısası, Pedro, Hasan için pekâlâ bir kafadar olup gece gündüz beraber bulunurlardı ki Hasan’ın oldukça kâmil ve fazıl bir İspanyol’dan fark edilemeyecek kadar İspanyolcayı ileri götürmesi, asıl Pedro ile bu dostluk sayesinde vuku bulmuştur.
Hasan Mellah’ın Pavlos kasabasında ikameti müddeti bir hafta, bir ay kadar değildir. Bir seneden de ibaret değildir. Ta korsanlar gemisine düşünceye kadar çocuk birkaç senelik ömrünü Pavlos kasabasında geçirdi. Dolayısıyla bu kasabada gördüğü hâllerin hepsini kaydetmek, etrafıyla anlatmayı gerektirir. Zaten Pedro ile iki gün nasıl yaşadığına dair verdiğimiz bilgiler, bu ömrün ilerisi için de okuyuculara belli bir fikir verebilir. Hem ikisi de genç, bekâr, zengin, başıboş olan iki delikanlının, ne yolda ömür sürecekleri zaten açık bir şeydir. Yalnız bu ikamet müddetleri içinde bazı önemli hâller dahi meydana çıkmış olduğundan ona dair biraz malumat vermeye mecburiyet görülmüştür.
Bir akşam Hasan ve Giovanni’nin aile halkının hepsi yemekte iken Hasan bu evde, bu aile halkı arasında geçirdiği ömrün ne kadar rahat ve lezzetli olduğundan bahisle bu borcu nasıl ödeyeceğini bilmediği hakkında bir söz açmakla Giovanni böyle bir fikrin mutlaka fevkalade nezaketten geleceği hususunda karşılık vermeye başlayarak aşağıdaki gibi bir macera anlattı:
“Efendim, biz size lüzumu gibi saygı ve hürmette kusur ediyoruz korkusundayız. Size elden geldiği kadar ettiğimiz hürmet sizi kendimize borçlu etmek için değildir. Belki size olan borcumuzu ifa etmek içindir. Ah, gerek ben gerek Sinyor Pavlos size pek çok borçluyuz. Size değil, gerçi pederiniz Sidi Osman’a borçluyuz. Ancak o mübarek adamın vefatıyla bu borç size intikal etti. Tahminen bir otuz sene oluyor ki biz İspanyollar Melile’de toplanıp Faslılar üzerine bir hücum etmiştik. Lakin bu hücumumuz devletçe ve resmî bir hücum olmayıp Cardan isminde bir rahibin teşvikiyle gönüllü olarak gitmiştik. Muradımız henüz ihtilal durumu içinde olan Fas’ı zapt edip orasını da bir Hristiyan idaresi altına almaktı. Gerçi şimdi siz bu fikre güler ve gülmekte hak kazanırsınız da o zamanlar Mevla Sidi Muhammed’in henüz cülus senesi olup Fas’ta herkes birbirini boğazlamakta olduğundan böyle bir karışıklık arasında bizim ummadığımız muvaffakiyetin meydana gelmesi gerçekten umulur idi. Üç bin kişi kadar toplandık. Cardan’ın kumandasıyla Melile Kalesi’ne kapanıp aralık buldukça hücuma başladık. İspanya devleti gerçi tarafsız bulunduysa da el altından bize yardımdan geri durmazdı. Nihayet bir günkü hücumda Araplar kaçamak gösterdi. Biz de arkalarına düştük. Meğer bunların kumandanı sizin amcanız Sidi Hamdan olup firar tarzı göstermesi ise bir harp hilesi imiş. Tam bizi Melile’den gereği gibi ayırdıktan sonra, bir de bakalım ki arka tarafımızı beş bin kadar Arap süvarisi kuşatmış. Önümüz ise o miktardan aşağı kalmayan piyade ve süvariden oluşan bir ordu ile doluydu. Bizi sardılar. Biz ölümü gözümüze alıp muharebeye başladıksa da bu kadar fedakârlık dahi para etmedi. Âdeta Araplar her birimizin silahını birer birer elimizden alıp hepimizi esir ettiler. Yirmi otuz kişiyi birer zincire vurmuşlardı. Cadiz’deki Pavlos ile ben dahi bir ipte idik ki aramızda yalnız bir adam vardı. Savaş meydanında bir büyük ordu kurularak cümlemiz orada idik. Fas devleti, İspanya devletiyle haberleşmiş. İspanya devleti bizi, kendi adımıza harp eder eşkıya olmaktan başka bir nazarla tanımamış. Dolayısıyla bizi birer birer katletmeye başladılar. Aman ya Rabbi, o günkü hâli görenlerin aklı başından alınırdı. Hepsi bir zincirde veya bir ipte bağlı olan yirmi kişinin üzerine, ellerinde satır iki cellat hücum ederek et kıyar gibi kıymaya başlıyorlardı. Hepimiz ölümü burnumuzun dibinde gördükçe artık ölümden de pervamız kalmayıp yalnız aradan hangisi daha kolay ölmekte ise onlara gıpta etmeye ve hangisi biraz güçlükle can verirse bizi onlar gibi öldürmemesi için Cenabıhakk’a dua etmeye başladık.
Nihayet sıra bizim diziye geldi. Yirmi beş kişi kadar vardık. Bizi iki büyük zatın karşısına getirip orada kesmek için hazırladılar. Meğer bu zatların birisi pederiniz Sidi Osman ve diğeri dahi kardeşi Hamdan imiş. Bir vakit, ufak bir alışverişten dolayı Sidi Osman, Pavlos’u tanıyormuş. Kendisini görünce yine tanıdı ve yanına gelip ağlamaya başladı. Onu ağlar görünce Pavlos dahi ağlamaya başladı. Pek de farkında olamadım. Bilemedim nasıl oldu. Kısacası ya Sidi Osman veyahut Hamdan’ın bir işareti üzerine, bizim bağlı olduğumuz halatı kesip Pavlos’u ve sonra onun işaretiyle beni sürüden ayırarak Sidi Osman’ın huzuruna getirdiler. Orada pederiniz, ‘Pavlos, şu hâlde sana edeceğim iyilik seni ve dostun Giovanni’yi ölümden affettirmektir.’ dedi. Ben bu iyiliğe nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim. Hemen gidip ayaklarına kapanmak istedim. Ancak Pavlos beni menederek ‘Ey Sidi Osman, senin şu anda bu esirleri bütünüyle affettirmeye değil affetmeye de iktidarın vardır. Eğer bana olan dostluğun bunların cümlesini affetmek derecesinde ise ne âlâ. Yok, değilse nafile beni ve arkadaşım Giovanni’yi de affetme.’ dedi. Gerek Pavlos bu lakırtıyı söylerken ve gerek söyledikten sonra cellatlar işlerinden el çektiler. Sidi Osman, Sidi Hamdan ile baş başa verip yanlarında birkaç büyük adam daha olduğu hâlde bir hayli konuştular. Bir de baktım ki on on beş kişi dizilerin içine girip herkesi serbest bırakıyorlar. İşte o gün kesilen adamın miktarı yüz elliyi geçip hâlbuki sekiz yüzden fazlası kurtuldu. Bu sekiz yüz adamı ise yalnız Pavlos’un Sidi Osman’a olan dostluğu kurtarmıştı. Başımızı kurtarıp dönerken Pavlos’a ‘Canım, bu kadar adamı affetmeyecekleri ortada iken sen nasıl oldu da hepsinin affını rica ettin ve kendi affını dahi bunların affına bağladın?’ dedim. Sidi Osman’ın cömertliğini bilirim. Bana bir can bahşetmek lazım gelince birkaç bin canı dahi başkaca hediye etmekten çekinmez de onun için rica ettim.’ dedi. Bu kadar dostluğun ne zamandan beri ve nasıl olduğunu sordum. ‘Birkaç ufak alışverişimiz oldu.’ demesinden başka cevap vermedi. İhtimal ki aralarında daha büyük bir hâl olmuştur da bana söylemedi. Gördünüz mü efendim? Biz sizin pederinizden bu kadar büyüklük, bu kadar ihsan görmüş olduğumuz hâlde, şimdi size ettiğimiz hürmet, hürmet mi sayılır?”
Giovanni’nin işbu hikâyesini Hasan Mellah’tan ziyade Giovanni’nin yetmişini geçmiş ihtiyar annesi büyük bir dikkatle dinleyip “Ah oğlum, o vaka pek fena bir vaka idi. Sen o zaman daha dünyada bile yoktun. Babanın ettiği iyiliğe bütün İspanya hayran kalmıştı.” dedi. Ve buna mukabil Pedro “Öyle ya, bir memlekete fuzuli hücum etmeye hakkaniyet razı olur mu? Mademki eşkıya tarzında hücum etmişler, Faslılar hepsini kılıçtan geçirseler haklı idiler. Şu hâlde dahi bir tabur eşkıyayı affettirmek, elbette bütün İspanya’yı değil bütün âlemi hayran bırakacak bir iyiliktir.” dedi.
Bu hikâyenin Hasan Mellah’ı memnun edeceği ortadadır. Ancak Hasan, anlatılan hikâyede üzerine galeyan eden soylu kanının icabınca asla renk vermeyip güya büyükler için bu gibi büyüklüklerin çok görülmesinin icap etmeyeceğini hâl ve tavırlarıyla ima ve işrap[22 - İşrap: Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma. (e.n.) 140] etti.
Giovanni’nin bu hikâyeyi anlatması üzerinden bir hayli müddet geçmiş idi. Yine bir akşam, yemekten sonra ailece salonda otururlarken kumpanyanın hâlinden ve hissedarlarından bahis açılmış ve Giovanni bir büyük levha getirip üzerinde bulunan beş resmi Hasan’ın gözlerinin önüne koymuştu. Biçare çocuk, bu resimler içinde en evvel merhum pederini tanıyıp bir ah çektiği sırada, resmi mütebessim bir yolda alınmış olan ihtiyar Pavlos’un nice iyilikler vadeden yüzünü görünce bir babası vefat etmiş ise diğerinin hayatta olduğunu anlayarak teselli buldu. Meğer bu levha Pavlos Kumpanyası’nı teşkil eden beş zatın resimlerini taşıyormuş. Hasan, Portekiz kıyafetli ve orta yaşlı iki adamın dahi resmini şöyle bir gözden geçirip nazarıdikkatini henüz tüysüz tüssüz olan ve levhanın kenar tarafına resmedilmiş bulunan bir genç çocuğa dikti ve bu çocuğun kim olduğunu Giovanni’ye sordu. Giovanni ise bunun Dominico Badia isminde bir çocuk olduğundan bahisle, birinci kitabın dördüncü bölümünde Pavlos’un gerek tahsili ve gerek çevirdiği fırıldaklara dair bizim kıymetli okuyucularımıza vermiş olduğumuz malumatı bütünüyle Hasan’a nakletti ve anlattı. Şu kadar var ki biz orada Pavlos’un, Fas’ta görmüş olduğu işleri biraz tez geçmiş olduğumuz hâlde, Giovanni işin bu cihetini dahi izah ederek ayrıntılarıyla anlattı. Dedi ki:
Giovanni: “Bu çocuk hakkında verdiğim malumata galiba inanacağınız gelmiyor. Gerçi inanılacak gibi de değildir. Lakin sizi inanıp inanmamakta serbest bırakarak şunu da hikâye edeceğim. Her ne kadar bu hikâye biraz acayipçe görünecek ise de durumu saklamayıp söylemek benim için bir borç demektir. Çünkü Dominico Badia, bugün kumpanyamızın beşinci hissedarı yani beşinci derecede velinimetim ise siz üçüncü hissedarı yani üçüncü derecede velinimetim olduğunuz gibi babanıza ne kadar borçlu olduğumu size vaktiyle anlatmıştım. Hem ne hacet, bizi ticaret menfaati bu habisin maiyetine atmış ise de insaniyet vazifesi hatta beni ondan intikama bile mecbur eder. Efendim, bilmiş olunuz ki Fas’ta çıkan isyanın en büyük sebeplerinden birisi dahi budur. Bundan bir sene kadar evvel Fas’a gitmiş ve zaten ihtilale müstait[23 - Müstait: İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı. (e.n.) 141] bulunan mutaassıpları kışkırtmaya başlamış idi. Habis, sizden iyi Arapça bilir. Hatta mutaassıp Arapları daha iyi kandırmak için güya Hristiyanlığı terk ederek Müslüman dahi olmuştu. Babanız onu bir gün huzuruna çağırdı. Zaten ikisi bir kumpanya hissedarı olduklarından bahisle, böyle politika işleriyle uğraşmamasını tavsiye etti. Hâlbuki piçin, doğrudan doğruya babanız aleyhinde de suikastı varmış. Aklınca emlaklerinizi Yakup el Deca’ üzerine çevirtip Pavlos Kumpanyası’ndaki sermayesini dahi kendisi zapt edecekmiş.”
Hasan Mellah: “Babamı öldürdükten sonra, öyle değil mi?”
Giovanni: “Söylemeye dilim varmıyor ya… Bu hâli babanız da anladı. O hâlde dahi yine huzuruna çağırtıp mertçe nasihatler vermekten geri durmadı. Habis bir türlü bildiğinden şaşmayıp tam bizzat babanız aleyhinde olmak üzere Yakup el Deca’ ile birleşti. Konağınıza hücum etti. Dahasını ister misiniz? Gözümle görmedim ama vakadan sonra Fas’tan gelenlerin haber verişlerine göre babanızı eliyle vuran budur. Yakup el Deca’ pederiniz vefat ettikten sonra başını kesmiş!”
Hasan: “Vay kâfir vay! Sonra?”
Giovanni: “Sonrası mı? Vakanın üstünden on gün geçmedi. Bunların dahi fırkası aleyhine diğer bir fırka çıktı. Bunlar da Yakup el Deca’ ile beraber İspanya taraflarına kaçtılar.”
Hasan: “Anladım, Pavlos’un konağına beni aramaya gelmişlerdi.”
Giovanni: “Öyle ya, öyle ya! Lakin Pavlos’tan alacağını Giovanni aldı. Hiç Sinyor Pavlos kumpanyamızın yirmi seneden beri devamına çalıştığı namusunu ayaklar altına alıp da âleme karşı rezil mi olur? Bizim kumpanya eşkıya kumpanyası mı? ‘Ben senin zatını tanımam, bana yalnız bir ismin lazımdır. Sidi Osman şehit olduysa yerine oğlunun ismini yazdık.’ cevabını verdi.”
Hasan: “Vay, demek oluyor ki bizi kaydırmayı teklif etti ha?”
Giovanni: “Hayhay! Lakin avuçlarını yalasın! Hem onu Sinyor Pavlos bir tutuş tuttu ki kımıldanmaya mecal bırakmadı. Malum ya! Kendisi İspanya toprağında Dominico Badia namıyla yaşayamaz. Eğer sizin aleyhinizdeki fikrinden vazgeçmeyecek olursa kendisini hükûmete haber vereceğini bile söyledi. Onun için şimdi ismini değiştirip kumpanya ismini taşıyor ve kendisini herkese Pavlos tanıttırıp hatta İngiliz lortları gibi satın aldığı güzel bir kotra ile öteye beriye gidip seyahat ediyor.
İşte, Giovanni, bizim mahut Pavlos hakkında Hasan’a şu malumatı vermekle Hasan daha o zaman Pavlos’tan intikama tam olarak karar vermişti. Ne fayda ki üçüncü kitapta görüldüğü gibi intikam alamadıktan başka babasının canını alan o hınzır kendi cananını dahi kapıp gitmiştir.

Dördüncü Bölüm
Hasan Mellah, Pavlos kasabasında birkaç sene oturup tam Fas tarafında sükût ve sükûnet yerleştikten sonra Pavlos namını alan Dominico Badia’nın intikamını sonraya bırakarak en evvel Yakup el Deca’ ile kozunu pay etmek arzusuna düşmüştü. Bunun için Giovanni’den şifahen fikrini sorduğu gibi, Cadiz’deki Pavlos’a dahi mektup yazarak görüşünü sormuştu. İkisi de bunu uygun bulmadılar. Ancak Hasan bir türlü arzusunu yenemeyerek bir gün kendi kumpanyaları gemilerinden Cadiz’e giden bir gemiye binip Sinyor Pavlos’a vardı. Onunla dahi şifahen istifsara[24 - İstifasar: İfade isteme, sorma, sorup anlama. (e.n.) 143] başladı.
Pavlos: “Oğlum, gerçi Fas’ta daha bir hayli emlakiniz var ki Yakup el Deca’ zapt etmiş. Fakat hınzır herif, Fas padişahına çattı. Sana bir fenalık ettirmek elindedir.”
Hasan: “Beni yakalayabilirse elinden geleni ardına koymasın!”
Pavlos: “Evet, biliyorum ki akıllısın, zekisin lakin bu gibi işlerin ehli değilsin. Beni dinle de gitme. Elindeki sermayen seni besledikten başka, günden güne büyümektedir bile…”
Hasan: “Gözümde intikamı o kadar büyülttüm ki gözlerim intikam kanından başka bir şey görmüyor. Rüyada her gece babamı görmekteyim. Kellesi koltuğunda, benden kanını dava ediyor.”
Pavlos: “Bunlar vehimden ibaret şeylerdir. Eğer benden babaca nasihat istiyorsan ben gitme diyorum. Gittiğin hâlde de mâni olamam.”
Hasan ihtiyardan mümkün değil muvafakat cevabını alamadı. Fakat intikam sevdasından da mümkün değil, bir türlü vazgeçemedi. Bir iki gün daha Pavlos’un yanında misafir kaldıktan sonra som sırma içinde bir kat Fas elbisesi tedarik ederek kıyafetini de yine Müslüman kıyafetine çevirip Tanca’ya ve oradan da iyi bir at satın alarak Fas’a vardı.
Doğruca bir hana indi. O gece bir handa misafir kalarak ertesi sabah pederinin konağına gitti. Dairenin debdebe ve şatafatı babası zamanından pek çok ziyade idi. Kapıcıya Yakup el Deca’nın orada olup olmadığını sordu.
Ancak “sidi” diye Yakup’un ismini anmadığı cihetle kapıcıdan bir güzel azar yedi. O zamana kadar Hasan Mellah yüreğinde bir mahzuniyet hissetmiş ise o da bu mahzuniyet idi. Çünkü Yakup el Deca’ babasının soytarısı olup hatta “Deca! Deca!” diye garip bir yolda çaylak gibi öttüğünden “el Deca” lakabını almıştı. Şimdi böyle bir adama “sidi” lakabı vermemiş olduğundan dolayı konak kapıcısı gibi bir heriften azar yemesi, elbette ziyadece üzülmesine sebep olabilir.
Biçare çocuk konağa girip girmemekte şaşkın kalarak oralarda gezinirken konak kapısından bir kalabalığın çıkmakta olduğunu görünce o tarafa dikkatlice baktı. Yakup el Deca’ sırmalar içine boğulmuş olduğu hâlde, güzel bir ata binmiş ve oralarda bulunanlardan anladığına göre, şah sarayına musahiplik görevini ifa etmeye gitmekteydi. Hasan, adamın o gururlu tavrını görünce derinden bir ah çekti. Hele babası zamanından beri her sabah sadaka almaya alışarak merhumun şehit edildiği günden beri her gün defettikleri hâlde, hâlâ ümitlerini kesememekte bulunan beş on kadar dilenciyi görünce Yakup el Deca’ “Canım şu gelenleri niçin kovmuyorsunuz? Her gün beni rahatsız ediyorlar!” diye melunca bir tavırla fukarayı rencide etmesi Hasan’a bütün bütün dert koydu. Yakup çıkıp gittikten sonra arkası sıra yine mükellef bir ata binmiş olduğu hâlde Dominico Badia, namıdiğer Pavlos’un dahi konaktan çıktığını gördü. Gerçi Hasan o zamana kadar henüz Pavlos’u görmüş, tanımış değildi. Ancak Giovanni yanında görmüş olduğu resmi layığıyla ezberlemiş olduğundan habisi gördüğü anda tanıdı.
Hasan o gün memleketi enine boyuna gezerek, vaktiyle cumadan cumaya konağa gelip babasının eteğini öperek, birkaç iltifata mazhar olmayı nimet bilen bazı kimseleri gördü. Her birini gördükçe bir başka yolda üzülüyordu. En garibi şurası ki kendi ailesinin fertleri hayli kalabalık olduğu hâlde bunlardan hiçbir kimseye rast gelmiyordu. Nasıl rast gelsin ki, en çoğu isyan sırasında mazlumca şehit edilmiş ve kalanları dahi başlarını alıp birer tarafa savuşmuş idi.
Şehrin her tarafını gezip ahvali gözden geçirdikten sonra akşamüzeri misafir olduğu hana geldi ve akşama ne yemek istediğini suale gelen hancıya, ne yemek olursa olsun kabul edeceğini beyan ettikten sonra herif ile aşağıdaki gibi konuşmaya başladı.
Hasan: “Sen kaç seneden beri buradasın?”
Hancı: “Kaç seneden beri anamdan doğmuş isem o kadar seneden beri buradayım.”
Hasan: “Demek oluyor ki buralısın?”
Hancı: “Evet efendim, öyle demek.”
Hasan: “Burada bir Yakup el Deca’ varmış bilir misin?”
Hancı: “Birkaç seneye kadar bilmezdik, birkaç seneden beri öğrendik.”
Hasan: “Lakin sen ne tuhaf bir adamsın. Her lakırtına insanın güleceği geliyor.”
Hancı: “Ağlayacağı gelmesin de güleceği gelsin, zararı yok.”
Hasan: “Ee, Yakup el Deca’ nasıl bir adamdır, kibardan bir şey midir?”
Hancı: “Eğer kibarlık zenginlikten, zenginlik de cana kıymaktan ibaret ise kibardır.”
Hasan: “Ne demek, sen âdeta kinayeli lakırtı söylemeye başladın ya!”
Hancı: “Kinayesi, filanı yok. Herif Sidi Osman’ın soytarısı iken zavallı adamcağızın evini barkını berbat edip şimdi kendi karşısında birtakım soytarılar takla atmakta ve efendimiz pek kibar olduğundan atılan taklaları beğenmedikçe herkesçe bilinen maharetine dayanarak kendisi düzeltmektedir.”
Herifin şu son lakırtısına dahi ihtimal ki gülmek mümkündü. Lakin bu lakırtı Hasan’a pek fena tesir ettiğinden çocuğa tebessüm hâli vaki olmadı. İçinden bir ah edip yine sözüne devam etti.
Hasan: “Sidi Osman için zavallı diyorsun, bu adam kimdir? Ben onu bilmiyorum.”
Hancı: “Bilinecek bir adam vardı, siz onu bilmiyorsunuz. Zavallıdır zahir. Herif dünyada melek gibi adam iken şeytanların bile layık olmadığı bir alçaklıkla katledildi.”
Hasan: “Kim katletti?”
Hancı: “Yakup el Deca’, kendi soytarısı.”
Hasan: “Acayip, öyleyse Yakup kısas edildi mi?”
Hancı: “Gördünüz mü bir kere, işte siz tuhaf söylüyorsunuz. Bir adam Fas padişahının has soytarısı olur da kısas edilir mi?”
Hasan: “Öyleyse kendisini herkes seviyor demek.”
Hancı: “Onu bilmem. Yusuf Nişâr’dan sormalı.”
İşte bu Yusuf Nişâr ismi, Hasan’ın kanını başına sıçratacak bir isimdi. Bu ismi işitir işitmez bir kere benzi atıp yine derhâl kendisini toplayarak sözüne devam etti.
Hasan: “Bu Yusuf Nişâr kim oluyor?”
Hancı: “Yusuf Nişâr, demin dediğim Sidi Osman’ın emektarlarından birisidir. Osman’ı bu Yakup el Deca’ katlettiği zaman Yusuf Nişâr ile bir de Sidi Osman’ın kardeşi Sidi Hamdan’ın -adı pek hatırıma gelmiyor fakat İspanyol- bir uşağı Yakup’tan intikama kalkıştılar. Fakat bir iş beceremediler. Yakup bunların ikisini de yakalayıp kafalarını kesmeye hazırlanmıştı. Nasılsa Sidi Osman’ın eski bendelerinden bir adam kendilerini kurtardı. Yani Yakup’un hapsinden kaçırdı.”
Sidi Hamdan’ın uşağı olan İspanyol’un ismini hancı bilmediği cihetle, Hasan’a haber verememiş idiyse de biz bu hikâyenin yazarı olmak sıfatıyla okuyucularımıza haber verebiliriz ki bu İspanyol, Hasan Mellah’ın haydutlar gemisinde tesadüf etmiş olduğu Alonzo’dur. Hoş, ihtimal ki bunu Hasan da bilir ya? Yusuf Nişâr’ı mutlaka bilir. Çünkü Yusuf Nişâr, Hasan’ın kundağını kucağında gezdirip büyüdüğü zaman dahi dizleri üzerinden indirmediği bir adamdır. Hasan hancıyı sorgulamaya devam etti.
Hasan: “Bu iki intikamcı kaçtılar ha?”
Hancı: “Hayır, kaçamadılar, onları kaçırdılar.”
Hasan: “Neyse, şimdi acaba bu Yakup el Deca’nın, bahsi geçen Yusuf Nişâr gibi başka dostları daha yok mudur?”
Hancı: “Vallahi pek bilemem. Lakin şimdi zaptiyelik etmekte bulunan Akrep isminde bir herif vardır ki o da Sidi Osman’ın kölelerindendir. Sidi Osman’ın kölelerinin, efendilerinden gördükleri nihayetsiz nimetin hakkı olarak mutlaka intikam sevdasında olacaklarını kestirebilirim. Hem bizim nemize lazım? Artık bu lakırtıyı bırakalım, şayet bir işiten olursa belasını çekeriz.”
Hancı şu son lakırtısıyla gösterdiği ihtiyatı, en evvel göstermek lazımdı. Lakin herif feleğe bel bükmez, hür kimselerden bulunduğu için, ta Akrep’in ismini verinceye kadar bu ihtiyata lüzum görmeyip ondan sonra kim bilir ne gibi düşüncelerden dolayı lakırtının önünü kapattı.
Hasan bu Akrep’in kim olduğunu ve babasına ne kadar muhabbetli kölelerden bulunduğunu bildiği cihetle onun ismini almaktan derecesiz memnun olmuştu. O geceyi bu hâl ile geçirdi. Ertesi sabah hükûmet konağına gidip sora sora Akrep’i buldu. Hatta Akrep’e kendisini tanıttırmaya dahi lüzum kalmadı. Herif velinimetzadesini derhâl tanıyıp gözleri yaş ile dolduğu hâlde bir kenara çekerek ne cesaretle oraya gelmiş olduğundan bahse kalkıştı. Hasan nasıl bir karar ile geldiğine dair pek kısa bir bilgi verip Akrep’i o akşam hana davet etti.
Bunlar handa yiyip içtikten sonra Hasan, Yakup el Deca’da olan babasının hakkını başka türlü almak mümkün olamayacağından bahisle, şeran ve örfen hakkı olan intikamı kendisi almak lazım olduğunu ve bu yolda ise en sadık hizmetçisinin yardımına muhtaç bulunduğunu anlattı. Hâlbuki Akrep’i intikama sevk için bu kadar söze gerek dahi yoktu. Herif velinimetinin katilleri aleyhine diş bilemekte olduğu için Hasan’ın teklifini derhâl kabul etti. Bunlar o gece işe nasıl girişeceklerini konuştular, kararlaştırdılar. Ertesi günü yine birbiriyle buluşup müzakereyi tekrar ederek o akşam dahi handa birlikte yemek yediler. Hasan adam öldürmek için gereken edevatı daha gündüzden tedarik etmişti. Akrep ise zaptiye bulunmak hasebiyle zaten silahlı olmakla güneşin batışından üç saat kadar sonra ikisi birlikte kalkıp sokağa çıktılar.

Beşinci Bölüm
Yakup el Deca’ gibi bir herifin düşmanları düşman oldukları gibi, dost zannettiği adamların dahi böyle kolaylıkla ele geçirmiş olduğu bir servetin gıbta-keşleri olacağı, pek küçük bir düşünme ile malum olur. Dolayısıyla Yakup, can güvenliğini sağlamak için memleketin subaşısı, yani zaptiye memuru olan zata emir vererek her gece şehir içinde dolaşmak için çıkarılan üç kol zaptiyenin bir kolunu, sabaha kadar kendi konağı etrafında gezdirip dolaştırıyordu.
Akrep ile Hasan Mellah konak civarına kadar geldiler. Bir çeşme başında durup etrafa kulak verdiler. Koldan ses seda yoktu. Hasan Mellah hemen ileriye gidilmesi fikrindeydi. Akrep ise koldan bir haber almayınca ileriye varılmamasını tercih etti. Bunlar şu sohbettelerken sokağın alt başından silah şakırtıları ve ayak patırtıları işitilip kolun geçmekte olduğu anlaşıldı. Bunlar, kol geçer geçmez sıkıca yürüyerek kola yaklaştılar ve kırk elli adım kadar arkaları sıra gidip tam kolun hangi sokaklardan dolaşarak konağın etrafını dolaşacaklarını anladıktan sonra gerisin geriye dönerek doğru Yakup el Deca’nın kapısına gelip çaldılar. Kapıcı kapıyı açıp içeriye bir zaptiye ile som sırma içinde bir zat girdiğini ve kendi söylediklerine göre bunların şah tarafından geldiğini anlayınca divanhaneye kadar çıkmalarına engel olmadı.
Hasan, kapıcının kendisini tanımasından pek korkmuş idi. Ancak herif, ihtiyar ve bunak bir şey olduğu için iki gün evvel gelen bir adamı gece hâliyle tanımadı.
Akrep ile Hasan yukarıya çıktılar. Yakup henüz haremine girmeyip pek sevdiği dostu Dominico Badia, yani mahut Pavlos oturmuş, satranç oynuyorlardı. Akrep, Hasan’a “Sen dur! Beni ve özellikle kendini muhafaza et.” diye kulağına fısıldayıp odanın kapısına doğru doğruldu ve kapı önünde bulunan uşaklara Hasan’ın şah tarafından gelip Yakup huzuruna gideceğini ve fakat bunun için evvela Yakup’tan izin alınmasını söyledi.
Uşak, Yakup’un huzuruna girerken Zaptiye Akrep dahi arkası sıra sokulmuştu. Uşak, tam izin alıp da gelenleri huzura sokmak için gerisine döner dönmez omzu üzerinde şimşek gibi bir ateş parlayarak kıyamet gibi bir şey patladığını görünce dizleri üzerine yığılıp kalmıştı. İlk tabancayı müteakip Akrep bir tabanca daha atıp dışarıdan uşaklar hücum ederken kendisi dahi dışarıya fırlamak azmine müsaraat gösterdi. Bu aralık Hasan dahi hançerini çekip hücum etmişse de biçare Akrep’in oda kapısı eşiğinde leşini gördü.
Uşaklar, artık ruhsuz kalıbı kalmış olan Akrep’i hâlâ hançerliyorlardı. Hasan’ın “Ne yapıyorsunuz. Yakup el Deca’ için bu suikast sultanın emri ile vuku buldu. Ben saray tarafından gelmişim.” demesiyle, bu “sultanın emri” ve “saray” sözleri uşaklara bir perişanlık verdi. Hasan ise oda içine göz gezdirip Yakup’un mum iskemlesi üzerine leşinin yuvarlanmış olduğunu görmüştü. Bu telaş arasında ve fakat hançeri elinde olarak merdivenden indi. Akrep için ağlayarak kapıdan çıkıp güya sultanın sarayına dönüyormuşçasına rahat rahat hana döndü.
Hasan için o gece şehirden çıkmak vacipti. Ancak hancıya vesaireye kötü bir fikir vermemek için telaş göstermedi. Kendisi yatağında yatmakta olsun, o gece Yakup el Deca’nın uşakları, efendilerinin başını kendi elleriyle kesip güya saraydan gelen memur işin bu cihetini unutmuş da onlar ifa ediyorlarmış gibi usulü ile tabağa koyarak saraya götürdüler. Bir de sarayın büyük memurları tarafından Yakup el Deca’ hakkında öyle bir emir verilmediği beyan edilince herkeste bir şaşkınlık oldu fakat bazı çabuk kavrayışlı kimseler kazara vurulan zaptiyeyi gözden geçirip ve onun o gün kim ile görüştüğünü araştırarak üstü başı temiz ve bir handa misafir kalan güzel yüzlü bir adam ile görüştüğünü haber almalarıyla ve Yakup el Deca’nın uşakları dahi bahsi geçen zaptiyenin, yine bu adamla konağa gelmiş olduğunu beyan etmeleriyle hemen hanları araştırmaya adamlar çıkardılar. Bir adam dahi Hasan’ın ikamet ettiği hana gelmiş ve hancıyı uykudan kaldırıp misafirini ve misafirler içinde filan kılıkta bir adam olup olmadığını sormuştu. Gece yarısı uyku sersemliğiyle uyanan hancıya meram anlatmak pek güç oldu. Bereket versin ki güç oldu. Zira hancı “Ne istiyorsunuz? Kimi istiyorsunuz, niçin istiyorsunuz?” diye sözü uzatması cihetiyle gelen adam Yakup el Deca’nın hile ile vurulduğuna varıncaya kadar izahat vermeye mecbur olunca hancı Hasan’ın önceden Yakup hakkında sormuş olduğu suallerden işi anlamış ve hâlbuki o dahi Yakup’un velinimeti demek olan Sidi Osman’ı eşkıyaca öldürerek malıyla kibarlaşmış olmasına patlayıp yanan hasetlerden bulunmuş olduğu cihetle “Bizim hana öyle adam gelmez. Burada öyle adam yoktur!” diye bir türlü kapıyı açmamıştı.
Gelen memuru böylece defettikten sonra, hemen Hasan’ın yanına gidip “Çok söz söylemeye gerek yok. Hayvanınızı hazırlamaya gidiyorum. Borcunuz tahminen dört talere vardı. Bir yandan paraları veriniz, bir yandan kaçıp başınızı kurtarmaya bakınız. Zira işi anladım ki memleketi bir beladan kurtardığınız için memnun da kaldık!” dedi. Ve Hasan ona karşılık olarak tebessümden başka bir hâl göstermeyip, herifin hizmetinin mükâfatı olarak da beş on altın verip atına binerek han kapısından çıktı.
Meğer gelen adam han kapısından defolduğu zaman hükûmete gidip filan handa şüphesi var ise de hancıya kapıyı açtıramadığını söylemiş ve gereğine göre zora başvurulmasına dahi müracaat edilmek için yanına beş on adam katarak tekrar gönderilmiş imiş. Hasan kapıdan çıkarken gelen adamlara tesadüf etti ve içlerinden birisi o gün Hasan’ı, vefat eden Akrep ile beraber gördüğü cihetle tanıyarak “İşte aradığımız adam budur!” demesiyle beraber zaptiyeler silaha sarıldılar. Bir iyisi ki şehir içindeydi. Hasan asla telaş göstermeyip ve vakit de kaybetmeyip atı üzengileyerek arkasından silahlar patlamış olduğu zaman o da sokağı dönmüş bulundu.
Biz fikrimizi Hasan ile beraber şehirden çıkardığımız için Hasan’dan sonra hancıya ne yaptıklarını bilemeyiz. Bildiğimiz şey şu ki Hasan şehrin dışına fırladığı zaman, eğer Tanca yolunu tutacak olursa arkasından geldikleri takdirde mutlaka kendisinin Tanca’ya doğru kaçacağına inanacaklarını düşünerek atının dizginini Melile yönüne çevirdi. Gerçi Hasan’ın bu hesabı pek akıllıca bir hesaptı. Ancak durum Fas padişahına aksedip de takibe adam çıkarılması kararlaştığı zaman Hasan’ın ya Tanca’ya ya Melile veyahut çöl tarafına, yani bedeviler içine kaçacağı hesap edilmiş olduğundan şu üç cihete kol çıkarmışlardı.
Takibe çıkan atlılar Hasan’dan ferah ferah bir buçuk saat sonra ancak çıkabilmişlerdi. Fakat Hasan hayvanı pek zorlar ise belki hayvanın da yoldan kalacağı hesabıyla dörtnala gitmekte bulunmasından ve takibe çıkanlar ise yanlarında bulunan yedek hayvanlarına dahi güvenerek alabildiklerine sürdüklerinden Hasan her beş on dakikada bir arkasına baktığı gibi öğle vakitlerinde yine bakınca bir saat kadar mesafeden birkaç atlı tozu belirmekte olduğunu gördü ve bunların kendisini takibe gelenler olmaması ihtimali de aklına gelmiş idiyse de şayet takipçiler ise yakayı ele vermemek için hayvanını mahmuzlayıp o da sürati arttırdı.
Hasan hayvanın o kadar süratiyle bir saat kadar gittikten sonra arkasına bakarak evvelki gördüğü tozlardan eser göremeyince “Mutlaka beni takibe gelenler değil, herhâlde yolcularmış.” diye hem müsterih olmuş hem de hayvanını yolunu yine kesmişti. Lakin bir çeyrek kadar sonra tozların değil atlıların bile daha yakından takibe gelmekte bulunduklarını anlayarak artık var vaktiyle kaçmaya başladı. Bu defa dahi süvarileri gözden kaybettiyse de süratini bozmayıp bir müddet daha devam etti.
Gerçi altındaki hayvan cins idi. Lakin bu kadar sürate cins hayvan dahi tahammül edemeyerek biçare hayvan acizlik göstermeye başladı. Eğer gündüz devam etmiş olaydı ihtimal ki Hasan yakayı ele verirdi. Bir iyisi ki akşam yaklaşıp biraz sonra da ortalık karardığından gecenin karanlığı içinde dost da düşman da gözden kayboldu.
Kaçışı esnasında çocuğun gönlünden geçenleri burada tasvir etmek pek de mümkün değildir. Zira yakayı ele verdiği hâlde başına gelecek eziyeti düşündükçe kendini kaybetmek derecelerine geliyordu. Böyle bir hâlde bulunan bir çocuğun yüreğinden neler geçmez ki hatta kaydı mümkün olabilsin?
Saat üçten[25 - Güneşin batışından üç saat sonra. (e.n.) 151] sonraydı ki Hasan artık hayvanda güç ve takatin kesilmiş olduğunu görerek indi ve hayvanı yedeğine alarak yavaş yavaş yürümeye başladı. Yarım saat kadar bu suretle yürüdü. Bir de bu aralık pek yakın yerden dörtnala giden atların ayak patırtılarını işitmesin mi? Dondu kaldı, atlılar geldiler çattılar. “Gitse gitse Melile’ye gider, ona da dört beş saatlik mesafe kaldı. Haydi sürelim.” yollu birkaç ses dahi işiterek bütün bütün aklı başından gitmişti!..
Çok şükür Cenabıhakk’a ki gece karanlığı cihetiyle herifler Hasan’ı göremediler. Hasan bunların tuttukları istikamete dikkat ederek o istikametin doğruca Melile’ye varacağını anladıktan sonra kendisi biraz daha sağ tarafına istikametini çevirerek Melile’nin alt tarafından sahili bulmak azmine düştü.
Herifler tam uzaklaştıktan sonra Hasan daha ziyade bir istirahatle yaya olarak yoluna devam etti. Bu suretle gide gide ta sabaha kadar gitti. Açlık ve uykusuzluk canına işlemişti. Lakin artık arkasından takip edip duran beladan kurtulmuş olduğu emniyeti, yine yolda devam etmeye kuvvet veriyordu.
Meğer Melile tarafına giden herifler birkaç saat sonra oraya varmışlar. Derhâl edilmesi mümkün olan araştırmayı yapıp Hasan’ın oraya gelmemiş olduğunu anladıktan sonra, içlerinden birisi belki ertesi gün gelirse hemen yapılması emredilen görevi yerine getirmek üzere Melile’de kalıp diğerleri dahi Melile’nin alt tarafında bulunduğunu yukarıda haber vermiş olduğumuz liman tarafına yönelmişler. Zira o limanda yaz kış bazı gemilerin eksik olmayacağı umulur idi.
Tam sabah olarak güneş dahi henüz kış güneşi olmak üzere mahzun mahzun doğmuştu. Hasan artık oldukça dinlenmiş ve yalnız açlık ızdırabını çekmekte bulunmuş olan hayvanın üzerine binip eştirmekte[26 - Eşmek: At hızlı gitmek. (e.n.) 152] bulunmuştu. Bir de bu kere sol cihetten ayrılmayan gözleri uzaktan uzağa birbiri ardınca gelen sekiz on atlıya ilişmesin mi? Bunları derhâl tanıdı. Kendisi dahi hayvanı dörtnala kaldırdı. Hayvan ilk hızıyla yıldırım gibi giderek Hasan atlıları yine gözden kaybetmişti. Ancak bu defa süratini hiç bozmadı. Gitti, gitti, uzaktan iç açıcı bir alan gibi bakışları süsleyen deniz Hasan’ın yüreğine daha da kuvvet vererek hele limanın içinde bir ufak gemi görünce bütün bütün gayreti artıp hayvanın olanca süratini koşuyordu. Çünkü bu geminin Pavlos Kumpanyasına ait gemilerden olduğunu dahi ümit etmek Hasan için aşikâr idi.
İşte bu hızla giderken deniz kıyısına varınca denizin çalkalanmasından meydana gelen iki buçuk arşın yüksekliğindeki yardan aşağıya tekerlendiği ve kendisi hayvanın altında kaldığı cihetle zavallı çocuk, kendisinden geçip gitmiş ve bu baygınlıktan gözlerini açtığı zaman da kendisini o korsan gemisinde bulmuştu.
(Dördüncü Kitap’ın Sonu)

BEŞİNCİ KİTAP

Birinci Bölüm
Bundan evvelki kitapta biz Hasan Mellah’ın, Fas macerasını yazarken biçare çocuk nerede ve ne hâldeydi hatırınızda tutuyor musunuz? Pavlos haini canını almaktan daha beter demek olan cananını kapıp ufuklarının genişliğini bakışların kavrayamadığı bir deniz üzerine çıkmış olduğu cihetle Hasan dahi arkasından takip ederek deniz üzerine çıkmış ve fakat ne tarafa gideceğini bilemeyerek hayret içinde kalmıştı. Hele bu aralık bir an oldu ki Hasan, hayretle beraber kederli bir ümitsizliğin dahi etrafını almış olduğunu gördü. Zira ta denize çıkıncaya kadar asla hatırına gelmemiş olduğu hâlde denize çıktıktan sonra Pavlos’un belki Cuzella’yı denize çıkarmayıp ya şehir içinde saklamış veyahut karada bir yere götürmüş olması ihtimali hatırına geldi. Hasan’ın durumunda ve yerinde bulunan bir adam için bu ihtimal ümitsizlik ve keder verecek bir ihtimal değil midir? Hele çok şükür ki Pavlos’un İspanya devletince ele geçtiği anda cezaya çaptırılacak bir adam olması dahi o an hatırına gelerek, ortada şöyle bir mâni varken onun denizden başka kendisine bir sığınma yeri bulamayacağına hükmederek çocuk biraz teselli buldu. Hatta Hasan takip ettiğine mutlaka yetişmek yolunu bulmak için hayretini dahi defe çalışarak bu yolu düşünmeye başladı. Buldu mu?
Kesin olarak bulamadıysa da yakin[27 - Yakin: Şüphesiz, sağlam ve kati olarak bilmek. (e.n.) 153] olsun hasıl etti. O gece esen rüzgâr, güneybatı rüzgârı olduğundan düşmanı şayet Fransa kıyılarına daha evvel varabileceği hesabıyla, bu rüzgârı pupaya alarak o tarafa yönelmiştir, diye rüzgârı pupasına alıp kuzeybatıya doğru dümen doğrulttu.
Elindeki gemi fena bir gemi olmadığı cihetle yıldırım gibi gidiyor idiyse de Hasan’ın içi içine sığmadığından güverte üzerinde bir aşağı beş yukarı gezinerek o kadar göğüsler geçiriyor, o kadar şiddetli soluklar alıyordu ki görenler, güya nefesini dahi yelkenlere doldurup geminin bir kat daha süratine çalışıyor zannederdi. Bu süratle sabaha kadar yola devam etti. Ancak sabah vakti güneşin doğuşuyla beraber rüzgâr düşüp doğduktan sonra da bir daha evvelki şiddetini bulamayınca Hasan’ın ümitsizliği yine baş gösterdi. Kâh önünde giden düşmanının da havasını kaybederek kaçış hızının azalmış olacağını hesapla yüreğine ümit ve rahatlık vermeye çalışıyordu kâh eğer düşmanı akşamüzeri hareket etmiş ise şimdiye kadar Fransa kıyılarını bulmuş olacağı hesabıyla ümitsizliğini arttırdıkça arttırıyordu. Rüzgâr ise gittikçe düşmeye başladı. Düştü, düştü, nihayet öğle vakitleri bütün bütün düşmek şöyle dursun, bir ince kuzey rüzgârı dahi esmeye başladı ki Hasan’ın ümidini bütün bütün bu rüzgâr kesti.
O saatte Hasan, Korsika Adası’nın batı ciheti adalarını görüyordu. Esen rüzgâr ile ileriye gidilmek mümkün olduğunu görünce ve hiç olmazsa Korsika’ya yanaşılması hakkında geminin ikinci kaptanı tarafından dahi tavsiyeler alınca doğu cihetine alabanda edip geminin iskele tarafından gelen ince rüzgârla üç saat sonra Ajaccio Körfezi içine girdi.
Ajaccio dediğimiz yer Korsika Adası’nın merkez vilayetidir. Gemi limanda demir atmak ve diğer hizmetleri yapmak ile meşgul iken Hasan Mellah birinci kamaraya inip ayağına lacivert kadifeden yapılmış dar bir pantolon ve üzerine yine dar mintan ve beline ipekli bir kırmızı kuşak ve ayağına güzel bir çift çizme ve başına İspanyol biçimi bir sivri şapka uydurarak kısa ve hafif bir İspanyol paltosunu dahi omuzlarına alıp güverteye çıktı. Ve ikinci kaptanı huzuruna çağırdı. Kaptan gelip de hâlâ geminin birinci kaptanı zannettiği zatı İspanyol asilzadelerine mahsus bir tavır ve kıyafette görünce yılışarak:
Kaptan: “Arkadaş, maşallah kıyafeti yerine koydunuz.”
Hasan: (tavır ve vakarını bozmayarak ve elinde bulunan bir bayrağı kaptana verip) “Şunu randa serenine[28 - Randa sereni: Geminin en gerisindeki yan yelkenin çekildiği direk. (e.n.) 154] çekmeli.”
Kaptan: “Bu ne?”
Hasan: “Pavlos Kumpanyası’nın bayrağı. Kıçtaki bandıra gönderine de İspanyol bayrağını çekiniz.”
Bu emir üzerine kaptanın biraz şaşırmasıyla Hasan bütün bütün meramını izah ederek:
Hasan: “Bu gemi Pavlos Kumpanyası’na aittir. Kumpanyanın üçüncü azası Pavlos dahi işte yanınızda bulunuyor. Sizi birinci kaptan atıyorum. Bugüne kadar kılavuz bulunan Lorcio’yu dahi yerinize ikinci kaptan tayin ettim. Emirlerime büyük bir itaatle beni memnun edersiniz, başka güne mükâfat dahi görürsünüz.”
Şu lakırtı üzerine kaptan teşekkür alameti göstererek Hasan’a boyun eğmekten başka bir şeye bakmayıp durum Lorcio’ya da bildirildi. Hasılı, gemide bulunanların çoğu Hasan’ın kim olduğunu tanıdılar. Dolayısıyla gemi limana girerken Hasan’ın emri gereğince randa sereninde Pavlos Kumpanyası’nın beş renkli bayrağı ve kıçındaki sancak gönderinde dahi İspanya sancağı dalgalanırdı.
O aralık Fransa tarafları, biraz değil, gereği gibi karışık olduğundan ve karışıklığın sebebi ise İtalya ile İspanya bulunduğundan o taraflardan gelen gemileri daha dikkatle gözden geçirirlerdi. Dolayısıyla liman nezareti tarafından derhâl bir sandal inip Hasan’ın gemisine geldi ve sandaldan çıkan zabit, önce geminin pasaportunu sormuştu. Hasan kendisinin Pavlos Kumpanyası’nın üçüncü hissedarı Faslı Hasan Mellah bin Sidi Osman olduğunu haber verip buna dair elindeki evrakı dahi gösterince ve yalnız seyir ve seyahat için o taraflara geldiğini haber verince zabit artık pasaport istemekten vazgeçtikten başka, Hasan Mellah’ın gelişini tebrik etmeye dahi girişti. Çünkü Pavlos Kumpanyası’nın Akdeniz kıyılarında bulunan çoğu devletler tarafından birçok imtiyazları olup bu kumpanyanın politik işlerine dahli olan muamelelerde bulunması değil hatta gümrük hükümlerinin dışında bir denk kaçak malını kabul etmesi dahi görülmüş değildi (Bizim mahut fesatçı Pavlos’un bunca başarılarını kolaylaştırmış olan sebeplerin birisinin de Pavlos Kumpanyası’nın şu meziyeti olduğuna şüphe mi edilir?).
Liman zabiti Hasan’ın yanından ayrılıp da liman idaresine gittikten yarım saat kadar sonra, liman sandalı tekrar belirip bu defa dahi miralay rütbesinde bulunan ve liman reisi olan Ajaccio’nun bizzat gemiye gelmekte bulunduğu anlaşıldı. Reis geldi. Hasan Mellah, kendisini iskele başında karşıladı.
Reis: “Efendim, limanımıza teşrif buyurmanız bizim için pek büyük şeref olduğundan, bu şeref üzerine hasıl olan memnuniyetimi bizzat arz etmeye geldim.”
Hasan: “Demek oluyor ki kumpanyamıza ve gemimize ve bilhassa bendenize şeref vermeye gelmişsiniz. Hepimiz adına lazım gelen teşekkürü arz ile kendimi müftehir[29 - Müftehir: Bir şeyi övünç bilerek onunla sevinen, övünen, iftihar eden. (e.n.) 156] sayarım.”
Gerçi reis, Korsika’ya mahsus olan İtalyan, İspanyol ve Fransız lisanlarının karışımı bir dil kullanıyor idiyse de meramını Hasan pekâlâ anlıyordu. Hasan’ın düzgün İspanyolcasını da reis anlamakta zorluk çekmiyordu.
Yukarıdaki sözler üzerine el ele verip kamaraya indiler. Ve orada kamarotun takdim ettiği tatlıdan ikisi de aldıktan sonra yine söze başladılar:
Reis: “Doğrudan doğruya buraya doğru mu hareket buyruldu?”
Hasan: “Hayır, Cartagena’dan kalktım, Marsilya’ya doğru gidecektim. Yolda hava değişti. Gerçi kuzey rüzgârıyla dahi yolumda devam ederdim ama artık kaptanlar burayı tavsiye ettiler. Ben de uygun gördüm.”
Reis: “Öyleyse kaptanlar dahi tavsiyelerinde pek isabet etmişler. Limanımızı gelişinizle şereflendirdiniz.”
Hasan: “Cartagena’da haber aldığıma göre bizim kumpanya azasından bir zat daha yine buralara seyahate çıkmış. Kendisine tesadüf etsem pek memnun olacağım!”
Reis: “Biz haber alamadık efendim.”
Hasan: “Demek oluyor ki buraya uğramadı.”
Reis: “Hayır efendim, uğrasaydı mutlaka haberdar olurduk.”
Hasan Mellah bu suali o kadar şen bir tavırla sormuştu. Reis verdiği cevabı üzüntüyle verip güya “Ahbabınıza, arkadaşınıza tesadüf edemediğinizden dolayı ben de üzüldüm!” demek istiyor gibi bir tavır göstermişti. Biz Hasan Mellah’ın o arkadaşı, ne fikir ne mecburiyet üzerine aradığını bildiğimiz için liman reisinin gösterdiği tavra hayret edebiliriz ama herifin hâlden haberi olmadığı dikkate alınırsa bu hayrete gerek kalmaz.
Liman reisinin Hasan’a bu derece tevazu göstermesi, yalnız Pavlos Kumpanyası’nın özel imtiyazlarından kaynaklanmıyordu. Bu kumpanya azasının fevkalade zengin adamlar oldukları ve alicenap dahi bulundukları meşhur olmakla ve o zamanlar ise güzel hediyelerin takdim ve kabulü Avrupa’ca dahi yürürlükte bulunmakla, liman reisinin tevazularının bir miktarı dahi Hasan Mellah’a hoş görünerek adet gereği alacağı hediyeyi ziyadesiyle almaktı. Bu durumda gösterdiği nezaketli davranıştan Hasan gerçekten de hoşlanıp reis giderken pek ziyade iltifatlarla gönderdiği gibi, ertesi gün de bin talerlik bir açık bono tanzim ederek tercüme edilmiş bir örneği aşağıda olan mektuba iliştirip liman reisliğine gönderdi.
(mektubun örneği)

Efendim hazretleri,
Kamarotumuz Cartagena’dan pek tedariksiz çıkmış olduğu cihetle size bir miktar İspanya şarabı ve bu türlü başka İspanyol mahsulleri takdim edememekte ne kadar mahcup kaldığımı tarif edemem. Ancak bu borcun aynen olamazsa da bedelen olsun ödemeye mecbur olduğumdan ilişik bonoyu takdim ve lütfen kabulünü pek ziyade rica ederim
    Hasan bin Osman Pavlos
Liman reisinin, zikrettiğimiz bin taleri lütfen değil, belki memnunen kabul etmiş olduğuna şüphe etmeyiniz. Bu hediyenin teşekkürünü ifa etmek için bir gün sonra Hasan’a bir vizite daha vermiş, bu vizitede karaya çıkıp çıkmama konusunda Hasan’ın fikrini sormuştu.
Hasan: “Vallahi efendim, memleketinizi ziyaret etmeyi pek ziyade arzu ediyor isem de… Ne diyeyim?”
Reis: “Efendim, iki gündür şehrimizde teşrifinizden başka havadis yok. Hatta valimiz bulunan zatın sizinle edeceği görüşmeyi bir ziyafette etmek arzusunda bulunduğu bile işitildi.”
Hasan: “Aman efendim, ben öyle ziyafetlerde, filanlarda bulunmaya nasıl cesaret edebilirim? Yabancı bir adamım. Her hâl ve hareketimde bin gariplik görülür. Pek çok kusurlarımla cemiyete sıkıntı veririm zannederim.”
Reis: “Bu yolda gösterdiğiniz özürlere bin estağfurullah çeksem azdır. Bendenize kalsa bugün valimiz nezdine giderek bir vizite verseniz ve onu da iade-i ziyarete mecbur etseniz de ondan sonra ziyafette ahbapçasına bulunsanız fena olmaz.”
Reisin konuşmasından anlaşıldığına göre, kendisi âdeta bu sözleri söylemek için vali tarafından görevlendirilmişti. O zamana göre Korsika’da Fransa devleti tarafından vali bulunan zatın, ilk defa olarak bir ticaret kumpanyası azasına vizite vermesi hükûmetin şanına elvermeyeceği cihetle, vizitenin önce Hasan tarafından verilmesi istendiği de anlaşılıyordu. Hasan reisin teklifini kabul ederek ne zaman vizite kabul edebileceğini validen sordurduktan sonra bir pazar günü birinci kaptanı da yanına alarak karaya çıktı ve hükûmet dairesine gidip vali ile görüştü.
Vali, henüz yirmi sekiz otuz yaşlarında, genç ve güzel bir zat olup Hasan’ı valilik şanının kaldıramayacağı kadar nezaket ve tevazunun üstünde bir tevazuyla kabul etti. O gün cereyan eden sohbet nereden gelinip nereye gidildiğinden, filandan ibaretti. Hatta fevkalade olarak vali tarafından “Efendim, memleketimizde birkaç gün ziyade oturmanız, cümlemiz için büyük bir memnuniyete vesile olur.” tarzında iltifatlı bir söz bile söylenmişti.
İşbu vizite gününden bir gün sonra vali cenapları dahi limanda demirli bulunan bir beylik geminin sandalına binerek ve yanında bu geminin ümerasından[30 - Ümera: Yüksek rütbeli zabitler. (e.n.) 158] mevcut olduğu hâlde Hasan Mellah’ın gemisine gelip vizitesini iade etti. Hasan Mellah da gerekli hazırlıkları yapmış olduğu için valiye lazım gelen ikramdan geri durmadı.
Gerçi şu hâller kendisini sıkıyordu. Pavlos’tan bir haber alamadığı için içi içine sığmıyordu. Ancak mensup olduğu kumpanyanın hakkı bulunan riayetlerin, hürmetlerin ceremesi olarak bu azabı çekmeye mecbur idi. Bari yalnız şu vizitelerle iş bitmiş olsa yine Hasan’ın canına minnetti. Ancak vali o aralık Hasan’ı bir de akşam ziyafetine davet etti ve bu ziyafetin çarşamba günü akşamüzeri vuku bulacağını bildirdi ki cümleden ziyade bu davet Hasan’ı sıktı.
Ziyafet akşamının gelişine kadar Hasan Mellah memleketin içine birkaç defa gezmeye çıkıp memleketin kibarından birkaç zatın daha vizitelerini kabul etmiş ve onlara dahi vizitelerini iade etmişti. Nihayet çarşamba akşamı gelmekle ve geminin birinci kaptanı dahi davetli bulunmakla, Hasan kaptanı da yanına alarak valinin konağına gitmek için karaya çıktı.

İkinci Bölüm
Hasan Mellah ziyafete yine her günkü elbisesi, yani Ajaccio Limanı’na girdiği zaman giymiş olduğu İspanyol kıyafeti ile gelmiş ve kaptan dahi birinci kaptanlığa mahsus olan üniformasını giymişti. Valinin konağına, yine vali tarafından gönderilmiş olan bir araba ile gidip tam kaptan girince valinin kethüdası makamında bulunan zat kendisini merdivende ve vali dahi misafirlere mahsus bulunan salon kapısında karşıladı.
Salon içinde üç dört kadın ile beş altı tane de erkek bulunup Hasan vali ile selamlaştıktan sonra, erkeklerden, evvelce görüşmüş olduğu beylik geminin birinci kaptanı ve Ajaccio askerî fırkasının kumandanı ile dahi selamlaşıp sonra vali cenapları Pavlos Kumpanyası’nın Ajaccio’da acenteliği hizmetini eden Fouillier namındaki muteber tacirini Hasan’a takdim etti. Hasan bunların cümlesine büyük bir nezaketle karşılık vererek vali cenapları çocuğu kadınların huzuruna götürüp “Pavlos Kumpanyası’nın üçüncü azası Hasan Mellah Hazretleri’ni takdimle iftihar ederim.” yollu sözlerle takdim ettikten sonra dört kadından birisi kendi eşi olmak ve diğerini yengesi bulunmak, birisi başkâtibinin ve diğeri de Fouillier’nın zevcesi olmak üzere tavsiye etti ki Hasan bu kadınlara erkeklerden ziyade hürmet ve tazim ile mukabelede bulunup sonra kendisi de gemisinin birinci kaptanını kadınlara takdim etti.
Böyle mevcut şahısları bir diğerini tanımış olan topluluklarda herkesin aralık buldukça göz kuyruğuyla olsun birbirine bakıp ahval ve eşkâline dikkat ettikleri malumdur. Herkes birbirine ve çoğu da Hasan’a baktıkları sırada, Hasan da hiçbirisi küçümsenemeyecek olan kadınları gözden geçiriyordu.
Valinin kendi eşi pek genç ve güzel olduktan başka pek şen, neşeli, fıkır fıkır kaynar bir işvebaz idi. Yengesi olmak üzere tavsiye edilen kadın ise otuz yaşında kadar ve gereği gibi güzel bir şey idiyse de güya kırk yıldan beri hasta bulunurmuş gibi yüzü pek sarı, ziyadece zayıf ve daima gülmez bir kadın idi. Başkâtibinin karısı, güzellikte yenge hanımdan daha aşağı idiyse de şen oluştan yana valinin zevcesini de geçiyordu. Madam Fouillier ise hepsinden güzel ve fakat gayet ağırbaşlı bir kadın olarak görünüyordu.
Dereden tepeden biraz lakırtı edildikten sonra hep beraber sofraya oturuldu ki bu hâlde vali Hasan’ın karşısında, valinin karısı Hasan’ın sağ tarafında, yengesi sol tarafında, başkâtibin karısı valinin sağ tarafında ve Madam Fouillier sol tarafında bulunup başka yerleri de erkekler zapt etmiştir.
Sofra başında cereyan eden sohbetin ilk bölümü İspanya’nın şarabından, meyvelerinden ve Pavlos Kumpanyası’nın büyüklüğünden, ehemmiyetinden filandan ibaret kaldı. Lakin salonun karşı cihetinde asılmış bulunan tam insan mikyasında bir resim Hasan Mellah’ı son derece meşgul ederek çocuk gözlerini bir türlü resimden ayıramıyordu.
Bu resim oldukça güzel ve Fransız sakallı bir şey olup Hasan Mellah’ın mutlaka görmüş olduğu bir adamın resmi idiyse de Hasan düşünür, bir türlü bunun kim olduğunu ve herifi nerede görmüş olduğunu hatırlayamazdı. Bir aralık resmi can düşmanı olan Pavlos’a benzetti. Çünkü sakalın uzaktan köse gibi görünmesi Pavlos’un sakalını andırıyordu. Lakin bu resmin sakalı köse olmayıp yanakları tıraş edilerek yalnız çeneden bırakılmış olduğuna dikkat edince bu fikirden vazgeçerek yine meşguliyette devam etti. Ancak Hasan resme o kadar gizli bakıyordu ki ettiği nazarlara kimse dikkat edemeyip nihayet valinin karısı Hasan’ı daima gözden geçirmekten hali kalmadığı cihetle o dikkat edebildi.
Valinin karısı: “Resme merakınız ziyade olmalı galiba. Pek de fena yapılmamıştır.”
Hasan: “Bendeniz ressam değilim ama güzel yapılmış resimleri pek lezzetle temaşa ederim efendim. Gayet güzel yapılmış bir resimdir. Eğer kim olduğunu bilsem belki temaşasından daha ziyade lezzet alabilirdim.”
Vali: “Ah efendim, kim olduğunu öğrenirseniz kim olduğunu öğrenen başka kimseler gibi sizin de yüreğiniz parça parça olur.”
Hasan: “Acayip!”
Vali: “Evet, bizim büyük biraderdir.”
Hasan: (yenge olmak üzere takdim olunan kadını göstererek) “Demek oluyor ki yenge hanımın eşi.”
Yenge: (büyük bir ızdırapla) “Evet efendim.”
Vali: “Evet, yengemin eşidir.”
Hasan: “Öyleyse bunda yürek paralanacak ne var?”
Valinin karısı: (işvebazane bir tavırla) “Yalnız görümcem hanımın değil, bütün ailemizin çektiği ceza kendi elinden oldu da efendim.”
Vali: “Evet efendim, biçare kara sevdaya uğradı mı, ne oldu, bir gece pederimi, validemi ve bir de kız kardeşimi öldürerek ortadan kayboldu gitti.”
Hasan: (telaşla) “Ne dediniz?”
Yenge: (şiddetli göğüs geçirerek) “Evet efendim, öyle olmuş.”
Hasan: “Çok şükrediniz ki size bir şey olmamış.”
Valinin karısı: (yine işvebazane) “Bir adam gerçekten deli olsa bile karısına bir şey yapabilir mi?”
Hasan: “İhtimal ya, efendim.”
Valinin karısı: “Hiç insan bunca vakittir muhabbetle alışık olduğu eşine…”
Hasan: “Hakkınız var efendim. Gerçi, el varamaz ama artık anasını, babasını, kız kardeşini kesmiş olan bir adam…”
Valinin karısı: “Ama eş daha başka bir şey değil midir ya? Tevrat’ta yazar ki insan eşiyle beraber bir vücut içinde iki ruh addolunur ve gerçi, siz Müslüman olduğunuz için belki Tevrat’ı okumamışsınızdır efendim.”
Hasan: “Biz Müslüman olduğumuz için Tevrat’ı görüp okumaya ve öğrenmeye borçluyuz bile. Fakat meramınızı şimdi anladım ve hakkı da sizde gördüğüm için teslim ediyorum.”
Hasan Mellah bu lakırtıyı söyledikten sonra valinin karısı yüzüne dikkatlice bir nazar eyledi ve kadının yüzünde bambaşka manalar ifade eder bir tebessüm görmesiyle bir de etrafa bakınca Madam Fouillier’yı kıpkırmızı, yenge hanımı sapsarı ve başkâtibin zevcesini ise gayet ferah bir hâlde buldu. Bütün bu hâller, valinin karısı tarafından söylenen sözlere, Hasan’ın verdiği cevaptan sonra vali karısının tebessümünden doğdu. Lakin bu hâller, o kadar çabuk cereyan etti ki erkekler ya farkına varamadılar veyahut vardılarsa bile konuşanın vali karısı olması, bu konuda herkesin de bir ferahlık duymasını ve hatta kahkaha ile gülmesini menetti.
Yemeğin sonlarına doğru valinin eşi, âlemde güzellik denilen şeyin İspanya ile Fas ve Cezayir tarafları halkına mahsus olduğundan bir bahis açıp bunu da Madam Fouillier’ya çarnaçar dinletiyor, kocası da durmadan kendisini tasdik ediyordu. Ancak Hasan bu esnada yenge hanım ile meşgul olduğundan vali karısının aşüftece anlattığı bahsi dinlemiyordu. Yenge hanım ile cereyan eden sohbeti şöyleydi.
Hasan: “Canım efendim, eşiniz hakkında edilen rivayet beni pek ziyade üzdü. Ancak meselenin izahatından mahrum kaldım.”
Yenge: “Verilen izahatı kâfi görmüş olsanız daha iyi etmiş olursunuz.”
Hasan: “Suallerimle size yük oluyorsam üzülerek istediğim izahattan vazgeçerim.”
Yenge: “Estağfurullah efendim.”
Kadıncağızın hâli gittikçe fenalaşarak ağzından bir laf alamayacağını anladıktan ve hâlbuki gördüğü resmin sahibini zihninde arayıp, tarayıp, nihayet haydutlar gemisinde tembellikten dolayı denize atılacak iken kendisinin kurtarmış olduğu Korsikalı olduğunu bulduktan sonra, bu konuda mutlaka izahat almayı ve bu işin içinde görünmekte bulunan sırlara vâkıf olmayı isteyerek, bu kere de yenge hanımın kulağına eğilip gizlice:
Hasan: “Sorduğumun sebebi var efendim. Zira ben bu resmin sahibini mutlaka bir yerde görmüşüm zannediyorum.”
Yenge: (derhâl yüzü başkalaşarak) “Aman, demeyiniz! Fakat yavaş söyleyip lafınızı kimseye işittirmeyiniz.”
Hasan: “Zararı yok. Eşinizi gördüm, hem de pek yakın bir zaman içinde gördüm.”
Yenge: (kim bilir ne gibi hissiyatın yardımıyla gözleri fırlayarak) “Kendisi sağ mıdır?”
Hasan: “Vefat etmiş olsa ben görebilir miydim ya?”
Yenge: “Canım efendim, affedersiniz. Lafımın zapturaptını şaşırdım.”
Hasan: “Müsterih olunuz ki sağdır.”
Yenge: “Öyleyse bana şimdi bir şey sormayınız. Sofradan kalkalım, konuşuruz.”
Nihayet bunların fısıltısı vali karısının merakına dokunup Hasan’ın kolunu dürterek:
Valinin karısı: “İki kişinin arasındaki gizli lakırtıya kulak vermek Hristiyanlığa sığmaz imiş ama…”
Hasan: “Hayır efendim, hanımı daha bugün görmekle müşerref olduğum hâlde ne gizli lakırtımız olabilir?”
Vali karısının bu defaki aşüfteliği, Madam Fouillier’yı kıpkırmızı değil, âdeta mosmor ve başkâtibin karısını ise büsbütün ferah eylemiş ve erkekleri dahi tebessüme mecbur etmiş idiyse de yenge hanımı utancından yerlere sokmuştu.
Hasan bu vali ailesinin hâline çok şaştı. Gerçi kendisi bir Fransız zamparası olsaydı, ihtimal ki bu aile yanında geçirdiği zamanı nimet sayardı. Fakat aldığı İspanyol terbiyesi ve anasından beraber doğduğu Müslümanlık ve Araplık tabiatları, böyle pek laubalice cemiyetlerden lezzet almaya mâni olduğu gibi, yüreğini yakmakta bulunan aşk ve iştiyak ateşi bütün bütün mâni oluyordu.
Neyse, sofradan kalkıldı. Yine ikamet salonuna geçildi. Kâh erkekler ve kâh kadınlar tarafından açılan lakırtılar üzerine bir hayli yavan sözler söylendiği esnada Hasan yine yenge hanımı bir tarafa çekerek:
Hasan: “Sizinle böyle gizlice konuşmamız görümcenizi, bilmem ne sebeple incitiyor. Hem bu hâlin sizi dahi sıkıntıya soktuğu görülüyorsa da zevcenizin düçar olduğu hâl hakkında bende dahi biraz malumat olup o malumatı size vermek gayretinde bulunduğumdan yine sizinle tenhaca söz söylemeye kendimde mecburiyet görüyorum.”
Yenge: “Görümcemin ne kıratta bir kadın olduğunu bütün dünya bildiği gibi siz dahi ilk görüşte anlamışsınızdır zannederim. Benim hâlimi de cihan bilir. Eğer görüşmemiz daha devam ederse siz de anlarsınız. Demek isterim ki görümcem benim hakkımda ne fikre düşse bana hiçbir kötü tesiri olamaz. Zaten ben içinde bulunduğum bu bela ve mihneti çeke çeke ölüp gideceğim. Sizden ricam, kocam hakkında almış olduğunuz malumatı bir an evvel zikrederek yaralı yüreğime biraz merhem vurmanızdır.”
Hasan: “Ah, ne fayda ki vereceğim malumat yüreğinize merhem olamayacaktır.”
Yenge: “Hayatta bulunduğu haberini verdiniz ya? Bu da bir merhemdir.”
Hasan: “İspanya kıyılarında gemi ile seyir ve seyahat ederken bir sahile çıkmıştım. Orada bir serseri adam huzuruma gelerek benden Allah için biraz akçe istedi. Gelen adamın yemek salonunda resmini gördüğüm kocanız olduğuna hiç şüphem yoktur.”
Yenge: (içini çekerek) “Ah, biçare İlia!”
Hasan: “Kim olduğunu sordum, bir korsan gemisi tarafından soyulup o sahile atıldığını söyledi, kendisini alıp gemiye getirdim. Beş on gün bende misafir oldu. Sonra benim bu taraflara ve özellikle de Fransız kıyılarına gitmem gerekince yanımdan ayrıldı. Kalmasını pek rica ettim, özür diledi.”
Yenge: “Elbette özür diler, elbette. Fransa toprağına girdiği gün boynu vurulacaktır. Siz kaynımın ‘Kara sevda getirdi.’ demesine inandınız mı? Ne kara sevda getirdi ne bir şey. Âdeta pederini, validesini ve bir de kız kardeşini öldürüp kanunen idamına hükmolundu. Kaçtı, gitti. O zamandan beri bir haberini alamadık.”
Hasan: “İyi… Bunları ne sebeple öldürdü?”
Yenge: “Sebebini mi soruyorsunuz? Şu Korsika valiliği yok mu, işte bu valilik, kocamın öldürmüş olduğu kız kardeşinin namusu pahasına babası tarafından satın alınacaktı.”
Hasan: “Aman, ne diyorsunuz?”
Yenge: “Ben ne dediğimi biliyorum. Terbiye dışı konuştuğum için affınızı rica ediyorum. Sizin çehrenizin hâlinde mertliğe, insaniyete delalet eder hâller gördüğüm için söylüyorum. Bir de kocamı görmüş ve hâlimize dair bir numune almış olduğunuz için söylüyorum.”
Hasan: “Bu gösterdiğiniz itimada nasıl teşekkür edeceğimi bilemem. Hatta düçar olduğunuz beladan dolayı, size yardımı olabilecek her ne hizmet teklif ederseniz canla başla kabul edeceğimi dahi vadederim.”
Yenge: “Allah’a emanet olunuz karındaşım. İşte kayınpederim olacak zat, kayınvalidem olacak zat ile ittifak ederek bu namussuzluğu kararlaştırdıkları ve şimdi vali bulunan kaynımı dahi muvafık buldukları hâlde, yalnız benim kocam İlia bunu namusuna yediremeyerek her ne kadar menine kalkıştıysa da mümkün olamadı. Nihayet o da anasını, babasını ve kız kardeşini vurup öldürerek beni onların eline bırakıp kaçtı, gitti.”
Kadıncağız bu hâli o kadar içi yanarak söyledi ki Hasan Mellah kendi derdini unutup kadının derdiyle dertleşti. Bu namussuzluğun hangi taraftan gelmiş olduğunu dahi sormuş ise de kadın “Bu senelerde Fransa’nın ne karışıklık içinde bulunduğunu bilirsiniz. Güya Fransız milletinin millî hukukunu adilane muhafaza etmek gayretiyle millet tarafından Paris’e toplanmış olan çapkınlardan birisi millî gayretini, böyle namuslu yolda kayınpederimi Korsika valisi yapmak yolunda istemişti.” deyip o konuda isim vermek veya daha ziyade açıklamalarda bulunmak için başka bir kelime konuşmadı. Lakırtıyı şu taraflara çevirdi ki:
Yenge: “Bundan sonra bir tarafta kocama tesadüf ederseniz bizi birbirimize kavuşturmaya çalışacağınızı, büyüklüğünüzden, merhametinizden ve insanlığınızdan bekleyebilir miyim efendim?”
Hasan: “Böyle bir hizmete muvaffak olursam hakikaten dünyada iftihar edecek bir iş görmüş olurum.”
Bu vaat üzerine kadın o kadar büyük bir memnuniyet gösterdi ki sevincinden Hasan’ın boynuna sarılacağı geldi. Derken bu hâli takiben sararıp dudakları titreyerek gözlerinden fındık kadar iki damla yaş damlamasın mı? İşte bu yaşlar mermer üzerine düşse delecek kadar tesirle aktığından Hasan’ın yüreğini delip o dahi gözlerinde biriken yaşı gizleyemeyerek:
Hasan: “Vallahi hanım, sizin temizliğiniz ve felaketiniz, beni her fedakârlığı göze aldırmaya mecbur edecek kadar müteessir etti. Ne yapayım ki size bir yardım etmiş olayım? Ettiğim hizmet de sizin üzüntünüzü mendemedi.”
Yenge: “Vadettiğiniz hizmet beni ihya edecek kadardır. Ben sevgili eşim ile beraber bulunayım da o taş taşısın, ben el işi göreyim. Bu suretle geçinelim, yine memnunum. Fakat bilemem ki Allah bizi birbirimize kavuşturacak mı?”
Kadıncağızın şu suretle konuşması üzerine Hasan, onun vali konağında âdeta yanaşma gibi bir hâlde bulunduğunu, şayet kocasını bulacak olsa bile ellerinde, avuçlarında bir şey bulunmayacağını ve dolayısıyla kocası taş taşımak ve kendisi el işi görmek suretiyle yaşamayı göze aldırmakta bulunduğunu anlayabildiği gibi, bu lakırtıyı söylerken kadıncağızın ölü benzi gibi sarı bulunan çehresinin utancından kıpkırmızı olması dahi durumu ispat ve tasdik ediyordu. Dolayısıyla Hasan, karının her iki üzüntüsüne birden bir çare olmak üzere dedi ki:
Hasan: “Kocanız hakkında gösterdiğiniz fedakârlık gönülce büyüklüğünüzü ispat eder. Mukaddes olan karı-kocalık sevgisi yolunda, bu kadar fedakârlığı göze aldıran bir namuslu kadın, tebrik edilmeye değil, takdis edilmeye layıktır. Fakat bu kadar mukaddes olan bir kadın, sizi şu gayretinizle beraber ağlatacak kadar tesirli bir sefalete niçin düçar olsun? İnsanlar birbirine yardıma borçlu olduğu hâlde…”
Yenge: “Anladım efendim, anladım. İyiliğinizin sonu olmadığını anladım. Meğer sizi buraya Allah göndermiş. Her biçarenin imdadına adam yetiştiren, bütün kâinatın yardımına yetişen göndermiş. Benim için sizinle vuku bulan görüşmenin, kocamla görüşme demek olduğunu, yüreğimin ta içinden arz ederim. Sizin her yerde eliniz olduğu hâlde kocamı mutlaka bulup bahtiyar edeceğinizi dahi kuvvetle ümit ediyorum.”
Kadın ile Hasan görüşmelerini bu dereceye vardırdıktan sonra yine vali karısının işe karışmasıyla söze son verdiler. Bir müddet dahi onun aşüftece bahislerine kulak vermeye mecbur oldular. Yalnız Hasan Mellah görünüşte kulak verirdi. Hakikatte ise zihninde yenge hanımın yürekler paralayan felaketli hâlinden başka hiçbir şey yok idi.
İhtimal ki okuyucularımızdan bazıları Hasan’ın o hâldeki üzüntüsünün derecesini bilmek isterler. Biz bu durumu kendilerine birkaç kelime ile izah edebiliriz.
Bu üzüntünün derecesini bilmek isteyenler evvela şunu düşünmelidirler ki bu biçare kadıncağızın şu felaketli hâline ve vali ailesinin, valilik mertebesine ermek gibi bir saadetine sebep olan ve eşi tarafından İlia diye anılan zat, haydut gemisindeki Korsikalı olup zavallı adamcağız kibar doğmuş, kibar büyümüş olduğu cihetle, haydutluk etmekten yana aciz kaldığı için kedi yavrusundan ziyade pek ehemmiyeti olmayarak denize atılacak iken Hasan’ın lütfu sayesinde canını kurtarmış ve bu hâlde dahi koca bir deniz kenarında aç ve biilaç bırakılmıştı. Hikâye edilen feci vaka ise yalnız biçare eşinin felaketine sebep olup biraderiyle biraderi eşinin en büyük arzularını yerine getirmiş olduğu hâlde, karısı, davranışları laubali değil, âdeta aşüftece olan bir kadının kötü hâl ve hareketleri karşısında eksiksiz iffetini muhafaza etmeye çalışarak sağ iken ölü çehresini giymiş olduktan başka böyle bir vali konağında bulunmaktan ise en büyük sefaletli hâli bile göze aldırıp biçare ve felakete uğramış olan kocası ile beraber haşrolmaya can atıyor. Hasan Mellah ki pek gençliğiyle beraber, dünyada pek ihtiyarların dahi görmemiş olduğu felaketleri görmüştü. Bu gayretli kadının alnından dahi anlaşılmakta bulunan ismet ve buna mukabil çektiği sıkıntıdan yüreğinin ne kadar müteessir olacağı hiç anlaşılmazsa şununla anlaşılsın ki Hasan gerçekten kendi derdini unutup kadının derdine düşmüş ve bu kadının arzusunca hareketi kendi vicdanının emrettiği harekete dahi tercih etmeyi göze aldırmıştı.
Cananı, Pavlos gibi babadan kalma bir düşmanın elinde bulunan Hasan Mellah gibi gayretli bir âşık için kendi cananını aramaktan vazgeçip de bu biçare kadının işine bakmayı göze aldırmanın ne büyük bir fedakârlık olduğu malumdur. Bu fedakârlığı göze aldırılmasını gerektiren üzüntünün, ne kadar büyük bir üzüntü olduğu da şu mülahaza ile daha açık bir şekilde meydana çıkar:
O gece ziyafette, yemekten sonra birkaç saat devam eden sohbet zamanının çoğunu Hasan, yenge hanımın durumu üzerinde düşünmesinin neticesi olan düşüncelerle geçirip oradakilerin yavan konuşmalarına kulak misafiri bile olmamıştı.
Nihayet gece yarısına bir saat kala, yani mevsim yaz olduğu için saat üç buçuk sıralarında cemiyet dağılıp Hasan da arkadaşı bulunan birinci kaptanla beraber gemisine gelmiş idiyse de Cuzella için meşgul bulunan zihni, bir de yenge biçaresi için meşgul kalmakla, ta sabaha kadar gözlerine uyku girmemiş olduğuna şüphe edilmemelidir.

Üçüncü Bölüm
Hasan Mellah, Ajaccio Limanı’nda o güne kadar geçirmiş olduğu zamanı, zincire vurulmuş bir aslanın tahammülsüzlüğü gibi bir tahammülsüzlükle geçirmiş idiyse de Ajaccio valisinin ailesi gibi saadetli hâlleri namusları pahasına kazanılmış olan bir aile içinde, tam bir iffet ve masumiyetiyle beraber, namusu uğrunda baba, anne ve bir kız kardeşini kurban etmiş olan kocasına duyduğu mukaddes sevgiyi dahi muhafazaya çalışmakta bulunan yengenin acıklı hâli yüreğine ziyadesiyle tesir ederek o güne kadar “Ah! Bir gün evvel şuradan demir alıp Cuzella’nın arkasına düşseydim!” demekte iken bir gün sonra “Cuzella şimdiye kadar varacağı yere varmıştır. Artık onu ustalıkla ve yavaş yavaş aramalıdır ve bu arama işinin içine yengenin kocasını dahi katmalıdır.” demeye başlamıştı.
Davet akşamının ertesi günü Hasan bir vesile bulup vali konağına giderek yenge hanımı bir daha görmeyi arzu etti. Ancak hiçbir vesile bulamadığı gibi vesilesiz gitmeyi de yakışık aldıramadığından kendi kumpanyasının acentelik işini gören Tüccar Fouillier ile bir küçük bono değişikliği meselesini bahane ederek kalktı, onun yanına gitti.
Hasan Mellah, Fouillier’nın ticarethanesine gitmişti. Kendini orada bulamayıp evinde olduğunu haber alınca daha ziyade memnun olup ticarethaneden yanına bir adam alarak evine gitti. Fouillier’nın, Hasan’ı büyük bir saygıyla karşılayacağı açıktır. Aldı, güzelce bir salona götürdü. Bir tacirin misafire ne kadar ikram edebilmesi mümkün ise etti. Hatta bu ikramında Fouillier telaş bile gösterip kâh büfeye kâh dışarıya gidip gelerek tatlı ve şerbet ikramlarına emir veriyordu. Nihayet Hasan, tam bono meselesini açacak iken salonun yan tarafında bulunan bir kapı açıldı, Madam Fouillier da içeriye girdi.
Madam Fouillier’nın gelişi, bu işini geciktirdiği cihetle Hasan’ı memnun etmemiştir zannedersiniz. Bilakis Hasan Fouillier ile görüşmekten ziyade Madam Fouillier ile görüşmek hevesindeydi. Kadını görünce ayağa kalkarak gayet terbiyelice saygılarda bulundu. Gerek Madam Fouillier ve gerek kocası tarafından “Bendehaneniz değerli ayak basışınızla müşerref olduğuna nasıl teşekkür edeceğimizi bilemeyiz.” mealinde söylenen sözlere pek mütevazıca mukabeleler gösterdi.
Giderek lafı dün akşamki ziyafete getirdiler. Hasan zaten öyle resmî yerlerde, tüccar bir adamın canının sıkılacağı gibi vali karısının pek serbestçe ve laubalice meşrebi, o yolda ömür sürmeye alışmamış olanlar için lezzetsiz olduğundan dem vurunca ilk önce kendisini Madam Fouillier tasdik etti.
Madam Fouillier: “Onların içinde insanın utanmadan selam verebileceği yalnız bir Madam İlia vardır.”
Hasan: “Madam İlia kimdir efendim?”
Madam: “İşte o yenge hanım.”
Hasan: “Evet, bendeniz de öyle gördüm. Pek dertli bir kadına benziyor.”
Madam: “Biçare kadıncağız dertlilerin dertlisi…”
Mösyö: “Ya ne kadar da iffet ehli bir kadındır. Doğrusu ya, dün gece bile valinin ve başkâtibin madamları ne hâlde idiler, o ne hâlde idi. Sizin gibi ilk defa görüştükleri bir misafir yanında nasıl davranmaları lazım geleceğini kıyas edebilirsiniz.”
Hasan: “İşte ben de onun için sıkıldım. Hele Madam İlia’ya yüreğim de acıdı. Zannıma kalırsa kadıncağızın konak içinde o kadar itibarı da olmamalı.”
Madam: “Ne gezer? Bir besleme daha itibarlıdır. Evet, daha itibarlıdır. Zira beslemeleri de kendileriyle kafa dengidir. Biz oraya gitmezdik ya… Fakat zatınız davetli olduğu için münasebet düştü de gittik.”
Hasan: “Öyleyse zavallı kadıncağız, bari bir tarafa çekilse de kendi âleminde yaşasa…”
Mösyö: “Ne ile yaşasa?”
Hasan: “Nasıl ne ile?”
Mösyö: “Öyle ya… Elinde avucunda ne var ki? Bu aile, zaten servetini kaybetmiş fakir bir aile idi. Günahı söyleyenlerin boynuna kalsın, nasılsa insanın yüzü kızaracağı bir fedakârlık mukabilinde bu rütbeye nail oldular. Yalnız Monsieur İlia maddi saadeti, namus gibi bir manevi saadete tercih edemedikten başka nihayet katil olarak bir de idam hükmünü giydi, gitti.”
Hasan: “Evet, dün gece Madam İlia işin bu gizli cihetini biraz çıtlatmıştı.”
Madam: “Ben de anlamıştım. Valinin zevcesi bırakmadı ki kadıncağız bütün derdini döksün. Çünkü Madam İlia her kim olursa olsun derdini dökmekle biraz ferah bulur. Hele sizin gibi derde derman olmaya kudreti bulunan bir zat olursa…”
Hasan: “Estağfurullah efendim. Benim elimden gelebilecek şey, gezdiğim, yürüdüğüm yerlerde şayet kocasına rast gelirsem karısının hâlini tavsiye ederek ikisini birleştirmeye çalışmaktan ibarettir.”
Madam: “Bundan daha büyük hizmet olur mu?”
Mösyö: “Vallahi efendim, bu kadın merhamete değerdir. Bunun hakkında ne iyilik etmiş olsanız karşılığını görürsünüz. Bakınız, ben size bunun hâlini daha bir başka suretle anlatayım. Madam İlia, şimdi Korsika valisinin yengesi değildir. Eğer ben kendisini burada beslemeliğe davet edecek olsam, gelir bana besleme olur.”
Hasan: “Acayip! Bu kadar kederlidir ha?”
Madam: “Daha ziyade bile kederlidir. Ay efendim, bir kere mülahaza buyurunuz ki siz bir gece evlerinde misafir olmakla rahat edemediniz. Eğer serbest-meşrep bir adam olsanız pek rahat ederdiniz. Sizi rahatsız eden şey iffetli hâliniz idi. Ya iffetli bir kadın, ya fakir bir kadın orada nasıl sığınabilir?”
Hasan: “Hakkınız var efendim, hakkınız var. Lakin dünyada bu kadar bedbaht insan bulunacağını ümit etmezdim de…”
Madam: “İşte şimdi ümit etmek değil, emin olabilirsiniz…”
Hasan: “Vah vah vah!..”
Dertli Hasan Mellah, şu ah vahları o kadar üzüntülü olarak çekmişti ki Monsieur Fouillier’nın zevcesine ettiği bir işaret üzerine kadın sözü değiştirmeye lüzum görerek derhâl Korsika Adası’nın letafetinden filanından bahis açmıştı. Hasan, kadının o yoldaki bahislerini dahi lezzetle dinledi. Zira yukarıda bir yerde dahi denildiği üzere, Madam Fouillier hem pek güzel hem de pek ağırbaşlı, vakur bir kadın olduğundan bu kısım kadınların sözü, sohbeti, daima lezzetle dinlenir.
Hasan orada bir buçuk saat kadar oturduktan sonra “Güya, bendeniz bir küçük iş için gelmiştim. Lakin işi ziyarete çevirdik. Ama yine teşekkür ederim. Belki işimi görmek vesilesiyle sizinle bir daha müşerref olurum.” diye ayağa kalktı ve Monsieur Fouillier dahi gülümseyerek “Emrederseniz işi de görebilirdik ancak mademki o iş vesilesiyle bir daha müşerref olacağız, artık lüzum görmem.” yollu mukabele gösterdi. Hasan ikisine de pek mütevazıca selam verip çıktı. Ve artık hiçbir tarafa uğramayıp doğruca gemisine geldi.
Gerek yolda gelirken ve gerek gemiye geldikten sonra, Hasan Mellah’ın düşündüğü şey Madam İlia’ya bir mektup gönderebilmek yolu idi. Pek çok düşündü ama bir türlü yolunu bulamadı. Ne kendi adamlarından birisiyle göndermek ihtimali vardı ne de Fouillier’nın adamlarıyla. Ta sonra aklına geldi ki bu iş o kadar imkânsız bir şey değildir. Madam İlia’ya yazılan bir mektubu valinin konağında, postacının getireceği mektupları koyması için merdiven başında asılı bulunan kutuya koyunca kendi kendisine Madam İlia’ya varacağını anladı. Derhâl yazıhanesinin başına geçip gayet açık bir İspanyolca ile mektubu yazmaya başladı. Zira Madam İlia biraz mustalah[31 - Mustalah: Istılahlı. Garip ve az kullanılır kelime ve terimlerle dolu olup pek anlaşılmayan. (e.n.) 171] sözlerle İspanyolcayı anlayamadığı hâlde, Korsikalı olmak hasebiyle açık İspanyolca anlayabilirdi.
Yazdığı mektubun tercüme edilmiş hâli şudur:

Aziz ve Muhterem Hanım,
Ziyafet gecesi gördüğüm ızdıraplı hâliniz, yüreğime o kadar tesir etti ki derdinizin dermanı kanım olacağını bilsem esirgememek mecburiyeti altına girdim. Sizin için şimdilik şu hâlde iki şık arz edebilmekteyim. Birisi sizin buradaki ayrı bir evde rahat rahat yaşamanızı sağlayacak olan parayı takdim etmek ve ikincisi, burada olursa gemimi ve başka yerlerde de kendime mahsus olacak evleri tek başınıza sizin istirahatinize teslim etmektir. Bu iki suretten hangisi tercih buyrulursa onu kabul etmekte veya hatırınıza başka bir çare geliyorsa onu da bildirmekte serbestsiniz. Bana yazacak mektubuz olursa Monsieur Fouillier’ya gönderebilirseniz benim elime de geçer.
    Hasan bin Osman Pavlos
Hasan bu mektubu yazıp üzerini mühürledikten sonra gemi memurlarından birisine verdi ve karada bir postacı bulup onunla vali konağına göndermesini tembihledi.
Mektup gittikten sonra Hasan bir müddet Madam İlia’nın iki suretten hangisini kabul edeceğini düşünüp kâh kendi memleketinden bir evde refahla yaşamayı ve kâh mutlaka kocasıyla kavuşmak nimetini tercih edeceği hususlarını hükmeder idiyse böyle ikisi birbirine ters düşen hükümlerden hiçbir netice çıkaramazdı.
Gündüzki memur dönerek emri üzere mektubu postacıya teslim ettiğini bildirdi. Hasan o gün akşama kadar cevap bekleyip bir cevap alamayınca gece dahi hem kendi derdini hem Madam İlia’nın hâlini mülahaza ile vakit geçirmeye başladı.
Madam İlia hakkında edeceği hizmet Hasan için yalnız iftiharı gerektirmeyip teselliyi de gerektirirdi. Zira bir bela girdabına düşüp de başkasının yardımına muhtaç olan insan, bir kimsenin yardımına kendisi yetiştiği zaman, kendisinin dahi yardımına bir kimsenin yetişebileceği hakkındaki ümidine kuvvet vererek pek ziyadesiyle teselli bulur ki işin bu ciheti, (Allah saadetlerini arttırsın.) âlemde felaketi görmeyenlere meçhul ise de (Allah felaketlerini defetsin.) felakete düşenlere pek malumdur.
Ertesi sabah dahi Madam İlia tarafından bir eser görülmedi. Hasan öğle vaktine kadar bekledi, yine eser yok. Artık canı sıkıldığı için “Bari şehri gezmeye gideyim.” diye bir sandala binerek sahile doğru avara ettirmişti.[32 - Avara etmek: Bir teknenin yanaşmış olduğu bir tekeden veya iskeleden hareket edip açılması. (e.n.) 172] Yolda bir sandala rast geldi. Dikkat etti, baktı ki Madam İlia, yanında bir de uşak olduğu hâlde geliyor. Hasan derhâl alabanda etti ve bu manevrada kendi sandalı Madam İlia’nın binmiş olduğu sandala yaklaşarak ikisi birbirini görüp selamlaştıktan sonra beraberce gemiye vardılar.
Hava yaz olup ortalığı da sıcak basmış olduğundan kamaraya inmediler. Kıç üzerindeki kanepeler üzerine oturup hoştan beşten sonra söze başladılar.
Madam İlia: “Bugün epeyce bir sıkıntı oldu da efendim, biraz hava almaya lüzum gördüm. Nereye gideyim? Deniz hâli daha başkadır diye sizi rahatsız ettim.”
Hasan: “Estağfurullah efendim, memnun ettiniz.”
Madam: “Hatta görümceme de ‘Birlikte gidelim de gezelim.’ dedim ama böyle iki kadının bir gemiyi gezmeye gitmesini iffet kaidesine uygun görmedi!”
Hasan: (tebessümle) “Demek oluyor ki iffet hususunda taassubu biraz ziyadece imiş!”
Kadıncağız bu lakırtıları o kadar gönül rahatlığı ile söylüyordu ki Hasan kendi mektubu varamamış olması gibi bazı zanlara bile düştü. Meğer zavallı kadın derde artık alışmış olduğundan istediği zaman derin derdinden renk vermemek talimini dahi etmişmiş!
Hasan: (yavaşça) Dün size bir mektup takdim etmiştim. Acaba ulaşmadı mı?”
Madam: “Geldi efendim. Cevabı olarak da ben kendim geldim.”
Hasan: “Ya sizin buraya geldiğinizi onlar biliyorlarmış!”
Madam: “Biliyorlarsa ne olur? Fransa bu kadar hürriyet davasında iken bir kadın istediği yere gezmeye gidemez miymiş?”
Hasan: “Öyleyse…”
Madam: “Evet, öyledir. Hatta aleyhine verilmiş hükümden dolayı buraya gelemeyen kocamın yanına kendim gitmekte de serbestim.”
Hasan: “Öyleyse refakatinizle müşerref olacağım demek.”
Madam: “Kocamı buluncaya kadar en küçük hizmetlerinizde bulunmayı bile kendime şeref addedeceğim.”
Hasan: “Estağfurullah efendim. Ben zaten bu dünyada kimsesiz bir adamım. Kimsesiz kalmışım. Felek sizi kimsesiz bıraktığı gibi, beni de bırakmış. Ben de sizin gibi kaybolan bir kaybı aramaktayım. Dertlerimiz bir dert olduğundan birbirimizin derdine ortak olarak dermanımızı dahi birlikte arayabiliriz.”
Hasan Mellah böyle bir girişle söze başlayıp kendisinin ne maksatla deniz üzerinde gezip durduğunu kısaca anlattıysa da yalnız cananını kimin kapmış olduğunu belirtmeyerek Pavlos’u “bir rakip’ diye yâd ederdi. Madam İlia ise Hasan’ın macerasına hem üzüldü hem de felaket yolunda böyle kuvvetli bir arkadaşa rast geldiği için memnun oldu. Hasan ise kadının derdinin, kendisinin derdi kadar güç bir şey olmadığını ve onun daha evvel ve daha kolay emeline kavuşacağını temin ediyordu.
Kısacası, Madam İlia kaçak suretinde değil, belki aleni olarak Hasan Mellah’a refakat etmeyi kararlaştırdı. Şu kadar var ki bu gidiş aleni olmakla beraber, kimseye ondan malumat vermek de hiçbir fayda getirmeyeceği için durumu ilan etmenin de lazım olmadığını zikrettiler. Hareket günü olarak ertesi sabahı kararlaştırıp Madam İlia’nın eşya filan almasının dahi gerekmeyeceği söylenmiş ve hâlbuki biçarenin tasarrufuna itimat edeceği hiçbir şeyi bulunmamış olduğundan ertesi sabah erkence iskele başında birleşmek üzere o gün birbirlerinden ayrıldılar.
Madam İlia döndükten sonra Hasan dahi karaya çıkıp Monsieur Fouillier’ya gönderdiği bir pusuladaki eşyayı ona satın aldırdığı sırada, kendisi de liman reisi bulunan miralay ile görüşmüş ve gemisi için (bin talerin daha hediyesi mukabilinde) bir Fransız pasaportu çıkarıp gemiye döndü. Geminin kumanyasının zaten limana girildiği günün ertesi günü düzülmesi kaideden olduğu için Hasan’ın “Hazır mıyız?” sualine kaptanlar “Hazırız!” cevabını verdiler.
O gece Monsieur Fouillier gemiye gelip gece yarısından sonraya kadar bazı hesaplar ve müzakereler ile Hasan’ı meşgul etti. Fouillier gittikten sonra, Hasan oturduğu kanepe üzerinde biraz uyku kestirmek için uzanıp kalmıştı. Ancak uyandırmak için kendisini birisi dürtüp de gözünü açtığı zaman, dürten adamın ikinci kaptan olduğunu ve Madam İlia’nın dahi kamara kapısında bulunduğunu görerek kalktı.
Artık sabah olmuş ve güneş bile çıkmıştı. Hasan’ın ilk lakırtısı “Levalankara!” oldu ki demir alınması kumandası demektir. Madam İlia büyük bir nezaketle “Sizi rahatsız ettiler, uyumalıydınız.” deyince ve Hasan dahi “Gemici kısmı daha ziyade uyumaz.” yollu mukabele edince yukarıda tayfaların yola çıkış hakkında tertip edilmiş bulunan gemici şarkısını çağırarak gıldır gıldır demir almaya başlamaları gürültüsü dahi işitildi.
Hasan zaten soyunmadan yatmış bulunduğundan kalktı, tuvalet mahallinde elini yüzünü yıkayıp üstünü başını düzelttikten sonra madam ile beraber güverteye çıktı.

Dördüncü Bölüm
Hasan Mellah güverteye çıktığı zaman ilk olarak rüzgâra dikkat etti ki gayet hafif bir güney rüzgârı esiyordu. Birinci kaptanın yanına sokularak “Marsilya’ya!” dedi. Sonra yine Madam İlia’nın yanına gelip konuşmaya başladı. Hasan, şayet kadıncağız memleketinden çıktığından dolayı üzgündür diye gurbet denilen ve herkesin kulağına ağır gelen şeyin o kadar korkacak bir şey olmadığından bahisle madama teselli vermeye başladı. Ancak madam asla üzülmediği ve binaenaleyh teselliye ihtiyaç göstermediği gibi, Hasan tarafından gördüğü yardıma ne yolda teşekkür edeceğini bilemediğinden söz etmeye başladı.
Madam İlia: “Efendim, siz beni yalnız eşime kavuşturmakla bekam[33 - Bekam: Amacına, isteğine kavuşmuş, erişmiş olan kimse. (e.n.) 175] etmeyi üzerinize almıştınız. Beni bir yerden kurtardınız ki orada, gerek manen ve gerek maddeten çektiğim eza ve cefalar içinde helak olup gidecektim. Âdeta canımı dahi kurtarmış oldunuz. Size her hâlde bir can borçlu kalacağım.”
Kadının böyle “Can borçlu kalacağım!” demesi Hasan’a, yine derhâl haydut gemisindeki Korsikalıyı hatırlattı. Zira o biçare dahi denize atılmaktan kurtulduğu zaman “Arkadaş, sana bir can borçluyum.” demişti. Ancak Hasan bu meseleden Madam İlia’ya bir harf bile söylememiş olduğu gibi başa kakmak gibi olmasın diye ondan sonra da söylemeyeceği açıktır.
Hava yaz olduğu ve ortalık gereği gibi sıcak bulunduğu cihetle, mevsimin gerçi bir hazzı yok idiyse de deniz üzeri yine serince ve hazlıca olacağı malumdur. Madam İlia ise güya kafes esaretinden kurtulmuş bir kuş olduğundan zaten yüreğinde türlü türlü sevinçler hissettiği gibi denizin elbette karadan ziyade olan letafeti de hislerine his katarak o kadar geniş nefesler alıyordu ki her aldığı nefesin âdeta hasta gibi bulunan kadıncağıza yavaş yavaş yeniden hayat verdiği açıkça görülüyordu.
Ajaccio Koyu’ndan çıktıktan sonra ne tarafa gitmekte bulunduklarını Madam İlia, Hasan’dan sormuştu. “Marsilya’ya.” cevabına alınca kadıncağız derhâl kendisini toplayamayarak “Orada ne ümidimiz olabilir ki? İlia, başından korkmaktan Marsilya’ya gelebilir mi?” demiş idiyse de Hasan’dan “Orada da benim ümidim vardır.” cevabını alınca aklı başına gelip “Cenabıhak her ümit sahiplerinin ümidini gerçekleştirsin efendim. Ben birdenbire işin bu cihetini düşünememiştim.” diye özür diledi ve Hasan da kadıncağıza yeniden teminatlar vermekten geri durmadı.
Madam İlia’nın, insana yalnız acıklı hâli tesir etmiyordu. Kadıncağızın gayet yumuşak görünüşlü ve masumane çehresiyle, yalvaran bakışları da birçok tesirlerden hali kalmazdı. Hele ta kocasının kaçmasından beri çektiği mihnetlerin kötü tesirleri olarak gül gibi benzi, yürekler paralayacak kadar nazarlarda çaresizlik ve dermansızlık tesirleri hasıl ederdi. İşte bu sebepten dolayı idi ki Hasan Mellah, kadına saatte kaç defa yeniden ümitler verirse kendisini o kadar başarılı sayardı.
Gemi, pek hafif rüzgâr ile ancak saatte üç mil kadar mesafe katedebildiğinden henüz Ajaccio Koyu’ndan çıktıkları ve etraf ve eknaf[34 - Eknaf: Yerler, yöreler, taraflar. (e.n.) 176] hâlâ pek yakından görünmekte bulunduğu hâlde, Madam İlia zaten takatsiz bulunmakla ayak üzerinde duramayacak kadar yoruldu ve bir aralık güverte üzerindeki kanepelerin birisine oturdu ise de orada birkaç dakika soluk aldıktan sonra Hasan ile beraber birinci kamaraya indi.
Geminin kamarası bir büyücek salon ve salonun sonunda, yani ta kıç üzerinde karşılıklı iki oda, bir hela ile salonun dış tarafında ve merdivenin alt sahanlığı yanında karşılıklı iki oda, bir büfe ve bir de sandık odası gibi bir şeyden ibaret ve fakat mükellef döşenmiş, müzeyyen idi. Merdivenden indikleri gibi Hasan Mellah, evvela bu odaları, büfeyi ve sandık odasını gösterdi ki odaların her birinde birer güzel yatak ve tuvalet takımları ve başka lüzumlu şeyler mevcut olup büfe ise çeşit çeşit içecek ve meyveler ile dolu ve sandık odası dahi duvarlara asılmış dört beş kat mükellef kadın elbisesi ve müzeyyen kadın şapkaları, birkaç çift kadın şemsiyesi, şalı ve bir deste kadın eldiveni vesaire ile mücehhez idi.
Madam İlia: “Geminizde galiba kadın da var efendim?”
Hasan: “Yok mu ya?”
Madam İlia: “Henüz kendisiyle müşerref olamadık da onun için sordum.”
Hasan “Biz kendisiyle müşerref olduk. Siz de olmak isterseniz şu endam aynasına bakarsınız.” diye bir büyük camlı dolabın kapısında bulunan aynayı gösterince kadın bu eşyanın kendisine mahsus eşya olduğunu anlayarak artık teşekkür etmeye dahi muktedir olamadı ve yalnız gözlerini semaya kaldırarak birbirini takip eden ahlar ile içinden bazı şeyler mırıldandı ki canıgönülden hayır dua ettiği simasından dahi anlaşılıyordu.
Sonra büyük salona girdiler. Hasan “Burası da salonunuzdur ki gerek bendenizi gerek kaptanlardan ve sair memurlardan misafir kabul edeceğiniz kimseleri kabul edersiniz.” dedi.
Madam: “Ben burada misafir de kabul edeceğim ha?”
Hasan: “Acayip! Hüsn-i teveccühünüzü[35 - Hüsn-i teveccüh: Saygı ile övme, takdir etme. (e.n.) 177] kazanabilen kimseleri kabul edersiniz efendim. Hatta biz ümit ediyoruz ki bu salonda bize ziyafetler dahi vereceksiniz.”
Madam: “Ziyafetler de mi vereceğim?”
Hasan: “Mürüvvetinizden ümitvar olmalı mıyım efendim?”
Madam: (şiddetli bir göğüs geçirerek) “Allah mürüvvetiniz kadar saadetinizi arttırsın karındaşım! Ne diyeyim? Dilimden başka bir şey gelmiyor ki elimden hiç…”
Hasan: “Hakkımdaki teveccühünüzle beraber, yüreğinizin rahatlığı benim için en büyük saadettir.”
Nihayet kıçtaki daireye geldiler. O dahi mükellef döşenmiş ve yalnız bir odasına gayet güzel bir yatak konulmuş ve diğer odası ise oturmaya mahsus bulunmuştu. Bu odaya girdikleri zaman Hasan cebinden bir anahtar çıkarıp madama vererek:
Hasan: “İşte bu da çekmecenizin anahtarıdır efendim.”
Madam: “Çekmecem de mi var? Bakalım öyleyse içinde ne var.”
Hasan: “Biz ne bilelim efendim. Mal sizin, açınız da bakınız.”
Bu söz üzerine madam, Hasan Mellah’ın yüzüne bir manalı bakış ile baktı ve çekmeceyi açıp da içinden altın ve gümüş olarak tahminen dört, beş bin talerlik para çıkınca kadının hayreti bütün bütün arttı.
Hasan: “İşte efendim, bu daire sizindir. Gemide bulundukça dairenize istediğiniz gibi tasarruf edersiniz. Karada da inşallah rahatsız olmazsınız.”
Madam: “Himayeniz altında bulunan bir kadın nerede olur da rahatsız olur? Fakat efendim, benim için bu daire pek büyüktür. Merdiven cihetindeki odaların birisi bana çoktur bile. Bu koca daireyi istila edersem sizin rahatınızı bozmuş olacağım.”
Hasan: “Hiç öyle değil. Benim rahatım sizin rahatınızla olacak.”
Madam: “Benim de rahatım sizin rahatınızla olacaktır. Eğer rahatı arzu ederseniz bana istediğim odayı verirsiniz de siz kendiniz burada oturursunuz.”
Hasan: “Kabul edemeyeceğim emirlerinizden birisi işte budur. Hiç, bir kadının dairesinde erkek bulunabilir mi? Siz tamamıyla serbest bulunmalısınız ki rahat edesiniz.”
Madam: “Orası da ayrıca bir daire demektir.”
Hasan: “Hayır efendim.”
Madam: “Ama siz mutlaka rahatsız olacaksınız, ben de buna hiçbir şekilde razı olamam.”
Madam İlia’nın böyle ısrar göstermesiyle kıç daire yalnız kendisinin olmak ve salonun dışında bulunan daire de Hasan’a kalmak üzere aralarında anlaştılar.
Kamarada bu işler görülünceye kadar gemi de artık engine saldırıp kaptanların ikisi de kamaraya, çorbacılarının[36 - Çorbacı: Mal sahibi, patron. (e.n.) 178] yanına inmişlerdi. Hasan bunları görünce “Tam da şimdi sizi ben davet edecektim. Efendiler, Madam İlia, çorbacınız Hasan Mellah Üçüncü Pavlos’un âdeta kız kardeşidir. Benim sizin yalnızca çorbacınız olmakla iftihar etmeyeceğimi, en aziz dostunuz, en sadık arkadaşınız olmanın benim için en şerefli bir iftihar olduğunu siz de teslim edersiniz. İşte benim gibi bir arkadaşa, bir dosta, bir çorbacıya ne kadar hürmet edecekseniz Madam İlia hakkında aynıyla o hürmeti esirgemeyeceğinizi hem rica ederim hem de emrederim. Bu gemide bulunduğu müddet her emri geçerli olacağı gibi karada bulunduğu müddet zarfında size vereceği emirler de geçerli olacaktır.” diye Madam İlia’yı tavsiye etmekle kaptanlar madam önünde boyun eğerek emirlerine hazır olduklarını bildirdikleri gibi, Madam İlia da yüzünde velev ki zorla olsun bir rahatlık ve tebessüm belirtisi göstermeye çalışa çalışa gerek kaptanlara gerek Hasan Mellah’a teşekküre girişti. Ancak göz pınarlarında ziyafet akşamı biriken yaşlar gibi birikmiş olan, iki elmas parçası gibi gözyaşını bir türlü zapt edemeyerek akıtıverdi.
Hasan Mellah ile Madam İlia meselesinin en tesirli ciheti bu cihet idi. Bu tesirli cihetin tesir derecesini tasvire biz kalemimizde iktidar görememekteyiz. Belki bu iktidar hiçbir kalemde yoktur. Zira iktidarın bu kısmı, çehrelerin vücuh-ı teessüratını şeklen göstermeye memur olan ressamların kalemine ve fırçasına aittir.
Bu yoldaki teşrifatla[37 - Teşrifat: Resmî kabul ve ziyaretlerdeki kabul merasimi. Protokol. (e.n.) 179] akşam edildi. Rüzgâr pek az olduğundan henüz Toulon Dağları uzaktan gayet hafif bulut parçaları gibi görünüyordu. Güneşin batışından sonra kamarot, kendilerini güverte üzerinde hazırlanmış olan sofraya davet etti. Madam İlia, Hasan Mellah, birinci ve ikinci kaptanlarla güverte zabiti sofraya oturdular. Güle oynaya yemek yiyorlardı. Madam İlia midesinde o kadar iştiha buluyordu ki çok yediğine şayet dikkat edilir de kendisini ayıplarlar diye az yemeyi gerekli gördüyse de mümkün olamadığından tatlı bir gülüşle:
Madam: “Efendiler, kadınlığımla beraber bu akşam erkeklerden çok yemek yemekteyim. Midemin iştihasına kendim de hayret ediyorum. Zannederim ki bu hâl denizin iyi tesirinden olmalıdır.”
Hasan: “Şüphe etmemeli efendim.”
Birinci kaptan: “Denizde daima çok yenilir. Hele hava bu geceki gibi mülayim olursa var ya?”
İkinci kaptan: “Evet efendim, hava sert olsa deniz tutar da insanın iştihası kapanır.”
Madam: “Fakat deniz tutmak da bizim gibi denizin acemilerine mahsustur, sizi tutmaz ya?”
Hasan: “Tutmaz ama efendim, her hâlde bir nevi tesirden hali kalmaz. Mesela can yemek istemez, uyku uyuyamaz.”
Gerçi madamın iştihasında gördüğü kuvvet, denizin iyi tesirinden ileri gelmişse de vali konağı gibi sıkıntılı ve eziyetli evden kurtularak kederli yüreğine ümidin gelmiş olmasının da bu konuda tesirden geri kalmayacağı zannedilse yanlış zannedilmemiş olur. Hele sofrada güzel şaraplar için de madamın iştihası ziyadece olmakla, şarabın verdiği neşe de kavuştuğu rahatlığa eklenince kadıncağızın yüzü gerçekten gülmeye başladı.
Gece yatak zamanı gelince madam kendi dairesine çekilip yatmış ve Hasan da salonun dış cihetindeki odaların birisinde bulunan yatağa girmiş ve bu suretle gerek velinimet ve gerek nimet-dide[38 - Nimet-dide: Nimete kavuşan. (e.n.) 180] tam bir iffet ve ismet hâlleriyle uykuya dalmış gitmiştir.

Beşinci Bölüm
Hayatları anlatılanların gece gördükleri rüyaları da beraber göremedik ki okuyucularımıza ondan da malumat verelim. Bizim bildiğimiz şey şu ki sabah olup da yataktan kalktıkları zaman Hasan Mellah ile Madam İlia kendilerini Marsilya Limanı’nın içine girmiş buldular.
Marsilya Limanı, o tarihlerde dahi Fransa’nın birinci iskelelerinden sayılıp içinde her zaman birçok gemi bulunurdu. Hasan Mellah, orada bulunan gemilere göz gezdirdiği sırada, gözü bir kenarda demirlemiş olan gayet süslü bir uskunaya ilişti ki bunun seyahate mahsus bir tekne olduğu ilk bakışta anlaşılabilirdi. Bir de daha ziyade dikkat edince ne görsün? Açık mavi boyalı ve su kesiminden aşağısı kırmızı bir uskuna ki Cartagena Limanı’ndan Pavlos’un seyahat uskunası olmak üzere tanıdığı teknedir. Ta kendisi!..
Biçare çocuğun bir kere yüreği oynadı. Hemen birinci ve ikinci kaptanla güverte zabitini çağırıp durumu tahkike başladı.
Hasan: “Şu uskunayı gördünüz mü?”
Birinci: “Şu süslü uskunayı, değil mi?”
Hasan: “Evet!”
Birinci: “Cartagena Limanı’nda değil miydi ya?”
Hasan: “Ben de öyle zannediyorum.”
Zabit: “Zengin bir herifin şahsi seyahatlerine mahsus gemisi dediler idi.”
Hasan: “Öyle. Fakat biz Cartagena’dan hareket ettiğimiz zaman bu tekne hâlâ orada mıydı yoksa o gece hareket ettiğini haber verdiğiniz üç gemiden birisi bu muydu?”
İkinci ve zabit: “Hayır efendim, biz hareket ettiğimiz zaman bunu Cartagena’da bıraktık. Bizden sonra kalkıp buraya gelmiş.”
Hasan: “Benim aklıma da öyle geliyor. (güverte zabitine hitaben) Size özel bir memuriyet var.”
Zabit: “Nedir efendim?”
Hasan: “Bu geminin çorbacısı hâlâ burada, Marsilya’da mıdır yoksa başka yerde midir, öğrenmek.”
Zabit: “İşten bile değil.”
Hasan: “Öyle ama nasıl öğreneceksiniz biliyor musunuz? Kendinizi kimseye göstermeden, hele beni asla kale almadan ve bu suali dahi o geminin kaptan ve zabitlerine sormadan.”
Zabit: “Tayfalarından demek olacak.”
Hasan: “Öyle olacak. Yahut iskele simsarlarından, filandan…”
Zabit: “O da kolay efendim.”
Bu emri verdikten sonra Hasan başını önüne eğip bir müddet düşündü ve bu mülahazada Pavlos’un mutlaka Marsilya’ya gelmiş olduğunu ve fakat kendisi şehir içinde bulunmayacağını, eğer kendisi şehir içinde kalacak olsa aldatıcı bir belirti olmak için uskunayı Marsilya Limanı’nda bulundurmayacağına hükmetti. Zabit ise aldığı emir üzerine hemen bir sandala binip karaya çıkmıştı. Kaptanlar da kendi işlerine gitmekle Hasan, Madam İlia ile yalnız kalınca onunla konuşmaya başladı:
Hasan: “Cenabıhak hakkımızdaki inayetini tamamlamayı murat buyurursa burada aradığımızı bulacağız zannındayım.”
Madam: “İnşallah efendim, inşallah muvaffak oluruz.”
Hasan: “Şu mavi boyalı, süslü uskunayı görüyor musunuz?”
Madam: “Şu üç direkli gemi yanındaki uskuna değil mi o?”
Hasan: “Evet, işte bizim aradığımız adamın gemisi odur.”
Madam: “Ee, sonra?”
Hasan: “Bakalım kendisi dahi burada mıdır diye, bir adamı incelemeye gönderdim. Lakin burada bulacağımı ümit etmem.”
Madam: “Gemisi burada olunca kendisi de burada olmaz mı efendim?”
Hasan: “Düşmanımız o kadar ahmak değildir. Benim de gayret ve sebatımı bilir.”
Madam: “Burada değilse ne yapacağız?”
Hasan: “Burada değilse mutlaka Fransa içindedir, arkasına düşeceğiz.”
Madam: “Siz yalnız mı?”
Hasan: “Kara yolu zahmetlidir. Sizi o zahmete koymak istemem.”
Madam: “Eğer bu seyahatte benim de size bir hizmetim olabilecekse vallahi zahmete bakmam, her hizmetinize can atarım.”
Hasan: “Gayretinizdeki büyüklük için teşekkür ederim efendim. Ancak ben sizden isteyeceğim hizmetleri de bilirim.”
Hasan’ın, elinde dürbün bu lakırtıyı söyleyerek gerek uskuna tarafına ve gerek güverte zabitinin çıkmış olduğu sahile doğru inceleyici bakışları, bir gözlemcinin yıldız gözlemesinden pek de farklı değildi. Ancak aradan iki saat kadar zaman geçtiği hâlde, zabitten henüz bir eser görünmemesi ve kahvaltı zamanı dahi gelmesi cihetiyle Madam İlia ile beraber kamaraya inmiş idi. Tam yemekten sonra kamaradan çıkarken zabit de sandal ile gemiye yanaştı ve Hasan’ın huzuruna gelerek şu malumatı verdi:
“Efendim, bu gemi, Arap asilzadelerinden birisinin imiş. Sahibi içinde olarak gelmemiş. Boş gelip sahibinin emrini beklemekteymiş. Sahibinin nerede olduğunu bilmiyorlar. Yalnız Paris’te olmasını zannediyorlar.”
Hasan: “Bu malumatı kimden aldınız?”
Zabit: “Bir simsar Yahudi ile bir de feribot tayfasından miskin bir adamdan.”
Aldığı malumatı kendi zannıyla mutabık bulduğu cihetle, Hasan zabitin getirdiği habere inandı. Zabit işine giderek yine Madam İlia ile yalnız kalınca aralarında şöyle bir söz geçti:
Madam: “Demek oluyor ki bu uskuna aradığınız adamın uskunası değil.”
Hasan: “Nereden bildiniz?”
Madam: “Ya, bir Arap beyzadesinin gemisi diyorlar. Sizin aradığınız adam Hristiyan değil mi?”
Hasan: “Bizim aradığımız adam hem Hristiyan hem Müslüman’dır hem Yahudi’dir. Hem İspanyol hem Fransız hem de Arap olabilir.”
Madam: (tebessümle) “Öyleyse ne Allah’ın gazabı imiş!”
Hasan: “İşte o Allah’ın gazabına biz, daha büyük bir musibet olursak yiğit sayılırız.”
Madam: “Şimdi kararınız nedir?”
Hasan: “Şimdi kararım birkaç gün sonra Paris’e gitmektir.”
Madam: “Burada bekleseniz olmaz mı? Kendisi Fransa’nın neresindeyse nihayet buraya gelecek değil mi?”
Hasan: “Hayır, ben burada on gün otursam mutlaka burada bulunduğumu tahkik ederek kendisine bildiren casuslar bulunur. Şimdi o İspanyol iken Arap olduğu gibi ben dahi Arap iken İspanyol olarak Paris’e gidersem belki kendisini sıkıştırabilirim. Siz burada rahatınızda kalırsınız. Ben gecikmem. En fazla iki aya kadar yine buradayım.”
Madam: “Şayet kendisini Paris’te bulamazsanız?”
Hasan: “Ben kendisini Paris’te bulamayacağım diye gitmiyorum. Mutlaka bulacağım diye gidiyorum. Eğer orada bulamazsam elbette ne tarafta olduğuna dair malumat alabilirim.”
Pavlos hakkında aldığı haber üzerine Hasan Mellah, Marsilya’da ancak iki gün ikamet edebildi. Bu müddet içinde yol tedarikini görüp Madam İlia’yı kaptanlara ve güverte zabitine tekrar tekrar tavsiye ettikten sonra kendisi Marsilya’dan çıktı.
Hasan Mellah’ın gidişi üzerine, okuyucuların fikri dahi kendisiyle beraber Paris’e gitmiş olacağı açık ise de Hasan Paris’e varıp da işine başlayıncaya kadar bu tarafta, Marsilya’da bazı şeyler meydana çıkmış olduğu cihetle, biz bu taraftaki hadiseleri hikâye edip bitirmeden Hasan Mellah’ı Paris’e kadar takip edemeyeceğiz.
Madam İlia’ya güzel bakılması hakkında çorbacıları tarafından verilen emir üzerine, gerek kaptanların ve gerek güverte zabiti Trillo’nun (Herifin ismi budur.) kadına ne kadar iyi bakacaklarını tarife bile lüzum olmadığı için madamın herhâlde rahat edeceğine şüphe edilemez. Hatta kadının her ihtiyacı karşılanarak kendisinin eğlenceden başka bir şeyle geçireceği vakti olmamasıyla her gün karaya çıkarak, bir iki saat vaktini, gerek Marsilya şehrinin içinde ve gerek civarda bulunan Katalan karyesi ve başka bağlarda, bahçelerde geçiriyordu.
İşbu seyahatçikler münasebetiyle Madam İlia’nın elbette Marsilya’da birkaç kimse ile tanışıp dostluk kurmuş olduğunu zannedersiniz. Lakin bu zan batıl ve beyhudedir. Dost olma denilen şey gezmekle hasıl olmaz. En evvel komşular vasıtasıyla husule başlar. Madam İlia’nın ise evi gemi olmakla gemiden çıktığı zaman gittiği bahçelerde ve başka mahallerde bir kenara oturarak henüz bir kimseye prezante edilmemiş olduğu ve edilmek arzusunda bulunmadığı cihetle tanışıp dostluk edecek ne bir adam görür ne de aramak kaydında bulunurdu.
Bir gün hem de pazar günü olmasıyla yine âdeti üzere şehri gezmeye çıkmıştı.
İkindiye kadar ötede beride gezdikten sonra, ikindiüzeri de Saint Marie Kilisesi’ne girip felakete uğramışların kalbinden hiçbir vakitte çıkmayan manevi yardım ümitleriyle yüreği dopdolu olduğu hâlde, Cenabıhakk’a şükürle karışık dualar ediyordu. Derken gözü, kapının yanında ayaküzeri durup boynunu bükmüş bulunan bir fakire ilişti.
Bu adamın sakalı uzamış, saçları da omuzlarından aşağı inmiş olduğu cihetle pek de yüzü görülemeyip ancak arkasındaki lime lime olmuş kalın abadan yapılmış pis, mundar elbise içinde olduğu görülmek şöyle dursun, Marsilya gibi sıcak bir memlekette bu hâl ve kıyafette bulunmaya kendisini zorlayan fakr-u zaruret ateşiyle kavrulmakta olduğu da görülüyordu.
Madam İlia herifi bu hâlde görünce “Aman ya Rabbi! Ben bu kadar felakete uğramış bir biçare iken maiyetime koca bir gemi vermiş ve sandıklarımı elbiseler ve çekmecemi altın ve gümüş doldurmuş olduğun hâlde, mutlaka masum ve her hâlde günahsız da olduğu görünüşünden görülmekte bulunan şu biçareyi, velev ki yine lime lime olsun yaz sıcağına karşı giymek üzere bir hafif elbiseden bile mahrum edişin acaba ne hikmete dayalı olabilir? Şu herifin elbette yiyeceği ekmek de giydiği elbise nispetindedir. Yok, yok! Yine günaha girdim. Elbette bu gibi fukarayı bizim şefkat ve merhametimizi imtihan etmekle beraber hâl, saadet ve gınamız[39 - Gına: Zenginlik, yeterlik. (e.n.) 185] üzerine gerekli teşekkürleri ifada kusur etmememiz için ortaya koymuştur. Gerçi ben de başkasının yardımına muhtacım. Ancak yardımına muhtaç olduğum zat, ihtiyaçlarımı o kadar iyi karşılıyor ki hatta bu fakirin ihtiyacını dahi karşılamaya benim gücüm yeter.” yollu dindarca bin hissiyat ile herifin yanına sokulup para vermek için elini de cebine sokmuştu. Bir de bu kadar merhametini celbeden biçarenin, kocası İlia olduğunu tanımasın mı?
Kadıncağız kendisini kaybedip “Hay, İlia, kocam, aman ya Rabbi!” diye kocasının boynuna sarılmaya hücum etti. Ve herif de kadının yüzüne bakıp “Vay, gerçek, karı be!” dediyse de kollarını açıp üzerine doğru gelmekte bulunan sadık ve sevgili karısını göğsünden iterek hemen kapıdan çıktı ve kadın ise bu ret muamelesine hayretle, eli havada bir dakika durduktan sonra arkasından koştuysa da kocasından bir nam ve nişan göremeyerek âdeta rüya görmüşe döndü.
O telaş ve hayretle zavallı kadıncağız deli gibi öteye beriye başvurup döndü dolaştı. Akşama kadar gezdi, aradı. Ancak güya yer yarılmış da kocası yerin dibine geçmiş gibi mümkün değil bir eserini göremedi. Üzüntüsünden ağlamak istedi, ağlayamadı. Teselli bulacak şeyler aradı, bulamadı. Nihayet şaşkın şaşkın gemiye dönerek düşünmeye başladı.
Biçare kadıncağız bu hâlde ne düşünebilir? O fakir adamın kocası olduğunu yalnız kendisi tanımadı ki gördüğü şeyi hayale atfetsin. Herif de karısını tanımıştı. Bu durumda, niçin kendisini reddederek savuşmuş olduğuna hiçbir mana veremeyip işte bu şüphe üzerine çıldıracağı geliyordu.
O gece sabaha kadar Madam İlia’nın gözlerine uyku girmemiş olduğuna inanırsınız ya? Ertesi sabah biraz daha sakin bir hâlde durumu gözden geçirince hükûmete müracaatla Marsilya’nın içinde şu kılıkta bir adam olduğundan aranıp bulunmasını talep edecek olduğu zaman “Eğer kocamı kendim buldurup hükûmete teslim edersem kanına kendim girmiş olmaz mıyım?” mülahazası, kocasının kendisini reddedişine de bir mana verdi. “Mutlaka ben kendisini tanırsam meydana çıkarmış olurum. O zaman da hükûmetin eline geçer diye beni kabul etmedi.” dedi.
Gerçi bu düşünce pek yerinde idi. O kadar yerinde idi ki hatuncağızı mutmain bile edebildi. Ancak sonradan diğer bir mülahaza daha gelerek zihnini bütün bütün perişan etti. “Kocam canından korktuğu için böyle yaptı ise ben de hemen kendisini tutup hükûmete teslim edecek değildim ya? Benim kendisine ne kadar sadık olduğumu bilmez mi? İkimiz baş başa verip buradan kaçmayı kararlaştırdıktan sonra Hasan Mellah’ın dahi yardımları sayesinde nerede olsak rahat rahat yaşayamaz mıydık? O sayeden haydi kendisinin haberi yoktur, diyelim. Beni yalnız ikbal[40 - İkbal: Baht açıklığı, talih, refah. (e.n.)] hâlinde iken mi zevce tanıyacaktı? İdbar[41 - İdbar: Talihsizlik. (e.n.) 187] hâli, zevceliğimizi de ihlal mi etti?” diye bütün bütün perişan olup kaldı.
O günden sonra Madam İlia her gün şehri gezmeye çıkıp hususi olarak kiralamış olduğu araba ile hemen her gün şehrin gezmedik sokağını bırakmadı. Lakin mümkün olamadı ki kocasına bir daha tesadüf etsin.
Biçare kadıncağız, kâh herifin çıldırmış olmasına kani olmak istiyor kâh artık kendi muhabbetini unutmuş bulunmasına inanmaya yaklaşıyordu ki kocasından görmüş olduğu muamele bu düşüncelerin hepsini de teyit edebilirdi.
Nihayet kabahati erkeğin heveslerine bulmaya başladı. Bir erkeğe hiçbir şekilde inanmanın caiz olmadığını ve hatta Hasan Mellah’ın bile sevdiği kız kim ise aramakta gösterdiği bunca fedakârlığın, sadece bir hevesten ibaret bulunduğuna katiyen hükmederek kocası olacak ikbal ve güzellik heveslisi için bunca vakitten beri döktüğü gözyaşlarının dahi boşuna olduğuna iman etti. Lakin imanı da o kadar kuvvetli değildi. Üzüntü galip geldikçe bu inanca düşer ve üzüntüsünü yenebilecek düşünceler baş gösterdikçe yine eski namuslu hâli ve kocasına olan sevgisi geri gelirdi.

Altıncı Bölüm
Madam İlia’nın kim olduğu, gerek kaptanların ve gerek güverte zabiti Trillo’nun malumu olduğu gibi kadının ne gibi bir emel ve mecburiyet üzerine gemiye gelmiş olduğu dahi birinci kaptanın dönüş gecesi Hasan Mellah ile beraber bulunmuş olmasıyla arkadaşlarına anlattıklarından anlaşılmıştı. Ancak bunların malumatı her hâlde kendilerince bir şey olup hiçbirisi o konuda kadına bir tek söz söylememişlerdi. Madam İlia’ya gelince; gerçi kendi hâlinin herkese malum olduğunu o dahi biliyordu. Ancak hâlini bahis konusu yapmakta hiçbir fayda ümit etmediği cihetle derin derdinden hiçbirisine şikâyette etmezdi.
Birinci kaptan Maltalı olup elli beş yaşını geçmiş kır saçlı bir adam ve ikinci kaptan da yine bu yaşta bir İspanyol idi ki her ikisi de âlemin oldukça sıcağını da soğuğunu da görmüş bulunduklarından Madam İlia’nın hâline gerçekten acıyorlardı. Güverte zabiti Trillo otuz beş kırk yaşında bir İtalyan idi. Madam İlia’nın felaketli hâli acınmayacak bir şey olmadığı cihetle, Trillo dahi acıyordu. Ancak bekâr ve biraz da değil, pek de hovarda-meşrep olduğundan kadın hakkında zihnine hücum eden şeytanları bir türlü yenemiyordu.
Verdiğimiz şu kısa malumattan dahi anlaşılabilir ki Madam İlia’nın her hâl ve hareketine cümleden ziyade dikkat eden yalnız güverte zabiti Trillo idi. Hatta o kadar dikkat ediyordu ki birkaç günden beri madama arız olan perişanlığın bile farkına vardı. Bunun üzerine bir gün geminin kıç tarafında madamın yanına sokulup dereden tepeden söz açtıktan ve Hasan Mellah’ın artık Paris’e varmış ve belki dönüşü dahi yaklaşmış olacağından bahsettikten sonra sözü şu surete döktü:
Trillo: “Keşke çorbacımız sizi de götürseydi.”
Madam: “Niçin?”
Trillo: “Görüyorum ki burada canınız sıkılıyor.”
Madam: “Hayır, sıkıldığı yoktur. Himmetiniz sayesinde pek rahatım.”
Trillo: “Hele bir iki gündür hâlinizin perişanlığı açıkça görülmektedir.”
Madam: (göğüs geçirerek) “Benim hâlim daima perişandır efendim. Benim gibi bir felaketzedenin hâlinde perişanlıktan başka ne olur?”
Trillo: “Evet, derdinizi biliyorum. Gerçi siz hâlde bulunan bir kadına teselli vermek lazımsa da vereceğim tesellinin bir faydası olup olmadığında şüphem vardır.”
Madam: “Sizin bana fiilen gösterdiğiniz insaniyetten büyük, benim için teselli mi olur?”
Trillo: “Olur efendim, olur. Sizin için teselli de olur. Ama işittiğime göre…”
Madam: (dikkati artarak) “Ee, işittiğinize göre?”
Trillo: “Hiç!”
Herifin son lafı üzerine madamın merakını arttıran şey, şayet onun dahi kocası İlia’dan bir malumat almış bulunması ihtimali olmakla, ne işittiğini mutlaka söylemesi hakkında gösterdiği ısrar üzerine Trillo şu cihetten bir söz açtı:
Trillo: “Efendim, ben biraz serbestçe adam olduğumdan korkarım ki laflarım canınızı sıkar.”
Madam: “Serbest adamın lafları, en doğru laflar demek değil midir?”
Trillo: “Bendenizce öyledir.”
Madam: “Öyleyse niçin canımı sıksın?”
Trillo: “Siz kaybolan kocanızı aramaya çıktınız, değil mi?”
Madam: “Ah, evet, öyle!”
Trillo: “Buna bir şey diyemem. Aramaya çıkabilirsiniz. Yalnız size şunu sorarım ki karıya kocasını aramak mı düşer, yoksa kocaya karısını aramak mı?”
Madam: “Güzel söylüyorsunuz ama kocam beni arayamamakta mazurdur.”
Trillo: “Bu konuda sizi tasdik edemeyeceğimden dolayı affınızı rica ederim. Çünkü kocanız sizi başı korkusundan aramıyor, öyle değil mi?”
Madam: “Evet!”
Trillo: “Demek oluyor ki sizi kendi canı kadar sevmiyor. Kendi canını sizden daha ziyade seviyor. Hâlbuki gördüğüme kalırsa siz kocanızı kendi canınızdan ziyade seviyorsunuz. Çünkü…”
Madam: “Ah, ona şüphe mi ister?”
Trillo: “İşte demek oluyor ki muhabbette, fedakârlıkta israf ediyorsunuz. Ben kadın olsam hiç bu israfta bulunmazdım.”
Madam: “Acayip!”
Trillo: “Gördünüz mü efendim serbest adamın doğru lafları canınızı sıkmazsa bile hayretinize sebep oluyor. Fakat zararı yok. Bendeniz yine fikrimi serbestçe söylemekten geri durmam. Size şunu sorarım ki bir adam için karısı mı daha sevgilidir, yoksa anası, babası, kardeşleri mi?”
Madam: “Bana soruyorsanız karısı derim.”
Trillo: “Hayır efendim. Bir kere validenizi, kardeşlerinizi hatırınıza getiriniz de öyle söyleyiniz.”
Madam: “Ah, hepsi sevilir, hepsi!”
Trillo: “Hepsi değil, elbette ana baba daha ziyade sevilir. Zira âlemde gönül her kimi severse onunla eş olabilir. Fakat ana, baba, kardeş olamaz.”
Madam: “Ee, sanki ne demek istiyorsunuz?”
Trillo: “Şunu demek istiyorum ki kocanız anası, babası, bir de kız kardeşini öldürmüş olduğu hâlde…”
Madam: “Ah, namus uğruna öldürdü, namus uğruna.”
Trillo: “Öyle olsun. Lakin o namus dediğiniz zanlar nevinden değil midir?”
Madam: (yüreği çarparak) “Estağfurullah!”
Trillo: “Siz yine fikrinizde sabit olunuz efendim. Ben size fikrinizden dönünüz demiyorum. Namusun zanlar nevinden bir şey olduğunu, her kime olsa o kadar kolay ispat ederim ki şaşarsınız. Kocanız evvela pederini, validesini, kız kardeşini namuslu zannetmişti. Sonra namussuzluğu seçiyorlar zannederek ve bu zan evvelki zanna galebe ederek, o suretle üç katli birden göze aldırdı, değil mi? Hem ana, baba, kız kardeş olarak üç!”
Madam: “Evet ama!..”
Trillo: “Biraz müsaade buyurunuz. Sonraki zannın evvelki zanna galebe ettiğini kabul ettiniz. Biraz orada sabit kalınız. Bu hâlde evvelki zan dediğimiz şey namus değil midir? Öyleyse namus zanlar nevinden sayılmaz mı?”
Biçare Madam İlia, Trillo habisinden işittiği bu sözleri ömrü müddetince kimseden işitmemiş olduğu için zihnine birdenbire durgunluk geldi. Bir iki dakika kadar düşünceler denizinin içinde yuvarlandı kaldı. Sonra şiddetli bir ah ederek yine Trillo’ya dönüp konuşmasını beklediğini sezdiren bir tavır takındı.
Trillo: “Hoş, bilgili bir kadın olduğunuza göre, bu incelikleri sizin de tetkik etmiş olduğunuzdan şüphem yoktur. Şimdi ise sadece mahzun gönlünüzü teselli için demek isterim ki bir kadının kocasına ve bir kocanın karısına sevgi göstermesi gerekir. Hem bu sevgi mukaddestir bile. Hatta bu yolda sizin gösterdiğiniz kadar ve belki de daha ziyade fedakârlık bile gösterip can vermeli de evliliğin namusuna zarar getirmemeli. Lakin sevginin, fedakârlığın bu derecesi iki taraflı olması lazım değil, âdeta şart ve farzdır. Hatta bu her ikisi için de hem şart hem de farzdır. Eğer kocanız, Allah korusun, prangada veya zindanda bulunsa ne kadar üzülür ve ne kadar matem tutarsanız yeridir. Ancak şimdi siz bir koca için matem tutuyorsunuz ki kaçaktır ve sizi aramaya erkeklik kuvveti mutlaka kâfi iken siz karılık zaafıyla onu arıyorsunuz. Onun sizi terk edip gitmesi başı korkusundan, sizin onu aramak için bunca zahmeti göze aldırmanız yalnız sevginiz icabından olmasına bakılırsa serbest bir adamın kocanıza, aferin diyemeyeceğini ve böyle bir koca için sizin dahi bu kadar dertli bir hâlde kalmanızı beğenmeyeceğini arz etmekten geri duramam.”
O gün ilk defaya mahsus olmak üzere Trillo bahsi burada kesti. Şimdi bu bahsin Madam İlia’ya olan tesirlerine gelelim.
Şeytan herifin beyan ettiği şeyler, zayıf yürekli bir kadının zihnini gereği gibi çelecek kuvvete haizdir.
Madam İlia ise daha önce kocasına kilisede rast geldiği ve kendisini tanıdığı hâlde herifin ret ile savuşup gitmesi üzerine zaten perişan olan fikrini nasıl yeneceğini bilemiyordu. Kocasının sadakat ve fedakârlığının derecesini zaten nazarında belirlemeye başlamış olduğu hâlde bir de Trillo’nun muhakemesini görünce “Bu Trillo’nun yerden göğe kadar hakkı var. Beni arayıp bulmak ve kaçacağı varsa beraber kaçarak yine hâlimize göre birlikte yaşamak yolu varken sadece kendi başının korkusundan ötürü beni aramadıktan başka ben onu bulmuşken bile göğsümden kakıp kaçan, giden kocanın derdiyle bu kadar yanmak âdeta ahmaklıktır. Biraz kendimi geniş tutmalıyım.” suretinde karar vermişti.
Ne yazık ki, hatta yüz binler defa yazık ki, bir kadının namus konusundaki mukaddes titizliğine bu kadarcık halel gelmesi, onun bütün bütün bozulup gitmesi için yetip de artmıştı!
Mevcut milletlerin bazılarının, kadınları erkeklerden kaçırıp bazılarının kaçırmamasında olan fayda ve zararı muhakeme eden bazı eksik fikirli filozoflar, kadınların örtü altına konulmasının, âdeta kıskançlıktan gelir bir nevi taassup olduğuna hükmederler. Ancak işte Madam İlia gibi bir kadının namus konusundaki temiz titizliğini bozmak bu kadar kolay bir iş olduğu hâlde, bu gibi bozulmalara karşı doğuştan meyilli bulunan kadınların ne kadar basit şeytanlıklara mahvolup gideceğini düşünmelidir.
Güverte zabiti Trillo, Madam İlia’ya arz ettiği felsefi nutuktan sonra kadının tavrında görülecek değişikliğe dikkat etmeye başladı.
Gördü mü dersiniz?
Ziyadesiyle gördü. Hatta aradan iki gün geçmeden Madam İlia herifi yanına çağırıp “Monsieur Trillo, lakırtınızı pek haklı buldum ama inşallah kocamı ele geçireceğim hakkındaki ümitlerimi teyit edecek rüyalar dahi görüyorum.” yollu bir girişle herifi yine sohbete davet etmişti. Trillo, Madam İlia’da bu gevşemeyi görünce fikir ve hayallerinin gerçekleşeceğine güveni artarak büyük bir emniyet ve kararlılıkla:
Trillo: “Vallahi efendim, ben sizin hâlinize acıdığımdan öyle söyledim. Sizin gibi henüz pek genç ve tam zevk edecek çağda bir kadını öyle, dünyasından bezmiş bir hâlde görmek elbette bana tesir eder. Bir kere de âlemde emsalinizden ibret alınız. Kocaları yanında ve safaları yerinde kadınların bile eğlenceleri yolunda dakika kaybetmediklerini görünüz.”
Madam: “Dünyada namussuz aşüfte mi ararsınız?”
Trillo: “Hakkınız yoktur diyemem. Öylesi de var. Fakat bu namus bağıyla yalnız kadınlar mı bağlı olur? Gösteriniz bana bir erkek ki eline fırsat düştüğünde namusu o fırsatı kaçırmasına sebep olsun.”
Madam: “Erkeklerde bu kadar iffetli adam nadir bulunur.”
Trillo: “Kadınlardan çokça bulunmasının sebebi ise doğrusunu isterseniz kadınların akılsızlığıdır. Vallahi efendim, namus bence vazifedir. İnsan vazifesinden harice çıkmaz veyahut çıktığını kimseye duyurmazsa namusu da zarar görmez inancındayım. Bir kere düşününüz. Dünyada bir emele nail olmayı kim istemez? Yalnız meydana sırrım çıkar da rezil olurum diye nefsini meneder. Eğer insan kendi sırrını kendi sakladığı kadar başkasının da saklayacağına emin olursa mutlaka iradesi elden gider.”
Herifin lakırtıyı bu yola dökmesiyle beraber Madam İlia’nın çehresinde o kadar kabul alametleri görüldü ki âdeta Trillo arzusunun hasıl olacağına hiç şüphe etmemeye başladı. Ancak o aralık birinci kaptanın yanlarına gelmesiyle âdeta pişmiş aşa soğuk su katmış oldu.
Madam İlia, kaptan ile de güzel güzel konuşup bir hayli vakit geçirdikten sonra kamarasına inerek kendi kendisine düşünmeye başladı. Kâh öyle birtakım namuslu duygulara mağlup oluyordu ki dünyada, her şehvetine düşkün kimsenin hırsını dindirmek için kendini vakfetmiş olan kadınların geberip gitmelerini bir nimet olarak kabul eder ve Trillo’yu da namus binasının zelzelesi, ölüm ateşinin rüzgârı, temizlik ve günahsızlık gemisinin borası gibi görüp günahsızlık gibi melekçesine bir duyguyu onun şehvet duygusu gibi şeytanca bir duyguya yaklaştırmak doğru olmayacağı için bir daha herifin yüzüne bakmamak kararını alırdı ve kâh olurdu ki kendi şehvet duygularına mağlup olarak Trillo’nun dediği gibi gerek namus ve gerek ırz denilen şeyin zanlar nevinden olduğunu düşünmekle sır meydana çıkmayacak olduktan sonra âlemde zevk etmeye kimin mâni olacağını hesap ederek hazır şu Trillo oldukça genç ve parlacık bir adamken sohbeti ile müstefit olmak kararını verirdi ki bu son kararıyla hırsından gerinmeye ve esnemeye başlardı.
Meselenin üzerinden birkaç gün daha geçti. Birkaç gün değil, birkaç hafta dahi geçti. Temizliğin ve günahsızlığın manevi kuvveti ile şehvetin kuvveti pençe pençeye cenkleşmekten vazgeçmediğine ve bu muharebede tarafların henüz barış yapmadıkları için Madam İlia, âdeta iki köy arasında kalmış ahuya benzedi.
Birkaç defa daha Trillo ile sohbetler etti. Habisin her sohbeti, âdeta temizlik kahramanının bir damarını kesmek yerine geçiyordu. Nihayet o kahraman hükümdar tam aciz kalarak düşmanının kahramanca üstün gelmeye başladığını da Trillo layığıyla anlamış olduğundan bir gece halk yerli yerine çekildikten sonra kalkıp Madam İlia’nın dairesine doğru yürüdü.
Madam İlia henüz yatmamış idiyse de kanepesi üzerine serilip yine iffet ve şehvet muharebelerini seyrederdi. Kapı açılıp da Trillo’nun içeriye girmesi, tam melekçe temizliğin yenildiği zamana tesadüf ettiği için herifi görünce bu vakit kamarasında ne gezdiğini sormaya davrandıysa da vücuduna bir titreme ve diline bir ağırlık gelip tir tir titremekten başka bir şeye muvaffak olamadığını gördü.
İyi ya, artık ne gibi bir manevi hissin zorlaması ve baskısı ile Madam İlia, o gece sabaha kadar hüngür hüngür ağladı?
Evet, ağladı. Çünkü düşüncesi ve muhakemesi de iffet ve namusuyla beraber ayaklar altında çiğnenmemişti. İnsan bir saniye evvel kendisini melek, vücudunu nur görüp durduğu hâlde kendinden geçmekten ibaret olan bir saniyelik şehvet müddetinden sonra, kendisini ifrit, vücudunu leş olmuş görünce elbette bu hâl gayretine dokunur.
Elbette ağlar!
Gayreti dahi muzmahil[42 - Muzmahil: Çökmüş, darmadağın olmuş, perişan olmuş. (e.n.) 194] oluncaya kadar ağlar!
Eyvah! Eyvah ki bir kere gayret dahi muzmahil olursa artık onun nazarında cihan muzmahil olsa dahi bir tesiri kalmaz.
(Beşinci Kitap’ın Sonu)

ALTINCI KİTAP

Birinci Bölüm
Miladi 1790 senesi Eylül’ünün on birinci günü Paris’te, Hotel de Moscova denilen misafirhanenin umumi yemek salonunda, hazır bulunan kadın erkek, yirmi kadar zevat arasında gayet sıcak bir sohbet cereyan ediyordu. Bu sohbette Michelet namında bir ihtiyar Fransız ortaya bir iddia atmış görünüp Feuerbach namındaki bir Alman ile Desters isminde bir İngiliz de bu iddiaya karşılık veriyor ve başkaları sohbetin nasıl cereyan ettiğine dikkat ederek aralıkta bir onlar arasında da söz söyleyen oluyordu.
Sohbetin mahiyeti aşk ve alaka denilen şeyden ibaret olup bu konuda Michelet’nin iddiasının içeriği şu şekilde özetlenebilir:
“Yaşım altmışı geçti. Bu ömrüm müddetince aşk ve alaka âleminin ayak atmadık hiçbir köşesini bırakmadım. Hatta bir aralık izdivaç dahi ederek… Artık bereket versin diyeyim ki zevcem birkaç seneden sonra vefat edip gittiği cihetle beni serbest bıraktı. Yani demek isterim ki sevginin o cihetini dahi gördüm. Bu uzun müddette edindiğim tecrübelerimden şunu anladım ki aşk denilen şey âdeta insanın kendi kendisini aldatmasından ibaret. Ama nasıl aldatış? Yalnız ‘Filan kadın beni seviyor.’ diye aldatmak değil. ‘Ben filan kadını seviyorum.’ diye de kendi kendisini aldatır. Hem de o kadar aldatıyor ki sevdiği uğrunda canını ortaya koymayı da göze aldırıyor. Gerçi bu fedakârlığı esirgemiyor. Siz âlemde budala mı ararsınız? O yolda canını feda etmiş olanlar pek çoktur. Ancak bilmiş olunuz ki herif mutlaka aşk yolunda canını feda etmiyor. Sadece kendisini aldatmış olduğu meydana çıkınca o kadar mahcubiyete dayanamayacağından dolayı canına kıyıp kurtulmak vadisine sapıyor. Yoksa âşık olan niçin canına kıyacak? Aşkta sebatının zoruyla mı? Hâlbuki canına kıydığı anda, aşk dahi hayatıyla beraber elden çıkıp gitmeyecek mi? Eğer canına kıyan budala, ahmak olup da bu hesabı edemezse zaten onun hareketi kaleme gelmeyeceğinden, o herifin canına kıymasını âdeta eşekliğine yormalıdır. Yok, eğer ettiği hareketin yönünü, niteliğini ve ehemmiyetini bilir bir adam ise o da kani olmalıdır ki kendisini aşk yolunda öldürmeyip sadece mahcubiyet zoruyla öldürmektedir.”
Monsieur Michelet, davasını şu yola dökünceye kadar etraftan nice itirazlar edilmiş ve sözler söylenilmiş ise de hiçbirisinin o kadar ehemmiyeti olmadığından biz onları geçip yalnız kendisinin fikrini tasvir ettik. Bundan sonra edilen itirazlara bakalım:
Feuerbach: “Monsieur Michelet’nin lakırtısı bütün bütün boş değildir. Sevgi yolunun bir çığırı da onun dediği cihete sapar. Ancak bu kadar filozoflar gelmiş geçmiş, cümlesi, aşkın insan için hulkî ve cibillî, yani tabii olduğuna hükmederek bu hükme itiraz eden bulunmamıştır.”
Michelet: “Evet, bulunmamıştır. Zira o zaman âlemde fikirler şimdiki gibi serbest değilmiş. Şimdiki serbest fikirler her şeye itiraz etmekten çekinmezler. İşte filozofların bu fikrine de ben itiraz ediyorum.”
Desters: “Sizin fikrinizin filozofların fikirleri kadar kuvvetli olduğunu bilsek bu davada size tabi olurduk.”
Michelet: “Fena söylemediniz efendim. Eğer benim fikrim filozofların fikri kadar kuvvetli değilse hazır böyle zayıf bir fikri, filozofların fikri gibi kuvvetli bir fikir ile pek kolay mağlup edersiniz. Rica ederim beni susturunuz da hakkı sizin elinizde göreyim.”
Feuerbach: “Pekâlâ, işte diyoruz ki aşk insan için hulkî ve cibillîdir. Buna ne diyeceksiniz? İnsan ne hikmete dayanarak bir kadına kalbini bağlayıp da dünyada başka ne kadar kadın varsa cümlesini kendi sevgilisinden aşağı görmektedir?”
Michelet: “Tam da bu sorunuzun cevabını diğer bir soru içinde vereceğim. Ben de size sorarım ki yaratılışında, fıtratında aşk olan bir adam, bana niçin alaka etmiyor, niçin?”
Michelet’nin şu sözü meclisçe umumi bir kahkahayı sebep oldu.
Feuerbach: “Sizin sararmış dişlerinize, kırarmış saçlarınıza mı alaka etsinler? Hem siz erkeksiniz.”
Desters: “Yoksa buruşmuş yüzünüze mi?”
Michelet: “Aferin, pek memnun oldum. Demek ki alaka etmek, âşık olmak için mutlaka kadın arıyorlar.”
Desters: “Şüphe mi istersiniz?”
Michelet: “Öyleyse bizim doksan beşlik valide hanıma niçin alaka etmiyorlar? İşte o da bir kadındır.”
Bu söz dahi meclisçe bir kahkahaya sebep olup hazır bulunanlardan seksenlik bir ihtiyar söze karışarak:
“Valide hanıma da alaka edenler yok değildi. Ben on beş yaşında iken henüz otuzunda bulunan valide hanım hazretleri Paris’in âdeta afeti idi.”
Michelet: (gülümseyerek) “Şimdi şu güzel şahitliğinizi valide işitse kim bilir ne kadar memnun olur ve size de ne kadar dua ederdi. Lakin biz bahsimizden çıkmayalım. Kadın dahi ihtiyar olunca alakaya şayan değildir demek istiyorsunuz öyle mi?”
Feuerbach: “Evet efendim!”
Michelet: “Demek oluyor ki alaka etmek için genç bir kadın lazımdır. Öyle mi efendim?”
Desters: “Evet efendim, dedik ya!”
Michelet: “Ya bu kadın uzun burunlu, büyük ağızlı, kazık gibi dişli, yeşil gözlü, saçları çirkin, sözü sohbeti dinlenmez, zayıf, yılışık, çirkin bir şey olsa zararı yoktur ya? Yine alaka edilir ya?”
Hazır olanlardan birisi: “Ama siz bahsi komedyaya çevirdiniz.”
Michelet: “Estağfurullah, sual soruyorum. Suallerime verilecek cevap üzerine meseleyi halledeceğim.”
Desters: “Zararı yok efendim. Biz de suallerinize cevaptan geri durmayız. Tarif ettiğiniz kadın gibi bir kadını alakaya değer görürseniz alaka etmekte ve onun aşkı yolunda canınızı bile feda etmekte serbestsiniz.”
Michelet: “Ha, öyle bir kadına alaka edilmezmiş. Demek oluyor ki alaka edilmek için hem genç hem güzel şiveli, işveli, nazik, tatlı, minimini bir kadın arıyorsunuz ha?”
Desters: “Evet efendim!”
Michelet: “Öyleyse şuna aşk diyeceğinize şehvet-i hırs deseniz olmaz mı?”
Feuerbach: “Nasıl şehvet? Nasıl hırs?”
Michelet: “Bayağı şehvet, bayağı hırs. Sözümü daha ziyade izah edeyim mi? Âdeta o kadının visalini istemeyi şehvetin de zorlamasıyla bir kat daha kuvvetlendirmeye aşk diyeceğiz vesselam.”
Monsieur Michelet şu hükmü verdiği zaman meclise bir durgunluk gelip ihtiyar olanlar, kendi çıkarları bu cihette bulunduğu için tasdike ve genç ve özellikle âşık olanlar bu hüküm kendi işlerine gelmediği için itiraza kalkıştılarsa da ekseriyet yine Michelet tarafında kaldı. O ise halkın telaşına bakmayıp yine sözüne devam etti:
“İşte bu şehvani hissin zorlaması üzerine, âşık efendi aşkına daha ziyade bir süs vermek için sevgilisinin huzurunda ağlar, sızlar. Sevgilisi ise kendisini pek sevdiğine inandığı gibi kendisi dahi onu pek sevdiğine inanır. İşin bu cihetine ben de inanırım. Çünkü sevgilisi gibi güzel bir karıyı sevmeyecek de bizim valide hanımı sevecek değil ya? Fakat bu konuda kendisi o kadar aldanır ki dünyada sevgilisi olmadıktan sonra kendisinin dahi yaşayamayacağına bile kendisini inandırır. Sebep? Çünkü karı daha güzel bir delikanlı bulmuş. Artık âşığa canını feda etmek lazım gelir. Sebebi? Sebebi aşk değil. Belki aldanmış olduğundan dolayı hasıl olan mahcubiyettir.”
Bu sohbet üzerine verilen kesin hüküm, hazır bulunanları daha ziyade meşgul ederek bu kere de her iki üç adam arasında bir bahis açılmıştı ve birçok gürültülerden sonra nihayet Monsieur Michelet’nin fikri, ekseriyet değil, belki Feuerbach ile Desters’den başka oy birliğiyle kabul görmüştür. Bahse bu suretle son verildikten sonra mevcut kadınlardın birisi Monsieur Michelet’ye hitaben:
“Monsieur Michelet, siz demiştiniz ki şu ömrünüz içinde aşk ve alaka dünyasının girmedik yerini bırakmadınız. Demek oluyor ki sizin dahi kendinizi âşık zannederek aldattığınız vaki olmuştur.”
Michelet: “Oldu madam. Fakat pek gençlikte iken oldu. Sonra bir ihtiyar bana doğru yolu gösterdi. Ondan sonra hiçbir kadına âşık olduğumu, ne kendimi inandırmaya çalıştım ne de kadını. Âdeta ‘Hanım, siz pek güzelisiniz, gönlüm sizi sevdi. Siz de beni beğenip severseniz birlikte zevk edelim.’ kelimeleriyle ilanıaşk ederek nihayet ‘Artık ben sizden usandım. Siz de benden usandıysanız kendimize başka birer yâr arayalım. Yok eğer daha benden usanmadınızsa ben sizin muhabbetinize bir müddet daha katlanabilirim.’ diye sevgi defterine son verirdim. Hem de bu doğru ve serbest lakırtı çoğu kadınların beğeni nazarına mazhar olurdu da öncekinden ziyade muvaffakiyetler görürdüm.”
Hazır olanlardan bir genç: “Ne kadar maymun iştahlılık! İnsan sevdiğinin sevgisiyle mezara gitmeli, değil mi?”
Michelet: “Galiba bu genç efendi bir kimseye âşıktır. Hem sevgilisi de burada bulunmalıdır ki ona olan sevgisi hakkında teminat vermek için böyle söylüyor. Efendim, siz isterseniz sevgilinizin sevgisiyle mezara gidersiniz, isterseniz Hind’e, Yemen’e. Ben sevgi denilen şeyin şehevi hırstan ibaret olduğuna kanaat getirdiğim için mezara, Hind’e, Yemen’e değil, çarşı başına kadar bile gitmem. Çünkü şehvani ihtiyacımı şu kadın karşılayamazsa bu kadın daha ziyade karşılayabilir. Hem ben sizin kadar mutaassıp değilim. Sizin sevdiğiniz hanım, Allah korusun, hıyanet edecek olsa siz canınıza kıyarsınız ya?”
Genç adam: “Şüphe mi ister?”
Michelet: “Ben canıma kıymak şöyle dursun, vaktime bile kıyıp da bu konuda düşünmem bile. Gayeti o zamana kadar kendisiyle geçirmiş olduğum ömürden dolayı, gider, eski sevgilim hanımefendiye bir de teşekkür ederek hesabımı keserim.”
Monsieur Michelet’nin fikrinde olan tuhaflıkla beraber isabete de herkes hem şaştı hem güldü. Nihayet sofranın sonu idi ki Monsieur Michelet şöyle bir fıkra nakletti:
“Bir dostum vardı ki çok vakit İstanbul’da oturmuştur. Bu kadar müddet İstanbul’da oturduğu hâlde neye merak etse beğenirsiniz? Eski Acem yazarlarının yazmış oldukları romanların Türkçeye tercüme edilenlerine mahsus bir hoca tutmuş. Biraz Türkçe öğrenmiş. Hocasının yardımıyla birkaç romanı Fransızcaya tercüme etmiş. Birisini gördüm. Kerem namında bir âşık varmış. Aslı namında bir sevgilisini babası kendisinden kaçırdığı için o da arkasına düşmüş. Sevgilisi kaçmış, o takip etmiş. Âdeta herif dünyayı dönüp dolaşmış. Nihayet karnında gaz madeni mi varmış neymiş? Bir gün ateş alıp cayır cayır yanmış. Nasıl? Aşk gayretinde bulunanlar artık Kerem Ağa’yı yahut efendiyi, Kerem Bey’i, Kerem Paşa’yı, pek isterseniz Kerem Han’ı, kim bilir ne kadar övüp takdis ederler. Ben ne dedim? Hay ahmak, budala hay! Dünyada karı kıtlığına kıran mı girdi ki bir karının arkası sıra dünyayı dolaşmayı göze aldırdın? Aslı Hanım olmazsa Faslı Hanım… Biraz çirkince olur ise de bari arkasından koşa koşa insana dünyayı dolaştırmaz ya? Her hâlde daha muti, daha munis olur.”
Monsieur Michelet’nin bu fıkrası meclise daha ziyade bir kahkaha verip sonra herkes yerli yerine dağıldı.

İkinci Bölüm
Yemek salonunda Monsieur Michelet’yi dinleyen kimseler içinde, lacivert kadifeden, güzel bir kat İstanbul elbisesi giyinmiş genç bir İspanyol bulunuyordu ki sohbetin cereyanı üzerine ağzını hiç açmaksızın büyük bir dikkat ve itina ile bahsi dinler ve yalnız aralıkta bir çehresinde alaycı tebessümler görünürdü. Eğer okurlardan birisi orada hazır bulunmuş olsa idi bu genç İspanyol’un bizim Hasan Mellah olduğunu tanırdı.
Herkes sofradan kalkıp yerli yerine çekildikten sonra Hasan Mellah da yine bahsi geçen oteldeki odasına çekilip bir koltuk üzerine oturdu ve düşünmeye başladı. Kendi kendisine dedi ki:

Bu Monsieur Michelet denilen herif dün akşam da yine böyle aşk ve alakaya dair bahis açmış idi de kendisini dinleyen bulunmadığı için bahsini tamamlayamamıştı. Bu akşam dahi bahsi açmak için bin vesile aradı. İddiası tabiat kaidesinin bütün bütün haricinde. Halk kendisini tasdik etti ama karının peşinde dolaşmak, akıl kârı olmadığına dair Kerem fıkrasını dahi söyledi. Sakın bu iş içinde Pavlos’un bir parmağı olmasın. Mutlaka vardır. Hınzır herif, benim Paris’e geldiğimi mutlaka anlamıştır da Cuzella’yı aramak fikrinden beni çevirmek için Monsieur Michelet’i böyle filozofça muhakemeye sevk etmiştir. Hem filozofça muhakemelerde bu kuvvet, bu safsata âlemde Pavlos’a mahsustur. Mutlaka Monsieur Michelet, Pavlos’tan almış olduğu dersi bize sattı. Dur bakalım, elbette işi anlarız.
Hasan Mellah’ın böyle derinden derine, şu mülahazaya düşmüş olmasının haklı veyahut haksız olduğunu şimdilik bilemeyiz. Ancak her akşam sofrada Monsieur Michelet’nin başka bir meseleden bahsetmeyip daima evvelki meseleyi tekrar edip durması, Hasan’ın fikrine kuvvet verdiği gibi, birkaç akşam sonra Michelet bahsederken aralıkta bir gayriihtiyari gözlerini Hasan’a çevirmesi, bu fikrine bütün bütün kuvvet verdi.
Hasan kendi kendisine Acayip, ben Fransızca bilmediğim ve yalnız İspanyolcanın yardımıyla Fransızcayı anlayabildiğim hâlde ve özellikle Monsieur Michelet ile hiçbir tanışıklığım yok iken benim yüzüme bakıp durmasında hikmet nedir? Âdeta söylediği sözlerin bana hitap olduğunu anlatmak demektir… diye düşüncelerinin isabetinden hiç şüphesi kalmadı.
Her akşam kendisinin oturduğu iskemle yanında Orancak namında bir Portekizli oturuyordu. Hasan, kendisinin Monsieur Michelet’ye takdimini Portekizliden rica etmekle yemekten sonra Orancak, Hasan’ı “İspanya’nın en meşhur kaptanlarından Zerno” namıyla Monsieur Michelet’ye takdim etti.
Artık Michelet’nin Hasan’a gösterdiği nazikçe muameleye dikkat etmeliydi. O kadar tevazu gösteriyordu ki İspanya’nın en meşhur kaptanlarından Zerno için bu kadar tevazu fazla olup olsa olsa Pavlos Kumpanyası’nın ileri gelen ortaklarından bir zata bu kadar tevazu yakışık alabilirdi. Neyse, Hasan da nazikçe mukabelede kusur etmeyip o akşama mahsus olmak üzere yalnız Monsieur Michelet’nin cerbezeli nutuk kuvvetini aşırı derecede överek vakit geçirdi. Yalnız o akşama da mahsus değil. Birkaç gün ve akşamı böyle afaki[43 - Afaki: Kıymetsiz sözler ve meseleler. (e.n.) 201] sohbetlerle geçirip nihayet bir gece Michelet’yi kendi odasına getirerek şöyle bir söz açtı.
“Monsieur Michelet, birkaç gece sürmüş olan alaka ve aşk meselesi hakkında söylediğiniz düsturları kemaliyle kabul ettim. Meselenin bir ciheti kaldı ki onu da halletmek istiyorum.”
Michelet: “Nedir bakalım delikanlı? Korkarım ki sizin başınızda da aşk ateşi alevlenmektedir. Ama buraya Paris derler. İspanya’ya benzemez, malum.”
Hasan: “Elbette, oturduğum yerin Paris olduğunu ve İspanya’ya benzemeyeceğini bilmeyecek kadar ahmak değilim ya? Size soracağım şu ki, siz bir kızı sadece ondan istifadeniz için severdiniz, değil mi?”
Michelet: “Tam da öyle.”
Hasan: “Ya bir kızı sevip ondan istifade ettiğiniz esnada, bir diğer kız daha size istifade arz etse o zaman ne yaparsınız?”
Michelet: “Bak, gerçek! Meselenin bu ciheti çatallaştı. Ama yok, çatallaşmadı. Onu da severim. Ondan da istifade ederim.”
Hasan: “Güzel ama bu hâl mertliğe yakışır mı?”
Michelet: “İstifade bahsinde mertliği aramamalıdır kuzum. Mertlik denilen şey istifade kaydında olmayan adama yakışır.”
Hasan: “Bu fikrinizde sabit-i kadem[44 - Sabit-i kadem: Mizacı oynak olmayıp işine ve sözünde kararlı olan, yerinde direnen. Sözünde duran. (e.n.) 202] misiniz?”
Michelet: “Öyleyim.”
Hasan: “Ama sonra dönmemeli.”
Michelet: “Dönecek olsam söylemezdim.”
Hasan: “Öyleyse geliniz benden de istifade ediniz.”
Hasan’ın bu lafı üzerine Michelet’ye bir durgunluk geldi. Biraz da rengi attı. Müteakiben hiçbir şey olmamış gibi davrandı.
Michelet: “Ben sizden ne istifade edebilirim?”
Hasan: “Pavlos’tan ne istifade ediyorsanız daha ziyadesini.”
Michelet: “Nasıl Pavlos?”
Hasan: “Siz bu ismi tanımıyor musunuz?”
Michelet: “Hayır!”
Hasan: “Zihniniz başka düşünüp lisanınız başka şey söylerse uyuşamaz.”
Michelet: “Bunu hiçbir vakitte, hiçbir şekilde kabul edemem.”
Hasan: “Öyleyse size bir isim daha vereyim. Dominico Badia ismini de tanımaz mısınız?”
Okuyucular unutmamıştır ki mahut Pavlos’un asıl ismi Dominico Badia’dır.
Michelet biraz düşünür gibi ettikten sonra dedi ki:
Michelet: “Hayır, bu ismi de tanımam.”
Hasan: “Öyleyse sizi benim üzerime kim memur etti? Ama bak zihninizin düşündüğünü ağzınız söyleyecek ha!”
Michelet: “Ali Bey isminde bir Arap memur etti.”
Ali Bey ismini aldığı gibi Hasan mahut Pavlos’un Fransa’ya bir Arap kıyafetinde girmiş bulunduğunu daha Marsilya’da haber almış bulunduğundan Michelet’nin doğru söylediğini anladıysa da anlamamışa dönüp:
Hasan: “Nasıl Ali Bey?”
Michelet: “Güya bilmez gibi söylüyorsunuz. Ben sizin âdetinizi bilirim.”
Hasan: “Bizim âdetimizi nereden biliyorsunuz?”
Michelet: “Güya sizi İspanya’nın en meşhur kaptanlarından Zerno diye mi kabul ettim zannedersiniz? Siz Hasan Mellah, Faslı değil misiniz?”
Hasan: “Evet, oyum. Fakat sizin Ali Bey dediğiniz zat kim oluyor?”
Michelet: “Siz bilmiyorsanız, ben de hiç bilmem.”
Hasan: “Bildiğiniz kadarını söyleyiniz.”
Michelet: “Hani ya biz sizden istifade edecektik, siz ise bizi sorgulamakla benden istifade etmeye çalışıyorsunuz.”
Hasan: “Ben sizi sorgulamakla istifade edeceğim. Siz de benden istediğiniz yolda istifade edebilirsiniz.”
Michelet: “Ben de öyle bir ümitteyim ama…”
Hasan: “Aması yok. Öyle bir ümitte bulunan adam bildiğini söyler.”
Michelet: “Benim bildiğimi siz bildiğiniz hâlde de söyler mi?”
Hasan: “Söyler.”
Michelet: “Öyle ise aslında Abbasiye Hanedanı’ndan olup şimdiye kadar Necid taraflarında ömür geçirmiş olan Ali Bey tarafından size memur oldum.”
Hasan: “Ne için?”
Michelet: “Siz bir kızın aşkı arkasında perişan imişsiniz. Sizi kurtarmak için.”
Hasan: “Şimdi o kız neredeymiş?”
Michelet: “İşte onu bilmiyorum.”
Hasan: “Hele hele!..”
Michelet: “Bilmiyorum dedim, inanınız.”
Hasan: “Ya Ali Bey nerede?”
Michelet: “Sizin buraya gelişinizden iki gün sonra hareket etti.”
Hasan: “Nereye gitti.”
Michelet: “Bilmiyorum efendim.”
Hasan: “Yok, bilmiyorum olmaz. Benim asıl edeceğim istifade budur.”
Michelet: “Gerçekten bilmiyorum.”
Hasan: “Tahminen olsun.”
Michelet: “Bilmiyorum. Hatta kendisi bana adiyö bile demedi. Ben kendisini aramaya gittim, Paris’ten hareket ettiğini ev sahibi bana söyledi.”
Hasan: “Nereye gitmiş olduğunu söylemedi mi?”
Michelet: “Hayır, söylemedi.”
Hasan: “Ali Bey’in burada haremi var mıydı?”
Michelet: “Yoktu.”
Hasan: “Yanında kadın hizmetçi filan?”
Michelet: “Kimse yoktu.”
Hasan heriften almış olduğu son lakırtı hepsinden ziyade merakına dokunarak Pavlos’un Cuzella’yı nerede bırakıp saklamış olması ihtimalini düşünmeye başladı. Bunun için en evvel hatırına Marsilya geldiyse de bu hatıra ile beraber daha birçok hatıralar gelmiş olduğundan yine vazgeçti. O günkü verdiği malumat ile Michelet, Hasan’dan topu bin Frank istifade edebilerek yıkıldı gitti. Hasan bir yandan Cuzella’yı nasıl derdest edeceğini düşünüyor ve diğer taraftan da Pavlos’un melanetinin derecesini düşünüyordu. Bu kadar ince kim düşünür? Beni teşebbüslerimden menetmek için oturduğum otele adam memur edip de hikmetli fikirlerle beni caydırmak yolunu kim bulur? Lakin ben de ondan aşağı kalmıyorum ya? İşte casusunu derhâl keşfettim. Acaba herifin nereye gitmiş olduğunu da casusa söyletebilir miyim? diye durup oturacak yer bulamıyordu.
Lakin Michelet ile daha kaç defa görüştüyse de Pavlos’un ne taraflara gitmiş olduğuna dair bir türlü malumat alamadı.
Nihayet hatırına ne gelse iyi? Şayet Cartagena’dan kaçırılmış olması kendisi için Cuzella’nın pederi Alfons ile Pavlos’un başka bir hilesi olup kızın hâlâ Cartagena’da bulunması ihtimali geldi. Bunun için Cartagena’da rahibeler cemiyeti efradından Cuzella’nın muallimesi Marie namına bir mektup yazarak İspanya postasına verip gönderdi. Ancak bu mektup önce Madrid’e giderek oradan dahi Cartagena’ya gönderileceği cihetle, cevabı ancak bir buçuk ayda geleceğinden ve o zamana kadar Paris’te boşu boşuna oturmaktan ise Marsilya’ya giderim. Oradan şayet Cuzella’nın İspanya’da bulunduğuna dair cevap olursa hareketim dahi kolay olur… düşüncesiyle mektubunun cevabını Marsilya’ya yazmasını dahi Marie’ye bir not ile tavsiye etti.
Mektubu postaneye verdiği günden iki gün sonra, kendisi de Paris’ten hareket etti ki bu şehre gelişinin tam yirmi sekizinci günü olup beş gün sonra Marsilya’ya gelişi dahi oradan ayrılışının otuz dokuzuncu günü idi.
Hasan Mellah, Marsilya’ya gidedursun, biz Paris seyahati meselesinin nihayeti için şunu dahi belirtelim ki:
Hasan Mellah, hınzır Pavlos’un casusunu keşfedebildiği için ettiği iftiharda haksızdı. Zira kendisi casus keşfetmemişti. Casusu ona kendisini keşfettirmişti. Hasan ile görüşmeden birkaç gün evvel sofrada ettiği hitapları Hasan’a yönelerek etmesi şüphe vermek içindi. Zira Hasan’ın bu kadarcık bir ipucundan dahi şüphelenmek derecesinde olduğunu Pavlos habisi pekâlâ bilirdi. Kısacası casusun kendisini Hasan’a keşfettirmesi ve Pavlos hakkında verdiği malumatı vermesi, yine hep Pavlos’un tertibiyle sadece Hasan’ı avutup fikirlerinden caydırmak için yapılmıştı.
Biz işin bu ince cihetine pek de şaşmayız. Şaştığımız şey Hasan, Paris’te ismini ve kıyafetini değiştirerek gelmiş olduğu hâlde Pavlos’un kendisini derhâl nasıl tahkik ederek tanımış olmasıdır. Paris gibi bir memleket ki orada insan alenen tanıdığı bir adamı bile güç hâl ile bulamaz.
Lakin “Çok bilen çok yanılır.” derlerse de inanmalıdır.
Çünkü Pavlos çok bilir bir hınzır olduğu hâlde, Abbasiye Hanedanı’ndan Ali Bey diye sonradan edinmiş olduğu namı Hasan’a haber vermekte yanıldı. Bu Pavlos’un asıl ne kıratta adam olduğunu tanımak isteyenler, biyografi kitaplarında ismini Ali Bey diye araştırsınlar. Eğer kendisinin Paris’te ilan ettiği seyahatnamesini okurlarsa o zaman habisi daha layığıyla anlarlar. Hoş, hikâyemizde devam edildikçe yine anlaşılabilecektir ya? Hele yanılıp da Hasan’a haber verdiği ismin kendi musibetine sebep olduğu görülecektir.

Üçüncü Bölüm
Hasan Mellah, Marsilya’dan ayrılışının otuz dokuzuncu günü geri döndü demiştik. Dönüşü akşama yakın olmakla iskeleden bir sandala binip gemisine geldiği zaman Madam İlia’yı kıç üstünde güverte zabiti Trillo ile konuşur buldu. Kendisini görür görmez Madam İlia onu karşılamaya koştu ve Hasan da gayet yardımcı ve koruyucu bir tavırla kadını kabul etti.
Marsilya’nın suyu ve havası Madam İlia’ya pek yaramış olduğu gibi evvelce gönlünü istila etmiş olan tasalar ve kederler yerine şimdi Trillo’nun filozofça fikirleri sayesinde zevk ve neşe gelmiş olduğundan benzi kanlanmış ve vücuduna yağ gelmiş, neşesi artmış, âdeta güller gibi açılmıştı. Hasan bu hâlden dolayı fevkalade bir memnuniyetle:
Hasan: “Maşallah efendim, maşallah! Sizi doğrusu pek iyi bir hâlde buldum. Mutlaka Marsilya’da sıhhatiniz pek yerini bulmuş.”
Madam: “Lütfunuz sayesinde yeniden hayat bulmuş gibiyim efendim.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/hasan-mellah-yahut-sir-icinde-esrar-69429169/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Taler: Venedik altını (e.n.) 8

2
Navlun: Deniz ve nehir yolu ile taşınan eşya için, taşıma hizmeti karşılığında gemi şirketine ödenen ücret. (e.n.) 19

3
Uskuna: Pruva direği kabasorta armalı, grandi direği sübye armalı olan iki direkli yelkenli gemi. (e.n.) 24

4
Zih: Gemi teknesine boydan boya çekilmiş, tahtadan veya madenden yapılmış pervaz. (e.n.)

5
Salta: Yakasız, iliksiz, kolları bolca bir tür kısa ceket. (ç.n.) 25

6
İki çifte sandal: İki kişi tarafından ve iki çift kürekle çekilen sandal. (e.n.) 26

7
Hüsn-i teveccüh: Saygı ile övme, takdir etme. (e.n.) 27

8
Müstahzar (çoğulu müstahzarat): Kullanıma hazır duruma getirilmiş, hazırlanmış. (e.n.) 32

9
Pirane: Yaşlılara yakışır şekilde, olgunca tavır. (e.n.) 34

10
Fermene: Türlü nakışlarla işlemeli, önü kavuşmayan, yeleğe benzeyen bir giysi. (e.n.) 53

11
Tafsil: Etraflı olarak bildirmek. (e.n.) 75

12
Maltız: Malta Adası’ndan olan, Maltalı. (e.n.) 76

13
Matlub: İstek, istenilen şey. (e.n.) 80

14
Nabedid: Görünmeyen, meydanda olmayan. (ç.n.) 86

15
Müşahhas: Şahıs haline girmiş, şahsiyeti belli olmuş. Şahıslanmış, teşhis edilmiş. (e.n.) 89

16
Muhtıra: Hatırlatmak veya hatırlamak için yazılan tezkere. (e.n.) 99

17
Pelas-puş: Eski abaya, çula bürünen, fakir. (e.n.) 103

18
Riayet: İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. (e.n.) 112

19
Mağbut: Gıpta edilen, imrenilen. (e.n.) 126

20
Münselib: Kaçırılmış, kalmamış, kaldırılmış (Bu tabir; huzur, asayiş, emniyet ve rahat hakkında kullanılır.). (e.n.) 132

21
Mellah: Gemici, kaptan, denizci. (e.n.) 137

22
İşrap: Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma. (e.n.) 140

23
Müstait: İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı. (e.n.) 141

24
İstifasar: İfade isteme, sorma, sorup anlama. (e.n.) 143

25
Güneşin batışından üç saat sonra. (e.n.) 151

26
Eşmek: At hızlı gitmek. (e.n.) 152

27
Yakin: Şüphesiz, sağlam ve kati olarak bilmek. (e.n.) 153

28
Randa sereni: Geminin en gerisindeki yan yelkenin çekildiği direk. (e.n.) 154

29
Müftehir: Bir şeyi övünç bilerek onunla sevinen, övünen, iftihar eden. (e.n.) 156

30
Ümera: Yüksek rütbeli zabitler. (e.n.) 158

31
Mustalah: Istılahlı. Garip ve az kullanılır kelime ve terimlerle dolu olup pek anlaşılmayan. (e.n.) 171

32
Avara etmek: Bir teknenin yanaşmış olduğu bir tekeden veya iskeleden hareket edip açılması. (e.n.) 172

33
Bekam: Amacına, isteğine kavuşmuş, erişmiş olan kimse. (e.n.) 175

34
Eknaf: Yerler, yöreler, taraflar. (e.n.) 176

35
Hüsn-i teveccüh: Saygı ile övme, takdir etme. (e.n.) 177

36
Çorbacı: Mal sahibi, patron. (e.n.) 178

37
Teşrifat: Resmî kabul ve ziyaretlerdeki kabul merasimi. Protokol. (e.n.) 179

38
Nimet-dide: Nimete kavuşan. (e.n.) 180

39
Gına: Zenginlik, yeterlik. (e.n.) 185

40
İkbal: Baht açıklığı, talih, refah. (e.n.)

41
İdbar: Talihsizlik. (e.n.) 187

42
Muzmahil: Çökmüş, darmadağın olmuş, perişan olmuş. (e.n.) 194

43
Afaki: Kıymetsiz sözler ve meseleler. (e.n.) 201

44
Sabit-i kadem: Mizacı oynak olmayıp işine ve sözünde kararlı olan, yerinde direnen. Sözünde duran. (e.n.) 202
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar Ахмет Мидхат
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Alexander Dumas’ın ünlü romanı "Monte Kristo Kontu"nun Türkiye’deki ilk basımı, Türk okuyucusu tarafından büyük rağbet görür. Bunun üzerine Ahmet Mithat, bu romanı örnek alarak Hasan Mellah’ı yayımlamaya başlar. Hasan Mellah da büyük bir ilgiyle karşılanır. Öyle ki eser tamamlandığında roman kahramanlarının akıbetini merak eden okuyucuların ısrarları üzere Ahmet Mithat romanına bir ek yazar. Ahmet Mithat’ın ilk romanı olma özelliğini taşıyan bu eser ilk olarak korsanların elinde esir olarak karşımıza çıkan Hasan Mellah’ın türlü ölümlerden kurtuluş maceralarına yer veriyor. "Allah bize bu çocukları niçin veriyor biliyor musun? Ömrümüzün geçmekte ve ölümün yaklaşmakta olduğunu bize ispat için veriyor. Eğer bize kalacak olursa biz gençliğimizin geçtiğine, kart ve ihtiyar olduğumuza ve gebermek zamanı yaklaştığına mutlaka inanamayacağız. Lakin boyumuzla beraber evladımız yetiştikçe evvela kendimizi çocukluktan koparıp o saadeti evladımıza mecburen terk ediyoruz. Sonra onları genç ve civan olmuş görünce ister istemez kartlığımızı teslim edeceğiz. Nihayet onları kart görünce kendimizi ihtiyar bularak, onların ihtiyarlığını düşününce bizim için mezardan başka bir yer kalmadığını müşahede edeceğiz. Ama diyeceksin ki a devletlu, böyle doğurtup, yaşatıp, büyütüp de sonra gebertmekte ne mana vardır. Hazır bir kere yarattıktan sonra devam edip gitsene! İşte dindar olan böyle dememelidir. Çünkü bu söz bizim bencilliğimizden kaynaklanıyor. Çocukluktan al da en ihtiyarlığa ve torunluktan al da en ağa babalığa varıncaya kadar insanın her çağı, ayrı birer saadettir. Bu saadete herkes nail olmak ister."

  • Добавить отзыв