Gönül Ticareti

Gönül Ticareti
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Düşünüyorum: Dünyada hiçbir sır ebediyete kadar gizli kalmaz, mutlaka bir patlak verir. Bunun vakit ve saatini beklemeli. Gerçek iyice meydana çıkarsa ne yapacağımı da bilmiyorum. Silaha davranmak neye yarar? Kadını öldürsem çocuk yine aileye kalacak. O masuma kıymak da büsbütün cinayet olur. Beni çileden çıkaran bir hâl daha var. Karım benden olan iki oğluna karşı âdeta bir üvey ana kayıtsızlığındadır. Fakat Nüzhet’in üzerine bütün şefkatiyle titrer. Gösterdiği bu üstün tutma hepimizi kıskandırır. Ailemize karışarak ana yüreğinden öz çocuklar için olan sevgi payını zorla alan bu yabancının bizden büsbütün ayrı bir yaratık olduğuna bu da bir delil değil mi? Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Gönül Ticareti

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

GÖNÜL TİCARETİ
Bir sabah ona köprü üstünde rastladım. Şapka sağa, kravat sola kaymış. Bol elbise içinde kurada vücudu daha zayıf görünüyor. Ceketinin yan cebinden ağırca bir kitap sarkıyor, öbür cebi de tıkıştırılmış bir alay gazete ile şişkin.
Serseri bir dalgınlıkla gözlerini yanından geçen bir kadına dikmişti. Bu hayranlık yüzüne alayla karışık bir hasret süzgünlüğü vermiş, yavaşlamış adımlarla yalpalar gibi yürürken birdenbire omzuna vurarak “Nihat…” dedim. “Bu dalgınlık ne?”
Bu ansızın olan rampadan biraz şaşalayarak cevap verdi:
“İşte görüyorsun ya! Şu güzel nazenine daldım.”
“Yaş altmışı çeyrek geçiyor, hala mı güzel kadın görünce kendini kaybediyorsun?”
“Yok, hayranlığım bedii değil, tenkitçidir.”
“Ne demek?”
“Şimdi kadınlara gençliğimdeki düşkünlüğümle bakmıyorum. Artık onları düşmanca bir görüşle süzüyorum, gözlerimle âdeta ısırıyorum.”
“Bu düşmanlık neden?”
“İhtiyarlık aklımı başına getirdi de…”
“Demek artık kadında mutlaka bir kusur bulmak hıncıyla bakıyorsun?”
“Bugünkü kadının kusursuzu var mı?”
“Şu giden kadının şıklığını, güzelliğini kusur mu sayıyorsun?”
“Ne şekilde olursa olsun sahtekarlık ahlakça nefret edilecek, kanunca da cezaya yol açacak bir şeydir. Bu cezadan yalnız kadınlar, bu göz göre göre sahtekarlık yapanlar affedilmişlerdir. Kadının yüzünde prizmanın güneşten analiz ettiği yedi renkten hiçbiri eksik değil. Bu renkler de ahlakı gibi çabuk uçar, bidüziye tamirle uğraşılır. Belediye bu ‘badijonaj’dan[1 - Badanacılıktan] vergi alsa ihya olur. Yüzünü bandıra gibi ala, mora kısım kısım boyar. İnceltmek için kaşlarını yolar. Topuk tarafından boyuna sekiz santim ekler. Tabiatın verdiği yüz ve endamla görünmeye razı olamaz. Renk kendi rengi değil, boy kendi boyu değil, yaş kendi yaşı değil. Acaba bütün kişiliğinde kadının hâlis olarak kendinden olan bulabileceğimiz nesi vardır? Yani içten, dıştan tam ayar, hilesiz kadını nerede bulacağız? Boynundaki inci, kendi gibi çoklukla yalancıdır. Çorapları yapma ipektir. Göstermeye çalıştığı ruhi ve mali bütün varlıkları da hep birer balondur. Böyle kadının hâli sahte etiketle boyalı yağ satan bakkalın hileciliğine benzemiyor mu? Bu yapmacıklar arasında onda sahici bir yürek bulunur mu?”
“Haksızsın… Çok haksızsın Nihat… Bu yaştan sonra da genç kadından kendine, doğru yürek arıyorsun. Güzel bir kadının makyajını bakkalın yağ boyamasına benzetmek de yalnız estetikten uzaklaşmak değil, âdeta küfürdür.”
“Azizim bu oyunda ben yandım. Kadın beni estetik güzellikle değil hilekârlığıyla yaktı.”
“Kim bu kadın?”
“Kendi eşim.”
“Ayrıldınız ya…”
“Başka çare var mı?”
“O hâlde çektiğiniz acı dinmiş olacak?”
“Hayır. Aile namusuna öyle bir kir bulaştırıp gitti ki yedi deryanın suyu temizleyemez.”
Böyle hem konuşuyor hem de İstanbul tarafına doğru ağır ağır yürüyorduk. Anlattıkça arkadaşımın soluk yüzü ateşleniyor, gözleri parlıyor, sözleri ağzından kıvılcım gibi saçılıyordu. Bu, sokak ortasında anlatmakla bitecek şöylece bir macera değildi. O, yüreğini boşaltmak ihtiyacında görünüyordu, bende de dinlemek için bir merak uyandı. Ta Yeni Cami’nin arkasındaki sıra kahvelere kadar gittik. Kuşçu dükkânındaki kanaryalar tirillerini çekerken Nihat da içten bir feryada benzeyen hikâyesine başladı:
“Genç yaşımda evlendim. Bu hemen herkese olağan bir kazadır. Karım güzel, çok da zeki. Acı bir tecrübenin verdiği uğursuz bir sonuçla söylüyorum ki güzellikle zekiliğin birleşmiş olduğu bir kadınla evlenmeye kimse özenmesin. Erkek akılca her zaman dişisinden üstün bulunmalıdır. Bu evlenmeden üst üste iki oğlumuz oldu: Sermet’le Suat… Bu çocuklar bana çok benzerler. Esmerlikleri, gözlerinin renkleri, kaşları, kulakları, elleri parmakları, tırnakları hep ben… İkisi de küçük çapta benim birer modelim gibidir. Derken efendim, dünyaya bu üçüncü velet geliyor. Bunun bizim soya andırır en küçük bir tarafı yok. Tıpkı kuluçka tavuğun altındaki yumurtalara karışarak civcivler arasında çıkan bir ördek yavrusu gibi, büsbütün başka bir cins… Şunu söyleyeyim ki biz ailece vücut ve çehrelerin uyumu ile övünecek bir güzellikte değiliz. Tabiatın her gün tezgâhtan özensiz çıkardığı kabataslak yaratılmışlardanız. Üçüncü oğlumuz Nüzhet’te renk duru beyaz, gözler koyu mavi, saçlar lepiska… Resim gibi aristokratik botede[2 - Güzellikte] bir bebek. Gelgelelim ki bu güzellik yılan yavrusu etkisiyle beni zehirliyor. Bu kuşkumu kadına açmaktan uzun bir dirliksizlik rahatsızlığından başka ne çıkar? Tabii suçunu kuvvetle inkâr edecektir. Ben onun karşısına günahını reddetmeyecek açıklıkta sağlam bir ispatla çıkmalıyım. Fizyoloji kitaplarını araştırıyorum, profesörlerden soruyorum: Babadan evlada esmer bir aile içinde sarışın bir çocuk doğabilir mi? Evet diyorlar. O ailenin geçmiş insanlarından biri sarışın olabilirse bu yaratılış birkaç göbek atladıktan sonra gelen bir çocukta da kendini yeniden gösterebilir. Bu, sözler hiç de yüreğime su serpmiyor. Büyükannemden bir araştırıyorum, soyumuzda hiç de mavi gözlü, sarışın kimse var mıydı? İhtiyar kadın epeyce düşündükten sonra buruşuk dudaklarıyla anlatıyor:
‘Dedelerimizden Hasekizade Muhittin Efendi’nin torunu Çelebi İbrahim Enver Molla galiba kumral bir adammış…’
Ho ho, hooo! Bu ‘galiba’ kuşkusu o kadar ezgili bir şey ki bu küçük ihtimalin kuvvetine dayanarak karımın büyük günahından geçmek için çok geniş yürekli olmalı. Muammanın düğümünü çözen falcıyı nerede bulayım?
Baba dostu, görmüş geçirmiş birkaç ihtiyara soruyorum:
‘Beni kuruntudan öldüren bu şüphe acısına bir çare bulunuz. Bu esmer derime, bu kaba suratıma bakınız; benden Meryem’in kucağındaki yavru Mesih’e benzer meleklikte bir çocuk olabilir mi?’
Sorduğuma gülümseme ile cevap veriyor:
‘Oğlum, deli olma! Babasının tıpkı tıpkısı olmaz ya? Tabiatın bu şaşırtmalarına akıl ermez. Baba soyunda sarışın kimse yoksa belki ana tarafında vardır. Böyle renk başkalığından kuşkulanıp da kadını suçlamaya kalkışmak insaf değil.’
Her sözün rüzgârına dönen bir şaşkınlıktayım. Bizim soyumuzda yoksa belki karımın geçmiş akrabalarında vardır. Bir sırasını getirerek Behire’nin ağzını arıyorum. O, ağır şüphemden hiçbir şey sezinlemez bir saflık ciddiyetiyle ‘Bizim soyumuzda sarışın çok.’ diyor.
‘Ben bir tekini görmedim de…’
‘Nerede göreceksin. Annem saraylı Nevres Hanım’ın saçları mısır püskülü gibiymiş. İhtiyarlığında ak pak oldu da öldü. Ondan öncekilerin de sarışın olduğunu söylerler.’
Nevres Hanım’ın mısır püskülünden davam için ispat çıkarmak güç. Karımın takındığı bu saflık tavrı gerçek mi? Kafamı kemiren şüphenin esasından şimdiye kadar onun hiçbir şey anlamamış olması da olacak şey değil. Bazı sinirli saatlerimde yüreğimin bu acısını başa kakarcasına taşıyorum. Fakat o hiç oralarda olmuyor. Ağır manalı sözlerimi hiç üzerine almıyor. Bu renk vermemek kurnazlığındaki kuvveti beni ürkütüyor. Büsbütün apaçık hücuma da cesaret edemiyorum. Haklı davamda beni haksız çıkaracak bir şirretlikle ağzımı kapatırsa… Elimde Nüzhet’in sarı saçlarından başka tutunacak bir delil hüccetim yok.
Düşünüyorum: Dünyada hiçbir sır ebediyete kadar gizli kalmaz, mutlaka bir patlak verir. Bunun vakit ve saatini beklemeli. Gerçek iyice meydana çıkarsa ne yapacağımı da bilmiyorum. Silaha davranmak neye yarar? Kadını öldürsem çocuk yine aileye kalacak. O masuma kıymak da büsbütün cinayet olur. Beni çileden çıkaran bir hâl daha var. Karım benden olan iki oğluna karşı âdeta bir üvey ana kayıtsızlığındadır. Fakat Nüzhet’in üzerine bütün şefkatiyle titrer. Gösterdiği bu üstün tutma hepimizi kıskandırır. Ailemize karışarak ana yüreğinden öz çocuklar için olan sevgi payını zorla alan bu yabancının bizden büsbütün ayrı bir yaratık olduğuna bu da bir delil değil mi?
Ara sıra kendimi tutamam, dalaşırım:
‘Hanım, Nüzhet öz çocuğun da ötekiler üvey mi?’
Duygularını bir gülümsemeyle örtmeye çalışarak:
‘Üçü de evladım ama Nüzhet nazik yapılıdır. Her şeyden çabuk müteessir olur. Ayrıca bakım ister.’
‘O bize benzemez!’
‘Benzemez. O, Rabb’imin gökten indirdiği bir melektir!’
‘Onu âdeta Meryem Ana kutsallığıyla doğurdun. Çiçek koklayarak!’
Karım hiç üstüne alınmadığı dokunaklı sözümün şeklini değiştirerek tekdire geçer:
‘Aman öyle söyleme! Nüzhet’in Mesih’e benzemesini istemem. Çocuğunun üzerine neler yoruyorsun öyle?’
Dikkat ediyorsunuz ya? Çocuğunun üzerine! Karımın piçi bana mal etmeye uğraşan bu cesur iftirası önünde gönlüm bulanır, yüreğim daralır. Hemen haykırmak isterim:
‘O çiçekten değil, bir erkekten doğdu, o da ben değilim!’
Fakat yarayı neşterleyip de cerahatleri ortaya saçmanın daha sırası gelmediğini düşünerek yüreğimin taşan zehirlerini tekrar içime sindirir, susarım.
Sonunda karımın cinayeti üzerine şafak attı. Birdenbire doğan güneş gizliyi aydınlatıverdi. Mallarının çokluğu, parasının bolluğu dillere destan olan, padişahın yakınlarından Vahip Paşa öldü. Bütün malını mülkünü kanuna uygun, kanuna aykırı çocukları arasında bölüştürürken bizim Nüzhet’e de ayda dört yüz lira getirir koca bir apartman düşmüştü. Etrafımı saran rezaletin ağırlığı altında ezildim. Bir kuyu kazarken üzerine toprak çöken kuyucu gibi bunaldım. Bu ağır namus yükünü silkinip de üzerimden nasıl atabilecektim?
Böyle felaket anlarında intikam heyecanının ilk şiddetine kapılanlar işi kama veya kurşunla temizlerler. Ben bu kadar basit olmak istemiyordum. Tuhaf şey, bilmezlikten gelme maskelerini atarak karımla ilk yüzleşmemizde, sandığım kadar hiddet, şiddet görülmedi.
Bahire çok tabii bir jestle ‘Nihat…’ dedi. ‘Çektiğin şüphe acılarını her gün gözlerinden okuyordum. Fakat ne bende gerçeği söylemeye ne de sende onu açıkça sormaya cesaret bulundu. Bugün sır, bir volkan fışkırışıyla kendini ortaya attı.’
Karımın bu kadar soğukkanlı, heyecansız ve korkusuz sözleri karşısında ben büsbütün alıklaştım. O, söyleyip duruyordu:
‘Eski ahlaktan yeni ahlaka geçiyoruz. Böyle olan şeylerde, herkes kendi ruh terbiyesi, asillik veya vahşiliğini gösterir. Bu önemli sosyal dönüm alışıksızlığının elbette çok kurbanları olacak, insanlar arasında vahşilikle medenilik düellosu daha çok zaman sürecektir. İstersen hamal Memo gibi bıçağını çek, kanımı dök. Üzerine fışkıracak kızıl kanla kocalık namusunun temizlendiğine inan.’
Karımın, beni yeni morale aşılamak, idmanlandırmak isteyen bu sözleri karşısında taş kesildim. O anda ben ne olmalıydım? Hamal Memo mu yoksa havsaladan kurtulmuş geniş düşünen medeni bir mösyö mü? Başım dönerek bu dönüm yerinde durdum. Düşünüyordum. Nereden nereye gidiyorduk? Nikâh, kanuna uygun karılık kocalık, eski aile hayatı vakitlerini yaşamış birer tarih oyununun perdeleri gibi gözlerimin önünde açılıp kapanıyordu.
Benim çenem kilitlendi, karım söylüyordu:
‘İnsan kumru tabiatında bir monogam değildir. Erkek ve kadın çiftlerin hercailiğe esirlikleri yaratılıştan beri vardı. Bazı evliler arasında dumanı gizli tütüyordu. Şimdi açığa vurdu. İkiyüzlülük kalkıyor. Bu, daha doğru, belki de daha ahlaklı bir şey değil mi? İnsanların yasası doğa yasalarına üstün gelebilir mi?’
Heyecan azabıyla tutulan dilimi açmaya uğraşarak tıkana tıkana ‘Bahire…’ dedim. ‘Özrün kabahatinden büyük! Hamal Memo olmayacağım fakat senin istediğin gibi havsalasız bir mösyö de olmayacağım. Şurada iyi bir aile kurmuştuk, iki oğlumuz da bu bağı kuvvetlendirmişti. Bu mutluluğu ne gibi bir zevkin sürüklemesine feda ettiğini anlayamıyorum.’ Karım gittikçe ataklığı artan bir anlatışla:
‘Dur anlatayım. Bu işte zevk, lezzet, neşe yok. İşlediğim suçta zerre kadar bir cinsel zevk ve sevdaya kapılmış değilim. Çünkü senden yaşlı olan o adamın hiç de gönül çekecek bir sevimliliği yoktu.’
Memolaşıp hemen yumruğumu kaldırarak haykırdım:
‘Ya bu cinayeti hangi duyguya kapılarak işledin?’
Karım bir trajedi mahzunluğu alarak:
‘Nihat, senin doksan lira maaşınla geçinemiyorduk.’
‘İffetini satarak mı geçinmek istedin?’
‘İşte gördün ya, pahalıya sattım. Bugünkü ekonomik cinayetlerin arasında bu benimki çok zararsız bir gönül ticareti sayılır. Ben bunu vicdanımdan fetva alarak yaptım. Pişman değilim. O adam öldü, bu işten vücudumda bir eksiklik yok. Ben yine senin karınım. Nihat, zamana göre yenilenmelisin. Eski havsalaya bugünün anlayışı sığmaz.’
‘Artık kısa keselim, dayanabileceğimin sonuna geldim! Al piçini, defol! Burada bırakacağın oğulların için de ölmüş bir anasın!’
Hâlime acır bir bakışla karımın son sözü şu oldu:
‘Yalnız kendimizle ilgili olan her olayı ne kadar can sıkıcı olursa olsun öfkeyle değil, bundaki çıkarlarımızın milimetreleriyle ölçerek ona göre davranmaya kalkışmalıyız. Nihat, sıkıntın arttığı günlerde beni hatırla.’ ”
Birkaç saniye dinlendikten sonra, karşımdaki, sözünün alt tarafım tıkanır gibi bir sıkıntı içinde şöyle yürüttü:
“Çok sıkıntılı günlerim oldu. Onu hatırladım ama başvurmadım. Elimi bir uzatsaydım avcum parayla dolacaktı. Kirli bir yerden gelen paranın yasal olmaması önündeki irkilti bize nereden geliyor? Duyulursa âlem ne der çekintisinden. Bu çekinme olmasa, yani dışarıya bir sızıntı çıkmayacağı sağlamca bilinse namusu okşayarak bu hediyeyi kabule razı etmek olabilecek sanırım. Eski ve yeni adamın da gizli psikolojisi budur, değil mi? Karımın bu lütufkârlık şeklindeki hakaretine karşı da el kaldırmadım. Şimdi o karıştığı monden hayatın şıklığı içinde, parasına, güzelliğine ah çekenlerin rekabetleri arasında daha genç, şen, ferah içinde, kaygısız yaşıyor. Refahı kuran maddelerin hangi zehirli ticaret kaynaklarından geldiği hiç de önemli bir şey değil. Zenginlik, sahibini yaşattığı anlarda eski ve yeni günahların bütün kirlerini de yıkıyor. Karım, ailemizin yarı sefil hayatına ortak olmaktan ayrılmamış olsaydı yokluk çekecekti. Düşmenin getirdiği maddi rahatı kadın değerinin sözden ibaret manevi mükâfatına feda etmiş olacaktı. Geleneklerden doğan moral prensipleri, hayat yollarının zikzakları içinde ara sıra böyle bir kızak hızıyla bayır aşağı kayıp gidiyor. O, namussuzluktan aldığı saygı, haysiyet, itibar içinde geniş bir hayat yaşıyor. Biz namusun üzerimize yüklettiği kıpırdanılmaz ağırlıkları altında eziliyoruz. Bu da züğürt tesellisi gibi bir şey değil mi azizim? Bu kelimenin icadından yararlanıp yararlanamayanları bana ayırsana bakayım.”
Konuşmanın hüznü içinde ikimiz de bir dakika sustuk.
Sonunda “Nihat…” dedim. “Sen karını çok seviyormuşsun. Bu sevda seni yıkmış, moralini de bulandırmış. Karının senin idmanlandırmak istediği rejime karşı da eski bir adam vahşiliği göstermemişsin.”
“Evet, bu fikirde babamın moralinden yarı yarıya ayrıldım, buna bir yontulma diyebilirsin.”

UÇURUMUN KENARINDA
Sinir Doktoru Bay Sadi hastalarını nöbetle kabul ettiği sırada muayene odasına ince, alımlı, kibar edalı, güzel bir kadın girdi. Müşteri ve hekim hafif bir reveransla selamlaştılar.
Doktor maroken geniş koltuğu işaret ederek “Buyurunuz hanımefendi.” dedi.
Kadın zarif eğilmeli bir oturuşla koltuğa ilişti. Odaya hafif bir menekşe kokusu yayıldı. Hâlsiz bir eda ile elini alnına götürdü. Yarım dakika yumduğu gözlerini açınca nerede bulunduğunu anlamak isteyen bir araştırma ile çevresine bakındı. Sonra başını eğerek düşünür gibi bir tavır aldı.
Bir doktorun dikkati karşısına ilk çıkışta geçirilen küçük bir heyecan anıydı.
Bet beniz manolya çiçeği solgunluğunda… Yüz, elmacık kemiklerini hafifçe belirten bir süzgünlükte… Lacivert yansımalı koyu gür saçların çerçevesindeki bu yüze uzun kirpikli iki kara göz, baktıkça insanı alan üstün değerde bir tablo güzelliği vermiş. Manolya yaprağını andıran düz neftî elbisesi o çiçekle ilişkisini büsbütün artırıyor.
Robuyla uygun şapkasının kenarında o çiçekten yalnız bir gonca var.
Yüzünde pudradan bir zerre görülmüyor. Ne de dudaklarında yakısı henüz kaldırılmış çiğ bir yara kızıllığı… Boynunda kedileri, kuzuları kıskandıracak boncuk dizileri yok… Elleri manikürsüz…
Modanın yapmacılığından yaraşır yaraşmaz güzelliklerine cila arayan kadınların zevksizliklerinden kaçan bir sadelik heykeli…
Böyle sade kalabilenler tabii güzelliklerine güvenebilenlerdir. Yüzlerini ressam paletine çevirenler güzelliklerine herkesten önce kendilerinin inanmadıklarının herkese karşı bir çeşit itiraflarını yapıyorlar demektir.
Bu tuvalet düşkünleri tabii hâlleriyle sade görünmekten o kadar korkuyorlar ki vapurda, trende, tramvayda suratlarını o bildiğiniz süngere yalatmadan beş dakika rahat duramıyorlar.
Bu levent endamlı, menekşe kokulu kadının ökçesi de basitti. On iki santim topuk üzerine bindikten sonra kendilerini servileşmiş sanan bodur kadınların saflıklarıdır ki bu zararlı modayı sürdürüp gidiyor.
Bayanın yüzünde, modanın yapmacık şatafatlarına düşmeyen tabii güzelliğinden bir gurur gezindiği seçiliyordu.
Doktor bu “neurastenique” hastayı muayeneye hazırlanır bir tavır alarak “Müsaade eder misiniz?” dedi.
Bayan bu isteğe karşı olumsuz anlamda el işaretiyle bir “Hayır!” inledi.
Doktor biraz şaşırarak durdu. Hayır mı? O hâlde hastanın bu muayene odasında bulunuşu neye verilebilirdi? Doktor bu soruyu gözden göze sessiz bir bakışla sordu.
Çabuk anlayışlı zeki kadın cevap verdi:
“Benim derdim muayene ile anlaşılmaz, reçete ile iyileştirilmez. Hastalığımın ilacı eczane kavanozlarında bulunmaz. Tıbbi hidroterapi, masaj, kakodilat dö fer bromür, serum, filan falan topyekûn geçiniz hep bunları. Presyonuma bakarsınız, nabzımı sayarsınız, kalbimi dinlersiniz. Ama bu merkez organının hayati açılıp toplanma hareketi asıl derdimin korkunçluğundan size hiçbir şey anlatmaz. Onu, bana sormalısınız.”
Oturduğu koltuğun iki kenarına dayanarak sinirli bir hareketle yerinden kalktı. Yine oturdu. Doktora doğru eğildi. Derin bakışlarla onun gözlerini aradı:
“Ben bugün buraya vücut hastalıkları mütehassısı bir doktordan ilaç ricasına gelmedim. Gizli günahımı anlatacak bir papaz arıyordum. Maksadım, bir muayene cefasına değil, duvarları sağır bir günah çıkarma hücresine sığınmaktır.”
“Peki hanımefendimiz, beni bir papaz, burasını da bir günah çıkarma hücresi farz edebilirsiniz.”
Bayan baygın süzüşlerle dört yanına bakına bakına:
“Burası her sırrı yutan derin bir kuyudur, değil mi?”
“Emin olunuz öyledir.”
Manolya şimdi daha da sarardı. Küçük fakat ölüm hâlini andırır ve önemli bir sır söyleyecekmiş gibi bir gülümsemeyle yeniden doktora eğildi, ağlar gibi “Ben kocamı sevmiyorum!” dedi.
Doktor kendini tutamayarak tekrarladı:
“Kocanızı sevmiyorsunuz…”
“Sevmiyorum, öleceğim, sevmeyeceğim!”
“Nedenini sormak iznini veriyor musunuz?”
“Sorabilirsiniz.”
“Teşekkür ederim. Kaç yaşındasınız?”
“Yirmi sekiz.”
“Ya o?”
“Kırk beş.”
“Ne zamandan beri evlisiniz?”
“Dört yıl oluyor.”
“Çocuk var mı?”
“İki tane düşürdüm.”
“Bu adamı sevemeyeceğinizi ona varmazdan önce anlayamamış mıydınız?”
“Anlamıştım. Yalnız sevmemek değil, şöylece bir antipati değil, nefretler içinde boğuluyordum. Ben daha okulda küçük bir kızken bana göz koymuş. Zengindir. Babamın yanında türlü dalavereler çevirmek için ortaya avuçlarla para dökmekten çekinmedi. Gözyaşları içinde çırpına çırpına beni onun kolları arasına attılar. Ah doktor, zayıfları, masumları korumak için meydana getirilmiş hükümler kanun kitapları arasında kapalı dururken beri yandan Orta Çağ zulümlerini andırır vahşice haksızlıklar oluyor! Kanun bir kılıçtır, onu kullanacak el ister. Halk içinde yaşı, aklı, kültürü bu işe yarar, bu eskrime idmanlı kaç kişi bulunur? Sonra da beyinleri eski geleneklerle beslenmiş hâkimlerin düşüncelerini kadına tam hürriyetini verecek yeni ahlakın icaplarından yana çevirmek mümkün müdür? Dünya ne kadar büyük devrimlerle altüst olursa olsun, dünyada erkek her zaman hâkim, kadın her zaman onun emir eridir. Kocan, kardeşin, oğlun tepende küstah amirlerdir. Hayat piyasasında kadının değeri düşüktür. Her gün sokaklarda kıskançlık vahşiliğiyle kocaları, âşıkları tarafından bıçaklanarak cesetleri kaldırımlara serilen kadınların felaketlerini gazetelerde okumuyor musunuz? Bu sayısız vakalara karşı hiçbir erkeğin darağacında cinayetinin cezasını çektiğini işittiniz mi?”
Az bir süzgünlükten sonra heyecanla hanımefendi yumruğunu havaya kaldırarak devam etti:
“Böyle olaylarda kanunun şefkati erkekler içindir! Ya ansızın bir öfke ya akılca bir bozukluk falan filan gibi özürler öldürenin yardımına yetişir. Kanunun satırları erkek kafasına göre kadına karşı yorumlanır. Bir kadın kocasının, âşığının üstüne başka bir erkek sevmiş. Vayyy! Bu korkunç davranışın ağır günahıyla artık zangır zangır yer, gök tirer. Gönüldür bu efendim, sevmez mi? Tabiatta sempati, antipati yok mu? Sinirlerimizi, cinsin cinse karşı duyduğu akıl ermez çekiş garipliklerini biz kendimiz mi yaratıyoruz? Gönüldür bu, gönül. Operada mızıka ile bağırmıyorlar mı?
L’amur est un en fan de Bohème
II n’a jamais connu de lois.
Allah korusun, kocası karısını bir erkekle yakalamış. Kadın korkusundan kanepenin altına kaçmış. Fakat vahşi herif tabancayı çekmiş: Dan… Dan… Dann… Zavallıyı bir külçe hâline getirmiş. Doktor beyefendi, tahtaların üzerine akan bu kızıl kan, tabiatın gönüller üzerindeki yenilmez egemenliğini, sempati, antipati denilen sırları etüt eden yeni vicdanlar önünde kıyamete kadar erkeğin vahşiliğini, kadının mazlumluğunu bağıracaktır. İnsanlığını tanımakta çok geri kalmış mutaassıp bir erkek böyle olaylar karşısında şöyle kükrer: ‘Gebertmiş kahpeyi! Oh, çok iyi etmiş! Benzerlerine ibret olsun.’ ”
Bir ışıklı çeşme gibi renk renk fışkıran bu lakırtı şelalesi karşısında biraz afallayan doktor:
“Hanımefendimiz o manzaraya karşı bir kocanın düşeceği öfkenin şiddetini insafla niçin göz önünde tutmuyorsunuz? Böyle bir durumda o erkeğin yerinde siz olsaydınız ne yapardınız?”
Bayan ateşlenerek:
“Ne mi yapardım? Müsaade ediniz, söyleyeceğim. Kocasına karşı hiç sempati duymayarak gittikçe derinleşen bir nefretin işkencesi altında eriyen kadın artık tabii hâlini koruyamaz, haşinleşir, hırçınlaşır, sinirliliğin sonuna gelir. Her vesile ve her tavrıyla bu tiksintisini meydana vurmaktan kendini alamaz. Kocaların çok zekileri değil ahmakları bile bu nefreti fark edebilirler. Kocasından şiddetle nefret eden bir kadını günah üzerinde yakalamak saatini beklemeden önce bırakmalıdır. Vahşi kocalar, âşıklar böyle yapmıyorlar. Kadın, ‘Bırak beni!’ feryadıyla anasının evine kaçıyor, denizaşırı bir yere kayboluyor. Fakat ne yapsa kurtulamıyor. Kokuya saldıran aç bir kurt gibi belde silah, herif kurbanının peşine düşüyor. Sonunda susadığı kanı avuçla içiyor. Kimi zaman âşığı da beraber öldürüyor. Sorarım size, tiksinilmiş kaba bir erkeğin karşılık görmeyen çirkin aşkı yoluna iki cana birden kıymak doğru mudur? Kanun bu işe niçin şaşı bakıyor? Daha doğrusu baktırılıyor? Niçin bu cinayetler bu kadar sık oluyor? Çünkü cinayeti yapan herif bir ceza ile yahut cezasız kurtulacağından emindir. Çünkü böyle bir kadına karşı her erkek diş biler. Cinayette günlerden, haftalardan, aylardan beri sürüp gelen hazırlanma her noktada gözlere çarpıp dururken gene katil hesabına hafifletici nedenler yaratılır. Bu apaçık haksızlıklar kanunun yapılışında mıdır? Açıklanış ve uygulanışındaki yan tutma göz yummasından mıdır? Zamanımızın bu yolda düşünüş vahşetini gelecek yüzyıl şiddetle reddedecek, düzeltecektir. Kafası bugünkü terbiye ile ışıklanmış bir koca, kendisini sevemeyen karısının bu sempatisizliğini öldürmesini gerektirecek bir eylem sayılamayacağını bilir. Karısını başka bir erkekle suçüstü yakalamak, bir koca için çok acı bir felaketse o güne kadar sürüp gelen her açık işarete karşı bu sonu beklemenin ağır bir cezası demektir. Sovyetler’de kadınla erkeği birleştiren bağların çok hafiflediklerini görüyoruz. Gelecek yüzyılda bu bağlar büsbütün başka biçimler alacaktır. Bugün bu çeşit cinayetleri işleyenler, kendi egoist hayvanlıklarından başka karşısındakilerin tabii haklarına saygı göstermeyi bilmeyen geçmiş yüzyılların küflü kafalarıdır. Bir kadını sevmek o kadın üzerinde bazı hakları olmak için bir sebep sayılıyorsa kadının nefreti de ondan ayrılmak özrünü gerektirecek yasal bir gerekçe sayılmalıdır. Hep bu fenalıklar kanun kaçakçılıklarıdır. Hep bu ışığa doğru gidiyoruz. Fakat bu olgunluğa varana kadar şehit vereceğimiz kadınların sayıları mezarlıkları dolduracaktır.”
***
Bu tuhaf şikâyetlerinin heyecanlarından yorulan bayan başını koltuğun arkalığına verdi. Göğsü kapanıp iniyor, göz kapakları kısılıyordu.
Doktor yarım bardak suya birkaç damla eter akıtarak “Alır mısınız?” dedi.
“Teşekkür ederim, daha sonra…” cevabıyla gözlerini bütün bütün yumdu.
Doktor, bu “asthenique” yüzü incelemeye koyuldu. Bir zaman dinlendikten sonra sinirli kadın korkulu bir uykudan uyanır gibi birdenbire doğruldu. Yine doktorla göz göze geldi.
Doktor çok yumuşak bir davranışla:
“Dinlenmek ihtiyacındasınız. Fakat bir iki soruma daha izin verir misiniz?”
Baygın ses:
“Buyurunuz.”
“Siz kocanızı sevmiyorsunuz ama anlaşılan o sizi çok seviyor.”
“İşte felaket buradan kopuyor ya… Duygularımız tersine olarak birbirine çok uygun.”
“Ondan nefretinize yol açan hâllerin çeşitlerini de lütfen anlatır mısınız?”
“Peki, işte kordiyal alınacak sıra geliyor. Ne kadar büyük bir mütehassıs, bilgin, duygulu doktor olsanız yine içinde yandığım cehennemin azabını anlayamazsınız. Bunu hakkıyla duyabilmek için aynı hâle düşmüş bir kadın olmalısınız. Sizi zorla kolları arasına çekmek hakkı olan koca bir yılanın nefesiyle zehirlerini ruhunuza akıta akıta kolları arasında kemikleriniz çatırdarken birkaç kere bayılıp ayılmalısınız.”
“Hâli, şekli nasıldır bu adamın?”
“Şamandıra gibi, iskele babası gibi kısa, kalın… Tüylü, varisli, şişko! Bacakları, tırnakları kör, düztaban! Ayakları katmer katmer hasırlı, topukları görülecek şey değil. Nefret uyandıracak bu çirkinlikleri kadından saklamak gerekirken o, hiç ilgisiz sere serpe oturuşlarıyla bu gudubetliklerini insanın gözüne, burnuna sokar. Kalın ense, yusyuvarlak yüz, ortası çökük küçük burnuyla tam bir buldok kafası… Gamsız, duygusuz adam, dünya yıkılsa umurunda değil… Ağlanacak şeylere güler, obur gibi yer, horul horul uyur. Sabahleyin uyanıp da iki kol, iki bacağıyla hayvan gibi çatır çatır gerine gerine, kaba bir mahmurluk almış şişkin yüzüyle beni döşeğe bir çağırışı vardır. Veriniz bana bir yudum kordiyal…”
Doktorun uzattığı bardaktan süzgün süzgün iki damla aldı. Bardağı elinden düşürecek bir hâlsizlikle geri verdi. Yine yumuk gözlerle bir zaman dalar gibi yaptıktan sonra “Ah!” dedi. “Ah doktor, bana ettiği iltifatları işitseniz iğrençlikten titrersiniz. Beni yutacak gibi nefesini içeriye çeke çeke ‘Ah benim şekerli, ballı, sütlü, kaymaklı karıcığım. Ver bana gerdanının kremalarından… İçir bana kevserini yudum yudum…’ Her söz başında tekrarlanan bu ‘karıcığım’ bayağılığı beni kusturacak bir hâl getirir: ‘Benim çilek dudaklı, şekerli, gevrek karıcığım…’ Muhallebici, pastacı, manav dükkânlarında tatlı, mayhoş ne varsa artık ben oyum. Oburun şairliği midesinden gelir! Karıcığım… Karıcığım… Zuhuri’den, Karagöz’den halk diline miras kalmış kaba ağızların sakızı bu bayağı, soğuk iltifat beni bitirir. Sonunda istek dolu gözlerini üzerime dikerek saldıracak bir taşkınlık aldığı zamanlarda beş kat binadan kendimi aşağıya atacak bir çılgınlığa tutulurum!”
Bayan ellerini arkaya atarak titreye titreye can verir gibi ağır fakat dolgun bir nefes boşalttı. Gene yumulup açılan gözleriyle süzüldü. Doktor onu bir zaman dinlenmeye bıraktıktan sonra ricalı, çok yumuşak bir sesle “Hanımefendimiz…” dedi. “Burayı bir ‘confessionnal’, beni itiraf dinleyen bir papaz farz etmiştiniz.”
“Evet.”
“Bu papazın görev olarak sizden bir sır sormasına izin verir misiniz?”
“Buyurunuz.”
“Kocanızdan şiddetle nefret ediyorsunuz?”
“Bütün kuvvetimle…”
Doktor alçalttığı sesine bir gizlilik yumuşaklığı vererek onun kulağına âdeta üfler gibi fısıldadı:
“Sevmediğiniz kocanızdan boş kalan gönlünüze girmiş başka bir erkeğin sempatisi var mı?”
Bu soru karşısında tıkanma hıçkırıkları geçiren kadının vücudunu ansızın bir ıspazmoz sardı. Yaralı bir kuş kanadı çırpınışıyla elini doktorun ağzına uzattı, kısık kısık:
“Hayyyyy susunuz, Allah aşkına susunuz! Uçurumun kenarındayım. Burada duralım… Beni daha öteye itmeyiniz. Hayatın en büyük hakları cinayet biçimine sokan öyle zalim durumları var ki…”
Bir “défaillance”[3 - Baygınlık] hâlinde yalnız biraz kordiyal aldı. Vücudunun el ve elektrik masajlarına izin vermedi.
“Çok söyledim… Kesildim… Kesildim… Bindiriniz beni arabama…”
Birdenbire onun gözlerinin önüne açılan uçurumun korkunçluğundan kaçmak istediğini doktor anladı. Fakat bu zavallı kadın için bu kaçış mümkün müdür? Çünkü o kendini kenarında saydığı uçurumun ta dibindeydi.
Hasta ruhunun bütün acıları dışarı vuran yalvarma dolu gözlerini şimdi biraz pişman, biraz şaşkın anlatışlarla doktora dikerek:
“İtiraflarım bu kuyuda sonuna kadar gömülü kalır değil mi?”
“Hiç merak etmeyiniz. Mesleğine saygılı bir doktor bir papazdan daha çok sır tutar.”
Titrek eliyle ücreti masanın üzerine bıraktı.
Doktor: “Ne bir ilaç aldınız ne de tek bir öğüt.”
Bayan: “Kanımda fazla biriken zehirleri biraz döktüm. Bu yeter…”
Koltuğuna giren iki kişinin yardımıyla bayan yarı baygın bir hâlde otomobiline bindirildi.
Doktor son ayrılış selamıyla bu devasız hastanın arkasından acı acı düşündü.
“Gelecek yüzyılda kadınlığın alacağı tam “emancipation”u[4 - Kurtuluşu] bu yüzyılda yaratmaya uğraşan işte zavallı bir ruh hastası… Kıskançlık kurşunlarıyla delik deşik edilmeye hazırlanmış güzel bir vücut!” dedi.

HANGİSİ DAHA ZEVKLİ?
Bu öldürme işi ortalıkta günlerce heyecan çalkandırdı. Aldatılan koca aldatan kadını öldürdü. Olan iş adi, hemen her gün olan biten işlerden biri. Hıyanet ve intikam… Öldüren koca; yargıçların önünde beraat edinceye kadar sinirli krizler, ruhi coşkunluklar içinde çok titredi. Terledi. Terletti. Suçluları tam suç işledikleri zamanda yakalamak için tamam bir buçuk yıl gizlice bu hıyanetin peşinden dolaştığını tıkayıcı hıçkırıklarla sarsıla sarsıla anlatıyor, kendini kaybedip tekrar bulmaya uğraşırken uzun aralıklarla sözü kesiyor, yargıçları bekletiyordu.
O sadakatsiz kalbe kurşunu sıkınca sevgili karısı “Kıyma bana Haşim! Ah bilmezsin, ruhum senin, vücudum bu adamındır!” diye âşığını işaret ederek can vermişti.
Peyman’ın bu son sözü katil kocanın beynine ateşten bir muamma damgası yakıcılığıyla işlemişti. Bu ne demek olacaktı? Haşim Ulvi ruha inanmıyordu. Bu, son aldatıştı. Ona verilen bu blöf ruh şimdi neredeydi? Fakat niçin aldatıyordu? Ölürken bile aldatıyordu. Apaydın iş karşısında…
Haşim Ulvi bu hıyanetin belirgin izleri üzerinde karısının aldığı yalancı muhabbet, sahte sadakat tavırlarındaki her zamankinden başka aldatıcılık ustalığına şaşıyor. İçten öyle hileli hıyanet yüreği taşırken dıştan o kadar sıcak bir içtenlik gösterebilmesindeki şeytanca yatkınlığı karşısında aklı çileden çıkıyordu. Bu bir buçuk yıllık dayanışının azabı içinde yanarken intikam hırsıyla yüzü ateş kesiliyor, gözlerini kan bürüyor, dişleri gıcırdıyordu.
Haini öldürmekle yüreğinden hıyanet acısını söndürememişti. Acısını gideremeyen bu ölümün ne yararı olmuştu sanki? Düşüne düşüne duyguları, düşünceleri yavaş yavaş başkalaşıyor, eski şiddetlerini kaybederek ölüden yana dönüyor, yüreğinde Peyman’a karşı acımaya, özlemeye benzer bir şeyler uyanıyordu. Karısının sıcak bakışlarıyla onu okşayan kumru göğsü menevişli gözlerinde büsbütün baştan çıkarıcı bir büyücülük kuvveti olamazdı… Bu baştan çıkartmaların sevgiyle karışıklığını şimdi seziyor, bu gerçeği kalpten kalbe akan hileye sığmaz derin bir anlatımın içtenliğiyle anlar gibi oluyordu. Fakat o hâlde, aman ya Rabbi o hâlde bu koca sevgisini kendisini başka birine vermekle niçin kirletiyordu? İki karşıt sevgi tek bir gönüle sığar mıydı? Haşim Ulvi bu çetin muammanın önünde, karısının can verirken etmiş olduğu şu itirafını düşünüyordu: “Ruhum senin, vücudum onun.” Bu sözden doğru bir gerçek çıkarmak ne zordu. Düşüncelerinin labirentleri içinde aklı dolaşarak pusulayı şaşırıyordu.
Peyman’ı birkaç kere rüyalarında gördü. Bağışladı. Barıştı. Göğsü üzerinde onu ruhuyla bir edecek şiddetle bir helecanla sıktı. Bu, Haşim Ulvi’yi hayat kâbusundan uyandıran garip bir rüya idi. Ölü kadınla diri kocanın sevinç, mutluluk yaşları birbirine karışmıştı. Yürek çarpıntılarıyla kan ter içinde gözlerini açtı. Niçin uyandı? Keşke bütün ömür bu kısa rüyadan ibaret kalaydı? Peyman’ı öldürmemiş olaydı rüyadaki bu bağışlama, bu barış, bu kaynaşma mutluluğu hayatta da böylece bir gerçek olabilecek miydi? Ağladı… Ağladı… Onu rüyalarında görmekle mutluluk duyduğu Peyman şimdi nasıldı? Gömüldüğü yeri bile bilmiyordu.
***
Haşim Ulvi benliğini törpüleyen bu ruh hâlinin işkencesiyle ezilirken tuhaf bir mektup aldı. Bilinmeyen bir kalemin ürünü… Kendini tanıtmayan bu kimse, ona yüreğinin en derin, en işkenceli sırlarını acı bir içtenlikle açıyordu:
Haşim Ulvi,
Zavallı koca… Cinayetinizin üzüntüsünü, acılarınızın derinliklerini aynı hızla kendi ruhumda duydum. Duruşmanızı dinlerken içimde çöreklenmiş aynı yılan, en duygulu damarlarımdan döne döne beni sokuyordu. Sanıyordum ki manevi bir radyo benim gönlümdekileri size söyletiyor. Çünkü ben de bugün aldatılan bir kocayım. Ölmüş karınız yaşayan karımın aynı yaratılıştaki kız kardeşidir. Ben de öldüreyim, iş olup bitsin öyle mi? Hayat sınavlarıyla kafaları olgunlaşmamış, gerçeğe yabancı, acemi şairlerin ona göklerde mekân verdikleri aşk, insan yüreğinin en aşağılık bir hastalığıdır. Yakalananları yükseltmez, alçaltır. İşte ben alçaldım. Esfel-i safiline iniyorum. Bu alçalışımın hikâyesi köpekten insana kadar olan aşk kanunlarında işitilmemiş bir devrimdir. Karımın aşkı beni ince damarlarıma kadar cin tutmuş bir şiddetle pençesine almıştır. Cesedimi lime lime etmeden ruhumu ondan kurtaramam. Karıma sıkacağım kurşun onu bitirmeden beni öldürür. İkimiz birden ölelim… Bu bir marifet değil. Cehennemin derinliklerinde neler var? Hüner, bu derinliğe inmektedir.
Azizim Haşim Ulvi,
Ben bu sevda tekkesinin çilekeşliğiyle büyük gerçeklere erdim. Ölümü, aşka deva yapmak ahmaklığından kurtuldum. Söyleyeceklerimden tiksinerek yüz buruşturma. Eski “stoicien”ler gibi karı kocalıkta nefis ezasını safa yapan bir tür felsefenin mucidi ve tek müridiyim. Belki bu hıyanet mabedinde gizli din kullanan başka kocalar da vardır. Biliyorum Haşim Ulvi, dert ortağım Haşim Ulvi, ruhunda deşilen aşk ufunetinin kanlı cerahatleriyle şu anda yüreğinin sızladığını biliyorum. Acıların en korkuncu!.. Bu ejderin öldürücü dişlerine karşı koyabilmek için ne yapmalıyız? Yavaş yavaş vücutlarını öldürücü zehirlere alıştıranlar yok mu? Koleradan kurtulmak için koleraya, tifodan kurtulmak için tifoya, kuduzdan kurtulmak için kuduza aşılananlar yok mu? İşte ben aşk hastalığının bu serumunu buldum. Aşılandım. Onun kurbanları sürü sürü ahmaklar gibi ben bu dertten ölmeyeceğim. Ve kimseyi öldürmeyeceğim. Büyükbabalarımız sadakatsiz aşüfteyi öldürürlermiş. Bu atadan kalma şeyin vahşetinden yüreklerimizi temizlemeliyiz. Aldatıcı düşüncelerin sakatlıkları üzerinde inatla durmak, geçmiş yüzyıllara dönmek demektir. İnsanlıksa yenilenmek çılgınlığıyla çırpınıyor.
Ben karımı seviyorum, o da başkasına gönüllü… Ama günahını sezdirmemek için bütün şeytanca ustalığıyla beni idare ediyor. Bırakayım da büsbütün sevgilisine gitsin. Hayır! Öldüreyim de aşkım toprağa gömülsün. Hayır! Sevmek hayatın en büyük tadıdır. Sevgiyi şiddetlendiren kıskançlık bu tadı da aynı ölçüde büyülüyor. Cinsî duyguları doygunluk hâline gelmişlerin karı kocalıklarında ne tat kalır? Karım bana hıyanet cehenneminin alevleri arasında cennetin gülistanlarını gösteriyor. En bayıltıcı güllerini koklatıyor. Cennetin tatlarını cehennemin alevleriyle karıştırarak beni öldürüp öldürüp diriltiyor. Ben bu anlatılmaz zevkin ateşleri içinde Âşık Kerem gibi tüterek yanıyorum.
Dikkat ederim. Sevgilisiyle buluşmaları uzun aralıklara uğradığı zamanlarda sinirlenir. Bu özlemle âdeta hastalanır. Duygularında bana karşı olan nefrete yakın doygunluğunu bildirmemeye çalışarak kendini kollarımın arasına cansız bir bırakışı vardır. Bu fedakârlığın tepkisini gösteren bir iki hıçkırıkla sarsılır. Beni de titretir. Sorarım:
“Ne oluyorsun karıcığım?”
İnler:
“Sinir hâli.”
O anda benim sinirlerim de en son derecede gerilir. Kollarımın arasında bütün gücümle sıkar, hırpalar, didikler, dişlerim. Onun yüreğinden bu hıçkırıkları koparan kuşkusuz o hain sevdadır. Yatıştırılması bir zamancık uzamış o günahkâr sevda… Bu gerçeği benim bildiğim kadar karım da kendisini aç bir canavar hırsıyla ısırışımın nedenini anlar. İşte böyle geçiniriz.
Azizim Haşim Ulvi, öyle zehir tiryakileri vardır ki alıştıkları zehirlerin hiçbir çeşidi artık onları tutmaz olur. Sonunda avuçla arsenik yalarlar. İşte ben hayata dayanabilmeyi aşkın bu zehir dolu kadehini çekerek sızmakta buluyorum.

    Dert Ortağınız.
Haşim Ulvi kendini bir boşluğa çeken bulantılı baş dönmeleri arasında düşündü, düşündü. Muammayı çözemedi. Yılanı öldürmeli mi? Zehrine mi alışmalı?
Hangisi daha zevkli?

BENİM BABAM KİMDİR?
Mesut (41) anlatıyor:
“Görüyoruz ki tabiat bütün yaratıklarını döl yetiştirmeye, kuşak üretmeye şiddetle zorluyor, insan, hayvan dünyayı bu canlı kalabalıklarla doldurmaktan amaç nedir? Karşılık bir ses alamadığımız bu sorunun cevabını yine kendimiz düşüneceğiz.
Tabiatın bu zorlamasında kullandığı yaman kırbaç da aşktır. Hepimiz bu silahın şakırtısıyla doğduk. Bazılarımızı şairleştiren, bazılarımızı da canileştiren bu aşk kapanına içimizde tutulmayanımız da yok gibidir.
Ahlak ve kanunun vurduğu dizginlerle bu duygunun pratiğinde hayvanların serbestliğinden ayrılıyoruz. Birtakım sınırlanmalarla bağlanıyoruz. Fakat en büyük şiddetini bu uğraşta gösteren tabiatla tepişebilmekteki kudretsizliğini anlayan kanun bu sınırlamalarını gittikçe gevşetiyor. Bunun sonu neye varacak? Şimdi uygarlıkla vahşiliğin arasındayız. Her iki uç birleştiği zaman uygarlıkta mı çok ilerlemiş, hayvanlığa mı daha çok yaklaşmış olduğumuzu anlayacağız.
Ben zamanın kanuna kontrband giden[5 - Kaçakçı davranan] iki günah işleyenin suçlarının sonunda meydana gelme bir ürünüm. Anamı, babamı tanımıyorum. Üç günlükken beni bez parçalarına sarıp sarmalayarak cami kapısına bırakmışlar.
Ben hangi soysuzların kanlarından akarak dünyaya gelmişim? Gecelediğim cami kapısında nasıl olmuş da kedilerin, köpeklerin dişlerinden kurtulmuşum? Bu âleme yeni açılan gözlerimi nasıl olup da fareler, kargalar oymamışlar?
Sırf hayvani zevklerine kapılıyorlar, bu aşıdan hiç beklemedikleri doğal meyve meydana çıkınca şaşıyorlar. Tabiatın insanlara bu zevki, o önemli döl işini gördürmek için verdiğini anlayınca bu zavallı ürünü hemencecik yok etmeye uğraşıyorlar.
Hayattaki ilk feryatları hela kuburlarında, bırakılmış kuyularda susturulan zifirî gecelerin kara dalga beşiklerinde uyutturulan bu küçüklerin yasını kim tutacak? İstatistiklerini kim yapacak? Anayı, babayı bu cinayetlerinde durdurmak için sosyetenin alacağı bir önlem yok mudur? Bir gün gelip de her ne biçimde olursa olsun doğurmanın ayıp sayılmayacağını kabul edecek kadar cemiyetin ahlak düşünüşünde bir değişiklik olmayacak mı? Bu sorunların bazı memleketlerde olumlulaştığını görmüyor değiliz.
İnsanlık, nüfusu bu kayıptan nasıl kurtaracak? Eski ahlakın utanç kanunlarına uyarak mı, yeni başlayan cinsel serbest rejimle mi? İnsan mı kalacağız, köpekleşecek miyiz? Dünyaya gelir gelmez ters yüzüne geri çevrilen bu ölüm hükümlülerinin haklarını savunma işinde hangi büyük avukatın sesi yükselecek?
***
Beni kundakladıkları paçavraların içinde şöyle bir kâğıt bulunmuş:
Türk çocuğudur. Bir hayır sahibinin eline geçip de yaşamak bahtına ererse adını Mesut koysunlar. 41 sayısını da soyadı versinler. Mesut 41. Onun masum yüzünü sıcak gözyaşlarımla yıkayarak cami kapısına, Allah evinin eşiğine bırakıyorum. Önce Tanrı’ya emanet ediyorum, sonra kullardan şefkat diliyorum.
Hey anacığım karanlık gecenin ıssızlığında sessizce mabedin sokak eşiğine bıraktığın bir haram ürününe mutluluğu nasıl yaraştırıyorsun? Bana çok acı bir alay duygusu veren bu garip dileğinin arasından gene bir analık şefkati sezer gibi oluyorum.
Anacığım, anacığım… İkimizi birbirimize bağlayan bu söz bana ne kadar hoş geliyor. Kim bilir, nasıl yenilmez sosyal nedenlerin zoruyla beni karanlık sokağın tehlikelerine bırakmamış olsaydın sıcak kucağında tatlı sütünü emerek büyüyeydim, o zaman ikimiz de mutlu olurduk.
Gece rüyalarımda, gündüz hülyalarımda kendimi cami kapısına bırakılmış bir kundakta haykırır, seni üzerime eğilmiş ağlar görüyorum. Bu benim gözlerimin önünden kovamadığım düşüncedir. Uykularımı kaçıran bir musallat…
Hiç görmediğim yüzüne türlü türlü biçimler veriyorum. Sen bana karanlık gecelerde görünen, ağlayan, ağlatan hayalet bir anasın. Belki yüzümde, vücudumda senden ve gene hiç tanımadığım babamdan geçme benzerlikler taşıyorumdur. Bu kalıtımın torunlarıma da geçeceğinden titriyorum. Atadan kalma bir etkiyle ruhça size çekmiş olmaktan ödüm kopuyor. Hayata aktığım oluğun bayağılığına karşın ne olursa olsun namuslu yaşamak istiyorum. Siz kimsiniz? Nesiniz? Bir hırsız, bir orospu… Namus kanunlarından sıyrılarak cemiyet içinde kaçakçı yaşayan iki sefil… Aman ya Rabbi, beynimi yakan bu korkunç düşünceler arasında yüzümün kızartısını avuçlarımın içinde saklıyorum. Doğuş faciamı bilenlerin kuşkulu bakışları altında eziliyor ve kendi kendimden şüpheleniyorum. Ben hangi yaman asıldan gelme bir soysuzum?
Anam olacak kadının Mesut adı altında bana kırk bir numara markasını vurdurmak istemesinden amacı nedir? Bu işaretin kılavuzluğuyla acaba hayatımı adım adım izliyor mu? Hayatımda yaşayan bu hayaletlerin bir gün et ve kemik maddiliğini almış birer gerçek olarak karşıma çıkıp da ‘Ben ananım… İşte bu da baban…’ demelerinden korkuyorum.
Nerede hırsızlıktan tutulmuş ihtiyar bir serseri, nerede merkeze sürüklendirilen yaşlı, yüzü makyajlı, ahlaksız bir kadın görürsem acaba onlar mı diye helecanlar geçiriyorum.
***
Gecenin kara sessizliği içine bırakılan kundağı köpeklerin dişlerinden Nasuhi Efendi adında bir hayır sahibi kurtarmış.
Beni öz evladından hiç farksız bir şefkatle büyüterek yetiştirdikten sonra da kendine damat etmek lütfunda bulundu. Dünyada kötülerin fenalıklarına karşı kefaret yerine geçen iyilerin bulunduğu da inkâr olunamaz. Yoksa bu âlem dayanılmaz bir hıyanet, bir anarşi dünyası olurdu.
Otuz bir yaşında, resmî, önemli bir kuruluşun ikinci şefiyim. Refah içindeyim. Kız ve oğlan iki de nur topu gibi çocuğum var. Çevremden her zaman itibar, saygı görüyorum. Bu nimetlere, bu saygılara hakkımı ispatlamak için bataklıktan kurtulan ruhumun olgunlaşmasına uğraşıyorum.
Kurtarıcı babalığım Nasuhi Efendi kim bilir nasıl bir düşünce ile kundağımdan çıkan kâğıdın ricasını yerine getirmekten kendini alamamış, bana ‘Mesut 41’ adını vermiş?
***
Bir gün içeriye giren odacım Mustafa, gizli bir şey söyleyecekmiş gibi bir davranışla kulağıma eğilerek ‘Kılıksız, ihtiyar bir kadın sizinle özel görüşmek istiyor. Savmaya uğraştım, bir türlü defolmuyor.’ dedi.
Birdenbire titredim, o zamana kadar bütün gecelerimde kâbuslar içinde beni titreten o korkunç hayalet işte sonunda maddileşerek gündüz aydınlığında apaçık karşıma çıkıyordu.
Ne tutum almalıyım şimdi? Rahatsızlık veren bir dilenci gibi anamı kovmalı mıyım? Yoksa insancıl bir oğul gibi karşılamalı mıyım? Hangisine layıktır bu kadın? Dokuz ay beni karnında taşıdı. Ayıbını örtmek için binlerce benzeri gibi beni boğmayarak cami kapısına diri bırakması da analık yüreğinin bir görünüşü sayılmaz mı?
Odacıya ‘Çağır gelsin… Fakat onun burada bulunacağı sürece içeriye kimseyi bırakma.’ dedim.
Açılan kapı içeriye giren ufak tefek bir kadının üzerine kapandı. Yırtık pırtık bir işçi kıyafetinde… Gıdasızlıktan yüzünün buruşuk derisi anemik bir toprak rengi almış. Aç hayvan bakışıyla üzerimde dolaşan gözleri kuru…
Ben hiçbir şey anlamazlıktan gelerek çatık bir suratla sordum:
‘Kadın, ne istiyorsun?’
Boynunu bir yana eğdi, bakışı baygın bir süzgünlükle tatlılaştı. Helecandan göğsü kabarıp iniyordu. Anlaşılmaz bir şeyler kekeledikten sonra ‘Söyleyemeyeceğim, tıkanıyorum.’ dedi.
Aramızda acıklı bir sır vardı. Ama bunu söylemeye nasıl cesaret edecekti? Yaşlı kadının sönük gözlerinde şimdi uzun bir hasretin ateşleri kıvılcımlanarak yüzüme baktı, baktı, sonunda baygınlık geçirir bir hâlde yüzüstü yere kapandı. O kuru gözlerinden şimdi sıcak yaşlar boşanıyordu. Aynı helecanla benim yüreğimi de çarpıntı aldı. Dayanıklılığımı korumaya çalışarak ‘Kalk kadın, ne oluyor?’ dedim.
Hâlsizce doğruldu. Sevgi pırıltıları seçilen gözlerini bana dikti. İniltiye benzer bir deyişle ‘Mesut 41. İzin ver, birkaç dakika yüzünü göreyim.’ dedi.
Şimdi daha üzücü bir dikkatle göz göze geldik. Aman ya Rabbi, toprağa dönmüş sefalet örneği bu iskelet yüz içinde bile bana ne kadar benziyordu. İçimden patlayan bir damarın sıcak kanı ığıl ığıl yine içime aktı.
Ana, oğul kanlarımız kaynaşıyordu. Ben otuz yaşından sonra ana sesi duyuyordum. O, cami kapısına ağlar bıraktığı kundağı koskocaman bir adam olmuş görüyordu. Aramızda gittikçe artan ısınmayı fark eden kadın beni yumuşatan hıçkırıklar içinde ‘Oğlum, ben ettim, sen etme!’ diye yalvarıp inledi.
Cinayetinden utanır bir davranışla iki avcuyla yüzünü kapadı. Boğula boğula ağlıyordu. Ben de tepeden tırnağa kadar bir ıspazmoz geçiriyordum. Fakat içimdeki yumuşamayı yenmeye uğraşarak:
‘Kadın, analık iddiana karşı çıkarak ben seni şimdi karşımdan kovabilirdim. Ama aldığım terbiye ile yükselen vicdanım bunu yapmama elverişli değildir. Çünkü yüzünde analığımın inkâr edilemez izlerini taşıdığını görüyorum. Evet, kuşku yok senin oğlunum. Bir şartla günahını affetmeye de hazırım, sorularıma doğru cevap verirsen.’
Anam şimdi bana biraz daha yaklaştı. Titreyen kansız dudaklarıyla:
‘Veririm evlat, veririm. Allah bir, doğru cevap veririm…’
‘Cami kapılarına, karanlık sokaklara bıraktığın çocukların ben kaçıncısıyım?’
O, gene, şimdi elleriyle yüzünü örterek iki hıçkırık arasında cevap verdi:
‘Üçüncüsü çocuğum, üçüncüsü!’
‘O kardeşlerim ne oldu?’
‘Sorma da söylemeyeyim! Sokağa bırakılan daha yeni canlanmış et parçası ne olursa… İşte yalnız sen kurtuldun, Tanrı yalnız sana acıdı. Hayattan yalnız senin nasibin varmış.’
Şimdi anamdan çok ben titriyordum. Soruda devam ettim:
‘Babam kimdir benim?’
Anam bir bilinmezi çözmeye uğraşır bir dalgınlığa vardıktan sonra:
‘Uzun zaman elinden yakamı kurtaramadığım Teke Hasan adında yarı deli bir sarhoş.’ ‘Şimdi nerede?’
‘Bir hırsızlık ve öldürme suçundan yedi yıl ceza yedi. Hapishanede öldü.’
Oh, o büyük üzüntüm arasında babamın ölümü sevinciyle yüreğim biraz ferahladı.
Babam bir hırsız, bir katil, anam işte böyle bir hayduda yaraşır bir dişi… Bu iki sefilden doğan ben bir gün gelip de par atavisme[6 - Soyaçekim yoluyla] bu soysuzlara çekecek miyim? Bu kuşkunun yılanı içimde gene kıvranmaya başladı. Umutsuzluğum derindi. Yoksa gördüğüm öğretim, aldığım eğitim sonunda damarlarımdaki pis kan temizlenmiş miydi? Anamı bir zaman iğrenç getiren bir acımayla seyrettikten sonra sorguya giriştim:
‘Vücudundan kopan bu yavrucakların kundaklarını sokakların karanlığına bırakırken içinde hiçbir acı duymaz mıydın?’
‘Duyardım oğulcuğum… Yüreğim sızlardı ama elden ne gelir? Nikâhsız erkeklerden olan çocukların toplumda yeri var mı? Ve sonra beslemeye anada, babada güç? Onları ne diye, ne adla, kime tanıtabiliriz? Bizi çirkefte bırakan sosyetenin bizden çoluk çocuk beklemeye hakkı yoktu. Kazara büyüyerek alınlarına piç damgası vurulan çocuklarımız da hayatta bizim birer örneğimiz olmuyorlar mı? Ne yarar olacak onlardan dünyaya?’
Şu soruyu sormaktan gene kendimi alamadım:
‘Benim Teke Hasan’dan olduğuma kesinkes emin misin?’
‘Ne bileyim oğul, sana doğru söylemeye söz verdim. El karıları nikâhlı kocalarına bile hıyanet ediyorlar da biz bu nikâhsızlara mı sadık kalacağız?’
Artık başım dönüyordu. Ben bir babadan değil, sekiz on günahkârdan peydahlanmışa benziyordum. Söyletmek istediğim bu kadını şimdi susturmak helecanlarına düşüyordum. Fakat o, artık kızışmıştı:
‘Doğrusunu istedin, ben de yalansız söylüyorum. Biz dinsiz, imansız, dünyaya hayırsız oluruz. Yaradan’a kızgınız. Bizi böyle yapan Allah’a neye şükredelim? Hakkımızda cezadan başka bir şey düşünmeyen sosyeteye hayırlı olmaya niçin çalışalım? Nemiz para ederse onu satarız. Bulunca çalışırız. Açlıktan ölecek değiliz ya…’
‘Kaç kere mahkûm oldun?’
‘Beş… Gazetelerde okumadın mı ünlü Fındık Hatice’yi…’
Keşke anam bu kadar da doğru söylemeseydi! Ne düşüneceğimi, ne diyeceğimi şaşırmıştım. Derin bir üzüntünün karanlıklarında ruhum boğulurken kadın söyleniyordu:
‘Oğul, inan, için rahat etsin… Kendimi sana tanıttıktan sonra artık namuslu yaşayacağım. Hâlime bak, artık bu sefil hayatımın sonundayım. Açlıktan ölsem de gam yemem. Gençlik benden gitti. Artık nemi satacağım? Artık çalıp çırpmayı da beceremez bir duruma geldim. Namuslu olacağım, namuslu…’
‘Doğru mu söylüyorsun anne…’
‘İnan ki doğru. Şimdiye kadar söylediğim yalanlardan ne yarar gördüm ki bugün doğru söylemeyeyim? Seni görünce ruhum değişti. Kötülükle iyiliği fark ettim. Ah, ah! Ben de kundaktayken eğitimci bir Nasuhi Efendi’nin eline düşmüş olaydım…’
Yalan doğru, o zamana kadar hayatın bu kadar doğrucu iğrenmesiyle sarsılmamıştım, öyle anadan, öyle babadan doğmak cezasına uğramak için benim ne kabahatim vardı? Demek ki hep temiz doğuyoruz, ne olursak sonradan oluyoruz. Ben bu sefillerin ellerinde büyüyeydim, polisi yoranlardan, hapishaneleri dolduranlardan biri olacaktım.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/gonul-ticareti-69429157/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Badanacılıktan

2
Güzellikte

3
Baygınlık

4
Kurtuluşu

5
Kaçakçı davranan

6
Soyaçekim yoluyla
Gönül Ticareti Hüseyin Rahmi Gürpınar
Gönül Ticareti

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Düşünüyorum: Dünyada hiçbir sır ebediyete kadar gizli kalmaz, mutlaka bir patlak verir. Bunun vakit ve saatini beklemeli. Gerçek iyice meydana çıkarsa ne yapacağımı da bilmiyorum. Silaha davranmak neye yarar? Kadını öldürsem çocuk yine aileye kalacak. O masuma kıymak da büsbütün cinayet olur. Beni çileden çıkaran bir hâl daha var. Karım benden olan iki oğluna karşı âdeta bir üvey ana kayıtsızlığındadır. Fakat Nüzhet’in üzerine bütün şefkatiyle titrer. Gösterdiği bu üstün tutma hepimizi kıskandırır. Ailemize karışarak ana yüreğinden öz çocuklar için olan sevgi payını zorla alan bu yabancının bizden büsbütün ayrı bir yaratık olduğuna bu da bir delil değil mi? Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв