Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş

Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş
Ahmet Mithat Efendi
Hiç ahirete gidip gelmişliğiniz oldu mu?.. Elinden her iş gelir Mesut Ağa, bu işi iki genç âşığın -Osman Bey ile Nergiz Hanım- başına getirdi. Kollarından tuttuğu gibi onları ahirete yolladı. Nergiz ile Osman ilk zamanlar ahiretlerinde mutlu mesut yaşarlarken sonradan dünya gözlerinde tütmeye başladı. Ama nafile! Ne cennet ne cehennem olan bu yerden çıkmak isterler çıkamazlar, seslerini duyurmak isterler duyuramazlardı. İki gönül, artık kaderlerine razı olmuş, olacakları bekliyordu… Onlar böyle can cana ve baş başa karanlıklar içinde yaşayadursun, İstanbul bu sırada çalkalandı durdu. Padişah III. Selim askerî düzenlemelere hız verdi. Düzenlemelere taraftar olanlar ile karşıt olanlar birbirlerine diş biledi. Casuslar ortalığı fesada verdi. Yeniçeri ayaklandı… Artık Osman ile Nergiz’in can attığı dünya, gerilerinde bıraktığı dünya değildi… Demek oluyor idi ki evvelleri yeniçeri taraftarları başka ve Nizam-ı Cedid taraftarları başka iken şimdi onlardan birtakımı ve bunlardan birtakımı onlara karışmakla eski dostlardan birtakımı birbirine düşman ve eski düşmanlardan birtakımı birbirine dost olmuş idiler. Bu hâl ne kadar büyük bir karışıklık demektir düşünülür ya?Ortalık kaynayıp karıştıkça casusa ihtiyaç artar ve hâlbuki casusluk dahi günden güne güçleşirdi. Zira bir hizmet görmek isteyen yadigârlardan pek çoğu işlerini yüzlerine gözlerine bulaştırıp aralıkta kendi başlarından da olurlar.

Ahmet Mithat Efendi
Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

BAŞLANGIÇ
Bektaşi zarifleri arasında bir söz söylenir ki “dünyaya öbür geliş” derler. Bakılsa bu sözün aklen hüküm götürür yeri yoktur. Fakat bir kere tarihimizi nazarıdikkate alıp da İstanbul’da neler olmuş, neler geçmiş olduğuna dikkatlice bakarsak dünyaya öbür geliş ve ikinci geliş diye söylenen sözün hükmen manasını bulabiliyoruz. Nasıl ki ben buldum. Yazmasına başladığım olay bir zatın dünyaya ikinci gelişini tasvir edecektir. Okunmasında devam edilirse hükmü herkese malum olur.

BİRİNCİ BÖLÜM
Selim Han devrinde teşebbüs buyurulan askerî düzenlemeleri Frenk icadıdır diye beğenmeyen bir fırka vardı. Bu fırkanın önde gelen üyeleri müstesna vakitlerin nihayetsiz müsaadesi sayesinde hazinelerini hadde hesaba sığmaz servetle doldurmuş ve bundan böyle dünyadaki işleri, bir kenara çekilerek bolluk içinde yaşayıp zamanın olaylarına seyirci gibi uzaktan bakmaktan ibaret bulunmuş idiyse de bunca vakitten beri tabi oldukları devletin politikası içine parmak sokup karıştırageldikleri hâlde artık birdenbire inziva köşesine çekilmeyi dahi bir büyük eğlenceden ayrılmak saydıkları cihetle hiç olmazsa yapılan işleri kötülemek ve ayıplamak suretiyle eğlenmeyi kendilerince gerekli şeylerden görmüşlerdi.
Fakat zamanın hâlleri şu mal mülk sahiplerinin bu şekilde eğlenmelerinden ibaret değildi. Öte tarafta halk fırka fırka olup kimisi askerî düzenlemelerin tesisi tarafını tutar ve kimisi bu düzenlemelerin Yeniçeri Ocağı’nın batırılması maksadına dayandığını zannederek düzenlemelerin kaldırılması fikrinde ısrar eder ve hâlbuki şu iki fırkadan birinci fırka düzenlemeleri yapanlara sadece kendi faydaları o yoldan geleceği düşüncesiyle tarafgirlik edip ikinci fırka erbabı dahi sadece faydaları düzenlemeler yolunda kaybolacağı cihetle kaldırılması hususunda ısrarlı davranırdı ki birkaç vakit sonra ortaya çıkan acı ve vahim vakaların başlangıçları daha bu zamanlar baş göstermekte bulunmuştu.
Şimdi İstanbul’un karışık zamanında Üsküdar’da Ahmediye semtinde Veysel Efendi isminde bir mal mülk sahibi vardı ki gerek helalinden ve gerek haramından topladığı hesapsız hazinesini iyice muhafaza ederek dünyanın hâllerini uzaktan seyredenlerden sayılırdı. Bu efendinin Mesut isminde bir hadımı olup olan bitene dair bilgileri daima ondan haber alırdı.
Hikâyemizde Mesut’un ehemmiyeti Veysel Efendi’nin ehemmiyetinden pek çok ziyade olduğu cihetle biraz hadımın ahvalinden bahsetmeyi, efendisinin ahvalini tez geçmek kadar lazım gördük. Bununla birlikte hadımın hâli görülünce efendinin ahvali dahi yakinen bilinir.
Hadım Mesut, bahtım kadar siyah çehreli, orta boylu, şişmanca, gayet vakur, titiz, araştırıcı, çok zeki bir Arap olup daha küçük bir çocuk iken Veysel Efendi’nin yanına gelmiş ve bu efendinin ne kadar dostu varsa hepsiyle tanışıklık kurarak bu sayede dünyanın hâllerine efendisi kadar değil daha ziyade vâkıf olmuştu.
İlk zamanlar Veysel Efendi’ye vekilharçlık, son zamanlara değin kethüdalık edip şu iki memuriyeti on beş sene kadar devam etmişti ki bu memuriyetlerine haremde bir hadım ağasının vazifeleri dahi eklenmek lazımdır.
Hikâyesine başladığımız vakanın başlarında ise Mesut Ağa, Veysel Efendi’nin konağına bitişik ve kendisine mahsus evinde kalır, gerektikçe efendisinin işlerine ve hâllerine bakar ve diğer vakitlerini dahi kendi kendisini memur ettiği bazı bilinmeyen şeyleri araştırma yolunda sarf ederdi.
Mesut Ağa’nın servetini kimse bilemese yeri vardır. Çünkü Veysel Efendi, her ne kadar Karun hazinesine eş bir hazine toplamaya muvaffak olmuş bir adam idiyse de bu hazinenin eli sıkılık sayesinde toplanabileceği tabii olmakla böyle eli sıkı bir efendiye vekilharçlık ve kethüdalık eden bir hadımın ancak pek ağır zaruretlerden kurtulabilmek derecesinde geçinebileceği hatıra gelir. Fakat Mesut Ağa kendisince en ağır zaruretlere dahi katlanmayı göze aldırmış ve zatına mahsus hediyeler, behiyeler eksik olmadığı gibi ileride meydana çıkacak sebeplerden dolayı bazı büyücek tarafların ihsanlarına dahi nail olmuş bulunduğundan şöhretli olmayan serveti başka birisinin elinde bulunsa şöhret olabilecek derecede idi.
Veysel Efendi’nin yaşanan hadiselerden haberdar olma merakını anladık ya? Mesut Ağa’nın muhbirlik vazifesi de malum. Binaenaleyh Mesut Ağa her kimi görürse hadiselerden haber sormayı kendisine en büyük vazife edinmişti. Günlerden bir gün o zamanlar şöhreti henüz üçüncü dördüncü derece kibarlar arasında meşhur olan Meddah İsmail bir iane ve ihsan ümidiyle değil sadece yolu uğramak cihetiyle Mesut Ağa’nın evine geldi. Mevsim şubat olup tarhana çorbası sevildiğinden Mesut Ağa’yı çorba kâsesinin başında görüp alışıldığı üzere “Buyurunuz İsmail Ağa.” teklifi üzerine meddah dahi laubalice bir tavırla Mesut Ağa’nın uşağı Selim’den bir kaşık isteyerek çorbanın başına çöktü.
Bu hâlde Mesut Ağa, söze nereden başlar? Şüphe yok ki şuradan:
M: “Ey ne var ne yok bakalım?”
İ: (sıcak çorbadan ağzı yanarak) “Güzellik efendim.”
“Güzellikler hep senin olsun, görüp işittiklerinden?”
“Bizim gibi adam ne görüp ne işitebilir?”
“Yeni bir fıkra, tuhaflık falan? Ama masal istemem. Bilirsin ya?”
“Evet efendim. Masal istemezsiniz. Fakat yeni tuhaflıklar da… Ha! Bak aklıma geldi. Aman efendim! Masal değil fakat gerçekten masala rast geldim.”
“O nasıl söz?”
“Huda âlim pek tuhaf. Hele şu çorbayı içelim de size anlatayım. Bakınız ne kadar tuhaf.”
“Kör boğazını dolduracağına anlatsan olmaz mı?”
“Aman efendim kör boğaz dolmaz ise nasıl anlatırım? En evvel bu işi görmeli de…”
Meddahın zevzekliği üzerine Mesut Ağa biraz sırıtıp güldükten ve çorba dahi içildikten sonra çubuklar yanar, Mesut Ağa’nın emri üzerine Meddah dahi hikâyeye başlar:
“Bizim gibi adamlar nasıl eğlenir malum ya! Birinci şartı bedava olmaktır. Hinoğlunun birisi bize bedava bir eğlence yolu öğretti. Cübbeyi, kavuğu silip süpürerek Tophane tarafına geçmeli. Doğruca Karabaş’a gitmeli. Karabaş Camii’nin karşısında esirci kahvelerine gidip bir kahve ısmarlamalı. Derhâl yanınıza ak sakallı, kara sakallı birkaç esirci gelir ve esir almak için mi geldiğinizi sorar. ‘Evet.’ cevabıyla beraber bunlara dahi birer kahve ısmarlamalı. Sonra kalkıp birlikte esir bulunan evlere gitmeli. Eğer daha güzel eğlenmek istenirse kendinizi bir efendi gibi satmayıp âdeta kendiniz dahi bir tellal olduğunuzdan dem vurmalı. Çünkü o zaman girmedik esirci evi kalmaz.”
“Tuhaf!”
“Ama ne kadar tuhaf ya? Geçen cuma günü ilk defa olarak bu eğlenceye başvurdum. Kibardan birkaç zat için cariye beğenmeye çıkmış bir kibar esirci tellal sıfatıyla Karabaş’a gittim. Bir, iki, üç esirci etrafımı aldılar. Girmedik ev bırakmadık. Ama ne cariyeler! Terbiye görmüşleri, başka beyazı, esmeri. Mahcubu, aşüftesi, hasılı besbedava bir eğlence ki! Birkaçını beğenmiş oldum. Ertesi günü adam gönderip filanı filanı satlığa kaldıracağımı söyledim. Derken yanıma ihtiyar bir Çerkez sokulup kulağıma ‘Şurada bir yerde bir kız var ki emsalsiz güzel, hem pek ucuza alabiliriz. Ama yalnız gitmeliyiz. Başkasının görmesi olmaz.’ dedi. Bu gizli haber üzerine merakım arttı. Artık akşam olduğundan, semte gideceğimden bahisle yanımdaki heriflerden ayrılıp sonra ihtiyar ile birleşerek götürdüğü yere gittik. Bir murdar dere kenarından geçip bir hayli gittikten sonra bir çıkmaz sokağa girip bir kapıdan girdik. Aman efendim bir kız ki gerçekten emsalsiz. Kızı gördük mördük ama gönül yanından ayrılmak istemiyor ki! Artık bende dereden tepeden sorular. Kız ise terbiye görmüş, ağzından bal akarcasına tatlı dilli. Ah o baygın bakışlar! O aşüftece tebessümler. Meğer biçare kızcağız kaçak imiş de ihtiyar onun için beni gizli götürmüş.”
(ehemmiyet hâli gösterir bir tavırla) “Kaçak mı imiş?”
“Evet efendim!”
“Nereden kaçmış?”
“Söylüyor mu ya? Hatta adını sordum. Tebessümle ve Çerkezlere mahsus bir güzel şive ile ‘Halayık kısmının adı olmaz. Alan efendi ne ad takarsa adı o olur.’ dedi. Doğrusu ya, zengin olmayıp da züğürt olduğuma bir pişman oldum ki!”
Mesut Ağa, meddahın son sözüne hiç olmazsa bir tebessüm etmek lazım gelirken güya dünya yıkılmış da kendisi altında kalmış gibi bir düşünmeye varıp bir hayli çatındıktan matındıktan sonra meddaha dönerek:
“Şu cariyenin simasını tarif edebilir misin?”
“Nasıl edemem efendim. Şekli hâlâ karşımda. Fidan gibi boy! Etine dolgun beyaz ten! Uzun, gür, kumral saçlar! Az basıkça kaş. Çerkezlere mahsus olan çukurca fakat gayet güzel ela gözler. Yuvarlakça burun, yuvarlakça çene, hatta yumru çenesinin orta yerinde de bir çukur ki tebessüm edip de yüzü buruştuğu zaman güya çenesi çukurun içine gömülüp gidecek gibi bir hâl gösteriyor. Boynun sağ tarafında da çitlembikten büyük bir siyah ben.”
Meddahın son tarifi üzerine Mesut Ağa bir hareket gösterip yüzünün karanlığında gece çakan şimşek gibi bir sevinç parıltısı görüldü.
Şimdi siz dersiniz ki Mesut Ağa bu cariyeyi tanıdı mı? Pekâlâ, tanımış olsun. Fakat o aralık ağanın karşısında el pençe divan duran uşak Selim’e ne oldu? O da tanıdı mı? Çünkü onun yüzünde evvelki hâlden başka birtakım hâller, alametler görüldü. Özellikle odada artık duramayarak dışarı çıkmaya bir vesile aramak için midir nedir etrafına birkaç kere bakındı. Güya bir şey aradı da bulamadı gibi bir tavırla kendini dışarıya attı. Hatta iki dakika sonra Mesut Ağa çubukları tazeletmek için “Gel!” diye nida ettiği hâlde Selim’den bir eser görünmedi. Aradan yarım saatten ziyade vakit geçtikten sonra Selim nefes nefesi takip ederek yine içeriye girip emre amade imiş gibi bir duruş göstermekle Mesut Ağa’nın işareti üzerine çubukları alarak tazelemeye gitti.
Fakat Selim’in kaybolduğu müddet içinde Mesut Ağa ile Meddah İsmail arasında şu konuşma dahi geçmişti.
M: “Bu cariyenin fiyatını sormadın mı?”
İ: “Üç kese akçe istiyorlar.”
“Hani ya ucuz verilecekmiş ya?”
“Ama efendim yine ucuzdur. Cariye görülmeye muhtaç.”
“Sen bir tarif ettin ki görmüş kadar oldum. Tebessüm ettiği zaman bir büyük gamzesi de ağzının sağ tarafından belirmez mi?”
“Vay siz bu cariyeyi tanıyor musunuz?”
“Yok. Fakat senin tarifin üzerine öyle olması lazım gelir.”
“Evet efendim.”
“Öyle ise üç kese çoktur bile. Fakat ne ise. Yarın gidip cariyeyi almalı.”
(tebessümle) “Kimin için efendim?”
“Eğleniyor musun?”
“Estağfurullah efendim. Sordum.”
“Efendi için. Ben cariyeyi ne yaparım? Cariyeyi al! Esircisi buraya gelsin. Cariyeyi getirmesin. Onu biz alırız. Parayı verelim de.”
“Ama tuhaf ha! Biz şakadan esirci iken gerçekten tellal olduk.”
“Fena mı? Bundan sonra ne zaman gitsen daha güzel gezer, eğlenirsin.”
“Hayhay efendim! Sayenizde.”
“Sayemde zahir!”
Selim çubukları getirir. Dereden tepeden biraz söz daha edilip meddahın çubuğunun bitmesi üzerine kalkar, gitmeye izin ister. Mesut Ağa dahi cariyenin satın alınması, hatta ihmal etmeyip mutlaka ertesi sabah giderek esirciyi getirmesi hakkındaki emri tekrar ettikten ve bu işte kendisine dahi birkaç altın tellaliye vereceğini hatırlattıktan sonra veda merasimi yapılarak Meddah İsmail gider.
İsmail gittikten sonra Mesut Ağa’nın hâli nazarıdikkati çekecek bir şekilde değişti. Yüzünün her gözeneğinden ter yerine ferahlık ve sevinç buharlaştığı aşikâr görülürdü. Ancak içi içine sığmayıp kâh oturur kâh kalkar ve derin derin bir şeyler düşünürdü. Hatta bir aralık başındaki kavuk dahi başına ağır gelerek çıkarıp kavukluk üzerine koydu ve çubuğu eline alıp savura savura içerek oda içinde bir aşağı beş yukarı gezinmeye başladı.
Bu aralık çat çat kapı çalındı. O zaman “Kim o?” demeden kapı açmak olmadığı hâlde uşak güya gelen zatın kim olduğunu evvelden biliyormuş gibi olduğu yerden kapının ipini çekti, merdivenden yukarı telaşla biri çıktı. Soluk soluğa yetişemeyerek kapıyı açıp içeriye girdi.
Bu zat, Veysel Efendizade Osman Bey’dir ki on yedi on sekiz yaşında bir delikanlı. Hem o zamanın en güzellerinden sayılır bir delikanlı olup fakat güya kırk yıl yatakta yatmış da şimdi kefeni yırtarak kalkmış gibi benzi kireç kesilmişti.
Girer girmez selamdan evvel söze başladı.
O: “Aman lala! Bir hayır haber varmış.”
M: “Hayır ola beyim?”
“Bizim Nergis bulunmuş öyle mi?”
“Nasıl Nergis?”
“Canım hani ya satılığa çıkardığımız zaman müşteriye gittiği yerden kaçan Nergis.”
Osman Bey’in şu ifadesi üzerine Mesut Ağa’nın çehresine gazap alameti olarak bir beyazlık gelip fakat hâlinden renk vermek istemeyerek:
“Kim söyledi?”
“İşte senin Selim!”
“Halt etmiş. Kimden işitmiş?”
“Şimdi buraya bir adam gelmiş de o söylemiş.”
“Gördünüz mü bir kere ettiğiniz işi. İşte böyle Selim gibi eşeklerin sözüne ehemmiyet verirsiniz de…”
“Niçin ya Nergis bulunmadı mı?”
“Canım! Şimdi buraya gelen adam Meddah İsmail idi. Herifin ne soytarı olduğunu bilmez misin? Eğlenmek için esir tellalıyım diyerek Tophane’ye Karabaş’a gitmiş, esirci evlerini gezmiş, türlü türlü cariyeler görmüş, bunu hikâye etti. Demek oluyor ki bizim Selim olacak eşek bu hikâyeden Nergis bulundu anlayıp size haber vermiş.”
Mesut Ağa’nın düşünceleri üzerine Osman Bey’e o kadar yeis geldi ki tarif mümkün değildir. Dizlerinin bağı çözülmüşçesine minder üzerine yığılıverdi. Sorusunu tekrar tekrar sorup da Mesut Ağa tarafından yeisten başka cevap almayınca geldiği zaman görülen şevk ve sevincin zıddı bir yeis ve sükûnetle kalkıp hatta “Allah’a ısmarladık.” bile demeden çıktı gitti.
Osman Bey gittikten sonra vay Mesut Ağa’daki hiddet! Selim’i yanına çağırıp paylamaya başladı.
“Oğlan Nergis’i kim bulmuş?”
“Ya o herifin tarif ettiği cariye bizim Nergis değil mi?”
“Halt etmişsin köpek! Velev ki Nergis olmuş! Sen burada olan bir sözü niçin Osman Bey’e götürüyorsun. Kalk yıkıl karşımdan! Seni hizmetimde kabul edemem!”
Bu paylama üzerine Mesut Ağa yalnız Selim’i kovmakla yetinemedi. Yol harçlığı verip bir daha İstanbul’a gelirse başının gittiği gün olacağı tehdidi ile Selim’i Anadolu’ya, memleketine kadar sürdü.
Selim’in gördüğü azarla sürülmesi üzerinden birkaç gün kadar zaman geçmiş olması farz edilmemelidir. Osman Bey’in, Mesut Ağa yanından çıkıp gitmesi üzerinden üç saat geçmeksizin Selim dahi Üsküdar menzilhanesinden kiraladığı menzil beygiri ile Üsküdar’dan çıkıp gitti.
Mesut Ağa’nın pek küçük bir kabahatten dolayı Selim’e bu kadar şiddet göstermesine şaşmak için daha başka bir cihet vardır. Şöyle ki:
Ertesi sabah dünkü verilen emir üzerine Meddah İsmail ve esircinin varışını Mesut Ağa bin canla bekleyerek bunlar gelir gelmez aza çoğa bakmayıp hemen pazarlığı keserek meddahın dahi eline birkaç altın sıkıştırdıktan sonra esirci ile beraber Üsküdar’ın büyük iskelesine indi. Mesut Ağa’yı görür görmez Kayıkçı Kulaksız Mehmet kayığı yanaştırıp ikisini de bindirerek Mesut Ağa elini birkaç defa Tophane taraflarına doğru sallamakla o tarafa çekip denize açıldı.
Burada Kulaksız Mehmet hakkında şu kadarcık izahat verelim ki Kulaksız Mehmet’in müşteri alarak bir tarafa götürdüğünü Üsküdar İskelesi’nde gören bile yoktu. Akşama kadar kayık içinde iskele başında bekleyip eğer Mesut Ağa gelirse onu alır, istediği yere götürür ve gelmezse saat birden sonra kayığını çekip yine kayıkhanede yatardı. Hele çok defa gece yarılarında dahi Mesut Ağa için kayık indirdiği vardır. Parasıyla değil mi? Elbette bu yolda hareket eder. Lakin şu tarifte görülen ehemmiyet küçük olsun büyük olsun Kulaksız Mehmet için midir? Yoksa Mesut için mi?
Kayık denize açıldıktan sonra aradan bizim Kulaksız Mehmet’in hâlini tarif edecek kadar da zaman geçmeden artık Üsküdar İskelesi’nde bulunanların gözlerine deniz üzerinde bir mürekkep şişesi kadar görünmeye başlamıştı. Tophane’ye vardılar. Mesut Ağa’nın, Kulaksız Mehmet’e kendini orada beklemesi hakkında emir vermesine gerek var mı?
Esirci ile beraber gittiler. Aradan yarım saat sonra Mesut Ağa yanında bir cariye ile geldi. Kayığa bindi. Bu defa dahi Marmara Denizi tarafını göstermiş idi. Gittiler gittiler… Kadıköyü’nü falanı geçtiler. Moda Burnu’nu dönüp Adalar üzerine saldırdılar. Hayırsız Adalardan birisine yanaştılar. Mesut Ağa cariyeyi çıkarıp kendisi dahi çıkarken “Bu kıymetli hınzır sağ kalırsa benim başımın kesildiği gündür, dünyadan vücudu kalkarsa benim de canıma kıydığım gündür!” sözünü yalnız Kulaksız Mehmet işitmişti. Kızın kolundan tutup adanın içerilerine doğru yürümeye sevk etti. Tophane İskelesi’nden hareketlerinden beri ağzından tek harf çıkmayan biçare kızcağız yalnız Mesut Ağa kolundan tuttuğu zaman “Aman ayaklarını öpeyim canıma kıyma!” sözü çıkıp Mesut Ağa dahi “Sana kıymak bana kıymak, sana kıymamak yine bana kıymak demektir yürü bakalım!” azarlayıcı hitabıyla kızı Kulaksız Mehmet’in gözünden kayboluncaya kadar götürdü. Yarım saat kadar zamandan sonra Arap yalnız gelip kayığına binerek Üsküdar’a döndü.
Taş yürekli Arap! Acaba kızcağıza ne yaptı?

İKİNCİ BÖLÜM
Bu kız kimdir?
Şüphemiz yoktur. Osman Bey’in almış olduğu haber doğrudur. Bunu biz daha Selim’in kovulmasından anladık. Bu kız Osman Bey’in aradığı firari Nergis’tir. Nasıl kaçtığına bakalım:
Osman Bey, Veysel Efendi’nin dar-ı dünyada bir oğludur. Terbiyesine o kadar ihtimam edilmiştir ki çocuğa “melek” desek her hâlini tarif etmiş oluruz.
Haremde Veysel Efendi’nin iki odalığından başka iki de cariye vardı. Bunların birisi henüz on üç yaşına varmış olan Nergis ve diğeri dahi on beşini geçmiş bulunan Çeşm-i Afet idi. Nergis sekiz yaşından beri Osman ile büyümüş olduğundan çocukların birbirini kardeş gibi sevdikleri hâlde genç oldukları zaman birbirlerini can ve canan gibi sevdiler.
Nergis için bir şiddetli muhabbet dahi Hadım Veysel Ağa’nın yüreğinde vardı. Veysel Ağa için bu muhabbeti çok garip görmemelisiniz. Çünkü kendisini hadım ettikleri zaman göğsünün sol tarafını yarıp da yüreğini çıkarmamışlardı. Bu muhabbet gereğince Nergis’in Osman Bey’e gösterdiği aşk ve muhabbet eserlerine vâkıf olduğu zaman muzdarip olmadı denilemez. Oldu. Fakat Osman Bey dahi kendi elinde evladı gibi büyütmüş olduğu ve Nergis’i ne kadar sevmiş olsa bir çeşit ümit beslemeyeceğinden bu iki gencin hakkıyla sevişmesine müsait bulunmak yoluna giderek Mesut Ağa için takdir edemeyeceğimiz bir zevk alışa yol açmaya başlamıştı. Hele aradan biraz vakit geçtikten sonra Mesut Ağa velinimetzadesinin Nergis’e gösterdiği özel muameleler üzerine Nergis hakkındaki eski muhabbetini bütün bütün başka bir şekilde bulmuştu; Osman Bey’e hem evlat hem velinimet nazarıyla baktığı cihetle Nergis’e dahi şefkatli bir babanın pek sevdiği gelin veyahut sadık bir kölenin pek ziyade hürmet ettiği hanımı hakkında hissettiği muhabbeti kırk elli kat büyütür isek ne miktara erişirse işte o nispette bir muhabbetle bakardı.
Güzel ama her kalp kendi hissiyatında mutlak hürdür. Osman Bey ise hissi en az olan kalbin bile meylini çekecek güzellerdendi. Dolayısıyla Çeşm-i Afet dahi Osman Bey’i çeşm-i afetine[1 - Çeşm-i afet: Son derece güzel göz. (e.n.)] kestirdi. Nergis’ten ziyade aşk ateşiyle yanıp tutuşmaya başladı. Osman Bey’in, Nergis’e olan muhabbetinin derecesini tabii olarak keşfetmiş olduğu cihetle kendi hâlini arz etmeye bir müddet muvaffak olamadı.
Güzel ama âşık için öylece sessiz durmak mümkün müdür? Heyhat!..
Bir gün Çeşm-i Afet ne olursa olsun göze aldırıp tenhada rast getirdiği Osman Bey’e içini döktü. Çocukluktan beri Nergis’e bağlanmış olan bir kalbi çözmek mümkün olur mu? Zaruri ret cevabı aldı. Bu hâlde Çeşm-i Afet gibi bir âşığın teşebbüs edeceği şey nedir? Elbette intikam! Biz burada yaşananları gayet kısaca geçtik. Zira bu yaşananların tafsilatına kimse vâkıf değildi. Hatta Veysel Efendi ile karısı Şehime Hanım’ın hiçbir şeyden azıcık olsun haberleri yoktu. Şimdi bir sabah Çeşm-i Afet, Veysel Efendi’nin kahvesini verip fincanını almak için beklediği zaman ezilerek, büzülerek, yutkunarak, tıkanarak Veysel Efendi’ye şöyle bir sır açtı:
Ç: “Efendim size bir şey söyleyeceğim ama korkuyorum.”
V: “Ne söyleyeceksin? Bir şey söylemek için korkmak nedir?”
“Söyleyeceğim ama benden işitmiş olmayınız, çünkü iş büyüktür.”
“Kız ne olmuş bakalım? Bir bildiğin, gördüğün mü var?”
“Evet efendim! Bizim Nergis’in işini haber vereceğim.”
“Nasıl iş?”
“Küçük beyefendiye fena kastı var.”
(gözlerini fırlatarak) “Ne dedin?”
“Evet efendim! Ya zehirlerim ya başına bir satır vurup…”
(heyecanla) “Ha?”
“Öyle efendim. Sebebi kıskançlık.”
“O nasıl söz?”
“Çünkü Osman Bey’i seviyor. Beye birkaç defa hâlini açmış. Bey ‘Sen benim kardeşimsin öyle şey olmaz!’ demiş. O da bey, beni seviyor zannetmiş. Şimdi ya beye ya bana kastedecekmiş. Hatta ne bileyim ama Mesut Ağa dahi…”
“Mesut’a ne olmuş?”
“O da Nergis’i sever mi imiş? Ne imiş? Hasılı efendim pek iyi anlayamadım. Fakat Nergis’in niyetinin pek fena olduğunu bilirim.”
Veysel Efendi Çeşm-i Afet’ten şu sözleri işittiği zaman ciğerparesi, dar-ı dünyada bir evladı için nasıl ehemmiyetli davranmış olduğunu ayrıntılarıyla anlatmak beyhudedir. Konaktan kovulmasına derhâl karar verdi. Hatta bu kararını ne zevcesine ne Mesut Ağa’ya açıp “Hanım şayet evlat gibi büyüttüğü Nergis’i konaktan çıkarmamak ister, hele Mesut kızı seviyormuş!” düşüncesiyle biçare Nergis’i Bekir adlı uşağın yanına katarak yakında bulunan bir esirci hanımın evine kaldırdı ve ucuza pahalıya bakmayıp ilk çıkacak müşteriye satılmasını dahi tembih etti. Nergis gibi konak içinde âdeta bir kız olarak büyütülmüş bulunan bir kızının meydanda hiçbir sebep olmadığı hâlde ansızın esirciye kaldırılması herkese hayret verip en evvel Şehime Hanımefendi Veysel Efendi’ye itiraza başlamış ve “Canım Nergis ne yaptı ki kaldırdınız?” yollu lakırtıyı açmış ise de zaten vehimli olan ve hele Osman Bey için muhalif esen rüzgârdan vehimlenen Veysel Efendi, hanımın mülayimce bir izah istemesi üzerine top gibi gürleyip “Senin nene lazım! Mal benim değil mi istesem kaldırır denize atarım! Muradın cariye ise on tanesini alayım, işime karışmayınız efendim!” diye çıldırmışçasına bir karşılık göstermekle artık kimsenin söz söylemeye gücü kalmamış ve yalnız Mesut Ağa gayet kibarca bir tavırla görüşünü beyan etmek isteyince “Yıkıl Arap karşımdan! Şimdi…” sertçe muamelesiyle kovulmuş, bu yüzden Osman Bey’de babasının karşısına bile çıkmaya takat kalmamıştır. Veysel Efendi, Nergis’i kaldırmış olduğunda ne kadar isabet etmiş zannında bulunduğu ayrıntılandırmaya muhtaç değildir. Zira hanımın müdafaasını, hâlden haberi olmadığına ve Mesut Ağa’nın şefaatini dahi kızı sevdiği hakkında Çeşm-i Afet tarafından verilen haberin sıhhatine dayanak sayıp hele Osman Bey’in birkaç hafta babasının yanına girmeye güç yetirememesi ve babası zorla davet ettiği hâlde dahi büyük bir korku ve haşyetle girmesi her hâlin, her hareketin sıhhat ve isabetini hükmettirmişti.
Osman Bey, Nergis’in konaktan çıkmasını ruhunun çıkması gibi bildiğinden hâlini tarife gerek yoktur. Mesut ise evladı, sevgilisi, gelini hasılı dünyada gönlünün bir eğlencesi bulunan Nergis’in sebepsiz konaktan çıkarılması üzerine hem kederli hem öfkeli idiyse de bunun için pek kolay bir tedbir bulabilmekten meyus olup gayesi Nergis’i kendi tarafından satın alarak bir yerde saklamayı ve gizlice Osman Bey’i dahi oraya götürüp şu üç sevgilinin bir araya gelmesiyle hissettiği lezzetlerden mahrum kalmamayı tasavvur ederdi.
Buraya kadar aldığımız malumata göre Mesut Ağa’nın, Nergis’e o kadar hışım ve şiddet göstermemesi lazımdır. Nergis’i kendisinin hem evladı hem sevdiği hem gelini, hasılı âlemde bir lezzet duymakta ise onun tek sebebi iken ne hikmete dayanarak dünyada Nergis yaşar ise kendi başı kesilecek ve Nergis yaşamaz ise yine kendisi dahi helak olacakmış. Nergis yaşamazsa kendi helakı, onun hakkında olan her türlü muhabbetinden ve Osman Bey’e olan duygularının şiddetinden kaynaklanabilir. Fakat kızın hayatının kendisinin ölüm sebebi olması neden lazım gelir?
Bu aralık biraz da Nergis’in hâlini bilmek lazım geliyor.
Biçare kızcağızın neye uğradığını bilmeyeceği açıkça malumunuz olan bir şeydir. Lakin neye uğradığını bilmeyen bir kimsenin neye uğradığını mutlaka anlamaya çalışması pek tabiidir. Nergis düşünmüş, taşınmış hatta Çeşm-i Afet’in rekabeti meselesini gözü önüne getirmiş idiyse de gerek bu imkânı gerek diğer hemen hatıra gelen her şeyi bir türlü teslim edemeyerek düşmanca şiddetini yalnız Mesut Ağa hakkında toplamıştı. Ne kadar düşündü taşındı, karar vermek istediyse de “O yezit Arap bana pek çok takılır idi. Sonra beni Osman Bey’in aşk kucağında görünce tahammül edip renk vermemeye pek çok çalıştı. Ama tahammül edemedi. Mutlaka kıskandığından bizi birbirimizden ayırmak için beni buraya attı!” düşünce ve kararı her şeye baskın çıkmıştı.
Nergis’te bu suizan varken Mesut Ağa tarafından satılmasına dahi imkân olmayacağı burada düşünülecek bir şeydir. Fakat bu düşünceye imkân kalmadı. Bir olay oldu ki Nergis, Mesut Ağa’nın ruhunun gıdası iken ve hatta hâlâ ruhu olmakla beraber azap sebebi olmaya dahi ramak kalmadı. Şöyle ki:
Nergis satılığa kaldırıldığı zaman esirci evinde yalnız bir gece misafir kaldıktan sonra kazaskerlerden bir zatın konağına müşteriye gönderilmişti. Orada ahlakı, terbiyesi, yiyip içmesi, hatta uykusu falanı tecrübe edilmek için birkaç gün kalacağı zaruridir.
Bu birkaç günden birisi içinde idi ki kendi oturdukları odanın üstünde bir patırtı, gürültü peyda oldu. Sanki insan boğuyorlar gibi bir hâl. Biri boğuk boğuk inler, ince ince ve fakat müthiş sesler çıkarır. Hâlbuki bu patırtı ile hiç kimsede telaş yok. Eğer zannolunduğu gibi bir adam boğuyorlarsa sanki ortaklaşa ve soğukkanlılıkla bir zevk almak için boğuyorlarmış gibi kimsede ne telaş var ne gevşeklik. Nergis böyle bir şeyi görmemiş olduğu için oradaki cariyelere sorar. Onlardan “Babalı Arap geldi.” cevabını alınca ömründe babalı Arap dahi görmemiş ve yalnız ismini işitmiş olduğundan merakı artar, haber aldığı cariyeden yukarıya gidip babalı Arap’ı seyretmek için fikrini sorar. Herhangi bir sakınca olmadığı ve yalnız oda içine girmeyip dış kapı perdesiyle iç oda perdesi arasından seyretmek lazım geleceği cevabını aldığı gibi koşarak gider, seyretmeye başlar.
Babalı Arap marsık gibi zebellayi bir şey. Beyaz elbise giyinmiş, başına dahi iyi saatte olsun Rüküş Hanım’ın pek sevdiği kırmızı renkli yemenilerle koca bir hotoz oturtmuş. Bağdaş kurma vaziyetiyle yere oturup ellerini dizlerine vurarak fır fır döner. Aralıkta bir boğuk boğuk sesler çıkarmakla beraber kâh bir edalı hanım vaziyetini gösterip Rüküş Hanım geldiğini kâh bir pir-i fâniyi taklit ederek başka bir peri tarafından büyülendiğini ima eder. Bu aralıklarda ise Kazasker Efendi’nin annesi makamında bulunan yetmiş beşlik bir dadısı ile eşi tarafından birçok sual sorulur. Arap dahi sorulan suallere cevap verir.
Nergis perde arasına girdiği zaman orada 45-50 yaşında ihtiyarca bir karı dahi Arap’ın hareketlerini seyrettiğinden Nergis de onun yanında bir yer bulup oturmuş ve en evvel Arap’a, Dadı Hanım tarafından geleceğe ait sorular sormasıyla Arap’ın dahi geleceğe ait cevaplar vermiş olduğunu işitmişti:
D: “Bizim efendi şeyhülislam olacak mı?”
A: “Olacak ama ne vakit bir büyük kargaşalık olursa.”
D: “O kargaşalıkta şeyhülislam olacak mı?”
A: “Huu!.. Daha çok adamlar büyük adamlar olacak.”
D: “Bu kargaşalık ne vakit olacak?”
A: “Pek yakın değil. Pek uzak değil.”
Arap ile bu şekilde cevaplaştıktan sonra Dadı Kalfa, hanımefendiye dönüp “İşte gördün mü? İş yine Molla Efendi’nin dediği gibidir, fitne çıkmayınca bizim efendi şeyhülislam olamayacakmış. Hemen Rabb’im sonunu hayır eyleye. Çünkü geçen günde Molla Efendi’nin düşmanları pek çok olduğunu iyi saatte olsun Rüküş Hanım söylemişti.” der ve hanım dahi “Ah a dadı, efendinin dost tanıdıkları düşman imiş de onun için pek üzülüyorum.” yollu karşılık verir.
Perde arkasından dinlemekte bulunan kocakarı bu sözleri o kadar cankulağıyla dinlerdi ki tarife sığmaz. Aralıkta bir kere çehresi kaçar. Kâh alaycılıkla tebessüm eder, hasılı o dakikada çehresinde başka bir alamet görülürdü. Yine bu aralık kim bilir Arap’ı hangi peri büyülemeye başladı? Arap o kadar tepindi, o kadar dövündü ki kendisini helak etmek derecesine vardı. Bir de bu aralık Arap’ın başındaki koca hotoz düşmesin mi? Hotozun çehresine verdiği başkalaşmalar yok olduktan sonra Nergis bu Arap’ın Mesut Ağa olduğunu anlamasın mı?..
Bir kere “Hay!” deyip kızcağız kendisinden geçercesine hayretini gösterdi. Odada bulunanlar perde arkasındaki “Hay!” sesi üzerine yine avcının tüfeği sesinden ürken vahşi hayvanlar gibi ürküp kapıya koştular. Ne baksınlar? Müşteriye gelen yeni cariye baygın gibi bir hâlde. Hele babalı Arap, Nergis’i görünce artık kudurdukça kudurdu, tepindikçe tepindi. Kızın üzerine hücumlar etmek ister idiyse de arkadaşı bulunan ve orada hazır olup tütsüye falan bakan diğer bir Arap menederdi. Nergis, gönül derdini anlatmaya cesaret alabilecek miydi, alamayacak mıydı bilemeyiz. Fakat büyük bir hayret içinde iken dudakları arasından “Bizim Mesut Ağa!..” kelimeleri fırlayıverdi! Bu söz üzerine babalı Arap’ın gazabı son derecenin de üstüne çıktı. Arap dünyayı altüst edecek ama ta Dadı Kalfa Efendi’ye varıncaya kadar Arap’ın önüne durup kimisi, “Bu peri bu kızdan hoşlanmadı, kudurdu.” diyerek kimisi ihtimal ki kızın dahi Babalı olduğunu düşünüp “Zahir bu gelen peri Mesut Ağa isminde bir peri olmalıdır. Şimdiye kadar geldiği yoktu, ama şiddetle geliyordu.” gibi mana vererek nasılsa Nergis’i aşağıya, halayık odasına aşırdılar.
Biçare Nergis neye uğradığını bilemeyen büyük bir hayretle halayık odasında otururken perde arkasında Arap’ı beraber seyrettikleri ihtiyar karı süklüm püklüm odadan içeriye girdi. Halayıklar “Buyurun hoca kadın.” diye karşıladılar. Hoca kadın doğruca Nergis’in yanına varıp “Kızım şayet korktunsa seni okuyayım.” dedi Nergis korkup korkmadığını bilmez. Daha hiçbir şey bilmez… Henüz on dördüne doğru ayak atmış bir çocuk. “Şayet korktum ise…” diye okunmaya rıza gösterince hoca kadın diğer cariyelere “Siz biraz dışarı çıkınız da ben bir nefes edeyim. Çünkü peri şerridir. Siz burada oldukça olmaz.” dedi. Halayıklar çıkıp hoca kadın ile Nergis yalnız kalınca nefes etmek için besmeleden evvel hoca kadın şu şekilde söze başladı:
H: “Sen o babalı Arap’ın kim olduğunu tanıdın mı?”
N: “Tanıdım ya! Bizim Mes…”
H: “Sus! Sesini çıkarma. O da seni tanıdı. Şimdi sen hemen buradan kaçmalısın.”
N: “Nereye gideyim ben?”
“Canını kurtarmak için nereye gidersen git. Çünkü bu Arap’ın elinden kurtulmak senin için mümkün değildir. Seni öldürür. Arap’ın kim olduğunu sen bilsen?”
“Bilirim ya! İşte…”
“Sus diyorum! Sana acıdığımdan söylüyorum. Bundan sonra senin için dünyada sağ gezmek mümkün değildir. Hemen kalk başını al da nereye gidersen git. Hem buraya geldiğin yere de gitme. Kimsenin bulamayacağı bir yere git.”
“Aman hoca nene ben nereye giderim!”
“Kız nereye gidersen git diyorum. Öleceksin. Al sana biraz para da vereyim. Şuradan Salacak İskelesi’ne inip kayığa bin, nereye gidersen git. Seni kim kabul etmez? Herkes eder. Zira bu Arap’ın elinden sağ kalamazsın.”
Hoca kadın, Nergis’e birkaç kuruş vererek kaçmak için zihnini epeyce kandırdı. Bunun üzerine hemen o gün Nergis dışarıya içeriye girip çıkarken bir eski ferace, bir kalın yaşmak yakalayıp harem tarafından sokağa açılan bir küçük kapıdan çıktı ve soluğunu Salacak İskelesi’nde aldı.
İhtiyar kayıkçının birisi insan uğramayan o iskelede müşteri çıkmasından ümitsiz olarak bekleyip dururdu. Nergis, “Baba beni götür.” deyince herif daha nereye, kaç paraya götüreceğini de sormaksızın kayığı yanaştırdı. O aralık Nergis’in aklına Tophane ve Karabaş geldi ki orada hemşehri birtakım Çerkezler bulacağından emindi. Kayıkçıya Tophane’yi işaret ederek çektirdi. Cami arkası iskelesine yanaşıp biçare kızcağız cellat elinden kurtulmuş mazlum gibi Karabaş’a can attı. Gideceği yeri bilmez ya? Murdar dereye doğru yürüdü gitti. Orada ak sakallı bir ihtiyar Çerkez’e rast gelip “Aman baba ben kaçağım, senin malın olayım. Ne olursam olayım. Beni sakla.” dedi.
İşte bu ihtiyar, Meddah İsmail’i gizlice alıp Nergis’in bulunduğu eve getirmiş olan ihtiyardır ki kendisi fakir bir tellal olmak münasebetiyle Nergis’ten korunma sözünü işitince mal bulmuş Mağribîye döndü. Derhâl alıp evine götürdü. Ve kimseye bu kızın hâlinden bir malumat vermeyip satılmak üzere bir konaktan çıkmış olduğunu, gerektikçe haber vermek tembihiyle kızı ihtiyar zevcesine teslim etti.
Nergis’in kaçışı ve Mesut Ağa’nın Nergis hakkında tabii olarak kalbî muhabbetinin devamıyla beraber maddi husumetinin sebebi hakkında ta Nergis’in yine Mesut Ağa tarafından satın alındığı zamana kadar bize daha ziyade tafsilat verecek hiçbir olay olmamıştır.
Mesut Ağa, esirci ihtiyardan Nergis’i satın alıp da Karabaş’a giderek kabul edip teslim aldığı zaman biçare kızcağız müşteriye satılmak değil âdeta cellat eline teslim edilmiş demekti. Bir aralık Nergis olanca feryadıyla etraftan yardım istemek tedbirini kurdu. Fakat Mesut Ağa cübbesi altında bir hançer ucu gösterip “Nergis, zerre kadar muhalefet edecek olursan vallahi o anda canını alırım, ses çıkarmazsan canına kastım yoktur, ihtimal ki seni Osman Bey’e de kavuştururum.” demiş olduğundan biçare kız sesini çıkaramadı. Fakat şunu da bilmeli ki bu hâl Nergis ile Mesut Ağa’nın yüz yüze bulundukları bir an içinde gerçekleştiği cihetle Çerkez esirci hiç farkına varmamıştır.
Nergis orada Arap’a hiç ses çıkarmadı dedik. Çıkarmadı. Hatta daha evvelce dahi demiş olduğumuz üzere ta Hayırsız Ada’ya varıncaya kadar da ses çıkarmadı. Lakin adaya çıkıp da Mesut Ağa kendisini adanın içeri taraflarına sevk etmek istediği zaman sesini çıkarmıştı.
Ne demişti? “Aman ayaklarını öpeyim canıma kıyma!” demişti.
İşte bizim bildiğimiz hâl bundan ibarettir. Ondan sonra Arap kızı nereye götürdü, ne yaptı ve bu kadar şiddeti ne mecburiyet üzerine etti? Öyle Arap karısı kıyafetine girip de hadımlara mahsus olan tüysüzlükten ve ince sesten istifade ederek babalı Arap tavrında bir kadıaskerin konağına gitmekten ve orada devlet meselelerinin en mühim tarafları üzerine gelecekte olacakları keşfetmeye çalışmadan emeli nedir? Buralara dair henüz malumatımız yoktur.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1801 senesine doğru İstanbul’un hâli bütün bütün başkalaşmıştı. Askerî düzenlemeler ve yeni ıslahatlara husumet nazarıyla bakan fırka erbabı şiddetlerini artırdıkça artırıp bunların mukabili bulunan taraf dahi ıslahat namına sefahatlerini bir dereceye ulaştırmışlardı ki zamanın dur-endişleri[2 - Dur-endiş: Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülahaza eden. İlerisini düşünen. (e.n.)] akıbetin vahametinden pek ziyade korkar idiler. Merhum Asım’ın tarihi okunursa o zamanların hâline dair ayrıntılı ve açık malumat alınabilir.
Biz burada her türlü ayrıntıdan kaçınmakla beraber yine şu kadarcık olsun diyelim ki halkın fikrî galeyanı en yüksek derecesinde olmakla beraber efkârıumumiyenin cereyanı için bir çığır açmak üzere ortada gazeteler dahi bulunmadığından herkes kendi aklının erdiği hezeyanı söyler ve hatta yapılanların gerek lehinde ve gerek aleyhinde bulunan fırkalar erbabı bile fikirce birlik içinde olmayıp birbiriyle açtıkları mücadelelerde aynı fikirde ve aynı meslekte olan arkadaşları birbirinin kanına girecek derecelere gelirdi.
Halkın işlerindeki kargaşalık kendi ellerine bırakılmış bulunan zevatın her biri yalnız kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyip görünüşte birbiriyle dost ve müttefik geçinen yüksek zevat bile pes perdeden birbirini uçuruma düşürmeye çalışıyordu. Ancak böyle birbirini kaydırmak mecburiyeti menfaat temininden ziyade mazarratı defetmek maksadıyla gerçekleşirdi. Çünkü hiç kimsenin kimseden emniyeti kalmamış ve baba ile oğul arasında bile emniyetsizlik almış başını gitmişti.
Her taraf casus, her köşe bucak bile fitne ve fesatla dolu idi. Haremlerde kadınların ağızlardan malumat almak için yine kadın casuslar gezip hatta bazı ak ağalar, köse herifler filanlar kocakarı kıyafetinde haremleri dolaşıp kadınlardan işittikleri ehemmiyetli sözleri ganimet gibi yakalarlardı.
Bir aralık “Filan efendiye hakaret etti.” diye bazı adamların boynunu vurmak veyahut “Ağızdan küfür kelime çıktı.” diye asmak dahi revaç buldu. Hâlbuki hakikatte öldürme ve idam sebebi olan şey ne hakaret idi ne de küfür kelime. Filan efendi Zeyd’in kendi hakkında falan yere havadis götürmüş olduğunu haber alarak sadece şu casusluktan öç almak için Zeyd’in katline kadar yürürdü.
İşte âlemin hâlleri gayet tehlike içinde bulunduğu şu sıralarda bir gün bizim Hadım Mesut Ağa kendi evinde köşe minderi üzerine çıkıp iki tarafında bulunan yastıklara iki dirseğini dayamış ve çenesini dahi avuçları içine alıp kim bilir ne gibi bir düşünce ile o kadar dalmıştı ki başının ağırlığı yalnız kolları üzerine binerek eğer vücudunda denge olmasa oturmaya dahi muktedir olamayıp yıkılıverecek kadar kendisinden geçmişti.
Bu anda Mesut Ağa’nın yüreğinden geçen şeyleri kim bilir? Meğer her sırra ve gize vâkıf olan Cenabıhak!
Derken oturduğu odanın kapısı açılıp Osman Bey içeriye girdi. Mesut Ağa bu ziyaretten o kadar rahatsız oldu ki âlemde Osman Bey’den başka her kim odasına girmiş olsa derhâl defedeceği şüphesizdi.
Lakin Osman Bey, Mesut’un âdeta göz nuru idi. Hiçbir şey için hatırını kırmayı uygun göremediğinden mecburi kalkıp karşıladı ise de yerinden kalkması ve beye yönelmesi canlı bir adamın hareketlerine benzemeyip güya bir ruhsuz kalıp bazı makineler vasıtasıyla hareket eder gibi hareket ederdi.
Osman Bey’in zekâsına söz istemez. Arap’ın hâlini görünce kendisini rahatsız edecek zaman olmadığını iyice anlamış ise de rahatsız etmemek dahi elinde olmadığından şu şekilde meramını anlatmaya başladı:
O: “Lala! Bugün hâlini başka görüyorum.”
M: “Pek başkadır beyim. Yani nefes alacak vaktim yok.”
“Sebep?”
“Ben de bilmem.”
“Hasta mısın?”
“Evet keyfim de yerinde değil. Fakat üstümde bir fenalık var. İçim içime sığmıyor.”
“Bir şeye mi kızdın? Birisine mi gücendin?”
“Beyim. Öyle bir şey yok. Büyülü adamlar gibi bir şey oldum.”
(biraz düşündükten sonra) “İşte bu da benim talihsizliğimdendir.”
“Niçin?”
“Çünkü şimdi senin yanında dert edecek vakit değil. Fakat ne yapayım lalacığım deli olacağım. Ya çıldıracağım ya öleceğim!”
“Yine Nergis belası mı?”
Mesut Ağa şu sözü söylerken karanlığı artıran çehresinden biçare Osman Bey’e ümit verecek bir parıltı görünmediği için Osman Bey aralıkta bir düştüğü ümitsizlik okyanusunun ta dibine kadar bir daha dalıp gözlerinin küçük sadefinden inci tanesi gibi yaşlar akıtarak yakarmaya başladı.
“Aman lalacığım! Arzındayım! Kölen olayım. Nergis olmadıktan sonra vallahi iflah olmayacağım.”
Mesut: “A beyim ben ne yapabilirim? İşte elimden geleni yapmaya hazırım. Sana Nergis’ten güzel on cariye bulayım. Sana bir konak alıp hepsini içine koyayım. Efendi baban bir şey demez.”
“Hayır lalacığım bana Nergis’i ver Nergis’i!”
“İşte o bende yok.”
“Sende var sende. Sendedir benim kıymetli Nergis’im. Ben haber aldım. Sen onu Tophane’de bir yerden satın almışsın. Kayığa bindirip bir yere götürmüşsün ama nereye götürdün bilmiyorum. Beni böyle ağlatma lalacığım Allah aşkına söyle nereye götürdün benim Nergis’imi?”
Çocuğun gösterdiği yanıp yakılmaya ve gözlerinden akıttığı yaşlara lala bir türlü tahammül edemeyerek ağlamaya başlayıp:
“Sana bir şey söyleyeyim mi beyim? Ben Nergis’i öldürdüm.”
“Hayır hayır! Sen Nergis’i öldürmezsin. Onu da benim kadar seversin. Bu sözüne mümkün değil inanmam. Sen bunu bana kaç defadır söylüyorsun. Fakat inanmam vallahi canıma kıyarım. Nergis’i isterim!”
“Ama inan ki öldürdüm. Ben sana geçenlerde ‘Sebebini Çeşm-i Afet’ten sor.’ demedim miydi?”
“Sordum. O yezit kahpe halt ediyor, hiç Nergis’im bana kıyar mı?”
“Kıyar beyim kıyar.”
“Kıysın. Bana kıyan Nergis olsun. Ben onun elinde ölmeye razıyım. İsterim Nergis’i!”
“Ahirette a beyim, niçin böyle ediyorsun ya? Ben onu tekrar diriltemem.”
“Hayır lalacığım Nergis vallahi sağdır, billahi sağdır. Şu zavallı sana ne yaptı, ben sana ne yaptım? Bir kabahatimiz varsa bizi döv, terbiye et, mutlaka isterim Nergis’i. Vallahi billahi işte sana yemin. Veremeyecek olursan canıma kıyarım.”
Çocuğun bu kadar yanıp yakılması üzerine Arap’ın yüreği parça parça olduğuna hiç şüphe etmemeli. Şunu da bilmeli ki Osman Bey’in bu hâli yalnız bir güne, bir vakaya mahsus olmayıp Nergis kaçalı üç ayı geçmiş olduğu hâlde, her gün böyle inleme ve figan içinde kaldığı gibi özellikle Meddah İsmail’in verdiği haber üzerine kendisine Selim vasıtasıyla ulaşalı iki ay kadar olduğu hâlde, bu iki ay içinde Mesut Ağa’nın yanına gelip ağlamadığı ve Nergis’in ortaya çıkarılması için yürekler yaralayacak şekilde yakarmadığı gün olmamıştır.
Mesut Ağa, Nergis’in kendisine karşı kötü niyet beslediğini ve hatta inanmazsa Çeşm-i Afet’e sormasını kaç defalar söylemiş ve Osman Bey dahi Çeşm-i Afet’e sorup tasdik cevabı almış idiyse de Nergis gibi kendisinin üzerine canı titreyen bir kızın canına kastetmeyeceğini pek iyi bildiğinden bir türlü inanmamış ve Mesut Ağa “Ben onu öldürdüm!” dediği zaman dahi Mesut’un Nergis’i ne kadar sevdiğini bildiği cihetle ona da inanmamakta kendisini mecbur görmüştür.
Mesut Ağa şu zikrettiğimiz hâlleri nazarıdikkate alıp gözlerini köşe penceresine doğru dikerek bir hayli düşündükten ve kim bilir yüreğinden neler geçirdikten sonra Osman Bey’e dönerek:
M: “Seni ne kadar sevdiğimi bilir misin beyim?”
O: “Ben seni ve Nergis’i ne kadar seversem.”
“Hayır senin Nergis’i sevdiğin kadar değil. Çünkü senin Nergis’e olan muhabbetin hırstan, şehvetten kaynaklanma bir şeydir. Henüz çocuksun da dünyada Nergis’ten başka kız olamaz zannederek öyle seviyorsun.”
“Ah lalacığım!”
“Hayır deme. Ben seni babanın sevdiğinden ziyade severim. Evladım olsan belki bu kadar sevmezdim.”
“Allah’a emanet ol lalacığım.”
“Allah’a sen de emanet ol. Bak beyim! Senin için her fedakârlığı göze aldırabilirim. Yalnız ölmeyi göze aldıramam. Çünkü edeceğim fedakârlıklar senin muhabbetin ile mütelezziz olmak içindir. Öldükten sonra sana olan muhabbetimden ne lezzet alabilirim ki…”
“Niçin ölesin lalacığım. Beraber yaşayalım.”
“Öyle ise şu Nergis’ten yüreğini soğut.”
“İşte yalnız bu mümkün değil. Sana dedim ya! Vallahi canıma kıydığım gündür. Aşk bu lalacığım, benim elimde mi?”
“Güzel ama beyim Nergis bu dünyada değildir, vallahi değildir, billahi değildir.”
“Sen bu kızı öldürmedin lala. Beni öldürebilirsen Nergis’i de öldürebilirsin.”
“Evet! Ben o kızı öldürmedim. Fakat diyorum ya! O da bu dünyada değildir. Sağdır. Ahiret gibi bir yerdedir.”
Arap’tan bu sözü işitince Osman Bey güya Nergis’i almış da kendi koynuna koymuş kadar sevinip çılgın gibi bir tavırla Arap’ın boğazına sarılıp:
“Ah lalacığım! Aman! Ocağına düştüm, merhamet et! Nergis’i gönderdiğin ahiret neresi ise beni de oraya gönder.”
“Sen söylediğim sözü latife mi sanıyorsun? Ben Nergis’i ahirete gönderdim, ahirete beyim ahirete. Orada güneş doğmaz, ay doğmaz. Gökyüzü yoktur, yıldızlar görünmez. Bağ, bahçe, seyr-i seyran yoktur. Işık bile yoktur. O ahiret o kadar korkunç bir ahirettir ki insan kendisinden başka vücut, yüreğinin çarpıntısından başka hareket, ciğerinden çıkan ah, canevinden başka ses seda duymaz.”
“Razıyım lalacığım razıyım.”
“Orada bir ana yoktur ki insanı bağrına bassın. Bir baba yoktur ki şefkat nazarını senden ayırmayarak nereye gidersen arkandan gezdirsin. Orası ahirettir dedim beyim ahirettir.”
“Lala! Ahiret değil hatta ahiretteki gayya kuyusu olsa yine beni oraya göndereceksin. Çünkü ben oraya gitmezsem gerçekten ahirete gideceğimi pekâlâ bilmekteyim.”
Osman Bey ile Mesut Ağa’nın konuşması bir dereceye vardı ki bir adam orada bulunsa Osman Bey’den ziyade Mesut’un hâline acırdı. Zira Mesut’un Osman Bey’e bakışları aynıyla bir şefkatli babanın gerçekten ahirete gitmek üzere bulunan oğluna bakışı gibi bir bakış olup çocuk ise aşk gayretiyle gönülden ölmeye hazırlanmıştı.
Lala, “Oraya gidersen bir daha bu dünyaya gelemezsin.” dedi. Osman Bey, “Nergis bu dünyada olmadıktan sonra bu dünya varsın viran kalsın.” cevabını verdi. Lala, “Anandan babandan sonsuza kadar ayrılacaksın.” dedi. Osman Bey, “Benim âlemde varım yoğum, hatta âlem bile Nergis’tir. O nerede ise benim de orada bulunmam en büyük saadet içinde bulunmaktır.” diye karşılık verdi. Nihayet olmadı. Çocuğu dahi ahirete Nergis’in yanına göndermekten başka Mesut için çare kalmadı. Zira bu hâl o şekilde devam edecek olursa Osman Bey’in ölmesi kesindi. Bu ise kendi ölümü kadar kendisi için acı idi.
Kısacası Mesut Ağa çocuğu ahirete göndereceğini vadederek fakat bu şey hakkında kimseye bir söz söylemeyeceğine dair yemin ettirdi ve akşam saat dört buçuk beşte konaktan hiç kimseye görünmeyerek çıkıp kendi evine gelmesi tembihi ile çocuğu memnun ve sevinçli bir şekilde konağa gönderdi.
Şimdi okurlardan merhameti galip olanlar der ki çocuk konağa gittiği zaman kim bilir anasına babasına ne nazarla bakardı. Elbette ebedî vedayı ima eder bir nazarla bakardı. Heyhat! Osman gözüne dünya görünmüyor ki bu taraflara fikrini versin? Aşk bu! İnsanın yüreğini nasıl cayır cayır yakar! İhtimal ki zavallı çocuk anasına babasına düşman nazarıyla bile bakmaktadır.
İşte böyle bir nazar ve hâl ile yatsıdan sonra halkın yatmasına kadar sabredip sonra ihtiyaten yanına yalnız bir süslü hançer alarak lalasının evine can attı. İşte Üsküdar için Osman Bey’in kaybolduğu saat o saat oldu.
Ertesi sabah Osman beybabasının konağında görülmediği gibi lalasının evinde de bulunmayınca anasının babasının telaşları kâfi idi. Akşam olup da çocuk konağa yine gelmeyince ve ertesi gün dahi izi belli olmayınca telaş ve heyecan arttıkça artıp her tarafta tellallar bağırtılarak yine bir ipucu alınmadıktan ve özellikle Mesut Ağa tarafından yapılan inceden inceye araştırmalar üzerine Osman Bey, falan sabah erkenden iskele kahvesi önlerinde görülmüş ve o gün akşamüzeri Kız Kulesi akıntılarında bir insan leşi balıkçılar tarafından görülmüş olduğu anlaşılıp çocuğun kendisini denize attığına hüküm verildikten sonra artık konak içinde bir vaveyladır koptu. Annesi ile babasının feryadı ve figanları ayyuka çıktı. Konak içinde karalar giyilip haftalarca yas, matem tutuldu. Lakin ne fayda? Her yerde böyle yaslar, matemler tutulur ama biraz vakit sonra meyuslar teselli bulmaya, yavaş yavaş gönül ızdırabı dahi geçmeye başlar, derken yine eğlence demleri gelir. Müteveffayı yalnız geceleri -o da hatırlarına gelirse- anmaya başlarlar.
Osman Bey’in kayboluşu üzerine uzun kulaktan iki malumat aldık ki bir dereceye kadar dikkate değerdir. Birisi şu ki:
Osman Bey baba evinden kaybolduktan beş gün sonra bir sabah erkenden Üsküdar Mezarlığı yanında bir ihtiyar Arap karısı ile yanında bir genç kız görülmüş. Oradan geçen iki yeniçeri, genç kıza sataşmak istemişler. Arap kendilerine ilişilmemesini bunlardan ne kadar rica etmiş ise de fayda vermemiş. Kız dahi bir hayli ricada bulunmuş. Yine fayda vermeyince Arap, “Sizi gidi çapkınlar! Ben bir babalı Arap’ım. Size ettiğim rica makbule geçmez ise ikinizin de kanını içebilirim!” diye belinden uzun bir kama çıkarıp yeniçeriler üzerine saldırmış ve yeniçeriler hamamcı olup hamama gitmek üzere bulundukları ve üzerlerinde silah bulunmadığı cihetle kaçmaya mecbur olmuş. Tuhafı şurası ki Arap kamayı çektiği zaman genç kız dahi feracesi altından bir hançer çıkarıp cenge hazırlanmış. Ne ise yeniçerilerin ellerinden kurtularak Selimiye’ye doğru gitmişler.
Yeniçeriler bu vakayı Toptaşı Hamamı’nda anlatmışlar imiş. Vakanın diğeri ise pek gizli olup onu biz nasılsa keşif yollu öğrenebildik. Şöyle ki:
Kuzguncuk tarafında bulunan bir bağ içinde bahçıvanlık eder bir Tüysüz Mehmet vardı. Pek de layıkıyla malum değil ama bu bağ, Mesut Ağa’nın malıdır. Tüysüz Mehmet ne olduğu belirsiz bir adamdır, ancak bir rivayete göre Tüysüz Mehmet, Mısır’da kölemen beylerinden birisinin ak ağası iken meğer iktidarsız olmayıp yalnız tüysüz olduğu sonradan bir cariye ile geçen maceradan anlaşılmış olmasıyla Tüysüz güç bela ile başını kurtarıp İstanbul’a can atabildi.
İşte sözü edilen bağda bir cuma günü Mesut Ağa ile Tüysüz Mehmet arasında şöyle bir konuşma gerçekleşmiştir:
Mesut: “Nasılsa Osman Bey’i de ahirete gönderdik.”
Mehmet: “A! İşte buna acıdım.”
“Ne yapalım. Başka çare bulamadık. Kendisi istedi.”
“Ben ise gerçekten denize atılmış olduğuna inanmıştım, ama yine acıdım.”
“Ah domuz köse! Sen vaktiyle Nergis’e dahi acımıştın ya!”
“Vallahi efendim, onda benim kusurum yoktur. Ben yalnız o sırrı kimseye söylememesini ve söyler ise öldüğü gün olacağını açığa vurdum. O da korkmuş, kaçmış.”
“Ben senin ne zayıf yürekli olduğunu bilmez miyim? Senin de canın benim elimdedir ama bakalım ne zaman.”
“Hayır efendim! Benim en büyük saadetim sizin ellerinizdedir ama bakalım Allah dünyanın fırıldağını bizim tarafa ne zaman çevirecek.”
İşte biz art aradan[3 - Art aradan: Haberi olmadan bir başkası adına yapılan iş. (e.n.)] Osman Bey hakkında şu iki malumatı alabildik ki birincisi sırlardan haberdar olmayanlar için hiçbir şeye yaramaz ve ikincisi dahi bir bağ içinde iki adam arasında cereyan eden sohbetçikten ibaret olmakla ona dahi kimse vâkıf olamazdı.
Bizim nemize lazım? Artık Osman Bey’i anası babası dahi unuttuğu hâlde biz mi arkasını arayıp duracağız! Biz kendi eğlencemize bakalım; hazır şu gün Mehmet’in hâlinden bahis açmıştım. O konuda söylenegelen bazı şeyleri dinleyerek kendimizi eğlendirelim:
Tüysüz Mehmet’in bahçıvanlık ettiği bağ halk içinde adı geçtikçe tuhaf bir tebessüme yol açan garip bir yer idi. Aralıkta bir ihtiyar karı, koltuğu altında bohçalar ile oraya gelir, Köse Mehmet’e eşyasını saklatırdı. Bir de Arap karısı vardı ki Köse Mehmet ile gizli bir aşüfteliği olduğu hâlinden alenen görülürdü. Bahçeye girdikçe “Oğlan Köse” hitabıyla söze başlar ve pek sevdiği zamanlar manda pençesi gibi pençeleriyle Mehmet’in ensesine tokat vururdu. Bu Arap’ın, Köse Mehmet’e ettiği eza ve cefa o kadar fazla ve Köse Mehmet’in dahi Arap’a muhabbeti, hürmeti, itaati o kadar fevkalade idi ki şu hâl Kuzguncuk ahalisi arasında darbımesel hükmüne girip birisi diğerinin şakasına sebepsiz tahammül edecek olsa şaka eden “O! Sen de artık beni Köse Mehmet, kendini Arap karısı mı zannettin?” derlerdi.
Köse Mehmet bahçenin mahsullerinden pek az bir miktarını ucuz bir bedel ile Üsküdar cuma pazarında satıp mahsulün çoğunu Ahmediye’de bir konağa götürüp gerek veresiye ve gerek peşin para ile satardı. Hatta bu dahi halk içinde darbımesel yerine geçip malını satmak kaydında olmayanlara “Herifin Köse Mehmet’in müşterilerinden daha yağlı müşterisi varken malını satmakta kaygı mı duyar?” derlerdi.
Bahsi geçen Arap karısının Tüysüz Mehmet’e aralıkta gelip giden kocakarı ile dahi muamelesi pek laubalice idi. Köse’ye nasıl nazlı nazlı eşek şakaları eder idiyse ihtiyar kadına dahi aynı muameleyi ederdi. Hatta bazı kere bağ içine kocakarı ile girdiği görüldüğü gibi aralıkta bir ikisi birlikte çıktıkları olurdu.
Bazı vakitler olurdu ki bu Arap karısı ile kocakarı bahçede şaka ederlerken konudan komşudan adamlar dahi toplanıp bunların seyrine bakar ve edilen nazlardan ve eşek şakalarından dolayı gülmekten kırılırlardı. Fakat bu Arap karısı ile kocakarı şu Tüysüz Mehmet’ten ne umarlardı? Bazı bazı Mehmet’in kulübesinde yattıkları dahi olurdu.
Bakılsa mahalle halkının velev Arap olsun velev ihtiyar olsun bir bekâr herifin bağ kulübesinde kadın misafir yatmasına rıza göstermemesi lazım gelir idiyse de bunlar öyle hatırı sayılır güruhtan olmayıp âdeta pek açık ayaktakımından bulundukları cihetle o kadar da kendilerine ehemmiyet vermezlerdi. Hem mahalle halkı niçin bunlara itiraz etsin ki; mahallelerinin en büyük eğlencesi bunlardı.
Hatta bazı bazı Tüysüz Mehmet bağdan kaybolduğu ve kendisi bağda olmadığı zamanlar ne Arap karısı ne de kocakarı geldikleri cihetle bağ pek ıssız kaldığından mahalle ahalisi âdeta eğlencesini kaybetmiş mahzun çocuklar gibi kalırdı.
İşte bizim Mehmet böyle bir adamdı. Fakat bu tariflerden kendisini o kadar aşağı bir ayaktakımı zannetmeyiniz. Çünkü aralıkta bir Ahmediyeli Mütevelli Veysel Efendi’nin hadımağası Mesut Ağa dahi Mehmet’in bağına gelip kendisiyle şakalaşırdı.
Bir rivayete göre Tüysüz Mehmet’in bağına gelip giden kocakarı Karagümrük semtinde yaşlı Arapların mayanga tabir olunur toplantı yerine gelir gider bir babalı Arap karısının yoldaşı ve kılavuzu imiş ki bu karı mayangada bulunan Arapların haber verdiklerine göre bir paşa konağından gelir ve nereye ve hangi konağa giderse bu kocakarı ile gidermiş. Bakınız bizim Tüysüz Mehmet’in nerelere kadar eli varıyor? Tuhaf bir adam değil miymiş?

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Osman Bey’in, Nergis’e nasıl kavuştuğu, nereye gittiği ve ahirette nasıl yaşadığı hususlarını merak eder misiniz? Ne şüphe? Öyle ise bu konuda dahi ona dair elde ettiğimiz malumatı verelim.
Üsküdar Mezarlığı yanında iki yeniçerinin tesadüf ederek sıkıştırmış oldukları Arap karısı ile genç kızın bizim Mesut Ağa ile Osman Bey olduğunu anladınız ya? Hani ya Mesut Ağa uzun kamasını çekip de yeniçerileri tehdit ettiği zaman Osman Bey dahi ihtiyaten yanına almış olduğu süslü hançeri çekip karşılık vermeye hazırlanmıştı. Fakat şurasını hatırlatalım ki beyin bu yiğitçe hareketini Mesut Ağa görmemişti. Zira görüp de yanında silah olduğunu anlayacak olsaydı silahını elinden alacağına şüphe yoktu. Nasıl şüphe edilebilir ki! Şayet Osman Bey kıza kavuştuğu zaman silahına dahi itimat ederek zorla alıp çıkaracağı ihtiyatı Arap’a bunu mutlaka telkin ederdi.
Bunlar gide gide ta Kadıköyü’ne kadar gittiler. Bir de Kayıkçı Kulaksız Mehmet orada ve bekler bulundu. Arap’ı görünce eşek herif eşekçesine bir feryat ederek “Hacı Baba bu kızı da oraya mı götüreceğiz?” dedi. Mesut Ağa’dan yalnız bir baş sallamaktan ibaret bir cevap alabildi.
Kayığa bindiler. Denize açıldılar, Moda Burnu’nu dolaşıp Hayırsız Ada’ya saldırdılar. Kulaksız Mehmet “Hacı Ağa! Sen bana bir hafta on beş gün oldu ki hamam parası vermiyorsun.” demesiyle Mesut Ağa “Sen beni memnun etmiyorsun ki!” diye şaka edecek oldu. Fakat herif şaka bilir mi? “Daha ne yaparım a gözüm, gece gündüz bekliyorum. Hatta…” diye az kalmıştı ki bazı sırları bile açık ede. Mesut Ağa derhâl sözü değiştirip bahşişi dahi vadetti. Sırları açık edecek olsa da bir zararı görülecek değil ya? Çünkü zavallı Osman artık ahirete gidiyor. Dünya ile ne alışverişi kalacak?
Sözün kısası Hayırsız Ada’ya vardılar. Kenara çıkıp da yüz yüz elli adım kadar içeriye doğru gittikten sonra Mesut Ağa “Ey beyim! Dur bakayım, ahirete gitmek usulünü icra edeyim.” diye koca bir mavi peştamal ile Osman Bey’in gözlerini bağlamaya kalkıştı. Bu hareketten Osman Bey birdenbire ürküp “Lala! Beni öldürecek misin, öldüreceksen saklama söyle. Bari tövbe ve istiğfar ederek iki rekât namaz kılayım.” deyince lala hiçbir kötü niyeti olmadığına ağlayarak yemin billah ile teminat vermiş ve mutlaka çocuğun gözlerini bağlamıştı.
Hâlbuki Arap’ın bu kadar ihtiyatı da lüzumsuz bir ahmaklıktan ibaret olduğuna şüphe yoktur.
Gözlerini bağladıktan sonra Osman Bey bir hayli gitti. O kadar gitti ki nispet edilecek olsa adanın bu kadar uzun, diklemesine bir mesafeye müsaadesi yoktu. Bu hâle şaştı. Çünkü adaya çıktığı zaman etrafına bakıp mesafesini medd-i nazar[4 - Medd-i nazar: Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz alımı. (e.n.)] ile ölçmüştü. Lakin Arap’ın kendisini dümdüz götürmeyip dolaştırdığını bilemezdi. “Lala ne çok gittik, yorulduk daha gelmedik mi?” der idiyse de lalası biraz daha tahammül etmek lüzumunu ihtar ederek yine giderlerdi. Gittiler gittiler. Bazı bayır aşağı iner gibi dahi gittiler. Nihayet biraz durdular. Mesut Ağa orada biraz ıkındı, falan etti, sonra biraz daha yürüyerek yine durdular. Osman Bey’in gözlerini açtığı gibi, Osman Bey kendisini Mesut Ağa’nın çehresinden daha karanlık bir yerde buldu.
Ama karanlık karşısındaki Arap’ın hayalini bile göremezdi, “Acaba biz buraya nereden girdik?” diye etrafına bakınıp oranın girişini, girişten girmesi tabii olan aydınlıktan anlamak için aydınlık arar dururdu. Fakat hiçbir aydınlık alametini görmeyince şaştı kaldı.
Mesut Ağa çocuğun gözünü açar açmaz “Nergis!” diye bağırıp bir uzak yerden Nergis’in avazı gelince Osman Bey şükür secdesine varır gibi yere kapanırcasına bir hareket gösterip Cenabıhakk’a hamdüsenalar etti. Hey gidi aşk! Bir âşık için özlediği sevgilisinin sesi kadar tatlı bir ses olabilir mi? “Gel Nergis’im gel! Sana ben geldim!” Osman Bey dahi karşılık olarak ses verdi ve verdiği sese karşılık bir “Hay! Osman Bey’in sesi!” narasının kendi aşk ve muhabbetiyle dolu bir ciğerden çıkmasıyla orası sanki saadetle dolmuş oldu.
Derken karşı tarafta bir aydınlık belirdi. Baksın ki Nergis elinde bir şamdan olduğu hâlde geliyor. Hemen o tarafa koştu. Kız şamdanı yere dar koyabilip iki özlemli âşık birbirine sarıldılar. Bu aralık Mesut Ağa dahi yanlarına geldi. Üçü arasında şöyle bir sohbetçik geçti:
“Mesut, işte ikinizi birleştirdim. Artık dünya yüzünü bir daha hatırınıza getirmemeli.”
Osman: “Bana bundan iyi bir cennet daha olamaz. Nergis’im burada mı değil mi? Ben onunla yaşamaya razıyım.”
Nergis: “Ah! Beyim! Öyle ama burada canınız sıkılır.”
Osman: “Benim canım sıkılmaz. Sensiz benim dünyada değil cennette de canım sıkılır. Lakin sen varken gayya kuyusunda olsam yine canım sıkılmaz.”
Nergis: “Ah öyle deme. Ben çektiğimi bilirim.”
Osman: “Sen yalnız idin de onun için.”
Nergis: (Mesut Ağa’ya) “Bana ne getirdin ağacığım?”
Mesut: “İşte Osman Bey’i getirdim ya.”
Nergis: “Ya benim yiyeceğim de tükendi.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/dunyaya-ikinci-gelis-yahut-istanbul-da-neler-olmus-69429133/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Çeşm-i afet: Son derece güzel göz. (e.n.)

2
Dur-endiş: Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülahaza eden. İlerisini düşünen. (e.n.)

3
Art aradan: Haberi olmadan bir başkası adına yapılan iş. (e.n.)

4
Medd-i nazar: Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz alımı. (e.n.)
Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş Ахмет Мидхат
Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Hiç ahirete gidip gelmişliğiniz oldu mu?.. Elinden her iş gelir Mesut Ağa, bu işi iki genç âşığın -Osman Bey ile Nergiz Hanım- başına getirdi. Kollarından tuttuğu gibi onları ahirete yolladı. Nergiz ile Osman ilk zamanlar ahiretlerinde mutlu mesut yaşarlarken sonradan dünya gözlerinde tütmeye başladı. Ama nafile! Ne cennet ne cehennem olan bu yerden çıkmak isterler çıkamazlar, seslerini duyurmak isterler duyuramazlardı. İki gönül, artık kaderlerine razı olmuş, olacakları bekliyordu… Onlar böyle can cana ve baş başa karanlıklar içinde yaşayadursun, İstanbul bu sırada çalkalandı durdu. Padişah III. Selim askerî düzenlemelere hız verdi. Düzenlemelere taraftar olanlar ile karşıt olanlar birbirlerine diş biledi. Casuslar ortalığı fesada verdi. Yeniçeri ayaklandı… Artık Osman ile Nergiz’in can attığı dünya, gerilerinde bıraktığı dünya değildi… Demek oluyor idi ki evvelleri yeniçeri taraftarları başka ve Nizam-ı Cedid taraftarları başka iken şimdi onlardan birtakımı ve bunlardan birtakımı onlara karışmakla eski dostlardan birtakımı birbirine düşman ve eski düşmanlardan birtakımı birbirine dost olmuş idiler. Bu hâl ne kadar büyük bir karışıklık demektir düşünülür ya?Ortalık kaynayıp karıştıkça casusa ihtiyaç artar ve hâlbuki casusluk dahi günden güne güçleşirdi. Zira bir hizmet görmek isteyen yadigârlardan pek çoğu işlerini yüzlerine gözlerine bulaştırıp aralıkta kendi başlarından da olurlar.

  • Добавить отзыв