Gönüllü

Gönüllü
Ahmet Mithat Efendi
Ahmet Mithat Efendi, Gönüllü romanında Müslüman Osmanlı genci olan Recep Köso’nun, Hristiyan kızı Filomene’e olan aşkını anlatıyor. Bu aşka Filomene’in babası din farkı ve kızının onun tek vârisi olması nedeniyle engel oluyor. Uzun müddet kızını saklayan Sonkur Yankos, yaptıklarına rağmen kızının Recep’ten hamile olduğunu bilmez bir hâlde beyhude bir engele kalkıştığının farkında değildir. Yıllar boyu ayrı kaldıklarında Recep Köso o dönem Osmanlı ve Yunan arasından gerçekleşen savaşa gönüllü asker olarak katılır. İstila edilen köylerden birinde eski aşkı ve oğlunun annesi olan Filomene ile yeniden bir araya gelir. Çok önceden gerçekleşmesi gereken izdivaç ve mutlu son burada gerçekleşecek midir? İnsan kısmı bazı cihetlerden koyuna pek benzer. Sürüdeki koyunların yalnız birisi bir tarafa teveccüh ettiği hâlde diğer birkaçının ona uyması ve nihayet hepsinin o yola düzülmesi bu mübarek hayvanın tabiatında yerleştiği gibi bu istidat bir hayli derecelere kadar insanda da vardır. Aşk olsun demeli o adama ki irfan ve hikmetiyle medeniyet ve insaniyet âleminde seyir ve seferi selamet cihetine müteveccih olur. Bu yolda kendi türüne edeceği hizmet ne büyük ve güzel bir hizmettir.

Ahmet Mithat Efendi
Gönüllü

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

İFADE
Tercüman-ı Hakikat’e derç ettiğimiz makalelerimizin birisinde de beyan edilmiş olduğu üzere, uluslararası vakaların en büyüğü, dünyada meydana gelen savaşlardır. Bunların bitişinden sonra olayların her ciheti gerçek olarak yazılan tarihe birçok zemin, malzeme hazırladıkları gibi, beşerin hayallerine de geniş sahalar açarak bu şekilde birçok menkıbenin yazılmasına da vesile olurlar.
Biraz derince düşünülecek olur ise tarih ile menkıbeler arasında büyük bir benzerlik görülemez mi? Tarihin muhtevası da sanki bir nevi menkıbe değil midir? Belki şu kadar farkları var ki anlatılan ya da yazılan menkıbelerin yaşanıp yaşanmaması çok önemli olmadığı hâlde; tarihî eserlerde bunlar önemli sayılmaktadır. Aslında tarihî hadiseler malzemesini bir nevi gerçek menkıbelerden almaktadır. Hatta insan tabiatı, genellikle doğru olan hadiselerden hoşlanmaz ve buna karşılık kendi meşrebince teşkil ettiği hayallerden daha ziyade hoşlanır. Dolayısıyla tarihin gerçeklik durumu ve rağbet meselesi yalnız kendi erbabı nezdine mahsus ve münhasır kaldığı hâlde halkın çoğu menkıbelere rağbet etmektedir. Ama tarih hakkında bu hususi rağbeti sağlamak için tarihte yaşanan hakikatleri mükemmel yazmak ve bunlara itina göstermek lazım olduğu gibi, menkıbelerin genellikle makbuliyet ve rağbetini temin için de güzel sanatlar ile süslenmesi gerekir.
“Menkıbelerin güzel sanatlar ile süslenmesi” demek acaba anlaşılamayacak kadar muğlak bir söz müdür? Bir muharebenin galibiyet ya da mağlubiyetle neticelenmesi, herkesi ilgilendirdiği gibi şairi, ressamı, heykeltıraşı, romancıyı, tiyatrocuyu ve müzisyeni falanı da ilgilendirir. Öyle değil mi? Yalnız tarihçiyi gayrete getirmekle kalmaz ya? Milletin her sınıfını ilgilendirdiği gibi, özellikle sanatı duygu üzerine kurulan şairi, ressamı, falanı daha fazla ilgilendirir ve etkiler. Bunlar hep o büyük muharebelerin olayları üzerine kendilerini etkileyen bir cihet bularak kasideler söylerler, levhalar boyarlar, heykeller yontarlar, romanlar, dramlar ve komedyalar tertip ederler. Şarkılar, marşlar, operalar bestelerler. Bunların her biri, bir menkıbe değil midir? Zira tarihin kapsadığı gerçek olaylar bile yaşanan gerçek hadiselerle kıyaslandığında tam olarak benzerlik göstermezler. Bir şaire, bir ressama bir heykeltıraşa, bir romancıya, bir tiyatrocuya ve bir müzisyene meşgul olacağı malzemenin sadeliği, zorluğu ya da basitliği pek de bir şey değiştirmez. Böyle bir menkıbe nakledenin ağzından ilk anlatıldığı zaman ihtimal ki pek beğenilmez. Sonra bu hadise ağızdan ağza anlatıldıkça her insan ve her sanatçı onun bir cihetini alıp sanatını uygulayacağından o hadise kabiliyete göre bambaşka bir hâl alır. Hele bu hadise birçok ağız dolaşıp da artık o milletin müşterek malı ve umumi mahsulü sayılacak dereceyi bulduktan sonra bunların pek çoğu normal bir sanatkâr için iftihara vesile olabilecek kadar da güzelleşir. Seyyit Battal Gazi’ye isnat olunan menkıbeler bu konuda en güzel numunelerimizdendir.
Şimdi Devlet-i Aliyye ile Yunan arasında sonradan meydana gelen savaş padişahımız sayesinde elde edilen galibiyet en ciddi tavırlı tarihçiden, en güler yüzlü şairden, en saf kalpli köylüye kadar herkesin gönlünü sevinç ile ferahlandırdığı gibi başka bir sıfatımız olmasa da bu halkın en azından romancılığı sıfatıyla da olsun bizleri de şevklendirip şereflendirmiştir. Bu şevk şu Gönüllü romanını da bizlere yazdırmıştır. Zikredilen savaşın tarihini yazmaya gayrette bulunan arkadaşlarımız, bu romanın ismine bakıp da son muharebeyle ilgisini düşünerek haklarına tecavüz ediyoruz zannında bulunmasınlar. Zira biz bu başlık altında bir harp tarihi yazmayacağız. Tarihçinin ne hakkına ne de vazifesine zerre kadar taarruz edeceğiz. Sıradan bir millî roman yazacağız ki meydana geldiği yer Serfiçe ile Yenişehir arası olacağı gibi bir kısmının oluş tarihi de savaşın olduğu zamana tesadüf edecektir.
Harpten pek az bahsedeceğiz. Bu yalnız olay şahıslarımızın savaşla ilgileri kadar olan bir bahis! Hatta eserimiz sadece bir tarih de değildir. Özellikle bir roman olacağı için şahıslarımızın ilgisi derecesinde harpteki olayları yalnız romancılık noktainazarından yürüteceğiz. Mesela bizce bir galibiyetin veya bir mağlubiyetin sebebi, romandaki kahramanımız olmuştur, diye gösterilecek olursa, bilinsin ki bu kahramanımız hayali olacağı gibi onun gösterdiği sebepler de hayali olacağından bu fıkrayı, savaşla ilgisi var diye tarihe ait hakiki fıkralardan saymaya hiç imkân da görülmeyecektir. Şu vasıflarıyla romanımız “Roman Histoire” yani “Tarihe Ait Bir Roman” özelliklerine layık görülebilir ise yazarı için büyük bir minnete vesile olur. Dolayısıyla “Historique Romantique” yani “Romana Benzer Bir Tarih” sayılmaya da hiçbir imkân düşünülemez.
Bakalım bu da bizim bir kalem tecrübemiz olsun. Eğer tecrübemizde muvaffak olabilir isek ne âla! Muvaffak olamadığımız hâlde bizden sonra böyle bir tecrübeye teşebbüs edecek olanlar için istifadeye vesile olacak bir ibret hazırlamış olmamız da az kâr mıdır?

    Ahmet Mithat

1
BIÇAK SİLİMİ
En geniş yeri sekiz yüz metre uzunluğunda bir vadi tasavvur ediniz ki iki kenarı birbiri üzerine binmiş oldukları hâlde toplamı yüz yirmi metre kadar bir yükseklikte bulunan dağlar çevrelemiştir. Bu dağlar, “orman” özelliklerine yakışır görülecek çalılıklar ile tümüyle örtülmüş iseler de mevsim ocak ayının sonları olduğu için çalılıklar, yaz mevsimindeki güzelliklerini kaybetmişlerdir. Yaz ve kış, içlerinde gezdirilip otlatılan üç yüz kadar koyun, yine o miktar kadar keçi ile seksen kadar da sığırın dolaşmasından kurtulabilen meşe vesaire ağaçlar kış mevsiminin şiddetiyle sararıp kurumuşlar idiyse de rüzgârsız bir gecede yağmış olan kar, bu yapraklar ile dalların üzerlerinde tutunup kalmış oldukları gibi oluşturdukları manzara dört mevsimde oluşan manzaraların en iyisini oluşturmuşlardı.
Vadinin ortasından bir dere akar. Yazın sular azaldığı zaman üç taşlı bir değirmeni çevirmeye yetemediğinden genellikle değirmenin bir taşını ve hatta bazı daha kurak giden yazlarda iki taşını tatile mecbur bırakırdı. Bazı mevsimlerde yalnız bir taşı idare edebiliyor idiyse de kışın suların çoğalması zamanında üç taşı idare ettikten başka bir o kadar fazlasını da muntazam bir surette yapılmış olan savaktan savmak, akıtmak lazım gelirdi. Evet! Bu değirmen de orada vardır. Hatta yanındaki kulesiyle beraber vadinin en büyük ve güzel görüntüsünü oluşturur. Derenin mecrası tabii olarak kıvrımlı bir hat teşkil eder. Dolayısıyla kâh vadinin bir kısmına, kâh öte tarafına yaklaştığından, suları sıkıştırmaya en çok müsaade edecek bir mevkisine üç taşlı güzel bir su değirmeni ve onun yanına da güzel bir kule yapılmıştır.
Burada “kule” kelimesini gören okuyucularımız arasında İstanbullular bunu yangın kulesi yahut saat kulesi gibi bir şey zannederler ise, hataya düşmüş olurlar. Rumeli’nde çiftlikler veyahut böyle değirmenler yanına mal sahiplerinin sayfiye ikametgâhları olmak üzere yapılan yüksek binalara “kule” derler. Hâlbuki şimdiki gözlem ve bilgimize nazaran bunlara “blockhause”[1 - Beton binalar ya da beton kuleler.] denilse daha münasip olurdu. Zira bunlar, Orta Çağ’da Avrupa derebeylerinin ikametgâhları ve savaş anlarında içinde gizlenmek için inşa ettirdikleri “şato”lar kadar sağlam değil iseler de bizim Erenköy, Kozyatağı gibi yerlerde yaptırılan yazlıklar kadar da müdafaasız değildirler. Taş nadir bulunan yerlerde bile hiç olmaz ise tuğladan olsun alt kat mutlaka kâgir olarak yapılır. Gerektiğinde tüfek atmak için dört tarafına mazgallar yapılır. Bu alt kat çoğunlukla kıymetli atlar için ahır ve gerek atların ve gerek insanların yeme içmeleri için birer ambar depoları da sayılırlar. Dar ve dik bir merdivenden yukarıya birinci kata çıkıldığı zaman, orada iki, nihayet üç oda ile bir “yazlık”, yani penceresiz ve her tarafı açık bir yer daha görülür. Gerek yazlığın açık bulunan tarafları ve gerek odaların pencereleri gerektiğinde müdafaa hâline konulmak için üç dört santimetre kalınlığında sert meşe ağaçlarından mamul kanatlar ile korunmuşlardır ki bu kanatların ortasında da mazgal hizmetini görmek için birer yarık vardır. Bazı kulelerin bundan başka bir de üçüncü katı vardır. Bunların damları kiremit ile korunur. Bunların bazılarında dam üzerinde de tahta kapı gibi bir açık yer bulunur ki tehlikeli zamanlarda etraftan gelmesi ihtimalli olan düşmanı gözlemek için bir hizmeti ifa eder.
İşte Rumeli’de “kule” denilen yazlıklar böyledir. Burada bizim tasvir ve tavsif etmekte bulunduğumuz kule ise böyle üç katlı bir kule olmakla beraber tümüyle kâgir olarak yapılmıştır.
Vadimizin bir tarafında hafif bir yamaç üzerinde bulunan bu kule ile yanı başındaki değirmenden başka iki ambar, bir ahır, biri koyun yeri, üç dört yanaşma odası gibi şeylerle orası bir köy değil ise de çiftlik hâlini andırmaktadır. Fakat köy değildir, zira asıl köy, vadinin yine bu kısmında, fakat değirmen ve kuleye iki bin metre kadar uzakta ve yine dere kenarında kırk beş, elli haneli bir köydür ki bunun yarısı kadarı Rum ve on hane kadarı Bulgar ve o miktarı “Koçovalak” denilen Ulah milletindendir. Beş altı hanesi de Podarlık yani koruyuculuk ve bekçilik için gelip oraya yerleşmiş kalmış olan Arnavutların meskenidir. Bizim kule ve değirmenin bulunduğu bir çiftlik de değildir. Zira vadinin ziraatı tümüyle köylülerin elindedir. Burası ise vadi ahalisi nezdinde yalnız “kule” ismiyle bilinir. “Kimin kulesi?” sualine de “Bego’nun kulesi.” cevabını verirler ki siz olsanız bu cevaptan da hiçbir şey anlayamazsınız değil mi?
Efendim Rumeli’de Türklük, Arnavutluk, Boşnaklık, Bulgarlık, Rumluk, Ulahlık, Çingenelik hatta Yahudilik bile ahlakça ve âdetçe birbirine garip bir surette karıştırılmıştır. Bu durum acayip bir harita meydana getirmiş olduğu gibi bu karışım lisanca da vukuya gelmiştir. Zikredilen lisanlardan herhangi birisine ait bir kelime küçük büyük bir değişiklikle diğerlerinde de kullanılır. Hele Türkçe kelimelerin bu yoldaki bir değişimden sonra zikredilen lisanların umumuna birden mal edildiği ise çokça görülür. Mesela İstanbullu olmanız sıfatıyla size “bizim kırçu” yahut “dorçu” deseler bir şey anlayamazsınız. Değil mi? Hâlbuki bunlar at cinslerinden olarak bizim “kır” ve “doru” dediğimiz kelimelere birer “çu” ilavesiyle yapılmışlardır. Umum ahali nezdinde manaları “kır at” ve “doru at” demektir. Bilemeyiz ki bu “çu” kelimesi bir lisanda “at” manasında mıdır? Fakat her hâlde al, kır ve doru gibi at cinslerinden birine ilave olunduğu zaman o renk ile beraber at cinsi manasın da ilave eder. İşte bunun gibi “bego” da Türk lakaplarından “bey” kelimesinin değişmiş hâlidir. Oralarda geniş arazi sahibi olan ve mahalli şivelerden bir şart ile zikredilen, araziyi ektiren, biçtiren ve kendi hissesiyle beyler gibi… Hayır! Bu kelime de yine bunlar düşünülerek kullanılır. “Beyler gibi” değil “beyliğe layık” olacak bir suretteki bir refah içinde geçinen zevata “bego” denilmiştir. “Ahmet Bey, Mehmet Bey” denildiği zaman “bey” kelimesini bozmazlar ise de isim anılmaksızın, yalnız “bego” deyince malum olan bey manası ifade edilmiş olur.
Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin “zaim” ve “sipahi” denilen tımarlı süvari askerlerinin istihdam edildiği zamanlar, bunların “tımarlı” yani maaşları olarak öşür gelirleri kendilerine terk olunmuştu. Bu hâlde köyler, büyüklüklerine göre birer, ikişer, beşer, onar süvariyi öşür mahsulleri ile beslerlerdi. Bunların komutanları olan zatların maaşları da bu şekilde verilirdi. Bu hâl, Orta Çağ Avrupa’sının derebeylerinin maiyetinde bulunan savaşçıların hâllerine biraz benziyordu. Sonraları mevcut hükûmet, daha nizamlı askerler tesis ettiği için sipahi ve zeamet askerî nizamını kaldırdı. Fakat hiçbir zaman ayrılmadığı merhamet kaidesini bunlar hakkında da gösterdi. Zira bu askerler hayatta oldukları müddetçe maaşları nakit olarak verilmiştir. Köylerin öşür mahsulü ise hazine adına toplanmıştır. Hâlbuki Osmanlı buraları fethinden itibaren bu zeamet usulüne bağlı olan birçok bey, gayet geniş araziyi kendi üzerlerine tapulayarak bunları da “çiftlik” adıyla idareye başlamışlardır. Bazı yerlerde öküzü, tohumu ve araziyi, beyler belli oranda kendisine hisse verilmesi şartıyla çiftçilikle uğraşan adamlara vermiştir. Ziraatla uğraşan bu çiftçiler, bazen mahsulün yarısını, bazen onda birini bazen de altıda birisini bu beylere verirlerdi. Bu usul ile çiftçilik yapmak, yerlerine göre az çok değişiklikle birlikte, Rumeli’nin hemen her tarafında hâlâ geçerlidir.
İşte tasvir etmekte bulunduğumuz vadideki kule, değirmen ve o civarda bulunan arazi ve ormanların sahibi olan bego da böyle bir begodur ki hanedanının ismi Kahramanoğlu ve asıl kendi ismi ise Mehmet Bey’dir.
Şurada haber verelim ki bu vadi de Serfiçe kasabasına birkaç saat mesafede bulunan xxx karyesidir.
Kahramanoğlu Mehmet Bey, emsali olan diğer arazi sahibi beyler gibi yazın, en büyük çayırları, tarlaları biçtirmek, harmanları dövdürmek, sütleri peynir yaptırmak, yağmur yağar ise nadas ettirmek, mevsiminde bağları bozdurmak gibi büyük ve mühim işler ile meşgul olurdu. Dolayısıyla kulesinde ikamet ile vakit geçirdikten sonra kasım ayında da Serfiçe’ye taşınırdı. Buralarda normalde kışın başlamış olması gerekiyor idiyse de geçen, yani Rumi takvime göre 1312 senesinin kışı hemen her tarafta hafif geçtiğinden ve ördek ve süzen avlarını ihmal etmek de kendisine uyamayacağından müsait havalarda, aralıkta bir yine kulesine gelir, bir iki gece zaman geçirirdi.
Rumeli’de böyle bir bego için şu köy ve çiftlik ve kule âlemleri ne hoş şeylerdir. Hele beyler ahalinin sevdiği adamlar da olurlar ise var ya! Almanya’da, İngiltere’de filanda olur olmaz malikânenin baronu, lordu olmak da bunun yanında hiç kalır. Bego geliyor diye köylüler birbirine girerler. Kadınlar, kızlar mevsimine göre çiçekler ile begoyu karşılarlar. Yortu günlerinde bego tarafından temin edilen şaraplar, bu köylülerin neşelerine neşe katarak davul, zurna ile gayda ile gusla ile kaval vesaire düdükler ile bunların teptikleri horalardaki letafet, Avrupa’nın şık balolarında bile bulunamaz. Hele bazen en güzel şarkı söyleyen veyahut en hafif hora tepen kızları, kadınları, delikanlıları alkış makamında begonun adamları ve özellikle kendisi tarafından birkaç el silah da atılır ise, var ya artık köylüler o kadar cûş u hurûşa[2 - Kaynayıp taşma hâli. Neşe ve coşku. (e.n.)] gelirler ki şevk ve neşenin bundan ilerisi tasavvur dahi olunamaz. Fakat bu âlemlerin eğlencesi, yalnız bundan da ibaret değildir. İşte bir türlüsünü de biz hikâye edeceğiz:
Vadimizin iki tarafını çevreleyen tepelerin çalıları üzerlerine konmuş olan karlar ile mevsimlerin en güzeli olduklarını haber vermiştik. Rumi 1312 senesi aralık ayının sonları olan şu mevsim, o senenin Ramazan-ı Şerif’inin de yaklaşmış olduğu bir zamana denk gelmişti. Bizim Kahramanoğlu Mehmet Bey, her sene âdeti olan bıçak silimi törenini, bu sene de icra için gerekli hazırlıkları tamamlamıştı.
Bıçak silimi! Eğlence ehli için bunu tafsile gerek var mı? Ramazan-ı Şerif’in yaklaşması sebebiyle bir son yemeli içmeli bir eğlence daha tertiplemek ve artık bayramın gelişine kadar da açlığa ve susuzluğa hazırlanmak! Bektaşi şeyhlerine isnat olan latif fıkralar arasına bile şu bıçak silimi meselesi girmiştir. Ramazan esnasında işret ettiği görülen bir Bektaşi’ye, “Baba efendi! Şaban sonlarındaki bıçak silimini galiba unutmuşsunuz!” dediklerinde “Hayır evlat! Unutmadım. Bıçak silimini yaptım ama besbelli ki bizim bıçak temiz duramıyor. Her akşam silsem yine faydası yok!” demiş.
Bir perşembe günü, Bego kuleye gelmişti. O akşam bir iki ahbabı da beraberdi. Fakat ertesi cuma günü beş altı efendi ve bey daha geldikleri gibi, geçen yaz Siroz taraflarından geldikleri hâlde Serfiçe’nin zevk ve sefa erbabının pek hoşlandıkları gibi, bu kış da bırakamadıkları bir kol Çingene, çalgı ve köçekleri de gelmişlerdi. Artık köy birbirine girmişti. O günün kuşluğu, akşamlığı için börekler, baklavalar açılıyor, hindiler, kazlar hatta kuzular kesiliyordu. Evet, kuzular zahir! Gerçi Serfiçe tarafları için ocak ayının sonları henüz kuzu mevsimi değildir. Doğan kuzular daha pek süt kuzusu sayılırlar ise de Bego için güçlük mü var? Beş altı senedir âdet hâline getirdiği ziyafet işini bu sene de bozmamak için ta Yenişehir taraflarından dört tane kuzu getirtmişti. İzmir gibi Yenişehir ovasında da kuzular pek turfanda olarak yetişiyorlar.
Rumeli deyip de geçmemeli. Aşçılığın oralardaki terakkisi İstanbul’dan hiç de aşağı değildir. Gerçi henüz Avrupa ile münasebeti, İstanbul derecesine varmamış olduğu için Avrupa’nın buralara ithal ettiği biftekler, giotlar, rostolar falanlar daha oralara kadar varamamış ise de her türlü hamur yiyecekler, etler, hele tatlılar tarafıyla Rumeli mutfakları, âdeta İstanbul mutfaklarıyla yarışabilirler.
Cuma günü güya kuşluk yemeği olmak üzere başlanan ziyafetin bir ucu akşam yemeğine kadar uzandığı gibi vur patlasın, çal oynasın âlemi, gece yarısına kadar da devam etti. Çingenelerin yalnız def çalmaktan ibaret fakat dört beş tanesi birden dövüldükçe eski mehterhane davullarını yâd ettiren çalgıları, ince saz takımına alışan başları beyinleri patlatacak bir şey ise de dumanlanmış olan kafaların, mercan gibi kızarmış bulunan kulaklarına bundan başka da müzik girer mi? Fakat “Çingene” denildiği hâlde ne renkçe ne de çirkinlikçe bizim Sulukule ve Ayvansaray Çingenelerine kıyas bile kabul etmeyen ve renkçe beyaz, endamca latif ve yüzce hakikaten güzel olan köçeklerin oyunları gerçekten hoştur. Bunların okudukları şarkılarda mana ve musiki aranamaz ise de oyun tarzlarında her türlü letafet çokça mevcuttur. Böyle bir eğlencede bu köçeklere verilecek para, evvelden belirlenemez. Geceliği şu kadara birtakım çalgı veyahut bir kol çengi getirmeye de benzeyemez. Köçeklerin temaşa erbabının kucaklarına yatması âdetti. Kucaklarına yattıkları adamlar, alınlarına, yanaklarına paralar yapıştırırlar. Ama öylesine hatırlara gelebileceği şekliyle öyle basit metelik falan değil. Gümüş para yapıştırmak bile şıklık sayılamaz. Altın yapıştırırlar.
Hatta eğer hazırun[3 - Bir toplantıya katılanlar. (e.n.)] arasında bu hususta bir de rekabet açılır ise var ya âdeta çengilerin günleri gün olur. Yahut daha doğrusu geceleri gece olur. Dört çenginin oynadığı bir gecede binden ziyade yirmilik altın yapıştırılmış olduğunu çocukluğumuzda gözlerimiz ile görmüşüzdür ki şimdilerde işittiğimize göre o zamanın yirmilik altınına bedel lira çeyreği ve Kremiçe altını yapıştırılıyormuş.
Yirmi otuz tabancanın birden patlayıp köçeklerin maharetlerini alkışlamak, bu gibi ziyafetlerin en mühim neşe kaynağıdır. Köçek fasılları bittikçe aşağıda değirmende köylülerin davul, zurna ve gayda ve gusla fasılları ve kadınların, kızların horaları başlardı. Bunlar temaşasız oynanamazlar ya? Tüm hazırun o zaman değirmene inerek bunları da övgü alameti olan silah sesleriyle alkışlarlardı. Hatta bir aralık “Sirto! Sirto!” bağrışmaları da birkaç taraftan meydan aldı. Bu ise asıl “gusla” denilen ve bizim kemençelerin aslı ve fakat barbar hâli demek olan sazın özelliklerinden olmasıyla guslacı Rum, ayağa kalktı. Bu defa oynamak nöbeti beylere, efendilere geldi. Bizzat kendileri bir halka teşkil ederek sirto oyununa başladılar ise de birer birer Çingene köçekleri de halkaya davet ederek işi büyülttüler. Kafalara ve oyunlara o kadar bir sıcaklık gelmişti ki yerler kar ile örtülü olduğu hâlde sohbet erbabı âdeta kan terlere batmışlardı.
Burada maksadımız, şöyle bir ziyafete ait olan tafsilatın tümünü yazmak değildir. Keşke bir yazar bunu kendisine maksat edinseydi de yazsa idi. Zira zamanın yenilikleri ve ihtiyaçları kavimlerin bu hâllerinin tümünü yavaş yavaş değiştirecektir ve zamanla bunlar, yazılmadığı takdirde unutulup gideceklerdir. Bu hâl İstanbul’umuz için de geçerlidir. Bu ihtiyacı bizzat hissetmişizdir. Bir aralık tiyatro oyunu için müzikçe eski tavşan havalarına ve oyun için dahi eski köçek oyunlarına lüzum görülmüştü. Gayet ihtiyar bir bunak Ermeni’den başka bir erbabını bulamadık. “Köçek oyunu” deyip de geçivermemeli? Müzik nağmelerinin beden hareketlerine uyumu ve inkılabı demek olan bu sanat gayet dakiktir. Âdeta güzel sanatların en güzellerindendir. Mızıkanın ruhu olan dümteklerin hükmü, köçeğin, çenginin atacağı adımlar hakkında da geçerlidir. Öyle zannolunduğu gibi her oyun aksak usulüyle icra olunmaz. Aksak usulünün bile “Türk aksağı, hafif aksak, ağır aksak” nevileri olduğu gibi oyunlarda yine aksak hükmünde olan “devr-i hindi” ve “evfer” usulleri de geçerlidir. O ihtiyar Ermeni’nin rivayetine göre, eski oyunların tümünün bir oyun tarzı var imiş. “Zincir” ve “devr-i kebîr” usulleriyle oynayanlar parmak ile gösteriliyormuş. Herif, “otuz iki usul ile oynanırdı” dediği zaman ne kadar üzüntüyle göğüs geçiriyordu. İşte bunlar, artık günümüzde İstanbul’umuzda da unutulmuştur.
Hâlbuki kalem erbabının kendi zamanlarının ahvalini genişçe tasvir edip yazmaları, üzerlerinde büyük bir vazife olduğu gibi ressamların da bu ahvali tasvir edip çizmeleri büyük önem arz ermektedir. Bunlardan sonra gelen yazarlar ve diğer sanat erbabı olan insanlar da bunların yazdıklarını ve çizdiklerini görerek o asırlar hakkında bilgi sahibi olacaklardır. Fakat burada bizim maksadımız, Osmanlı ve Yunan muharebesinin vukusundan evvel, işte bu vadide bu kulede bu ziyafet esnasında edilmiş olan acayip bir tefeülden haber vermek olduğundan, o tefeülün ne surette vukuya geldiğini anlatmaya medar olmak için de o hâller hakkında bu kadarcık malumat vermeyi lüzumlu gördük.

2
ARNAVUTÇA BİR TEFEÜL
Bego’nun ziyafetindeki misafirler, kuşluk yemeğine oturmuşlardı. Sofrayı alafranga kurulmuş zannetmezsiniz ya? Yere seccadeler serilip onun üzerine büyük bir sofra bezi yayıldıktan sonra ekmekler, kaşıklar, falanlar da bunun üzerine konulmaktan ibaret bir sofra ki misafirler de bunun etrafına yere oturup sofra bezinin birer kenarını da dizlerinin üzerine alırlar.
Malum ya? Baş yemek kuzu, hindi ve kaz dolmalarıdır. Hele kuzu mevcut iken bu şerefi başkalarına bırakamaz. Bu gün mevsim gereği misafirler kuzuyu beklemediklerinden, uşaklar kocaman bir bakır tepsi üzerinde arka arkaya konulmuş iki kuzudan müteşekkil bir yemeği getirdikleri zaman “O! O! Bu mevsimde kuzu ha! Boşuna Kahramanoğlu Mehmet Bey dememişler.” gibi alkışlar ile kuzuyu karşıladılar.
Arnavut ziyafetlerinde kuzunun büyük bir ehemmiyeti vardır. O da sekiz on el birden kuzu üzerine hücum edip de ikinci üçüncü hamlede biçareyi tarumar ettikleri zaman meydana çıkan kürek kemiğini, hane sahibi eline aldığında bunu kime vereceği kaziyesidir. Zira o kemiği kime verir ise o adamda bir büyük ehemmiyet var demektir. Hem bu ehemmiyet öyle rütbece, servetçe falanca bir ehemmiyet değildir. Mana ve irfanca bir ehemmiyet! Öyle ya! Bu kürek kemiğini dişleri ve dili ile yalayıp temizledikten sonra onu bir aydınlığa doğru tutup aydınlatırdı ve kemik içinde görebileceği kan lekesi gibi şeylerden manalar çıkararak meclis ehline bunları anlatacaktır. Arnavutlar nezdinde bu, bir faldır. Hem de ne kadar mühim bir fal ya? Bu tefeülde adam her ne söyler ise onun gerçekten çıkacağına kimse şüphe edemez.
Bunları yazdığımız tarihlerde buna dair bir şey görememiş isek de zannedebiliriz ki bu âdet pek çok eski tarihlerden kalmıştır. Âdeta putperestlik zamanlarından kalmıştır. Buna dair olan şeyleri ne İslamiyette ne de Hristiyanlıkta görebiliyoruz. Bunları putperestlik arasında görüyoruz ki o da çok eski tarihlerdeki putperestlerin mabutlara kurbanlar kesip takdim ettikleri zaman, onların mabut tarafından kabullerine dair manalar çıkarmaları meselesidir. Kurbanların bir kısmını yakarlar, bir kısmını kuşlara, kurtlara terk ederler, bir kısmını da pişirip yerlerdi ki bu âdetlerin her birinde de kendilerince kabul alametleri arayarak ve o kabul alametlerinden de türlü türlü manalar çıkarırlardı. Bazen böyle kurban takdim olunan yerlerde bir de gayptan haber veren hatif bulundurulurdu. O hatif tarafından kendilerine gelecekle ilgili haberler verilirdi. İşte Arnavutların kuzu yedikleri zaman kürek kemiklerine bakarak ondan manalar çıkarmaları da eski putperestlerin bu âdetlerini hatırlatıyordu. Yine bunların Büyük İskender ile bunca fetihlere mazhar olmuş bulunan Makedonya kavminin asıl devamı oldukları da tarihin en ziyade kabule şayan rivayetlerinden bulunduğundan, şu münasebetle zannediyoruz ki bu âdet kendilerine İslamiyet ile değil; Hristiyanlıktan bile evvelki hâlleri olan putperestlik zamanlarından kalma bir âdettir.
Bu yoldaki tefeüle, Arnavutların pek büyük ehemmiyet verdiklerini söylememiştik. Bu ehemmiyetin derecesini de buna dair mevcut olan hikâyelerden çıkarıyoruz. Bu hikâyeler pek çoktur. Mesela falan vakit, falanca yerde bir kuzu yenilip falanca kimse o kuzu kemiğine bakarak valinin görevden alınacağını ve yerine ak sakallı bir adam geleceğini haber vermiş de üçüncü günü vali görevden alınarak iki hafta sonra da ak sakallı vali gelmiş. Kuzu yemek çoğunlukla bahar mevsimine denk geleceğinden o yaz yağmurlar yağacak mı, yağmayacak mı, mahsulat bereketli olacak mı, olmayacak mı, dolu vesaire semavi afetler vuku bulacak mı, bulmayacak mı, hangi tür mahsul daha iyi olup hangisi o kadar iyi olmayacağına kadar kemiklerden edilen tefeüllere Arnavutlar pek ziyade ehemmiyet verip inanırlar ve bunların birer birer vukusunu beklerlerdi.
Bu konuda edilen hikâyelerin en latiflerinden birisi olmak üzere şunu da işittik ki:
Haydutlardan bir çete, bir ormanda kuzu yiyorlarmış. Kuzunun kürek kemiği ortaya çıkarak haydutlardan birisi ona baktığında “Aman arkadaşlar, çabuk olunuz! Yarım saate kadar bölükbaşı buradadır.” demiş. Haydutlar hemen kuzuyu yiyip alelacele kalkmışlar, bir tarafa savuşmuşlar. Hakikaten yarım saat sonra bölükbaşı tüm askerleriyle oraya gelmiş. Ziyafetin kırıntıları içinde malum kürek kemiğini bulmuş. Bir küçümseme tavrıyla haydutları cahillik ve ahmaklıkla suçlayarak “Hay eşek herifler hay! Şu kemiğe bakarak benim buraya geleceğimi anlayıp bildiğiniz hâlde o kemiği meydana niçin bıraktınız? Benim gibi bu tefeülde mahir olan bir adamın eline bu kemik geçtiği hâlde artık sizin benden yakanızı kurtarabilmeniz mümkün olur mu? İşte kemikte görüyorum ki siz bu akşam falan ormanda, falanca kaynağın yanında geceyi geçireceksiniz. Sizi tam uyku hâlinde bastırıp kafalarınızı keseceğim.” demiş. Hakikaten o akşam, o ormana gidip o kaynak başında haydutları uyur bulmuş ve bastırıp tümünün kafalarını kesmiş.
Şimdi siz bu hikâyeye gülersiniz, değil mi? Ben de gülerim. Hatta bu hikâyeyi ilk işittiğim zaman da gülmüştüm ama Arnavutların bu tefeül hakkındaki itikatları o kadar kuvvetlidir ki böyle bir habere inanmamak âdeta evliyadan bir adam hakkında rivayet olunan keramete inanmamak derecesinde meclis ehlini üzdüğünü görünce, kendimi toplayıp güya sonradan inanmışım gibi görünmeye mecbur oldum. Bu yoldaki fıkraların kendi sıhhatlerini arayıp hele bunları tenkit etmekte fayda yoktur. Bunlar ait oldukları ahalinin o olay hakkındaki itikat derecelerini göstermesi bakımından çok ehemmiyetlidirler. Bu ehemmiyeti takdir edebilmek de kâfidir.
Bugün Kahramanoğlu Mehmet Bey kuzunun kürek kemiğini eline aldığı zaman evvel be evvel onu kendisi temizlemeye başlamıştı. Fakat bundan maksadı onu kime vermeye karar vermek için zaman kazanmak olduğu apaçık görülüyordu. Dişleriyle, diliyle, dudaklarıyla hem kemiği yalıyor hem de misafirleri birer birer gözden geçiriyordu. Nihayet ipince, upuzun, temiz sakallı, hâlâ sakalsız, avurdu avurduna geçmiş fakat gözleri parıl parıl parlayan bir Arnavut’a uzatıp:
“Ömer Ağa! Bunun erbabı sensin.” diye Arnavut’un eline verdiği gibi diğer ahbaplara da:
“Beyler! Ağalar! Böyle şeyde darılmak olmaz, değil mi? Ömer Neşo içimizdeyken hiçbirimiz bu kemiğe el süremeyiz!” dedi ki güya sunduğu şey hikmetli bir kitap ve Ömer Neşo da benzeri olmayan bir faziletli adam imiş de Bego’nun söylediği şu söz ise asla itirazı kabil değilmiş gibi misafirlerin tümü de önlerine bakarak hâlleriyle, tavırlarıyla tam bir teslimiyet gösterdiler.
Evet! Ömer Neşo, asıl Debre ahalisinden bir Kiğa’dır ki bir taraftan Niş’e, diğer taraftan İşkodra’ya kadar cihanı gezmiş ve on seneden beri Serfiçe’de ikameti tercih ederek kürek kemiği falındaki maharetini de cihana teslim ettirmiştir. Böyle Niş’ten İşkodra’ya kadar olan gezmelerine nazaran Ömer Neşo’nun kendisini büyük ve dünya çapında bir seyyah saydığına gülüyor musunuz? Gerçi bu zamanda elli beş günde dünya seyahatini icra eden seyyahları görerek buna gülersiniz ama korkarız ki haklı çıkamazsınız. Ömer Neşo, İstanbul’a da birkaç defa gelip kış mevsimini bozacılık, salepçilik ile geçirmiş ise de bunu seyahatten saymıyordu. “Bir taraftan Niş’e diğer taraftan İşkodra’ya kadar cihanı gezdim.” dediği zaman bu memleketleri karış karış gezip bilmediği bir dağ, bir dere, bir köy, bir çiftlik olmadığını haber veriyor demekti.
Sirkeci’den eksprese binerek üçüncü günü Paris’e giden bir adam, İstanbul’dan Paris’e kadar memleketleri gezmiş, görmüş sayılabilir mi? Jean Jacques Rousseau zamanında trenler yokken posta arabalarıyla edilen seyahatleri bile seyahatten saymıyordu. Her akşam bir köyde bir handa yalnız bir gececik geçirmek ile o gezilen yerlerin görülmüş olmayacağını iddia ediyordu. Hakkı da vardı. Yalnız hayvanla edilen seyahate sıcak bakıyordu ama yine de asıl seyahat için de ‘‘yürüyerek yapılanlar seyahattir” diyordu. İşte bizim Ömer Neşo, kendi kavlince “çarıklarına binerek gezmiş” bir adam olduğu için tam Jean Jacques Rousseau’nun kabul ve tasdik edeceği seyyahlardandı. Serfiçe’den mesela Kalkandelen’e giden bir adam kendisine veda edecek olursa uğrayacağı her menzilde birer ikişer ahbap ismi vererek:
“A be şunlara benden selam götür. Kendileri ölmüşler ise de bir şöyle oğulları falan vardır ya! Selamı onlara da deyiverirsin.” der idi. Arnavutluk’ta gezginciliği bu yolda etmiş çok adam görmüşüzdür. Bunların sohbetlerine doyulamaz.
Ömer Neşo, bu işe yegâne ehil olduğunu hem iddia hem tasdik edici bir tavırla kemiği eline aldı. Yaptığı fotoğraf klişesinin inceliğini, saffetini ayarlamak için karanlık oda içinde camı, mum ışığına karşı tutup bakan bir fotoğrafçıda da o derecesi görülemeyecek olan bir dikkat ile bakmaya başladı. Kemiği kâh gözlerine yaklaştırıp kâh uzaklaştırıyor, kâh elini gözleri üzerine tutup güneşten gözlerini korumaya çalışan bir adam vaziyetini alıyordu. Sofra halkı şu falcının ne diyeceğine dikkat kesilmişlerken bir de Ömer Neşo’nun yüzünde çirkin bir ekşitme görünce meraklarını daha da arttırmaya başladılar. Dünyanın falcısı henüz tek kelime dahi söylememişken kemikte gördüğü şeylerin hiç de hayırlı olmadıklarını anlamaya, hükmetmeye başladılar. Gerçi algılarının bu kısmı, doğru çıktı. Zira Ömer Neşo dedi ki:
“Arkadaşlar, savaş var. Hem de ne savaş? Kemikte pek de fena görüyorum.”
Sözün bu derecesi, misafirler üzerinde o kadar büyük bir tesir oluşturamadı. Zira o zamanlar Yunanlılar Girit’e asker dökerek kırk elli bin zorba adam ile birleşip köyleri basarak ve kadın, çocuk fark etmeyerek türlü türlü lanetli işlerin icrasına koyuldukları gibi kara hududu üzerinde de iki askerî kışla tayiniyle muntazam, muntazam olmayan gönüllü, gönülsüz birçok asker yığmaya başladıkları zamandı ki Hükûmet-i Seniyye-i Osmaniyye de ihtiyati bir tedbir olmak üzere Yanya ve Alasonya taraflarında gerekli hazırlıkları yapmıştı. Dolayısıyla böyle bir zamanda bir kuzunun kürek kemiğine bakmaya gerek kalmaksızın “savaş var” sözünü bir Ömer Neşo’nun da söyleyebilmesi yeni bir fal ve keşiften sayılmazdı. Fakat Ömer Neşo, tefeülün bu derecesinde de kalmadı. Kendisinde görülen korku ve endişe tavırları arttıkça artmakta olduğu hâlde dedi ki:
“Ya ben hiçbir şey bilmiyorum veyahut bu muharebe pek fena olacaktır. Huduttan bu tarafa doğru ahali kaçan kaçana. İnsan, hayvan, asker, başıbozuk, karı, kız, çoluk çocuk karmakarışık! Bir bozgunluk, bir bozgunluk ki tarif edemem. Bu bozgunluğun arkasından düşman askeri muntazaman yürüyor. Önüne geçip de durdurmak mümkün olamıyor. Nerede biraz karşılık verilmeye kalkışılsa gelip, çiğneyip geçiyor. Hemen Allah encamını hayreyleye!
Her söylediğini doğru olarak kabul etmeye mecbur olan bu adamlar ne kadar endişeye düşeceklerini tafsile lüzum var mıdır? Herkesin lokması boğazına tıkandı desek yeridir. Gerçi bu adamlardaki saflığa bedel kalplerinde kahramanlık ve cesaret de bulunduğundan bu yoldaki sözlere mağlup olacak değiller ya. Böyle bir savaşta fiilen ve maddeten bulunmak bile metanetlerini ihlal edemeyeceği aşikâr ise de Ömer Neşo’nun geleceği felaket olarak yorumlaması hepsinin neşesini kaçırdı. Bundan sonra birbirini takiben gelen o nefis yemeklerin hemen hemen lezzetini bulamıyorlardı.
Hazır bulunan cemaatten bazıları diğerlerine teselli vermek için:
“Adam sen de! Bizim Ömer Ağa’nın dediklerine bakmayınız. Ufacık bir kemik üzerinde bu kadar şey yazılı olamaz ya!”
Yollu sözler söylüyorlar idiyse de bu sözlerden diğerleri müteselli olabilmek şöyle dursun söyleyenlerin kendileri bile içlerindeki endişeyi gideremiyorlardı. Ömer Neşo, bu yoldaki düşüncelerini pek de kabul etmeyenlerin cehaletlerine gülümseyerek diyordu ki:
“Niş’ten İşkodra’ya kadar bir köy, bir kaza yoktur ki Ömer Neşo’yu bilmesin. Bunların her birinde kuzu yedim. Her kuzunun kemiğine ben baktım. Hiçbir vakit bu kemik bana yalan söylememiş ve söyletmemiştir. Haber verdiğim şeylerin tümü gelmiş, çıkmıştır. Beni dinlerseniz hora tepen kızlar için boşuna barut, kurşun telef etmeyiniz. Bunlar size lazım olacaktır.”
Eğer bu sofrada Recep Köso bulunmasa ve bu tefeülün hakikatini bu adam şerh ve izah etmeseydi ziyafetin bundan sonrası hakikaten pek neşesiz geçecek ve evvelce demiş olduğumuz gibi öyle gece yarılarına kadar devam edemeyecekti. Bu Recep Köso, otuz beş, otuz altı yaşında kadar bir adam idiyse de diğer misafirler gibi saflığını, cehalet hâliyle bir daha karartmış kimselerden de değildi. Gereği gibi tahsil ve terbiye görmüş, hatta mürekkep yalamış ve epeyce de kâğıtlar karalamış bir adamdır. Öyle bir kemikten gelecek hadiselerin hâllerini çıkarmanın mümkün olabileceğine kanaat getiremiyor idiyse de bu yoldaki yorumların, dinleyicilerin kalbinde meydana getireceği tesiri de ehemmiyetsizlik ile telakki edemezdi. Recep Köso, farz etti ki Ömer Neşo’nun tüm haberleri tümüyle doğrudur. Fakat hatırına bir şey geldi. Kahramanoğlu Mehmet Bey’den sordu ki:
“Bey birader! Sayenizde şu kuzuyu büyük bir iştahla yedik. Ömer Ağa’nın verdiği haberleri de büyük bir dikkatle dinledik. Fakat şu mevsim bizim buralar için kuzu mevsimi değildir. Siz bu kuzuları nereden tedarik ettiniz?”
Mehmet Bey, bu sualin ehemmiyetini takdir etmek şöyle dursun o takdirin ehemmiyetini lüzumunu bile hissetmeksizin büyük bir saffetle:
“Her sene bıçak silimi ziyafetinde kuzu bulundurmak âdetimiz değil mi? Geçen sene olduğu gibi bu sene de bizim kuzular yenecek hâlde olmadıklarından Yenişehir’de bir dosta yazdım. Dört kuzuyu analarıyla beraber birer küfeye koyup iki beygire yükleyerek göndermiş.”
Cevabını verince Recep Köso:
“Öyleyse hiç merak etmeyiniz arkadaşlar. Ömer Ağa’nın verdiği fena haberler bize ait değil; Yunanlılara aittir.” diye herkesin dikkatli nazarını kendi tarafına çevirdikten sonra bu görüşünü izah etmek için de dedi ki:
“Kürek kemiğine bakarak haber verilen şeyler doğrudur. Hele Ömer Ağa gibi erbabı olur ise doğruluğuna hiç şüphe etmemeli. Fakat şunu da muhakkak bilmeli ki her kuzu nerede doğmuş, büyümüş ise onun kemikleri üzerine yine o yerin geleceğiyle ilgili olan olayları yazılı olur. Dolayısıyla huduttan beri insan, hayvan, asker, ahali birbirini çiğnercesine vukuya gelecek olan bozgunluk, bizim tarafta değil, Yunan tarafında olacaktır. Çünkü bu kuzu buralı değil Yenişehirlidir. O bozgunluğu takiben yürüyüp karşılık vermek için her önüne çıkan kuvveti çiğneyecek, geçecek olan asker de bizim Osmanlı askeridir.
Recep Köso’nun şu tevili üzerine herkesin yüzünde bir ümit tebessümü görülmeye başladı ise de ilk merak, herkesin yüreğine o kadar tesir etmişti ki bu tevil ve cihetin makbul olup olmadığını soruyorlarmış gibi birbirinin yüzüne bakışıyorlardı. Bu tefeül sanatında kuzunun doğup büyüdüğü yere göre böyle bir tesir bulunup bulunmadığına dair hiçbirisi bir söz işitmemiş bulunduğundan işin bu kısmını merakla incelemeye lüzum görüyorlardı. Herkes bir şey söyledi. Kimi bu tevilin lehinde kimi aleyhinde konuşuyordu. Ömer Neşo bir meclise riyaset eden reisin en son sözünü kendisi söylemek için evvel be evvel herkesin söz söylemesi müsaadesini verdiği bir tavırla ve sessizlik hâliyle herkesin konuştuğunu büyük bir dikkatle dinliyordu. Herkes konuşmasını bitirdikten sonra o meşhur ihtiyar zat dedi ki:
“Evet! Bir on yedi on sekiz sene evvel Elbasan taraflarında bir manastırda misafirdim. Orada bir ihtiyar pop vardı. Kuzu yedik. Kemiğe baktık. Vali paşanın azledileceğini gördük. Hâlbuki vali azledilmedi. Sırp valisi değişti. Kemiğin verdiği haberin doğru çıkmadığına şaştık. O zaman pop dedi ki: Bu kuzunun anası gebe olduğu hâlde Sırbistan’dan gelmiştir. Bu haber anasının karnındayken orada kuzunun kemiğine aksetmiş. Evet, evet! Bu kemik meselesi pek mühimdir. Recep Efendi’nin dediğine benim de aklım eriyor. Doğrudur.”
Hiç Ömer Neşo bir şeye doğrudur der de bir kimse ona muhalefeten yanlış diyebilir mi? Böyle şeylere inanmak için bu adamlardaki saflık derecesinde bir saflık gerekir. O saflık ile Ömer Neşo gibi bir adama inandıktan sonra cihanın ulemasını getirip de aksini söyletseniz kulak bile vermezler. Bir ulemaya kulak verecek olsalardı Recep Köso o tevili ettiği zaman, onun sözlerine kulak verirlerdi. İleriye doğru ayrıntılı ahvalini öğrendikçe teslim olunacaktır ki Recep Köso, bu adamlara nispetle hakikaten bir ulemadır. Hele yorum tarzı tam da böyle akıl ve fikirleri sınırlı olan adamlara söylenmesi lazım gelen yoldadır. Çünkü herkesin itimat ettiği Ömer Neşo’nun yorumlarını esasen ret ve inkâr etmiyor. Haber verilen olayları muhakkak olarak reddetmiyor yalnız meydana geldiği yeri değiştiriyor. Bu yer değiştirmeye de çok uygun ve güzel bir yorum getiriyor. Yenilen kuzu Serfiçeli olmayıp Yenişehirli olduğunu ortaya koyuyor. Bununla beraber dinleyiciler onun yorumunu derhâl kabul edemiyorlar. Yine Ömer Neşo’nun tasvip ve tasdikine lüzum görüyorlar.
Elinde kalem tutanlar bu gibi ahvalden pek büyük ibret almalıdırlar. Ne söyleyeceklerini, ne yazacaklarını düşünmeden evvel kimlere hitap edeceklerini düşünmelidirler de ne söyleyeceklerini de ona göre güzelce kararlaştırmalıdırlar. Eğer dinleyici ve muhataplarının kabiliyetlerinden hariç söz söyleyecek olurlar ise kaş yapalım derken göz çıkarırlar. Kalem bir kılıçtır. Maksadına uygun kullanıldığı zaman insanlar üzerinde kılıçtan daha ziyade etki bırakır. Fakat Mesnevi sahibi Cenâb-ı Celaleddîn-i Rumi’nin buyurdukları gibi o kılıcı hakkıyla kullanmaktan âciz olanların ellerine vermemeli. Onu güzel kullanmaları için lazım gelen talim ve terbiyelerini güzel şekilde tamamlayan adamların eline teslim etmeli ki hizmetlerinden istenen güzel neticeler alınabilsin.
Recep Köso’nun yorumu ve Ömer Neşo’nun tasdiki üzerine bu bizim işret ahalisi, güya olayı gerçekleşme mertebesine varmış olan bir beladan Hızır Aleyhisselam’ın imdadı gibi bir manevi yardımla kurtulmuşçasına sevindiler. Şevk ve neşeleri evvelkinden birkaç kat daha arttı. Çingene kızlarının oyunları, kadın, erkek köylülerin horası, hatta bilfiil kendilerinin sirto oyunu defalarca tekrar ederek akşama ve akşam yemeğinden sonra da gece yarılarına kadar sürdü ve o kadar yenildi, içildi, gülündü, oynandı ki iş âdeta tarif imkânının dışına çıktı. Öyle ya? Ramazan geliyor. Bıçak silinecek. Bayrama kadar büyük bir açlık ve susuzluk ile ibadet ve itaat edilecek. Öyle bir hâle girmek için sanki gözleri arkada kalmamak üzere işret ehli böyle bir bıçak silimine kendilerini muhtaç görüyorlardı.
İhtimale pek yakındır ki insanlar arasındaki cahilce olan bu bıçak silimi âdeti de Rumeli’nin Rum, Bulgar ve Ulah gibi Hristiyanlarından ve özellikle Rumlardan intikal etmiş olsun. Gerçi buralarda ve özellikle Avrupa’da ve Avrupa’nın da bir zaman Venedik şehrinde görülen karnavalları derecesinde eğlenmek Rumeli için her zaman mümkün olamaz idiyse de büyük oruca başlanacağı zaman bir hafta kadar evvel vur patlasın, çal oynasın âlemlerine girmekten ibaret bulunan karnaval âdetleri her yerin kabiliyetlerine göre tüm Hristiyan ahali arasında az çok vardır. “Karnaval” ismiyle bir vakit yazmış olduğumuz büyük bir romanda, buna dair gereken tarihî tafsilatı vermiştik. Okuyucularımızdan arzu edenler, muhtaç olanlar, zikredilen tafsilata müracaat edebilirler. Güya büyük açlığa girileceği zaman, iki aya yakın bir müddet zarfında her türlü eğlenceden nefislerini mahrum edeceklerinin peşin bir mükâfatı olmak üzere Hristiyanlar, bu âdete riayet ettikleri gibi zamanla ve din değiştirmenin de tesiriyle zikredilen âdetin bir parçası, Rumeli ahalisine de intikal etmiş olması gerektir.
Hâlbuki halis ve muhlis Müslüman olanlar için Ramazan-ı Şerif’in yaklaşması münasebetiyle böyle oyunlara ve uygun olmayan eğlencelere bir kat daha revaç vermek değil, cehaletleri sonucu sene içinde işlemiş oldukları küçük ve büyük günahlardan tövbe ve istiğfar ile Ramazan-ı Şerif’e hazırlanırlar. Bu gibi hâllerin ve kötü âdetlerin bu kavimler arasında taklit edilip sürdürülmesi kendi cehaletleri sonucu olduğundan, bilinmelidir ki mevcut Osmanlı hükûmetinde eğitim öğretim geliştikçe halkın gözü de açılacaktır. Bu kavimler de üzerlerindeki cehaleti atacaklardır. İslami olan dinî bilgileri de tamamlandıkça böyle fena şeyleri kendi kendilerine terk edeceklerdir.

3
BİR KÂBUS
Gece yarısı yaklaştığı zaman, bizim işret ehlinin neşeleri artık ekşiyip cıvımaya başlamıştı. Her işretin neticesi zaten bu değil midir? Misafirlerin her biri bir köşede bozulup sızmak istidatlarını göstermeye başladıkları zaman Kahramanoğlu Mehmet Bey, Çingene takımını köylüler ile beraber köye gönderip misafirlerden her birini evvelce tertip edilmiş bulunan yataklarına gönderdi. Bunlar arasında en uslu akıllısı Recep Köso sayılabilirdi. Evvelce de demiş olduğumuz gibi bu adam, nispeten tahsil ve terbiye görmüş olduğu gibi geçimi ve yaşantısı da epeyce akıllıca ve hikmetliceydi. Mesela işret ve eğlence için kendine bir had tayin etmiş olduğundan, en büyük eğlencelerde bulunduğu zaman da o haddi mümkün değil geçmezdi. Midesinden rahatsızlığı nedeniyle yemek hususunda da itidali elden bırakmazdı. Hem kendisi iyi bir adamdır. Akran ve emsaliyle beraber her türlü eğlencelerde bulunduğu hâlde iffetini asla ihmal etmezdi. Dindardır da. Nasıl bir hâl ve mahalde bulunur ise bulunsun namazını terk etmez. Gerçi böyle eğlence âlemlerinde Recep Köso gibi zevatın bu perhizkârlıkları genel olarak eğlence ehlinin pek de hoşlarına gitmez. Bu konuda onu kendilerine yabancı görürler ise de Recep Efendi’nin hâli böyle de değildir. Kendisindeki züht ve takva eserini kimseye göstermez ki kimsenin zevkine mâni olmaz ki hiçbir münasebetle hikmetsiz hareket etmeye kalkışmaz ki bu gibi işret meclisindeki varlığı başkasını rahatsız etsin de istenilmeyen bir adam olsun. Küçük ile küçük, büyük ile büyük, sarhoş ile sarhoş, ayık ile ayık bulunmak bu hoş tavırlı zatın asıl özellikleriydi. Dolayısıyla kendisini herkes severdi. Hem de Recep Efendi’yi herkes hürmet ve saygı ile sever. Bu adam şu yoldaki istidatlarıyla eğer İstanbul’a düşmüş ve medrese ve ilim meclislerinde muntazam bir talim ve mükemmel bir terbiye görmüş olsaydı kim bilir ne mükemmel bir adam olurdu. Rumeli kasabasında kendi kendisine demek olacak bir şekilde tahsil gördüğü hâlde böyle mükemmel bir zat olmayı da başarmıştır.
İşte bu imtiyazına binaen Kahramanoğlu Mehmet Bey, kulenin en üst katındaki dünyaya değer odasını Recep Köso için hazırlatmıştı. Yani halis yapağıdan bir döşek, ev kadınlarının elinden maharetle işlenmiş pamuk bezli çarşaflar ile kaplı yorgan ve onun üzerine yünden bir örtüden müteşekkil yatak, yanı başına leğen, ibrik ve ipek işlemeli havlu ve seccade gibi abdest, namaz levazımı da hazırlanmıştı. Diğer işret erbabını birer birer yerlerine kadar götürüp yatırtmak ve zıbartmak gibi zor işlerde Recep Efendi de Mehmet Bey’e yardım ettikten sonra birbirine veda ettiler. Sonra da Recep Köso dünyaya değer odasına çekildi. Soyunup dökünerek ve abdest tazeleyip yatsı namazını kılarak yatağına girdi ki havanın fazla soğuk olmamasına nazaran örtüyü fazla bulmakla yorgan üzerindeki örtüyü kaldırıp bir tarafa yığmış ve aydınlıkta yatmak âdeti olduğu gibi pamuktan bükülüp sivriltilmiş ve bir tabak zeytin yağı içine konulmuş bulunan idare kandilini yakarak mumunu da söndürmüştü.
Eğlencenin bitmesinden sonra yatağına girdiği zamana kadar Recep Köso’nun beyan etmiş olduğumuz şu hâl ve hareketinden de anlaşılmış olacağı gibi bu adam sarhoş değildi. Tamamıyla aklı başındaydı. Hatta biraz sonra düçar olacağı çirkin ahvale nazaran şu anda sarhoş bulunması temenni de edilebilirdi. Zira diğer sarhoşlar gibi o da sızarak horultularıyla kuleyi doldurmak derecesinde bir derin uykuya dalar, giderdi.
Heyhat! Recep Köso uyuyamadı. “Yerini yadırgadığı için” diyemeyiz. Çünkü o yadırgamaktan dolayı uyuyamamak bizim gibi şehir ahalisine ve onlar arasında da daima kendi yatağında yatmaya alışkın olanlara mahsustur. Haftada beş kapı dolaşanlarda bu endişe olmadığı gibi Rumeli’de daima köylerde kırlarda gezip tozmaya alışkın olanlarda bu hâl hiç yoktur.
Gerçi Ömer Neşo’nun tasvir etmiş olduğu savaş hâli Recep Köso’nun aklına gereği gibi tesir ettiğinden yatağına girdiği zaman zihni zikredilen savaş hâlleriyle gereği gibi meşgul idiyse de bu meşguliyet Ömer Neşo’nun kemik falını tamamıyla desteklediği tarzındaki bir meşguliyet de değildi. Recep Efendi’nin hâl ve şanını epeyce öğrendik ya? Bu yoldaki cahilce tefeüle kapılmamak için kendisi teselliye muhtaç olması şöyle dursun, başkalarını kendisi teselli ve tatmin ederdi. Bu adam vilayet gazetesinden başka, İstanbul gazetelerine de abone olarak dünyanın ahvalinden daima haberdar olur. Hatta Rum lisanını ana lisanı olmak suretiyle bildiği gibi bilahare biraz da okumuş yazmış bulunduğundan Atina’dan da bir gazeteye abone olarak oranın ahvaline de mütemadiyen vâkıf bulunur. Dolayısıyla Recep Köso Yunanlıların Girit’e tecavüz suretinde gösterdikleri küstahça cüreti bir kara savaşına kadar vardıracaklarını kesine yakın bir öngörüyle tahmin ediyordu. Hem bu tahmin güç bir şey de değildi. Her gün bir kahvede bir meyhanede bir meydan yahut bahçede binlerce sarhoş Yunanlının: “Zito polemos!” yani “Yaşasın Savaş!” naralarını ayyuklara çıkarmışlardı. Etniki Eterya denilen fesat cemiyet de bu yolda propagandalar yapıyordu. Onların gazeteleri de tüm bu faaliyetleri övgüyle yazıyorlardı. Bu şekilde Osmanlıları şevklerini kırabilirlerse muhakkak muharebeye girişeceklerini ve ilk darbeyi Manastır’a ve ikinciyi Selanik’e vurup üçüncüde ise Edirne’ye varacaklarını mecnunları bile güldürecek bir yaygara ile neşredip duruyorlardı. Bu velvelelerin önü alınmaz ve halk da buna inandırılacak olursa bu işin mutlaka bir muharebeye kadar vardırılacağını tahmin etmekte Recep Köso için zorluk mu görülür? Bu muharebenin neticesi, gereği gibi zihnini yoruyordu. Zira daha buracıkta haber verelim ki kendisi aslen Yenişehir ahalisindendi. Bir kere göç hicret sıkıntılarını çekmiş bulunduğundan dolayı onun tekrarından ne kadar korksa mazur görülebilirdi. Fakat Yunan içinde görülen galeyana karşılık mevcut Osmanlı hükûmetinin de büyük bir dikkat ve tedbirle hududa doğru akın akın asker sevk etmesini de büyük bir gelişme olarak görüyordu.
Taşra ahalisinden bulunması ile beraber fikrini ve nazarını bu derecelerde aydınlatmaya muvaffak olmuş bulunan Recep Efendi, özellikle her işinde hikmetle hareket eden Cenâb-ı Abdülhamit Han Gazi’nin elinde bulunan memleketleri muhafaza için gösterdiği gayretleri biliyordu. Onun bu konudaki muvaffakiyetlerini bildiğinden de ümitvardı. Dolayısıyla siyasi hâlleri ve onun savaşla ilgili tedbirlerinden haberdar olduğu hâlde yine de uyuyamıyordu. Uykusu gelmiyordu. Niçin? Onu kendisi de bilemiyordu.
Aşağıda değirmende ve ahırlarda yanaşmaların son hizmetini görmek için vukusu tabii olan gürültüler, patırtılar da yarım saat zarfında sükûta erdiler. Yalnız değirmenin üç taşı birden çalışmakta bulunması sebebiyle, olukların çağıltılarıyla taşların gırıltılarından oluşan bir uğultu uzaktan uzağa, derinden derine gelmekte idiyse de biraz zaman zarfında kulaklar buna da alıştıktan sonra bu da gecenin sükût ve sükûnetini ihlal edemiyordu. Aradan bir hayli zaman daha geçti. Recep Köso, yatağı içinde kâh sağdan sola ve kâh soldan sağa birkaç nöbet döndükten ve bazı nöbetleri de arkası üstü yatarak geçirdikten sonra yine uyuyamadı. Uyuyamadı ama… Evet! Henüz uyumuyor ama… Hâlâ uyanık ama o ne? Gözleri önünde bir şeyler belirmeye başladı.
Yattığı oda, Kahramanoğlu Mehmet Bey’in kulesinin en üst katındaki dünyaya değer odası. Bu odada bin defa yatmış. Aşağıdan dik bir merdiven ile doğrudan doğruya odanın içine çıkılıyor ki merdivenin kepengi kapandıktan sonra o kepenk de odanın döşeme tahtalarına bağlanıyor. İşte odanın dört duvarında dört pencere. Recep Köso’nun da gözleri açık olduğundan bu pencereleri ve hatta demincek yatmadan evvel bir köşeye asmış olduğu silahlarını bile görüyor. Görüyor ama bu müşahedesiyle beraber kendisini bir kalabalık şehirde buluyor. Karmakarışık bir hâl içinde. Muharebe hâli gibi bir hâl! Kulağına çığlık nevinden fena fena sesler geliyor. Fakat adamcağız uyumuyor. Gerçi yatağı içinde sanki buz gibi donmuşçasına hareketsiz yatıyor. Ama uyumuyor. O kadar uyumuyor ki işte değirmen tarafından bir iki horoz, sırayla ötmeye başladıkları hâlde kulakları bu horoz seslerini de işitiyor. Evet, horoz seslerini işitiyor ama o canhıraş çığlıklar da kulağına varıyor. Hem pek yakından. Âdeta oda içinden! Daha tuhafını mı istersiniz? Bu çığlıklar bir kadın çığlığı, hem de sesi kendisine pek malum olan bir kadının çığlığı! Bu çığlık kendisine hitaben koparılıyor. “Köso! Yetiş! Oğlumu kurtar…” diye haykırıyor. O aralık Recep Köso bu çığlığı koparan kadını da gözleri önünde gördü. Hem de ne zor, ne müthiş bir hâl içinde ya? İzbandut gibi bir herif, elinde kocaman bir bıçak olduğu hâlde saldırıyor. Kadının arka tarafında kendisini kurtarmaya çalışan bir delikanlıyı vurmaya çalışıyor. Kadıncağız kendi cismini bu delikanlıya siper ederek hem katil ile uğraşıyor hem de Recep Köso’dan o feryatlar ile yardımda bulunuyor.
Ne acayip hâl! Recep Köso, bunları ayan beyan gözleri önünde görüyor da yerinden kımıldanamıyor. Kalbinde gümbür gümbür bir heyecan ki âdeta çatlayacak. Fakat bu hâl bir rüya değil. Çünkü uyumuyor. Gözleri açık. Güzel odasının dört duvarını, dört penceresini ve duvarlardaki asılı olan şeyleri tamamıyla gördüğü gibi bu duvarların içinde kendisine şöyle bir hâl, şöyle bir âlem daha görünüyor. Bunun daha garibini mi istersiniz? Bir aralık Recep Köso, bu kadının da bu katilin de kim olduklarını bile anladı. Kadın Filomene’dir. O sevgili Filomene. Katil de Andrea Kostopolo’dur. O hain Andrea Kostopolo! Yalnız Filomene’in müdafaası uğrunda böyle fedayı canı göze aldırmakta bulunduğu delikanlının kim olduğunu bilemiyor.
Durumu olduğu gibi tasvir için söylemeye mecbur olduğumuz şu sözler, epeyce bir zamandır söylenip duruyorlar idiyse de Recep Köso’nun, gözleri önünde peyda olan bu hayallerin o kadar geniş bir zamanda geçtiğini zannetmeyiniz. Gerçi geçen bu zaman Recep’in de o hâline göre bin yıllık bir zaman imiş gibi geliyorsa da hakikatte bu hayaller iki üç dakika kadar ancak sürebilmiştir. Zira değirmen tarafında ötmeye başladıklarını haber verdiğimiz horozlar henüz ötmelerini bitirmemişlerdi ve hâlâ ötmeye de devam ediyorlardı. Bu hâle mukabil Recep[4 - Orijinal metinde “Ömer” şeklinde yazılmıştır.] Köso’dan başka birisi olsaydı kim bilir ne kadar korkardı. Bunu cin veya şeytan hareketlerine yorarak ihtimal ki aklını bile bozardı. Emsali de nadir değildir ya? Ne başkalarına bu gibi olayların emsali nadirdir ne de bunların mahiyetleri ne olduğunu bilemeyip de türlü dertlere düçar olmuş bulunanların emsali nadirdir. Özellikle Rumeli’de ki bizim buralarda mevcut olan cin, peri, evliya falan rivayetleri tamamıyla mevcut olduktan fazla, oralarda bir de “vampir” evhamı hüküm sürer. Güya vefat edenlerden birisi kabrinde cadı olurmuş. Bu cadılık hâli etsiz, kemiksiz, yalnız içi kan dolu bir tulumdan ibaret kalmak gibi bir hâlmiş. Geceleri cadı kabrinden çıkarak evleri dolaşır, türlü zararlar verirmiş. Bu cadıları tekrar öldürmek sanatına vâkıf adamlar da bulunarak mahallelinin müsaadesi veyahut cemaatlerin muvafakati ile bunlar o vefat edenin mezarlarına giderler ve kıpkırmızı kızarıncaya kadar kızdırılmış olan uzun bir demir çubuğu mezara saplayıp, içindeki cadıyı bu suretle bir daha öldürürler de halkı bunların eza ve cefasından kurtarırlar.
Ne o? Gülüyor musunuz? Üsküp taraflarında böyle bir olayı mahallî bir gazete yazmıştı da İstanbul basını da nakledip yayınlatmıştı. Halk buna böylece inanır ya? Siz ona bakınız. Fakat Recep Köso’nun taşralılık hâliyle beraber basının yazması sayesinde öğrenmiş olduğu hikmetli fikirler, bu hayallerin hakikatini adamcağıza hatırlattı. Bildirdi ki bu bir kâbustur. Avamın lisanında buna “ağırlık basmak” denilen bir hâldir. Bu hâlin fizyolojik sebeplerini tıp ve tabipler tayin edemiyorlar. Kimisi kana, kimisi damarlara ait bir hâl olduğunu söylüyorlar ise de buna dair ikna edici bir cevap da henüz veremiyorlar. Hele buna henüz uykuya varmaksızın uyku ile uyanıklık arasında gerçekleşen bir rüyadır diyenler tümüyle yalan söylüyorlar. Rüyada bu sıkıntılar, bu bunaltıcı hâller olur mu? Gerçi uyku ile yakaza arasında bazı rüyalar görülür ise de onlar pek kısa ve süreksiz şeylerdir. İnsanın pek yakında meşgul olduğu bazı suretler şöyle gözleri önünden gelip geçiverirler. Kâbus ise âdeta bir hastalıktır. Müthiş bir hastalıktır. Bazı kimseler cüssesi büyük bir ifrit kendi üzerine çökmüş de altında kendisini eziyormuş gibi dehşetli şeylere kadar görürler. Fakat elleri, ayakları bütün damar ve sinirleri bağlanmış da zerre kadar harekete mecalleri kalmamış gibi bir hâlde bulunurlar. Hatta kâbus hâlinde insana görülen şeyler bazen Frenklerin “presentiment” dedikleri, meydana gelmeden önce anlık hissedilen şeyler suretinde de olurlar. Yani biraz zaman sonra vukuya gelecek şeyi böyle önceden kâbus hâlinde görür.
Kısacası Recep Köso, kendisine vaki olan bu hâlin bir kâbus olduğunu anladı. Bu hâtıra kendisine gelir gelmez kâbusun şiddeti de gevşedi. Üzerindeki büyük bir yük yavaş yavaş kalkmaya başlamış gibi bir hâl duydu. Evet, kâbusun hükmü böyledir. İnsan onun ne olduğunu bilemediği ve dolayısıyla endişe ve korkusunu arttırdıkça arttırdığı müddetçe kâbus da en ziyade şiddet ve dehşetini gösterir. İnsan yerinden kımıldanamaz. Kâbusa düçar olan bir adama baksanız tüyleri dimdik dikilmiş ve beti benzi kireç kesilmiş, yani gördüğü müthiş bir şeyden fevkalade korkan bir adamın ne hâle girmiş olduğunu görürsünüz. Nefesi de kesilerek yalnız şiddetli bir heyecandan başka bütün vücudunda hayata delalet edecek hiçbir hareket görülmez. Bu hâlin bir kâbus olduğunu anlamaya başlaması ise aklın o muvakkat hastalıktan yavaş yavaş kendisini kurtarması demek olur. Arası çok geçmeksizin akıl bütün bütün kurtulup insan uyanır. İşte Recep Köso da bu şekilde bütünüyle uyandı. Kalkıp yatağı içinde oturdu. Hatta bir Ayete’l-Kürsî okuyup etrafına üfledi. Ama hâlâ endişeli. Etrafında evvelki müthiş olaydan bir şey kalmış olup da gözlerine gözükecekler mi diye korkusundan etrafına bile pek de dikkatle bakınamıyor.
Artık uyku bütün bütün kaçtı. Mumunu yakarak bir de sigara yakıp dumanlandırmaya başladı. Hem dumanlandırıyor hem de düşünüyordu. Hem düşünüyor hem de kendi kendisine diyordu ki:
“Zavallı Filomene! On beş, on altı sene oldu. Din değiştirip Müslüman oluşlarını çok sıkça rüyamda görüyor idiysem de sonraları bütün bütün görmez olmuştum. Ah evet! Sonraları! Din değiştirdikten sonraları! Öyle ya! Neden göreceğim? Düşünecek bir şey kalmış mıydı ki onu düşünerek rüyamda da göreyim? Zavallı kızcağız! Kim bilir ne olmuştur. Ya Andrea? Vay hınzır herif! Hâlâ o Andrea. Ah! Fırsat elvermedi ki o lanetli beynine bir kurşun sıkayım da… Kim bilir o da ne olmuştur? Ama acı patlıcanı kırağı çalmaz derler. “
Recep Köso’nun kendi kendisine söylediği sözler bunlardan ibaret kalmadılar. Malum ya! Bunlar adamcağızın zihninden geçen şeylerdir. Böyle bir hâlde bir kere insanın zihni bir tarafa yoğunlaştı mı ondan kolay kolay geriye alınamaz. İnsanın elinden olmaksızın zihin o şey ile meşgul olur, gider. Recep Köso’nun zihni de bu meşguliyeti ileriye götürdü. Gördüğü şey bir rüya olmadığı gibi onu hayra mı, şerre mi yormak lazım geleceğini bilemiyordu. Bir kâbus olduğu hâlde dahi kendi iradesine sahip olmadığı şu dakikalar zarfında hayali önünde başka şeyler canlanmayıp da şu Filomene ile Andrea Kostopolo’nun canlanmasına da bir mana veremiyordu.
Bir aralık hatırına gelerek kendi kendisine:
“Ah tahsilimi tamamlayamadım ki. Âlim olsaydım bu acayip hâlin hikmetli sebeplerini bilirdim ve meraktan da kurtulurdum.” dedi ise de bilmiyordu ki asıl hatası bu temennidedir. “Zavallı adamcağız, âlim olmadığına bin şükür et. Hiç olmaz ise şu cahil olan hâlinde en azından bir ümidin olsun var. Âlim olsan bunun sebep ve hikmetini anlayabilirdin diye ümit ediyorsun. Âlim olsaydın sende bu ümit dahi bulunmazdı. O zaman anlardın ki bu şekilde insanlara nasip olabilen ilim onun bu yoldaki şüphelerini halledebilecek dereceden pek uzaktır. Ahvâl-i beşerde neler vardır neler ki insan bütün kütüphaneleri yutmuş olsa da onların hâllerini yine bilip anlayamaz ve tümüyle üzüntüye düşer. En büyük filozoflardan birisi: ‘İlim öğrendikçe cehaletim arttı. İlimde ilerledikçe ne kadar cahil olduğumu anlamaktan başka bir netice çıkaramadım. İnsan iki cehalet arasında sahile vurup gidiyor. Bunun birisi doğduğu andaki cehaletidir ki bu yaratılıştan insana verilen bir şeydir ki buna vehbî ilim diyoruz. Diğeri tahsili esnasında ulaşacağı bir cehalettir ve bu da insanın kendi iradesiyle gerçekleşir ki buna da kesbî ilim diyoruz.’ sözlerini laf olsun diye söylememiş. Boşuna söylememiş. İşte bu kâbus gibi binlerce hâllerin hakikatinin anlaşılması şöyle dursun, tarif mahiyetinde bile ilmin aczini görmüş de onun için böyle söylemiş.”
Recep Köso, sigaranın birini bitirdikten sonra birini daha yaktı. Tefekküri olan hayalini yine bir neticeye vardıramadı. Hatta bir üçüncü sigara daha yaktı. Nihayet şamdanındaki mum bitti. Onu söndürüp “Bakalım uyuyabilir miyim?” diye tekrar yatağına uzandı. Yatarken gece kandilin içindeki yağa bakıp miktarının sabaha kadar kifayet edebileceğini görünce ziyadesiyle sevindi. Öyle ya! Uyku hâlinde bile karanlığı sevmeyen ve karanlıkta uyuyamayan bir adam uyanık olduğu hâlde karanlığa nasıl tahammül edebilir? Bu anda gelip de zeytinyağının fiyatını Recep Köso’dan sormalıydı. Bir dirhemi bin altına olduğunu iddia etse bile mazur görülürdü.
Gafletle geçmeyelim: Her şeyin kıymeti yerine göredir. Şeyh Sadi’nin hikâye ettiği gibi çölde aç kalarak helak derecesine gelmiş olan bir adam, içi dolu bir torba bulmuş. Arapların yol nevalesi olan kavrulmuş buğday zannıyla pek sevinmiş. Bir de açıp bakarak torbanın hâlis inci ile dolu olduğunu görünce bir kahırlanmış, bir üzülmüş ki! Öyle ya! Çölün orta yerinde cihana değer cevherleri ne yapsın? O kıymetli cevherler ancak kendi piyasasında değerlidir. Bir gün yaşayabilmek için bir avuç buğdaya muhtaç olan bir biçare nazarında onun kum kadar da kıymeti yoktur. İşte zeytinyağı için Recep Köso’ya böyle bir kıymet takdir ettirecek hâl de o kâbus gecesinin durumunu gösterir.
Biçare adamcağız yatağında bir hayli müddet daha yuvarlandı. Hatta köylülerin “ikinci horoz” tabir ettikleri ikinci nöbette dahi horozlar ötme vazifelerini ifa ettiler. Hakikaten köylülük âleminde horoz sesi ne mühim şeydir? Kışta, kıyamette, karda, dumanda, gece karanlığında yolunu kaybeden bir yorgun yolcu için bir horoz sesi Hazreti Hızır’ın bir imdat sesi gibidir. Geceleri nöbet nöbet horoz ötmesi köylüler için saat yerine geçer. İlk horoz gecenin dörtte biri geçtikten sonra öter. Dörtten sonraki zaman da dörde bölünerek her birinde de nöbetle bir horoz öter. Dördüncü ötüşünde artık şafak sökmeye başladığından ortalık tamamıyla aydınlanıncaya kadar horozların ötmeleri rastgele birbirini takip eder. Hatta gece vakti horozun vakitsiz ötmesini de köylüler fark ederler. Hem de bozuk bir saatin vakitsiz çalması gibi! Bu vakitsiz ötüşü de dikkate alırlar. Bunu uğursuzluk olarak da sayarlar. Bunu türlü felaketleri haber veriyor diye endişelenip korkarlar. Hatta o horozu keserler bile. Bir de bu uğursuzluk onun çorbasını yemeye yine mâni olmaz. Şu batıl olan inanç ne kadar da boştur! Değil mi? Horoz ne bir belanın yaklaştığını ihbar için öter ne de sabahın gelişini. Onun ne için öttüğünü bir kendisi bilir, bir de Halik’i. Bir üçüncü daha bilen vardır ki o da ehl-i hâl olandır. Fakat onun bilgisi bir zandan ibarettir. Herhâlde vakitsiz horoz sesinden endişe duyanların zanları gibi tümüyle batıl bir zan değil! Doğru olması pek muhtemel olan bir zan. Zira bu hayvan sesleri anlamsız değildir. Boşuna da değildir. Olamaz da! En büyük ehl-i dikkat, pek kolaylıkla hissediyor ki kurt, kuş, insan, cin, arz ve sema o ezelî ve ebedî olan Haliklerini tespih etmektedirler.
İkinci horozlar öttükten sonra Recep Köso, üçüncü horozları işitemedi. Yavaş yavaş beynine istirahat gelip özellikle değirmenin uğultusu da derinden derine bir ninni makamına kaim olduğu için uyuya kalmıştı. Kim bilir kaç saat uyuyabildikten sonra aşağıda peyda olan gürültüler, patırtılar o derin uykusu hâlinde de kulaklarına varmaya başladılar. Anladı ki arkadaşlar kalkmışlardır. Fakat bunu hiç de anlamak istemiyordu. Henüz uykusunu alamamış olduğu için gözlerini açamıyordu. Tekrar uykuya daldı. Gürültüler, patırtılar ile tekrar uyandı ise de yine kalkmamakta ısrar etti. Nihayet arkadaşlarının odasına çıkan merdivenin birkaç basamağından çıkarak yumruklarıyla kepenge vurmaya başladıkları ve Köso’nun:
“Canım bırakınız beni. Ben bu gece uyuyamadım.” Yollu ricalarını da kabul etmedikleri gibi adamcağız çarnaçar kalktı. Saat üçü geçiyormuş. O gün kasabaya dönecekmiş. Fakat dönüşten evvel bir de sabah faslı icra edileceği için o sevgili arkadaşı da kaldırmışlar imiş.
Bu geceki hâline nazaran bu sabah Recep Köso, sevildiğinin bu derecesinden hiç de memnun olmadı ise de adamcağızın hâlini öğrendik ya! Ahbabı kırmak istemez. Dolayısıyla hâlinden kimseye haber vermeyip ve hiçbir şikâyette bulunmayıp sabah faslına da sanki herkesten ziyade kendisi istiyormuş gibi büyük bir şevk ve iştiyak ile katılmış oldu. Öğleye kadar Çingeneler bir fasıl daha yaptılar. Köylüler hizmetlerine gitmiş oldukları gibi beyler, ağalar kendileri de bir nöbet sirto oyunu icra ettiler. O zamana kadar atları da hazırlanmış olduğundan sabah kahvaltısı ile kuşluk yemeğini birleştirip atlarına bindiler. Her zaman âdetleri olduğu üzere gülerek oynayarak ve bazen de at oynatıp silahlar atarak akşamüzeri Serfiçe’ye dâhil oldular.

4
RECEP KÖSO
Recep Köso’yu bazı kere “Recep Efendi” diye tavsif edişimiz, bu zatın pek bayağı bir adam olmadığını göstermeye kâfi iken, belki de öylesine olan talim ve terbiyesine dair vermiş olduğumuz haberler böyle bir kuzunun kürek kemiğinden edilen tefeüllere canıgönülden inanacak kadar saf olan adamlara nispetle kendisinin ne kadar da bilinçli olduğunu anlamaya kâfidir. Fakat hikâyemizin en önemli şahsı ve hemen hemen yegâne kahramanı bu adam olduğu için kendisini okuyucularımıza tamamıyla tanıttırdıktan sonra romanımızın bundan on altı, on yedi sene evvel başlayan olaylarını da artık anlatma zamanı gelmiştir.
Bu zatın lakabı olarak tekrarladığımız “Köso” kelimesi bizim Türkçe “köse” lafzından bozma ve düzme bir kelimedir. Fakat Recep Efendi’nin asıl lakabı “Köseoğlu” olduğu hâlde bu “Köso”ya dönüşmesi esnasında “oğul” manasının “sin” harfi de “sad” harfi gibi telaffuz edilmiştir. Bunun bu şekilde telaffuz edilmesi Arnavut lisanının mı, yoksa Rum lisanının mı gereği olduğunu bilmiyoruz. Hangi lisanın gereği olursa olsun bunun dil bilgisi kurallarını tam olarak bilemiyoruz. Bildiğimiz şey, Recep Köso kelimesini Türkçeye çevirince “Köseoğlu Recep” denmesi lüzumundan ibarettir. Hatta Serfiçe’nin lisanınca terbiyece gereği gibi ilerlemiş olan ahalisi, malum ismiyle, künyesiyle yâd edecekleri zaman hep böyle ifade ederler.
Recep Köso, Serfiçe’nin yerlisi değildir. Berlin Antlaşması’nın Ayastefanos Antlaşması’nın güya şartlarını ortadan kaldırdığı esnada Yunanistan’ın, Devlet-i Aliyye ve Rusya Savaşı’nda güya rahat durmuş olduğuna bir mükâfat olmak üzere Yunan hükûmetine Teselya’yı hediye etmiş. Yunan idaresi ise idaresi altında bulunan yerlerde Müslüman ahalin göçü için bir kolaylık sağlamış. Buralardaki Müslüman ahali diğer Osmanlı vilayetlerine hicret ettikleri sırada Recep Köso dahi Serfiçe taraflarına hicret etmiştir. Berlin Antlaşması’nın Yunanistan’ı bu suretle mükâfatlandırmış olmasına o zamanlar şaşmadık kimse de kalmamıştı. Yunan hükûmeti, o zaman bile pek durmayıp da o büyük kargaşalık fırsatından yararlanabileceği istifadeyi arayacak olsaydı, belki yine de bir şey yapamayacağı malum iken bile, büyük devletlerin bize böyle bir haksız teklifte bulunması Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin de haklı şikâyetini gerekli kıldığından bir hayli zaman Devlet-i Aliyye, antlaşmanın bu hükmünü hiç icra etmediği hâlde ne yazık ki o zamanların siyasi durumu buna müsait değildi. Osmanlı Devleti, bu haklı isteğinde daha fazla ısrar etseydi belki de daha fena olacaktı. Bundan çekindiğinden bu fedakârlığa katlanmayı ehven-i şer[5 - Birkaç kötüden en az kötü olanı, kötünün iyisi. (e.n.)] olarak bakıp kabul etmişti. Bir de her hususta olduğu gibi bu hususta da yardımını hiçbir zaman esirgemeyen padişah hazretleri yine imdada yetişerek Yunanlıların hayallerinin tümünün gerçekleşmesini engellemişti. Yunanlılara yardım eden Avrupa’nın büyük devletleri ikna edilmeye çalışılmıştı. İlk anlaşmaya göre Yanya ve Manastır’a doğru birçok yerlerin terki tarafında olduğu hâlde Osmanlı hükûmetinin gösterdiği ikna çabaları sayesinde yalnız Teselya’nın bir kısmı ile Epir’in pek küçük bir parçası feda olunmuştu. Bu çok zor ve karışık mesele, o dönemde pek büyük tehlikeler getirebilecekken bu şekilde çözülmüştür.
Anlamalı ki Yunan komşumuzdaki garipliğe böyle bir anlaşma üzerine memnun olmuştu. Bundan sonra bazı aksamalar olsa da Devlet-i Aliye’miz ile hoş geçinmeye çalışmıştı. Bundan birkaç yıl sonra imzalanan: “Berlin Antlaşması bize daha ziyade toprak vermişti. Hükûmet-i Osmaniyye, onların tamamıyla yok sayılmaması için ısrar etti. Onların tekrar bize vermediği yerleri de yine silahımız kuvvetiyle alırız.” diye bir askerî savaş cephesi de açılmıştı. Bu arada onların bazı askerleri de bize saldırmış idiyseler de Recep Paşa hazretlerinin kumandası altında bulunan Osmanlı askerî birliği bir hamlede hücum edenleri tarumar ederek öldürmüştü. Bu öldürülen ve yaralananlardan başka bir miktarının da esaretiyle bu işe son verilmiştir. Bu mağlubiyet de Yunan’ın aklını başına getiremediğinden işte bu davaya güya Hükûmet-i Osmaniyye idaresinden şikâyetçi olan Giritlilere millî yardım gayretini ileriye sürerek evvela Girit’e ve müteakiben o hareketini teyit için Alasonya ve Yanya taraflarına tecavüz etmesi komşumuzun bir üçüncü fitne hareketi olmuştur. Diğer arkadaşlarımızın yazdıkları savaş tarihleri, işin bu kısımlarını yazıp yorumladıklarından biz romanımızın olaylarından fazla uzaklaşmayalım.
Bizim Köseoğlu Recep Efendi, Yenişehir’den hicret ettiği zaman yirmi, yirmi bir yaşlarında bir delikanlıydı. Sonradan kendisini Kahramanoğlu Mehmet Bey’in ziyafetinde gördüğümüz vakit otuz altı, otuz yedi yaşlarında bir babayiğit olduğu hâlde de uzun boy, ince bel, geniş omuzlar ile iri yarı bir kahramandı. Hele yeni hicret ettiği zaman bundan daha genç, daha nazik olan vücudu bir de gayet güzel yüz ve kaşlarıyla ancak rekabet eden bir çift bıyık ile bir kat daha letafet kattığından Serfiçeliler:
“Hakikaten insan güzeli bir hemşehriye nail olduk!” diye sevinmişlerdi. Recep Köso, bu hicret esnasında henüz bekâr idiyse de aile halkının tümüne o babalık ediyordu. Yalnız bu zaman değil yedi, sekiz yıldan beri bu çocuk aile babasıydı. Zira babası Köse Osman Efendi, bundan daha evvel vefat etmiş ve yalnız oğlu Recep’ten başka erkek evlat bırakmayıp bir zevcesiyle iki kızını da oğlu Recep’in muhafaza ve idaresine bırakmış, gitmişti. Gerçi Osman Efendi, fakir değildi. Yenişehir tarafında bir iki çiftlik sahibi bir adamdı. Bunların hüsnü idaresiyle kendisi bolluk içinde geçinmiş olduğu gibi vârisi kalan delikanlı, aklını başında bulundurmak şartıyla bu gelir ile şu familyayı yine böylece bolluk ve bereket içinde geçindirebilirdi.
Evet! Recep böyle aklı başında bir çocuk çıktı. Hem de sözün doğrusu Yenişehir beylerinin pek çoğu uslu, akıllı çıkmazlardı. Çoğu mirasyedilik âlemlerinde servetlerini tükettikleri hâlde Recep Efendi, bir karış yer, bir habbe mal elden çıkarmayıp pek akıllıca hareket etti. Ama bunun bir büyük sebebi vardır. Şudur ki: Pederi vefat ettiği zaman on iki yaşlarında bulunan bu çocuk, o zamana kadar babasının yardımıyla ilkokulu, gereği gibi tamamlamış olduğu hâlde henüz tümüyle tek başına hareket edebilecek yaşta değildi. Valide baskısına itaat edecek kadar çocuk sayıldığından ve validesi Çelebi Molla ise pek becerikli bir kadın olduğundan çiftçilik işlerinin idaresine dair oğluna pek etraflı emirler verir ve Recep de bu emirlere harfi harfine riayet ederdi de işleri yolunda giderdi. Birkaç sene böyle bir annenin emri altında hareket eden Recep Efendi, çiftçilik işlerinin en maharetli bir müdürü gibiydi. Artık delikanlılık çağına girmiş bulunması sebebiyle silah kullanmak, hayvana binmek, avda, kuşta dolaşmak gibi merakları da ileriye götürdüğü hâlde validesinin bu meraklara asla itiraz etmemesi ve bu yolda çocuk ne kadar masraf etse esirgememesi Recep’in de validesinden hoşnut kalmasını sağlıyordu ve dolayısıyla onun gözetiminde devam ettiği emirlere uymayı çok lüzumlu görüyordu.
Çelebi Molla’nın gayet akıllı bir kadın olduğuna bu da delalet eder ki insan kısmı hangi yaşta bulunursa bulunsun elbette heva ve heves türünden sayılacak bazı şeylerin meraklısı olacağından, Recep gibi bir gencin böyle atlara, tüfeklere, tabancalara, av köpeklerine talanlara merak etmesini o yaşta bulunan bir delikanlı için muzır görmek şöyle dursun aksine faydalı da görmüştür. Zira bu meraklar kendi sahibini, cesur, çevik ve çabuk bir kahraman ederler. Hâlbuki çocuk bunlara merak etmeyecek olursa hiç meraksız, hevessiz kalması mümkün olamaz. O durumlarda kumar, işret falan gibi nice muzır ve tehlikeli meraklara düşeceğinden, bu tehlikeli meraklara düşüp de malını, vücudunu ve namusunu tehlikeye atacağına o kahramanca olan meraklara düşerek mert bir çocuk olarak terbiyesini tamamlamış olur. Çocuk terbiyesi konusunda bu ince sırlara ulaşmış bulunan akıllı bir validenin oğlunun mükemmel bir adam çıkmaması mümkün olabilir mi?
Recep’in validesine birkaç defa düşen münasebet üzerine “molla” unvanı vermiş olmamızın sebep ve hikmeti izaha muhtaçtır. Yenişehir’de kadınların “hanım”, “molla” ve “dudu”dan ibaret üç çeşit lakapları vardır. Bunun birincisini mutasarrıf, hâkim, muhasebeci, mektupçu ve şehrin yüksek hanedanından olan zevatın eşlerine tahsis ederler. Öyle her rast gelen “hanım” unvanını alamaz. İkincisini de kadınlar arasında mümkün olabildiği kadar okumuş bulunan kadınlara verirler. Burada maalesef yalnız “okumuş” bulunan demeye mecburuz. Zira yeni usul eğitimimizde çocukların yazması daha kolay ve okuması daha güç olduğu hâlde; eski usul tedrisimizde aksine kolaylık okumakta, güçlük ise yazmakta olduğundan harekeli yazıları okuyabilenler nispeten çok bulunurdu da bunlar yazı yazmaya muktedir olamazlardı. Eski usulün müsaadesi derecesinde Rumeli’de dahi kadın eğitimine önem verilir. Kızlardan pek çokları hıfzını dinletirler. Bunlardan daha çokları “Hüda Rabb’im”, “Muhammediye”, “Ahmediye”, Menkıbe-i Mevlid-i Şerif ve İlmihâl” vesaireyi pek güzel okurlar. İşte böyle okumuş olan kadınlara da velev genç olsunlar “molla” unvanını verirler. Hakikaten kibardan olmamakla beraber okuma bilmeyen kadınlara Yenişehir’de genel olarak “dudu” derler ki Deliorman, Tuna ve Balkan taraflarında da bunlara “kadış” lakabını verirler. Bizim Recep Köso’nun validesi, Yenişehir’de okumak ile meşhur olan kadınların en güzidesi olduğu gibi hatta sonradan oğluna gelen gazeteleri de okuyarak İstanbul’da kızlara yazı da yazdırıldığını görmekle gazetelerde gördüğü fıkraları kopya ede ede biraz yazmayı bile öğrenmiştir.
Yaşı on yediye doğru yaklaştığı ve belki de geçtiği zamanlar, Recep’in validesi oğlunun bazı gizli münasebetlerini de haber almaya başladı. Mesela tarım işlerinin hiç lüzum göstermediği zamanlarda yahut hiçbir av mevsimi olmayan vakitlerde Recep Efendi, köylere giderdi. Bir iki gece kalır. Dönüşünde validesi nereye gittiğini, niçin gittiğini ve gittiği yerde ne yaptığını sormaya başladığında münasip cevaplar da veremez. Evvelden yalanlar tertip edip hazırlamamış ki tereddütsüz ve ikna edici cevaplar verebilsin. Kendisi ise sütü temiz, özü sözü doğru bir çocuk olduğundan yalana tenezzül de etmez. Köylü kadınlarıyla geçirdiği gizli demleri validesine itiraf ve her şeyin doğrusunu ikrar da edemez ya? Kızararak bozararak söyleyebildiği yalanları Çelebi Molla kâfi cevaplar olarak asla tereddüt etmeyip:
“Pekâlâ oğlum pekâlâ! Delikanlı değil misin? Elbette istediğin gibi gezer tozarsın. Bundan dolayı sana darılmaya hakkım yoktur. Fakat düşün ki sen başka delikanlılara benzemezsin. Onların babaları, ağabeyleri var. Sen öksüzsün. Hatta öksüzden bile fazlasın. Sen aile babasısın. Hepimizin babası sensin. Kendini tehlikeye düşürecek hâllerde bulunma da nasıl istersen öyle gez, eğlen.” diye oğluna hem hadsiz izinler verir hem de asıl korktuğu şeylerden uzak durması için gerekli nasihatleri ifa etmiş olurdu.
Recep Efendi hakkında validesinin aldığı haberlerden daha fazlasını ahbaplarından birtakım kadınlar alırlardı. Ama bu fazla olan haberler ağızdan ağıza dönen haberlere katılan mübalağalardan çıktığına şüphe etmezsiniz ya? Bu ahbap kadınlar şu aldıkları haberler üzerine Çelebi Hanım’a nasihat vermeye de kalkışırlardı. Kendileri, kendilerine ait olan işleri için daima muhtaç oldukları nasihatleri, Çelebi Hanım’dan istemiş olsalar daha iyi ederlerdi ama dünya böyledir. İnsanoğlu daima bu hâldedir. İnsan kendisini nasihate muhtaç görmez. Başkalarını kendi nasihatlerine muhtaç görür. Çünkü başkalarının işlerini düşündüğü kadar kendi işini düşünemez de onun için kendini nasihate muhtaç görmediği hâlde başkalarını nasihate muhtaç görür. Bir akıllı derdi ki:
“Herkes başkalarının işlerine sarf ettiği aklını kendi işlerine sarf etmiş olsaydı dünyada bedbaht ve sefil kimse kalmazdı.”
Ahbap kadınlarının verdikleri nasihatlerin neticesi hemen umumiyet üzere Recep Efendi’ye münasip bir kız bulunup evlendirilmesi meselesine dönüşürdü. Çelebi Molla ise bu tekliflere büyük bir nezâketle bir tebessüm ederek derdi ki:
“Oğlumun mürüvvetini görmeyi ben de istemez miyim? Hatta evlendirmek için küçük de değildir. İdaremiz sebebiyle de buna bir mâni yoktur. Fakat evliliği istemek onun hakkıdır. Onu evliliğe zorlamaya da bizim hakkımız yoktur. Evet! Şöyle bir teklif ve teşvik edilmesi lüzumu hatırlara gelir ama benim kaidem böyle değildir. Bence bir delikanlı evlenmek isteyince onu anasına babasına anlatmanın elbette bir yolunu bulur.”
Bazen Hüdayinabit, yani ekilmeden biten ot, pek güzel bir bitki olduğu hâlde yine Hüdayinabit olmak üzere ne güzel insanlar da bulunur ki hiç kimseden bir hikmet dersi almamış oldukları hâlde sadece hislerinin yönlendirmesiyle âdeta her şeye hâkim olurlar. İşte Çelebi Molla da böyle kendi kendisine yetişmiş bir hâkim olduğunu her hâliyle gösteriyor. Öyle ya! Bir delikanlı evlenmeye lüzum ve ihtiyaç gördüğü zaman onun icabını icra için de mutlaka güzel bir münasebet bulur. Fakat delikanlı henüz evlenmeye lüzum görmediği hâlde onu evlendirmeye zorlayanlar sanki onun hakkında dostluk mu etmiş olurlar? Yüksekokul tahsili yapan öğrencilerden birisini tanırız ki diploma almaya iki sene kalıncaya kadar sınıfın birincisiydi. Aralıkta bir gençlik hâliyle şuraya buraya ettiği kaçamakları uygun görmeyen ebeveyni çocuğu evlendirmeye kalkıştılar. Çocuk istememekte ısrar ettiyse de edilen teşviklere nihayet karşı gelemeyerek evlendi. O sene sınıfta kaldı. İkinci sene de o sınıfın fena öğrencilerinden olmak üzere ancak sınıfını geçebildi. Çocuk bunu görünce aklını başına topladı. Zaten iki sene evlilik âleminde ömür geçirmekten de doymuş ve biraz da usanmıştı. Son seneyi de fena bir talebe gibi geçirmemek için biçare kadını terk etti. Fakat güzel bir diploma alabildi ise de bıraktığı zevcesini tekrar almadı ve bu şekilde bir kadını da bedbaht etmiş oldu.
“Kuş yuvada gördüğünü işler” atasözünü kim tesis etmiş ise mutlaka validelerde olan terbiyenin evlada da intikal ettiğine dikkat etmiştir de bu atasözünü öyle tesis eylemiştir. “Anasına bak kızını al” meselesi de böyledir. Yeni ahlakçılar aynı manayı eda etmek için “insanın ilk mektep terbiyesi validelerin kucağıdır” diyorlar. Bu hâlde Çelebi Molla’nın hususi hâline dair ne kadar haber almış olur isek Recep Köso’nun yani romanımız kahramanının hususi hâlini de o kadar mükemmel öğrenmiş oluruz. Çelebi Molla’nın ne ince düşünür, ne müdekkik hareket eder bir kadın olduğuna delalet edecek ahvalden olmak üzere şunu haber aldık ki: Rumeli’nin her tarafında “muma” ve “dola” gibi adlar ile Hristiyan kadın ve kızları, kibar ailelerin evlerinde hizmetçilik ederler. Bu hâl yalnız Rumeli’ye, yalnız Osmanlı memleketine mahsus değildir ya? Avrupa’da da vardır. Avrupa’da “bonne” denilen işbu hizmetçi kadın ve kızlar arasında genç adamları bulunan bazı aileler için türlü belalara yol açarlar ise de yine bu hâlde bulunan diğer bazı aileler için iyiliklere de sebep olurlar. Pek çok genç adam vardır ki baştan çıkmalarına ilk sebep olanlar “bonne”lerdir. Yine pek çok delikanlı da vardır ki gençlik sebebiyle muhafazası pek güç, pek zor olan birçok belaya hep şu “bonne”lerin mevcudiyeti sayesinde muhafaza edilirler. Rumeli’de de bu iki sınıf delikanlıların ikisi de nadir değildir. Fakat asıl nadir olmayan şey işbu bakıcılardan ve hizmetçilerden Rum ve Bulgar lisanlarını çocukların âdeta bir ana lisanı olmak derecesindeki mükemmeliyet ile öğrenmeleri kaziyesidir. Çocuklukta lisan öğrenmek o kadar kolay oluyor ki diğer bazı eserlerimizde de zikrettiğimiz gibi Beyoğlu gibi ahalisi farklı milletlerden oluşan yerlerde bir çocuğun Türk, Rum ve Ermeni lisanları gibi üç lisanı birden öğrenerek büyüdüğü pek çok görülüyor. Rusya’da da kibar aileler Alman veyahut Fransız lisanlarından hangisini çocuklarına öğretecekler ise o milletten bir dadı alıp çocuğu ona teslim ediyorlar. Bu hâl başka memleketlerde de vardır. Bunun pek tabii bir eğitim öğretim olduğu bizim Rumeli taraflarında da tecrübeyle sabittir. Hatta bu tecrübenin bir kısmı kendi nefsimizde de yaşanmıştır. Rumeli’ye pek çocuk iken gitmiş ve işbu bakıcıların eline düşmüş bulunduğumuzdan Bulgar lisanını bunlardan hemen bir Bulgar çocuğu kadar öğrenmiş ve gereği gibi büyüdüğümüz zaman biraz da okumak ve yazmak ile geliştirmiştik. Yirmi beş, otuz sene o lisanı konuşmadığımızdan hemen tamamını unutmuş bulunduğumuza teessüf ederiz.
Oğlunun ahvaline dair verilen haberler üzerine Çelebi Molla’nın hizmet müddetleri son bulan hizmetçilerin yerlerine hiçbir kimseye renk vermeksizin daha gençlerini ve mümkün mertebe güzellerini almış ve bunların elleri, yüzleri, üstleri, başları temiz olmasına da hiçbir şey sezdirmeksizin dikkat etmeye, önem vermeye başlamıştı. Bizim buraların kibar âlemlerinde oğluna odalık beğendirmek tedbirince akıllı bir valide de ancak bu kadar ihtiyatlıca hareket edebilir değil mi? Hane içinde hizmetçilerin hâllerinde meydana gelen şu değişmelere Recep Köso’nun dikkat edip etmediğini ve bu değişmelerdeki maksadı anlayabilip anlayamadığını bilemez isek de validesinin dikkat ettiği bir şey vardır ki onu biz dahi sükûtla geçiştiremeyiz. Şu ki: O zamana kadar hane içindeki otuz beş, kırk, kırk beş yaşındaki hizmetçilere Recep ne nazarla bakıyor ise yirmi, yirmi beş yaşında olanlarına da ondan başka bir nazarla bakmıyor. Recep’in bu hâline “aferin” dersiniz ya? Aileler içinde zaruri olan kurallara riayet ve itaat övülmeye ve aferine layıktır.
Çelebi Hanım, işini bilen bir kadındı. Oğluna vereceği nasihatleri daima dostça ve arkadaşça ederdi. Oğlu da onun sözünden pek çıkmazdı. Recep, evde ve hatta şehrin dışında da delikanlılık hukukuna dikkat ederdi. Bundan bolca istifade ettiği hâlde validesini ciddi bir surette meraka düşürüp de üzecek hiçbir ifratta da bulunmazdı. Yalnız validesi değil; erkeklerden kendisini ziyadece ve şiddetle tenkit edenler bile nihayet haksızlıklarını anlayarak:
“Biz de pek ileriye gidiyoruz ya? Herif delikanlıdır. Hangimiz ondan daha usluyduk? İşini gücünü de biliyor. Hâl ve vakti de yolunda. Varsın biraz da eğleniversin. Elbette o da aklını başına alır. ‘Deli gönül bir gün olur uslanır.’ demişler!”
Bu şekilde ve teslimiyetle ona karşı olan insaflarını da gösterirlerdi.
Nihayet yine Çelebi Molla’nın dediği çıktı ya! Artık Recep yirmi yaşını geçiyordu ki bir gün validesinin yanına geldi. O zamana kadar çocukluk çağını validesinin emirlerinden, yasaklarından dışarı çıkmaksızın geçirmiş olduğunu, validesini ve kız kardeşlerini nasıl sevdiğini ve ömrünün bundan sonrasını da hep bu güzel hâl ile geçireceğini falanı validesine anlatmaya başladı. Hem anlatıyor hem de aralıkta validesine fiilen de muhabbet eseri göstermek istedikçe de kâh ellerini elleri içine alarak öpüyor kâh validesini kucaklayıp kendisini öptürüyordu. Zeki ve zarif kadın ise bu hareketlerin sonunun nereye varacağını çoktan anlamış bulunduğundan gayet latif bir tebessüm tavrıyla oğlunu dinliyordu. Nihayet Recep’in bu konuşmalarına son verdirerek asıl maksadını söyletmek için:
“Pekâlâ oğlum, pekâlâ! Seni şimdiye kadar tanıyamamışım da şimdi bana sen kendini tanıttıracak değilsin ya? Ben senden eminim. Yerden göğe kadar hoşnudum. Bu sözlerden maksadın ne ise asıl onu söyle. Üzülme. Hiç sıkılma da!” deyince Recep yine utancından kıpkırmızı olarak ve bu suretle güzelliğine güzellik de katarak dedi ki:
“Şey! Anacığım ben artık şey etmek istiyorum. Ayıp değil ya? Artık vaktim de geldi. Allah’ın emri ile evlenmek istiyorum.”
“A! Niye ayıp olsun oğlum? Evlenmek bir delikanlının hakkı olduğu gibi onun validesi için de en büyük mürüvvettir. Yenişehir kazan ben kepçe şehrin en güzel kızını…”
Burada Recep, validesinin sözünü kesti. Evvelki mahcubiyetinden daha büyük bir mahcubiyetle dedi ki:
“Hayır valideciğim. Kız aramak peşinde seni yormayacağım. Ben kızı kendim buldum.”
“Ya! Birisini kendin beğendin öyle mi? Daha iyi ya!”
“Ben Filomene’i alacağım. Sonkur Yankos’nun kızı yok mu? Onu alacağım.”
“Yankos Çorbacı’nın kızı ha? İşte bu biraz acayip şey. Gerçi hem muteber hem güzel hem de terbiyeli, uslu, akıllı bir kız ama… Ne bileyim!”
“Hristiyan olduğu için. Değil mi? Müslüman olup da bir Müslüman’a varan kızların birincisi Filomene olmayacağı gibi böyle bir kızı alan erkeklerin de birincisi ben olmayacağım.”
Çelebi Molla, düşünmeye başladı. Hem düşünüyor hem de:
“Evet! Doğru ya. Emsali çok!” diye lisanen oğluna hak veriyor idiyse de zihnen bir türlü bu işin ihtimaline yaklaşamıyordu. Sonkur Yankos Çorbacı denilen adam vefat eden kocasının çiftlik ortağı, zengin, Rumlar arasında gayet muteber bir adam olduğu gibi birkaç defa meclis-i idare azalığına da seçilmiş, hatta bir aralık emrine kapıcıbaşılık verildiği gibi bir aralık da dördüncü rütbe mecidiye nişana nail olmuştu. Gerçi Rumeli’de Rum’dan, Bulgar’dan birçok kızlar Müslüman olarak birer Müslüman kocaya varıyorlar ise de bunlar köyler veyahut kasabaların fakir ahalisinden olmakla beraber kimi kimsesi olmayan ve kendi kavmi arasında da zaten koca bulabileceğini ümit etmeyen kızlardı. Onları da bekçi, zaptiye veya esnaftan bazı kimseler alırlar. Fakat böyle Köse Osman Efendizade Recep Efendi gibi muteber bir zatın, bir dönme kız alması nadirattan olduğu gibi Sonkur Yankos Çorbacı’nın kızı Filomene gibi muteber bir kızın, din değiştirip bir Müslüman’a varması da nadirattan olmasıyla işte Çelebi Molla, buraları düşünerek karar veremiyor ve ne kadar düşünse de bu izdivaca zihninde bir imkân çaresi bulamıyordu. Recep validesinin zihninden geçen şeyleri tahminen:
“Anacığım! Biz bu işi zaten tertip ettik. Senin için hiçbir yorgunluk yoktur. Senden rica ettiğimiz şey Filomene gelip benim zevcem ve senin gelinin sıfatıyla elini öptüğü zaman onu güzel karşılayıp kabulden ibarettir.”
Demesiyle Çelebi Molla:
“İş bundan ibaret kalır ise her şey olmuş, bitmiş deyiniz. Bir validenin oğlunun beğenip aldığı kadın bir tavşan dahi olsa ‘kızım’ diye ona kollarını açması insani bir borçtur. Sen, beni başka valideler gibi mi zannediyorsun? Oğluna onun beğendiği, onun istediği kızı almayıp kendi beğendiğini almak niyetinde bulunan ve kendi dediği olmaz ise oğlunun alacağı kadına tam kaynanalık ederek ikisinin de başına dünyayı zindan eden validelerden mi zannediyorsun?” diye Recep’in de zaten beklediği müsaadeyi asla esirgemedi ise de tavırlarını istila eden dalgınlıktan Recep pekâlâ anlıyordu ki validesi kendisinin bu suretle izdivacına kalben henüz razı olamıyor. Zahiren muhalefet etmemesi Recep için kâfi değildi. Recep istiyordu ki o zamana kadar rızasına göre hareket etmekten kıl kadar ayrılmamış olduğu validesinin bu izdivaç meselesinde de tam rızasını temin etsin.
Şu ilk muhaverede ana ile oğul arasında tam bir fikir birliği olamadı ve Çelebi Hanım:
“Bana biraz müsaade ver oğlum. Güzelce düşüneyim. Seni istediğin yemin ile temin ederim ki Yankos Çorbacı’nın kızı hani ya bir Hristiyan kızı diye istemezlik etmiyorum. O da pek muteber adamdır. Meclis azası, rütbeli, nişanlı ve zengin soydan bir adam. Fakat ben bu işin içinde Filomene ile senin için büyük büyük zorluk görüyorum da onun için biraz derince düşünmeye muhtacım!” diye oğlundan müsaade istemesiyle ve Recep de ona itaat göstermesiyle bu günlük muhavere ve müzakere bundan daha ileriye gidemedi.
Recep ile Filomene arasındaki aşk münasebetini, ana ile oğul arasındaki muhaverenin şu derecesi de okuyucularımıza bazı şeyleri anlatıvermiştir. Bu konuda tarafımızdan verilecek izahlar pek az kalmıştır. Zira şu roman, koca Bernardin de Saint Pierre’in Paul et Virginie’si gibi iki çocukta sevda denilen şeyin ilk masum sureti nasıl oluştuğunu göstermek için kaleme alınmamıştır. Daha çocukluklarından beri Recep ile Filomene iki aile arasındaki bazı iş ve ortaklıktan dolayı sık sık buluşup birlikte oynamışlardır zamandan beri masumca oynayıp seviştikleri gibi Recep, Filomene’den üç dört yaş daha büyük olduğundan buluğ çağına ondan evvel girmiştir. Bu dönemlerde Filomene hakkında daha ne gibi hisler beslediğini bilmiyoruz. Recep, köylerde gezip delikanlılık dönemlerini yaşarken Filomene ile de görüşmelerini sürdürmüştür. Kız da artık evlenme çağına gelmişti. Bu dönemlerde Recep kendi kalbindeki tatlı hisleri kıza da nasıl yansıttığını ve Filomene’in de kalbinde zaten böyle birtakım hevesler uyumakta bulunmasıyla Recep’in daha ilk hisleri üzerine o heveslerin nasıl uyandığını ve sonra Köstem deresi kenarlarında, o latif bahçelerde ağaçlar aralarında birbirine sohbet yeri tayin ederek her ikisi de aynı saatte aynı noktada nasıl buluşup ne tatlı hasbihâllere giriştiklerini ve bu sırrı ikisi de herkesten saklamaya ve hatta analarını, babalarını bile kendilerine yabancı saymaya ve her hâlde birbirinden başka kimse ile evlenmemeye nasıl karar verip ne yolda yeminler ettiklerini uzun uzadıya tarif ve hikâyeye lüzum görmemekteyiz. Yalnız işin şu kısmını izah etmek isteriz ki Recep’in Filomene hakkındaki münasebet ve muamelesi başkalarını öyle tanışıp görüştüğü diğer kadınlar ve kızlar hakkındaki münasebet ve muamelesine kesinlikle benzemezdi. Filomene, o kadınlar ve kızlar gibi Recep’in bir eğlence aracı da değildi. İleride kendisine zevce edeceği kızın güzel hislerini rencide etmek istemiyordu ve dolayısıyla ne maddeten ne de manen ona bir zarar da vermemiştir.
“Yenişehirli bir Recep Köso olduğu hâlde bile!” Bize bu kinayeli sözü yazdıran şey çok elemli olan bir histir. Zira maatteessüf işittiğimize, gördüğümüze göre delikanlılarımızdan bazıları “alacağımız kızları tanıyıp da öyle almalıyız” gayretini epeyce ileriye götürmüşlerdir. Aralarında öyle ileri derecede münasebetler yaşanmıştır ki dönüşü mümkün olmayan şeylerle karşılaşmışlardır. Her şey olup bittikten sonra, birbirlerine karşı olan sevgi ve aşkları artacağı yerde aksine tamamen ayrılığa düşmüşlerdir. Bu durumları yaşayıp da verem olan ve verem döşeklerinde vefat eden bir hayli kızlarımıza rastlıyoruz.
Evet, Avrupa’da bir delikanlının alacağı kıza “kur” yani serbestçe görüşmelerine müsaade olunur ama bunun ne gibi kayıt ve şartları vardır. Evet! Evet! İngiltere’de ve Amerika’da bu kurlar ve serbestçe görüşmeler için hemen hemen hiçbir şart ve kayıt yoktur. Fakat orada yalnız kızların terbiyeleri kendilerini korumaya kâfi olmakla kalmayıp delikanlıların terbiyeleri de kızları hevaperest tehlikelerden muhafazaya kâfidir. Hele biraz itibarlı olan familyalar nezdinde bu konuda zerre kadar suistimalin müthiş muhakemelere, büyük zarar ve ziyanlara, mahkûmiyetlere kadar yol açacağından kimsenin şüphesi yoktur. Bunun dışında neticesi, düello sonucu ölüme kadar da gidebilir. Dolayısıyla bu hevese karşı koymak için kalbî iradesi kâfi olmayanlara bu neticeleri düşünmek de büyük bir mâni hükmünü alır.
Bununla beraber Avrupa’nın her tarafında ve hatta İngiltere’de Amerika’da da hiç suistimal görülmüyor mu? Bunu kim iddia edebilir? Fakat bizim İslamiyetimize mahsus olan bu hasletlerimize binaen gönül isterdi ki bizde bu yolda hiç suistimal olmasın. Avrupa’nın inançları bu konularda daha tavizkâr olduğu hâlde bu konuda yazılan elem verici eserler nasıl ki insanın içini kanatıyorsa Müslüman ve Osmanlı’nın kalem ehlinin içini nasıl kanatacakları da düşünülmelidir.
Şimdiye kadar bin romanımızda beyan edilmiş olduğu gibi bir delikanlı evlenme hususunda yalnız validesinin veyahut kendisini yönlendiren kadınların keyfine tabi olmamak ve alacağı kızı kendisi de tanımak, öğrenmek ister ise biz kendisiyle beraberiz. Hatta bu konuda şeriat kanunlarında da büyük büyük müsaadeler vardır ki zikredilen izinlerden güzel istifade etmek için iki tarafın da hukukunu, dürüstlüğünü ve şanını muhafaza ile beraber maksatlarına varmalarını da temin edebilir.
Bir delikanlının alacağı kız ve aldığı kadın ile ne yolda bir münasebet oluşturacağı “sosyoloji” denilen hikmetli ilmin en büyük, en mühim konusunu teşkil etmektedir. Kızlar için “bakir” denilen şeyi yalnız cismen ve maddeten düşünmemek gerekir. Fikren ve ruhen de bunlarda bir bakirlik düşünmelidir. Yani fikren de buna kanaat getirmelidir. Bu tür kızlar maddeten açılmamış bir zarfa benzedikleri gibi manen de öyle olmalıdırlar. Öyledirler de. O sonradan beklenilmeyen hâllerin dersini kadınlar erkeklerden alacakları gibi bunun mesulü yine erkeklerdir. Çünkü kızları o hâllere düşürenler yine erkeklerdir. Asıl insanı üzen en büyük şeylerden birisi de şudur ki kocalar bu dersleri kadınlara kendilerinin vermiş olduklarını da hemen unuturlar. Zevceleri hâl ve hareketlerini değiştirmişler diye hemen şikâyete başlarlar. Bir kısımları da artık böyle bir kadın ile geçinmenin mümkün olamayacağını söyleyerek ayrılmaya kadar varırlar. İşte böyle bir bilmezlik ve tedbirsizlik, karıyı da kocayı da bedbaht etti, gitti. Koca kendi bedbahtlığını tamir için ayrılık hakkından istifade edebilir. Ya kadın? İşte o biçare ilanihaye bedbaht olur kalır.
Ahbaplarımızdan akıllı bir adam vardır. İki kızını kocaya vermiştir. İkisinde de paça günü damatları el öpmeye geldikleri zaman bir aralık sohbet ederek damat ile yalnız kalıp demiştir ki:
“Evladım! Sana verdiğim kıza, güzelce geçinmeniz için lazım gelen dersleri mümkün mertebe verdim. Yalnız bir kadın ile kocası arasındaki hususi münasebete dair tabii olarak tek kelime dahi konuşamadım. Hane halkınca da benim bu kaideme katiyen riayet olunmuş bulunduğundan eminim. Zevcene bu dersi sen vereceksin. Daha ilk derste programını iyi tertip et de derse öyle başla. Zevceni kendin şımartıp yüzsüz ettikten sonra bizi sorgulamaya hakkın olamayacağını sana şimdiden haber veriyorum. Hepimiz delikanlılık ettik. Hepimiz delikanlılık hâlini biliriz. O eski tecrübe üzerine hiçbir vakitte kulağından çıkmamak üzere sana ihtar ederim ki zevce başka, metres başkadır. Bunların arasındaki fark “kadın” ve “karı” arasındaki farka da benzemez. Birisi “iffet timsali” ve diğeri de âdeta bir “fuhuş putu”dur. Birisi en yüzsüz bir erkeğin bile yüz karası ve diğeri ise yüzsuyudur. Şu kadarcık bir tarifim ile meramımı anlarsın. Bir kâmil insan, akıllı olan karısını ne tamamıyla boş bırakıp ihmal etmeli; ne de şımartıp yüze çıkartmalı. Bu konuda tam mertçe ve dengelice hareket eder ise evlilik hayatı onun cenneti olur. Eğer yanındaki kadın zevcesi midir, metresi midir, fark edemez ise evlilik hayatı onun cehennemi olur. Sana verdiğim kız dün akşama kadar benim kızım idi. Bundan sonra senin karındır. İyilik ve kötülüğünden dün akşama kadar ben mesul idim. Bundan sonra sen mesulsün.
İşte bizim romanımızın kahramanı da öyle muntazamca talim ve terbiye görmüş bir adam değildi. Hatta Osmanlı basınını ve bir dereceye kadar da Yunan basınını okumayarak bazı şeyleri öğrendiğini daha önce de anlatmıştık. Bütün bunlarla birlikte kızla olan görüşmelerinde kendisini mahcup edecek bir harekette de bulunmamıştı. Bu evliliğine yabancıların dışında pek fazla karşı çıkan da yoktu.
Recep ile Filomene arasındaki evlilik meselesinin konuşulmasından sonra birçok insan bunun resmî olarak gerçekleşemeyeceğini de açıkça görüyorlardı. Zira Filomene’in babası Sonkur Yankos, her ne kadar Recep’in baba dostu ise de kızın Hristiyan olmasını buna engel olacağını düşünüyorlardı. Bu konudaki İslami hükümleri de bilmiyorlardı. Ayrıca kızın babasının katı bir Hristiyan olduğunu da düşünüyorlardı. Bu yoldaki bir izdivaç İstanbul’da bile nadir bulunuyordu. Durum böyleyken Teselya gibi bir yerde buna imkân verilebilir mi? Gerçi bu şeri hükmü Recep pekâlâ biliyordu. Hatta bunu Filomene’e de öğretmişti. Filomene, Recep’in yalan söyleyeceğine ve hilesine asla ihtimal veremediği gibi bu konuda verdiği malumata tamamıyla inanmış ve kabul etmişti. Hatta Filomene de dinine pek bağlı bir Hristiyan olduğu hâlde İslam’ı kabul ederek Recep’le evlenmeye rıza göstermesi Recep’in:
“Filomene! Göreceksin ki İslamiyet ile Hristiyanlık arasındaki fark hakikaten soğan zarı kadar bir şeydir. Hazreti İsa’ya, Hazreti Meryem’e, İncil’e bizim de imanımız vardır. Hazreti İsa ve Meryem’i belki biz Hristiyanlardan ziyade severiz. O soğan zarı kadar dediğimiz fark ise Hazreti İsa’ya isnat olunan uluhiyetten ibarettir. Şimdiye kadar sana bin defa tarif etmiş olduğum gibi bu uluhiyet-i İsa meselesi de Hristiyanlığın esasında yoktur. Hazreti İsa’dan üç dört yüz sene sonra insanların kendisine isnat etmiş oldukları bir şeydir. Önümüzdeki mânileri defetmek için sen din değiştir de ondan sonra ister isen İslam’ın hakikatlerini kesin öğreninceye kadar yine kendi âdetlerini icra et. Ben senin ne Panaigayana[6 - Hz. Meryem.] mâni olurum ne de Hristos’una![7 - Hz. İsa.]” demişti de gönlünün zaten meftunu olduğu Recep’e bu konuda büyük bir istekle kabul cevabı vermişti.
Validesiyle ikinci üçüncü mülakatlarına doğru Recep, bu ayrıntıların tümünü validesine vermişti. Çelebi Molla ise bunların tümünü tasdik edip benimsemişti. Fakat şu neticeye varmak için nikâh yapmadan önce Filomene’i emin bir yere kaçırıp evvel be evvel din değiştirip Müslüman olması için resmî işin yapılması gerekeceğinden kadın biraz endişeliydi. Işte bu işin içindeki bu zorluk o akıllı ve cesur olan hanımın gözlerini yıldırmaktaydı.
Dolayısıyla Çelebi Hanım düşünmek taşınmak için oğlundan zaten almış bulunduğu mühletin biraz daha uzatılmasını rica etti. Recep, buna da muhalefet edemeyerek validesinin ricasını bir emir olmak üzere kabulüne kendisini mecbur gördü.

5
MÜŞKÜLAT VE MEVÂNİ
Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan sonra Çelebi Molla, Filomene’in Müslüman olması için birçok şart koydu ise bu şartlar ile rıza gösterdi ki bu işte muvaffak olmasını ümit edebilmek için o şartlar zaten lazım idi. Bazı vesileler ile birkaç defa Filomene ile görüştü. Kız ile de konuştuktan sonra onun bu konudaki ciddiyetini de anladı. Din değiştirmeye ait şeylere dair gerekli talimatları kıza verdikten sonra meclis azasından bazı zatları da bu sırra ortak etmek ve delikanlı takımından beş altı kişinin Recep hakkında yardımları için sözlerini, vaatlerini almak gibi şeylere de başvurdu ki bunlar zaten Recep’in de hatırından geçmekteydi. Validesi zikredilen şartları ifade ettiği zaman Recep kendisince zaten bilinen şeyler olduğunu ifade etti.
Gecenin birisinde Filomene, babasının evinden kayboldu. Silahlı yedi delikanlı ve yanlarında bir ihtiyar Müslüman kadını olduğu hâlde köşe başında beklemekte iken saatte Filomene eşya olarak pederinin evinden hiçbir şey almaksızın sokak kapısından çıkmış ve kendini bu muhafızlara teslim etmişti. Pederi Sonkur Yankos’nun bundan haberi yok ya? Ertesi sabah Filomene evde görülmeyince ve gitmiş olma ihtimali olan yerler arandığı hâlde de bulunamayınca pederi, validesi, hısım ve akrabası pek büyük telaşlara düşmüşlerdi. Bereket versin ki bu telaş pek uzun sürmedi. Hemen o akşam güneş batmadan bir buçuk, iki saat sonra Filomene tarafından yazılmış olan bir mektubu fakir bir Rum kendisine teslim etmekle kızının hayatından emin olduğundan dolayı kalbi rahatladı. Fakat Filomene bu mektubunda sadece din değiştirme maksadıyla firar ettiğini haber veriyordu. Hatta bu din değiştirme meselesinin kendi maksadının gerçekleşmesi için mâni ve zorlukların en büyüklerinden birisi olacağını bilmediğini de yazmıştı. Ayrıca bu din değiştirmesi meselesi, o zamana kadar tabi olmuş bulunduğu Hristiyanlığı beğenmediğinden değil; gönlünün sevdiği bir adam, bir Müslüman ile evlenmek için olduğunu da bildirmişti. Bereket versin ki o gönlünün sevdiği adamın Köseoğlu Recep Efendi olduğunu izah etmemişti. Eğer bu cahilane tedbirsizliği de etmiş olsaydı, henüz başlamaksızın işi bozabilecek olan mâniler ve zorlukları kendisi daha da zora sokacaktı.
Sonkur Yankos, kanunları diğer Osmanlı nizamını pekâlâ biliyordu. Kızının böyle cahilce ve çocukça bir hareketinden dolayı pek ziyade canı sıkılmış ise de:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/gonullu-69429160/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Beton binalar ya da beton kuleler.

2
Kaynayıp taşma hâli. Neşe ve coşku. (e.n.)

3
Bir toplantıya katılanlar. (e.n.)

4
Orijinal metinde “Ömer” şeklinde yazılmıştır.

5
Birkaç kötüden en az kötü olanı, kötünün iyisi. (e.n.)

6
Hz. Meryem.

7
Hz. İsa.
Gönüllü Ахмет Мидхат

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ahmet Mithat Efendi, Gönüllü romanında Müslüman Osmanlı genci olan Recep Köso’nun, Hristiyan kızı Filomene’e olan aşkını anlatıyor. Bu aşka Filomene’in babası din farkı ve kızının onun tek vârisi olması nedeniyle engel oluyor. Uzun müddet kızını saklayan Sonkur Yankos, yaptıklarına rağmen kızının Recep’ten hamile olduğunu bilmez bir hâlde beyhude bir engele kalkıştığının farkında değildir. Yıllar boyu ayrı kaldıklarında Recep Köso o dönem Osmanlı ve Yunan arasından gerçekleşen savaşa gönüllü asker olarak katılır. İstila edilen köylerden birinde eski aşkı ve oğlunun annesi olan Filomene ile yeniden bir araya gelir. Çok önceden gerçekleşmesi gereken izdivaç ve mutlu son burada gerçekleşecek midir? İnsan kısmı bazı cihetlerden koyuna pek benzer. Sürüdeki koyunların yalnız birisi bir tarafa teveccüh ettiği hâlde diğer birkaçının ona uyması ve nihayet hepsinin o yola düzülmesi bu mübarek hayvanın tabiatında yerleştiği gibi bu istidat bir hayli derecelere kadar insanda da vardır. Aşk olsun demeli o adama ki irfan ve hikmetiyle medeniyet ve insaniyet âleminde seyir ve seferi selamet cihetine müteveccih olur. Bu yolda kendi türüne edeceği hizmet ne büyük ve güzel bir hizmettir.

  • Добавить отзыв