Fennî Bir Roman yahut Amerika Doktorları
Ahmet Mithat Efendi
Ahmet Mithat Efendi’nin Oscar Mişon’un “Aşk ve Galvanoplasti” isimli makalesinden etkilenerek kaleme aldığı "Fennî Bir Roman yahut Amerika Doktorları"nda, Amerika’nın Farrest isimli eyaletinde bir doktor olan Gribling, kendisini tıp tahsilinden sonra kimya ve fizik alanlarında da ilerletir. Doktor Gribling’in en önemli özelliği galvanoplasti sanatıyla ilgilenmesi ve buna yenilikler getirmesidir. Giribling’in komşusu olan Doktor Bovlay da hasta muayene ederek mesleğini icra etmek yerine deneylerini ve deney boyunca gözlemlediklerini kitaplaştırarak bilime hizmet etmek isteyen bir karakterdir. Bu doktorlar bedenleri üzerlerinde deneyler gerçekleştirerek yaşamla âdeta oyun oynarlar. "…Açlıktan vefat edecek olan bir adamın neler yaşadığını, neler hissettiğini tetkik için Doktor Efendi birkaç arkadaşıyla işi müzakere ettikten ve kararını verdikten sonra yemek yemekten nefsini meneder. Bir gün, iki gün, üç gün aç kalarak her ne hissederse yazdığı gibi; ondan sonra ölüm gerçekten yaklaşmaya başlayınca da tetkikin ehemmiyeti artmış olur ve daha ziyade ihtimam ile yazmaya başlar. Yazar, yazar… Ne zamana kadar? Ta ki birkaç defa bayılıp ayılarak nihayet tümüyle kendisinden geçtikten, yani ölüm anı geldikten sonra arkadaşları evvelce karar verilmiş olan surette kendisini ayıltacak tedbirlere başvururlar ve onu yavaş yavaş tekrar hayata davet ederler."
Ahmet Mithat Efendi
Fennî Bir Roman yahut Amerika Doktorları
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
Kemal Timur, 1969 yılında Besni’nin Yazı Yalankoz Köyü’nde doğdu. 1993’te Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans, 1995’te yüksek lisans, 2001’de doktora öğrenimini tamamladı. Türkiye’nin farklı illerinde bulunan Kredi Yurtlar Kurumu öğrencilerine Safahat atölyesi çerçevesinde Mehmet Akif ve Safahat Okumaları konusunda seminerler verdi. Çeşitli kitap ve dergilerde editörlük görevinde bulundu. Yeni Türk Edebiyatı alanında yirmi üç kitaba imza attı. Halen Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki görevini sürdürmektedir.
Eserlerinden Bazıları: Türk Romanında Dinler ve İnançlar 1872-1896, Ömer Seyfettin’in Kaleminden Şair ve Yazarlar, Meçhule Yolculuk Türk Romanında Sürgün.
Yayına Hazırladığı – Sadeleştirdiği Eserlerden Bazıları: Hasan Mellah, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Müşahedat, Altın Âşıkları, Paris’te Bir Türk, Dürdane Hanım, Jön Türk, Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş?, Mesail-i Muğlaka, Çengi, Cinli Han, Bahtiyarlık.
Ön Söz Makamında İki Söz
Edebiyatımızın nail olduğu değişimler münasebetiyle ortaya çıkan türlü türlü münazara ve tartışmaların en tuhafı fennî şiirlere dair olanı idi. Günlük basını takip edip meşgul olan okuyucularımız pek iyi hatırlarlar ki şiir denilen şeyi münhasıran sarhoşluğa ve aşka ait çirkin olan zarafetten kurtarmak isteyenler, Avrupa ediplerinin hâkimane ve âlimane şiirlerinden örnek alınmasını tavsiye etmiş idiler de bazı yanlış anlayan ve yorumlayan adamlar, bundan maksadın matematik ilmi gibi, tabii ilimler gibi, fenlerin de şiir olarak ifade edilmesi zannına düşerek, o surette gayet gülünç şeyler yazmaya başlamışlardı.
Edebiyatın fennî olmasından maksat, edebî olan hayallerin meşhur fenler görüşüyle edilecek hayaller üzerine tasviri demek olacağını elbette biz dahi anlıyor isek de fenni ilerlememizin henüz pek başlarında bulunduğumuzdan, bunun için biraz daha zamanın geçmesine ihtiyaç vardır.
Edebiyatın şiirden başka kısımlarında ve özellikle roman vadisinde fenlerden yardım almak Avrupa’da gittikçe gelişmektedir. Jules Verne adındaki yazar bütün romanlarını farklı olan fennî konuların esası üzerine bina ederek okuyucularının o kadar rağbetlerine mazhar olmuştur ki rağbetin bu derecesini diğer romancıların hiçbirisinde bulmak mümkün olmaz.
Ancak bizim “Fennî Bir Roman” başlığıyla başlamış olduğumuz şu eser, Jules Verne’in romanlarından birisinin tercümesi değildir. Amerika’da birçok incelemeler ve araştırmalar ile uğraşmayı bir cinnet derecesinde ileriye vardırmış olan ve tıp ilminde de çok ileri giden Oscar Mişon namındaki Fransız yazarın kaleme almış bulunduğu “Aşk ve Galvanoplasti” adındaki makalesini esas kabul ederek şu romanı kaleme almaktayız ki makalenin aslını üç beş defa okuduğumuz hâlde her defasında kahkahalardan çatlamak derecesine gelmiş olduğumuz gibi, kendi kaleme alacağımız şu romanda dahi o letafetleri korumakla birlikte, onları çokça arttıracağımızı da katiyen ümit ederiz.
Burada “kaleme alacağımız” ve “arttıracağımız” diye işi geleceğe havale etmekle söz söylemekte olduğumuza okuyucularımız hayret ederler mi?
Bazı yazarlar vardır ki eserini yazıp bitirdikten sonra ön sözünü kaleme alırlar. Biz de onlar gibi yazı yazsaydık ön sözde böyle gelecek kiplerini kullanmaya mecbur olmayıp “Eserimizde aslının letafeti asla kaybolmamıştır. Aksine tarafımızdan da şu surette düzenlenerek yayınlanmıştır.” diye haber verirdik. Fakat bizim âdetimiz, her eserimizi bir yandan yazıp bir yandan da tertip ve baskıya vermek olduğu için henüz yazmamış olduğumuz şeyleri ön sözde güya yazmışız gibi bir haberde bulunamayız. Hikâyenin aslı okuyanları gülmekten kıracak derecelerde tuhaf olduğu gibi biz de o suretle yazma kararıyla işe başladığımızdan bu hikâyenin aslına kıyasla daha latif olacağını katiyen ümit ettiğimizden başka bir şey haber veremeyiz.
Ha! Şunu da arz ve ihtar edelim ki hikâyemiz fennî olacağına göre bu hikâyede okuyucularımıza fennî bir ders vereceğimiz de zannolunmasın. Biz ayrıca edebiyatı ve şiiri fen ve matematik olarak kabul edip ve yazacaklarımızı da bu şekilde ifade edenlerden de değiliz. Hikâye esnasında fen veya sanayi ile ilgisi olan bazı konular geldikçe, onları fen ve sanayi ile de ilgisini kurarak ve hatta bu konuları kadınların bile anlayabilecekleri derecelerde sadeleştirerek izah edeceğiz.
Kısacası, şimdiye kadar yazdığımız bunca romanlar ile okuyucularımızı nasıl eğlendirerek memnun etmiş isek, bu hikâyemizde de elbette daha fazla eğlendirerek daha çok memnun edeceğimize şüphemiz yoktur.
Ahmet Mithat
BİRİNCİ BÖLÜM
Amerika
Amerika’nın coğrafi olarak ne demek olduğunu anlamak isterseniz düz bir harita üzerine baktığınız zaman bir anda görürsünüz. Amma Amerika’yı bu suretle görmeniz neden ibaret kalır? Şüphe yok ki Panama denilen ara bölgenin birbirine bağladığı iki büyük adadan ibaret kalır ki kuzey tarafı Kuzey Kutbu’na doğru kaybolup gitmek derecesinde ilerlemiş ve güney kısmı da Büyük Okyanus içine doğru sivrilip gitmiştir.
Ya Amerika bundan mı ibarettir?
Farz edelim ki Amerika’nın ne olduğunu öğrenmek için coğrafya kitaplarını açtınız. Eğer bunlar Türkçe kitaplar olacaklar ise acırız zahmetinize! Beş kıtanın beşinden de bahsedilmek üzere henüz beş yüz sayfalık bir coğrafya kitabımız bulunmadığından, elde bulunan coğrafya kitaplarımız size Amerika denilen kıtanın başlıca kaç devlete ayrıldığını ve ne kadar dağı, deresi, inişi ve yokuşu bulunduğunu bile layıkıyla haber veremezler. Zira tüm Amerika’ya dair olan bilgileri yirmi sayfaya varmış bir coğrafya kitabımız mevcut olduğunu biz bilemiyoruz. Yirmi sayfalık bir tarif ile Amerika’nın ne demek olduğu anlaşılabilir mi?
“Fransızca olan coğrafya kitaplarına müracaat ederiz.” deseniz yine boştur. Gerçi onlar size Amerika’yı bir dereceye kadar tanıtabilirler ise de yalnız bir dereceye kadar tanıtabilirler ki o derece de tabii coğrafyayı, siyasi coğrafyayı, sanayi coğrafyayı, ticari coğrafyayı, istatistikî coğrafyayı vesaireyi genel olarak öğretebilirler.
Amerika’yı tanımak için genişçe yazılan seyahatnameleri okumalıdır. Yeni keşfolunmuş Amerika’ya ait olan yüzlerce, binlerce şeylerin tarihini okumalıdır. Amerika’nın yetiştirdiği büyük adamların gerek genel hayatlarını ve gerekse de hususi hayatlarını anlatan kitapları okumalıdır.
Bunların hayatları hususunda genel ve hususi diye işi iki kısma taksim edişimizin sebebi, bir adamın mensup olduğu cemiyete ait ahvaliyle ait olduğu aile içindeki ahvali birbirine uymayacağındandır. Mesela İngiltere’de Serbesti Fırkası’nın reisi olarak başvekâlet görevini ifa etmiş olan Mösyö Gladstone’un genel hayatına baktığınızda bir parmağıyla dünyayı nasıl yönettiğini görürsünüz. Hususi hayatına baktığınız zaman da en büyük lezzeti kocaman ağaçları baltasıyla nasıl devirip ve sonradan da odununu kesmek ve yarmak eğiliminde bulunduğunu görürsünüz. Şimdi bu adamı yalnız zevki üzerinden inceleyecek olursanız, deli divanedir diye tımarhaneye göndermek istersiniz. Fakat genel hayatına baktığınızda İngiltere’nin yetiştirdiği en büyük adamlardan birisi olduğuna kimse şüphe edemez ki siz de şüphe edesiniz.
Yani Amerika’yı tanımak için o kadar geniş ve kısa kitaplar okumalıdır ki bunun ne yaman bir yorgunluk olacağını düşününce hikâyemizden de onun fennî olan yönünden de her şeyden vazgeçerek, “Amerika’nın da Allah belasını versin, fennî olan hikâyesinin de!” diye elinizdeki kitabı kaldırıp bir tarafa atıverirsiniz.
Öyle ama Amerika’yı tanımadığınız hâlde bu hikâyenin letafetini bulmak nasıl mümkün olabilir? Dolayısıyla sizin canınızı sıkmaksızın ve hatta eğlendirilmenizde dahi kusur edilmeksizin size Amerika’yı kısaca ve kolayca tanıtmaya biz mecbur oluyoruz.
Amerika’nın genel ahvalini tasvir eden yazarlar arasında bazılarını gördük ki zikredilen kıtanın Birleşik Hükûmet denilen kısmını umumi bir tımarhane suretinde tasvir etmişlerdir. İlk anda bunların şu tasvirlerinin doğru olduğuna hemen insanın hiç şüphe edemeyeceği gelir. Zira Amerikalılarda ifrata da tefrite de kaçmak umumi bir hâl almıştır.
Mesela Avrupalıların güya namuslara sürülen lekeleri kan ile temizlemek için düello usulünü kabul etmiş oldukları zaten bir cinnet eseri olmak üzere hükmedilip durmakta iken, Amerikalılar bu işte bir kat daha ileriye giderek birbirini öldürecek olan iki adam kılıç, kurşun filan gibi adi ölümler ile ölmeyi kabul edemeyerek işi adilikten kurtaralım derken deli divanelik derecesine vardırmışlardır. Bir gazetede bunlardan ikisini görmüş idik ki birisi zehirli ve diğeri zehirsiz olmak üzere tarafsız şahitler tarafından hazırlanan şerbetleri içirmişler ve hangi adamın kısmetinde ölmek varsa şahitler onun cenazesini kaldırmışlardır. Fakat burada düşünecek bir şey vardır. O da şerbetlerden hangisi zehirli ve hangisi zehirsiz olduğunu, onu hazırlayanların bile fark edemeyecekleri surette aynı kadehlere konularak, kadehlerin yerleri de diğer bir tarafsız adam vasıtasıyla değiştirilmiş olması durumudur. Ölecek olan adamlardan birisi kendi taraftarı olup da ve şayet bir taraftar “Filanca kadehi alma, zehir ondadır. Filancayı al!” tarzında bir işaret ederse? Bu hâlde zehirli ve zehirsiz kadehlerin ikisini de içen adamların ikisi de zehirlenmiş olduklarına kanaat edeceklerdir. Zehrin ilk tesiri görülünceye kadar ölmekten gelen üzüntü ikisinde de görülecektir. Demek oluyor ki iki divaneden birisi hakikaten geberip gidecek ise de diğeri dahi “Aman, acaba zehirli kadeh bana mı denk geldi? Şuramda bir sancı peyda oldu!” gibi endişeler ile haylice kıvranıp yatacaktır.
Yine düelloya karar vermiş olan diğer bir çift divane de bir kura çekimiyle “ölüm” kelimesi kime isabet ederse o adamın kendi kendisini öldürmesine karar vermişler ve icabını icra dahi etmişler ki Çin’de idama mahkûm olanları asacak veya kesecek cellat bulunamadığından mahkûmların kendi kendilerini idama mecbur etmelerini Avrupalılar bir vahşet eseri veya cinnet işareti olmak üzere değerlendirerek hükmettikleri hâlde Amerikalıların hareketleri elbette Eflatunları bile gıptaya düşürecek derecelerde daha akıllıca hükmünde görülmelidir(!)…
Bunlar da ne ise ne! Düello edecek adamların birer tren lokomotiflerine binip yol üzerinde karşı karşıya çarpışma ile lokomotifleri de kendilerini de tuz buz ettikleri veyahut ikisi birden denize atlayarak hangisi hangisini boğar ise galip sayıldığı veyahut her ikisi birer balona binerek çaylaklar gibi gökyüzünde çarpışıp birbirlerini aşağıya attıkları gibi şeyler hep gazetelerde görülmüş ve kitaplarda da okunmuş birer mecnunca hareketlerdir.
İşte Amerika’nın düelloları böyle Avrupa’ya benzemez bir hâlde olduğu gibi hiçbir hâli dahi Avrupa’ya benzemediğinden şu düello meselesini Amerika’nın ahvalini kıyaslamak için bir mizan addedebiliriz.
Ölmek meselesi böyle olduğu gibi bir de yaşamak meselesine nazarımızı çevirelim:
“Yaşamak” denildiği zaman hatıra gelen en hâkimane manası insanın evlenip ailece bir arada yaşaması değil midir? Bunun için de insan evliliğe karar verdiğinde kendi gönlünce güzel sayılan bir kadını ya nikâh ile veya Avrupa’da olduğu üzere belediye dairesinin nikâhıyla veyahut metres suretiyle alır ve zevkine bakar değil mi? Hah! İşte Amerika’da bu da yaşamanın en basiti sayılır. Özellikle çirkin karı arayan budalaları Amerika’da bulursunuz. Kendisi otuz yaşında olduğu hâlde seksen yaşında bir kadın ile evlenen mecnunları orada bulursunuz. Beyaz kadınları beğenmeyerek, zenciler ve vahşiyeler ile evlenenleri orada görürsünüz. Hristiyanlık bir kadından başkasına ruhsat veremez iken birçok kadın alanları orada görürsünüz. Hatta erkeklik gayretiyle dişisini kıskanmak köpeklerde bile görüldüğü hâlde dişisini kıskanmamakla iftihar eden ve bu iftiharıyla lezzet alan birçok adamı da orada bulursunuz.
Bunların herhangi birine akıllıca hareket diye hüküm verebilir misiniz?
Bugün Avrupa’da dinin hikmetlerine riayet edenler Hristiyanlığın günden güne farklı mezheplere bölündüğünü ve azaldığını ve ona bedel dinsizliğin arttığını büyük bir üzüntüyle görürler. Amerika bunda da Avrupa’ya benzemez. Dinsizlik onlarca sıradan bir hadisedir. Dolayısıyla Amerika’da yüz binlerce hatta milyonlarca adam yeni dinler çıkarmak cinnetine müptela olarak peygamberlik davasına kadar varırlar. Mormonlar gibi bunların birçoğu işi bayağı tesis dahi etmişlerdir. Diğer birçokları ise kendilerine göre bir ümmet bulamayarak peygamberlik inancını da terk etmişlerdir. Bu durumları ve inançları incelemeye girişmiş bir yazar gördük ki Amerikalıların henüz Allah’a inanç davasına kadar varamamalarını bir noksanlık görerek elbette terakki ede ede bu dereceye kadar dahi varacaklarının mümkün olduğunu yazmaktadır.
Böyle hakikaten cinnet derecelerine varan hâllere sebep medeni gelişmelerin kemal mertebesini de hemen hemen geçerek ifrat derecesine varmasından kaynaklanmaktadır. “Her kemalin bir zevali olur.” derler iken Amerika’da bunun hükmü de garip bir surette görülmüştür.
Saadet ve refah konusunda kemal mertebesine varmış olan bir adam için bu ifrat derecesindeki mesut olma hâli dahi bir can sıkıntısına sebep olur ve dolayısıyla herif kendisini meşgul edecek ve kalbine heyecan ve kanına dolaşım verdirecek şeyleri aramaya mecbur olur. Aslan avlamak gibi tehlikelere kendisini atmak suretiyle eğlence arayan budalalar işte böyle başka türlü eğlence bulamayanlar arasından çıkar. Hatta Amerika’da diğer bir budala da çıkarak milyonlara sahip olduğu hâlde böyle zengincesine yaşamaktan usanıp bütün varını birtakım hayırlı cemiyetlere hibe ettikten sonra kendisi alnının teriyle ekmek parasını kazanmaya mecbur olmuşmuş.
Ancak Amerika’nın ifrat ve tefritlerinin yalnız bu gibi mecnunca hareketlerle sınırlı olduğunu zannetmeyelim. Onun daha başka yönleri de vardır.
Bugün tren ile seyahat ederken güzel bir şehre varırsınız ki on bin hane ve yüz elli bin nüfusu barındıran birinci derecedeki şehirlerden birisidir. Altı ay sonra oradan geçtiğinizde zikredilen şehrin yerinde yeller estiğini görerek şaşarsınız. Bir de iki saat sonra tren sizi başka bir şehre götürür. Altı ay evvelki seyahatinizde bu şehri görmemiş olduğunuzdan incelemeye başlarsınız. Öğrenirsiniz ki işte evvelce yerinde iken şimdi o yerde yeller esen şehir buraya naklolunmuştur. Sebebi? Sebep sormak lazım mı ki ya? Terakkiperestlik!
Bir zaman Amerika mimarlarından birisi Birleşik Hükûmetin millî olan büyük meclisine bir dilekçe vermiş. Dilekçesinde demiş ki: “Şimdiye kadar malum olan evler, hanlar, tiyatrolar, filanlar bin beş yüz hanelik bir kasabayı dört yüz amele ile ancak iki ayda vücuda getirmeye kâfi olduğu hâlde benim yeni bulduğum bir usul ile bin beş yüz parça küçük ve büyük binayı kapsayan bir kasaba yalnız yüz elli amele ile üç hafta zarfında inşa olunur.”
Dikkat buyruluyor mu? Üç hafta zarfında bir şehir bina etmek bizce akıl dışıdır. Hâlbuki Amerika’da dört ayda koca bir şehir vücuda getirilmiş olması şairce bir hayal değil, filozofça olan gerçek bir hayaldir. Dolayısıyla Amerika’yı Avrupa’ya benzetmek nasıl mümkün olur?
Amerika’nın birçok hâlin, hakikaten cinnete hamledilmesi lazım geldiği hâlde birçok hâli de bizi çıldırtacak derecelerde ve akıllara hayret veren şeylerdendir. İsterseniz yukarıda yeni şehir ve kasabalar hakkındaki şeyi de bunlardan sayabilirsiniz. Fakat bakınız size daha parlak bir suretini arz edelim:
Fransa’ya dışarıdan ithal olunan zahireden geçen senelere gelinceye kadar pek az gümrük vergisi alınırdı. Her şeyin en düşük derecesini beğenmeyerek en yüksek derecesine kadar yükselişini güzel bir şekilde düzenleyen ve yoluna koyan Amerika, ziraatını da o kadar ileriye götürmüş ki binlerce mil mesafeden denizaşırı Fransa’ya ihraç ettiği zahireyi Fransa’da yetişmekte olan zahireden daha ucuza getirmiştir. Dolayısıyla Fransa ziraatına galebeye başlamıştır. Ama dikkat buyurmalısınız ki Fransa bizim burası gibi değildir. Orada da ziraat türlü türlü makinelerle icra olunmaktadır. Hem de Amerika zahiresinin Fransa zahiresinden ucuzluğu da öyle yüzde birkaç kuruşluk bir ucuzluk da değildir. Bu ucuzluğun nispeti şununla anlaşılacaktır ki Fransa’daki Amerika zahiresinin ucuzluğu, Fransa zahiresini de ucuzlata ucuzlata öyle bir dereceye vardırmış ki âdeta bir tarlaya buğday ekmektense o tarlayı ota bırakmak daha kârlı görülmeye başlamıştır. Yani Fransa’da zahire fiyatı ot fiyatından daha aşağıya düşmüş ve bu hâlde bütün Fransa’nın ziraatı bitmek tehlikesini alınca, parlamento buna çare bulmak üzere, dışarıdan Fransa’ya gelecek zahireden epeyce ağır gümrük vergisi almaya mecbur olmuş. Bununla beraber yine ta Amerika’dan Fransa’ya ithal olunan zahire, Fransa çiftçilerinin, kendi tarlalarında yetiştirdikleri zahireden daha ucuz gelir ise şaşılmaz mı?
Bir zamanlar Amerika’dan Avrupa’ya sucuk ve pastırma naklolunur idi. Sonraları taze et nakletmeyi icat ettiler. Şöyle ki büyük vapurlara bütün sığırları istif ederek bir kat et, bir kat buz koydular. Ve bu suretle etleri kokutmaksızın Avrupa’ya ulaştırdılar. Ancak bu da terakkinin son mertebesi sayılmadı. Öte tarafta bir adam gemileri havuz hâline koyarak Amerika’dan Avrupa’ya canlı canlı balık nakil yolunu bulmuş olduğu gibi diğer birisi de gemileri ahır hâline koyarak canlı sığır nakletmek istediyse de hayvanlar yolda çok şey yediklerinden ve bununla beraber bazıları yine helak olduklarından şimdilerde işitmeye başladık ki herifin birisi sığırları uyku ilacı ile uyutarak Avrupa’da uyandırmak suretiyle canlı nakletmek yolunu bulmuş.
Bugün gazetelerde bir şey okursunuz ve onu inanılacak derecede bulamayarak masal olduğu zannına düşersiniz. Hâlbuki yarın o şeyin hakikat olduğunu görerek hayrete düşersiniz. Biz de Amerikalıların suni yumurta yaptıklarını ilk okuduğumuz zaman “Adam! Hiç böyle şey mi olur? Suni süt, suni kahve olabilir, amma yumurtanın sunisi nasıl olur? Bu mutlaka bir masaldır!” demiştik. Sonra fennî gazetelerde tafsilatını görünce hiçbir diyeceğimiz kalmadı. Hatta suni yumurta ile tabii yumurtanın gerek kabuğunun, gerek ak ve sarısının da ölçülü olduklarını görünce hayretle şaşırdık kaldık.
Buraya kadar arz ettiğimiz misallerden Amerika’nın nasıl bir ifrat ve tefrit memleketi olduğunu muvazeneye başladınız ya? Bakınız size bir misal daha arz edelim:
Avrupa’da olduğu gibi Amerika’da da gerek malını ve gerek kendi hüner ve marifetini teşhir için ve umumi rağbete sevk etmek için ilan etmeye ve reklamını yapmaya pek büyük ehemmiyet verirler. Hem de ilanlarını yalnız gazete sütunlarına koymakla kalmazlar. Kitap kapakları da bu işin en basit ilan yerleridir. Amerika’da “ilan adamı” denilen ve tepeden tırnağa kadar soytarı kıyafetine benzer bir kıyafet üzerine ilanlar yazarak sokakları dolaşan, kahve ve tiyatrolara filanlara giren herifler de pek eski moda hükmünü almıştır. Tiyatro perdeleri üzerine ilan yazmak o kadar eskimiştir ki en son modası olmak üzere İstanbul’a kadar gelmiştir. Amerika’da yolda gayet güzel bir kıza rast gelirsiniz. “Aman ya Rab! Ne kadar güzel!” diye şaşkın bakışlarınız kıza isabet etmesinin ardından, kız latif tebessümler ile yanınıza gelerek “Mösyö, ne arzu edersiniz?” diye sorar. Sizde heyecan artarak ne söyleyeceğinizi bilemediğiniz sırada kız büyük bir nezaketle size “Zararı yok mösyö! Ben de zannetmiştim ki en güzel av tüfekleri nerede satıldığını soracaksınız. İşte mösyö, en güzel tüfek lazım olduğu zaman şu fabrikanın malını tercih ediniz.” diye bir de fabrika adresi verir.
Ama bunu da size pek yeni olmak üzere ihbar etmiyoruz. Bakınız daha ne garip sureti görülmüştür:
Washington cinayet mahkemesinde bir cinayet davasının görüleceği gazetelerde ilan edilmiş. Dava iki saygın tüccar arasında olup esası da birisinin katil kastıyla diğerine silah çekmesi kaziyesi olduğundan pek çok dinleyiciyle beraber birçok da gazete yazarı mahkemeye dolmuşlar. Sanık ve tanık arasındaki şikâyet sebebi, birisi filanca fabrikanın konyağının daha iyi olduğunu iddia ettiği hâlde diğeri hayır filanca fabrikanın konyağı ona üstün olduğu iddiasında bulunması kaziyesi olmuş. Her ikisi iddialarında ne dereceye kadar haklı olduklarını ve dolayısıyla korkutmak ve tehdit etmek konusunda ne kadar mazur bulunduklarını ispat için konyaklarının üstünlük derecesini anlatmaya başlamışlar. “Sizin konyağın içinde şu muzır şeyler vardır. Hâlbuki bizimkinde şu faydalı şeyler vardır. Hatta filanca tabip şu raporu vermiştir.” diye birtakım ayrıntılar üzerinde durarak bunları orada bulunan herkese dinlettikleri gibi tabiatıyla gazeteler dahi yazmışlar. İki taraf da epeyce mühim birer miktar nakit cezaya çarptırılmışlar.
“Ya bu muhakemeden maksat ne imiş bilir misiniz?”
“İlancılık!”
Mallarının ilanına bunu vesile ederek ikisi de “danışıklı dövüş” tabirince mahkemelere düşmüşler.
İşte Amerika’nın böyle her şeyde ifrattan tefrite ve tefritten ifrata atlar bir memleket olduğunu nazarıdikkatiniz önünde canlandırsanız, bu hikâyemizde Amerika’ya atıf ve isnat olunan hâlleri tamamıyla anlayarak pekâlâ zevkine varırsınız. Hoş hikâyemizin okumasına devam ettikçe daha ziyade bilginiz artacaktır ya! İhtimal ki o hâlde hikâyemizi bir daha baştan başlayıp okuyacaksınız. Zira okudukça ziyadeleşen bilginiz üzerine bir daha hikâyemizi tekrar okuduğunuzda zevkiniz daha da artacaktır.
Görüyorsunuz ki size Amerika’yı biraz tanıtmak maksadıyla yazdığımız işbu birinci bölümümüz de bir ön söz mahiyetini almıştır. O ön söze de son vererek asıl maksada başlamadan önce size şunu da haber verelim ki bize Amerika’nın ifrat veya tefrit perestliğini ve bunların ikisi ortasındaki akılları hayrette bırakan, gelişimini hepsinden ziyade tanıttırmış olan şey ise “Paris en Americjue” yani “Amerika’da Paris” adındaki eserdir. Gerçi bu eser sırf hayalden ibaret ise de Amerika’yı hakkıyla tanıttıracak ve okuyanların da hayalini açtıkça açacak gayet güzel bir kitaptır. Fransızca bilenlerimiz okurlarsa ziyadesiyle memnun olurlar.
İKİNCİ BÖLÜM
Doktor Gribling ve Galvanoplasti
Bizim Doktor Gribling Amerika’da Farvest eyaletinde Jefferson City denilen şehirde doktordur.
Fakat Amerika’da doktor denilen şey sıtması olanlara Sulfato vermekten ibaret bir maharetle vizitesini bedavadan, nihayet bir mecidiyeye kadar vardırabilmiş adamlar tasavvur olunamaz.
Memleketimizde isimlerini anmaya gerek olmayan ve kendilerine mahsus vapurlar veyahut kupa arabalar ile hastalarını ziyarete gittikleri hâlde maharetleri yine yukarıda beyan ettiğimiz tıbbın üst tarafına geçemeyen ve şu kadar var ki kendi ellerine değil ancak uşaklarına teslim ve takdim olunmak şartıyla vizite ücretleri iki liradan aşağıya inmeyen zatlar hiç tasavvur olunamaz.
Amerika’da her türlü fen gibi tıp ilmi dahi o kadar ilerlemiş ve işin erbabı o derecelerde çoğalmıştır ki bunu mukayese için vaktiyle bir gazetede okumuş bulunduğumuz fıkra asla hatırımızdan çıkamaz. Şöyle ki: İngiltere’den iki zat Amerika’ya ziyarete gitmişler. Birisi tabipmiş. Bunlar birçok yerleri gezip dolaştıktan sonra nihayet bir köye vardıklarında arkadaşı doktoru gözünden kaybetmiş. “Doktor! Doktor! Aman doktor nerede? Doktoru gördünüz mü?” diye epeyce telaşa başlayınca içinde bulunduğu sokağa açılan kapılar sekiz ondan ibaret iken üçünden dördünden birer adam çıkarak “Ne istiyorsunuz? Bir anda bir kimse hasta mı oldu? Öyle bir iş varsa hemen çaresine bakalım!” diye kendilerinin hep doktor olduklarını anlatmışlar. Nasıl? Bizde bir kaza anında bir tabip bulunmadığı hâlde şöyle sekiz on hane arasında üç dört tabip bulunması unutulacak, ehemmiyet verilmeyecek olaylardan mıdır?
Amerika’da “doktorlar”, “tıbbiye” genel adı altında toplanan tüm fenlerde bilgi sahibi olurlar. Sonra bu fenlerden imtihana tabi tutulurlar. Onları geçtikten sonra da her birisi branşında bir alan seçerek o konuda derinleşmeye çalışır. İşte Amerika’da doktor denince bu gibi zatlar akla gelir.
Bunlar işlerini icra ederlerken “pratisyen” yani icracı adını alırlar. İşini ve sanatını icra etmeyip de yalnız ihtisasları olan alanı kendi buldukları dereceden daha ileriye götürmeye gayret edenler “proficient”[1 - Yetkin, yetkili ve uzman doktor.] adını kazanırlar.
Bizim Doktor Gribling işte bu ikinci sınıf tabiplerdendir ki tüm fennî ilimlerde gayet şanlı bir surette kendisini ispatladıktan sonra tıp ilmine ve onlar dışında fizik ve kimya fenlerinde de ihtisasını arttırarak onların da ikisinden olmak üzere “Galvanoplasti” sanatına tümüyle takılmış kalmıştır.
Hayır, hayır! Galvanoplastiye “takılmış” amma “kalmamış”tır. Aksin bu sanatı kendi bulduğu dereceden pek çok ileriye götürmüştür.
Okuyucularımızdan hepsi galvanoplasti sanatını bilemezler ya! Zaten bu sanat bizim için en yeni ilimlerdendir. Gerçi Türk’ten, Rum’dan, Ermeni’den üç beş sanatkârımız bu sanatı icra ediyorlar. Fakat bizde pek çok sanatkâr vardır ki icra ettikleri sanatın ve fennin hangi esas üzerine kurulduğunu bilmezler. Ama bu adamları ayıplamayınız. Onlara karşılık bizde pek çok fen erbabı da vardır ki tahsil ettikleri fenlerin, sanayinin hangi şubelerine ne suretle yardım edebilecekleri konusundan habersizdirler. Hemen hiddetlenip kızmayalım. Biz bu konularda yeniyiz, yeni! Elbette bizde de öyle bir zaman gelir ki fenlerin sanayiye tatbiki ve sanayinin fenlerden istifadesi konuları düşünülerek ikisi arasındaki münasebet de araştırmalara konu olur.
Bizim Doktor Gribling’in hususi olarak yoğunlaştığı galvanoplasti sanatının neden ibaret olduğunu anlatmak için geniş fenni konulara da girişmeden okuyucularımıza şöyle sadece bir anlatıverelim:
Yaldız yok mu, yaldız? Malum ya! Gümüşten bir şey üzerine belli belirsiz altın sürerek yaldızlarlar. Eski tabirlere göre saman yaldızı bile varmış ki altından fark olunmazmış. Fakat biz maksadımızı güzelce anlatabilmek için okuyucularımıza altın yaldızını tasavvura almalarını tavsiye ederiz.
Gümüşten bir şey üzerine bir parça altın sürülür ise ona “altın yaldızı” diyeceğiz değil mi? Ya tombaktan bir şey üzerine bir parça gümüş sürülür ise ne diyeceğiz? Şüphe yok ki “gümüş yaldızı” diyeceğiz. Hatta Kristofil isminde bir sanatkârın çoğunlukla çatal bıçak gibi sofra takımları üzerine böyle bir parça gümüş sürmek yolunda kazandığı şöhret kendisine milyonlar kazandırmıştır.
Ya bir parça demir üzerine azıcık bakır sürecek olsak ona ne diyeceğiz? “Bakır yaldızı” değil mi? Bizce altın, gümüş, bakır en meşhur madenden olduğu için böyle altın yaldızı, gümüş yaldızı, bakır yaldızı deriz de herkes de bunların ne olduklarını anlar. Madencilik fen ve sanatının gelişiminden sonra daha birtakım yeni madenler de keşfedilmiştir. Kısacası “nikel” denilen bir beyaz maden daha keşfedilmiştir ki katılığı ve ağırlığı gümüşten aşağı olduğu hâlde beyazlığı, parlaklığı gümüşe üstün değilse de ondan pek de aşağı değildir ve bu maden de altın, gümüş, bakır gibi kendisinden aşağı olan şeyler üzerine yaldız olarak vurulmaktadır.
Yaldızcılığın öteden beri bildiğimiz adisine “yaldızcılık” derler. Hâlbuki madenlerden gümüş, nikel ve bakırın eritilmesinden ve elektrik ısısı da verildikten sonra bazı cisimlerin üzerinin kaplanmasına “galvanoplasti” derler. Bu sanat bir elektrik bataryasının tellerinin bir sandıktan ibaret havuza konulmasından ve elektrik pillerinin bu havuza verdikleri enerjinin bakır, nikel ve gümüş gibi madenlerin o havuz içine bırakılacak cisimler üzerine yapışmasından ibarettir.
Fizik, yani fen bilimin hiç vâkıf olmayanların ve hatta kadınların bile anlayabilecekleri veçhile galvanoplasti sanatını bir de şu surette tarif edelim ki önünüzde bir sandık vardır. İçi su dolu. Bu sandığa iki telin iki ucu uzatılmıştır. Bu suyun içine faraza bir ağaç kaşık bırakmış olsanız, bir zaman sonra o kaşığın bakır yahut nikel veyahut gümüşten yapılmışçasına mahiyetinin değişmiş olduğunu görürsünüz.
Şimdi galvanoplastiyi anladınız ya! Eğer iyi anlamış iseniz Doktor Gribling’in bu sanata merak sardırmasındaki hikmeti dahi anlamış olursunuz. Yine anlamadınızsa biz anlatalım. Bu gariplik az bir gariplik midir ki galvanoplasti havuzuna her neyi koyarsanız o havuza vermiş olduğunuz karışım gereğince yerine göre bakır, nikel, gümüş ve hatta altın gibi madenlere dönüşsün. Mesela Beyoğlu’ndan gelirken Voltaire’in alçıdan dökülmüş bir heykelini otuz paraya satın aldınız. Artık otuz paralık bir alçı parçasını konsolunuzun üzerine koyamazsınız ya! Eğer galvanoplasti malzemeniz varsa veyahut sizde olmadığı hâlde dostlarınızın birisinde bulunuyorsa o heykeli o havuza atarsınız, bir zaman sonra ya bakırdan, ya nikelden, ya gümüşten veyahut da altından yapılmış olmak üzere çıkarırsınız.
İş bir yaldızdan ibaret değil mi? Kırk on paraya olur gider vesselam!
Hayır! Öyle “kırk on paraya olur gider” diye hükmedemeyiz. Zira “yaldız” deyince pek kuru bir yaldız anlaşılıyor, değil mi? Hâlbuki galvanoplasti hiç hükmünde olan bir incelikten, elinizde istediğiniz kadar kalınlığa varabilecek bir yaldızdır. İsterseniz bir kahve kaşığını yaldızlaya yaldızlaya büyülte büyülte bir yemek kaşığından ziyade büyültebilirseniz. Ancak yaldızın kalınlığı belli bir ölçü içinde artmayıp da sizin kahve kaşığı yemek kaşığına dönüşeceği yerde küskütük bir şey olursa biz ona da karışamayız.
Bizim Doktor Gribling galvanoplasti sanatını öyle bir derecede bulmuştu ki havuza atılan bir cisim, pek çok vakit havuzda kaldıktan sonra istenen madeni pek yavaş almaya başlardı. Hâlbuki Amerikalı bir doktorun bir anlık elektrik kuvvetinin kâinatı dolaşıp gittiğini gördükten sonra, şu galvanoplasti havuzuna atılan madenlerin yaldızlanma hızını arttırmak için epeyce bir zamana muhtaç olması derecesindeki nispetsizliği kabul edebilmesi mümkün müdür?
Doktor Gribling arzu ediyordu ki herhangi bir cismi galvanoplasti havuzuna sokar sokmaz istenen maden ile derhâl kalaylanmak! Affedersiniz. “Kalaylanmak” deniliyor amma vurulacak yaldız kalay olursa… Dolayısıyla sözümüzü değiştirelim:
Doktor Gribling arzu ediyordu ki herhangi bir cismi galvanoplasti havuzuna sokar sokmaz istenen maden ile derhâl yaldızlanması mümkün olsun. Hem de yalnız hayal gibi rüzgâr gibi… Bir yaldız değil; arzu olunduğu kadar sağlam bir yaldız mümkün olsun.
Doktor Gribling’in bu arzusunun derecesini okuyucularımıza hakkıyla pekiştirmek için diyeceğiz ki eski zaman usulünde bir mumcu yağ havuzuna fitili daldırıp çıkardığı anda nasıl ki fitil üzerinde yağ donup kalıyor idiyse, galvanoplasti havuzuna da bir cisim daldırılır daldırılmaz istenen maden onun üzerinde donsun kalsın. Hayıf ki eski zamanlar geçti! Şimdi hasta olanlar ilaç için mum yağı aradıkları zaman bakkal dükkânlarında pek güç buluyorlar. Biraz daha ilerleyecek olursak, yani ispermeçet[2 - Balinalardan, özellikle de ispermeçet balinasının başından elde edilen, mum yapımında ve kozmetiklerde kullanılan ak renkli bir tür yağ.] mumları biraz daha ilerleyecek olursa mum yağını bakkal dükkânlarında değil, eczacılarda aramak lazım gelecek. Fakat zamanın terakkisine bakınız ki her şey, kendisinden daha büyük bir şeye dönüştüğü gibi ispermeçetler dahi kırmızı kö… Pardon! Varna vesaire mumlarını yok ettikleri gibi kendileri de Amerikan petrol gazlarına mağlup oluyorlar. Amma acele etmeyelim, dünya bu ya! Galibiyet Amerika petrollerinde de kalmayıp şimdi de Batum iskelesinden Rusların çıkardıkları Bakü petrolleri Amerika petrollerini mahvetme derecelerine getirdi.
Sadedin biraz dışına çıktık ama sözü uzatmadık, değil mi? Doktor Gribling’in galvanoplastiyi nasıl hızlandırmak istediğini mumcuların fitil bandırıp mum çıkarmasıyla anlatmak istediğimiz hâlde bunun da okuyucularımızdan ekserisinin bilemeyecekleri kadar eski bir şey hükmünde kaldığı için sözü asıl mevzudan biraz dışarıya çıkardık. Tam mevzumuz dâhilinde söz söylemiş olmak için diyelim ki:
Doktor Gribling, galvanoplasti sanatını o kadar süratlendirmek istiyordu ki şimdi kahvesini içtiği bir toprak kahve fincanını galvanoplasti havuzuna daldırıp çıkardığı anda o fincanın topraktan değil, bakırdan veya nikelden veyahut gümüşten yapılmış olduğunu cihana göstermek azminde bulunuyordu.
Ee, bunda muvaffak oldu mu?
Şüphe mi edersiniz? Neredeyiz? Amerika’da! Bir adam tıp fenninde tahsil eder, sonra yalnız fennî ilimler ile ve bunlardan da yalnız kimya ve fizik fenlerine bağlanır kalır ve en nihayet bu fenlerin dahi galvanoplasti kısmına yoğunlaşırsa artık o adam aradığı şeyi bulamaz olur mu?
Düşününüz ki spesiyalistlerden, yani Gribling gibi mütehassıslardan birisi bir makine icat etmek istemiş. Öyle bir makine ki önünüzde ufacık bir sandık bulunarak o sandığa bir söz söylediğiniz anda sandık sizin sözünüzü kaydetsin. Sandığın bir yayına dokunduğunuzda sizin sözünüzü tekrar söylesin. Hem de öyle bir surette söylesin ki o sesin sizin sesiniz olduğunu, o sözlerin sizin sözleriniz bulunduklarını siz dahi tanıyıp ikrar edesiniz.
İşte bu makine “fonograf” dedikleri makinedir. İnsanoğlu hâlâ çok kimselerin aklına sığmamakta bulunan bu harika şeyi yaparsa, galvanoplasti hakkındaki sürate muvaffak olamaz mı? Hele fonografı icat eden Amerikalı olduğu gibi galvanoplastiyi geliştirmek isteyen de Amerikalı olur ise!
Yahu şu adamlar acaba dev gibi bir şey midir? Yok! Gerçi eserleri ile ispat ettikleri kudret her ne kadar beşeriyetin fevkinde gibi görünürse de bu adamlar hiç de beşeriyetin fevkinde değildir. Sizin gibi, bizim gibi adamlardır. Hele bizim Doktor Gribling yok mu? Görmüş olsaydınız pek beğenirdiniz, pek severdiniz. Bakınız size bir tarif ediverelim:
Yaş yallah, yallah yirmi dokuz! Boy uzun. Hem de bizim uzun boylu saydığımız adamlardan birkaç parmak daha uzun. Saç sakal kıpkırmızı. Surat saçtan sakaldan daha kırmızı. Kaşlar düşük. Gözler mavi oldukları hâlde çukurda. Burun çekme. Ağız küçük. Dudaklar ince. Dişler sık ve beyaz iseler de lüzumundan ziyade uzun. Çene sivri.
Bu adamın uzun boyu, vücudunda bir zayıflık farz ettirir ise de o zayıflık kendisine bakanların göz yanıltmasından ibarettir. Yoksa vücut hayli etli ve pek ziyade kuvvetlidir. Eller uzun vücudun tasavvur ettireceği nispette daha uzundur. Doktor Gribling şu tasvirimize göre güzel bir adamdır ya… Söz söylemek istediğinde bu güzelliğine binaen pek sevimli olduğunu da itiraf edersiniz. Ama söz söylediği vakitler azdır. Çoğunlukla düşünür. Zaten bir iş yapmak azminde bulunan adam, söylemekten ziyade düşünmez mi? İş denilen şey gevezelikle yapılmaz. Düşünmekle yapılır. Hele galvanoplastiye kendi istediği sürati vermek isteyen adam, mutlaka söz söylemekten pek çok ziyade düşünmekle mükelleftir.
Doktor Gribling kalıpça, kıyafetçe, yüzce, sıhhat ve sözce beğenilebilecek kadar mükemmel bir adam olduğu gibi giyinip kuşanması ve süslenmesi de kadınların bile kusur bulamayacakları derecededir. Sakalını yanaklarından “favori” usulüyle salıvermiş. Bu hâlde çenesini kazıtır. Elbisesini beğeninceye kadar terzisini üzüntüden verem eder. Kundura hususunda daha da hassastır. Günde üçten yediye sekize kadar kundura boyatır. Boyunbağı ile eldiven pek merakıdır. Bizim Doktor Gribling şıktır vesselam!
İşte galvanoplasti sanatını tamamlamaya çalışan bu zattır. Hem tamamlamıştır da. O kadar ki canlı bir kuşu galvanoplasti havuzuna daldırıp çıkartarak bakıra dönüştürür dönüştürmez üzerindeki kabuğu yarıp içindeki kuşun hâlâ canlı olduğunu görmüş ve bu muvaffakiyete sevindiği gece iki şişe bir anda içerek zafer sevincini ilan etmiştir.
En sonunda bir arzusu kalmıştı ki o da bu sanat ile kaplayacağı cisimlerin büyüklüğünden ibaretti. Kuş, kedi, köpek gibi şeyler kendisine artık pek küçük geliyorlardı. Artık at, deve, hatta fil gibi büyük canlıların şeklini yapmaya kâfi gelecek elektrik pilleri bataryalarıyla galvanoplasti havuzları vücuda getirmek için büyük büyük paralar sarf etmişti. Ama hepsinde de muvaffak olmuştu. Muvaffak olmasının derecesini de bundan sonraki bölümde göreceğiz.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Doktor Gribling ve Defn-i Emvat[3 - Doktor Gribling ve Ölülerin Gömülmesi.]
Jefferson City şehrinin belediye dairesi azasıyla tıp heyeti arasında ölülerin gömülmesine dair gayet mühim bir tartışma yaşanmıştı. Amerikalılar her şeyi adi suretinden kurtarmak gayretinde bulundukları malum oldu ya! Vefat edenleri bir çukura gömmek veyahut duvarlı kemerli mezarlar içine koymak gibi ölüleri defnetmek yolları pek adi görülmüş olduğundan cenazeleri kireç içine yatırarak üzerlerine su atmak veyahut mumya hâline koymak veya tümüyle ateşte yakarak toz etmek seçeneklerinden hangisi daha sıhhatli ve faydalı olur gibi konular müzakere olunuyordu.
Maksat umumi sıhhat olduğuna göre Amerikalılar için ölülerin defnedilmesinin ne kadar büyük bir ehemmiyeti olacağını şununla kıyas etmelisiniz ki orada bahçıvanlık sanatı, tuvaletlerde akan suları, salhanelerdeki kan vesaire gibi tüm pislikleri ve buna benzer her şeyi gübreye dönüştürdüğünden, bunların hiçbirisinde umumi sıhhat için bir tehlike bırakılmadıktan sonra nihayet doktorun birisi, herkesin burun mendilinin kendi koynunda bulundurulmasını sıhhate zararlı bir hareket saydığından burundan mendile bulaşacak mikrop ve kirleri derhâl temizlemek için bir nevi lavanta icat etmişti de tıbbiye akademisi bu lavantanın umum tarafından kullanılmasını mecburi hâle koymak için koskocaman bir kararname bile kaleme almıştı. Mendil meselesine bu kadar ifrat derecesinde ehemmiyet verilen bir memlekette ölülerin gömülmesi gibi hakikaten ehemmiyetli olduğuna bizim bu taraflarda dahi şüphe edilemeyen bir meseleye ne kadar önem verileceği mülahazaya muhtaç kalmaz mı?
Jefferson City akademisi ölülerin mumya edilmek üzere korunması hakkındaki görüşü kesin reddetmişti. Zira mumya hâlindeki naaşların dahi her hâlde kokacaklarını düşünmüşlerdi. Kireç ile haşlamak veyahut ateşe atıp yakmak meselelerine gelince: Tıbbiyelilerin bir kısmı kireci, diğer bir kısmı ise ateşi tercih etmişlerdi. Ancak kireci tercih edenler azınlıkta kaldıklarından asıl hüküm ateş taraftarlarında kalacak gibiydi. Zira kireç ile haşlanan ceset her ne kadar ayrışıp kokamaz ise de herhâlde zikredilen cesedin bir hayvan cesedine benzeyebileceği düşünüldüğünden sonraları yine bundan da olumsuz bir şey çıkabilir diye ihtiyatla yaklaşılmıştı. Ama ateşle yakmaya gelince, koca bir insan naaşının birkaç dirhem külden ibaret kalacağı münasebetiyle bu külü bir toprak kap içine bırakıp bir tarafa koyuvermekte hiçbir mahzur görülmemişti.
İşte bu müzakerenin tam şiddetlendiği bir zamanda bizim Doktor Gribling şimşek gibi çakarak gök gibi gürleyerek ısrarlı olan itirazını yıldırımlar gibi yağdırmaya başladı.
Cesedi yakmak mı? Aman ya Rabb’i! Şu on dokuzuncu asrın bu kadar gelişmiş medeniyeti ölüler için bula bula bin sene evvel gelmiş milletlerin usulünü bulsunlar. Bu tahammül edilebilecek şeylerden midir? Bu medeniyetin şan ve şerefi için bundan daha büyük hakaret mi düşünülebilir?
Doktor Gribling bu konuda gazetelere göndermiş olduğu yüzlerce yazılarının birisinde demişti ki:
“Cesetleri yakma usulünün hiç başka bir sakıncası görülmese bile yalnız bunun eski ve kadim milletlere ait bir durum olması, şu sürekli terakki eden asırda asla kabul olunamayacak ve reddi için en büyük sebep olmasına kâfidir. Fen ve sanayi bu kadar terakki etmiş olduğu hâlde ölüleri defnetmek için asrımızın şanına layık bir yol bulamazsak, bütün fen erbabının ve sanayicilerimizin yüzleri kızarmalıdır. Hâlbuki ölüyü yakmanın da hem umumi sıhhat açısından zararları vardır; hem de masrafı çoktur. Umumi sıhhat bakımından zararları, bildiğiniz gibi bir naaş yanarken fena kokuları temiz havaya koku yayar. Masrafının çokluğu ise yanacak malzeme açısındandır. Zira bir naaşı yakacak malzeme ile otuz beygir kuvvetindeki lokomotif arkasına seksen vagon takmış olması hesabıyla yarım mil kadar mesafe katedebilir.”
Güzel ama her şeye itiraz etmek kolay olduğu hâlde; itiraz olunan şeylere daha uygun çare bulmak güçtür. Bakalım sizin Doktor Gribling ölülerin gömülmesi için daha güzel bir çare buldu mu?
Onun itikadına kalırsa pek âlâsını buldu. Hem de bulduğu çare nedir, bilir misiniz? Galvanoplasti!
Galvanoplasti mi?
Evet! Galvanoplasti! Zira Doktor Gribling bu âlemde her neye çare aranacaksa, o çarenin mutlaka elektrik ile bulunacağına kanaat etmiş olduğu gibi elektrik hizmetleri arasında da en faydalısının bilhassa galvanoplasti olduğuna o derecelerde bel bağlamıştır ki eğer bu sanat her işe tatbik edilmezse insanlık medeniyetinin kemal mertebesine varamayacağına fennî bir iman derecesinde inanmıştır.
Cesetlerin defni meselesinde galvanoplastiden başka bir usul kabul ettiğini görmek, Doktor Gribling için dünyanın yıkıldığını görmekten daha beterdir. Dolayısıyla bu usulü kabul ettirmek için gazetelere verdiği yazıları ayrıca kitap suretinde de bastırarak bedava dağıtmak derecelerinde fedakârlıkta da bulunmuştur ki bu da malum zatın fennî ve sanayi gayretine en iyi şekilde işaret eder.
Doktor Gribling’in cesetlerin defni için galvanoplastiyi kabul ettirmek hususunda savunduğu delillerin en tuhafı şudur:
“Bir ölünün naaşı üzerine bir milimetre kalınlığında bir kabuk geçirmek için iki kıyyeden az bakır gider ki önceden göztaşı hâline dönüşmesinden dolayı fiyatı ne kadar artmış olsa, yine üç frangı geçemez. Gerçi cesedi yakmak için kullanılacak malzemeden bu biraz daha pahalı düşerse de kullanılacak malzeme arasında ancak bir parça kül oluşturduğu hâlde şu üç frank masraf bakırdan güzel bir heykel vücuda getirir. Malumdur ki her naaş kendi familyası için sevilir ve kıymettardır. Dolayısıyla familya halkı galvanoplasti için birkaç frangı daha feda ediverirse bir santimetre kalınlığına kadar bakırı kalınlaştırarak, gerçekten bir heykel vücuda getirebilirler. Bu böyle olmadığı zaman bile cesedi defin için yalnız bir milimetre kalınlığındaki bakır kifayet eder ki bu bakır hem o naaşa kefen olur hem de defnedildiği yerde kokmaya fırsat bırakmaz. Dolayısıyla umumi sıhhat bakımından bütün tehlikeleri de meneder. Hele galvanoplasti bu gelişmiş olan asrın yeni icadından olduğundan, bu gelişmiş asrın şanına layık olan bu defin usulü bundan ibaret olacağından, bu usul yenilik taraftarı olan hiçbir adamın itirazına da uğramaz.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/fenni-bir-roman-yahut-amerika-doktorlari-69429145/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Yetkin, yetkili ve uzman doktor.
2
Balinalardan, özellikle de ispermeçet balinasının başından elde edilen, mum yapımında ve kozmetiklerde kullanılan ak renkli bir tür yağ.
3
Doktor Gribling ve Ölülerin Gömülmesi.