Gulyabani

Gulyabani
Hüseyin Rahmi Gürpınar
"Muhsine Hanım ilk bozayı içip ikincisinin, leblebisiyle beraber çiçekliğin önüne konulmasını söyledikten sonra başladı: 'Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Ama Rabb’im saklasın, şimdikiler gibi, erkeklere ne dirseklerimi açıp gösterirdim ne göğsümü. Dünyayı, Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Fukaralık ayıp değil ya, bana mal mülk olarak damla bırakmadılar. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Eş dost gayret etti, cömertlik gösterdi. Herkes hâline göre bir hediye verdi. Eşya düzdüler, beni tellediler, pulladılar, herifin birine verdiler. Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıktı. O arı, ben çiçek, o burgu, ben tahta. Tanrı’nın günü haşlar, canımı yakar. Yemeğin tuzu çok olmuş der, döver; mintanımı çarpık biçmişsin der, döver. Kısacası, paya pay, üç sene dayağını yedim, kahrını çektim. Artık illallah, canıma tak dedi. Bir gün, o evde yokken bohçamı bağladım, kaçtım. Boşandım, kurtuldum. Bana ettiği yanına kalmadı. Kendisi de meyhane peykesinde can verdi gitti.' " Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Gulyabani

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

BAŞLANGIÇ

HANIMNİNEDEN YAZARA MEKTUP

Bey Oğlum!
Romanlarınızı seve seve okuyanlardan biri de benim. Hele bazılarını birkaç defa okudum. Şimdi de canımın en sıkıntılı zamanlarında okur, size dua ederim. Ama darılmayınız, bir iki şikâyetim var. Meşrutiyet ilan edileli beri daha güzel, daha eğlenceli eserler okumaya hazırlanırken iş pek umduğum gibi çıkmadı. Düşünüşümüz değişti. Dilimiz hemen bambaşka bir şey oldu. Alafrangalaştı. İnceldi. Bu değişme az çok sizin eserlerinizde de kendini belli etti. Eski hikâyelerinizle yenilerini tasvir, tasarlama ve üslup bakımından karşılaştırsanız bu farkı siz de görürsünüz. Birçoklarınca belki bu bir ilerleme belirtisidir. Ama bu konudaki bazı düşüncelerimi açıklamaya izin veriniz. Sizin en büyük gücünüz, uzmanlığınız, mahalle karılarını, hele aileler arasındaki çeneleri düşük kocakarıları söyletmektir. Millî ve gerçek bir felsefeyi bütün çıplaklığıyla satırlarda gösterirsiniz. Serde kocakarılık var. Bendeniz de en ziyade o çeşit tasvirlerinizden hoşlanır, zevk alırım. Yeni edep ve felsefe alanlarına sapıp kaleminizle gerçekten tatlılaştırıp güzelleştirdiğiniz, o size özgü millî ve samimi söz konularından pek uzaklaşırsanız edebî kişiliğinizi kaybetmenizden korkarım. Bu hem sizin hem de bizim için büyük bir kayıptır. Her romanınızda mutlaka benim gibi bir kocakarı söyletmenizi bir yazı şartı yerine koymak da istemiyorum. Ama kendinize mahsus olan konulardan pek uzaklaşmamak, her zaman en büyük sanat tasanız olmalıdır. Bu alanları siz herkesten iyi bilir ve kestirirsiniz.
Beni vaktiyle okuttular. Biraz mürekkep yalattılar. Her eserinizden az çok hoşlanırım. Ama benim bir merakım vardır. Sevdiğim hikâyeleri kendi kendime okumam. Yaştaşım birkaç hanımnineyi etrafıma toplayarak yüksek sesle onlara okurum. Romanın, onların saf anlayış güçlerini zevklendiren açık, içten noktalarında bu aciz okuyucunuzun da sevinci sonsuzdur. Ama yazık ki her kadınnine Schopenhauer’ın dünyayı kara gözlükle gösteren üzücü felsefesine ayna olan satırlardan anlam çıkarabilecek bir zihin terbiyesine sahip değildir. İşte sizden bu bilgisiz hanımninelerin sohbetleri çerçevesinde okunacak, yani bu tandır küllerini neşelendirecek bir hikâye yazılmasını rica ediyorum. Düşünüşleri gibi eğlenceleri de pek sınırlı olan bu zavallılara edeceğiniz bu hizmetin sevabı büyüktür. Bu eseriniz romanla masal arasında bir şey olmalıdır. İşte en büyük ustalığınız bu hikâyenizde görülecektir. Çünkü ya masalı şimdiki romanlar arasına yükseltmek derecesinde bir sanat gösterecek ya da değerini düşürmeden, özünü küçültmeden romanı masal derecesinde sadeleştireceksiniz. Kaleminizin gücüne güvenerek sizden bu olağanüstü eseri bekliyorum. Bilgiden, teknikten ve sosyal problemlerden kaçacaksınız. Konunuz esrarlı cin, peri gariplikleri yahut bir çarşamba karısı, bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar meraklandırıcı bir ustalıkla düzenlenecek ki biz hep buna susamış olan kocakarılar hikâyenin alt tarafı acaba ne çıkacak diye bekleye bekleye tandır başında titreşeceğiz. Zaten sarsılmış sinirlerimizi bu merakla büsbütün sarsacaksınız. İşte sizden bunu bekliyorum. Rica bizden, lütuf sizden. Baki, çok dualar, övgüler, evladım.

    Okuyucularınızdan bir hanımnine

CEVAP
Muhterem Hanımefendi Hazretleri,
Beni seven okuyucularım olan siz hanımninelerimi sevindirmek için imkânsız olanı mümkün kılmak gibi aşırı bir işe kalkıştım. Ama bu güç işe ilk giriştiğim zaman çektiğim güçlüğü tarif edemem. Çünkü ömrümde cin, peri görmedim. İnsana çeşitli cilveler gösteren bu hayat şimdiye kadar beni bir dev, bir gulyabani veya bir çarşamba karısının görülme zevki yahut sohbetiyle şereflendirmedi, böyle bir lütuf göstermedi. Talihin bu iznine eriştiklerini yeminlerle kesinleştiren bazı kimselere rastladım. Bunlar cin, peri, cadı, hatta gulyabani gördüklerini ciddi ciddi savunuyorlar. Ama bu kimselerin içten anlatışlarına karşın sözlerine inanamadım. İçlerinde yalan söylemeyecek olanlar da var. Bu gibilerinin ansızın kuruntuya kapılıp görülmeyeni gördükleri kanaatine varmakta tereddüdüm yoktur. Basın serbestliği çıkalı “ispirtizma”ya ve ruhlarla konuşmalara dair birçok eserler yayımlandı. Acayip şeylere karşı her zaman merak duyan halk bu eserlerden bekledikleri iç ferahlığına erişemediler. Arkadan “Nat Pinkerton” yetişti. İşlerinin çerçevesi pek de peri işinden geri kalmayan bu Amerikalı, hayalden çıkma hafiye ustasından sonra basın alanına bir gulyabani de ben salıversem, zaten siyaset ve kriz patırtıları içinde yorgun düşen okuyucularımın zihinlerini büsbütün karıştırmış olmaz mıyım?
Hanımefendi!
Romanlar hakkında ileri sürmüş olduğunuz kısa ama yararlı düşüncelerin de bir okuma sonucu olduğu görülüyor. Hanım okuyucularımın içinde sizin gibi akıllı kimselerin bulunduğunu görmek bendenizce gerçekten övünülecek, sevinilecek bir şeydir. Tavsiyenize uyarak masalı şimdiki romanlar derecesine çıkarmaya yahut romanı -özünü değiştirmeksizin- masal derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser geldi. Bu hikâyede gariplikler ve tabiat üstündeki olaylara susamış zihinleri memnun edecek boyda ve görünüşte bir gulyabaniyle bir alay da cin ve peri var. Eserin yazıldığı tarihte bu acayip ve korkunç yaratıklarla öylesine uğraştım ki bazı akşamlar, ev halkı uykudayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültüler, patırtılar oluyor gibi gelirdi. Kendi kendime “İşte periler geldi. Roman müsveddeleri içinde, onlar için yazılanlardan memnun olmadıkları sayfaları alıp götürüyorlar.” derdim.
Sabahleyin kalkınca ilk işim acele müsveddelerimi saymak olurdu. Bütün kâğıtlarımı numara sırasıyla tamam bulunca, “Oh! Hele dokunmamışlar.” diye geniş bir nefes alırdım. Hikâyeme ilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili teoriler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz. Zaten dev, gulyabani, çarşamba karısı gibi halkın hayalinden çıkma acayiplikler bilgi ve teknik sınırları içine alınamaz. Bunların yakalarından tutup da bir ameliyat odasından, bir atölyeden içeriye sokmak, bir fizyolojistin, bir kimyagerin, bir operatörün, bir bilginin veya fen adamının karşısına çıkarmak kabil olsa soyları sopları, asılları fasılları, ıcıkları cıcıkları hakkında kesin bilgi ediniriz. Halk arasında onlardan yana veya onlara karşı dolaşan lakırtılara artık bir son verilirdi. İlim, konularını yerin dibine inerek, göklere çıkarak, teleskoplarla, mikroskoplarla her yerde, her zerrede arıyor. Bu acayip yaratıkların, bu yabanilerin aslı olsa elbette bunlardan birini çalyaka eder, üzerlerinde mikropla aşılama yaptığı tavşanlar, fareler gibi kafese kordu.
Ah Hanımnineciğim… Dürbünlerden, Kodak makinelerinden, her türlü teknik kovalamalardan kaçan gulyabaniyi bu aciz romancı nerede yakalayıp da gerçek tasvirleriyle hayrete düşürecek, gözünüzün önüne koyabileceğim? Bendenize pek güç bir görev yüklüyorsunuz. Ama güzel hatırınız için, işte bu imkânsız şeyin üstüne saldırıyorum. Şu hikâyemde tabiatın üstünde yaratıklarla sizi görüştüreceğim. Başka memleketler romancılarınca sürümü sağlamak için edebiyat gücü yeter bulunur. Fakat bizde sürüme ulaşmak için “huddam sahibi” olmak gerekiyor.
Teknik ve ciddi ilim adamlarının tenkitlerini ve azarlamalarını çekmeksizin sizi manevi âlemin kendimce olan sırlarında dolaştırdıktan sonra gene madde dünyasına döneceğiz. Roman, bir gariplik toplamı olmakla birlikte yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için seçtiği akla uygun sınırlar içinde son bulacak.
Hanımnine, affedersiniz. Beni çok sıktınız. Ama buna da eyvallah… Peki, dediğiniz gibi olsun. Hikâyenin sizi heyecana düşürecek kadar meraklı olmasını istiyorsunuz. Bazı sayfalarda eğer çarpıntınızın şiddetinden tandır mangalını devirmez veya bozayı üstünüze dökmezseniz her türlü paylamanıza razıyım.
Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak.

    Baki saygılar…
    Hüseyin Rahmi

1
MUHSİNE HANIM
Bu saf, saygıdeğer kadın, kınalı saçlarının üzerine kundakladığı çimenî, tırtıl oyalı, koyu şarap rengi yemenisiyle, parlak dikişli lacivert lahurakiden[1 - Lahuraki: Lahor’da yapılan bir tür şal kumaşı, lahuri. (e.n.)] geniş hırkasıyla, etrafı kırmızı kaytan çevrili aba mestleriyle hâlâ gözümün önündedir.
Çocukluğumda, o zaman, yaşı altmışı geçkindi. Ama yuvarlaklıkları ortalarına doğru eğri büğrü olmuş porsuk kaşlarının üstüne rastık şerbeti gezdirmek, gerdanda, renksiz kalmış eski benlerini tazelemek, kirpiksiz göz kapaklarını sürmeyle gölgelendirmek alışkanlığında, hoppalıkta, emekliye çıktıktan sonra bile hâlâ ayak diriyordu.
Kocası Hacı Hasan Efendi’ye gönül okşayıcı görünmek isteğinden gelen bu hoppalıklarına karşı takılmaktan kendilerini alamayan komşu hanımlarına “Kardeşler, viran evi gösteren biraz boya, biraz badana, biraz temizlik, derlilik topluluktur…” diye karşılık verirdi.
Onun, etli vücuduyla romatizmalı kalçaları üzerinde sendeleye sendeleye “of” diyerek “Bana da yer açın, cadalozlar!” şakasıyla tandır başında bir yer alışı vardı.
Cuma ve pazartesi geceleri, kışın Aksaray’daki evimizde bir boza partisi verilirdi. Partinin ruhu, en güzel konuşanı, en tatlı hikâyecisi Muhsine Hanım’dı. Hazır bulunanların hepsi, onun gelişini dört gözle beklerdik. O, kendisine karşı bu düşkünlük ve merakımızı bildiğinden ziyaret saatini mahsustan değiştirir, en sonra gelir, ondan yoksun kalacağız tasasıyla bir zaman yüreklerimizi oynatırdı. Tam umudumuz kesilecek gibi olup da epey üzüldükten sonra kapı tokmağı “tak” ederdi. Kocası Hacı Efendi’nin tek vuruştan ibaret bir kapı çalışı vardı. Gelenin onlar olduğunu hep anlar, bütün masala susamış çoluk çocuk sevinçle merdivenlere, karşılamaya koşuşurduk. Muhsine Hanım, avluya girince “Hacı, pek gecikme!” diye tembih ederek kocasını savdıktan sonra mavi zemin üzerine iki sarı sopalı, ipekleri sağılmış, Şam işi eski çarşafının yukarı kısmını omzundan aşağıya atarak, eteklerine basa basa, yuvar yuvar[2 - Yuvar yuvar: Yuvarlanır gibi. (e.n.)] yürür, hemen koltuklayıp tandır başındaki, saygın kimselere ayrılan yerine oturturduk. Artık bütün gözler büyük bir merak ve bekleyiş içinde onun buruşuk dudaklarına dikilirdi. Masalcı hanım, kendini ağır satmak için çeşitli nazlanmalardan sonra “Bu gece hunnağım[3 - Hunnak: Anjin; boğaz mukozasının şişmesi, boğak. (e.n.)] var, yutkunamıyorum, hâlim yok. Bu akşam da siz söyleyin, ben dinleyeyim!” nazlarından ve birçok ricadan sonra bir bardak boza başlangıcıyla hikâyeye girişirdi.
Bozanın mezesi olan leblebilerini, dudaklarının ortasından başlayarak alt, üst çenelerinden meydana gelen yüz kısmını buruşturarak, bu sabit nokta etrafında dolaştıra dolaştıra yüzünü tuhaf buruşturmalarla, çiğneyerek biraz göz süzüklüğüyle başlardı.
Hikâyenin heyecan verici yerlerinde başıyla birlikte kulaklarındaki, enseden pamuk ipliğiyle birbirine iliştirilmiş, iki küçük yaprak arasından sarkmış ufacık armuda benzeyen Mevlevi sikkeleri biçimindeki gümüş küpeleri heybet veren bir biçimde titrerdi.
Onun hikâyeleri içinde en ünlüsü, en meraklısı Gulyabani olayıydı. Bu bir masal değil, olmuş bir şey, gençliğinde Muhsine Hanım’ın uğradığı acayip ve üzücü bir serüvendi. Bunu kendisinden dinlediğim gibi anlatacağım. Ama anlatanın arı ve duru dili, olayın anlatılan satırlara bütün incelikleriyle geçirilmesine elverişli olmadığı için, gerektikçe asılda olmayan özel terimleri kullanmak zorunda kalacağımı söylemek zorundayım.
Yani Muhsine Hanım’dan dinlediğimi kendi hikâye dilimle yazacağım. Bazı cümlelerin, hikâyeyi anlatan kadının saf ağzından çıktığına şaşıp kalacak olan okuyucularımın itirazlarına karşı bunu söylemeye gerek gördüm.
İşte olay:

2
AĞLATICI BİR YOL
Muhsine Hanım ilk bozayı içip ikincisinin, leblebisiyle beraber çiçekliğin önüne konulmasını söyledikten sonra başladı:
“Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Ama Rabb’im saklasın, şimdikiler gibi, erkeklere ne dirseklerimi açıp gösterirdim ne göğsümü. Dünyayı, Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Fukaralık ayıp değil ya, bana mal mülk olarak damla bırakmadılar. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Eş dost gayret etti, cömertlik gösterdi. Herkes hâline göre bir hediye verdi. Eşya düzdüler, beni tellediler, pulladılar, herifin birine verdiler. Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıktı. O arı, ben çiçek, o burgu, ben tahta. Tanrı’nın günü haşlar, canımı yakar. Yemeğin tuzu çok olmuş der, döver; mintanımı çarpık biçmişsin der, döver. Kısacası, paya pay, üç sene dayağını yedim, kahrını çektim. Artık illallah, canıma tak dedi. Bir gün, o evde yokken bohçamı bağladım, kaçtım. Boşandım, kurtuldum. Bana ettiği yanına kalmadı. Kendisi de meyhane peykesinde can verdi gitti.
Taze dul kaldım. İsteyenler çok oldu. Ama kocadan canım yandı. Şimdiki kocam Hacı’yı buluncaya kadar neler çektim neler… Bir zaman kimseye varmadım. Elde yok, avuçta yok. Neyle geçineyim? Sığındığım el evlerinde insanı kırk yıl isterler mi? Bir kibar konağında hizmetçiliğe gitmeye karar verdim. Öyle bir yer bulundu. Haftasında beyefendi beni merdiven aralığında sıkıştırdı. Kaçayım diyorum, herif izbandut gibi kuvvetli, kollarının arasından kurtulamıyorum. Bağırsan, çağırsan olmaz. Neyse helali hoş olmasın, beyefendi benden birkaç öpücük aldı. Ertesi günü oradan tası tarağı topladım, kaçtım. Gene öyle, iki elim böğrümde, açıkta kaldım. Bir zaman daha orada burada süründükten sonra benim küçüklüğümü tanıyan ana dostu bir Ayşe Hanım vardı. Geldi, beni buldu. Yüzümü gözümü okşayıp öperek dedi ki:
“Kızım, senin bu yaşta böyle kimsesizliğine, yoksulluğuna yüreğim parçalanıyor. Sana uygun bir yer buldum, gider misin?”
“Temiz, namuslu bir yer olduktan sonra niçin gitmeyeyim anacığım?”
“A… namuslarına yerden göğe kadar kefilim. Aylık da gayet boldur. Görülecek iş de yok, ama…”
“Eeey, aması ne oluyor?”
“Sana verecek bazı öğütlerim var. Bunlardan bir harf dışarıya çıkmayacaksın…”
“Eğer istediğim gibi bir kapıysa vereceğin tembihlerden dışarıya çıkmam, inan.”
“Bu gideceğin yerde bir gözünü kör, bir kulağını sağır edeceksin. Göreceğin şeylerin aslını öğrenmek merakına kalkışmayacaksın. Elinde olmadan sezdiklerini dışarıya açıklamayacaksın. Onlar parada pulda değil. Gayet emniyetli bir kadın arıyorlar. Dişini sıkar da oturur, kendini onlara beğendirip emniyetlerini kazanabilirsen birkaç yıl içinde oradan zengin olup çıkarsın. Bir ev alıp başçağızını sokarsın. Bir yurdun olduktan sonra bekâr dikişi diksen geçinip gidersin.”
“Ay, korkarım. Orası öyle pek esrarlı bir yer mi?”
“Bak şimdiden merak etmeye başladın. Nene gerek senin âlemin esrarı?”
“Ah anacığım, merak etmemek insanın elinde mi? İnsan mı öldürüyorlar, hırsızlık mı yapıyorlar? Orası bir batakhane midir?”
“Çılgın, şimdi ağzına tokadı vururum. Aklına getirdiğin şeylere bak. Ben seni hiç öyle yerlere götürür müyüm? Bunlar gayet zengin, pek terbiyeli, çok kişizade insanlar. Terbiyeli, tedbirli, ağzı sıkı, aklı başında bir hizmetçi arıyorlar.”
“O kadar ağzı sıkı olmaya neden lüzum var?”
“Bazı kibar konaklarında içerideki şeylerin dışarıya sızdığını istemezler. Çalçene birtakım mahalle karıları hizmetçiyiz diye oraya buraya gidiyorlar. Aldıklarını, bulduklarını rastgele yerde söyleyerek lakırtı tellallığı ediyorlar. Bu dediğim yerde bu türlü çaçaron istemiyorlar. İş bundan ibaret.”
“Bu konak nerede?”
“Üsküdar’dan biraz ötede.”
“A, demek denizaşırı…”
“Acemistan’a gidecek değilsin kızım. Üsküdar nerede? Şuracıkta, burnumuzun dibinde… Sana hem yağlı bir kapı bulmalı hem de semt mi beğendirmeli? Boğaziçi’ne, Bulgurlu’ya gitmeyiz diyen Arap aşçılar gibi sen de ahmaklık etme. Her hâllerine ben kefilim diyorum. Beğenmezsen durmazsın. Seni pençenle[4 - Pençe: Esir satışlarında, satış beratının altına imza yerine bastırılan avuç mührü.] halayıklığa satmıyorum ya! Yıkan, temizlen, arlan, paklan, en yeni esvabını giy. Şöyle ağırbaşlı, terendez, cilasun gibi hizmetçi hâline gir. Vallahi az zamanda orada donanır, tövbe yoksulu olursun. Boğazın yemek, üstün esvap, cebin para görür. Oradan bana bir hizmetçi ısmarladılar. Anan rüyama girdi. Sen aklıma geldin. Sonra bana dua edersin.”
Ayşe Hanım’ın bu inandırıcı sözleri ve ricaları karşısında teklifini kabul ettim ve ertesi günü gitmek için hazır bulunmaya söz verdim.
Sabah oldu. Erkenden Ayşe Hanım geldi. Bahçekapısı’na indik. Bir kayığa bindik. Niçin herkesle beraber büyük kayığa binmediğimizi Ayşe Hanım’dan sordum.
“Bu kadar meraklı olma kızım. Her hesabımı sana söylemeye mecbur değilim.” cevabını verdi.
Üsküdar’a çıktık. O tarihte Üsküdar’da şimdiki faytonlar, talikalar yoktu. İki yüksek makas üzerine oturtulmuş ve her tarafı pencereli, karpuz şeklinde yuvarlak arabalar vardı. Ayşe Hanım beni bir kenara çekti, “Sen burada dur!” dedikten sonra gitti. Bu arabacılardan biriyle pazarlık etti. Arabayı neresi için tuttuğunu işitemedim. Biz, yan yana, yuvarlak, antika bir çekmeceye benzeyen bu arabaya kurulduk.
Çarşıdan geçerken bir bakkal dükkânı önünde durduk. Ekmek, peynir aldık.
“Anneciğim, gideceğimiz konakta yiyecek yok mu? Yahut pek uzak mı gideceğiz?”
“Aman, kırk merak karı, sus! Adım başında bana ahiret sualleri sorma. Kır havasıyla şimdi acıkırız. Safra bastırmak için aldım.” dedi.
Ben, Üsküdar’ı ömrümde ilk defa görüyorum. Çarşıyı geçtik. Etrafı kırlık, mezarlık, uzun bir yoldan gidiyorduk. Bir çeşmeye rastladık. Zincirli bakır tastan doya doya su içtik. Araba bir yokuşa saldırdı. Git git bitmez, git git bitmez…
Mevsim yaz sonuydu. Biraz sıcak vardı. Ulu bir çınarın altında uyuyan yeşil bir türbenin önünde eğlendik. Ayşe Hanım elini kaldırdı. Mırıl mırıl okudu. “Allah şefaatine kavuştursun!” duasıyla ellerini yüzüne sürdü. Ben de Rabb’im kabul etsin, namaz surelerinden bildiklerimi okudum. Gene yola düzüldük. Artık evler seyrele seyrele hemen yok oldu. Tamamıyla bir kırlıktan iniyorduk. Arada bir öküz arabasına, atlı, eşekli adamlara rastlıyorduk. Arabada sallana sallana içim bağrım birbirine karıştı, “Daha çok var mı?” diye sordum.
Ayşe Hanım’ın susmasına karşı arabacı “Dur bakalım, daha yola yeni düzüldük!” cevabıyla korkumu artırdı. Artık gide gide insana değil, ine, cine bile rastlamaz olduk. Gözlerimizin önünde dağlar, tepeler açıldıkça açılıyordu. Ah alnımın kara yazıları… Bu karı acaba beni nerelere götürüyordu? Benim ona sorduğum sorulara karşılık Ayşe Hanım hafiften “Açıl dağlar, açıl… yâri göreyim…” nakaratlı bir şarkı tutturdu. O söylüyor, ben gözyaşlarımı kalbime içirerek sessizce ağlıyordum.
Hayvan yoruluyor, arada bir dinleniyorduk. Uzaktan denizleri, bayırları gördükçe bütün bütün garipseyerek artık kendimi tutamaz oldum. Ayşe Hanım kızdı:
“Ah bebeciğim, emziğini mi istiyorsun? Koskoca kadın böyle hüngür hüngür ağlamaya sıkılmıyor musun? ‘Merhametten maraz hasıl olur.’ derler ya, çok doğru bir lakırtıymış. Artık bir kere yola çıktık. Ağlasan da gideceğiz, bayılsan da gideceğiz. Ben bu kadar masraf ettim. Geri dönmek olmaz. Bu paraları kimden alacağım? Bari sus da arabacıyı kendine güldürme!” diye beni azarladı.
O ıssız yerlerde ağlamak, sızlamak ne para eder? Bir etrafıma bakındım, tamamıyla bu kadının elinde, insafına kalmış olduğumu anladım. Arkamızdan İstanbul, Üsküdar kaybolmuştu. Bir zaman daha gittik. Uzaktan bir köy göründü. Kendimi hemen arabadan atıp o tarafa kaçmak istedim. Bu telaşımı gören Ayşe Hanım alaylı bir gülüşle:
“Muhsine, deliliği bırak. Sen çağda taze bir kadın, tek başına bu ıssız yerlerde o köye kadar nasıl gider? Kendini hancılara, bağcılara ziyafet mi çekeceksin? O köyü buradan öyle görüp de yakın bir yer sanma. Orası bir saat sürer.”
Girişeceğim işin pek delicesine olduğunu anlayarak niyetimden vazgeçtim. Ama üzüntümü gidermeyi bir türlü başaramadım. Ellerimi yüzüme kapayarak hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Beni satmaya mı, öldürmeye mi, işte her nereyeyse götüren o kadın bu çarpıntılarımdan biraz insafa geldi. Yüzünü, sesini tatlılaştırarak:
“Benim gibi bir ana dostundan sana hiçbir fenalık gelmez. Korkma, seni boğazlamaya götürmüyorum. Tirink tirink ay başlarında yüz tane kuruş alması kolay mı? İstanbul’da böyle bir kapı bulmak mümkün mü? Ne yapalım? Tanrı işte sana bunu kısmet etmiş. Kısmetini böyle uzacık yerlerden verecek. Yapacağım iyiliğe beni pişman etme. Çok şükür, işte altımızda araba… geldik. Çok bir yer kalmadı. Beğenip de oturursan ne âlâ. Hoşlanmazsan gene beraber döneriz. Ben seni zorla orada zincirlere bağlayıp bırakmayacağım ya…”
Bu sözlerden sonra, yüreğime su serpilir gibi oldu. Sustum. Sessizce boyun eğerek etrafıma bakmaya başladım.
Gene dere tepe demeyip gidiyorduk.

3
“YEDİ ÇOBANLAR” ÇİFTLİĞİ
Bir hayli daha yol aldık. Sonunda Ayşe Hanım elini kaldırıp parmağını bükerek uzun bir düzlükten sonra kabarmış bir tepenin hafif bir duman içindeki yeşil ağaçlarını göstererek “Geliyoruz, işte orası… Yedi Çobanlar Çiftliği…” dedi.
O yana baktım. İnce sislere gömülmüş bir ağaçlık… Bu ormancığın koyu yeşil kümeleri arasında dağınık damlar, duvarlar, irili ufaklı yapılar, pencereler, bacalar gördüm. Gene yüreğimi derin bir korku sardı. “Yedi Çobanlar Çiftliği”… Bu isim, benim üzüntülü gönlüm için korkulu bir adlandırmaydı. Hemen gözlerimin önüne iri kıyım, haydut bakışlı, silahlı yedi tane çoban dizildi. Ben bunların arasında o geceyi nasıl geçirecektim? Bunlar benden ne yolda hizmetler isteyeceklerdi? Hemen gene gözlerim sulanarak dedim ki:
“Ayşe nineciğim, benim gibi çelimsiz bir kadın böyle yedi çobana birden nasıl hizmet edebilir? Yüz kuruşları da onların olsun, hepsi de… Ben şimdi geri dönmekten başka bir şey düşünmüyorum.”
“Hey Allah’ın budalası! Bugün seninle sahiden derde çattım. Ne laf anlamaz kadınmışsın. Öyle yedi sekiz çoban filan yok. Çiftliğin kırk yıldan beri adı öyle. Oraya şimdi çiftlik demek de yanlış. Büyük, viran bir yapı çevresinde ufak tefek binalardan başka bir şey kalmamış. Sen orada kendin gibi, belki senden bin kat terbiyeli, ince kadınlar bulacak, onlarla oturacaksın… Çobanın, bahçıvanın seninle ne ilgisi olabilir?”
Gene sustum. Ayşe Hanım, bu sefer arabacıya döndü:
“Haydi ağam, sen de dahdahını biraz sür. Gelin mi götürüyorsun? Pek nazlı gidiyoruz.” dedi.
Arabacı kırbacını hayvanın kıçına yavaşça dokundurarak:
“Gelin mi götürüyoruz? Vallahi ben de bilmem. Bir günlük yol. Bizim Pehlivan da yoruldu. Baksana, körük gibi soluyor.”
Ayşe Hanım: “Ay, bu kurada[5 - Kurada: Gelişmemiş, cılız. (e.n.)] beygirin adı Pehlivan mı?”
Arabacı: “Pehlivan olmasa Yedi Çobanlar Çiftliği’ne, öyle ‘netameli’ yere nasıl gider?”
Ayşe Hanım: “Neden oluyormuş netameli?”
Arabacı: “Orası cinlerin, perilerin kumkuma yeridir. Geçenlerde oraya giden Arabacı Veli’nin beygirini çarptılar. Hayvanın beş dakikada soluğu kesildi. Kurbağa gibi yamyassı oldu. Ezandan sonraya kalmaya gelmez.”
Ayşe Hanım: “Haydi zevzek… Parayı çok alayım diye ağız yapıyorsun. Köşkün içi adam dolu, onlar nasıl oturuyorlar?”
“Nasıl oturduklarını Allah bilir. Oturup da rahat mı ediyorlar? Çiftliğin sahibi hanımefendi perilere karıştı, çıldırdı. İç bahçedeki havuzun kenarında her akşam cinler toplanırmış. Hanımefendi gidip onlarla oturur, konuşurmuş. Hanımdan başka gece bahçeye çıkanları periler boğarlarmış. Oraya giden erkek, kadın hizmetçilerden hiçbiri sağ dönmez. Sular karardıktan sonra o yakınlarda kimse dolaşmaz. Kurtları kuşları bile çarparlar.”
“Artık uydur uydur söyle bakalım. Allah kimseyi sizin dilinize düşürmesin. Siz arabacılar, köylüler bir yalana bin katarsınız. Hanımefendi orada mı çıldırdı? İstanbul’daki konağında aklını bozdu. Zengin kadını, tımarhaneye koymadılar, hava değişimi olsun diye buraya, çiftliğe getirip kapadılar.”
Korkudan yüreğim hop hop atmaya başladı. Ayşe Hanım’a sordum:
“Ay, beni hizmetçiliğine götürdüğün hanımefendi deli mi?”
“Hay Rabb’im, sen sabırlar ver bana… Öyle ona buna saldıran azgın deli değil… Biraz meraklı, sersemce bir kadın. İşte bu…”
Arabacı hayvana birkaç kırbaç daha savurduktan sonra biraz başını bize çevirerek:
“Ya çiftliğin eski mezarlığından çıkan gulyabani? Minare kadar bir şeymiş. Geçenlerde ay ışığında üç atlıyı kovalamış. Zavallılar Bulgurlu’ya zor kaçabilmişler, baygın düşmüşler. İkisinin hayvanı çatlamış.”
Ayşe Hanım: “Artık sus herif… Yanımdaki saf kadını korkutuyorsun. Baksana, beti benzi kül kesildi.”
Arabacı: “O gulyabaninin yemeği, çiftliğin mutfağından verilirmiş. Bir gece vermezlerse oralarını allak bullak edermiş. Ne kümeste tavuk bırakırmış ne ahırda hayvan ne de ağılda koyun…”
Ayşe Hanım: “Çenen tutulsun! Yetişir dedim ya… Hiç minare kadar gulyabani mutfak yemeğiyle doyar mı? Böyle şeyleri duyup da inanmak için insan ne kadar ahmak olmalı.”
Arabacı: “Ben işittiğimi söylüyorum, hanım.”
Ayşe Hanım: “İşittiğin sende kalsın…”
Bu söylenenleri dinlerken her tarafıma soğuk bir ter yayıldı. Buz kesildim. Baygınlıklar geçiriyordum. Karşı koymaya, konuşmaya hâlim kalmadı.
Ayşe Hanım, şimdi bana döndü:
“Korkma kızım. Bu sözlerin hepsi masal. İşit de inanma. Bunlardan hiçbirinin aslı olsa ben seni oraya götürür müyüm? Ben senin düşmanın mıyım? Akıl var izan var. Artık buraya kadar geldik. Köşkün içindeki insanları bir kere gör. Hoşlandın, ne âlâ… Hoşlanmazsan seni getirdiğim gibi gene götürürüm.”
Artık çiftliğe epey yaklaşmıştık. Ağaçlar, yapılar daha belli görünmeye başladı. Biraz yokuş indik. Kurumuş dere gibi taşlık bir yerden geçtik. Bir tepe çıktık. Bir zaman da düzlükten gittikten sonra çiftliğin önüne geldik. Arabayla ağaçlığa girdik.
Arabacıdan işittiğim korkulu sözler yüzünden midir nedir, burası bana ağaçları sık bir mezarlık gibi pek loş, pek sıkıntılı göründü. Bu gölgelerin arasından geçtikten sonra harman yerine benzer bir meydanlığa geldik.
Yanımızda bileziği taşlarla örülmüş, çapı büyük bir kuyu, çevresinde birkaç ihtiyar selvi gördüm. Gene bir ağaçlığa girdik. Orada burada selamlık, hizmetçi daireleri, mutfak, ahır, kümes gibi yapılar göründü. Tavuklardan, kazlardan, birkaç keçiden başka tek canlıya rastlamadık. Karşımıza uzun, yüksek ve biraz yıkık bir duvar çıktı. Duvarın yüzünde birbirine hemen otuz arşın kadar uzaklıkta sımsıkı kapalı iki büyük kapı vardı. Kapılar eski, boyaları uçmuştu ama meşe ağacından yapılmıştı.
Ayşe Hanım, sağdaki kapıyı işaret etti. Araba orada durdu. O anda sarı aba poturlu, uzun boylu, dik bakışlı, birkaç haftalık kıranta sakalı uzamış, koca bıyıklı bağcı yahut bekçi gibi bir adam belirdi. Ayşe Hanım, hemen zoraki denecek bir gülümsemeyle bu adama “Bekir Ağa, beyefendinin ısmarladığı hizmetçiyi getirdim. Köşkün kapısını aç.” dedi.
Bekir Ağa, gelenleri bir süre süzdükten sonra poturunun yan cebinden ucuna ip bağlı kocaman bir anahtar çıkararak kalın, sert bir sesle “Biliyorum!” cevabını verdi. Anahtarı deliğe soktu. Yüzünü buruşturan bir zorlukla, iki eliyle çevirdi. Kapının tek kanadı gacır gacır açıldı.
Arabadan indik. Ayşe Hanım arabacıya:
“Hayvanını çöz, biraz dinlensin, otlasın. İşimiz uymazsa gene geri döneceğiz…”
Arabacı eliyle hayvanın boynundan akan terleri silerek:
“Aman hanım, sakın geç kalmayınız.”
“Merak etme.”
Arabacı beygirin iki kulağına yapıştı. Şiddetle bir çekti. Hayvan koşumlarının altında silkindi. Biz içeriye girdik. Bekir Ağa, dışarıdan, aynı gıcırtıyla kapıyı kapadı. Burası, duvar kenarlarında yaseminler, hanımelleri, asma çardakları, meyveli meyvesiz ağaçlarla bir ormancık hâline gelmiş, bakımsız, bozuk bir bahçeydi. Ben, perilerin, geceleri evin sahibi hanımla etrafında toplandıkları havuzu arıyordum. Öyle şey görmedim. Arabacının yalanına hükmettim.

4
AYŞE HANIM’IN DUBARASI
Karşımıza iri, yıkılmaya yüz tutmuş, üç katlı bir köşk çıktı. Köşkün önündeki bu bahçe harem ve selamlığı ayıran yüksek bir duvarla ikiye bölünmüştü. Bahçenin bu kısmında büyük büyük ağaçlar görünüyordu. İçeriye girmezden önce gördüğümüz iki kapıdan birinin, bahçenin öteki kısmına açıldığını anladım. Yürüdük. Evin asıl kapısını çaldık. Bir hayli bekledikten sonra kapı açıldı. Bizi karşılamaya zayıf, uzun boylu, soluk benizli, avurdu avurduna çökmüş, hemen ellilik bir halayık çıktı.
Ayşe Hanım beni göstererek:
“Çeşmifelek Kalfa, işte size bir arkadaş getirdim. Huyuna, yaradılışına, ırzına, namusuna, her şeyine kefilim. Ağzı bir mühürlü sandık gibi kapalıdır. Gördüğü, işittiği şey gene orada kalır.”
Sıkıntıdan döktüğüm terlerle yaşmağım yüzüme gözüme yapışmıştı. Çeşmifelek Kalfa beni dikkatle gözden geçirdikten sonra:
“Teşekkür ederim Ayşe Hanım, senin bulduğun kadın elbette fena olmaz. Biz de burada insanoğlunun yüzüne hasret kaldık. Kuş uçmaz, kervan geçmez. Bu koca evin içinde bir Ruşen Abla bir ben. Birbirimizin yüzüne baka baka bıktık usandık.”
Ben kendimi tutamayarak “A, buranın hanımı yok mu?” deyiverdim.
Benim bu düşüncesiz soruşumun ardından Ayşe Hanım kuvvetle eteğimi çekti. Büyük bir pot kırdığımı anladım. Çeşmifelek Kalfa beni bir daha süzerek “O seninle ilgili bir iş değil efendim…” dedi.
Hanımefendi benimle ilgili bir konu değilmiş. Ben acaba kimin işini göreceğim?
İyice silinip süpürülmemiş büyük bir mermer taşlığın sonunda çifte merdiven, bunların arasında aynı taştan yapılma tavus kuyruğu gibi yaprak yaprak açılmış büyük kurnalı bir musluk görünüyordu.
Kalfanın işareti üzerine alt kattaki yan odalardan birine girdik. Eski damasko makatlı, boydan boya bir kerevet. Yan tarafta ufak bir erkân minderi. Duvarlarda salkım salkım kabak, mısır, başak kuruları asılı.
Kalfa, odanın bir köşesinde duran ufak sarı mangalı erkân şiltesinin yanına çekti. Kahve cezvesini sürdü. Dereden tepeden lakırtıya girişti. Bu ihtiyar Çeşmifelek, fena bir kadına benzemiyordu. Eski bir kibar konağında büyümüş, iyi bir eğitim görmüş olduğu her hâlinden belliydi. Âdeta konuşmasını bilen bir hanım gibi ağır ağır söylüyor, her söz ağzından hesaplı, tartılı, düşünceli çıkıyordu. Ben gene bir pot kırmamak için söze karışmıyor, yalnız dinliyordum.
Ama ya Rabbi… Dağbaşında, hemen kırk odalıya benzeyen bu koca köşkün içinde yapayalnız bu iki kadın nasıl oturuyorlardı? Evin hanımefendisinin deli olduğunu işittim. O zavallı kadın bu koca yapının acaba hangi odasında kapalıydı?
Hanımefendiyle ilgili soru sormanın yasak olduğunu anladım. Arabacının söylediği lakırtıların doğru olup olmadığını anlamak için meraktan çıldırıyordum. Bu koca evin içinde hangi hizmete verileceğimi anlamadan orada kalmak hiç işime gelmiyordu.
Kalfa, kahveleri pişirdi. Nazik bir tutumla fincanları elimize verdi. Ayşe Hanım, beni Çeşmifelek’e o kadar övdü, o kadar övdü ki ben âdeta sıkıldım. Saydığı üstünlüklerin bende olduğuna en çok kendim şaştım. Bu kadının beni oraya kapılandırmakta büyük bir çıkarı vardı ya, ne olduğunu anlamıyordum. Onun çaçaronluklarına ara verip bütün cesaretimi toplayarak Çeşmifelek’e dedim ki:
“Kalfacığım, eksik olmayınız. Sizden pek hoşlandım. Ama izin verirseniz bir iki sorum var.”
Kalfa, beni gene ağır ağır gözden geçirerek “Buyurunuz.” dedi.
“Ben buraya kapılanacağım. Ama işimin ne olduğunu önceden bilmek isterim. Altından kalkamayacağım bir işse boşuna burada kalmayayım.”
“Göreceğin iş için merak etme. Ağır bir işimiz yoktur kızım. Bana el ulağı olacaksın. Tahta, çamaşır, ortalık süpürmek gibi ev işleri. Bu koca evin her tarafı silinip süpürülmez. Birçok yerleri kapalı durur. Derleyip toplayacağımız, kullandığımız bu iki odadan ibaret. Dışarıda kâhya, bekçi, bahçıvan gibi birkaç erkek var. Onlar kendi işlerini kendileri görürler. Biz, sabah akşam, yalnız iki tabla yemek veririz. Yemeği de Ruşen abla pişirir. İhtiyarladım. Hâlsiz kaldım. Ne kadar güç olmasa da artık hepsine yetişemiyorum. Sen bize can yoldaşı olacaksın. Merak etme, bütün işi sana bırakmam. Gene yarıdan fazlasını kendim yaparım…”
“Benden önce buraya hizmetçi aldınız mı?”
“Evet. Bir iki tane geldi, gitti. Pek terbiyesiz kadınlardı. Biz insandan pek o kadar iş istemeyiz. Bu evin bir âdeti vardır. Her gördüğünü bilmeye uğraşmamalı, her işittiğini merak etmemeli.”
Birkaç kere yutkunduktan sonra dedim ki:
“Peki kalfacığım ama bizi buraya getiren arabacı yolda birtakım korkunç şeyler söyledi. Periler, cinler, gulyabaniler…”
“Evet, bu köşkün öyle adı çıkmıştır, ben yalan sevmem. Doğrusu bu.”
“Köşkün perili olduğu hakkındaki bu sözlerin aslı var mıdır?”
“Sana şimdi bu köşke gelen adam pek o kadar meraklı olmamalı, her şeyi anlamaya uğraşmamalı demedim mi?”
“A, ben cinden, periden pek korkarım. Doğrusu bunda meraklıyım, yapamam. Mademki siz sözü doğru söylüyormuşsunuz, ne olduğunu bir parça anlatınız.”
“Bazı geceler ufak tefek patırtılar, çıtırtılar olur ama kimseye bir ziyanları yoktur. Biz kırk senedir buradayız. Çok şükür, hiçbirimize bir şey olmadı. İşte bak, ben seni aldatmıyorum. Ama bu evde kaldıktan sonra bu yolda uzun sorulara kalkışırsan ne benden ne başkasından bir cevap alamazsın. İşin gerçeği bu.”
Beni bir düşünme aldı. Kalfa o kadar tatlı ve doğru söylüyordu ki, sözlerinde bir yalan kokusu alamadım.
O aralık içeriye Ruşen Kadın girdi. Şişman bir Arap… Bir tarafında bir fino köpeği. Öte yanında kuzguni siyah, iri bir kedi vardı. Bu iki arkadaşıyla yürüdü, kerevetin kenarına oturdu. O sırada Ayşe Hanım “Gidip bir aptes tazeleyeyim.” diyerek dışarıya çıktı. Fino beni görünce kuyruğunu kıvırıp düşmanca havlaya havlaya beyaz dişlerini gösterdi.
Ruşen Kadın: “Sus, Şeytan. O yabancı değil.”
Bu azardan sonra, köpek kerevete yaklaşıp iki ayağı üstüne oturdu. Bana dikkatle bakmaya başladı. Kedi, yalana yalana gitti. Küçük bir yer minderinin üzerine çöreklendi yattı.
Ruşen Kadın, Çeşmifelek Kalfa’ya bir baş işareti verdi. Kalfa, kendine önemli bir iş verilmiş gibi hemen odadan çıktı. Aşçı kadınla yalnız kaldık. Arap, iltifatlı bir yüzle:
“Sefalar, uğurlar getirdiniz. İstanbul’da ne var ne yok bakalım?”
“İyilik, ablacığım.”
“Ah, cümlemiz iyi olalım… Nasıl, köşkümüzü beğendin mi, bizden hoşlandın mı?”
“Beğendim. Hepsi pek âlâ.”
“Ee, neye öyle durgun duruyorsun?”
“Bu köşk için cinli, perili dediler de korkuyorum.”
“Aman, düşündüğün şeye bak. Bu dünyada hiç perisiz yer olur mu? İki gözüm, onlar iyi saatte olsunlar. Nerede yoklar ki burada olmasınlar? Onlara zarar etmeyene hiç fenalık yapmazlar.”
“Arabacı söyledi. Burada bir iki hizmetçi boğmuşlar…”
“Elbette boğarlar. Destur demeden pencereden aşağı, onların başına tükürülür mü? Hiç gece bahçeye faraşla süprüntü dökülür mü? Hizmetçiler onları saymadı. Ötekiler de onları boğdular.”
Ruşen’in bu safça açıklaması üzerine “Ben burada durmam! Gideceğim, Ayşe Hanım nerede?” diye bağırarak hemen taşlığa fırladım.
Arap arkamdan yetişerek:
“Ayşe Hanım nerede? O çoktan arabaya bindi gitti. Şimdiye kadar Yalnızselvi’yi buldu.”
“Yok, bir dakika durmam! Ben de gideceğim!”
“Buraya gelen ayağıyla gelir ama kendi isteğiyle gidemez. Biz insanı salıvermeyiz. Seni buraya kim teslim ettiyse gene gelir, o alır. Başka türlü gidemezsin.”

5
KORKULU BİR AKŞAM YEMEĞİ
Taşlığın kapısına doğru koştum. Sımsıkı kilitli buldum. Alt katta her tarafın pencereleri kalın, sık demir parmaklıklarla örtülüydü. Kaçmanın imkânı olmadığını gördüm.
Aman ya Rabbi… Ben bir tuzağa tutulmuştum ama bu nasıl bir tuzaktı? O gece başıma neler gelecekti? Bir zaman ağladım, sızladım, dövündüm. Ruşen Kadın “Yemek kotaracağım.” diye savuştu gitti.
O tatlı dilli kalfa da meydanda yoktu. Orada bir başıma kaldım. Çaresiz bir belaya uğramıştım. Çırpınmanın para etmeyeceğini anladım. Ecelime boyun eğmekten başka bir kurtuluş yolu göremiyordum. Gözyaşlarımı sildim. Kerevetin bir kenarına oturdum.
Artık akşam oluyordu. Dört duvarla çevrili bahçeye baktım. Rüzgârla oynayan ağaçların gölgeleri bile esrarlı birer hayalet gibi bana korku veriyordu. Oda loşlaştıkça çevremi kuşatan bütün eşyalardan, her şeyden, minder üzerinde yatan kara kediden bile korkuyordum.
Acaba o zayıf kalfa, bu şişman Arap, insan biçimine girmiş birer peri miydiler? Böyle esrar dolu bir evde her şey olabilirdi. Yaradan’ıma sığındım ve bildiğim duaları okumaya başladım.
Artık sular kararıyordu. Hâlâ gelen giden yoktu.
Bir köşeye büzüldüm. Titriyordum. Nihayet merdivende bir patırtı oldu. Aman ya Rabbi, kim geliyordu? Çeşmifelek Kalfa elinde bir fiske şamdanıyla göründü. Tepeden tırnağa beyazlar giyinmişti. Saçlarının örgülerini çözmüş, omuzlarından aşağıya salıvermişti. Gözleri gündüzki hâliyle ölçülemeyecek bir biçimde parlıyordu.
Kapının eşiğinde durdu. Okur gibi bir şeyler mırıldandıktan sonra ağır bir söyleyişle “Haydi kızım, gidelim. Ruşen’e yardım edelim. Yemek zamanı geldi. Arkamdan yürü. Kapı eşiği atladıkça ‘destur’ de!” diye hatırlattı. Kalktık. Ben kapı eşiği atladıkça değil, onlardan birine basarım korkusuyla her adımda “destur” diyordum. Periler civciv gibi bu evin her tarafına, ayakaltlarına dağılmışlar mıydı?
Taşlığı geçtik. Karşı tarafta büsbütün karanlık uzun bir yola girdik. Bu destur kelimesini birbiri ardınca tespih gibi çekiyor, taşları incitmeyeyim tasasıyla parmaklarımın ucuna basıyordum. İki tarafımızda eşya gibi yığın yığın karaltılar vardı. Bunların ne olduğuna ben dikkatle bakamıyordum.
Biraz daha yürüdük. Bacaklarıma doğru yumuşak yumuşak bir şey dokunmaya başladı. Korkudan dizlerimin bağı çözüldü. Bir iki “destur” daha dedim, durdum. Çarpıntıdan bayılacaktım.
Kalfa: “Kızım neye yürümüyorsun?”
“Ben uğradım galiba.”
“Ne var?”
“Ayaklarımı okşuyorlar.
Kalfa, özel bir makamla:
“Göklerin mahı
Diyarların padişahı
çekil!” dedi.
İki çenem birbirine vurmaya başladı.
Sonra kalfa:
Ey kerem
Destur-u mükerrem
kafiyesiyle mumu ayaklarıma doğru tuttu:
“A… kediymiş. Korkma kızım!” dedi.
Eğildim, baktım. Gerçekten de o gündüzki iri kara kedinin ayaklarımın arasında dolaştığını gördüm.
Gene yürüdük. Hayalden doğma bir müziğin ağır temposuna ayak uydurur gibi acayip bir çeşit kadansla gidiyorduk. Kedinin bacaklarıma her sürünüşünde tüylerim ürperiyordu. Nihayet geniş bir kapıya geldik… İçeriye baktım. Pek büyük bir mutfak. Köprü temeli gibi büyük bir ocağın önünde Ruşen Kalfa finoyla karşı karşıya oturmuş. Ocakta bir tencere kaynıyor. Arap da saçlarını çözmüş, siyah, yün gibi dağıtmış. Beyazlar giymiş. Bu acayip tuvaletin akşamdan sonra perilere karşı gözetilen bir çeşit etiket olduğunu anladım. Sahanlığın üstünde bir kör kandil yanıyordu. Ablanın arkası bize dönüktü. Geldiğimizi görmedi. Ama hâlâ bana alışamayan köpek hırlamaya başladı. Arap, başını bize döndürdü:
“Destur, tü tü tü… Ay, siz misiniz? Ötekileri sandım da korktum. Çünkü Şeytan onların geldiklerini sezince hırlar.” dedi.
Nalınları giyip içeriye girdik. Çeşmifelek Kalfa ocağın başına yaklaşıp:
“Dadıcığım, bu akşam yemek geç kalmış…”
Arap üzüntüyle başını sallayarak:
“İyi saatte olsunlar… Bugün onları gücendirdim mi ne yaptım? Bir türlü pilav kaynamıyor…”
“Şerbetlerini, şekerlerini vermedin mi?”
“İncirin köküne bol bol döktüm… Şah nerede? Onun kaybolması iyi mana değildir, bilirsin ya? Şah onlardandır. Onların küçüğüdür.”
“Bizimle beraber geldi. İşte burada…”
Bu büyük adın kediye verilmiş olduğunu anladım. Biraz bekledik. Ruşen Kadın Şah’la Şeytan’ın ayrı ayrı kaplara yiyeceklerini verdi. Nihayet pilav pişti. Önceden kotardığı yemek sahanlarını dizerek iki tabla düzenledi. Mutfağın bahçeye açılan kapısı önüne gitti. Oradan kordon gibi sarkan, ucuna tahta parçası bağlı bir ipi seksen besmele ve desturla birkaç defa çekti. Sonra bize dönerek “Ötekiler çıngırağı pek seviyorlar. Geçen akşam gene böyle çekerken hep buraya üşüştüler!” dedi.
Biz kendimize ayrılan tablayı aldık. Mutfağın yanındaki yemek odasına girdik. Sofrayı kurduk. Ekmekleri siniye dizdik. Bol etli silkme, patlıcan kızartması, pilav, bir de koca kâse kaymak gibi yoğurttan oluşan yemeğimizi yedik. Hepsi pek güzel pişirilmişti.
Yemekten sonra, gene o uzun yoldan desturla yürüyerek gündüz oturduğumuz odaya geldik. Cezveler sürüldü. Kahveler içildi. Bu iki beyaz esvaplı, çözük saçlının arasında ben kıyafetimle, her hâlimle pek yabancı kalıyordum. Dışarıdan gelen en ufak tıkırtıya ikisi de dikkatle kulak kabartıyorlardı. Dereden tepeden konuşuyorduk. O geçtiğimiz uzun yolda bir gürültü oldu. Şeytan başını kapıya uzattı, havlamaya başladı. Ruşen Kadın iki yanına sallana sallana:
Sözüm doğru,
Özüm doğru,
Korkutma bizi,
Gözümün nuru.
kafiyelerini makamla sıraladıktan sonra bana dedi ki:
“Rabb’im hayırlar versin. Bu akşam gene bir kızgınlıkları var.”
Bu iki acayip kadının perilerle insanlar arasında gizlilik dolu birer yaratık olduğuna iyice karar verdim. Dışarıdaki cinlerden olduğu kadar bunlardan da korkmaya başladım.
Şamdan tepsisi üzerinde bir yağ mumu yanıyor, koca odaya bu ışıksızlık, bir türbe korkunçluğu veriyordu. Hanımefendi bu cinli evin acaba hangi hücresinde, hangi köşesinde oturuyordu? Yoksa perilerin elebaşısı o muydu?
Dadı ile kalfa arasında bazı işaretler, karşılıklı yüz buruşturmaları geçtiğini sezer gibi oldum. Ama ışığın azlığından bunlara açık bir mana veremedim. Biraz daha oturduk. Çeşmifelek kalktı. El şamdanını yaktı. Ruşen’e bakarak “Sen bu kadına gereken şeyleri öğret. Ben gidiyorum. Geç kalmaya gelmez.” dedi.
Odadan çıktı. Biz, şimdi, Ruşen, ben, Şeytan, Şah, dört can karşı karşıya kaldık. Bu hayvanlar bile perilere karışmıştılar. Hele Şah, onların çengisi, köçeğiymiş. Acaba bu hayvan bana bu gece ne oyunlar oynayacaktı?
Bu akşam Ruşen’den ders alacakmışım. Bana öğretecekleri şeyleri yapmak kolay mı? Beceremezsem çarpılacak mıyım?
Aşçı kadın, Şah’ı uzun uzadıya öpüp kokladıktan sonra bana döndü:
“Ben de gidip yatacağım, kızım. Çok uyanık durursan hoşlanmazlar. Gündüz bizim, gece onların. Rahat bırakalım. İstedikleri gibi gezsinler…”
Ağlayarak Arap’ın ayaklarına kapanıp:
“Aman ablacığım, kurban olayım. Her tarafım zangır zangır titriyor. Ben bu evde yalnız başıma bir odada yatamam. Nereye gideceksen beni de beraber götür.”
Kaşlarını çattı:
“Olmaz, olmaz. Benim virdim, evradım var. Geceleri tespih çeker gibi söylerim. Yanıma kimseyi alamam.”
“Allah aşkına…”
“Nafile yalvarma, olmaz. Hiç korkma. Onlar, gece insan olan odaya girmezler. Ben şerbetledim. Şimdi senin boynuna bir muska takacağım. Bir şeycik yapamazlar. Hem evde en güvenli oda burasıdır.”
Eliyle duvarı göstererek “Bak, orada bir levha var, içinde ‘El-cinnül-ecinn’ yazılı. Onun semtine uğrayamazlar!” dedi.
Korka korka duvara baktım. Bir çerçeve asılıydı. Okuma bilmem ki ne olduğunu anlayayım?
“Aman kadıncığım. Perilerin başı için beni beraber götür. Öleceksem senin yanında öleyim. Belki ağzıma bir yudum su verirsin.”
Bir patırtı duyarak Şeytan gene havladı. Ruşen, kapıya doğru görünmeyen birine söyleyerek:
“Biraz müsaade edin efendim. İşte artık yatıyoruz. Konak sizin.”
Bana dönerek sert bir davranışla:
“Yok… İki gözüm, onlar inattan hoşlanmazlar. Periler seni boğacak olduktan sonra benim yanıma gelmeye korkarlar mı? Niçin bu kadar titriyorsun? Onları kızdıracak bir kötülük mü yaptın? Bir suçun mu var?”
“Hiçbir suçum, günahım yok. Tanrı biliyor. Ama onların hoşuna giden, gitmeyen şeyleri ben nereden bileceğim?”
“Dur, hepsini anlatacağım. Dinle. Mavili esvap giyme. Uçkurunu kıbleye karşı bağlama. Kuşağını kördüğüm etme. Yatağını duvar kenarına yapma. Akşamları saç örgülerini çöz. Gözlerini birbiri üstüne yedi defadan fazla kırpma. Seni korkuttukları vakit ayak başparmaklarının tırnaklarını birbirinin üstüne sürt. İki elinle kulaklarının memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas. ‘Emret ey Cin! Hazırım!’ diye bağır. Gönlünü ferah tut, inancın tam olsun. Bir şey olmazsın.”
Ben ürpertiler içinde, korkudan, şaşkınlıktan ağzım açık, Arap’ı dinliyordum. Sonunda, koynundan kaytanlı bir muska çıkardı. Boğazıma taktı. Bir iki defa okudu. Son öğüt olarak:
“Kasıkların çatlasa gece dışarıya çıkma. Onları rahatsız edersin. Gündüzleri bizim. Gece onların. Yüklükte döşek var. Ser, yat.”
Son yürek paralayıcı yalvarmama aldırış etmedi. Ruşen Kalfa, bir yanında Şah, öbür yanında Şeytan, çıktı gitti.

6
PERİLER
Bir başıma tiril tiril kalakaldım. Şimdi ne yapacaktım? İlk iş olarak hemen koştum, oda kapısını sürmeledim. Üzüntüden, korkudan, yorgunluktan bitkin düşmüştüm. Her yanım kesiliyordu. Yüklüğü açıp döşeği yapmak istiyor ama içinden ne çıkacak diye korkuyordum. İkinci işim de perdeleri indirmek oldu. Odanın bir köşesine büzüldüm. Bekliyor, nereden ne çıkacak diye gözlerimi her tarafta dolaştırıyordum. Bu gece hiçbir yerden peri çıkmasa bile içinde bulunduğum büyük korku beni öldürmeye yeterdi. Eşyanın yerlere, duvarlara vuran gölgeleri bana hep korkulu hayaletler gibi acayip görünüyordu.
Bir patırtı olunca kalbime kuvvet vermesi için elimle muskaya sarılıyor, “El-cinn-ül-ecinn” levhasının koruyuculuğuna sığınıyordum.
Artık yorgunluğa dayanamayarak döşeğimi yapmaya karar verdim. Bütün cesaretimi topladım. Yüklüğü açtım. Kaba bir yün döşekle temiz bir şilte, yastık, yorgan, her şey buldum. Döşeğimi levhaya yakın bir yere serdim, içine uzandım. Hiçbir yandan “çıt” işitilmiyordu. Her yana kulak kabarta kabarta âdeta baygınlığa benzer bir hâle düşmüştüm. Bu dalgınlığım ne kadar sürmüş bilemiyorum. Kulağımın dibinde denecek bir yakınlıkta acı acı bir horoz öttü. Döşeğin içinden birdenbire dapduru[6 - Dapduru olmak: Birden doğrulup ayağa kalkmak. (e.n.)] fırladım. Sağıma soluma baktım. Odada bir şey yok. Yanan mum yarıdan aşağı erimiş. Hep gölgeler korku dolu bakışlarımın önünde oynuyordu. Dışarıdan rüzgâr eser gibi bir gürültü oldu. Pencere önündeki hanımeli yaprakları birbirine geçercesine hışırdadı. Bu ilk sağanağı derin bir sessizlik izledi. Acaba gerçekte bir şey yoktu da korkudan bana mı öyle geliyordu? O horoz sesi rüyada işitilmiş, aslı yok bir ses miydi?
Ben bu bocalamalar içinde rahatsız olurken çevremde bir sürü ördek vaklaması koptu: Vak… vak… vaaak… Hemen doğaüstü denecek bir uyanıklık kazanmış olan işitme gücüm bana bunları ta yanımda, hatta döşeğimin içinde, yorganımın arasında gibi işittiriyordu. Hemen yastıklarımı ittim. Yorganımı silktim. Bir şey görünmedi.
Yüreğim öyle hızlı çarpıyordu ki bir daha ayılmamak üzere az daha bayılacaktım. Artık kuşkuya yer yoktu. Ördeklerin ötüştükleri bir gerçekti. Bunu uykuda değil, uyanık kulağımın açıklığıyla duymuştum. Bu uğursuz köşkün perileri, gece gösterilerinin ilk perdesine başlamışlardı.
O anda Ruşen Kadın’ın bana olan tembihleri aklıma geldi. Hemen döşeğimi duvardan uzağa çektim. Acaba ben o gün uçkurumu kıbleye karşı mı bağlamıştım? Farkında değildim. Hemen şalvarımı çözdüm. Kıblenin tersi yana dönerek yeniden bağladım. Bundan bir yarar görülmedi. Şimdi “Gaak, gaaak, gaaak…” kazlar başladı. Ama kaz sesleri bu sefer dışarıdan, taşlıktan geldi. Şimdi bunu iyice fark ettim. Galiba bana bu gece çiftlik perilerinin kümes halkı hoş gel-dine geldiler, dedim. O anda gevrek gevrek bir at kişnemesi işitildi. Ondan sonra merdivende paldır küldür bir koşuşma oldu.
Benden önce bu köşkte boğulmuş olan iki hizmetçinin acıklı ölümlerini hatırlayarak aklımı kaçıracak bir hâle geldim. İşte o zaman oda kapımın üzerinde gürültülü, korkunç bir davuldur başladı:
“Dan dan da dan dan…”
Artık nefesim nefesime yetişmiyor, ecel terleri döküyordum. O sırada aklıma Ruşen Kadın’ın öğütleri geldi. “Mavili esvap giyme.” demişti. Ay, benim arkamdaki entarinin ufak ufak mavi çizgileri vardı. Hemen entariyi arkamdan çıkarıp attım. Şalvarım da o renkti. Onu da sıyırıp fırlattım. Bir bez gömlekle kaldım. Davul gene devam ediyor. Şimdi o tembihleri birer birer hatırlamaya uğraşıyordum. Daha ne demişti? “Akşamları saç örgülerini çöz.” Saçlarımı koparırcasına bir aceleyle çözdüm, dağıttım. Gene faydasız. Davul hâlâ çalınıyordu. Gitgide kapıyı rezeleri üzerinde iyiden iyiye sarsmaya başladılar. Artık anlıyordum. Öteki hizmetçiler gibi, ben bunların üzerlerine süprüntü dökmeden, başlarına tükürmeden, bu gece beni kabahat işlemeden boğacaklardı. Ah, can pek tatlı şey… Kurtulmak için aklımın olanca gücüyle dadının dediklerini hatırlamaya çalışıyordum. O, daha demişti ki: “Seni korkuttukları vakit ayaklarının başparmaklarının tırnaklarını birbirine sürt, iki elinle kulaklarının memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas. ‘Emret ey cin, hazırım!..’ diye bağır.”
Üzerine basmak için demiri nereden bulayım? Etrafıma bakındım. Dolabın üzerinde bir anahtar gördüm. Onu yere attım. Üzerine çıktım. İki elimle kulaklarımın memelerine yapıştıktan sonra ayaklarımın başparmaklarını birbirine sürtmeye başladım. Aman Allah’ım ne güç hareket, ne zor iş… Ne yorgunluklu didinme… Benimse zavallı, ayakta durmaya gücüm kalmamıştı. Ayak tırnakları kolaylıkla birbirine sürtülmüyor. Ellerim kulaklarımda olduğundan ikide birde patadak odanın ortasına yuvarlanıyorum. Bu çalışmam bir etki yapmadı. Gürültü olanca hızıyla sürüyordu. Son öğüt olan “Emret, hazırım ey cin!” boyun eğiş çığlığını bir türlü çıkaramıyordum. Çünkü ben hemen büsbütün çıplak bir kadın… Erkek midir dişi midir ne türlü zebella olduğunu bilmediğim bir periye, “Emret, her şeye hazırım!” diye nasıl bağırayım?
Yoksa bu cinli köşk her türlü alçakça tasarılar üstünde benim gibi temiz kadınları avlamak için kurulmuş bir tuzak yeri, bir batakhane miydi?
“İlahi ana dostu Ayşe Hanım… Sana ne kadar büyük bir nefretle, şiddetle lanet okusam gene hıncımı alamayacağım. Acaba kaç kuruş kazanmak için böyle namusuma, canıma kıydın? Artık sana dünyada rastlayamazsam yarın ahirette on parmağım yakanda olsun!” Bu lanetlemelerimin sonunda can kaygısı her şeye üstün geldi. Gene kendimi kurtarma imkânını düşünmeye giriştim.
Ruşen Abla daha ne demişti: “Gözlerini yedi defadan ziyade kırpma.” Hay bu öğüt aklıma gelmez olaydı… Gözlerimi kırpmamaya uğraştıkça yedi değil, belki yirmi yedi kere birbiri üzerine açıp kapamadan duramıyordum. Bu, yapılması imkânsız bir öğüttü. Acaba Arap benimle eğlenmiş miydi?
Dışarıdaki curcuna benim bu didinmelerimi boşa çıkararak o kadar azdı ki kapı, sürmesi yerinden fırlayacakmış gibi zorlanıyordu. Didindim, didindim, didindim. Dedim ya, can pek kıymetli. Son çareye başvurmayı da göze aldırdım. Tanrı’m kusurumu bağışlasın, darısı ayıplayanların başına gelsin.
“Hazırım ey cin! Emret, buyur!..” diye çağırarak haykırdım. Oraya baygın düştüm. Ötesini bilmiyorum. Gözlerimi açtığım zaman ortalığı ağarmış gördüm. Hiç ses seda yoktu. Odanın orta yerine serili olan döşeğimi ta kapı dibine kadar yeri değişmiş buldum. En çok korkuyla şaşkınlığıma sebep olan şey, oda kapısının içeriden gene sürmeli bulunmasını görmek oldu. Döşeğimi ta oradan buraya kadar kim sürükledi? Kuşkusuz periler. Çünkü kapıdan başka odaya girecek bir delik yoktu. Bu gerçek meydandayken artık onlardan kendimi korumak için tedbir düşünmek kadar büyük budalalık olur mu? İşte tamamıyla onların elindeydim. Ne isterlerse gece bana yapabilirlerdi.
Vücudumun o akşam uğradığı zarar derecesini anlamak için kendimi bir yokladım. Çok şükür korku, üzüntü yorgunluğundan başka kendimde belirli bir kötülük görmedim.

7
GERİ DÖNMEK İMKÂNSIZ
Gündüzün gönlüme verdiği ferahlık ve güvenle biraz daha yattım. Uyumaya uğraştım. Dinlenmeye pek ihtiyacım vardı. Gene dalmışım. Güm güm oda kapıma vuruldu. Kalktım. Ruşen Abla “Hu, kızım, nasılsın ayol? Kalkmadın da merak ettim.” diye hatırımı sorarak haykırıyordu. Benim o geceyi nasıl geçirdiğim sahiden merak edilecek şeydi. Hâlâ niye kalkmadığımı da aşçı kadın belki boğulduğuma vererek tasalanıyordu.
Kapının sürmesini açtım. Arap içeriye girdi. Erkân minderine oturdu. Beni öyle ince bir gömlekle yarı çıplak, saçları dağınık, yüz göz karmakarışık, her yanımdan yorgunluk sızar, bitkin bir hâlde görünce:
“Ne oldun kızım böyle? Seni ötekiler mi soydu?”
“Hayır kendim soyundum.”
“Ay niçin, sıkıntı mı bastı?”
“Bu evi bu gece bir şeyler bastı ama ne olduğunu bilmiyorum.”
Ruşen Abla telaşla gözlerini açarak:
“Ahu Baba’yı gördün mü, Ahu Baba’yı?”
“Destur Rabb’im, o da kim?”
“A, bilmiyor musun?”
“Ne bileyim? Ben bu lanetli köşkün analarını babalarını, hepsini tanıyacak kadar daha burada eskimedim ki…”
“Ya, Ahu Baba’yı görmedin de neye soyundun?”
“Onu görünce saygı göstermek için soyunmak mı lazım?”
“Görünce soyunsan da korkarsın, soyunmasan da.”
“Ben onu hiç görmek istemem. Ama görünce ne yapayım? Çekecek çilem varmış ki bu eve düştüm.”
“O, ‘ay mehtabında’ çıkar. Evin içine girmez. Dışarıda gezer. Sakın bahçeye bakma.”
“Ne bahçeye baktım ne avluya. Gene korkudan ölüyordum.”
“Her akşam böyle soyunma. Belki onları kızdırırsın, üzerine saldırırlar.”
“Mavili esvap giyme diye dün gece söyleyen sen değil misin?”
“Ben söyledim. Mavi giymek onlara nispet vermektir.”
“Şerlerine lanet! Onlara neye nispet vereyim? Entarimde mavi çizgiler vardı. Kızmasınlar diye çıkardım.”
“İyi ettin, pek âlâ ettin. Bu akşam sana beyaz entari verelim de onu giy.”
“Allah göstermesin, bu akşam burada kalmak niyetinde değilim.”
“Nereye gideceksin?”
“Nereden geldimse oraya.”
“Gidemezsin ki…”
“Niçin?”
“Periler izin vermezler de onun için.”
“Periler benim kâhyam mı? Onlar ne karışırlar?”
“Ah, tövbe de. Cahile bak.”
“Ne yaptım ki tövbe edeyim?”
“Daha ne yapacaksın? Onlar ne karışır demedin mi?”
“Benim onlarla ne alışverişim var?”
“Var besbelli.”
“Neden?”
“Sen dün gece burada kaldın. Onlara karıştın gittin. Nereye gitsen ellerinden kurtulamazsın. Dünyanın öbür ucuna gitsen arkandan gelirler.”
“Çattık belaya desene. Hay Allah o Ayşe Hanım’ı kahretsin. Ben onlara karışmadım ve karışmak da istemem.”
“Karıştın gitti diyorum sana.”
“Karıştığımdan benim hiç haberim yok.”
“Senin nereden haberin olacak? Acaba Çini Maçin perisine mi, Hint perisine mi, Gamgam’a mı yoksa Yosma Halil’e mi karıştın?”
“Korkutma beni abla! Bunlar nasıl isim? İlahi Ayşe Hanım, kör ol da sürün inşallah…”
“Kız, öyle inkisar etme. Ayşe Hanım sana ne yaptı?”
“Daha ne yapacak? Maksadı beni boğdurmak idiyse buraya getireceğine bir battal kuyuya attırtaydı daha iyi ederdi.”
“Dur bakalım. Periler herkese fenalık etmezler. Hoşlandıklarına pek büyük iyilik ederler. Bir lütuflarına uğrarsan sonra Ayşe Hanım’a dua edersin.”
“Ya hoşlanmayıverirlerse? Öldürürler, değil mi? Ben canımı sokakta bulmadım. Bir kötülük yapmasınlar da iyiliklerinden vazgeçtim.”
“Kalk, kalk… Onlar tembellikten hoşlanmazlar, temizlik isterler. Ortalığı sil, süpür.”
“Benim kolumu kaldıracak hâlim yok. Bu berhaneyi[7 - Berhane: Yıkık dökük, kullanışsız ve büyük ev. (e.n.)] nasıl temizleyeyim? Onlar temizlik istiyorsa geceleri bizi rahat bıraksınlar da biraz uyuyup gündüzleri çalışabilelim.”
“Buranın havası hafiftir. İnsan gündüz erken kalkar.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/gulyabani-69429163/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Lahuraki: Lahor’da yapılan bir tür şal kumaşı, lahuri. (e.n.)

2
Yuvar yuvar: Yuvarlanır gibi. (e.n.)

3
Hunnak: Anjin; boğaz mukozasının şişmesi, boğak. (e.n.)

4
Pençe: Esir satışlarında, satış beratının altına imza yerine bastırılan avuç mührü.

5
Kurada: Gelişmemiş, cılız. (e.n.)

6
Dapduru olmak: Birden doğrulup ayağa kalkmak. (e.n.)

7
Berhane: Yıkık dökük, kullanışsız ve büyük ev. (e.n.)
Gulyabani Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Muhsine Hanım ilk bozayı içip ikincisinin, leblebisiyle beraber çiçekliğin önüne konulmasını söyledikten sonra başladı: ′Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Ama Rabb’im saklasın, şimdikiler gibi, erkeklere ne dirseklerimi açıp gösterirdim ne göğsümü. Dünyayı, Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Fukaralık ayıp değil ya, bana mal mülk olarak damla bırakmadılar. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Eş dost gayret etti, cömertlik gösterdi. Herkes hâline göre bir hediye verdi. Eşya düzdüler, beni tellediler, pulladılar, herifin birine verdiler. Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıktı. O arı, ben çiçek, o burgu, ben tahta. Tanrı’nın günü haşlar, canımı yakar. Yemeğin tuzu çok olmuş der, döver; mintanımı çarpık biçmişsin der, döver. Kısacası, paya pay, üç sene dayağını yedim, kahrını çektim. Artık illallah, canıma tak dedi. Bir gün, o evde yokken bohçamı bağladım, kaçtım. Boşandım, kurtuldum. Bana ettiği yanına kalmadı. Kendisi de meyhane peykesinde can verdi gitti.′ " Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв