Gürcü Kızı yahut İntikam

Gürcü Kızı yahut İntikam
Ahmet Mithat Efendi
Türk edebiyatı roman ve hikâyeciliğinin demirbaşlarından olan ve Hâce-i Evvel unvanıyla edebiyatımıza nam salan Ahmet Mithat Efendi’nin bu unvanına yakışır bir eser olan "Gürcü Kızı yahut İntikam", Gürcistan ile ilgili bir seyahatnamenin romanlaştırıldığı izlenimi taşıyan, okuyucuyu sürükleyip âdeta Tiflis’e kadar götüren canlı bir anlatım ve üsluba sahip nitelikli bir eserdir. Mösyö Gilliom Sanc ile tercümanı Mihran Baron’un Gürcistan macerasına tanık olacağımız bu eserde, Gürcistan’ın pek çok milletle mücadelesine şahitlik edeceğiz. Ayrıca bu yörenin coğrafyasıyla, kültürel ve siyasi hayatıyla ilgili birçok bilgiye de keyifle vâkıf olacağız. "Efendiler! Size nakledeceğim şey hayalî masallardan ibaret değildir. Gerçi garabeti, ehemmiyeti en geniş hayal erbabından olan romancıları bile hayrette bırakacak derecede ise de bizzat yaşanmış tarihî bir vakadır."

Ahmet Mithat Efendi
Gürcü Kızı yahut İntikam

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
Kemal Timur, 1969 yılında Besni’nin Yazı Yalankoz Köyü’nde doğdu. 1993’te Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans, 1995’te yüksek lisans, 2001’de doktora öğrenimini tamamladı. Türkiye’nin farklı illerinde bulunan Kredi Yurtlar Kurumu öğrencilerine Safahat atölyesi çerçevesinde Mehmet Akif ve Safahat Okumaları konusunda seminerler verdi. Çeşitli kitap ve dergilerde editörlük görevinde bulundu. Yeni Türk Edebiyatı alanında yirmi üç kitaba imza attı. Halen Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki görevini sürdürmektedir.
Eserlerinden Bazıları: Türk Romanında Dinler ve İnançlar 1872-1896, Ömer Seyfettin’in Kaleminden Şair ve Yazarlar, Meçhule Yolculuk Türk Romanında Sürgün.
Yayına Hazırladığı – Sadeleştirdiği Eserlerden Bazıları: Hasan Mellah, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Müşahedat, Altın Âşıkları, Paris’te Bir Türk, Dürdane Hanım, Jön Türk, Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş?, Mesail-i Muğlaka, Çengi, Cinli Han, Bahtiyarlık.

Giriş
Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının genel haritasına bakıldığı zaman görülür ki, İstanbul’umuz bu üç kıtanın tam merkezinde yer almaktadır. En kadim zamanlardan beri İstanbul’umuzda bu merkeziyet durumu mevcuttur. Üç kıtanın ticareti de her asırda İstanbul’umuzda birleşmiştir. Zamanımızda da şehrimizin bu manevi ehemmiyeti devam etmekte ve belki de her geçen gün artmaktadır. Hele dünya seyahati maksadıyla memleketlerinden ayrılan seyyahların tümü yolculuklarının öncesinde ya da sonrasında İstanbul’umuza gelerek ya icra edecekleri veyahut icra etmiş bulundukları seyahatlerinin genelini burada değerlendirmeye çalışırlar.
Şimdilerde gazetelerin şu kadar Amerikan veyahut Macar ve İngiliz vesaire seyyahlarının şehrimize gelişlerini ve görmeye değer olan yerlerimizi gezip intibalarını yazmaya başlamaları, gazetecilik sanatımızca büyük bir gelişme sayılsa yeridir. Zira seyyahların işbu gezmeleri şehrimiz için yeni değildir. Bayağı eski ve kadim olduğu hâlde gazetelerin o zamanlarda bu kadar yaygın olmamasından dolayı bunlardan pek bahsedilmemiştir. Diğer memleketlerde önemli seyyahlar bir memlekete vardıklarında o memleket ahalisi kendileriyle görüşüp seyahat esnasında karşılaştıkları şeylere dair onlardan bilgi almaya çalışırlar. Seyyahların durumuyla ilgili henüz yeni başlamış olduğunu haber verdiğimiz memleketimizde ise, seyyahlarla bu yolda görüşme ve sohbetin hâlâ âdet hâline gelmemiş olduğunu tafsile gerek yoktur. Zaten şehrimize gelen seyyahların tümü Beyoğlu taraflarındaki otellere misafir olduklarından ve biz Osmanlılar da o âlemlerin pek de adamı olmadığımızdan, gelen meşhur seyyahlardan da pek haberdar olamamışız. Dolayısıyla bundan iki sene kadar önce işbu seyyahlardan birisiyle olan görüşmemizi bu defa ihbar edecek isek de bundan maksadımız, kendimizi diğer hemşehrilerimizden daha uyanık, daha girişken ve meraklı göstermek değildir. Malum olan bu görüşmenin âdeta tesadüfi olduğunu evvel be evvel belirtmiş olalım.
Velev ki tesadüfi olmasın. Bu görüşme bizim için ne kadar faydalı olmuştur ki işte kısaca “Gürcü Kızı” adıyla şu romanı vücuda getirmeye vesile olmuştur. Şöyle ki:
Evvelki sene bir gece Beyoğlu’nda Hotel Ruvayal’da misafir kalmamız icap etmişti. “Tabldot” denilen umumi sofrada yemek yenilirken Yanya tarafının Hristiyan Arnavutlarından olan, Şark ve Garp dillerini ve ilmini bilmesiyle tanınmış bulunan bir dostumuz, o zamanlar yazıp neşretmekte bulunduğumuz “Arnavutlar Solyotlar” adındaki romanımızı medih ve sena ile bize iltifat ediyordu. Bu münasebetle açılan söz, eski kadim kavimlerin garip olan ahlak ve âdetlerine geldi. Sülü Dağları gibi gayet sarp olan yerlere dışarıdan insanlar pek giremedikleri için eski örf ve âdetlerini sürdürdükleri meselesi tahlil ediliyordu.
Dostumuz olan Hristiyan Arnavut diyordu ki:
“Hakikaten bu Arnavutlar Solyotlar romanının esasının hayal üzerine kurulmuş bir hikâye saymak, malum eserin kadrini takdir edememek demektir. Gerçi romanda anlatılan o acayip ve garip hâller pek akla uygun gelemese de oraları gezen birisi, bu anlatılanların gerçek olduğunu bizzat görecektir. Tarihte birtakım olaylara tesadüf olunur ki, o mevkinin coğrafi yapısı ile ona bağlı olarak orada yaşayan insanların yaşantıları örf ve âdetleri karşılaştırmalı olarak kaleme alınırsa ve bunu bir de romancılar dikkate alıp yazarlarsa çok harika romanlar vücuda gelirler. Bu eserleri okuyanlar, büyük hayretlerinden dolayı malum olayların sıhhatine önce inanmak istemeseler de yazarın doğru yazıp yazmadığını tetkik için kitaplara müracaat ettikleri zaman hayal zannettikleri şeyin hakikatlerden ibaret olduklarını gördüklerinde de hayretleri bir kat daha artacaktır.”
Malum mekânın âdeta yabancı bir memleket olmasından dolayı bu sohbet Fransızca cereyan ediyordu. Meselenin esası ve o esas üzerine bina edilen hadiseler diğer adamların da dikkatini çektiği için sofrada bulunan birçok yabancılar da bu sohbeti dinliyorlardı. Bunlar arasında bir tanesi, diğerlerinden daha ziyade dikkatle dinlemekte bulunduğundan, kâh başını sallayarak kâh gülümseyerek dostumuzun anlattıklarını tasdik ediyordu.
Hâlâ gözümüzün önünde bulunan bu zat, uzun boylu, iri kemikli, kızıl tenli bir adamdı. Bu kızıl tenli zatın sakalları, önceden kızıla yakın kumral renginde iken beşte dört kısmı ağarmış bulunmasından dolayı yüzüyle pek güzel bir uyum sağlamıştır. Aynı zamanda pala bıyıklı, koyu mavi gözlü bir adamdı. İrice, fakat alicenaplığına delalet eden güzel burnu üzerine düşmüş zannolunan alnı ve o büyük alnı süsleyen çizgileri bu adamın hem akıllı ve hem de şecaat sahibi bir zat olduğunu gösteriyordu.
Sohbetimiz biraz açıldı. Dağ ahalisi halkının, ova ahalisinden daha mükemmel olduklarına; akıl, şecaat, mertlik ve alicenaplıkta dağlıların ovalılardan daha üstün bulunduklarına dair sözler söylenip durdu. En mahir romancıların bile en mühim kahramanlarını Kûhistan ahalisinden seçtikleri de ifade edildi. Nihayet şahsını mühim ve manidar bulduğumuz malum zat, bir tasdik tavrıyla söze başlayarak, eski milletler ile yeni milletlerin hâlleri arasında bir mukayeseye girişti ki, o zamana kadar söylenmiş olan sözlerin tümünü tasdikle tahlil etmiş olduktan başka bizim henüz dikkatli nazarımızı çekmemiş bulunan birçok hakikatleri de ortaya koyarak cümlemizin takdirini kazandı.
Söylediği Fransız lisanını gayet fasih konuşuyor idiyse de bir Alman şivesini de çağrıştırıyordu. Şu münasebetle yine bize anlattı ki, kendisi asıl Hamburg şehri ahalisindendir ve “commis voyageur” sıfatıyla hemen hemen bütün dünyayı gezmiştir.
“Commis” ticaret uşağı demektir. “Voyageur” da seyyah demek olduğundan bu birleşik isim, ticaret hizmetkârlığıyla dünyayı baştan sona gezen zatların sıfatı oluyor. Avrupa’da büyük fabrikalar ve büyük ticaret şirketleri bilgili, girişken ve cesur adamların seyahat masraflarını vererek tüm dünyayı gezdirirler. Bu şekilde ticaret alanlarının gelişmesi için bu seyyahlardan faydalanarak ticaretlerini daha da geliştirirler. Bunlar her vardıkları yerin ahvalini tahkik ile oralarda ne gibi mal çıkmakta ve ne gibi mallara ihtiyaç görülmektedir. Ayrıca orman ve maden gibi tabii servetlerden olan şeylerin nasıl işletildiğini ve bunlardan ne yolda istifade edildiğini, mensup oldukları kumpanyalara ihbar ederlerdi. Sonra da zikrolunan kumpanyalar, malum memleketler ile ona göre ticari münasebetlerini geliştirme yollarını ararlardı.
Bizim commis voyageur’ün ismi Gilliom Sanc imiş. Herkesi memnun ve hayran eden o güzel makalesini bitirdikten sonra artık sofranın da meyve zamanı yaklaşmış olduğu esnada idi ki, hitabını bu âciz kula tevcih etti. Sanatımızın roman yazarlığı olduğunu, sonradan Yanya ile Mora arasında bulunan ve Sülü Dağları arasında bedevi yaşayan adamlara dair, okuyanları memnun edecek bir roman yazdığımızı öğrenmiş olduğundan bahisle, nazarımızı ve dikkatimizi bir kere de şuna çekti. Niçin Gürcistan taraflarını ihmal ettiğimizi sordu. Ben de bunun bir ciddi sebebi olmadığını ve henüz hatırımıza gelmediği için o taraflara fikrimizi sevk etmemiş olduğumuzu cevaben beyan edince dedi ki:
“Bu konuda hiçbir özrünüz makbul olamaz. Kadim Yunanlılar zamanından, sizin şu zamanınıza kadar ‘Kafdağı’ diye meşhur olan ve nice mitolojik hikâyelerin anlatıldığı yerlerle ilgili neden bir roman yazılmasın? Buralarda yaşayan kavimler eski gelenek, görenek, örf âdet ve birçok şeylerini Arnavutlar Solyotlar bölgesinden daha iyi muhafaza etmişlerdir. Sizin gibi bir romancı buraları nasıl ihmal edebilir? Karadeniz ile Hazar Denizi arasındaki büyük bir kara parçasına sahip olan bu yerler nazarıdikkatimizi çektiği gibi sizin de diğer yerlerden daha fazla dikkatinizi çekeceği kanaatindeyim.” dedi. “Yine ben de bu bölgelerle ilgili çok kitaplar ve makaleler yazdım. Ancak sizin gibi bir romancının buralarla ilgili yazacağı şeyler daha faydalı ve etkileyici olur.” diye fikir de beyan etti. Biz de kendi tarafından vuku bulan bu tavsiyelerden istifade ederek memnun kaldığımızı ifade edince tekrar dedi ki:
“Tarihte Gürcistan’ın Rusya idaresine geçtiği zamanla ilgili olaylar kendi kendisine yazılmış bir roman sayılır. Ben Anapa’dan Bakü’ye kadar, Abaza, Çeçen, Dağıstan ve Gürcistan memleketlerine seyahat ettiğim sırada bu romanın kalan neticesi tesadüfen sanki ayaklarıma dolanmıştı. Eğer arzu ederseniz size hikâye edeyim.” dedi.
Böyle bir arzunun bizim için pek önemli ve pek tabii olduğunu tafsile gerek var mı? Hikâyesini canıgönülden dinleyeceğimiz için tepeden tırnağa kadar kulak kesileceğimizi Monsieur Gilliom Sanc’a arz ettik. O da dedi ki:
“O hâlde Tepebaşı bahçesine kadar refakat ederek teklif edeceğim dondurmayı kabul etmeniz lazım gelir. Hatta bu davette arkadaşınız olan efendi de buna dâhildir.”
Davete memnuniyetle icabet edeceğimizi vadeden biz ikimiz olmadık. Yanımızda bulunan bir iki Alman ile bir Rum ve bir Fransız da dinlemeye rağbet gösterince ikram sahibi seyyah bunları da memnuniyetle kabul etti. Dedi ki:
“Şu hikâyeyi yazar efendiye bir yadigâr olarak nakledeceğim. O da bunları elbette kaleme alacaktır. Fakat ben hikâyeye nasıl bilgi peyda etmiş isem o sıraya o tertibe riayeten nakledeceğim gibi yazar efendinin de yine o tertip üzere kaleme almasını arzu ederim. Şu kadar var ki gerek olayın meydana geldiği tarih ve gerek vaka şahıslarının isimleri ve öz geçmişleri pek hatırımda kalamamıştır. Dolayısıyla bu konuda Rus tarihlerine müracaatla bu eksikliği tamamlama vazifesini de yazar efendiye havale ederim.”
İşin içine tarihin de karışmış olması, arkadaşlarımızın nazarıdikkatini daha da açtı. Her birinde öyle bir tavır görüldü ki, söylenecek hikâyenin tarihi ile ne münasebeti olabileceği onlar tarafından pek akla uygun görülmedi. Zeki seyyah bunu da anlayarak dedi ki:
“Efendiler! Size nakledeceğim şey hayalî masallardan ibaret değildir. Gerçi garabeti, ehemmiyeti en geniş hayal erbabından olan romancıları bile hayrette bırakacak derecede ise de bizzat yaşanmış tarihî bir vakadır. Bunları söylemeye ne gerek var yazar efendi? Zaten benden işiteceği şeyleri tarih ile tatbik ettiği zaman kesin doğru olduğunu anlayacaktır. Kendisine yadigâr bıraktığım şu romanı kaleme aldığı zaman bunun ne kadar doğru olduğuna kalemi de şehadet edecektir.”
Monsieur Gilliom Sanc’ın bu son sözü hepimizin merakını arttırdı. Sofradan kalkılır kalkılmaz, Hotel Ruvayal’a yakın bulunan Tepebaşı bahçesine gidildi. Haliç ve daha birçok güzel yeri gören güzel bir mevkide oturuldu. Oradan Haliç’i atlayıp Ayasofya’dan Davutpaşa’ya kadar âdeta bütün İstanbul’u ihata eden nezaret bir de mükemmel mehtapla bir kat daha letafetini arttırmış idiyse de meşhur seyyahın naklettiği hikâye cümlemizin dikkatini o kadar etkisi altına almıştı ki, zikredilen diğer güzellikleri kimsenin düşündüğü bile yoktu.
Monsieur Gilliom Sanc’ın hikâyesi saat dört buçuğa kadar ancak son buldu. Mevsimin yaz olmasına göre uyku zamanı gereği gibi gecikmiş idiyse de hikâyenin arkasını almayınca dağılmamaya herkes mecbur olduğundan hikâyeyi bitirmeksizin çekilmemeye seyyah da mecbur edildi.
Biz ise o akşam misafir kalacağımız odada rahat ve uykuya bedel malum hikâye üzerine notlar kaydıyla meşgul olmaya koyulduk. Zikredilen kayıtlar hikâyenin nerelerinde Monsieur Gilliom Sanc’tan yeni izahlara muhtaç olduğumuzu bize gösterdiğinden ertesi sabah sütlü kahve içildiği esnada bu notlarımızı da tamamlayarak kendisine dedik ki:
“Monsieur Sanc! Hikâyenizi hakikaten pek beğendik. Tarih sayfaları üzerinde kaydedilen tafsilatta da kusur etmemeye çalışacağız. Hatta iltimasınızdan dolayı hikâyeyi sizin tertibinizden çıkarmadıktan başka size vadederiz ki, yine sizin lisanınızdan tekrar ettirerek kaleme alacağız.”
Bu kadirşinaslığımızdan seyyah Fazıl Bey memnun göründü ise de hikâyeyi kendi lisanıyla aktarılırmışçasına kaleme almaktaki hikmeti anlayamadı. Bunu da izah için dedi ki:
“Siz vukuatı hikâye ederken olayların geçtiği yerlerin ahvalini göz önünde bulundurduğunuzu da anlatıyordunuz. Hikâyenin letafetini, asıl bu tarzda nakletmeniz arttırıyor. O yerleri gezen biz değiliz ki, zikredilen yerlerin durumunu nefsimize isnaden yazabilelim. Sizin lisanınızdan çıkıyormuşçasına kaleme alacağımız hikâyenin okuyucu nazarında ziyadesiyle makbul görüldüğünü akşam bahçede beş altı kişi huzurunda tecrübe etmiştik.”
Meşhur seyyah ile olan bu görüşme ve sohbetimiz, hem bizi hem de faziletli seyyahı ziyadesiyle memnun etti. Kendisiyle bir daha görüşülemeyeceğinden, o günkü vedamızı ebedî bir veda olarak icra ettik. Hikâyeyi zapt ve kaydımız epeyce mükemmel olmuştu. Belki bazı taraflarını unuturuz endişesiyle hemen kaleme almaya başlamadık. Belki bazı tarihî kitaplara da bakarak tam bir mükemmeliyete muvaffak olmak için işi böyle bir buçuk iki sene kadar da erteledik. Bu müddet zarfında fırsat buldukça bu hikâyeyle ilgili tarihî kitapları okuduk. Bu dikkat ve hassasiyetimizi okuyucularımız elbette takdir edeceklerdir.

    Ahmet Mithat

BİRİNCİ KİTAP
DANIŞIKLI DÖVÜŞ

1
Seyyah Monsieur Gilliom Sanc hikâyesine şu şekilde başlayarak dedi ki:
Hamburg’da İran ve Hindistan ticaretiyle pek külliyetli para kazanmış bir kumpanya hizmetinde idim. Bu kumpanya “Franko Cermen Ticaret-i Şarkiye Kumpanyası” diye isimlendirilmesinden de anlaşılacağı üzere azasının yarısı Fransız, yarısı Cermanyalı olarak her ne kadar Hamburg şehri bunların merkezi idiyse de Hindistan ve İran ticaretini icra için birisi deniz ve diğeri kara olmak üzere iki büyük ticaret yolu üzerinde birçok ticari merkezleri bulunuyordu.
Ticaret yolu üzerindeki denizdeki merkez ve durakları şunlardır: İspanya’da Cadiz, Doğu Afrika’da Saint-Louis, Güney Afrika’da Ümit Burnu, Madagaskar’da Bombato, Hindistan’da Bombay ve Basra Körfezi’nde Buşirbena’dır. Merkez ve kara durakları ise şunlardan ibaretti: Lehistan’ın Varşova, Rusya’nın Odessa, Karadeniz’de Anapa, Kafkasya’da Tiflis, İran’ın Tebriz şehirleriyle Hazar Deniz’de Bakü ve Ejderhan.
İşbu merkezler birinci derecede sayılan mühim yerlerdi. Her biri birer umumi direktörün idaresinde idiler ki, birine göre maaşları senevi on bin franktan yirmi beş bin franka kadar varıyordu. Genel hesaplardan çıkan paraların durumuna göre kârdan bahşiş adıyla başkaca hisseleri de ayrılıyordu. Her direktörün maiyetinde birçok da acenteler bulunuyordu. Onlar da her merkezin etrafı ve civarında mühim ticari hizmetlerde bulunurlardı. Gerçi bunlar maaşlı adamlar değil iseler de komisyonculuk suretiyle külli iş görerek kendileri kazandıkları gibi kumpanyayı da memnun ederlerdi.
Kumpanyanın ahvalini “-dı, -di” diye mazide olmuş şeklinde tarif edişime sebep bu kumpanyanın şimdi mevcut olmaması kaziyesidir. 1870 senesinde Almanya ile Fransa arasında meydana gelen savaş, Fransız ve Cermen unsurlarının böyle bir ticaret maksadı üzerindeki ittihat imkânını artık ortadan kaldırdığından beyan ettiğim büyük ticaret şirketi de işte bu muharebenin iki büyük millet arasında oluşturduğu ebedî muhalefete feda olunmuştur.
Ben bu şirketin seyyar müfettişi idim. On sene kadar, zikredilen şirketin hizmetinde kara ve deniz merkezlerinin tümünü gezdiğim gibi birkaç defa Amerika, Çin ve Japonya’ya kadar da seyahatler icra ettim.
Kendimde ticaret için heves ve merak yoktur. Asıl hevesim insanların yaşantıları üzerinde inceleme ve araştırmada bulunmaktır. Fakat bu merak, uzun seyahatleri gerektirdiğinden ve masrafına takat ve kudretim olmadığından bu ticaret müfettişliğini kabul ettim ki, kumpanyanın seyahat masrafımı karşılamasına karşılık ben de şirketin bana vermiş olduğu işleri güzelce yerine getirdikten sonra zamanımın kalanını kendi hususi merakım olan antropoloji ve etnografik fenlerine ayırmaktır.
1864 senesinde idi ki, Amerikalıların petrol gazı yüzünden milyonlar kazanmalarını, hasetli bakışlarla gören Avrupa tacirleri bu yolda Amerika ile rekabet gayretini artırdıkça artırarak Hazar Denizi sahillerinde bulunup o zamana kadar Rusların pek az istifade edebildikleri petrol kaynaklarını işletmek hevesine düştüler. Birkaç büyük kumpanya bu konuda Rusya Devleti ile bir anlaşma imzalamak için evvel be evvel malum deniz sahili üzerinde tetkik icrasına giriştiler. Bazıları maden mühendisleri gönderdiler ise de bizim şirket her teşebbüsten evvel oralarda bir kere benim gidip görmemi ve müşahedelerime dair bir rapor vermemi tercih etti. Dolayısıyla zikrolunan 1864 senesi Şubat’ında Hamburg’dan Viyana’ya geldim. Tuna Nehri henüz donmuş bulunduğundan on beş gün kadar Viyana’da vakit geçirdim. Nehrin buzları çözülür çözülmez tecrübe yollu ilk gönderilen vapura binip Golos’a geldim. Orada vapuru değiştirip küçük bir Rus vapuruna binerek İsmailof denilen Besarabya iskelesine varıp oradan da kayığa binerek Odessa’ya ve sonra Sivastopol yoluyla Azak limanına giden bir Rus vapuruyla Anapa’ya varmış oldum.
İcrasına memur olduğum bu keşif seyahati için Hamburg’da tertip olunan plan gereğince Anapa şehri benim merkez noktam oldu. Malum şehirden kalkıp yalı boyunca Abaza memleketlerini geçtikten sonra Kutais kasabasına varacak, sonra Argani ve Terek nehirlerinin kaynak ve mecrasından, yani Mozdok kasabası üzerinden Daryal adındaki meşhur geçidi geçip Tiflis’e inecek idim ki, oradan da Kür Nehri ile Hazar Denizi’ne kadar varıp Bakü limanına varacaktım.
O zamana kadar birçok seyyahların Avrupa’ya getirdikleri birçok gazetelerin neşrettikleri malumat tamamıyla zihnimde bulunduğundan ben biliyordum ki petrol kaynağına dair edilecek tahkikat için Kafkas silsilesinin geçitlerini geçmeye çalışmak hiç de gerekmez. Ejderhan yolu tutulacak olursa tren ve vapur ile Bakü’ye kadar varmak pek kolaylaşıp oraya vardıktan sonra da petrol memleketinin ta orta yerine varılmış sayılır. Ancak Kafkas dağlarında külliyetli altın madenleri bulunduğu Herodot ve Strabon gibi büyük zatların zamanından beri meşhur bulunduğundan, eğer malum madenden şimdiki hâlde de kabileler arasında malumat var ise zikredilen malumatları da edinmek ve işin derecesine göre daha sonra bu mesele ile de başkaca uğraşmak da kumpanya için lüzumlu olduğundan direktörler bu yolu tercih etmişlerdi.
Buna ben de ziyadesiyle memnun oldum. Çünkü Volga, Odessa ve Hazar Denizi birkaç defa seyahat etmiş bulunduğum yerlerdendi. O yolu tercih etmek gerekse idi, yeni bir şey göremeyeceğimden pek de memnun olmayacaktım. Bu yeni yer ve kıta ise pek çok kimseler için olduğu gibi benim için de meçhul memleketlerdendi. Ayrıca bu yeni yerler eski ve kadim etnografya ve antropoloji fenlerince fevkalade bir ehemmiyete haiz bulunduğundan oradan geçmek nazarımın önüne yeni ve geniş bir alan daha açmış olacaktı.
Bu kıtada seyahat edecek olan yabancılar için en büyük ehemmiyetler ile tedariki lazım gelen şey tercümandır. Zira yerine göre iki üç günlük mesafede bir kavmiyet ve lisanları tümüyle başka olan adamlar içine düşüldüğünden Anapa’dan Bakü’ye kadar hiç olmaz ise beş altı lisan bilinmelidir ki, seyyah kısmı muhtaç olduğu malumatı istediği gibi alabilsin.
Zikredilen memleket hemen bir asırdan beri Rusya idaresi altında bulunduğundan Rus lisanının oralarda yaygınlaştırılması lüzumu hatıra gelir ise de bu hatıranın pek yanlış olduğu derhâl ortaya çıkar. Kafkas kavimleri Rusya’ya hâlâ ısınamamış olduklarından ticaretleri olan adamların dışında Rus lisanını öğrenenler yoktur. Hatta Ruslar bile buralarda seyahat edecekleri zaman maiyetlerinde tercüman bulundurmaya muhtaçtırlar ve tercüman tedarik olunabilecek yer ise Anapa olduğundan orasının merkez seçilmesine de bu durum sebep olmuştur.
Anapa’da tedarik edilecek tercümanların hemen tümü Kutais ahalisinden olan Ermenilerdir. Bunlar Kafkas kavimlerinin çoğunun lisanına vâkıf oldukları gibi Rusça ve Türkçe de bilirler. İçlerinde Fransızca konuşanlar da nadir değildir. Çünkü Avrupalı seyyahlar çoğunlukla Fransızca konuştuklarından ve icraatın en çoğunu da bunlar verdiğinden Tiflis’te hususi surette lisan tahsil etmiş Ermeniler şu tercümanlık hizmetinden çekinmezler.

2
Anapa’ya vardığımda muhtaç olduğum tercümanı ele geçirinceye ve yol için gereken iki hayvanı tedarik edinceye kadar üç dört gün ikamete mecbur oldum. İstediğim gibi bir tercümanın Kutais kasabasından gelmesi icap ettiğinden, Anapa’daki Ermeniler tercümanın gelmesi için oraya mektup gönderdikleri gibi kuvvetli ve sağlam basan iki beygir satın almaya da Anapa’da ticaret şirketimizin hizmetinde bulunanlara havale ettiğimden, ben asıl merakım olan seyyahlığı icra için şehrin etraf ve civarını gezmeye başladım.
Osmanlı vezirlerinden Ferruh Ali Paşa’nın burayı kendisine merkez seçmesiyle Anapa kalesini âdeta yeniden inşa etmesi siyaset ve askeriyece ne kadar mühim olduğunu takdir edemezsem de Kuban Nehri ticaretini Tamanlılar elinden alıp kendi idare merkezine dönüştürmek için bundan güzel bir mevki seçemeyeceğini anlayıp bu adamın büyüklüğünü canıgönülden teslim ettim. Şimdi oralar, tümüyle Rusların eline geçmiş bulunduğu hâlde bile ticaretçe Anapa’nın ehemmiyeti Taman ve Kerç değil Akfa’dan bile ziyade olduğu gibi âdeta bütün Kafkasya’nın da iskelesi sayılır.
Anapa’dan kalkıp yalı boyunca Abazistan’ın en büyük iskelesi olan Sohumkale’ye varıncaya kadar kumpanyamızın düşündüğü altın madenlerine dair hiçbir işaret bulunmadığı gibi asıl vazifem olan petrol kaynağına dair olarak da hiçbir haber alamadım. Ben burada Abaza kavminin diğer Kafkas kavimlerine nispetle medeni terakkide daha ziyade gelişmiş olduklarını görerek yoluma devam ediyordum. Kutais’ten getirilip hizmetime verilmiş olan Mihran Baron adındaki Ermeni, şimdiye kadar kim bilir kaç seyyaha yol göstermiş ki bir Avrupalının kendisinden sual edebileceği şeyleri zaten öğrenip cevaplarını da hazırlamış olduğundan her sualime tam arzum derecesinde geniş cevaplar vererek beni memnun ediyordu.
Sohumkale’ye gelinceye kadar sahilde bulunan köyler, bu gelip giden seyyahlardan aldıkları paraların lezzetini tamamıyla almışlar gördüm. Gerek dağ ve gerek ova ahalisinden olan yarı medeni adamlar da misafirperverlik gibi asli olan eski özelliklerini çoktan kaybettiklerini müşahede ettim. Bunlar bizim gibi yabancıları öyle bedava olarak evlerinde yatırıp, yedirip içirip misafir etmedikleri gibi, yeme içme ve misafir etmek için istedikleri akçeye hakiki fiyatlarından pek ziyade istemek tamahkârlığını da öğrenmişlerdir.
Sohumkale’den ayrılıp Kutais yolunu tuttuğumuz zaman Kafkas Dağları’nın güçlüğü bizi karşılamaya başladığı gibi dağlıların misafirperverliği ve üstün ahlakı da hemen dikkatimizi çekti. Bir tercümanla beraber iki de atlı idik. Bir hayvana da beraberimdeki eşyayı yüklemiş olduğumdan her konak yerinden kendimize bir de süvari olarak delil, yani yol gösterici alıyorduk. Sohumkale’ye gelinceye kadar bu delilleri de pazarlık ederek alırken ondan sonra delillerimiz gece misafir kaldığımız evlerin kendi adamlarından verilmeye başlandı. Hatta bunların ücretleri de mürüvvetimize havale edilen bahşişlerden ibaret kalmıştı. Kuhistan’a doğru ilerledikçe geceleri yatma ve yeme içme masrafımız da gönlümüzden ne kopar ise verilecek olan bahşişler ile temin edilmeye başlandı.
Kutais kasabasına vardığımız zaman artık Kafkasya’nın tarihî ehemmiyeti de beni karşılamış oldu. Zira bu kasaba her ne kadar Rusların yeni inşa ettikleri şehirlerden ise de yanı başındaki harabe “Kolşid” adındaki eski ve kadim şehir her yönüyle bir medeniyet merkezi olma özelliğini koruyordu. Eskiden “Kokats” kasabası olduğu zaten malumum bulunmakla, bundan dört beş bin sene önce bu yerlerin haiz oldukları ticari ve medeni ehemmiyetleri ve o kadar binlerce senelik tarihî yadigârlar sırasıyla hatırımdan geçiyorlardı.
Size asıl hikâye edeceğim garip olaylar, bu yerlerin ahvalinden ziyade Gürcistan’a ve onun dahi Tiflis havalisine ait olanlarıdır. Tiflis’e kadar yapılmış olan seyahatimizi size hiç de haber vermemiş olsam mümkün olabilir ise de geçip gördüğüm yerlerin kadim medeniyeti binlerce senelerden beri tamamen unutulmuş hükmünü aldığını belirtmeliyim. Şimdiki hâline bakıldığında sanki buralardan hiç insan geçmemiş, başka canlı geçmemiş, yılan bağırsağını sürmemiş hükmünü almış bulunduğundan buralardaki izlenimlerim hâlâ yüreğimi o kadar tatlı bir surette kabartmaktadır ki, şu kadarcık olsun mahalli hâllerinden bahsetmeyecek olursam hakikati gizlemiş olacağımı zan ile bunu da şu hikâyede anlatmadan geçemeyeceğim.
Buralardaki Yalıboyu ahalisinden bazıları yabancılarla evlendiklerinden dolayı o asli ve güzel hasletlerinden bazı değişmeler olmuş ise de, dağlık bölgelerin içlerine doğru sokuldukça, insanların soyu üzerine çalışan ulemanın “Kafkas soyu” dedikleri adamlar o eski saf hâlini olduğu gibi koruduklarını aynen görmüş ve yazmışlardır. Bunlar arasında insan kendisini tarihin “altın devir” dedikleri zamanlarla kıyaslıyor.
Erkekleri kahraman oldukları kadar halim, selim ve mütevazıdırlar. Kadınları güzel oldukları kadar neşeli ve mahcupturlar. Ben erkek mi derim öyle kızgın adama ki, kızgınlık hâli cinnet derecelerine varır da kendi hakkını kendisi yerine getirmeye mecbur olduğu zaman can korkusundan bacakları titrer. Ben kadın mı derim öyle bir mahluka ki, nefsani olan hislerine mağlubiyetinden dolayı cesareti olur olmaz erkekleri bile mahcup bırakır. Erkeği ve bilhassa güzel kadını dünyanın bu kısmında görmelidir ki, Cenabıhak ikisini de ezelden beri bunlarda topladığı hâlde, bu yakışıklı erkekler ve güzel kadınlar, kendilerini Avrupa’nın o terakkisi sonucu ortaya çıkan ahlaksızlıklarından da uzak kalmışlardır.
Düşünmelidir ki, bu korunmanın en yenisi elli altmış seneden beri Rusya’ya mahkûm olan ahalinin yine bir dereceye kadar Rus medeniyeti ile kendi kadim medeniyetleri iç içe olduğu hâlde bu şekilde kendilerini muhafaza etmişlerdir. Evet! Bunu düşünmelidir. Rus istilasından önceki yüce ahlaklarını da ona göre düşünmelidir. Hem bu düşünme size nakledeceğim hikâyeden dolayı ziyadesiyle lazımdır. Zira bu hikâye, Gürcistan’ın Ruslara henüz mukavemet hâlinde bulundukları zamana ait ahvaldendir. Zikrolunan vukuatın erbabı olan adamların evladı ve torunlarına şimdi bu hikâye nakledilecek olsa şüphe yok ki onların da hayretle karışık övgülerine mazhar olur.
Her gece bir güzel köyde konaklayarak ve her gün nice güzel olan dar geçitlerden ve berrak sulardan geçerek bunların her birine dair delillerimizden aldığımız malumat üzerine tercümanım Mihran Baron ile sohbete girişirdik. Herif Tiflis’te yeni bilimleri gereği gibi tahsil etmiş bulunduğundan Herodot ve Strabon gibi büyük yazarlardan tarih, coğrafya ve bu bölgenin mitolojisiyle ilgili öğrenmiş olduğu bilgileri güzelce bana aktarıyordu. Ne zaman ki Mozdok’tan kalkıp Tiflis’e doğru gitmek için Daryal Boğazı’na girdik. Mihran Baron ile asıl en mühim sohbetimiz de bu yol üzerinde baş gösterdi. Kendisine dedim ki:
“Efendi! İçinde seyahat ettiğimiz şu dağ silsilesindeki kadim milletlerden ‘Sedd-i kaf’ dediklerini biliyorsunuz ya? Kadim milletler nazarında genellikle itikat olunduğuna göre Büyük İskender bu tabii seddi bir de suni set ile sağlamlaştırarak Yecüc ve Mecüc denilen kavmi o seddin arkasına sürmüştür.”
Mihran Baron sözümü tasdik ile dedi ki:
“Evet efendim! Fakat bu seddin inşa veyahut tamir ve yenilenmesinde Büyük İskender yalnız değildir. Ondan evvel, bilhassa ondan sonra daha nice büyük padişahlar bu Kûhistan ahalisini Anadolu taraflarındaki taarruzlardan men için Kaf kapılarını kapamışlardır ki, şu içinde bulunduğumuz Daryal geçidi de onlardan birisidir.”
“Vay! Siz… Kaf kapıları adlı tarihî meseleye vâkıf mısınız?”
“Maşallah efendim! Bunlara Kafkas kapıları, demir kapılar, bâbü’lebvâb gibi birçok adlar vermezler mi? Hatta Tarihçi Pelin işte böyle ‘Pelaya Kafkazyaya’ ile isimlendirmiş bulunduğuna da vâkıfım ki Mozdok’tan Tiflis elli beş saatlik bir mesafe olup biz bu mesafenin henüz ilk konağında bulunduğumuzdan yarın Mekinevarî ve Rusların Kazbek dedikleri dağ civarında Daryala hisarının harabesini de göreceğiz.”
Ben tercümanımdan şu sözleri işitince sohbeti biraz daha ileriye götürmek için sordum ki:
“Rivayete göre bu Daryala denilen zat bir kraliçe imiş. O kaleyi bina ederek içinde ikametle, gelen geçen yolculardan vergi alırmış. Yolcular arasında zevkine giden bir delikanlı görünce onu zorla kaleye alıp bir zaman kendi dairesinde ondan faydalandıktan sonra Terek Nehri’ne attırıp boğarmış. Bu malumat sizde de var mıdır?”
“Halk arasında hayali mitolojiden ibaret olmak üzere vardır efendim. Fakat Clapperton isminde bir seyyahın bu Daryal adına bulduğu bir rivayeti bir başka kitapta okudum ki, her şeyden ziyade onu akla daha uygun buldum. Türk ve Tatar lisanında buranın asıl ismi ‘Dar yol’dur. Daryal ismi de ondan bozulmuş olduğunu beyan ediyor. Gerçi yolun buraları henüz biraz genişçe ise de daha ilerisinin ne kadar dar olduğunu yarın göreceksiniz.”
Gerçekten ertesi günü geçidimiz o kadar darlaştı ki iki taraftan göğe baş çeken yalçın kayadan ibaret dağların birisinden taş atılsa karşı taraftaki dağa düşebilir. Terek Nehri bu dar yolun içinden akmaktadır. İnsan hayaline biraz kuvvet verecek olsa zannetmek ister ki, bu yol asıl mevcut olmayıp orası yekpare kaya iken kudret-i beşeriyyenin fevkinde bir kuvvete sahip olan mahlukat tarafından zikredilen kaya daracık bir harık suretinde oyulup Terek Nehri oradan geçirilmiştir.
Bu boğazın boylu boyuna birçok yerlerinde duvarlar, hisarlar ve kalelerin harabeleri görüldüğünden, eski zamanlardan beri zikredilen geçidin muhafazasına ehemmiyet verildiği anlaşılır. Ruslar da tam Kazbek tepesinin yakınında ve kadim Daryala harabesi yanında bir kale bina etmişlerdir. Bu kaleyi o kadar dik ve yüksek kayaların birbirine geçirilmesiyle vücuda getirmişlerdir ki, insan bunlar içinde kendisini bir kuyu içinde bulunur zanneder.
Zaten bu dağların hangi tarafında bulunulur da insan kendisini kuyu içinde zannetmez? Yekpare kayalar beş altı yüz metre yüksekliğe kadar dimdik yükselip gitmişlerdir ki, güneş asıl baş hizasına geldiği zaman bir iki saat müddet için bu kayalıkların aralarına girebilir. Etraftaki tepelerin zirveleri ise devamlı karla kapalıdır. Temmuz, ağustos aylarında bu karlar biraz yumuşayarak çığ denilen kar yığınları o kadar büyüklükleriyle düşerler ki şu dar boğazı tümüyle tıkayıp doldurdukları nadir değildir.
Bu boğazın bir yerine gelinir ki, orada Terek Nehri Mozdok kasabasına doğru aktığı hâlde onun yanı başında Aragoy Nehri de Tiflis’e, yani aksi istikamete doğru akar ki, görenleri hayrete boğar.
İşte bulunduğumuz yerlerden bu kadarcık bir haber vermeye olan mecburiyetim, bu kadar dik ve sarp yerlerde yaşamını sürdüren Çeçen ve Gürcü gibi mert ve cesur ahalisinin çok kalabalık olan Rus ordularına nasıl karşı gelebildiklerini ve o çok güçlü orduları nasıl uğraştırdıklarını göstermektir. Yoksa bu topraklar zaten artık Gürcistan’ın topraklarıdır. Dolayısıyla anlatacağım hikâye bu topraklar üzerinde geçtiği için bu gibi ayrıntıları vermeye mecbur oldum.

3
Daryal geçidini henüz tamamıyla geçip bitirmemiş olduğumuz bir mevkide tercümanımız Mihran Baron bana dedi ki:
“Senyör! Şu incecik izi gördünüz mü? Bu iz Peşavi ve Tevşini denilen iki kabilenin nahiyelerine çıkar ki Gürcüler içinde Ruslara henüz itaat etmemiş olan kabileler bunlardan ibarettir.”
Ben bu haberi garipsedim. Dedim ki:
“Öyle ise Gürcülerin en cesurları bu adamlar olması lazım geldiği gibi mevkinin en sarp ve en merkezî yeri de onların nahiyeleri olması lazımdır.”
“Evet efendim öyledir. Şu Daryal kapısından daha dar bir kapıları vardır ki, kayaların üzerinde yirmi otuz adam bulunsa koca bir ordunun geçişini yalnız taş atmakla menedebilirler. Ruslar bunları harben mağlup etmek için ne kadar külfete katlanmışlar ise boşa çıkmıştır.”
“Nihayet?”
Nihayet bir şartla bunların nahiyeleri dâhilinde yine kendi kadim yaşantıları ile idare olunarak oturmalarına müsaade edilmiştir. Bu şart ise Peşav ve Tevşini Gürcülerinin bundan sonra haydutluk etmemelerinden ibarettir.”
“Demek oluyor ki bu adamlar vaktiyle müthiş bir surette haydutluk ederlermiş. Öyle mi?”
“Haydutlukta bunların derecesine varmış bir millet daha farz olunamaz. Daryal geçidinde Rusların inşa etmiş oldukları kale de sadece bunların eşkıyalarından adamlarını muhafaza edebilmek için yapılmıştı. Zira birkaç defa vaki olmuştu ki, topluca gelip Daryal geçidini tuttuklarından Rusları âdeta ordu sevkine mecbur etmişlerdi ve neredeyse tüm Rus ordusunu da telef edeceklerdi.”
“Ee, bundan sonra eşkıyalık etmeyeceklerine Ruslar ne ile emin olmuşlardır?”
“O! Senyör! Onlar taahhütlerinde, yeminlerinde sabit ve vefakâr adamlardır. Hatta bu gibi anlaşmalarda Rusların başka kabilelerden rehin olarak adam ele geçirmeleri âdet iken Tevşiniler ile Peşavilerden böyle bir rehin almaya bile ihtiyaç görmemişlerdir. İsterseniz gidelim kendilerinde bir gece misafir kalalım.”
Mihran Baron’un bu teklifi bende bir merak uyandırdı. Bu acayip halkı ziyaret arzusuna düştüm. Bize bir ziyanları dokunup dokunmayacağını sorduğumda tercümanım kendiliğinden temine cesaret aldıktan fazla yine o civar ahalisinden, Peşav cinsine pek de uzak olmayan delilimizden de sorduğumuzda o da bu halkın fevkalade misafirperver olduklarına ve kendi korumaları altında bulunan misafirlere zararları dokunmak şöyle dursun onların muhafazası uğrunda canlarını feda etmeye kadar göze aldırdıklarına delilimiz de şehadet etmişti. Dolayısıyla ben de ne olursa olsun dedim ve bu kavmi de ziyaret azmine düştüm. Zaten asıl maksadımız petrol meselesini tahkikten ibaretti. Bir de Kafkas Dağları içinde altın madenlerinin mevcudiyetine dair eskiden beri nakledilen rivayetin mahiyetini araştırmaktı. Bu yoldaki haberlerin kasaba ve kara ahalisinden fazla böyle ücra mahallerde kendi başlarına yaşayan halktan alınabileceği aşikârdır.
İşte bu düşünce bendeki azme kuvvet vermekle hemen yolumuzu çevirerek Peşav nahiyesine doğru yürümeye başladık.
Bu yolların ne kadar korkunç ve müthiş olduklarını hakkıyla anlatmak mümkün değildir. Bazı öyle yerlerden geçtik ki, yolun genişliği bir hayvan basabilmeye ancak müsaitti. Alt tarafı birkaç yüz metre derinliğinde dimdik uçurum ve üst tarafı birkaç yüz metre yüksekliğinde ve dimdik kayadır. Hele bazı yerlerde şu dar yol da kesildiğinden yerlilerin boylu boyuna uzatmış oldukları uzun ağaçlar üstünden geçmek lazım gelir ki, bu geçitleri hayvan sırtında geçmeye kimsenin cesareti kifayet edemeyeceğinden oralarda hayvanlardan inilir. Böyle olan yerlerden geçildiği zaman yolun alt tarafına bakmaya insanların değil hayvanların bile cesareti kalmayıp herkes yalnız bastığı yere bakar.
Böyle boylu boyuna ağaçlar uzatılarak mümkün mertebe geçilebilecek hâle konulmuş olan yerlerin birisinde yalçın kaya üzerinde yarım oluk üstünde kesilmiş bir hat gördüğümden ne olduğunu tercümandan sordum. Cevaben dedi ki:
“Asıl yolun bu tarafı da diğer yerleri gibi genişçe iken Gürcistan Savaşı esnasında Gürcüler Rusların gelişini tümüyle men için taşçı burgusu ile delip barut doldurarak lağım atmışlar da buralarını hiç geçilmez hâle koymuşlar. Sonra geçilmek imkânını iade için öyle ağaçlar yerleştirilmesiyle mümkün mertebe tamir etmişler.”
Bereket versin ki, yolumuzu Peşav nahiyesine saptırdığımız zaman vakit henüz sabah vakti idi. Geceye kalınırsa insanların değil keçilerin bile geçemeyecekleri şu yollardan ilerlememiz mümkün olmazdı. Meğer Gürcüler gece gündüz demedikten başka yaz kış da demeyerek bu yollardan kendileri koşa koşa gelip geçtikleri gibi süvarilikte maharetle meşhur olan yiğitleri at bile koştururlarmış.
Akşam saat on bir sularında uzunluğu iki yüz elli metre kadar olan büsbütün dar bir geçitten geçerek geniş ve uzun bir vadiye girdik ki iki tarafını kapan dağlar oraya kadar gördüğümüz emsali gibi yalçın kayadan ibaret olmayıp çam, meşe, ceviz, kestane, fındık, şimşir gibi ağaçlarla mühim ve latif korular teşkil etmişlerdir. Gözümüzün görebildiği kadar yerlerde vadinin uzunluğu üç kilometre kadar olup birisi geçtiğimiz dar boğazın hemen içeri tarafında ve diğeri tahminen beş kilometre kadar uzakta iki köy de görülüyordu ki, her birinde yüz ellişerden ikişer yüze kadar tahmin olunabilen haneler halkı bu vadiyi muntazam bir bahçe hâline getirdikleri müşahede olunuyordu.
Tercümanım asıl Peşav adını alan şu yakın köyden ileri geçmemiş olduğu için nahiyenin durumuna dair malumatı yok idiyse de, delilden sorarak alıp bana da tebliğ ettiği malumata göre, Peşav nahiyesi bu vadinin içerlerine doğru on saatten ziyade süreceği ve bahusus vadi sağlı sollu birtakım ahalinin yaşadığı on dört köyde beş binden fazla ahali yaşıyormuş.
Vardığımız köyde Danyal Bey adında bir Hristiyan Gürcü beyi oturuyormuş. Misafir geldikçe onun selamlığına oturması âdet olduğundan köyde ilk rast geldiğimiz adam bizi doğruca Danyal’ın hanesine götürdü.
Başka yerlerde görülen Gürcüler İstanbulluların giydikleri giysilere benzer ve fakat etekleri daha kırmalı ve göğsü kopçalı bir elbise ile pantolon, kundura ve başlarında Rus şapkası ile giyinip kuşanmış iseler de Peşav Gürcüleri hâlâ Çerkezlerin giydikleri uzun etekli ve göğsü hazırlıklı, beyaz ve sarı şeritli elbiselerle ve başlarında dahi Tatar kalpağı ile Acem papağı arasında kuzu derisinden mamul birer külah görülür. Kadınları ise bir zamanlar doğu taraflarında giyimi âdet olan yırtık, uzun etekli ve uzun yenli entarileri aynı kumaştan şalvarlar üzerine giyerek başlarına koydukları canfes serpuşların üzerine tülbent sararak süslerler ki vücutları, endamları fevkalade uyumlu olduğundan giydikleri elbiseleri de kendilerine ziyadesiyle yakıştırırlar.
Ruslar, Gürcü idarecilerine prens adını verdiklerinden biz de bu Danyal’ı Prens Danyal diye yâd etmeye mecburuz. Prensin ikametgâhı yekdiğerinden fasılalı birçok dairelerin geniş bir avlu üzerinde dörtgen şeklindedir ki dört tarafında da kapılar mevcuttur. Biz tam bu kapıya yaklaştığımız zaman kulağımıza acı acı bir ses geldi. Dayak yemekte bulunan bir adamın feryat ve figanı ki hakikaten kulağı sağır ediyordu. Kapıdan içeriye girdiğimiz sırada besbelli bir işkenceye son verilmiş ki, işkenceyi icra eden cemiyetin avlu ortasından kapıya mukabil olan köşeye doğru dağıldıklarını gördük.
Şu müşahede beni biraz rahatsız etti. Medeni memleketler için cezaen adam dövmek artık külliyen terk olunmuş ve vahşetlerden uzak bulunmasıyla şu geldiğimiz yerde ilk müşahede ettiğim şey böyle bir vahşet eseri olmasından dolayı bir suizanda bulundum. Hatta bu üzüntümü tercümana da iki kelime ile anlattım. Mihran Baron manidar bir tebessüm ile dedi ki:
“Buralarda o kadar medeniyetperest olmaya gelmez. Buraların terbiye tarzı arasında şu dayak patırtısından daha müthişleri de vardır. Dövülen kim bilir ne kabahat etmiş ki bu cezayı görüyor.”
Hane halkı kapıdan içeriye yabancılar girdiğini görünce nadir vukuatlardan bir hâl olmuşçasına bazıları bize doğru koşup gelmeye, bazıları farklı yerlere doğru koşup gitmeye başladılar. Gidenlerin varacakları yerlere misafirlerin vardığını ihbara gittikleri ve gelenlerin de bizi karşılamaya geldikleri anlaşıldı. Bunlar gerek tercüman ve gerek delil ile biraz sual ve cevapta bulundular ki konuştukları şeyler arasında benim anlayabildiklerim “Rus” ve “Frenk” kelimelerinden ibaret idiyse de soru cevap esnasında gösterilen tavırlardan anladım ki herifler benim kim olduğumu öğrenmek istiyorlar da tercümanla delil de benim bir Frenk seyyahı olduğumu anlatıyorlar.
Nihayet bizi bir odaya götürdüler ki kapıdan girildiği zaman karşı tarafta topraktan yapılmış epeyce muntazam bir ocak görülüp odanın iki tarafı da üzerleri kilimler, abalar, ayı, kurt ve keçi postlarıyla düzenlenmiş setler suretinde yapılmıştır. Odanın dört tarafı tavana bir arşın kadar mesafeden raflar ile bölünüp üzeri ya tabak, çanak, çömlek kalaylı sahan, maşrapa, şişe ve bardak gibi eşya yığılmış ise de bunların her gün kullanmak için değil sadece süs için oralara konulmuş oldukları ilk bakışta anlaşılıyor.
Biz odaya girer girmez kır sakallı gayet güzel yüzlü bir zat gelip ellerini sakalı hizasına kadar kaldırarak ve sonra kalça başlarına kadar indirip kollarını sallayarak ve bu sırada kendisi de biraz eğilerek birkaç defa selamladıktan sonra tercümanın tercümesine göre Prens Danyal adına bize: “Hoş geldiniz, sefa geldiniz. Teşrifinizden prens pek memnun oldu, istirahat buyurunuz da kendileri de hizmetinize gelirler.” iltifatlarıyla tebliğe memur olduğu anlaşıldı. Ben de tercümana bizim tarafımızdan söylenmesi nezakete muvafık olacak sözler neden ibaret ise söylenmesini emrettiğimden tercüman uzun uzadıya bir söz söylemeye başladı ki bir karşı teşekkürün o kadar uzun sürmesine hayret ettim.
Prens Danyal’ın kâhyası olduğunu öğrendiğim ihtiyarla biz bu sözleri ederken, birkaç delikanlı odanın sağ ve sol taraflarındaki setler üzerinde bulunan postları alelacele toplayıp kaldırmaya başladılar. Diğer birkaç tanesi âlâ canfesten ve Suriye’nin ipekli kumaşlarından mamul yastıkları, yorganları getirip bize iki mükellef yatak yaptılar. Bir delikanlı da kocaman leğen, ibrik, sabun, havlu falan getirmekle tercümanın tarifi gereğince ikimiz de derhâl silahlarımızı çıkarıp rafların altındaki çivilere asarak, çizmelerimizi ve talanlarımızı çıkararak ellerimizi, ayaklarımızı bol su ve sabun ile yıkadık ki böyle bir temizliğe zaten ihtiyaç görmekte bulunduğum için hakikaten memnun oldum.
Delikanlıların alelacele yatak yapılırken kaldırdıkları postlar ocak önüne serilen bir büyük hasır üzerine tekrar konulup tanzim olundular. Ocak da yakıldı ki, gerçi ocağın ve kapının iki tarafında birer kandil yakıldı ise de bunların odayı aydınlatmaya yetmedikleri ve asıl aydınlatmanın ocak tarafından görülmesiyle ortaya çıktı.
Tam ortalık gereği gibi kararmış olduğu bir zamanda Prens Dan-yal da yanımıza geldi. Gayet uzun boylu, iri yarı ancak otuz beş otuz yedi yaşlarında güzel yüzlü bir kahraman görünümündeydi. İltifatlı olan tebessümleri ile bana el uzattı ki bu hareket Rus modası veyahut alafranga olması lazım geliyor idiyse de bu gibi taltif hareketlerinin epeyce acemisi olduğu anlaşılıyordu.
Rusça bana birkaç lakırtı söyledi. Tercümanım vasıtasıyla Rusça bilmediğimi anlattım. O vasıta ile konuşmaya başlayarak bir yandan da adamlarına birçok emirler veriyor idi ki bu emirler gümüşten yapılma, ikişer mumlu iki şamdan götürülüp hem sandık, hem masa hizmetini görmek üzere yapılmış bir şey üzerine konmakla biraz sonra rakı takımı olduğu anlaşılan sürahi, kadeh gibi şeyler de getirilip bu sandık üzerine yerleştirilmek üzere icra olunmaya başladılar.
Rakı içmek âdetim değilse de burada kendi âdetlerime değil misafir olduğum yerin âdetine uyma mecburiyetinde bulunduğumdan prensle beraber kadeh tokuşturmaya başladık. Nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Hamburg’dan gelip Bakü’ye gitmekte bulunduğumu söyledim. Hatta memuriyetim Bakü taraflarındaki petrol madenlerine dair incelemeden ibaret bulunduğunu da anlattım.
Fakat memuriyetimizin bir diğer kısmı da Kafkas Dağları’nda mevcudiyeti söylenen altın madenleri değil midir? Zemin ve zaman gözeterek buralarını da prensten sordum. Dedi ki:
“İhtiyarların rivayetine göre kim bilir kaç yüz veyahut kaç bin sene evvel Rumlar mı hangi akıllı kavim ise buralarda altın madeni işletirlermiş. Ama bu madenlerin nerede olduklarına dair bizce kimsede malumat yoktur. Şu kadar var ki bazı dereler coştuktan ve suları da sonra azalınca bazı düzgün yerlere külliyetli kum bıraktığı zamanlar bu kumların içerisinde incecik soğan kabuğunu hurda hurda kırmışlar gibi parlak ve altına benzer şeyler görülür. Bundan başka buralarda altın madenlerine dair malumatımız yoktur.”
Yarım saatten ziyade prensle işret ve sohbet ettikten sonra verdiği emir üzerine yemek getirildi. Keçi etinden yapılmış kebaplarıyla bir nevi yumurtalı köfteleri gayet iştah açıcı şeylerdi. Gerek bunların ve gerek bilhassa et ile pişirilmiş kuru fasulyenin kırmızı biberleri ziyadece olması bizim Avrupa kibarlarına muvafık düşmüyor idiyse de yorgunluk ile derecesi artan açlık bu yemekleri bize büyük bir lezzet ile yedirdi.
Yemekten sonra Prens Danyal bizi rahatımıza terk ederek kendi odasına çekildi. Gerçi biz de istirahate pek muhtaç olduğumuzdan o ipekli yataklara serilip yattık ki günlük ve bazı yeni kokular sürülmüş bulunmaları insanın göğsünü tıkayacak şeylerden idiyse de o yorgunlukla böyle küçük şeylere ehemmiyet vermeyeceğimizden biraz sonra horul horul derin bir uykuya daldık gittik.

4
Yorgunluğumuz pek ziyade ve uykumuz pek derin olmalı imiş ki o gece ta sabaha kadar hemen hiç uyanamayarak deliksiz bir uyku çekmişiz. Sabahleyin beni uykumdan uyandıran şey akşam işittiğim ses ve feryat olmasın mı?
Dövülenin ne diye bağırdığını gerçi anlayamıyor isem de insanlar arasında umumi bir lisan vardır ki onu anlayabilmek için kamuslara falanlara ihtiyaç yoktur. Bir adamın korku hâlinde sövüp sayması veyahut zillet hâlinde yalvarıp yakarması, ızdırap hâlinde feryat figan etmesi gibi ki, insan o adamın lisanını hiç bilmediği hâlde de çıkarmış olduğu bu yoldaki lafızların içeriğini derhâl anlayabilir.
Prens Danyal tarafından gördüğüm hürmet ve rağbetten ne kadar memnun kalmış isem barbar herifin bu müthiş işkencelerinden de o nispette müteessir olduğumdan ve dövülen adamın avlu içinde dövüldüğünü feryat ve figanın o taraftan gelmesiyle anladığımdan yerimden fırlayıp oda kapısını aralayarak baktım.
Müşahedem beni nasıl büyük bir hayrete düçar etmiş bulunduğunu şimdi hikâye edeceğim zaman sizin de düçar olacağınız hayret ile mukayese edebilirsiniz. Yalnız şu farkı ehemmiyetli nazarınızdan uzak tutmayınız ki, siz bu mühim müşahedeyi doğrudan doğruya muvaffak olmayıp yalnız hikâyesini dinlediğiniz hâlde o kadar şaşacaksınız. Ben ise doğrudan doğruya müşahede ediyordum. Hiç işitmek ile görmek kıyas mı kabul eder?
Müşahedem şu oldu ki:
Dayağı atan bizzat Prens Danyal’dır. Dayak yiyen de yetmişlik mi diyeyim, seksenlik mi diyeyim, hatta doksanlık bile desem layık olacak bir yaşlıdır. Gerçi buraların yaşlılarında öyle bizim yaşlılar gibi çirkin bir şey görülemez. Yüz yaşında Gürcü bulunur ki, hâlâ vücudu zinde olup bunaklık gibi, titremek gibi ayıplanacak şeylerden uzaktırlar. Dişleri bile düşmeyip gençlik zamanlarındaki paklığını, parlaklığını, kuvvetini muhafaza ederler. Onların doksanlık adamları bizim altmışlık adamlarımızla ancak kıyas kabul edebilirler ise de insan bu yerlerin ahvalini öğrendiği zaman bizim memleketler ahalisine kıyasen ancak altmışlık diye tahmin edebileceği yaşlılara yirmi otuz yaş daha eklerse büyük bir hata etmemiş olacağına emniyet edebilir.
Kısacası Prens Danyal saygı ve sevgiye layık olan bir ihtiyarı dövüyor. Ama nasıl dövme! Haşmetle kaldırdığı sopaları o haşmete münasip kuvvet ve şiddetle indirecek olsa ihtiyarın ne derisi, ne kemikleri tahammül edemez ve vücudu dilim dilim döküleceğine asla şüphe olunamaz. Fakat Prens Danyal büyük bir hışım ve sertlikle kaldırdığı sopaları o kadar hafif indiriyor ki, değneğin kendi ağırlığı bile şiddetinin artmasına yardım etmiyor. Değnek yaşlının vücuduna ya değiyor ya hiç değmiyor.
Bu garip suretteki darbe bir komedya mı diyelim dediniz? Komedya olması lazım gelse yaşlı adamın feryat ve figanlarını görenlerin kahkahalarla gülmeleri gerekecek. Hâlbuki hiç kimsenin tavrında tebessümün en cüzi eseri bile yok. Yaşlı adam büyük bir gazapla kalkan sopaları o gazaba münasip kuvvet ve şiddetle inerek yemiş gibi öyle haykırıyor. Hazır bulunan adamlar da böyle elemli bir işkenceye düçar olan biçare yaşlıya merhametle beraber o kızgın prenslerinden ne surette korkması lazım gelirse o surette korkarak bu hâli temaşa ediyorlar.
Çıldıracak garabet değil mi?
Bir aralık bu hâli, Gürcülerin dinlerinin gereklerinden bir şey zannıyla tercümanım Mihran Baron’u çağırıp hem durumu kapı aralığından ona gösterdim hem de bu hâlin dinî ve kavmi âdetlerinden mi olduğunu sordum. Tercümanım dedi ki:
“Gerçi ben Ermeni’yim onlar da Gürcü iseler de Gürcüler de herhâlde Hristiyan’dırlar. İslam olan bir kısmı da var ise de gerek İslamiyette ve gerek Hristiyanlıkta bu gibi garip âdetler yoktur biliyorum.”
Tercümanın bu ifadesi beni pek tatmin etmedi. Dedim ki:
“Bu işkencenin ciddi bir şey olmadığı işte besbellidir. Keyfiyetin bir latifeden de ibaret olmadığı da ortada bulunduğundan buna mutlaka bir mana verilmelidir.”
“Vallahi senyör! Ben de bu memleketli isem de böyle bir hâli şimdiye kadar hiçbir yerde ne gördüm ne işittim.”
“Öyle ise ben bunu prensin kendisinden sorup öğreneceğim.”
Tercüman garip bir tavırla yüzüme baktı. Sebebini sorduğumda dedi ki:
“Sakın ayıp etmiş olmayalım senyör! Böyle benim medeni adamlar içinde her sırrı merak etmek iyi bir şey değildir.”
“Doğru söylüyorsunuz ama bunda sır sayılacak bir şey yok ki! İşte herif akıl dışı olan şu muameleyi apaçık icra edip bizim burada bulunduğumuz müddet zarfında olsun bu gizli işi ortaya çıkarmaması lazım gelirdi.”
“Sorarsanız bile şunu yoluyla erkânıyla sorunuz ki, misafiri olduğumuz zatı hiddetlendirip kendi kendimizi bir tehlikeye düçar etmemiş olalım.”
“Tabii öyle olacak değil mi ya! Şimdi siz beni dinleyiniz. Elbette prens biz gitmeden evvel bir daha görüşmeye gelecektir. Sen benim tarafımdan kendisine anlat ki işlerim o kadar acele olmadığı için bugün buradan gitmeyip prenste bir gece daha misafir kalacağım. Bugünkü zamanımı da Peşav nahiyesinin içerilerine doğru köylerini gezip hâllerini tetkikle geçireceğim. Bu arzumuza muhalefet etmezler ya?”
“Yok!”
“Zaten şimdiki hâlde ne Ruslarla ne kimse ile savaş hâlinde değiller ki tetkik hususundaki merakımızdan kuşkulanabilsinler.”
“Hakkınız var efendim!”
“Eğer akşama kadar bir münasebet düşürüp şu gördüğümüz hâl içindeki sırrı prensten sorarak anlayabilirsek ne iyi. Sorup anlayamazsak, akşam prensin adamlarına sokulup sorgulayabiliriz.”
Bu müzakerenin neticesini Mihran Baron uygun gördü. Sanki dayak yemiş olan yaşlı adam, o acayip muameleden sonra hiçbir şey olmamış gibi bir odaya çekildiği gibi prens de hususi ikametgâhı olan odasına gitmiş ve bütün adamları da gündüz işleriyle meşgul olmaya başlamış idi.
Bizim için tekrar uykuya yatmak mümkün olamayacağından biz de kalkıp gittik. Prensin adamları bize bol bol çay, süt, kaymak, taze yumurta ve günlük reçellerden oluşan mükemmel bir kahvaltı getirdiler. Havanın yardımı mıdır nedir biz de bu kahvaltıya mükemmel bir iştiha ile hücuma başladık. Biraz sonra prens gelip mütevazı ve nazik işaretlerle bizi selamladığı gibi tercümana da uzun uzadıya bir şeyler anlatmaya başladı. Tercüman bu sözleri bana:
“Prens bugün gidişimize müsaade etmiyor. Akşam buraya habersizce gelmiş olduğumuz için bize layıkıyla ikram edemediğinden bahsediyor. Rica ediyor ki, bu akşamı da kendi hanesinde misafirlikle geçirelim. Bize türlü türlü Gürcü yemekleri yaptıracağından başka Gürcü çalgısı dinletecek ve Gürcü oyunları temaşa ettirecekmiş.” diye tercüme edince memnuniyetim son dereceye vardı. Artık evvelki kararı değiştirdik. Sanki biz gitmek arzusunda imiş ve prensin hatırı için kalacakmışız gibi göründük. Yalnız o gün akşama kadar zamanımızı boş geçirmemek için eğer bir mâni yok ise bizi Peşav nahiyesinin içerlerine doğru göndermesini rica ettik. Tercüman vasıtasıyla prens dedi ki:
“Hayır hiçbir mâni yoktur. Hatta ben de birlikte gelirim.”
Hane sahibinin böyle bizzat refakatinden daha ziyade memnun oldum. Prens derhâl adamlarına emirler vermeye başladı. Onun verdiği emirleri tercümanım bir yandan bana hikâye ediyor idi ki, ben de malum emirlerin bizim hayvanlara ilişilmeyip kendi hayvanlarından gerek kendisine gerek bize hayvanlar hazırlamasıyla beraber yol için gereken diğer ihtiyaçlarımızın giderilmesine dair olduklarını anlıyordum.
Şunu da gördüm ki bir Gürcü prensi, kendi adamları üzerinde mutlak amirdir ve adamları ise prensleri karşısında bir cisim gibi tam bir itaat hâlindedirler. Daha önceleri yani Gürcistan’a Rus idaresi girmediği ve siyasi, mülki, askerî ve adli idare işbu prenslerin elinde bulunduğu zamanlarda tebaasının malları, canları da prenslerinin keyiflerine tabi imiş iseler de şimdiki hâlde nüfuz ve hükûmetleri bu derecelerde değildir. Yine de bir prensin adam dövmesine ve hele sövüp saymasına asla karışan bulunamaz. Dayak altında adam öldüğü de nadir değilmiş. Buna da bir katletme nazarıyla bakılamaz. Zaten Gürcüler bu gibi muamelelerden dolayı prensleri aleyhine bir şikâyette bulunamazlar ki! Şayet dövülen vefat etmiş ise veresesine beş on keçi veya bir at veyahut kendi eski elbisesinden birtakım elbise, bir kılıç, bir tek tabanca gibi bir şey hediye eder ise o müthiş muamelesi derhâl unutulup mazlum teşekküre bile mecbur kalır.
İşte böyle mutlak bir âmir tarafından emrolunan yol hazırlıklarını tamamlamaya memur olanlar hiç ses seda çıkarmadıkları gibi akıl üstü sayılacak bir sürat ve intizamla işlerini görüp bitirerek bizim atlarımızı çektikleri gibi, beraber gelecek olan adamların atlarını da başkaca hazırlayıp bir tarafa çektiler. Prensin işareti üzerine bizim atlara binmemizin ardından adamlar da kendilerini eyerler üzerine attılar.

5
Gürcistan atları Arap hayvanlarıyla Macar cinsi arasında bulunmakla ve biraz daha ufak, iri kemikli ve uzun boyunlu birtakım hayvanlardır ki kalıplarına, kıyafetlerine bakılacak olsa kendilerinden pek de büyük bir meziyet beklenilmez ise de binmeleri gayet güzeldir. Rahatça bir tavırla yürüyebilirler. Tırısları Avrupa hayvanları kadar açık değilse de doludizgin gidişleri ise gayet hızlıdır. Av, savaş ve çarpışmak için terbiye edilmiş bulunduklarından binicilerinin kılıç vurmak, tüfek ve tabanca atmak gibi hareketlerinin her birinde ne vaziyet alması lazım gelirse hayvanlar o vaziyeti derhâl alırlar. Bu hususta Avrupa süvari alaylarının en kart atları bile bu dağlıların hayvanlarından pek aşağıda kalırlar. Hele taşlık ve ağaçlık yerlerde, tehlikeli ve sarp mahallerde gerek iniş aşağı ve gerek yokuş yukarı bu hayvanların doludizgin koşmaları hiçbir yerin hayvanlarıyla kıyas edilmeyecek derecededir.
Hayvanların takımları Kafkas’ın diğer ahalisinde olduğu gibi yastıklı koltuklardan iseler de Çerkez ve Abazalarda olduğu gibi insanın altında hiç görünmeyecek kadar küçük ve bineni hayvan üstünde ayakta duruyor gibi gösterecek kadar yüksek değildir. Daha genişçe ve alçaktır. Kuskun ve göğüslükleri ve başlık ve dizginleri gümüş paftalarla öyle güzel süslenmiştir ki bunların üzerinde işlenmiş süsleri hakikaten güzel sanatlardan sayılmaya layıktır.
Hayvanlara binerken bu müşahedem beni epeyce eğlendiriyor idiyse de o aralık dairelerden birisinin kapısı önünde malum dövülen adamı görüverince zihnim yine karıştı. Komik ve facia olduğunu henüz bilemediğim bu dövülme hadisesi yine zihnime hücum etti. Hayret verici üzere biçare yaşlı adam, prens ata bindiği zaman bulunduğu yerden büyük bir neşeyle birkaç defa prensi selamlayıp “Uğurlar olsun!” manasına gelecek birçok da sözler söylemesin mi? Prens de gayet iltifatlı bir tavır ve ondan çok sözlerle yaşlı adama cevaplar vermesin mi?
Şaşkınlığım, hayretim, merakım o kadar arttı ki her ne olursa olsun bu sırra ermek için tercümanıma müracaat ettim. Fakat miskin tercüman bu merakın hallinde acele etmediği gibi nasihatinden dışarıya çıkmamı ziyadesiyle rica ve ricasını kabule beni mecbur etti.
Gideceğimiz yer ovalıktı. Bundan dolayı hem müteşekkir hem de memnun kaldım. Teşekkürüme sebep, geçtiğimiz yerler gibi sarp ve tehlikeli yerlerden gidilecek olsa bindiğim hayvanı idare edememek korkusundandı. Zira itiraf etmeliyim ki pek çok tehlikeli seyahatler icra etmiş isem de öyle yaban keçilerinin bile kendilerini selamette görmedikleri yalçın kayalarda at koşturabilecek kadar at koşuculuğu tahsil edememişimdir. Memnuniyetime sebep ise önümüzün latif bir ova olması, Gürcüleri hünerlerini göstermeye teşvik etmiş bulunması kaziyesidir.
Hakikaten, bu adamlar ne mahir atlı imişler! Genellikle Kûhistan ahalisi piyade olarak savaşçılıkları ile meşhur olurlar ise de Kafkaslılarda hem süvarilik hem piyadelik suretinde savaşçılık da toplanmıştır. O müthiş yerlerde koşup gezmek için bunların kendi ayaklarıyla ya da hayvanlarıyla gitmelerinin farkı yoktur. Bindikleri hayvanlarının bacaklarına kendi bacaklarıymışçasına itimat ederek ona göre en müthiş yerleri kendi hareketlerine müsait ve uygun meydanlar sayarlar.
Tercüman vasıtasıyla prens bana:
“Size bir savaş oyunu seyrettireyim. Gürcülerin savaş oyunu pek güzeldir.” dedikten sonra sekiz on kelime ile adamlarına bir emir vermeyi müteakip maiyetimizde bulunan on beş on altı kadar Gürcü hayvanlarını kamçılayarak ileriye doğru at saldılar. Fakat pek uzaklaşmadılar. Biz olduğumuz yerde durduğumuzdan iki üç yüz adım kadar uzaklaştılar ki bu mesafe üzerinde birbirinin arkasında bir düz hat teşkil ettikten sonra en öndeki atlı sağa çark ederek ve diğerleri de o noktada sağa dönerek fakat dönenler atlarını doğruca koşturmayıp hep hayvanları sağa sevk ile bir daire teşkil ettiler.
Bu dairenin alabildiğine koşan hayvanlar süratiyle bir anda dönmesi göz kamaştıran bir şekil ve suret aldığı gibi bir aralık oyun başı olan Gürcü kendi başındaki kalpağı dairenin dışına on beş adım kadar mesafeye fırlatıp attı. Diğerleri bunu taklit etmediler. Yalnız hepsi tabancalarını çıkarıp sağ ellerine alarak hazır ve amade bulundular. Sağ tarafa doğru dönen dairenin atlıları daire dışındaki kalpağa kurşun atacaklar ise de bu hareket dairenin iç tarafına kurşun atmaya müsait olup dışına müsait olmadığından ne yolda hareket edecekler diye nazarıdikkatimi açmıştım. Bir de oyun başı tarafından verilen kumanda üzerine atlıların tümü birden sağdan geri dönerek daire gerisine doğru geriye dönmeye başlamasın mı?
Bu bir anda gerçekleşen değişiklik ve hareket hakikaten övgüme mazhar oldu.
Oyun başından başka atlılar kalpak hizasına geldikçe tabancalarını boşaltıyorlar ve cümlesi de kurşunlarını hedefe isabet ettiriyorlardı. Son atlı da kurşununu atıp sıra oyun başına gelince gördüm ki kılıcı çekip evvelki eğri hattı değiştirerek kalpağın üzerine yürüdü ve kalpağa kılıç çalmak hareketini taklit etti ise de bu harekette ne kadar mahirce bir süratle hareket ettiğini anlamak için kalpağa yaklaşırken kılıç ile ön tarafa doğru darp etmeyi müteakip kalpağı geride bırakır bırakmaz bir de arka tarafa ikinci bir kılıç darbesi yetiştirmekte olduklarını arz ederim.
Bu kılıç oyunu evvelki daireyi ikiye bölmekle beraber mevkisini de değiştirmişti. Kılıç darbelerinden sonra kılıçlarını kınlarına koyan Gürcüler daima oyun başı en önde olmak üzere kalpağa birer daha hücuma başladılar. “Kaltak boşaltmak” diye tabir olunduğu gibi her biri ağırlıklarını evvela sağ üzengiler üzerine verip sonra kendilerini yavaşça sol ayaklarıyla kaltağa asarak sağ ellerini yere değdirinceye kadar eğiliyorlardı ki bu vaziyetleriyle kalpağı kapıp yirmi adım kadar ileriye götürdükten sonra gerideki süvarinin yetişip kapması için tekrar yere bırakıyorlardı.
İşte bu suretle kalpağı yerden kaldırıp tekrar koya koya biçare kalpağa da ayrı bir daire çizdirdiler. Ondan sonra bu şekil de bozulup atlılar bizim süvari bölüklerinin iki sıra selam hattı teşkil edişleri gibi iki sıra dizildiler ise de her atlının arası beşer altışar adım fasılalı idi. Bu hâlde karşılarında bir düşman farz ederek hücum edeceklerdi. Evvela ilk sıra bir nevi tüylü keçeden mamul kılıfları içindeki zarif tüfeklerini çıkarıp mevhum düşman üzerine ateş ederek akabinde hücuma başladılar ki, bu hâlde tüfeklerini yine kılıflarına koymaları şaşılacak maharetlerdendir. Zira hücumda yüz adımlık yol katetmemiş idiler ki tüfekler yerlerine konulduktan başka hemen tabancalar da çekilip hazırlanmıştı. Arzulanan mesafeden tabancalarla da ateş edilerek yerlerine konulduktan sonra kılıçlar çekilip hayalî olarak farz edilen düşman içine dalındı. Sağa sola, öne arkaya, o kadar seri kılıç sallıyorlardı ki bunların uzaktan resmettikleri şekiller sanki atlıları demirden yapılmış bir kafes içinde gösteriyordu.
Sanki bu ilk sıra askerler yorulmuş veyahut vurulmuş olduğundan arkadaşları yanına gelmeye başlayıp ve sollarını müteakip ikinci sıra evvelkilerin hareketini aynen iade etmişti. Ancak oyunun bu derecesi yarım saat kadar sürmüştü. Bu arada hayvanları gereği gibi yorduğundan ve benim övgülerim ve aferinlerim ise prenste arzulanan derecede memnuniyet oluşturduğundan onun tarafından verilen emir üzerine oyuna son verildi.
O gün akşama kadar üç Gürcü köyüne uğradık. Bu köylerin üçünde de o kadar hürmet ve rağbet gördük ki tarifi lazım gelir ise hükümdarını seven tebaaya layık bir derecede idi demek kâfidir. Köylerde gördüğümüz güzel kadınları ve güzel erkekleri uzun uzadıya tarife hacet var mıdır? Burası zaten endamların ve yüzlerin güzel olduğu bir memleket olduğundan güzel olmayan yoktur ki, onlar arasında bilhassa güzelleri fark edip ayırabilelim.
Prens Danyal her vardığımız köyde bir veya iki kadın veyahut erkeğe akşam kendi köyüne gelmeleri ve misafirin karşısında dans etmeleri emrini verdi. Dolayısıyla bunlar kendi kendilerine prensin ikametgâhına gitmekte olsunlar biz Peşav vadisi içinde yedi sekiz saat zarfında mümkün olabilecek seyahatimizi icra ile bunların tarlalarını, bahçelerini, korularının içlerini, akarsularını, pınarlarını talanlarını temaşa ile günün yarısından sonra prensin ikametgâhına doğru dönmeye başladık.
Dönüş esnasında tercüman vasıtasıyla bugünkü seyahat ve müşahedelerimi, memnun olup olmadığımı prensin sual etmesi üzerine tercümanıma benim sözlerimi aynen tercümeye mecbur olduğunu kesin hatırlatarak dedim ki:
“Prens! Bu kadar ikramdan bu derecelerde rağbetten memnun kalmamak kabil midir? Bahusus ki bu akşam için tertip ettiğiniz ziyafet ve konser de ümidimin, beklentimin kat kat üstünde bir inayet ve ikramdır. Ancak sizden bir şey rica edeceğim ki, eğer bu ricamı kabul buyurmayacak olursanız, işte bu derecelerdeki ikram ve fevkalade cömertliğinizden de memnun olamayarak ve memleketinizden büyük bir merakımı da gideremeyerek dönmüş olacağım.”
Tercüman bu sözleri Gürcü beyine tercüme ettiği zaman prensin tavrında birtakım tuhaf tuhaf garip ve hayret tavırları peyda olmaya başladı. Söz bittikten sonra edeceğim ricanın neden ibaret bulunduğunu sordu. Dedim ki:
“Sabahleyin yaşlı bir adamı sopa ile dövdünüz. Şüphe yok ki bir kabahati vardır da uyardınız. Hatta yaşlılığına hürmeten vurduğunuz sopaları gayet yavaş vuruyor idiyseniz de ihtiyar ziyade feryat ve figanla haykırıyordu. Bununla beraber biz atlara binerken o yaşlının sizi selamlamasına gayet iltifat ve neşe ile karşılık verdiniz. Bunda elbet bir hikmet vardır ki onu anlayamazsam merakımdan çatlayacağım.”
Tercüman bu sözleri tercümeye başlayıp da tam sopaların pek yavaş indiği ve bununla beraber yaşlının pek ziyade bağırdığı noktalarına gelince Prens Danyal kahkahalarla gülmeye başladı. Tercümanın tercümesi bittikten sonra prens dedi ki:
“Gerçi bu pek tuhaf bir şeydir. Durumu size hikâye edersem ihtimal ki bu garip muameleden dolayı bizi belki de küçümsersiniz.”
“Estağfurullah efendim! Sizin gibi akıllı bir asilzadenin sebepsiz, hikmetsiz iş görmeyeceğinden eminim.”
“Başüstüne. Sizi bu cihetten de memnun etmek için yemekten sonra hikâye ederim.”
“Eğer arsızlığıma hamletmezseniz önümüzde iki buçuk üç saatlik bir yol olduğundan bu müddeti şu hikâye ile geçirebilirdik.”
“Gerçi bu da mümkün ise de doğrusunu isterseniz ben hikâyeyi etrafıyla bilmediğimden o acayipçe darp ettiğim ve dövmeye çalıştığım yaşlı adamdan bazı şeyleri sorup malumatımı tamamlamaya ihtiyacım vardır.”
Biçare yaşlı adamı böyle garip bir surette dövmekte bulunduğu hâlde bu işin sebep ve hikmetini kendisinin de tamamıyla bilmemesi beni bütün bütün şaşırttı, bıraktı. Artık ne olursa olsun göze aldırarak bu işi velev ki nakıs olsun kendi malumatı dairesinde mutlaka hikâye etmesini ricaya başladım.
Bu kadar ısrar ve acelemden dolayı prensin bana darılması ihtimalinden pek korkmuş idiysem de latif adam darılmayıp bildiği kadar tatlı tatlı gülerek hikâyeyi bildiği kadar anlatmayı vadetti. Vaadini de derhâl yerine getirmeye başladı.

6
Prens Danyal dedi ki:
“Ben kırk yaşıma yaklaşıyorum. Dövdüğüm adam da seksen yaşından bir hayli ziyade geçkin ise de yaşının seksenden yukarısını kendisi de bilmiyor. Ben ak ve siyahı fark ve temyiz edebildiğim zamandan beri bu yaşlının akşam sabah dayak yediğini hatırlıyorum. Hâlbuki ben doğmadan nice seneler önceden beri bu adam hep böyle akşam sabah kendisine tayin olunan dayağı yermiş. Özellikle ki o zamanlar yediği dayaklar şimdiki gibi bir danışıklı dövüş olmayıp bir intikam eliyle atılan sopalar imiş ki, yaşlı adam işte asıl o zaman gerçekten feryatlar, figanlar edermiş.”
Bunları işittiğim zaman hayretimin ne derecelere vardığını mülahaza buyuruyorsunuz ya? Bu hayretten mütevellit gülünç tavrımı Prens Danyal görerek o da kahkahalarla gülüyordu. Fakat ben tavrıma en büyük ciddiyet vererek şu kahkahalara biraz fasıla verip meselenin hakikatini daha çabuk izahla beni meraktan kurtarmaya inayet buyurmasını rica ettim ve sordum ki:
“Siz doğmadan evvel de bu adamı böyle akşam sabah döven kimdi?”
“Vefat eden pederim! Ben henüz çocuk iken birkaç defa bu adamın hâline acıyarak ve fakat her gün kabahat yapıyor da onun için dövülüyor zannıyla acımayarak kendimin de böyle günlük cezaya düçar olmamam için mümkün mertebe arsızlık etmemeye gayret ediyordum. Bir aralık da adamcağız için babama şefaat etmeye cesaret ettim. Babam benden iri, benden kuvvetli, hem de Gürcistan’ın eski terbiyesini almış sert ve kızgın, şecaatli ve cesur bir adamdı ki, ‘Prens Gadilla’ diye adı Ruslar arasında da dehşetle yâd olunurdu. Çocukluğuma da hürmet ve merhamet etmeyerek bu şefaatimden dolayı bana öyle bir şamar attı ki yerde birkaç defa yuvarlanarak simsiyah kesilip bayılmışım.”
Merakımın halli birtakım tafsilatla ertelendikçe ben kızıyordum ama acele etmekte daha ileriye nasıl gidebilirim ki! Barbarlıkta prensin elbette pederinden aşağı olmadığı gözümün önünde apaçık duruyor. Yalnız diyebildim ki:
“Öyle ise herifin kabahati affolunmaz bir şey demek oluyor!”
“Sabır buyursanıza! Yaşım on iki on üç yaşına vardığından ve bizce papaza ilk günah çıkartmak töreninin icrası çocuk babaları için pek büyük bir şeref olduğundan bunun için icrası âdet olan düğün ve ziyafetler esnasında pederim benden ne hediye istediğimi sordu. Zira âdettir ki bu ilk günah çıkartmak töreninde çocuklar pederlerinden ne hediye isterlerse babalar esirgemezler. Ben hediye olarak Tigran’ın affını istemeyeyim mi?”
“O yaşlının ismi Tigran mıdır?”
“Evet efendim! Tigran’ın affını rica ettim. Zira her akşam, her sabah babamın kızgınlığını yenileyerek herifi bağırta bağırta dövmesine tahammül edemiyordum. Benim görüşüme göre Tigran’ın her gün kabahat ettiği için dövüldüğü hakkındaki zannımın gitmesiyle bu adam hakkında merhametimin artmasına sebep olmuştu.”
“Nihayet pederiniz hiç olmazsa bu adamın kabahati ne olduğunu size anlatarak böyle akşam sabah kendisine tayin olunan dayağa müstahak olduğunu anlattı.”
“Anlatmadı ama işin üzerinden daha ne kadar seneler geçtikten sonra anlattı. Yani pederim Prens Gadilla ölüm yatağına yatıp da artık hayatının devamından ümidi kalmadığı zaman biçare Tigran’ı ben de böyle akşam sabah dövmekte devam edeyim diye kabahatinin ne olduğunu bana izah ederek babamdan sonra da bu işkencede devam edeceğimi temin için bana yemin ettirdi.”
Prens Danyal bunun gerçek sebebini geciktirdikçe sabırsızlığım arta arta merakımdan hemen hemen çatlamak derecelerine geldim. Artık olanca sabrını tüketmiş olan bir adamın ne kadar iç sıkıntısıyla söz söylemesi mümkün ise o derecelerde bir zorlukla dedim ki:
“Aman Allah aşkına olsun prens! İhtiyarın ahir ömrüne kadar yine dövülmesine devam edilmesine sebep olan kabahati ne imiş çabuk söyleyiniz yoksa çıldıracağım.”
Tercümanım Baron Mihran bu sözümü prense tercüme etmeden önce Gürcülerin sözlerini kısaltmaya asla iktidarları olmayıp kelamı uzatmak ile meşhur olduklarını bana ihtar etmişti. Benim sözümü prense tercüme ettikten sonra prens de bu acele edişime acayip bir tavır ile hayret etti. Meğer bunlarda bir şeyi uzata uzata anlatmak hikâyede ihtimam ve itina demekmiş. Bu da dinleyen için hususi bir riayet sayılırmış.
Pişman oldum! Keşke acele etmeseydim. Biraz söz ve zamanda Gürcülerin bu kelamı uzatma istidadını bana anlatmaları için sarf olundu. Nihayet prens dedi ki:
“Pederim bana insan için akraba ve ecdadının eserlerine iktifadan ayrılmamak ne derecelerde mukaddes bir vazife olduğunu ve özellikle pederinin namusuna bulaşan lekeyi gerekirse kendisi mert olan iradesiyle o lekeyi temizlemek evlat için bir namus meselesi bulunduğunu anlatmakla olanca hislerini tahrik ettikten sonra: ‘Evladım ömrüm müddetince devamlı naaşıma ve yüzüme tükürtmemek gayretinde bulundum. Hiçbir dakika bu gayretin gereklerinden ayrılmadım. Namusum hakkında bu derecelerde merak ve gayrette bulunur iken şu nurani yüzüme tokat atması gibi bir hakareti ömrüm müddetince yalnız şu Tigran habisinden görmüş olur isem ben de onu olanca ömrümde dayak işkencesi altında çürütmek mecburiyetinde bulunmaz mıyım?’ dedi.”
Prens bu sözü söylerken epeyce heyecanlı bir tavırla söylemişti. Garip değil mi? Bu hikâye velev ki bir an için olsun beni bile heyecanlandırdı. İradem dışında demişim ki:
“Vay alçak vay! Pederiniz gibi muhteşem bir prense el kaldırabilsin ha? Bu küstahlığa acaba neden dolayı cesaret edebilmiş?”
“Pederim, sabah rüzgârının bile şiddetli esmesiyle incitmekten çekindiği yüzüne, Tigran gibi bir sefihin tokat vurduğunu son nefesinde bana itiraf ettiği zaman utancından mosmor kesilmişti. Bu itiraftaki kalbinin derinliğinden gelen üzüntüsünü görünce daha ziyade açıklama talebine ben cesaret edemediğim gibi kendisi de izah etmedi. Yalnız bu müthiş hıyanetinin cezası olmak üzere o zamana kadar kendisi akşam sabah adamı dövmekte bulunduğu gibi benim de adamın ömrü son buluncaya kadar akşam sabah bu dayağı atacağımı beyan ettiren yeminlerden sonra ruhunu teslim etti.”
Şu hikâye beni hakikaten çok üzdü. İşin içindeki sırra güya kolayca erişme peyda edebilecekmişim gibi beni bir dalgınlık aldı. Neden sonra beni yine bu dalgınlıktan yine prens ikaz etti ve dedi ki:
“Pederimi defnettikten ve şu ebedî ayrılığın tabii olan keder ve elemini birkaç hafta zarfında ancak atabildikten sonra bir gün Tigran’ı yanıma oturtup uşak ve hizmetkârlarımızın tümünü dışarıya çıkardıktan sonra babamın vasiyetini hatırlatarak bu tokat meselesinin neden ibaret olduğunu sordum. Tigran tereddüt etti. Ve:
‘Prens! Eğer pederiniz bu sırrı size etrafıyla açmadı ise bana da söyletmeyiniz. Zira bu daimî işkenceye ben hakikaten müstahak olduğumdan korkarım ki sizden ümitvar bulunduğum merhameti de benden esirgemezsiniz.’ diye beni sualden de menetmeye kalkıştı. Hiddetlenip de herifi tehdit edecek olsam hiç faydası olmayacak. Bilfarz gazabımdan korkup da bir şeyler söylemeye mecburiyet görecek bile olsa mutlaka yalanla geçiştirecek. Bunun için tavrımı değiştirdim. Eğer bu sırra beni vâkıf ederse kendi hakkında zaten hassas olmakta bulunduğum merhameti göstereceğimi anlattım. Bu söz Tigran’ı temin ederek ve hikâyeden bir kelimeyi bile esirgemeyeceğini yeminlerle temin ederek vefat eden pederimle olan macerasını anlattı. Öyle bir müthiş hikâye ki o zamana kadar pederimin akşam sabah alçağı dövmesi pek haklı olduğunu bana teslim ettirdikten başka babamdaki intikam sevdasının bana da intikalini icap ettirdiğinden daha babamın sağlığında bu herif hakkında göstermiş olduğum merhameti velev ki muvakkaten olsun hükümden düşürdü. Birkaç gün ben de herifi büyük bir intikam kızgınlığıyla dövdüm. Nihayet hikâyeyi dosdoğru anlatır ise merhametimi göstereceğim hakkındaki vaadimi yüzüme vura vura gazabımı teskin ederek sopaların şiddetini azaltmaya başladım.”
“Demek oluyor ki tümüyle dayağı bırakamadınız.”
“Son nefesinde babama verdiğim yemini nasıl bozayım? Biz bu gibi mukaddes vaatleri yeminler ile temin etmemiş bile olsak ahdimizde vefaya yine mecburuz. Fakat bir hayli seneler Tigran’ı ben de dövdükten sonra bir kere hasta düşmesi üzerine artık dün akşam ve bu sabah gördüğünüz şekilde yalnız değneklerimi boş boşuna kaldırıp indirmek kısmını tercih ettim ki bu bir komedyadan ibaret ise de Tigran’ın ciddi bir dayak yiyormuşçasına feryat ve figanları hiç olmazsa zillet suretiyle olsun vefat eden pederimin intikamını yerine getirdiğimden ben de teselli bularak ve intikamını almış biri olarak rahatlamaktayım.”
Gerçi prensin bu son sözü ilk heyecanını gidermekle beraber tavrında da epeyce bir memnuniyet peyda etti ise de ben bir türlü cesaret edebilip de Tigran’ın kendisine ne gibi bir sır açmış olduğunu soramadım. Zaten bunca senelerden beri Rusya idaresinde bulunmakla beraber eski olan kadim kızgınlıkları henüz zail olmamış bulunan prenslere öyle Tigran gibi adamların el kaldırması ancak ölümle cezasının verilebilecek bir cinayet olduğunu anlayacak kadar da bu tarafların ahvaline vukuf peyda etmiştim. Vefat eden Prens Gadilla, sadece Tigran hakkında ölümden daha hafif bir ceza olmak üzere bu daimî işkenceyi tertip etmiş olup yediği tokadın tarzı da kim bilir ne derecelerde namus kırıcı imiş ki oğlu bile babasının kızgınlığını takınarak bir zamana kadar Tigran’ı intikam kızgınlığıyla dövmüş.
Bununla beraber sırrın bu taraflarına kadar merak arzusu içimi yiyip bitiriyordu. Bu derin ızdırap kim bilir yüzümde ne gibi elem peyda etmiş ki prens bile merak ve endişemi anlamış. Zira dedi ki:
“Size arız olan sükûttan Tigran’ın bana hikâye etmiş olduğu hâle de merak ettiğinizi anladım. Memnuniyetinizin tamamlanması için bu hikâyeyi de size etrafıyla şerh etmek istersem de işin üzerinden hayli seneler geçip Tigran’a bir daha tekrar ettirmemiş olduğumdan işi size layığı veçhile anlatamayacağım. İkametgâhımıza gidelim de hikâyeyi Tigran’a naklettirerek dinleriz. Onun olayı bizzat nakletmesi elbette mükemmel olacağından pederimin böyle uzun süren bir intikamda ne kadar haklı olduğunu siz de anlar teslim edersiniz.”
Prensin bu lütfuna büyük teşekkürler ettim. Zaten hikâyeyi kendisi nakledecek olsa idi zaman bile bulmayacaktı. Çünkü işin şu size anlattığım derecesini hikâye edip bitirinceye kadar biz de Peşav karyesine yaklaşmıştık. Tigran’ı akşam sabah döver gibi hareket icra etmesinin sebebi pederinin vasiyetinden ve vasiyetin hikmeti de Tigran’ın bir sillesinden ibaret iken sözü evire çevire iki saatte ancak tamamlayabilen adam asıl hikâyeyi teşkil eden tokat vakasıyla bunun aslını, teferruatını ihtimal ki üç günde de söyleyip bitiremezdi.

7
Vardığımız zaman prensin seçtiği kişiler ve kendi köyüne gönderdiği kadınlar, erkekler meğer bizden evvel varmışlar. Daha biz gezmeye gitmeden evvel prensin vermiş olduğu emirler tamamıyla icra edilmişler. Zira akşamüzeri varışımızda bizi karşılayan uşaklar asıl ikametgâhın içine götürmediler. Köyün alt tarafında bilek kalınlığında akıttığı sularla geniş ve güzel bir göl teşkil eden ve etrafı yüce ağaçlarla süslenmiş bulunan bir pınar başına götürdüler ki, orada on, on iki kadar saz ve söz ekibi, çalarak ve oynayarak bizi karşıladıkları gibi bir tarafta da beş altı kadar keçiler şişlere dizilip kebap edilmekte ve diğer tarafta da belki yüz kadar sahan, tabak, tepsi bir güzel yemek sergisi teşkil ettiği görülmekte idi.
Bu akşam bizi ağırlamak ve eğlendirmek için, şarkıların her kavmi nezdinde âdet olan rakı takımından başka şişelerin içinde şaraplar da bulunduğunu gördüm ise de mahalli âdete uyma mecburiyetinden, ziyafetin tertibi hakkında tek kelime bile konuşmadım. Tercümanım vasıtasıyla prens bana dedi ki:
“Çalgıcılar bir fasıl edinceye kadar biz de birkaç kadeh içeriz. Ondan sonra yemek yiyip bizim prenses ve davet ettiğimiz adamlarımız da buraya geleceğinden kendileriyle de tanışıp konuşursunuz. Bir fasıl da yemekten sonra onların şerefine icra ettirir isek tam uyku zamanımız gelmiş olur. Fakat siz keyfinize bakadurunuz da ben vefat eden pederime verdiğim yemin gereğince vazifemi ifa için Tigran ile bir görüşeyim.”
Ah bana kalsaydı ben ziyafetten de çalgıdan da vazgeçerdim. Beni Tigran ile bir saatçik yalnız bırakmasını her şeye tercih ederdim. Ne çare ki misafirliğim sebebiyle bu yoldaki arzularımı gidermeye iktidarım yoktur.
Prens gitti. Tercümanım Mihran Baron ile yalnız kalıp ispirtonun pek meftunu bulunan tercüman sadece kendi keyfini sürdürmek için evvela bana teklif etti ise de ben bu nevi içkiye alışkın olmadığımı anlatarak kendisini serbest bıraktım. Mihran yekdiğerinin ardından birkaç kadeh çakıştırdığı sırada ben çalgıcı, sanatçı ve oyuncu sıfatıyla oraya gelmiş bulunan Gürcü kadınlarını ve kızlarını temaşaya başladım.
Onlar da beni temaşa ediyorlardı. Hatta birbirlerine beni gösterip birtakım şeyler de söyleşiyorlar idi ki benim hakkımdaki mülahazaları olduğuna şüphe yok ise de benim onları beğendiğim kadar onların da beni beğenmiş olmaları bence şüpheliydi.
Bu Gürcü kadınlarının ne kadar güzel olduklarını sizin gibi doğululara tafsile girişmek ziyade bir külfettir. Siz bunları kendi memleketinizde de görürsünüz. Hele saz çalmaya, şarkı okumaya, dans etmeye gelmiş bulunan bu kızlar Gürcülerin en mahiri, en cüretlisi olup tavırlarındaki mağrur tebessümleri kendilerine pek ziyade yakıştırdıklarından cümlesinin benim üzerimdeki tesirleri ömrüm müddetince beni en ziyade memnun ve bahtiyar eden tesirlerden olduğunu inkâr edemem.
Fakat Gürcistan’da göreceğim hüsnü cemal meğer bunlardan ibaret kalmayacakmış. Bunlar nezdinde bile tam güzel sayılan kadını biraz sonra görecekmişim.
Prens Danyal’ın kaybolması üzerinden yirmi, yirmi beş dakika zaman ancak geçmişti ki kendi ikâmetgâhı tarafından prensin döndüğünü müşahede ettim. İhtiyar Tigran da yanında bulunmasın mı? İşte en ziyade buna sevindim. Anladım ki pederinin hikâyesini bana naklettireceği hakkında verdiği vaat ciddi imiş.
İkisi de tebessümlü bir tavırla yanıma geldiler. Prens Danyal, Tigran’ı bana takdim etti. Herif bana Rusça ve Türkçe sözler söylemeye başladı ise de gerek tercümanım Mihran Baron ve gerek Prens Danyal benimle Fransızcadan başka lisanla konuşamayacağımı herife anlatarak onunla da tercüman vasıtasıyla konuşmaya başladık. Vefat eden prens Gadilla hikâyesini bana anlatması için Danyal tarafından kendisine emir verildiğini söyledi ve bu garip olayı etrafıyla anlatabilmek için daha şimdiden zihnini toplamaya zorlayarak dedi ki:
“Bu mesele roman kitaplarına yazılacak, tiyatrolarda oynatılacak dramlardan zannolunur ise de bir harfi bile yalandan olmayıp evvelinden ahirine kadar her kısmı tarihlere yazılmış hakikatlerdendir.”
Ermeni’nin gayretini artırmak için bu sözünden ziyadesiyle memnun olmuş göründüm. Zaten memnuniyetim de yalan değil ya! Ama ben memnuniyetimi hakiki derecesinden daha ziyade gösterdim. Prens Danyal hazretleri tarafından nail olduğum misafirperverlik asla unutulmaz şeylerden ise de özellikle şu garip hikâyenin bende ebedî bir yadigâr kalacağını temin ettim.
Prensin gelişiyle beraber çalgı, nağme ve dans başladı. Sırasıyla kadehlerin dizilmiş olduğu tepsi de her birimizin önüne getiriliyordu. Misafirler yalnız bizden ibaret olmayıp köydeki papaz ile bazıları kır bazıları beyaz bıyıklı ve birkaçı beyaz sakallı Gürcüler de gelmişler idi ki hepsinin miktarı on kişiyi geçer.
Bu hengâmenin hususi surette hikâyeye değer gördüğüm hâli yalnız Gürcü kadınlarının icra ettikleri oyunlardır. O fidan boylu, ince belli kadınlar İstanbul dansçıları gibi ellerine birer def alıp başlarından yukarıya kollarının uzanabildiği kadar yüksek kaldırıp ayaklarının da yalnız başparmakları üzerine basarak gayet Yörük usullü bir de müzik eşliğinde oynadıkça âdeta ayakları yerden kesilip uçuyorlar zannolunuyordu.
Dans denilen şey, kadim milletlerin en ziyade ehemmiyet verdikleri hünerlerdendi. Milletler, medeni terakkide ilerledikçe bunların danslarındaki çabukluğu ve çevikliği azalta azalta dansı hemen hemen bir yürüme ve basit bir hareket derecesine indirirler. Kafkaslar kadim hâllerinin tümünü muhafaza etmiş oldukları gibi kadim danslarını da muhafaza etmişlerdir. Bu dansların ne derecelerde tiz ve ne kadar güç hareketlerden oluştuğunu tarif mümkün olamadığı gibi bunları sonradan öğrenmeye de imkân yoktur. Ancak insan çocukluğundan itibaren vücudunu bu hareketlere alıştırmalıdır ki üstesinden gelebilsin.
Bu eğlence beni pek tatlı bir surette meşgul etti. Her ne kadar nazarım Tigran’ın söyleyeceği hikâyeye münhasır ise de Prens Danyal’ın işbu konserinde de fena eğlendim. Yemek için verecek tafsilatım yoktur. Geneli etlerden yapılmış yemekleri epeyce nefis Kafkas şaraplarıyla tertip ederek hazırlamak Avrupalıların sahra ziyafetlerini andırıyordu.
Biz sofradan kalkıp parmaklarımızla yemek yediğimizden dolayı mecburen ellerimizi sabun ile yıkarken prensin ikametgâhı tarafından prensesin de geldiğini gördük. Aman ya Rab! Bu ne eda! Bu ne naz ve eda ile yapılan ihtişamlı yürüyüş!
Hele prenses gele gele bize yaklaşıp da Prens Danyal beni ona, onu bana takdim ettiği zaman böyle muteber kadınların insana uzattıkları eli öpmek acaba Gürcüler arasında da âdet midir diye büyük bir iştiyakla karşılayıp bekledim. Ne yazık ki bu âdet onlarda yokmuş. Eğer olsa idi o güzel prensesin elini kim bilir nasıl bir şevk ve hevesle öpecektim ki dünyada bu kadar beyaz bu kadar güzel hiçbir el görmediğimi itiraf ederim.
Avrupalılar insan türünü taksim ettikleri sırada kendilerini Kafkas nesline kıyaslayarak insan cinsi arasında yüzün beyazı, gözün bademi, kaş, burun ve ağzın mütenasibi, çenenin yumru ve kafatasının uzun ve yuvarlak olması ve boy bosça tenasübü berkemal bulunması sebebiyle Kafkas nesli en güzel ve birinciliği almayı hak eder.
Cermenlik, Islavlık, Yunanlılık gibi yeni nesli birçok kadim insanlarıyla karışarak başkaca bir insan cinsi oluşturan Avrupa ahalisi diğer kıtalarda görülen siyah, sarı ve kırmızı renkli ve acayip ve garip yüzlü insanlara nispetle en güzel sayılacağına şüphe edilemez ise de işin içine bir Kafkaslık katmak lazım gelince bu addan beklenilen mükemmel yüz ve endamın tenasübünü şuraya gelip de asıl Kafkaslarda görmelidir.
Ben bir Avrupalı gözüyle bu halkı temaşa ve tetkik ettiğim zaman eleştirecek âdeta hiçbir çirkine tesadüf etmediğimi itiraf ederim. Hakikaten bunların alelade çirkinleri Avrupa’nın alelade güzellerinden daha güzeldirler. Hâlbuki bunların kendi nazarlarında da yüz ve letafetçe birtakım mertebeleri vardır ki, zikredilen mertebenin aşağılarında bulunanlara esirgedikleri “güzel” unvanını zikredilen mertebenin yukarısında bulunanlara layık görerek onlara tahsis ederler.
Prenses Danyal işte umum Gürcülerin benzersiz saydıkları en güzel kadınlardandır. Onun tenindeki beyazlığı Avrupa kadınlarının türlü türlü makyajlarla terbiye edip süsledikleri vücutlarında, ciltlerinde aramak abestir. Avrupa kadınlarının şu farklı renklerdeki güzelleri, Prenses Danyal’ın rengiyle mukayese edilecek olursa mutlaka daha çirkin görülürler. Kaşlarının, kirpiklerinin kılca bolluğundan başka koyu kumral rengini ve belden aşağıya sarkan örgülerin çözüldükleri zaman daha ziyade uzanacaklarını hayal ettirdikleri saçların bereketini ilk nazarda insanın tabii göremeyip suni olduklarına hamledeceği gelir. Zira Avrupalılar alışmış oldukları kendi güzellerini hep tabii olmayan hâlleriyle temaşa etmeye alıştıklarından, tabii olarak güzel olan bir kadını ilk gördüklerinde bir anda tereddüt edip hayrette kalırlar. Fakat ilk hayret ve şaşkınlığın geçmesinden sonra hakikati görüp onu bizzat müşahede edince gerçek ile sahte arasındaki farkı ancak o zaman anlarlar ve asıl güzelliği de o zaman görürler.
Prenses Danyal Avrupa kadınlarının terbiyesini almamış bulunduğundan öyle latif latif hareketler göstermesini ve zarif zarif sözler söylemesini bilmiyordu. Fakat Avrupa terbiyesinin bu cihetlerce cahili olması kendisi için bir kusur sayılır mı? Gerçi Avrupa kadınlarının bu gibi takdim ve tarifleri esnasındaki vaziyet ve hareketleri Avrupa’da başka türlüsünü görmediğimiz için hoşlarımıza gider. Ama biraz düşünelim ki, Avrupa kadınlarının hareketlerinde, tebessümlerinde, zarifane sözlerinde kibrin zillete, istihzanın istihsana karışması ve hele bunların tümü üzerine bir de asıl erkek kendisi imiş de kadınlık sıfatı da erkeğe intikal etmiş gibi erkeği mahcup edecek derecelerde hemen hemen erkeğe meydan okurcasına cüretli tavırlar ilave edilmesiyle asıl kadınlık meziyeti de zayi olup gitmektedir. Kadın denilen şey, gözlerini kaldırıp erkeğin yüzüne baktığı zaman güya hem erkeği hem kendisini mahcup edecek bir sır içermesi icap eder. Bu arada kadın için asıl “naz” denilen bu şeyin gerçeğini de vücuda getirmiş olur. Erkek kendisine hitap ettikçe, kadının cevaptaki çekingenliğinin artması “edep” hasletine en ziyade şayan olan hâllerdendir. Kadının tebessüm hususunda dikkat etmesi de onun vakarını tamamlayan bir özelliktir. Bununla beraber zikredilen hâller kibirden, yapmacıklıktan tamamıyla uzak olması da lazımdır ki asıl kadının ne olduğu o zaman ortaya çıkabilsin.
İşte bu vasıflar ziyadesiyle Prenses Danyal’da toplanmıştır. Prensesi, Paris’in en zarifane bir salonuna götürseler zanneder misiniz ki bu vasıflarıyla salon içinde pek soğuk bir kadın gibi görünsün.
İhtimal ki o salonların sırnaşıklıkla iftihar eden madamları hasetlerinden Prenses Danyal için böyle bir hüküm verebilsinler. Ama o hükmü kaldıracak mahkeme erkeklerin nazar ve vicdanlarıdır. Bir de onlara sorsunlar. O zaman güneş doğduğunda semadaki tüm parlayan yıldızların şaşaası kalktığı gibi prensesin salonda görünmesiyle diğer gök cisimlerinin nasıl söndüklerini anlayıp asıl kendi güzelliklerinin derecesini kendileri de takdir etmiş olurlar.
Prenses benim yanımda dilsiz gibi bulunmadı. Lisanıma vâkıf olmadığı ve arada bir tercüman vücuduna ihtiyaç görüldüğü hâlde benimle pek güzel konuştu. Kendi memleketlerini nasıl bulduğumu sormakla beraber her ne kadar Gürcistan dağları resimlerini müşahede etmiş olduğu Avrupa’nın o düzenli olan beldelerine benzemez ise de buraları görmek de insana başka bir safa verebileceği hakkındaki mülahazalarını pek güzel, pek sırasıyla ortaya koydu. Zannedebilirim ki bir Avrupalı kadın kendi lisanını bilmeyen bir yabancı ile bu kadar sıralı konuşamaz. Ya o acemi yabancıyı kendisi istihzaya başlaması veyahut kendisini o yabancı nezdinde istihzaya düçar etmesi gibi hadiselerden, arızalardan pek de kendisini kurtaramaz.
Bununla beraber düşünmelidir ki, Avrupa kadınları çocukluktan çıkar çıkmaz türlü türlü mürebbiler elinde terbiye görmekte bulundukları hâlde Gürcistan kadınları okuyup yazmak derecesinde bile tahsil ve terbiye görmeyerek insana her ne tavır gösterirler ise yaratılışında olan fıtri tavırlarını göstermiş olurlar.
Prensesin gelişiyle aramızdaki ilk münasebet hasıl oluncaya ve ilk konuşmalar tamamlanıncaya kadar sofradakiler ortadan kaldırılmış olmasıyla saz ve dansın kinci faslına da başlandı. Artık bendeki neşeyi sormayınız. En ziyade merak ettiğim şey Tigran’ın söyleyeceği hikâye değil midir? Eğer Tigran şu anda hikâyeyi nakle başlamış olsa idi kulak bile vermeyecektim.
Gece yarısına yakın bir zamana kadar göl başında eğlendikten sonra ikametgâha döndük. Diğer köylerden gelmiş olan misafirler münasip dairelere tevzi kılınarak yatırıldıkları gibi biz de kendi dairemize geldik. Prens Danyal ihtiyar Tigran’ı da o gece bizim dairemize göndermişti. Kendisinden istenen hikâyeyi hemen söylemeye başladı ise de hikâye uzanıp vakit geçerek uyku da galebe etmekle kalanı ertesi sabah tamamlamaya mecburiyet hasıl oldu.
Bu hikâyeyi size nakil için “Tigran dedi ki. Falan şey falan olmuş dedi.” ifade tarzını benimseyecek olsam hikâyeyi birçok “dediler” ile doldurmak lazım gelecektir. Dolayısıyla hikâyenin bu kısmını Tigran’ın yerine kendimi koyarak güya o hikâye ediyormuş gibi nakil ve rivayet etmeyi tercih ettim.

İKİNCİ KİTAP
MERYEM ÇİÇİYANO

1
İşte Tigran’ın lisanından diyorum ki:
Miladi senenin bin sekiz yüz altmış dördüncüsünde değil miyiz? O hâlde tam altmış sene oluyor ki, şimdi taklidini gördüğünüz dayağı ben akşam sabah yemekteyim. Prensin size söylemiş olduğu gibi bu dayağın kırk yıl kadar devam eden ilk kısmı, böyle taklitten ibaret değildi. Pek ciddi, hakiki ve daimî bir işkence idi. Ondan sonra artık gerek Prens Danyal pederinin intikamından usanmış olsun gerek ihtiyarlığıma merhamet etmeye başlamış bulunsun beni bu işkenceden kurtarıp işi taklide bozmuştur. Pederine vermiş olduğu vaat ve etmiş bulunduğu yemin gereğince tümüyle vazgeçemez. Zira bu Gürcistan asilzadesinin yeminsiz falansız olarak bir kere “yaparım” dedikleri şeyde ömürlerinin son nefeslerine kadar devamları yaratılışlarının gereğidir.
Dolayısıyla prensin size haber vermiş olduğu üzere ben bu şiddetli ve daimî işkenceye hakikatte layık ve müstahakım. Zira pederine el kaldırmışımdır. Benim gibi pespaye bir Ermeni’nin Gadilla gibi büyük bir prense el kaldırması ölümden büyük bir ceza ile cezalandırılmaya şayan küstahlıklardandır. Ömrümün sonuna kadar akşam sabah beni dövmesi de işte ölümden büyük ceza olmak üzere düşünülmüş taşınılmış, kararlaştırılmış bir cezadır. Özellikle ki Prens Gadilla’ya el kaldırışım zavallı asilzadenin elleri bağlanmış olduğu bir felaket zamanında olmasıyla benim ettiğim alçaklığın dehşeti bir kat daha artmış olması ve onun intikam fikrini kat kat şiddetlenmiş bulunması tabii ve zaruridir.
Çocukluk hâliyle işlemiş bulunduğum bu küstahlığın cezasını şu doksan yaşıma yaklaşıncaya kadar akşam sabah kadar çektiğim hâlde vicdanıma sorarsanız bu cezayı hâlâ kendime kâfi bulamadım. Papazlara birkaç defa suçumu itiraf ederek aflarına nail oldum ise de doğrusu ya vicdanıma hâlâ kanaat gelmemiş bulunduğundan ahirette Hak Teâla hazretleri bana kesin affı lütfetmeyecek olursa bu dünyadaki fani hayat gibi ahiretteki vicdani hayat da benim için ebedî bir işkence hükmünü alacak da ben vicdanen kendimi o cezaya da layık bulacağım.
Hayret etmeyiniz senyör! Biz Ermeni isek de bu Kûhistan’ın ahalisinden bulunduğumuz için bizde dahi güzel ahlak ve mert tavırlara mecburiyetimiz vardır. Biz kendi hakkımızda bile doğruyu doğru olmak üzere hükmederiz. Bu hakikati işte size hikâye etmeye başlamış olduğumdan umarım ki doğruluğunu siz de teslim edersiniz.
Hikâyem işbu miladi on dokuzuncu asrın başlarına ait Gürcistan’ın tarihî vakaları arasına dâhil edilmiştir. Hatta her tarafı kahramanlıkla dolu olan o tarihî vakanın en ziyade kahramanca ve şairane kısmını da bu hikâye teşkil eder.
Mutlaka tarih okumuş olduğunuzdan malumunuz olması lazım gelir ki, geçen miladi on sekizinci asrın sonlarına kadar Gürcistan kıtası müstakil bir krallıktı. Tiflis şehri onun payitahtı idi. Birkaç defalar Devlet-i Aliyye ile İran arasında savaşa sebep olmuş ise de Gürcistan hangi tarafa tabi olmuş ise krallık idaresi bozulmamış ve yalnız Gürcistan kralı o devlete haraç vermiştir.
Rusya Devleti, Karadeniz ve Hazar Denizi sahillerine yani Kafkas Dağları’na doğru ilerlediği esnada evvel be evvel Gürcistan krallığını kendi himayesi altına almak hevesine düşmüştür ki o zamanlar Gürcistan Acem devletine tabi sayılarak müstakil ve mesutça idare olunur iken, Rusya’nın himayesi altına girilecek olur ise daha ziyade refah bulunacağı ümit olunmuştu.
İran şahı bulunan Tahmaspkulu Han o zaman Gürcistan kralı olan Erekli Han’a elçiler göndererek pek çok nasihatler verdirdi ve kendisi Gürcistan’dan hiçbir şey istemeyeceğini ve yalnız Gürcistan, Rus nüfuzu altına girerse müthiş tesiri İran’a kadar yaklaşmış olacağından işte bu tesiri yaklaştırmak için Rusya’ya meyletmemesini tavsiyede bulundu. Ancak Erekli Han bu nasihate pek kulak vermeyip İran’la açtığı muharebede Rusya imparatoriçesi Katerina’dan yardım gönderilmiş, Rus askeriyle kendisini güya İran’a tabi olmaktan kurtarmış ise de istiklal namına alamet olmak üzere kendisi “Bütün Gürcistan çarı” olmuş ve Tiflis katolikosu da “Tobolsk Arşeveki” unvanını aldıkları hâlde daha sonra bu unvan Gürcistan’ın Rusya’ya tamamen bağlanmasına sebep oldu. Zira daha Erekli Han’ın sağlığında Tiflis’e gelen birçok Rus mülki ve askerî memuru bütün Rusya’nın çarı olan zat dururken çar unvanını ufacık bir Gürcistan kralının alması adaba uygun olamayacağını ve bu unvan asıl Rus imparatoruna layık olmakla onu kendisine terk ve iade ederek kendisi yalnız “Bütün Gürcistan Çar vekili” adını alırsa Rusya hükümdarının ziyadesiyle memnun kalacağını nasihat ve uyarı yollu anlatmaya başlamışlardı. Erekli Han bu nasihatleri ehemmiyetsizlikle geçiştirmiş ise de onun vefatıyla yerine oğlu XI. Georgiy güya Bütün Gürcistan çarı olduğu zaman bu yoldaki nasihatlere pederi derecesinde mukavemet edemeyerek bir zaaf gösterdiğinden o zaman imparator bulunan I. Paul, kralımız Georgiy’i sıkıştırıp miladi 1799 senesinde Tiflis’te imzalanan anlaşma gereğince Bütün Gürcistan çarı unvanını kendisi aldı ve bu aralık Georgiy’nin vefatıyla büyük oğlu David, çar vekili seçildi ve buna göre bu vekâletin evladına da intikal edebileceği anlaşmaya konuldu. Fakat gerek Tiflis gerek diğer mevkilerde anlaşmanın hükmünün muhafaza edilmesi için Rusya tarafından on bin asker hazırlanmış olduğundan çar vekâletinin evlada intikali konusunda kaydedilen “gerekirse” şartının ne kadar zayıf olduğu derhâl anlaşıldı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/gurcu-kizi-yahut-intikam-69429166/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Gürcü Kızı yahut İntikam Ахмет Мидхат
Gürcü Kızı yahut İntikam

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Türk edebiyatı roman ve hikâyeciliğinin demirbaşlarından olan ve Hâce-i Evvel unvanıyla edebiyatımıza nam salan Ahmet Mithat Efendi’nin bu unvanına yakışır bir eser olan "Gürcü Kızı yahut İntikam", Gürcistan ile ilgili bir seyahatnamenin romanlaştırıldığı izlenimi taşıyan, okuyucuyu sürükleyip âdeta Tiflis’e kadar götüren canlı bir anlatım ve üsluba sahip nitelikli bir eserdir. Mösyö Gilliom Sanc ile tercümanı Mihran Baron’un Gürcistan macerasına tanık olacağımız bu eserde, Gürcistan’ın pek çok milletle mücadelesine şahitlik edeceğiz. Ayrıca bu yörenin coğrafyasıyla, kültürel ve siyasi hayatıyla ilgili birçok bilgiye de keyifle vâkıf olacağız. "Efendiler! Size nakledeceğim şey hayalî masallardan ibaret değildir. Gerçi garabeti, ehemmiyeti en geniş hayal erbabından olan romancıları bile hayrette bırakacak derecede ise de bizzat yaşanmış tarihî bir vakadır."

  • Добавить отзыв