Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar

Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar
Ahmet Mithat Efendi
Ahmet Mithat Efendi, din değiştiren iki Fransız’dan Vikont Alphons Duran ve Polini Heyder’in Müslümanlığı kabul etmelerinin ve aşk yoluyla kesişen yollarının ilginç öyküsünü anlatıyor. Bu birliktelikle birlikte sır kalan Demir Bey’in hikâyesi de açığa kavuşurken kaderin hayatın akışını nasıl değiştirebildiğini de gözler önüne seriyor. "İnsan bir meselede ne kadar ümitsizliğe düçar olursa olsun, kesinlikle bir ümit köşeciği, az da olsa, yine ümide vesile olur. İdama mahkûm olan caninin cellat önünde baş eğmesiyle celladın satırı inmesi arasında da mutlaka bir ümit hüküm sürer ki Victor Hugo 'Bir İdam Mahkûmun Son Günü' adındaki eserinde bu ümidi pek hikmetli bir surette göstermiştir."

Ahmet Mithat Efendi
Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
Kemal Timur, 1969 yılında Besni’nin Yazı Yalankoz Köyü’nde doğdu. 1993’te Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans, 1995’te yüksek lisans, 2001’de doktora öğrenimini tamamladı. Türkiye’nin farklı illerinde bulunan Kredi Yurtlar Kurumu öğrencilerine Safahat atölyesi çerçevesinde Mehmet Akif ve Safahat Okumaları konusunda seminerler verdi. Çeşitli kitap ve dergilerde editörlük görevinde bulundu. Yeni Türk Edebiyatı alanında yirmi üç kitaba imza attı. Halen Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki görevini sürdürmektedir.
Eserlerinden Bazıları: Türk Romanında Dinler ve İnançlar 1872-1896, Ömer Seyfettin’in Kaleminden Şair ve Yazarlar, Meçhule Yolculuk Türk Romanında Sürgün.
Yayına Hazırladığı – Sadeleştirdiği Eserlerden Bazıları: Hasan Mellah, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Müşahedat, Altın Âşıkları, Paris’te Bir Türk, Dürdane Hanım, Jön Türk, Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş?, Mesail-i Muğlaka, Çengi, Cinli Han, Bahtiyarlık.

Ön Söz
Bugünlerde Mezhepler Nezaretine müracaatla din değiştirip Müslüman olanlar ne kadar çoğaldılar! Kadından da var, erkekten de. Hristiyan’dan da, Yahudi’den de. Hatta yerliden de var, yabancıdan da.
Bu din değiştirip Müslüman olanlar yalnız şu günlerde çoğaldıkça çoğalıyorlar değildir. Din değiştirip Müslüman olanlar öteden beri hakikaten çoktur. Bunların gazeteler ile ilan olunmaması Mezhepler Nezaretinin kusuru sayılmasın. Malum nezaret bunları ilana memur değildir. Din değiştirmek isteyenlere iman telkin edilerek eline bir ilmühaber vermeye memurdur. Şimdiye kadar Müslüman olanların ilan olunmamaları sadece gazetelerin kusurudur. Artık gazetelerimizin geçmiş kusurlarını affedelim de şimdi vazifeyi ifaya çalışalım. Onların bu yardımları için de kendilerine şükranlarımızı arz edelim.
Bundan (…) sene önce Fransa vatandaşı olan bir kız Müslüman olmuştu. O zamanlar gazeteler Müslüman olanları ilan etmedikleri için bu kızın din değiştirmesini elbette haber almamışsınızdır. Bu kızdan yedi sekiz ay sonra Fransa vatandaşlarından bir de erkek Müslüman oldu. Hem öyle sıradan adamlardan değil. O milletin kibar zenginlerinden! İhtimal ki hâlâ sağdırlar. Sağ iseler afiyette olsunlar. Vefat etmişler ise Hak rahmet eylesin. Her hâlde bu iki zatın Müslüman olması için de gayet güzel bir roman vardır. O kadar güzel ki, şu din değiştirme meselesinin meydana gelmesinde de anlaşılacağı üzere bu roman yalnız Avrupa’da ortaya çıkıp oradan buraya gelmiş değildir. İstanbul, Fransa ve Cezayir’i dolaşarak ortaya çıkmış bir romandır ki, okuyucularımızın hoşlarına gideceğini muhakkak bildiğimiz cihetle yazmasına teşebbüs ettik.

Birinci Kitap
Mahmum

1
Cihangir’de bir hane. Ama Cihangir’deki hanelere girip de bir taraftan Adalar’a ve diğer taraftan Hisarlara doğru uzanan alanı görüp takdir ettiğiniz var mıdır?
Bizce İstanbul’un en güzel mekânlarından birisi Cihangir’dir. Büyük yangınların vuku bulmasıyla birçok alan boş kalmıştır. Yeni taksim olunan arsalara bahçe için yer verilmiyor. Taksim olunan küçük küçük arsalar üzerine yapılan büyük kâgir binalar güya büyük tasarruf sağlar. İşbu yeni mahalleler, bahçe denilen şeyden mahrum kalırlar. Güya afetlerden korunmak için belediye yeni ve geniş sokaklara ağaç dikmeye çalışıyor. Ancak yerinden çıkarılması üzerinden aylar geçmiş olan fidanı sokakların iki tarafını biraz eşeleyip dikmekten ibaret iş neticesinde, o fidanlar bir aralık yeşerseler bile gelip geçen insanların ve hayvanların çatıp çarpmasından muhafaza edilemediği, sulanamadığı, budanamadığı için beş yüzde birisi korunamayıp mahvolur gider.
Cihangir Mahallesi hamdolsun henüz büyük bir yangın görmemiş ve yeniden imara girmemiştir. Zira bu sayededir ki Cihangir evlerinin çoğunda hâlâ bahçeler vardır. Her hane bir bağ köşkü gibi bahçe içindedir. Pencere önüne oturulduğu zaman en yakın olan komşu bahçeleri nazarlara çarptığı gibi ileriye doğru çevrilen nazarlar, Marmara ve Boğaziçi’nin değişen havasından kâh açık mavi kâh koyu yeşil rengiyle insanın içini ferahlandırır durur. Hâlbuki nazarlar gittikçe uzaklaşır. Çamlıca ve Kayış Dağı tepelerine kadar varır. Eğer hava berrak ise Marmara’nın karşı sahillerini Kapı Dağları’na kadar görür. Kapı Dağları’ndan uzanan Keşiş Dağı’nın her dem karlı tepelerinin bile görüldüğü nadir değildir.
Ufku bu kadar geniş olan Cihangir hanelerinin havası da ne kadar güzeldir. Batı lodostan poyraza kadar başlıca dokuz rüzgâr orasını çalkalar. İstanbul’un sair taraflarında insanı en ziyade rahatsız eden sıcaklık, Cihangir hanelerinde oturanları o kadar rahatsız etmez.
Bu hanelerin bir meziyeti de zeminlerinin yüksekliğinden dolayı denize bakıldığı zaman denizdeki gemilerin ta güvertelerinin bile görülmesindedir. Bir kere elde dürbün bu hanelerin birisinde gemilerin üzerini temaşa ederken, gömleğini dikmekte bulunan ve dolayısıyla başını önüne ziyadece eğmiş olan bir gemicinin yanına yavaş yavaş diğeri sokularak ensesine bir şamar indirmesinin ardından dikiş diken gemicinin ürkerek yerinden fırladığını görmüştük de kahkahalar ile gülmüştük. Şöyle bir temaşa Cihangir hanelerinden başka hangi yerin hanelerine nasip olabilir?
Hele okuyucularımızı göndereceğimiz konak yavrusu bir hane ki, Cihangir evlerinin en çok dikkat çekenlerindendir. Mahallece bu eve zaten “konak” derler. Hem de “Şemsizadeler konağı” denilir ki, gerçi şimdiki sahibi mahallece başka bir ad ile meşhur ise de konağın bu eski namı henüz kaybolmamıştır.
Sokak tarafı o kadar da dikkat çekmemektedir. Bir çift iri kanadın teşkil ettiği kapı konak kapısı ise de sair konak kapıları gibi daima açık bulunmaz. Kapısı açıldığı zaman görülür ki, bu kapının içi geniş bir mermerliktir. Kapıya karşılık tarafta diğer bir kapı daha bulunur ve o da açık ise ilerisindeki geniş bahçe görünür. Bu konak iki kat üzerine bina olunmuştur. Üst kat tamamen ve alt katın yarısı harem dairesidir ki toplam on dört odadan oluşmaktadır. Diğer yarısına yakın olan kısmında ise selamlık dairesi olarak dört odası daha vardır.
Böyle on sekiz odalı bir konağın kapısı için daima açık bulunmadığını merak mı ettiniz? Konakta oturanlar, onun büyüklüğüyle uygun değildir de onun için.
Bu konağın şimdiki efendisine “Demir Bey” derler. Fakat konağın asıl sahibesi bu Demir Bey’in zevcesi olan Feride Hanım’dır ki “Şemsizadeler” denilen eski ve kadim familyanın son azasıdır. Bunların çoluğu çocuğu yoktur. Gerçi bir oğulları varmış ise de, o da mektepte miymiş, dışarıda mıymış, her neredeyse kimsenin gördüğü yokmuş. Hanımın ahret evladı saydığı iki küçük hizmetçisi vardır ki, doksanlık bir Ermeni usta her gün sabahtan akşama kadar bunların birisine keman, diğerine kanun meşk eder. Bu iki kızdan sonra iki yukarı halayığı ile bir de Arap cariye harem halkını tamamlamış olurlar. Selamlıkta bir Şaban Ağa vardır ki, unvanına “aşçıbaşı” derler ise de hiçbir yamağı bulunmak şöyle dursun ayvazı bile olmadığından o vazifeyi de kendisi görür. Bir de Mehmet Ağa vardır ki vekilharçlık, harem kâhyalığı ile Demir Bey’in kahvecilik, tütüncülük gibi uşaklığından ibaret hizmetlerin tamamı bu adamda toplanmıştır. Selamlık halkını tamamlayan Selim Nişo ise hem beyefendinin atına bakar, hem bahçıvanlık eder, hem de bey bir tarafa gidecek olursa çubuk kesesini ve hayvan örtüsünü yüklenip arkası sıra gider.
Korkarız “çubuk kesesi”nin ne olduğunu anlayamadınız? Ortada çubuk kalmadı ki, kesesini anlayasınız! Bir vakit yaseminden, kirazdan, gürgenden boyalı boyasız, uzunlu kısalı çubuklar yapılarak tütünler onlar ile içilirdi. Bir yere gidildiği zaman da bu çubuklar kendi boylarınca siyah çuhadan yapılmış keselere konulup uşağın eline verilirdi. Daha kibar olanların yani mahsus tütüncü veya çubukçu ağaları bulunanların bir de sırmalı çantaları bulunarak ağalar onları omuzlarlardı. Şimdi ise el kadar sigara kutusunu pantolonun cebine sokuvermek derecesinde kolaylıklar bulunmuştur.
Şemsizadeler konağının Cihangir Mahallesi’nde en fazla dikkat çeken bir hane olduğunu söyledik. Bunu tekrar söyleyip izah ederiz. Bu konağın bir hamamı vardır ki parlak mermerden yapılmıştır. Emsali pek çok büyük konaklarda da bulunmaz. Limonluk, şimdiki baş usulünde değil ise de eskiden kalma geniş ve muntazam bir şeydir. İki masura taksim edilen suyu iki havuza akar ki birisi fıskiyelidir. Bahçe yeni tarza göre tanzim olunmamıştır. Ama eski tarz bahçeleri hatırdan çıkarmayalım! İstenilen taraflara doğru kol attırılan yaseminler, şimdiki sarmaşık güllerine hiç de gıpta ettirmezler. Çiçekliklerin etrafına dikilen şimşirler şimdiki güllere rağbet bile ettirmezler. Yemiş ağaçları miskin bodur fidanlardan ibaret değildir. Koca ağaçlardır ki baharda çiçekleri, onu müteakip yeşillikleri ve nihayet olgunlaşmış meyveleri, baharın verdikleri kokusu, yaprakların yeşilliği, meyvelerin lezzeti ile göze de, buruna da, dimağa da hizmet ederler. Bunlar akasya nevinden koku veren ağaçlara hiç ihtiyaç bırakmazlar.
Konağın içi de pek süslenmiştir. Setli sofalar, kemerli kapılar, çiçeklikli hücreli odalar, yaldızlı tavanlar, tepe camları her ne kadar eski tarzdan bir bina olduğunu gösterirler ise de yeni tarzın “bakla kadar sofa, nohut kadar oda” sayılan binalarına kıyasen şu eski haneler hakikaten tercih olunurlar.
Şimdi Cihangir’deki konak yavrusu hanemizi beğendiniz ya! Bundan sonra da şu konak içinde işbu ilk kitabımızın başlığı kendisine sıfat olan “Mahmum”u görelim.

2
“Mahmum” dediğimiz adam Şemsizade Feride Hanım’ın kocası Demir Bey’dir.
Bu adam gayet uzun boylu, gayet iri kemikli ve sağlam bünyeli bir şeydir. Ama şişman değildir. Zaten şişmanlar sağlam bünyeli olamazlar ki. On beş yirmi kıyye kuyruk yağını taşıyan biçare şişman olan adam bu daimi olan ağırlıktan dolayı sıkıca yirmi adım atacak olsa nefesi nefesini takip ederek çatlamak derecelerini bulur.
Bizim Demir Bey, elbiselerini giydiği zaman şişman gibi görünür ise de bu hâl kemikli bir vücuda sahip olmasındandır. Yoksa vücudu zinde bir adamdır.
Yaşını haber vermek mümkün olamaz. Henüz sakal bırakmamıştır. Fakat her sabah kendi kendisine tıraş olduğundan sakalının rengini gören yoktur. Bıyıklarını boyar. Kaşlar, zaten en geç ağaran kıllardan olmak hasebiyle boyaya ihtiyaçları yoktur. Kafasında ise hiç kıl kalmamış bulunduğundan ve boyaya ihtiyaç olmadığından kafası kaşlara galiptir. Böyle bir adamın yaşı tahmin edilebilir mi?
Şu kadar var ki Demir Bey, Sinop vakasından sonra kurtularak cengâverler ile birlikte İstanbul’a gelmiştir. Zaten yaralı da olması nedeniyle Mısır’daki askerî hizmetinden dolayı emekli olmuştur. Şemsizade Feride Hanım ile evlendiği zaman âdeta “genç” denilecek zamanı geçmiş ve “yaşlı” diye tayin olunacak mertebeye de pek yaklaşmıştı. Sinop vakası bu! Vuku üzerinden kaç sene geçti bilir misiniz? Otuz beş otuz altı sene geçti! Hâlbuki bizim Demir Bey, pek yakın vakte kadar sağdı. İhtimal ki hâlâ sağdır. Hastalığı ise Feride Hanım ile evlilikten yirmi beş sene sonra meydana gelmişti.
“Yaşlı deyiversenize!” mi dediniz? Baş üstüne! “Yaşlı!” deyiverdim!
Bizim Demir Bey, yaşlıdır. Fakat hâlâ demir gibidir. Şiddetli bir hastalık ile perişan olmuş ise de o tehlikeli hastalıkla boğaz boğaza savaşıyormuşçasına tahammül göstermektedir.
Demir Bey’e Mısır askerî hizmetinden emekli oldu dedik. Buna bakıp da Arap olduğunu zannetmeyiniz. Hâl ve şanına bakılırsa Arnavut olduğu anlaşılıyor. Fakat lisanı Arnavut gibi değildir. Arnavut’tan ziyade bazı Macar dönmeleri gibi konuşur. Bir defa ağzından “İstanbulluyum!” dediği işitilmiş. Fakat Demir Bey öyle uzun uzadıya sohbet adamı olmadığından hayatını geçmişiyle, mübalağasıyla hikâye edenlere de benzemez. Tuhaftır ki Mısırlıların çoğu bu Demir Bey’e benzerler. Sessiz olurlar. Çok konuşmazlar. Konuşturmazlar bile! Asla ve nesle dair sözü hiç sevmezler. İhtimal ki, Mehmet Ali merhumun Anadolu’dan, Rumeli’den, Arnavutluk’tan, Yunanistan’dan, Kafkas’tan filandan topladığı türedilerin her biri neseplerini itiraftan aciz kalacak deli boz takımından oldukları için böyledirler.
Demir Bey’in zevcesi Feride Hanım, bu zat ile pek genç evlenmiş olduğundan, bir çeyrek asırdan fazla birlikte yaşadıkları hâlde kadın kırkını henüz yeni geçmiştir. Lakin yaşça kocası ile kendi arasındaki farktan şikâyeti işitilmemiştir. Kocasını sever mi? Bilemeyiz! Demir Bey gibi adamlar sevmek sevilmek mevzularını hiç ortaya koymazlar. Onlar evliliğe “geçinmek” derler. Geçinirler giderler. İnce eleyip sık dokumazlar.
Feride Hanım kocasının bir anda şiddetli bir hastalığa tutulması üzerine derhâl tabip celbinde bir dakika bile geçirmedi. Ancak tıbbın hâli bu ya! Gelen tabip:
“Dokuz günü aşırırsa tehlikesi on sekizinci güne kadardır. Onu da aşırır ise bir şeyi kalmaz. Biz tedavide kusur etmeyiz.” yollu bir cevap ile kadıncağızı ümit ile ümitsizlik arasında bırakmaktan başka bir hüner göstermemişti.
Rabb’im kimseyi doktora muhtaç etmesin! Doktorların insaflıları kendileri de itiraf ederler ki, bu hastalıkları tedavi konusunda çare bulmak şöyle dursun, henüz anne rahmindeki bir cenin hâlindedirler. Gerçi tıp ilmi birçok noktadan çok geniş ve ince bir ilimdir. Âdeta tüm ilimleri öğrenmeyi gerektirir. “Osteoloji” adıyla insanın bünyesiyle ilgilenmenin dışında, “fizyoloji” ve “psikoloji” namıyla başka alanları da kapsamaktadır. “Matiere medicale” diye yeni gelişen kimya ilmi, biyoloji ilmi ile de ilgisi fazladır. Doktorların bütün bu ilimlerle birlikte her cismin, her maddenin özelliklerini de bilmesi gerekiyor. Demir Bey’in hangi hastalığa tutulduğu tespit edilmiştir. Ne fayda ki sülfat onun sıtmaya deva olabildiği derecesinde olsun henüz buna cesaret edememektedirler. “Natur yardım ederse şifa bulur.” derler ki, bir kocakarının da diyebileceği söz bundan ibarettir.
Bereket versin ki bizim Demir Bey, naturun yardımına en ziyade uygun olan vücutlardandır. Hastalığının dokuzunu öyle bir metanetle geçirdi ki, biçare adamcağızda görülen yüksek ateş, sair çürük ihtiyarlarda görülseydi çoktan helak olurdu. Tabipler, Demir Bey’de bu metaneti görünce epeyce ümitlendiler. On sekizinci günü beklemek hususunda da Feride Hanım’ın cesaretini arttırdılar.
Kocasının ilk hastalandığı esnada Feride Hanım Paris’te bulunan oğluna mektup yazarak babasının ümitsiz bir hâlde bulunduğunu beyan ile hemen İstanbul’a gelmesini bildirmişti. Bu çocuk mektepte miymiş, dışarıda mıymış, nerede ise henüz kimsenin görmediği bir oğul olduğunu evvelce haber vermiştik değil mi? Beyin bu durumu mahalle ahalisince meçhul bir şeydir. Biz hikâyenin yazarı sıfatıyla biliriz ve haber veririz ki çocuk Paris’te olup oraya da tahsilini tamamlamak için gitmiştir. Hatta İstanbul’a gelip de okuyucularımızla tanıştığında görülecektir ki kendisi yirmi bir yirmi iki yaşında güzel bir delikanlıdır. İsmi de Mustafa Kamerüddin’dir.
Feride Hanım oğlunu niçin çağırmış olduğunu ne siz sorunuz, ne biz söyleyelim! Çünkü kadıncağızın hatırına gelen şeylerin dehşeti bu “niçin” cevabını kendi kendisine bile vermesine mâni oluyordu.
Fakat aklımız, ferasetimiz var ya! Bunu biz kendiliğimizden de anlayabiliriz. Demir Bey şu hâlde! Kadıncağızın dünyada kocası ile oğlundan başka kimsesi yok! Mal, mülk de pek fazla değil! Allah göstermesin! Yalnız kalacak olursa!?
Bazı kadınlar hakikaten “Kâr-ı evvelde kişi âkıbet-endîş gerek”[1 - “İşinin sonunu düşünmemek pişmanlığa sebep olur” anlamında kullanılmış. Yani işinin sonunu düşünmeyen ve körü körüne o işi yapan bir gün muhakkak pişman olur, demektir.] nasihatine muhtaçtırlar. Böyle olmakla birlikte ettikleri hareket neticesinde bazen kârlı da çıkabilirler.
Meğer bizim Feride Hanım hâlinin akıbetini önceden düşündüğünden ne kadar da isabet etmiş!
Aman! Demir Bey?
Hayır, hayır! Korkmayınız! Daha Demir Bey’e bir şey olduğu yok! Hanımın isabeti başka taraftan görüldü. Hiç hayal ve hatıra gelmeyecek bir cihetten görüldü. Doğrusunu isterseniz deriz ki bu iş biçare kadın nazarında kocasının vefatından bin beter bir musibet tarzında hüküm gösterdi. Bakınız ne oldu:

3
Bir akşam saat bir buçuk iki sularında yatağı içinde dalgın bulunan Demir Bey birdenbire dalgınlıktan uyandı. Kalktı yatağı içinde oturdu. Öyle bir davranış gösterdi ki güya hiç hasta değilmiş gibiydi. Davranışı ise ata binmiş bir adam tavrını gösteriyordu. Sanki sol eli ile bir hayvanın dizginlerini tutuyormuş, o hayvan hırçın ve uyanık bir şey olduğundan hayvanı zapt için dizginleri idare etmeye mecbur oluyormuş. Hatta hayvandan düşmemek için apışlarını, dizlerini de sıkıyor. Göğsü ileride. Baş yukarıya doğru dimdik kaldırılmış! Güya elinde bir kılıç varmış da kabzasını avucu içinde sıkıyormuş gibi hem yumruğunu sıkarak hem de kılıcın ucu ile ilerisini gösterirmiş gibi bir hareket var.
Ölüm hâline yakın bulunan bir hastanın yatağı içinde böyle bir hareket göstermesi, yanında bulunanlara dehşet verecek hâllerden değil midir?
Biçare Feride Hanım bunu görünce büyük bir hayretle yanındaki cariyenin yüzüne bakakaldı. Hâlbuki cariye kendisinden daha tecrübesiz bir kadın olduğundan hanımın korkusunu giderecek bir söz bulup söyleyemiyordu.
Hasta ise gayet kızgın bir çehre ile yüzünü geriye çevirdi. Güya elindeki kılıç ile ileri tarafı işaret ettiği askere dönük ve hitap ediyormuşçasına birtakım sözler ile birçok emirler vermeye başladı.
Eğer verdiği emirler Türkçe olsalardı, ne demek istediğini Feride
Hanım elbette anlardı. Fakat Demir Bey Türkçe emir vermiyordu, Fransızca veriyordu.
Hastanın davranışından çok şu Fransızca emirleri Feride Hanım için dehşete sebep oldu. Zira o güne kadar kocasının ağzından Fransızca hiçbir kelime işitmemişti. Eğer oğlu Mustafa Kamerüddin Bey, çocukluğundan beri Fransızca tedris etmiş olmasalardı hanım kocasının söylediği kelimelerin Fransızca olduklarını bile anlayamayacaktı.
İnsan konuşma tarzı ve edasını hiç işitmediği lisanın ne olduğunu anlayamaz. Bilakis konuşma tarzını bir hayli zaman işitmiş bulunduğu lisanı bilmese ve öğrenmemiş bulunsa da o lisanın her nerede, her kimler tarafından konuşulduğunu gördüğü işittiği zaman, işte o kendisince uzun süre duyduğu lisanla konuşulduğunu anlar. Feride Hanım oğlu için özel tutulan muallim tarafından oğlu Mustafa Bey’e Fransızca tedris ve talim edildiğini birkaç sene müddet görmüş işitmiş bulunduğu için kocasının verdiği emirlerin Fransızca olduğunu pekâlâ anlamıştı.
Fakat nasıl oluyor ki Demir Bey Fransızca emir veriyor? Yalnız emir değil; hatta maiyetinde bulunan askeri savaşa teşvik için lazım gelen tavırları takınarak uzun uzadıya birçok sözler de söylüyor. Elindeki kılıcı kâh sağa kâh sola doğru sallayıp korkusuzca ve cesurca birçok laflar da ederek teşviklerinin hepsinin ilerlemek maksadını tamamlamak için söylediği açıkça görülüp anlaşılıyor. Kocası böyle halis Fransız olduğuna kimsenin şüphesi kalmayacak derecelerde Fransızca bilsin de yirmi beş senelik bir zaman zarfında Feride Hanım bu sırra vâkıf olmasın! Olur mu?
Biçare kadıncağızın hatırına türlü türlü müthiş şeyler gelmeye başladı. Mazur da değil midir? Dilini saklayan dinini de saklar derler. Sakın herif gizli din kullanan adamlardan olmasın!
İşte bu ihtimal Feride Hanım’ın hatırına gelince kocasından yüreği buz gibi soğuyup o dakikaya kadar adamcağızı daima merhamet ve şefkatle görmekte iken o anda vefatıyla bile teselli bulamayacak bir düşmanlıkla onu görmeye başladı. Lakin acele etmeyelim. Hastada görülen hâl bundan ibaret kalmadı. İş daha da ileriye vardı.
Demir Bey, sanki binmiş olduğu atı doludizgin sevk ediyormuş gibi dizgin tuttuğu sol elini ileriye doğru uzattı. Dizlerini sıkıp vücudunun yukarı kısmını ileriye meylettirerek sağ omzunu ve dolayısıyla sağ kolunu daha ileriye doğru uzattı. Bu vaziyet tam da elde kılıç doludizgin hücum eden atlının alacağı vaziyettir.
Bu gidiş ile güya varacağı yere kadar vardıktan sonra kolu ile öyle birtakım hareketler yapmaya başladı ki, Feride Hanım bu hareketlerin ne demek olduklarını asla anlayamıyor idiyse de eğer süvari talimine vâkıf olan bir adam görseydi, bunların ne demek olduklarını pekâlâ anlardı. Zira sağ ve sol ellerinin hareketlerinden çıkarılabilirdi ki, Demir Bey sol eli ile bindiği hayvanın başını sol tarafa doğru kırarak ön tarafında bulunan düşmana kılıç saldığı gibi o düşman tarafından kendisine havale edilen kılıca karşı da baş siperi yan siperi ile kendisini ve hayvanını korumaya çalışmaktadır.
Hastanın işbu vaziyet ve hareketi başkalaştıkça başkalaşması Feride Hanım ve yanındaki cariye gibi yalnız zayıf ve aciz kadınları değil; kalbi metanete sahip erkekleri bile ürkütecek dereceyi buldu. Hatta bir aralık selamlıktan Mehmet Ağa’yı çağırmaya bile ihtiyaç hissedildi. Ama Mehmet’i çağırmaya vakit kalmaksızın hastada daha garip bir hâl göründü. Şöyle ki:
Demir Bey karşısındaki düşman ile epeyce çarpıştıktan sonra bütün vücudunda ani bir hareket görüldü. Elleri ayakları gevşedi. Sağ eli açıldı ki, hesapça elindeki kılıç yere düştü. Sol elinde de dizgin tutup idare etmeye mahsus olan kuvvet kalmadı. Güya o elindeki dizgini de bıraktı. Ama bu gevşeklik bir ana mahsus kaldı. O anın akabinde hasta sağ elini sol omzuna doğru götürüp bir noktayı büyük bir ızdırap ile bastırmaya başladı. Bununla beraber dengesini de kaybederek olduğu yerde sağa sola, öne arkaya birkaç sallandıktan sonra yatağı içine yıkılıverdi.
Bu anda Feride Hanım’ın yüzünde birçok farklı durumlar oluştu. Bir izah tavrı ile cariyenin de yüzüne baktı ise de kendisine malum olan bir hakikat o cariyeye malum değil idi ki, onda da istenen şey yerine getirilsin!
Feride Hanım’a malum olan hakikat, Demir Bey’in muzdarip bir hareket ile elini götürdüğü yerde bir eski yara yeri bulunmasıydı. Artık anlaşıldı ki, şu anda Demir Bey kendisini malum yarayı almış olduğu savaşta buluyor. O savaş ise Fransız askerinin icra ettiği bir muharebedir. Demir Bey de Fransız zabiti sıfatıyla bu muharebeyi icra ediyor. Bir kere işin bu derecesi anlaşıldıktan sonra alt tarafı da anlaşılmaması mümkün müdür? Demir Bey asıl Fransız’dır vesselam!
Biçare Feride Hanım bu hakikate zihninde karar verdiği zaman o kadar ümitsizliğe düştü ki tarife sığmaz! Zaten kocasının bazı hâl ve tavırlarında bu adamın birçok gizli hâlleri bulunduğunu öteden beri görüp hükmetmekteydi. Bu gizli hâllerin neden ibaret bulundukları yakinen ortaya çıkacağı gibi hemen şimdiden izahına lüzum yoktur. Şimdiki hâlde Feride Hanım’ın birdenbire kocası aleyhine beliren kızgınlık ve düşmanlığının ayrıntılarına da lüzum yoktur.
Zira dikkatli nazarlarımızı hastaya dikilip kalması lazım gelecek bir noktadayız.
Demir Bey güya bindiği at üzerinden yaralı olarak yere düştüğü zaman ölüm hâlindeki bir yaralının elemli tavırlarıyla ağlama yolunda birçok şeyler söylemeye başladı. Gerçi söylediği şeyler hep Fransızca olduğundan anlaşılmıyor idiyse de asıl hâl ve hareketlerindeki elemli ahları müteakip hasta gözlerini göğe dikerek öyle bir teslim tavrı almış ve bu hâlde her kelimesini uzata uzata birtakım sözler söylemeye başlamış idi ki, bu hâlin ölüm hâli ve bu sözün de yakarma ve dua olduğunu yalnız Feride Hanım değil; yanında bulunan cariye bile anlamıştı.
Hele bir aralık hasta bütün kuvvetini kaybederek güya başka birisi onun sağ elini tutmuş da hareket ettiriyormuş gibi öyle acayip bir hareket yaptı ki, Feride Hanım’ın bütün bütün aklı başından gidiyordu. Çünkü hastanın sağ elinin gösterdiği hareket âdeta Hristiyanların istavroz çıkarmalarına benzer bir hareketti.
Üzüntünün son dereceye varması Feride’nin aklını başından alacakken, biraz toparlandı ve kendi kendisine:
“Bu hasta ateşler içinde yanıyor. Ne ettiğini bilmiyor. İhtimal ki bulunduğu dakika hayatının son dakikasıdır. Bu hâller, biçarenin gözlerine görünen şeyler, hayal eseridirler. İnsani ve İslami vazifeyi şu dakikada biz icra etmeliyiz.” diye her zaman olduğu gibi birtakım şefkatli kelimeler ve acıyan sesler ile hastayı uyandırmaya başladı. Demir Bey gözlerini açtı. Karşısında zevcesini görünce pek ziyade memnun olduğunu ispat edecek tavırlar ile hafifçe bir tebessüm etti. Fakat o anda yine elini malum yaranın bulunduğu sol omzuna doğru götürüp yokladı. Hatta birkaç defa bastırdı bile. Orada yeni yara bulamayınca tavırlarına biraz daha kuvvet geldi. “Feride! Karıcığım!” hitaplarını birkaç defa tekrar etti.
Feride Hanım ise evvelce kocası aleyhinde peyda etmiş olduğu düşmanca olan hisleri, velev ki bir dakikacık için olsun, hatırdan çıkararak kocasına kelimeişehadeti telkin ettiriyordu.
Gerçi Demir Bey de karısı ile beraber bu mübarek ve mukaddes kelimeyi tekrara başladı. Hem de yalnız dil ile ikrar suretinde değil; kalp ile tasdik de ettiği hâl ve şanından açıkça anlaşılıyordu. Ancak zevcesi Feride Hanım’ın düşündüğü gibi adamcağız gittikçe ölüme yaklaşmadı. Bilakis bu mübarek kelimenin acil şifasına nail olmuşçasına bir süratle afiyet cihetine doğru yol almaya başladı.

4
O gece hasta sair gecelerden daha iyi bir hâlde sabahı buldu.
Hatta asıl uyku addolunacak surette birkaç saat istirahat da etti.
Hem de öyle sayıklamalar filanlar olmaksızın uyudu.
Bu gece Feride Hanım’ın sabaha kadar kalbinden neler geçtiğini ne kadar tafsil etmiş olsak yine hakkıyla tasvir edememiş oluruz. Kadın nazarında Demir Bey’in Hristiyan olduğu hususunda hiçbir şüphe kalmadı. Hükmetti ki bu adam kesin Fransız’dır. Sonra Mısır’da mı her nerede ise Hristiyanlıktan dönüp Müslüman olmuştur. Ama hakkıyla dönmüş mü? Yoksa bazı zariflerin söyledikleri gibi hızlıca dönerek yarı yolu geçip yine eski noktasına mı gelmiştir? İşte kadıncağızın asıl merakı bu oldu.
Haremde Demir Bey’in bir odası vardır ki görseniz bir tüfekçi dükkânından farkını bulamazsınız. Gerçi bir farkı, bu odada demir ocağı bulunmamasından ibarettir. Fakat demir ocağı da bahçenin bir tarafında, asıl bahçıvan kulübesi olan yerdedir. Haremdeki bu odada ise bazı pek ince işlerde kullanılacak parlak örsler, çekiçler, boy boy el makineleri, sabit makineler ile eğelerin iri dişlisi, ince dişlisi, dört köşeli, üç köşeli, sıçankuyruğu, balıksırtı nevinden olanları sırasıyla muntazaman delikli tahtalara geçirilmiş görülür. Hususi bir raf üzerinde de en küçüğünden âdeta büyüklerine kadar türlü türlü cımbızlar, kerpetenler kıskaçlar asılmış ve tanzim olunmuşlardır. Bunların yanında irili ufaklı birçok pergeller, taksim pergelleri, kumpaslar müşahede olunur. Bir tarafta paket paket zımpara kâğıtları vardır. Diğer tarafta da erkekli dişili vida açmaya mahsus boy boy paftalar bulunur. Delik delmek için kemaneli miskab ve daha büyük deliklerde kullanılmak için cırcır ve ondan daha büyüklerinde kullanılmak için makineli miskab bulunduğu gibi ufacık fakat mükemmel bir torna tezgâhı ile yine ufacık fakat mükemmel ve planlı bir atölye bilhassa dikkatleri üzerine çeker. Hele raflar üzerinde eskisinden, kırığından, döküğünden alınız da en yeni ve mükemmellerine varıncaya kadar birçok tabanca, tüfek, kılıç, şiş, kama, hançer, yatağan, saldırma, muşta gibi silahlar da görülür ki bu odada bulunan alet edevatın işte burada yapıldığı anlaşılır.
Demir Bey’in ne ile geçindiğini henüz tamamıyla tasvir etmemiş bulunduğumuzdan ihtimal ki bu odanın lüzumunu, hikmetini takdir etmemişsinizdir. Feride Hanım’ın ahbap ve ecdadından kalan gelirlerinin toplamı bugünkü günde ayda elli lirayı geçer. Demir Bey’in emekli maaşı da beş yüz Mısır kuruşudur ki İstanbul’un altın kuruşu hesabıyla altı yüz yirmi beşi geçer. Familyanın bütün masrafını Feride Hanım karşılar. Demir Bey ise aldığı maaşı yalnız işte şu odada görülen şeylerin yolunda sarf eder. Bir de haftada bir gün, hem de mutlaka pazar günleri Beyoğlu’nda sarf eder.
Bizim Demir Bey “kâr hane” tabir ettiği bu iş odasına her sabah girip kuşluk yemeğine çağırıldığı zaman, arkasında Acem gömleği ve önünde önlük olduğu hâlde âdeta bir tüfekçi ustası kıyafetiyle çıkar. On dakika bir çeyrek zarfında güç hâl ile ellerini yıkayıp temizleyebilir. Yemeği müteakip yine iş odasına gider. Ta akşam yemeği zamanında, yine kuşluk vaktindeki hâl ve kıyafetiyle çıkar. Oda içinde bulunduğu müddet zarfında ne ile meşgul olur, bilir misiniz? Şimdiye kadar yapılmış olan kılıçlardan, hançerlerden başka bir türlüsünü yapmak ve mevcut tabancalardan tüfeklerden daha başka türünü icat etmek ile uğraşır. Gerçi birçok yeni icada muvaffak olmuştur. Ama yeni icatlarını kimseye göstermez. Kendi tabirine göre bu odaya sadece vakit geçirmek için girer. Zira vaktini bu odada geçirmeyecek olursa nerede geçirebileceği hususunda kendisi dahi kararsız kalır. Kimse ile görüşmez ki, kendisini başka türlü eğlendirebilsin. İçki içmez. Feride Hanım ahret evladı edindiği iki cariyeye müzik öğrettiği ve çocukların ustalarının delaletiyle güzelce çalgı çalmaya muktedir bulundukları hâlde dahi Demir Bey müzikten de hoşlanmaz ki çocuklar ile eğlenebilsin.
İşte şu yalnızlık hâli Demir Bey’i sabahtan akşama kadar iş odasında hapsettiği gibi pazar günleri Beyoğlu’na gittiği zaman da başkaları için pek de gönül eğlendirmeye sebep olamayacak surette zaman geçirir. Mesela bir aralık Zincirlikuyu yolunu tutup gide gide Maslak’a kadar varır. Sonra geri döner. Bu gidişle Bentlere kadar vardığı günler dahi olur. Bazı kere Kâğıthane yolunu tutar. Hele bir defasında Beyoğlu’ndan Kâğıthane ve oradan Eyüp’e, Eyüp’ten İstanbul’a, nihayet Galata yoluyla Cihangir’e varmaktan ibaret bir gezinti yapmış ve bundan ziyadesiyle memnun olmuştur.
Şimdi Demir Bey’in iş odasında bulunduğu zamanlar çekiç tıkırtısı, eğe gıcırtısı oradaki meşguliyetini gösterirdi. Bazı kere ise hiç sesi sedası çıkmaz. Feride Hanım birkaç defa bu sükûn ve sükûtu merak ederek kapının anahtar deliğinden bakmıştı. Gördüğü şeyler üzerine odaya girmek istemiş ise de iş odasında bulunduğu müddetçe kapıyı sürgülemek de Demir Bey’in mutadı olduğundan girememişti. Kapıyı açtırmak için tıklattığı hâlde içeriden Demir Bey:
“Yahu yasaktır! Şimdi buraya girilmez.”
Kesin emriyle kapıyı açmaktan imtina etmişti. Demir Bey bir kere “olmaz” deyince bir daha bu sözü geriye alır mı?
Feride Hanım, anahtar deliğinden baktığı zaman ne görmüştü, bilir misiniz? Bir dolabın kapısı açılarak ortaya birçok kâğıtlar, kitaplar ve elbiseye, silaha benzer şeyler çıkarıldığını görmüştü. Eğer ziyadesiyle merak etseydi, bunların ne gibi şeyler olduklarını elbette öğrenebilirdi. Fakat kocasının nasıl ters tabiatlı bir adam olduğunu bildiği ve küçük meraklarının ne kadar acı tekdirlere meydan açtığını birkaç defa tecrübe etmiş bulunduğu için bu meraklarda pek ileriye varmamayı lüzumlu görmüştü.
Bu bölümde bir misal olarak arz edelim ki:
Demir Bey elbise değiştireceği zaman gerek Feride Hanım ve gerek cariyeler yeni giyeceği pantolonu, yeleği, ceketi filanı getirip bir tarafa koyarlar. Beyefendi kendi kendisine giyinir. Hiç kimsenin yardımını istemez. Bir defasında değiştireceği yeleğin ceplerindeki eşyayı çıkarıp, yeni giyeceği yeleğe koymak için Feride Hanım, parmaklarını yeleğin bir cebine sokmuş ise de çıkaramamıştı. Nasıl çıkarabilsin ki! Demir Bey’in büyük bir endişeyle verdiği “Dur!” emri üzerine kadıncağız donakalmıştı. Kadının bu korkusu üzerine Demir Bey yüzünü yumuşatarak:
“Korkma! Fakat bilmiş ol ki cebime benden başka kimsenin parmaklarının girdiğini istemem. Benim hiçbir şeyimi karıştırmamak lazımdır. Gizlediğim şeyleri açığa çıkarmamalı. Açık olan şeylerimi de saklamamak gerek. Bana hiç karışmamalı. Ben de sana karışmam. Senin köşeni bucağını asla araştırmam. Anladın mı? Tatlı tatlı yaşayıp geçinmemiz böyle mümkün olabilir.” demişti.
O zamandan beri bu hükmü teyit edecek daha birtakım vukuat olduğu için Feride Hanım da kocasının gizlisini açığını artık hiç merak etmemeye alışmıştı.
Ancak hastanın bu gece gösterdiği hâl ve tavırlar artık bu alışkanlıkta devama imkân mı bırakır? Zikredilen vaka üzerine kadıncağızın aklına neler gelmişti neler! Aklına her ne gelmiş ise hepsi de kocası aleyhindeki şüphelerini kuvvetlendirmişti. Hele iş odasındaki dolap? İşte hanımın asıl dikkati bu dolaba dikildi kaldı.
Daha o geceden dolayı muayene için iş odasına gitti ise de kapıyı kilitli buldu. Kapıyı kırsın! Öyle ya! Artık Demir Bey’den ümitler kesilmiş değil mi? Fakat ya herif vefat etmezse? Demir Bey’in, hanımı üzerindeki tesiri öyle bir derecededir ki, hanım kocasının hayatından ümitlerini kestiği zaman da bir balta alıp oda kapısını kırmaya cesaret edemez. Nihayet sabahı beklemeye mecbur oldu.
Ee, sabah olduğu zaman kapıyı kırabildi mi?
Hayır! Kırmak şöyle dursun, o lüzum bile sabahleyin tabibin gelişiyle bertaraf oldu. Zira tabip hastayı muayene edince, hastanın düne göre daha iyi olduğunu ve ateşinin biraz daha düştüğünü gördü:
“Kurtuldu! Kurtuluyor! Kurtulacak!” diye hanıma müjde vermeye başladı. Hele hastanın o akşamki hâli tabibe hikâye edildikten sonra tabip bu nöbet ile gitmeyen hastanın, bundan sonra nöbetler tekrar etmeyecek olursa mutlaka kurtulacağını hanıma temin etmeye başladı.
Demir Bey ölmeyecek. Demir Bey kurtulacak. O hâlde odanın kapısını kırmaya imkân mı kalır? Fakat merak da hanımın içini yiyip bitirmekte olduğundan kapıyı mutlaka açmak lazım gelmekle bir çilingir çağrıldı. Çilingire:
“Bu kapıyı o kadar ustalıkla açacaksın ki, anahtar deliğinden maymuncuk girmiş olduğu asla belli olmayacak.” tembihi tekrar ve tasdik olunmuştu. Gerçi kapı da o kadar ustalıkla açıldı. Çilingir ağa odanın içini görünce şaşırdı kaldı. Dedi ki:
“Bu kadar alet ve edevat bende olsaydı saatçilik bile ederdim.”
Sonra mahut dolabın kapısı da yine böyle ustalıkla açıldı. Hanımefendi bu iki kapıya yeniden birer anahtar yapılmasını çilingire emrettiğinden kapının kilitleri büyük bir dikkatle söküldü. Çilingir kilitleri alıp gitti.
Feride Hanım çilingirin defolup gitmesini dört gözle bekliyordu. Zira dolabın içinde görmeye başladığı eşya gittikçe merakını arttırıyordu.
Çilingir gider gitmez Feride Hanım bu eşyayı muayeneye başladı. Eşyanın bir kısmı kitap olmasıyla bunları muayeneye başladığında gördü ki hepsi Fransızcadır. Eline bir büyük paket geçti. Açtı. İçinden bazıları matbu ve bazıları el yazısıyla yazılmış birçok kâğıtlar çıktı. Matbu evraklardan bazıları üzerinde armalar çizilmiş idi ki işbu armaların birtakımları kız, melaike ve istavroz resimleri oluşturduğundan bunlar Feride Hanım’ın tahminlerini kesine yaklaştırmıştı. Hele bir paket daha bulunarak içinden birçok insan resimleri çıkması ve bunların tamamı ya tüylü şapkalı Avrupa askerî komutanları veyahut bazılarının başı açık ve bazılarının külahlı papaz ve bizce “kız hekimi” denilen rahibeler resmi bulunması ve arada bir hayli de kadın, erkek sivil resimleri çıkması Feride Hanım nazarında hep kocasının asıl mensubiyetinin ne olduğunu ispat edecek delillerden idiler.
Dolap içinde bir de büyük yol sandığı bulundu. Feride Hanım bunu açtığı zaman içinden bir iki kat Frenk zabiti üniforması çıktı. Bir torba içine konulmuş olan birçok mahfazaları açtığında her birinden birer nişan veyahut madalya çıkıyordu ki nişanların ya kendileri istavroz şeklindeydi ya da üzerlerinde bu resimlerin bulunması hasebiyle hep Demir Bey aleyhindeki şüpheyi kesin hüküm derecesine vardırdıktan başka bu hükmü takviye de ediyordu. Bir de madalyaların da tamamı hep Frenk madalyaları değil miydiler? Tesadüfe bakınız ki madalyalardan bir tanesi Kırım’a mahsus madalyaydı. Bir tarafında Osmanlı nişanı var ise de Feride Hanım o tarafa bakmamış ve madalyanın o zamanki Frenkçe tarafına bakıp bunu da kocasının aleyhinde çok açık bir delil olmak üzere telakki etmişti.
Muayene ettiği eşyayı yine evvelce bulduğu hâl üzere yerleştirerek odadan çıktığı zaman Feride Hanım’da bet beniz kül kesilerek hâl ve şanından anlaşılıyor idi ki, Demir Bey o anda vefat etse sevincinden allar giyinmek mertebesinde biçarenin aleyhinde kesin hüküm vermiştir.

5
Doktorun dediği gibi hastaya yeni nöbetler gelmedi. Malum hayal gördüğü gecede sonra ikinci geceyi daha rahat geçirdiği gibi ikinci günün sonunda doktor hastanın ateşini gayet normal buldu.
Hastada geçici olarak bir iştahsızlık belirdiyse de kısa sürdü. Bu gibi hastalarda bu gayet normaldi. Biz Demir Bey’i böyle yavaş yavaş iyileşmeye doğru bırakalım da Feride Hanım’ın kocası aleyhindeki düşüncelerine bir göz atalım.
Kocasının asıl mensubiyetini kendince keşfetmiş olduktan sonra Feride Hanım bu adam ile bundan sonra birlikte yaşamanın mümkün olamayacağını gereği gibi zihnine yerleştirdi. Eğer Demir Bey sıhhatine kavuşmuş olsaydı, ihtimal ki ayrılma davasına hemen o anda başvuracaktı. Ancak adamcağız henüz hasta yatağından kalkamadığından ve bunun biraz daha devam edeceğinden ve Feride Hanım’ın da ona olan merhametinden şimdilik bir şeye girişilmiyordu.
Böyle bir işte hatırlara her şey gelebilir. Mesela denilebilir ki Feride Hanım asıl Demir Bey’in ihtiyarlığından, huysuzluğundan bezmiştir de adamcağızın hangi dine ve millete mensup olduğunu bahane ederek ondan ayrılmak istiyor.
Biz eğer bu ailenin daha önceki hâlini, yaşantısını bilmeseydik şu düşünceyi belki kabul edebilirdik. Fakat biliyoruz ki Feride Hanım kocasından asla bıkmış, bezmiş değildir. Demir Bey her ne kadar farklı mizaçlı bir adam idiyse de yüreği, tabiatı sağlam mert bir adam olduğundan zevcesi kendisinden korkmakla beraber bu mertçe olan faziletlerine de hayrandı. Demir Bey zevcelerine hem bağlı, hem seven, hem de örnek olan kocalardandır. Evin tüm serveti karısının olmakla beraber zevceye mahkûmiyet bu adamda görülmez. Fakat zevceyi kendi esareti altına da almaz. Zevcesini vazifesinin dışına çıkartmadığı gibi zevcesinin kendi ailevi hukukunu da saygıyla daima korur.
Zevcesini aşağılamak için değil; sadece ıslah etmek için uyarır. Uyarısı ve tekdirini müteakip onun gönlünü almayı da çok iyi bilir.
Okuyucularımız arasında bazılarının böyle bir kocayı beğenip beğenmeyeceklerini bilemeyiz. Ancak asıl kadınlık denilen şeyin heveslerini ve hislerini dikkate alarak görüyoruz ki, kadın kısmı zorba kocayı sevemeyeceği gibi, miskin kocayı da hiç sevemez. Muhabbetine de, himayesine de itimat edebileceği mert insanların yanında hayatını sürdürmeyi benimser ve bunu büyük bir bahtiyarlık sayar. Feride Hanım böyle bir kadın olduğu gibi, Demir Bey de böyle bir adamdır.
İşte Demir Bey ile Feride Hanım arasındaki münasebeti şu kadarcık olsun öğrendikten sonra okuyucularımız da elbette kabul ederler ki Feride Hanım kocasından ayrılmaya vesile aradığı için onun mensubiyetini hayalinde büyülttükçe büyültmüş değildir. Hatta şu da katiyen bilinecek şeylerdendir ki Feride Hanım eğer Demir Bey’den ayrılacak olursa başka bir kocaya varamaz. Gerçi kendisi kırklık bir kadın olmakla beraber servetinin fazlalığı hasebiyle gençlerden bile kendisiyle evlilik için pek çok adamlar çıkabilir. Ama bakalım Feride Hanım ecdadından kalma servetini istedikleri yerde yesinler içsinler diye bu kocaların eline terk eder mi? Öte tarafta yirmisini geçmiş bir de oğlu vardır! Bakalım bu delikanlıyı bir üvey pedere baba demeye razı edebilir mi? Bunlardan başka Feride Hanım kocaya varmayı sadece cinsi hislerini tatmin etmek için düşünen bir kadın da değildir. Eğer izdivacı o yolda telakki etseydi on beş on altı yaşında körpe bir kız olarak evvelce de dediğimiz gibi yaşlanmaya yaklaşmış olan bir adamla çeyrek asırdan fazla ömrünü, yani kendi ömrünün en kıymetli zamanını geçirebilir miydi?
Kısacası Feride Hanım kocasından ayrılmayı zihnine koymuştu. Bunun için düşündüğü şeyler her ne ise yanlıştır. Bu hatıralarda ısrar aynı iftira hükmünü alır. İşin doğrusu şudur ki, Feride Hanım gayet dindar bir kadındır. Zaten mensup olduğu Şemsizadeler familyası tüm fertleriyle dindardı. Ailesinde çok salih ve ilim ehli insanlar çıkmıştır. Pederi sağ olsaydı Feride Hanım’ı yine kendisi gibi züht ve takva sahibi bir adama verirdi. Pederinin vefatıyla yegâne velisi sayılan validesi Mısır ricaline mensup bir zatın hanesinden çırak çıkmış bulunması sebebiyle Demir Bey’i yine o eski efendisinin familyası tarafından tanımış ve işte şu münasebetle kızını bir askere, yani bu asker emeklisine vermiştir. Bu seçme işinde Feride Hanım’ın validesini en ziyade teşvik eden şey, damadın yaşını başını almış bir insan olmasındandır. Gerçi Demir Bey buna uygun bir adam çıktığı gibi kayınvalidesini son nefesine kadar hoşnut etmiştir.
Şimdi Feride Hanım böyle salih kadınlardan olduğu hâlde ömrünü din değiştiren bir adam ile geçirmiş olduğunu görürse üzülmez mi?
Bu üzülme hâli, tüm dindar insanlar için tabiidir. Feride Hanım gibi İslami yaşantıyı taassup derecesine vardırmış olanlarda bu teessürün hükmü daha ziyadeye varacağı aşikârdır. Diyebiliriz ki, Demir Bey’i şu hasta hâli ile kapı dışarı etmiş olsa bile Feride Hanım kınanmaz. Ancak yine de o dindarlığın vermiş olduğu merhamet düşüncesiyle biçare hastayı üzmeyi düşünmemiştir.
Ama kendi üzüntüsünün pek ziyadeye vardığını gizleyemeyiz. Şu sırrın inkişafı gününden itibaren biçare kadıncağız üzüntüsünden âdeta erimeye başlamıştı. Bundan sonra kocasıyla nasıl ömür geçireceğini bilemediğinden veyahut hiç de ömür geçiremeyeceğine hüküm verdiğinden dolayı değil! Şimdiye kadar nasıl ömür geçirebilmiş olduğunu düşündükçe ızdırabından vücuduna kıymayı bile düşünüyordu.
Kâh oluyordu ki kendi kendisine teselli vermeye çalışarak:
“Benimkisi de artık delilik ya! İşte heriften ayrılmaya karar verdim! Yüreğim rahat etmeli değil midir? Şimdiye kadar geçen zaman geçmiş gitmiş! İyi de olsa geçmiş, fena da olsa geçmiş!” sözleriyle epeyce üzüntüsünü teskin ediyordu. Hatta şu tesellinin ardından Demir Bey hakkındaki nefret ve düşmanlığına da bir sükûnet gelerek:
“Varsın aslen Fransız olsun! Mısır askerlik hizmeti esnasında Müslümanlığı kabul etmiş. Yirmi beş yıl birlikte yaşadığımız hâlde asıl lisanıyla bir kelime bile konuştuğunu işitmemiş olmam onun bu din değiştirme konusunda samimi olduğunu göstermez mi? İşi lüzumsuz büyütmek de manasızdır.” demeye kadar da varıyordu. Fakat şu yirmi beş senelik müddet zarfında asli mensubiyetini zevcesine belli etmemiş olmasını Demir Bey’in dürüstlüğüne sığdıramıyordu. Yirmi beş yıl müddet kendisini bu şekilde aldatmış olmasını yine aklına sığdıramayarak yine kendini yiyip bitirmeye başlıyordu.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra oğlu Mustafa Kamerüddin Bey Paris’ten geldi. Biçare çocuk pederin evine o kadar çekinerek yaklaşıyordu ki görseydiniz yüreğiniz acırdı.
Mazur değil midir? Acaba pederi hayatta mı? Yoksa validesi kendisini feryatlar figanlarla mı karşılayacak? Bu hâl zor bir hâldir. Mevla bu hâli gurbetten gelen hiçbir kimseye göstermesin.
Mustafa Kamerüddin Bey konağın kapısını çaldı ve Mehmet Ağa kapıyı açtı. Bereket versin ki kapıyı açan Mehmet Ağa oldu. Bahçıvan Selim Nişo veyahut Aşçı Şaban kapıyı açmış olsalardı, daha kötü olurdu. Çünkü bunlar beyin Fransa’ya gidişinden sonra konağa girmiş olduklarından beyi tanımazlardı. Mehmet Ağa ise eski emektarlardan olmakla beyin kapıdan girdiğini görür görmez koşup eteklemekle sarılmak hareketlerini birbirine katarak:
“Vay velinimetim! Vay velinimetzadem! Safa geldiniz! Ne kadar da büyümüşsünüz!” diye sevinç gösterince pederinin hayatta olduğunu Mustafa Kamerüddin Bey ilk önce Mehmet’in neşesinden anladı. Ardından:
“Pederim nasıl? Onu haber ver! Allah aşkına doğru söyle!” sualini sorunca Mehmet Ağa’dan:
“Şimdi üst kata çıkar görürsünüz! Hamdolsun beyefendi kurtuldu. Fakat bilmiş olunuz ki âdeta kefeni yırtarak kurtulmuştur.” cevabını alınca delikanlı bütün bütün ikna olarak merdivenden yukarıya fırladı.
Kapının çalınması ve açılması ile konuşulması bir oldu. Feride Hanım zaten onun sesiyle kendine gelmişti. Mustafa Kamerüddin Bey merdivenden yukarıya çıkarken validesi de hemen merdivene doğru yürüyordu. Divanhanede valide ile oğul karşı karşıya gelerek sarmaş dolaş oldular. Feride Hanım iki elleriyle oğlunun başını tutup kendisine çekerek şapır şapır birkaç defa öptükten sonra başı yine ellerinden bırakmaksızın ileriye doğru dürterek ve yakından hayran hayran bir daha temaşadan sonra yine kendisine çekip tekrar öpmeye başlıyordu. Bu hareketler esnasında delikanlı da validesine sarılarak onun şefkatli öpücüklerine hasret öpücükleriyle karşılık veriyordu. Ana ile oğlun şu kavuşmaları öyle bir levhadır ki bir hikâye yazarının kaleminden ziyade onu bir ressamın fırçası tasvir etmelidir.
İki dakika kadar devam eden şu ilk buluşmayı müteakip Mustafa Kamerüddin Bey pederi hakkında validesinden de bir haber almak hususunda acele etti. Sordu ki:
“Pederim nasıldır? Mehmet’in verdiği haber doğru mudur? Pederim kurtuldu mu?”
“Kurtuldu!”
Feride Hanım’ın bu kelimeyi nasıl telaffuz ettiğini tahmin edersiniz? Oğlu ile buluşmadan dolayı sevinç hâlinde bulunan kadıncağızın tavrında bin sevinç alameti daha peyda olarak mı söylediğini tahmin edersiniz?
Gerçi Mustafa Kamerüddin Bey de bu kanaatteydi. Ancak o dakika biçare Feride Hanım’ın kocası aleyhindeki düşmanlık ve nefretine en ziyade kuvvet vermiş olduğu bir dakika olmasıyla kadıncağız şu sözü sevincini arttırarak söyleyeceğine bilakis neşe tavrını değiştirerek söylemişti. Âdeta, “Kurtuldu! Kurtuldu, ama keşke kurtulmasaydı! Keşke geberseydi!” manasını çağrıştıracak bir tavırla söylemişti.
Ama Mustafa Kamerüddin Bey o anda bu tavrın hükmünü takdir edemedi. Bilakis pederi pek fena hasta veyahut vefat etmiştir de hakikati kendisinden gizlediği için böyle söylüyorlar gibi bir mana ile telakki etti. Zira Mustafa Kamerüddin Bey pederini yalnız kendi öz babası olduğu için değil; onun çok büyük ve dürüst bir adam olduğu için pederine başkaca bir muhabbeti vardı.
Fakat hakikate varmak için hemen oracıkta validesi ile soru ve cevabı çoğaltmadı. Validesinin nazar ve teveccühünden pederinin yattığı odayı öğrenerek hemen o tarafa can attı.
Kapıdan içeriye girdi. Gayet endişeyle iki adım attıktan sonra irkildi durdu. Babasını karyoladan inmiş ve köşe minderine oturmuş görünce gerçekten kefeni yırtarak kurtulmuş olduğunu derhâl hüküm ile koştu, bir deri bir kemik kalmış, sararmış, solmuş olan eline sarılarak şapır şapır öpmeye başladı.

6
Bizim Demir Bey’in gençliğinde ne hâl ve şekilde olduğu görülmek istenirse şu Mustafa Kamerüddin Bey’e bakılmalıdır. Zira Demir Bey’in belki bin defa ağzından:
“Eğer gençliğimde bir resim alınmış olsaydı o resim tamamıyla şimdiki Mustafa’nın resmi zannolunurdu.” dediği işitilmişti. İtiraf edelim ki Demir Bey’in şu ihtiyarlık hâli dahi oğluna tamamen benzemektedir. Yani Demir Bey, Mustafa Kamerüddin’in yaşlısı ve Mustafa Kamerüddin Bey, Demir Bey’in gencidir. Hem bu benzerlik ikisi için de bir şeref olur. Zira Mustafa Kamerüddin’in uzun boyu, geniş göğsü, her birine bir adam oturabilecek genişlik ve metanetteki omuzları, ince beli kendisini “gürbüz kahraman” unvanına nasıl müstahak ederse; gayet beyaz teni, kumral tüyleri, iri ve koyu ela gözleri, uzun ve sık kirpikleri, muntazam ağız ve burnu, sık ve beyaz dişleri, renkli dudak ve yumru çenesi, daimî mütebessim bir hâlde bulunan yüzü dahi bu delikanlıyı “güzel çocuk” vasfına o nispette layık eder.
Mademki her şeyin doğrusunu itiraf ediyoruz, o hâlde Mustafa Kamerüddin Bey’e “güzel çocuk” unvanını kazandırmak hususunda validesinin yardımını inkâr etmemelidir. Bu alanda çalışan aydınların bazıları, her hayvanın yavrusu validesine ve bazıları da mutlaka pederine benzeyeceğini ve birtakımı ise yavrunun pederinden ana rahmine inmesi esnasında hangi tarafın gücü kuvveti fazla ise yavrunun ona benzeyeceğine hükmetmişler ise de bu hükümlerin tamamı haklı itirazlardan kurtulamamıştır. Nihayet hükümlerin en makbulü olmak üzere yavruların pederlerden de maderlerden[2 - Anneler.] de mutlaka birer hissesi bulunacağı düşüncesi kabul görmüştür. Bu davanın ispatı için kesin bir delil aranır ise, o da Mustafa Kamerüddin’in şahsında bulunur. Zira validesi Feride Hanım da, iri yarı bir kadın olduğu gibi cildinin tazeliği ve tüylerinin koyu kumrallığı ve yüzünün güzelliği “güzel” vasfına en çok uyan kadınlardandır.
Yukarıdaki fıkramızda Mustafa Kamerüddin’in pederine olan muhabbetinden bir nebzecik bahsetmiştik. Pederini yalnız öz babası olduğu için değil; belki pederi bütün insanlar arasında sevilen birisi olduğu için büyük bir muhabbet besliyordu. Bu sözümüzü tekrar ve teyit ediyoruz. Hikâyemizin okumasına devam edildikçe görüleceği üzere, Mustafa Kamerüddin Bey, pederinin Fransızca bildiğine ve iş odasında birçok Fransızca kitapları ve evrakı bulunduğuna vâkıf değil idiyse de, eğer öteden beri bu hakikate de vâkıf olmuş bulunsa idi, bundan dolayı validesi gibi pederinden nefret etmesi şöyle dursun bilakis pederi hakkındaki takdiri daha da ileriye varırdı. Şimdiki hâlde, pederini sair insanların tümünden üstün bulmasını icap ettiren büyüklüğü ise şunlardı: Onun yerinde olan başka babaların zevcesinin malını kendi rezil hisleri yolunda israf ve telef etmesine karşılık babasının karısına nezaketli muamelelerde bulunması, aileler arasında genellikle hasbihâller, şikâyetler çok olduğu hâlde; kendi pederinin zevcesine olan samimi bağlılığı ve başka babaların çocuklarının varlığından güya kendi zevklerini ihlal ediyormuşçasına evladının vücudundan rahatsız oldukları hâlde, kendi babasının kendisine anne şefkatinden fazla şefkat ile muamele etmesi, küçük yaşından beri büyük adam gibi kendisiyle sohbet etmesi, talim ve terbiyesine yardım etmesi, kibir ve kıskançlıktan kaçınması, babasının başkalarına olan iyiliği ve sair güzel hasletleri onun babasına olan muhabbetini arttırıyordu.
Ama Mustafa Kamerüddin’in en küçük yaşlarından beri pederinin şu suretteki büyüklüğünü takdir etmiş olduğunu sanmayınız. Çocuğun gerek peder, valide, akraba ve dostlarının takdir etmeleri onun her yaşta terbiyesini korumasındandı. Zira tüm dünyada görüldüğü gibi, çocukların yaşı ilerledikçe onlar dünyanın iyi ve kötü hâllerini görürler ve bu hâllerden de en ziyade kötü olan şeyleri benimserler. Dolayısıyla Mustafa Kamerüddin kendi pederinin sair babalardan farkını şöyle görmüştür. En evvel sair babalar kendi çocuklarını olur olmaz şeyler için dövüp hırpaladıkları hâlde kendi babası ise bilakis büyük kabahatleri için bile kendisini dövüp hırpalamamıştır. Baba nasihati ile onu uyararak sonradan da takdir etmiştir. Hatta birkaç defa validesi Mustafa’yı bazı kabahatlerinden dolayı haklı olarak dövmüş idiyse de pederi çocuğu validesinin elinden kurtarıp yanına oturtarak:
“Oğlum! Seni uyarmaktan dolayı validene gücenme! Düşün ki valideler çocuklarını gözlerinin bebeği gibi sevdikleri hâlde bu muhabbetlerine tümüyle mugayir olarak niçin dövüyorlar? Onların düşmanı oldukları için denilemez. Elbette onların dostu oldukları için kusurlarını terk ettirmek ve kendilerine zaten güzel şeyleri tercih ettirmek için bu şiddetli muameleye mecbur oluyorlar. Öyle ise validenden dayak yemeye bedel daima lütuf ve merhamet görmek istersen sen de mümkün mertebe kabahat işlememeye çalış!” diye öğütlerde bulunmuştu. Hele Mustafa Kamerüddin’in bazı kusurlarını pederi muahezeye giriştiği zaman çocukta dayak korkusuna bedel pederinin ilgi ve alakasından düşeceği korkusu, biçareyi tir tir titretmeye başlardı. Nihayet babası:
“İşte tekdirimi ettim, söyleyeceklerimi bitirdim. Bunları asla unutmamalısın. Şimdi de gel öpüşelim, barışalım!” deyince büyük bir şevk ve muhabbetle pederine sarılıp matruş yanağını şapır şapır öper ve şu muamele ile babası hakkındaki muhabbetini bir kat daha arttırırdı.
Çocukluğunda babasının büyüklüğünü bu surette takdire başlamış olan Mustafa Kamerüddin olayları algılama gücü arttıkça babasının sair faziletlerini de görüp takdir ederek cidden ve hakikaten o zatın hayranı olmuştu. Zira babasından işittiği sözler kaleme alınacak olsa bir kütüphane teşkil ederler. Bunların ise hepsi ahlaki güzelliğe, insani fazilete ve hikmete dair şeyler olduğundan Demir Bey oğlunun yalnız babası değil, âdeta hocası da sayılmıştır. İnsan ise feyiz, terbiye ve talimi ile feyizlendikçe hocasına en saf, en mukaddes bir muhabbetle arkadaş olur. Dolayısıyla Mustafa Kamerüddin de babasını hem şefkatli bir peder, hem faziletli bir muallim, hem de bunların hiçbirisi olmasa bile onun güzel ahlakından dolayı sevilmeye şayan bir baba olarak kabul etmiştir.
Öyle ya! Bir zamana kadar hiç tanımadığınız bir adamla dostluk kurarsanız. Onu o kadar seversiniz ki, âdeta kalbinizin sevgilisi olur. Bu adam sizin babanız, kardeşiniz midir? Mualliminiz midir? Hayır! Olgun ve kâmil bir insan olduğu ve sevilmeye layık bulunduğu için seversiniz. İşte bizim Mustafa Kamerüddin de pederini hiç tanımadığı hâlde sonradan görüp tanıyacak olsaydı insanlar arasında en ziyade beğendiği zat Demir Bey olacaktı.
Kıssadan maksat hissedir. Şuracıkta düşünelim ki niçin birçok ailenin babası dünyadan ahrete intikal ettikleri zaman oğulları kendisine tam bir hayırlı halef olamıyorlar? Bazı evlatlar vardır ki, mala konmak için, Allah muhafaza etsin, babalarının bir an önce ahrete intikallerini istiyorlar. Niçin? Hiç şüphe etmemelidir ki, pederleri, kendi nefislerinin hoşuna giden bazı hevesleriyle meşgul olmak için çocuklarının kendi yanlarında bulunmalarını ve kendileriyle sohbet ederek vakit geçirmelerini pek hoş görmezler. “Aman şunlar başımızdan defolsunlar!” diye tahammülsüzlük gösterirler. Sanki evladının babası değil düşmanıymışçasına onlar hakkında olumsuz şeyler konuşurlar. Çocuklar biraz büyüyüp de iş görmeye başladıklarında ve aileye maddi katkı sağladıklarında da onların yanlarından ayrılmamalarını isterler. Çocukları yanlarından ayrılmak istediklerinde onlara engel olmaya çalışırlar.
Hâlbuki çocuklar pederlerine itiraf edemedikleri hâllerinin birçoğunu yine gizlice yapmaktan geri durmazlar. Bu hâlin neticesi olmak üzere çocuklar pederlerini, kendilerinin refah içinde yaşamalarına mâni sayarak şu engelin bir an evvel aradan çıkmasını bekliyorlar.
Akıllı olan peder, oğlunun üzerinde zorba bir baba olacağına hikmetli bir arkadaş ve sırdaşı olur. O hâlde oğlunun babasından gizli bir şeyi kalmaz. Her korkusu hakkında pederi kendisini irşat ederek meşru ve makul olmayanlarını yavaş yavaş değiştirme gayretini çocuğun kalbine yerleştirir. Velhasıl, zorba bir pederden ise şefkatli ve samimi bir dost elbette daha hayırlıdır. Zira pederin zorbalığı evladın kötülüğe yönelmesini bir kat daha arttırmaktan başka hiçbir netice hasıl etmediği hâlde; pek çok sadık dostlar kendi arkadaşlarının bir hayli kötülüklerini iyilikle değiştirmeye muvaffak oldukları tecrübeyle sabittir.
İşte Mustafa Kamerüddin Bey, pederini bu derecelerde takdir ettiği, sevdiği hâlde pederi kendisini bu nispette sevmez mi zannedersiniz?
Gerçi Frengistan’a gönderildiği zaman validesi oğlunun iştiyakına tahammülü tükendikçe:
“Oo! Artık sen de ben de evladımızın hasretine dayanamayacak valideler pederler hududundan çıktık. Bu olur ama evladı henüz kucağında bulunan genç valideler ve pederlerde olur. Bundan sonra Mustafa bizim oğlumuz olmaktan ziyade başlı başına bir adamdır. Vazifesi bir çift anaya babaya evlatlık yapmak değil; bize torun olacak çocuklara baba olmaktır. Validesinin dizinin dibinden ayrılmasın diye herifi tahsilinden, eğitiminden, terakkisinden, tekemmülünden menedecek değiliz ya?” diye oğlu hakkında zevcesinin soğukluğa hamledeceği yolda fikirler beyan ettiği çok olur idiyse de, bu mülahazalar da Demir Bey’in çok hikmetli hareket ettiğini gösterir. Her ne kadar zevcesi:
“Sen oğlunu benim kadar sevmezsin de onun için böyle söylersin!” diye muahezeden yüz çevirmez ise de Demir Bey zevcesinin bu hâli âdeta bir bencillik eseri olduğunu pekâlâ bilir. Zira kendisi de oğlunu nefsinden ziyade severdi. Zaten bundan sonra kendi hayatı oğlunun şan ve şerefle geçireceği hayattan ibaret kalacağını hükmederek Mustafa Kamerüddin hakkındaki sevgisini bu şekilde gösteriyordu.
İşte bugün birisi gemiden ve diğeri ölüm yatağından çıkarak birbiriyle kavuşmuş bulunan baba oğul şöyle bir çift baba oğuldurlar.
Mustafa Kamerüddin babasının kansızlıktan cansızlıktan buz gibi soğumuş olan solgun elini ateşli dudaklarıyla kızdırırcasına bir iştiyak ve istekle öptüğü sırada pederi de oğlunun başını öpmeye, saçlarını koklamaya ve oğlundan kurtarabildiği bir eliyle yüzünü gözünü ve taze bıyıklarını okşamaya başladı.
“Sarmaş dolaş” şeklinde olmazsa da onlar kalben sarmaş dolaş olmuşlardı. Bu durum beş dakikadan fazla devam etti. Bu müddet zarfında pederinin lisanından:
“Evladım! Mustafacığım!” sözlerinden başka söz çıkamadı. Oğlunun lisanından da kesik kesik:
“Babacığım! Babacığım!” sözleri işitiliyordu.
Hastanın yatak odasında şu anda peyda olan levhayı yalnız bu baba oğuldan ibaret zannetmiyorsunuz ya? Bunlar levhanın ilk planı, yani birinci mertebede ilk göze çarpan şeylerdi. İkinci planda bir valide ve üçüncü planda yani oda kapısının yarı dışarısında ve yarı içerisinde ikisi beyaz, birisi siyah iki cariye görülüyordu. Bunların üçü de Mustafa Kamerüddin’in Avrupa’ya gidişinden sonra satın alınmış olduklarından konağın ikinci beyefendisi olmak üzere Frengistan’dan dönmüş olan genç ve güzel beyi büyük bir hayretle temaşa ediyorlardı.
Ya valide?
Hah! İşte asıl dikkat edilmesi gereken valide değil midir? Hastanın görmüş olduğu hayaller üzerine biçareden buz gibi soğumuş olan Feride Hanım karşısında kocasıyla oğlunun birbirinin nasıl canı ciğeri olduklarını gösterecek hâl ile kavuştuklarını görünce kendisinin derin hislerinin bunların ikisinden de bambaşka olduğunu büyük bir dehşetle müşahede ediyordu.
Eğer valide, irfanı nefis nimetine nail olmuş bulunsaydı ve şu anda kendi durumunu hikmetli bir fikir ile tayin etmiş olsaydı, görmeli ve hükmetmeliydi ki, hastada müşahede olunan acayip ve garip hâller, Demir Bey’i bu ailede yabancılıkla itham ettirmeyecektir. Belki kendisini yabancı hâlinde bırakacaktır. Zira familya halkı, karı koca ve oğuldan ibaret bulundukları ve işte baba oğul tek vücut oldukları hâlde, bunlardan asıl ayrı kalan ise valide olmuştur.
Feride Hanım haddizatında zeki bir kadın olmakla beraber şu hakikati göremedi. İhtimal ki zeki bir kadın olduğu için… Zekâsı ona başka bir şey gösterdi. O gördüğü şeyi de hakikat sandı. Zira kocasıyla oğlunun şu samimiyetini görmesi üzerine kendi kendisine dedi ki:
“Ah! Gözümün nuru Mustafacığım! Sen babanın ne olduğunu bilsen hiç de o uğursuz eli bu kadar muhabbetle öpmezdin! O el öyle bir harekette bulundu ki hiçbir Müslüman’ın eli o hareketi taklit bile edemez.”

7
Baba ile oğul doyuncaya kadar öpüştükten, koklaştıktan sonra Demir Bey sağ elini oturduğu mendirek üzerine defalarca vurup bu işaretle şöylece yanı başına oturmasını emretti. Mustafa Kamerüddin Bey babasının yanına oturdu. Evvela Demir Bey söze başlayarak şu şekilde bir muhavere cereyan etti:
“Oğlum, âdeta kefeni paralayıp kurtuldum. Daha doğrusunu istersen defnedildiğim mezarın tahtalarını alnım ve göğsüm ile kaldırarak o şekilde çıkıp dünyaya tekrar geldim.”
“Allah’a çok şükür babacığım! Yeni hayatınızı tebrik ederim.”
“Fakat bu tebriki asıl validenin muvaffakiyeti için etmelisin! Zira validen olmasaydı helakim muhakkaktı.”
Demir Bey bu sırada karısının da yüzüne bakarak:
“Ferideciğim! Hayatımın kalanını sana borçluyum. Bundan sonra kaç nefes alacak isem Allah’ın lütfuyla beraber, bu nefesleri yine senin şefkat ve merhametinin sonucu olmak üzere almış olacağım!” dediğinden bu söz Feride’nin dört beş dakikadan beri devam eden dalgınlığını izale ederek aklını başına iade etti. Dolayısıyla dedi ki:
“Hizmet bizden, şifa Allah’tan oldu. Derdi veren de Allah’tır, dermanı veren de!”
Demir Bey hem karısına cevap olmak, hem de oğluna hitap makamında bulunmak üzere dedi ki:
“Mustafa! Gerçek söylerim ki geçirdiğim hastalık validen için cehennem azabı oldu. Düşün ki hastalığım humma[3 - Sivrisineklerin ısırması sonucu bulaşan sarı humma virüsünün neden olduğu ciddi bir hastalık.] idi. Zaten titiz bulunan bir adam bir de humma delisi olursa zevcesine ne kadar üzüntülere sebep olur!”
Mustafa Kamerüddin Bey asıl pederini üzmemek lüzumu gördü ve dedi ki:
“Her ne ise babacığım, hepimize birden ‘geçmiş ola’ deriz de bu hastalıkların, bu üzüntülerin bir an önce geçmesini dileriz. Müsaade buyurursanız büyük bir şükür ve iftihar ile arz edeyim ki, bu sene imtihanlarda Paris ilim heyetinin pek ziyade övgülerine mazhar oldum.”
“Zaten bunu bana yazmıştın da… Pek sevinmiş idiysem de sana sevincimin derecesini yazmaya vakit bulamadım.”
“Yazdığınız iltifatname de bence kâfiydi.”
“Hayır hayır! O gün on sekiz ateşli tabancanın son tecrübesiyle meşgul olmasaydım daha fazla yazardım. Fakat iki namlu arasında döner bir dolap ile on sekiz ateşli bir revolver icadı beni dokuz aydan beri meşgul etmekte bulunduğundan o mektubu yazdığım gün bu dokuz aylık yorgunluğun neticesini tecrübe ediyordum. Şimdi lisanen meramımı tamamlamak için derim ki: Bahtiyar ol oğlum, berhudar ol! Senden her ne emelim ve arzum var idiyse tümünü ziyadesiyle yerine getirdin. Bana layık bir oğulsun diyemem. Zira o liyakati çoktan geçtin. Ben sana layık baba görülmez isem, sen benim kusurumu affet.”
“Estağfurullah babacığım!” diye Mustafa Kamerüddin tekrar babasının ellerini öpmeye başladı. Çocuk bu meşguliyette iken Demir Bey de karısının yüzüne bakmaktaydı. Bu bakışta iki mana olabilirdi. Birisi tercüme edilmek lazım gelse:
“Böyle bir oğla malik olduğundan dolayı sen de kendini bahtiyar buluyorsun ya?” demek oluyor idiyse de diğer mana daha parlak olabilirdi. Zira biraz evvel hastalık hâline, cinnetine filanına dair zevcesine teşekkür yolunda söylemiş olduğu sözlere şimdiki söz de ilave edilince karısının yüzüne bakışı:
“Hastalığım ve dalgınlığım zamanında bende görmüş olduğun acayip hâlleri oğluma söylediğin zaman oğlumun benim hakkımda vukuya gelecek nefretini şimdiden affettirmeye çalışıyorum. Sen de ona göre lütfet, mürüvvet buyur, merhamet eyle!” manasını ifade edebilirdi. Hatta Feride Hanım nezdinde bu bakışın asıl manası da bu oldu.
Pederi tarafından gösterilen arzu üzerine Mustafa Kamerüddin Bey üç seneden beri Paris’te nasıl zaman geçirdiğini ve özellikle bu müddet zarfında İstanbul’a üç defa gelebilirdi. Yani yaz mevsimlerinde tatil zamanlarını İstanbul’da ailesinin yanında geçirmek mümkün görülürken niçin gelmediğini anlatmaya başladı.
Konuşmasından özetle anlaşıldığına göre Mustafa Kamerüddin Bey bu tatil zamanlarını Paris’te de geçirmemiştir. Senenin dokuz ayını tahsilde geçirdiği esnada tatil zamanlarını hangi memlekette geçirecek ise o memleketli olan talebeden birkaçıyla dostluğu ileriye götürerek imtihanlardan sonra onların memleketlerine gitmiştir. Bu suretle ilk senenin tatil zamanlarını İtalya ve İsviçre’de ve ikinci senenin tatil zamanlarını Almanya’da geçirmiştir. Bu sene de İngiltere’ye gidecekken pederinin hastalığı üzerine İstanbul’a gelmiştir.
Tahsili, yol ve köprüler daha doğrusu bayındırlık mühendisliği olduğu gibi Avrupa’yı bu suretle gezmesi iyi olacaktı. Bu şekilde hem memleket ve milletlerin hayatları hakkında bir tetkik ve hem de yolların şose, tren ve tünel gibi çalışmalarını bizzat yerinde görüp incelemek olduğunu babasına anlattı.
Hatta boynundaki yol çantasından birtakım kâğıtlar çıkardı ki, bunların bazıları diploma ve bazıları da muallimlerinden aldığı takdirname belgeleriydi. Birtakımları da en muteber gazetelerin kendi hakkındaki övgü ve sitayişine dair idiler. Bunları babasına okudu. Fakat babasının Fransızca anlamadığını bildiği için tercüme de ediyordu.
İşte bu tercüme esnasında Feride Hanım’ın hafif tebessümleri pek manidar idiler. Fakat Mustafa Kamerüddin Bey validesinin yüzüne bakmadığı için tebessümü göremediği ve görse bile manasını anlayamayacağı gibi Demir Bey de olanca dikkatini oğluna hasretmiş olduğundan karısına hiç dikkat etmiyordu.
Babası sordu ki:
“Resmi de ileriye götürdün mü, resmi? Resmi… Çünkü biliyorsun ya? Mühendislik senin seçtiğin bir meslekti; ressamlık ise benim seçtiğim bir meslek.”
“Evet babacığım! Ben de kendi seçtiğim mesleğe uymam için verdiğiniz müsaadenin şükranı olarak size ressamlığa da çalışacağımı vadetmiştim. Bu vaadimi de ifa ettim. Resmi epeyce ileriye götürdüm. Gerçi resim yarışmasına kabul olunamadım ve eserlerimi sergiye koyduramadım ise de size bu konudaki bilgimin derecesini de şununla tarif edeyim ki, zeminleri Şark’a dair olmak üzere yaptığım levhaları yüzerden ikişer yüz ellişer franga kadar satabildim. Bu suretle sattığım resimlerin numarası on dörde ulaştı. Hatta bu yüzden kazandığım para ile de kendime epeyce mükemmel bir kütüphane tedarik ettim.”
“Hâlbuki o paraları yiyebilirdin. Kendi kazandığın parayı kendi istediğin gibi yemene kim mâni olurdu?”
“Bu paraları kendi istediğim gibi yemek bence kitaba vermekti. Sayenizde validemin tahsis etmiş olduğu ayda iki yüz frank ise beni öğrencilik âleminde pek güzel idare ediyordu.”
“Senin gibi kanaatkâr, iffetli ve çalışkan olan çocuktan beklenecek hareket zaten buydu. Dolayısıyla kazandığın parayı başka bir yolda harcamış olsaydın yine mesul olmaz ve gençlik nedeniyle mazur görülürdün.”
“Ben Paris’e gençlik nedeniyle mazur görülecek surette yaşamaya gitmedim! Tahsile gittim. Yaşamak ile tahsil maksadı birbirine uymayacak şeylerdendir. Bundan sonra sayenizde istediğim gibi yaşayabilirim.”
Hasta ihtiyar gözlerini göğe dikti. Ağzından söz çıkmıyor idiyse de bu tavrı oğlunu takdis ettiğine delalet ediyordu. Müteakiben oğlunun başını iki solgun ve titreyen elleri arasına alarak defalarca ve büyük bir istekle öptü.
Nekahet hâlinde bulunan hastayı tahammülünden fazla yormak üzüntüyü sebep olur ki, bu üzüntüden de hastalığın tekrarı derecesinde fenalıklar vukuya gelebilir. Şu noktadan olaya bakınca, Demir Bey, oğlu Mustafa Kamerüddin Bey ile ilk görüşmesinde bu kadar meşguliyeti biçareyi lüzumundan fazla olarak yormuş olacağını yine Feride Hanım dikkate aldı ve:
“Kavuşturan Allah’a çok şükür! Bundan sonra istediğiniz kadar görüşüp konuşmaya vaktiniz vardır. Ancak daha fazla yorgunluğa sebep olmamak için bugünkü mülakata artık son vermelidir.” demesiyle bu söz gerek hasta ve gerek oğlu tarafından memnuniyetle kabul olundu. Hastayı rahatlatmak için yatağına koydular. Ana ile oğul ise diğer odaya çekildiler.
Feride Hanım’ın kocası hakkındaki kötü zannı malumumuz olduğu gibi baba ve oğul tarafından hoş karşılanan şu teklifi de kadının kötü niyetine vermezsiniz değil mi? Oğul ile baba arasında mülakatın uzaması ve muhabbetli sözlerin çoğalması, bunların birbiri hakkındaki takdirlerini daha ziyade kuvvetlendireceği zannıyla Feride Hanım sadece buna meydan vermemek için oğul ile pederi birbirinden ayırmış olacağına inanmak da istersiniz değil mi? Hâlbuki biçare Feride Hanım aleyhinde bu derecelere kadar vesveseli olmayınız. Feride Hanım’ın bu hareketi hemen oğlunu babasından ayırıp da:
“Gel! Gel! Artık o ne olduğu belli olmayan herif ile mülakat yetti. Gel biraz da beni gör ki, onun hakkındaki düşüncelerimi sana hikâye edeyim. Bak o zaman da babanı muhabbete layık bir adam bulur musun?” demek için değildi. Oğlu ile bu hasbihâli açmaya her zaman vakit bulabileceği zaten bilinen bir şeydi. Feride Hanım hakikaten hastayı fazla konuşturarak yormamak için o düşüncesini ortaya koymuştu. Bunu ortaya koymakla isabet de etti.
Oğlu ile diğer odaya geldikleri zaman ise Demir Bey hakkındaki zanlarına dair hiç söz açmadı. Muhavereleri yine baba ile oğlun muhaveresi suretinde devam etti. Yani bir yandan Feride Hanım oğluna babasının hastalığı müddetinde ne kadar zahmet çekip ne derecelerde korktuğunu anlattığı gibi diğer taraftan da Mustafa Kamerüddin Bey üç senedir Avrupa’da kaldığı vaktini nerelere sarf etmiş ve neler öğrenmiş bulunduğunu validesine anlatıyordu.
Baba ile oğul arasında vuku bulduğu gibi oğul ile valide arasında da sarmaşıp koklaşmayı ve öpüşmeye sebep olan pek çok hâller vukuya geldi.
Nihayet akşam oldu. Demir Bey tarafından gösterilen arzu üzerine ana, baba ve oğul üçü birden sofraya oturdular. Demir Bey tabip tarafından izin verildiği derecelerdeki yemeğini kendi tabağında yediği gibi yiyemeyeceği ve fazla gelen yemeğini de oğluna ikram etmekteydi. Bu akşamki sofranın neşesi hakikaten ne kadar tafsil edilse yeridir. Bu ferahlık ise hasta üzerinde şifa bulma anlamında büyük tesir gösterdiğinden dakikadan dakikaya kuvveti arttığı âdeta ayan beyan görülmekteydi.
Yemekten sonra misafiri bundan sonra kendisine mahsus olması lazım gelen yatak odasına götürdüler. Orada gereken hizmetleri validesinin emir ve işaretiyle beyaz cariyeler görüyorlardı. Artık gerek cariyelerin ve gerek Mustafa Kamerüddin Bey’in kalplerinden birbirlerine meylettiklerine dair bir şeyler geçmeye başlayıp başlamamış olduğunu biz bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa o da burada uzun süre bulunmamasından dolayı kendi hanesinin yabancısı hükmünü almış bulunan Mustafa Kamerüddin’in bir hayli zaman uykusunu alamamasından, uykuya daldıktan sonra yorulmasından dolayı ölüm derecesine yakın ve derin bir uykuya varmış olması ve o uykuda sabaha kadar fasılasız devam etmiş bulunması durumundan ibarettir.

8
Ertesi gün Mustafa Kamerüddin Bey uykudan pek geç uyandı. O kalkıncaya kadar tabip gelip sabah ziyaretini yaparak gitmişti. Hatta bu sabah hastayı dün sabahkinden pek çok iyi bulduğunu da itiraf etmişti. Hele Feride Hanım dün hastanın oğlu ile ne kadar yorulduğunu anlattığı zaman doktor efendi bu kadar yorgunluk üzerine hastanın kuvvetinden kaybedeceği yerde bilakis dünkü kuvvetine nispetle daha iyi olduğunu belirterek memnun olmuştu. Ancak bu gibi yorgunluklar her zaman iyi tesir göstermeyeceğinden ve kötü tesiri daha ziyade olacağından bahisle hastaya oğlu ile konuşmalarını kısıtlaması tavsiyesinde bulunmuştu.
Mustafa Kamerüddin Bey uykudan kalkıp da pederinin yanına geldiği zaman Demir Bey:
“Gel benim acil ilacım gel! Dertlere derman oğlum gel!” diye fevkalade bir neşe ile oğlunu kabul ederek tabibin sözlerini de tebliğ etti. Bu tebligatın Mustafa Kamerüddin’i herkesten ziyade memnun edeceğine şüphe mi edilir?
O gün öğleden sonraya kadar pederiyle devam eden mülakatında hep Avrupa’daki tahsil ve müşahedelerini hikâye ile babasını yormaksızın eğlendirdi. Bu hikâyeler bir aralık hastaya ninni hizmetini görerek gözleri kapanıp tatlı uykuya varınca ana oğul cariyelerden birisini bekçi bırakarak hastanın yanından çıktılar, kendi odalarına geldiler.
İşte bu zamanı Feride Hanım oğlu ile hasbihâl için daha müsait bularak dedi ki:
“Mustafa! Umar mısın ki baban senin Fransızcayı ne kadar tahsil etmiş olduğunu takdir edebilsin?”
“Ne demek istediğini anlayamadım anacığım?”
“Hani ya demek istiyorum ki baban Fransızca bilmediği için senin tahsilinin derecesini takdir edemez sanırsın değil mi?”
“Gerçi beybabam Fransızca bilmez ise de gayet akıllı bir adam olduğundan yine benim tahsilimin derecesini pekâlâ takdir edebilir.”
“Gerçek babanın Fransızca bilmediğine kani misin Mustafa?”
Feride Hanım bu sözü söylerken oğlunun yüzüne o kadar manidar bir bakışla bakıyordu ki “Hani ya bu kanaatte isen senin aklına şaşacağım!” demek istediğini Mustafa Kamerüddin hemen anlamaya yaklaştı. Çocuğa bayağı bir alıklık geldi. Dedi ki:
“Muamma mı söylüyorsun anne? Yoksa ben Frengistan’a gider gitmez babam da Fransızca öğrenmeye mi başladı?”
“Onun gibi bir şey?”
“Öyle ise üç sene zarfında babam Fransızcayı mutlaka benden çok iyi öğrenmiştir. Babamda o akıl, o hafıza kuvveti varken bu lisanı öğrenmek onun için işten bile sayılmaz.”
“Gerçi babanın hafıza kuvveti pek büyük imiş! Fakat üç senede bir lisan öğrenmek derecesinde bir hafıza kuvveti değil? Öğrenmiş olduğu lisanı yirmi otuz sene sonra unutmayıp hâlâ o lisan ile konuşarak yaşıyormuşçasına bir bilmek ki olur olmaz hafıza kuvvetleriyle mümkün olamayacağı aşikârdır.”
Çocuğun arttıkça artan hayretini tam kendisince arzu olunan dereceye getirdikten sonra Feride Hanım:
“Evladım, baban Fransızcayı yeniden öğrenmeye neden muhtaç olsun? Fransızca babanın ana lisanıymış?”
Sözleriyle hastanın malum hayal gördüğü gece vuku bulan müşahedelerini başından hikâyeye başladı.
Validesi hikâyede ilerledikçe Mustafa Kamerüddin’in hayret derecesi de artıyordu. Birkaç defa:
“Anne, sakın yanlışlık olmasın! İhtimal ki babam Arapça yahut Arnavutça söylemiştir.” diyecek oldu ise de Feride Hanım:
“Ayol! Ben sözün Fransızca olduğunu anlayamaz mıyım? ‘Alon’, ‘bon’, ‘trebiyen’ gibi sözler Fransızca değil midirler? Fransızcada ‘siyon’lu kelimeler pek çok olmaz mı? Hasılı, bu kadar yıldır sen Fransızcaya çalışıp durduğun ve ben de seni dinleyip yattığım hâlde Fransızcanın Fransızca olduğunu anlayamayacağımı nasıl hükmedebilirsin?” diye oğlunu temin ediyor ve oğlu sükûta vardıkça hikâyesinde devam gösteriyordu.
Ta Demir Bey’in güya yaralanıp attan düşerek ölüm hâline geldiği noktasına kadar hikâyeye Feride Hanım devam etti. Mustafa Kamerüddin ise yalnız babasının öyle Fransız gibi Fransızca bilmesine hayretle değil; belki gayet garip bir roman gibi validesinin tasvir ettiği şeye de büyük bir hayretle dalıp gidiyordu.
Nihayet validesi Demir Bey’in eliyle malum olan acayip işareti icra ettiğini ve dolayısıyla kocasının asıl yalnız Fransız değil; Hristiyan olması da muhakkak olduğunu ifade edince Mustafa Kamerüddin birdenbire yerinden fırladı. Dedi ki:
“Aman anneciğim! Bu ne müthiş itham! Böyle bir şeye nasıl ihtimal verebiliyorsun?”
“Oğlum! İlk düşünce ve zannımın sıhhatine ben de ihtimal vermemiştim. Ancak bu zanların tümü tam hakikat olduklarını müteakiben maddi delillerle anlayıp gördüğüm zaman ciğerim parça parça oldu!” diye babasının iş odasını nasıl açtırdığını ve içlerinden neler çıktığını oğluna ayrıntılarıyla anlatmaya başladı.
Mustafa Kamerüddin sırrın böyle mertebe mertebe inkişafı üzerine renkten renge girerek kâh oluyordu ki gözleri içinde şimşek çakıyormuşçasına alevler peyda oluyordu.
Delikanlının bu dinleme esnasındaki hâl ve tavrını kocakarılar ağzından müthiş hikâyeler işitip dinleyen çocukların hayretli ve müthiş tavırlarına kıyas edemeyeceğimiz gibi en mükemmel tiyatroda en büyük olayı temaşa eden en hassas bir adamın hâline de kıyas edemeyiz. Eğer bir tabip bu anda Mustafa Kamerüddin’in kulağına neler girdiğini bilmeksizin yalnız hâl ve hareketlerini tetkik için nazara alsaydı mutlaka biçare delikanlının çıldırmakta olduğunu zannederdi.
Hâlbuki Mustafa Kamerüddin kendisinin çıldırmadığına emindi. Bilakis validesinin çıldırmakta olduğuna veyahut çıldırmış bulunduğuna kanaat derecesindeydi. Böyle hakikate yakınlığı bile olmayan koca bir vakayı hayal değil de gerçekmişçesine saçmalamayı, olur olmaz divanelerden bile bekleyemeyeceği ortadayken, validesinde cinneti hükmettirecek hiçbir emare görmemesi biçare delikanlıyı şaşırtmış bırakmıştı.
Validesi hikâyeyi bitirdikten sonra dedi ki:
“İşte evladım benden başka hangi karı olsa herifin asıl ve nesli bu suretle ortaya çıktıktan sonra kesin nefretini bir türlü yenemeyerek onu ölüme terk ederdi.
Fakat ben bunca yıllık evliliğe ve senin gibi bir oğul üzerindeki hakka hürmeten yine şimdiye kadar sabrettiğim gibi iyileşene kadar da sabredeceğim.”
“Hâlbuki bana yazdığın kâğıtta bu vakadan hiç bahsetmiyordun.”
“Bu sırrın ortaya çıkması sana yazdığım kâğıttan sonra vuku buldu. Hatta bu sırrın ortaya çıkması üzerine seni İstanbul’a çağırmış olduğuma isabetimi bir kat daha görerek teselli buluyordum.”
Aradan birkaç dakika sükût ile geçti. Bu sükût hâlinde Mustafa Kamerüddin’in derin derin düşünmekte olduğu anlaşılıyordu. Neden sonra o derin denizin dalgaları arasından güç hâl ile başını çıkarıyormuşçasına bir acizlikle davranarak validesine sordu ki:
“Bu dediğin eşya hâlâ orada mıdır?”
“Demek oluyor ki hâlâ inanmak istemiyorsun!”
“O demek değil amma… Şey! Demek istiyorum ki…”
“Dediğim şeylerin hepsi hâlâ oradadır. Hem de babanın yerleştirdiği gibi yerleştirilmiştir. Gerek oda ve gerek dolap kapılarına birer anahtar daha yaptırmış olduğumdan her ne zaman istersen birlikte gidip dolabı ziyaret edebiliriz.”
“Haydi, şimdi gidelim!”
“Hayır! Babanın uyanması yaklaştı. Şayet bu teşebbüsümüzden haberdar olacak olursa ya bizi perişan edecek bir muamelede bulunur veyahut hastalığı nüksederek bir daha dönmemek üzere felakete gider.”
“Öyle ise ne zaman bunları göreceğiz?”
“Akşam yatak zamanı gelip de yerli yerimize çekildikten sonra! Gerçi geceleri de baban bin defa uyanmakta ise de gece hizmeti için yanında halayıklar bulunmaktadır. O bizi uykuda zannettiği hâlde biz dolabı ziyaret ederiz.”
Mustafa Kamerüddin Bey için gece yatak zamanına kadar sabretmek ateşten şiddetli bir bekleme olacak idiyse de hemen o esnalarda hastanın yanındaki cariye gelip hanıma:
“Beyefendi uyandı! Sizi istiyor!” demesi Feride’nin hesabındaki doğruluğu ortaya koymuştu. Evvela Feride, hastanın yanına gitti. Demir Bey’in gönderdiği ikinci haber üzerine Mustafa Kamerüddin de pederi yanına vardı.
Bu haberi getiren cariye yavaş yavaş küçük beyefendiye ısınmakta olduğu cihetle:
“Büyük beyefendi sizi de istiyor efendim!” dediği zaman şu iki çift sözü cariyenin kendisince mutlaka manidar olması lazım gelen bir tatlı tebessüm ile söylemiş ise de validesinden işitmiş bulunduğu hikâye üzerine Mustafa Kamerüddin zihnen o kadar perişan idi ki kız bu tebessümünü daha ziyade tatlandırmak için olanca istidadını sarf edecek olsa Mustafa Kamerüddin Bey için bunun zevkine varmak yine imkânsız olacaktı.
Koştu, babasının yanına vardı. “Sakın validem babam hakkındaki nefretini gösterecek bir muamelede bulunmasın.” diye odadan içeriye pek korkarak girdiyse de bilakis validesini sanki kendisi ile o mühim hasbihâlde hiç bulunmamışçasına bir tavırda görünce memnun oldu. Hatta kendisi de içindeki durumu hakkında pederine renk vermemek için nefsini zorlamaya karar verdi.
Akşama kadar ana oğul hastanın yanında bulundular. Feride Hanım’ın hâl ve şanında kocası aleyhindeki kötü zannını gösterecek zerre kadar değişmenin bulunması şöyle dursun aksine evvelkinden şevkli, evvelkinden dostane, evvelkinden daha istekli tavırlar ile kocasından oğluna, oğlundan kocasına nazikçe hitap ederek asıl odak noktası kendisi oluyordu. Hatta hasta birkaç defa oğluna böyle güler yüzünden tatlı sözünden de müteşekkir kaldığını söyledi. Dedi ki:
“Oğlum! Şifayı veren Allah ise de benim şifama Allah’tan sonra tabipten ziyade validen sebep olmuştur. Bu kadar zamandır hasta yatıyorum. Bir gün olmadı ki hizmetim validene ağır gelsin de yüksünsün!”
Bu akşam yemeğini de familya halkı birlikte yediler. Hatta Feride Hanım, kocasının perhiz yemeklerini üç kişiye yetecek derecelerde yaptırmış olduğundan üçü bir tabakta yemek yediler ki, bu hâl biçare ihtiyara perhizini ve hastalığını unutturmuş ve sanki hiç hasta olmamış gibi çoluğuyla çocuğuyla yemek yediğini zannettirmişti.
Hastanın uykusu gelip de yatağa yattığı zaman dün geceden daha ziyade sıhhat ve afiyetle uykuya vardı. Ana oğul iki cariyenin ikisini birden odanın bir tarafında serilmiş olan yatağa yatırdılar. Fakat kulakları daima hastada olması tembihiyle odada bırakarak kendi odalarına çekildiler.

9
Kendi odalarına mı? Gerçi gerek hasta ve gerek cariyeler bu zanda bulundular ise de onların doğruca Demir Bey’in iş odasına gittikleri bize malumdur öyle değil mi?
Hastanın yanında kalan iki cariyeden birisinin ismi Mehtap diğerinin ismi de Afitap’tır. Mehtap yirmisini geçmiş ve Afitap otuzuna yaklaşmıştı. Fakat ikisi de isimlerine liyakatlerini ispat edebilecek fıtrat ve güzellikteydiler. Mehtap gayet sarışın, Afitap ise esmer dilberi bir kızdı. Güzellikten anlayan bir şair bunların ikisini de sena etmek isterse ikisinin de metih ve senaya layık pek çok cihetlerini bulur.
Mehtap şuh mizaçlıkta Afitap’a galiptir. Aralarında sekiz on yaş fark olması, yani Mehtap’ın nispeten daha pek genç bulunması bu şuhluğunu mazur göstermez mi? Gerçi Afitap ağır başlı bir kız sayılırsa da bu ağırbaşlılık nispidir. Mehtap’a nispetle ağır başlı sayıldığı hâlde kendisinden daha uslu akıllı bir kadın ile mukayese edilecek olsa ihtimal ki Afitap da şuh meşrep sayılır.
Bundan önce bir münasebet düşerek cariyelerin ikisi de Mustafa Kamerüddin’in Avrupa’ya gidişinden sonra satın alındıklarını söylemiştik. Bunlardan Afitap daha önce satın alınmıştı. Mehtap ise ondan yedi sekiz ay sonra satın alınmıştı. Dolayısıyla Afitap yalnız yaşça değil kapı yoldaşlık kıdemince de Mehtap’tan büyüktü.
“Herkesin kalp hanesinde bir aslan yatar!” demezler mi? Bu aslan herkesin kalp hanesinde ezelden mi peyda olmuştur, yoksa oraya sonradan mı girmiştir? Burasını tayin için tetkike ihtiyaç vardır. Fakat Afitap’ın kalp hanesinde aslan ister kendisi ile beraber halk olunmuş olsun, ister sonradan oraya girmiş bulunsun her hâlde Demir Bey’in şekil ve suretindeydi.
Ayıplanmaz ya! Bu yolda satın alınan kızcağızların türlü türlü ümitleri olur! Demir Bey’in yaşlılığı bu ümitleri kuvvetten düşürmez. Aksine takviye eder. Her cariye, hanımının kahrından efendisine ilticadan itibaren başlayarak hayallerini genişlettikçe genişletir. Çoğunlukla bu hâl efendilerde de görülür. Biçare cariyeleri evvela büyük bir merhametle himayeden başlayarak zevcesinin kıskançlığını arttıra arttıra nihayet cariyeyi odalık mertebesine terfi ettirir.
Gerçi bizim Demir Bey bu konuda daha cömert bir adam olduğundan sair efendilere asla kıyas edilmez ise de zavallı Afitap bu yolda sair cariyelerden başka değildi. İlk hayallerini arttırdıkça arttırmıştı. Efendisinin yüzüne gülmek ne kadar mümkün ise gülmüş, efendisinin nazarını çekmek için neler yapmak mümkün idiyse yapmıştı. Bu suretlerin hiçbirisiyle emellerine yaklaşamadığı hâlde yine ümitlerinden feragat edemiyordu.
Şuh meşreplikte kendisinden üstün olan Mehtap, kapı yoldaşının efendisi hakkındaki hayallerini anlayarak yavaş yavaş bu bildiklerini Afitap’a da anlattığı zaman ikisi arasında bir rekabet gayreti oluşmuştu. Nihayet Mehtap:
“Doğrusunu istersen ben öyle ağababam mertebesindeki bir ihtiyar için hiç de heveslenmem. Bizi azat edip birer kocaya verecekleri zamana kadar sabrederim.” yollu hakikatleri itiraf ile Afitap’a teminat verdiği için bu rekabetin şiddetini azaltmaya muvaffak olmuştu.
Bugün Demir Bey’in oğlunu davete dair verdiği emri Mustafa Kamerüddin Bey’e tebliğ eden Mehtap oldu. Hatta bu akşam ana ile oğul bunların itikadınca kendi odalarına çekildikleri zaman Mehtap şu delikanlı hakkındaki ilk düşüncelerini kapı yoldaşına anlatmaya da başladı.
Öyle ya! Hasta beklemek kolay şey midir? Hasta yanında gürültüsüz patırtısız bekçilik etmek, ağızdan kulağa fısıldaşmak nevinden hasbihâller ile vakit geçirilebilir. Dolayısıyla Mehtap dedi ki:
“Şu küçük bey her ne kadar genç ve yakışıklı ise de pek ekşi suratlı bir şey! Adamın yüzüne ne kadar sert bakıyor!”
“Demek oluyor ki sen tatlı surat gösterdin de…”
“Hayır amma… Demincek babası çağırdı. Haberini ben götürdüm. ‘Beyim sizi babanız istiyor.’ diye güzel güzel söyledim. Yüzüme öyle bir bakış ile baktı ki hemen beni tekdir edecek zannettim.”
“Demek oluyor ki onun da sana tatlı tatlı sözler söylemesini istiyordun öyle mi?”
“Sen büyük beye yaltaklanarak sözler söylediğin zaman ben seni ayıplıyor muydum?”
“Eğer oğlu da babası gibiyse ne ayıplamakta bir zarar var ne de ayıplamamakta bir fayda!”
“Oo! Besbelli ki oğlu da babası gibidir.”
Mehtap’ın Mustafa Kamerüddin Bey’i güya derhâl tanımış da verdiği hükümdeki isabetten eminmiş gibi davranması Afitap’ı bir hayli güldürdü. Dedi ki:
“Acele etme kardeşim! Daha ‘dün bir bugün iki’ denilecek kadar da zaman olmadı. Ne kadar olsa küçük bey gençtir. Senin ümidin benden daha kuvvetlidir. Hem senin arkandan dikkatli nazarlarını ayırmayacak bir hanım da yok!”
“Orası öyle ama…”
İşte iki cariye arasında bu suretle başlayan hasbihâlleri epeyce bir vakit uzadı gitti. Nihayet ikisinin de uykusu galebe ederek koyun koyuna yatağa girdiler, uyuya kaldılar.
Zaten bu biçare cariyelerin hasbihâlleri bizce ikinci üçüncü derecelerde bile dikkate değmeyeceğinden, yalnız konak içerisinde şöyle iki kalp sahibi daha bulunduğunu hatırlatarak odadan çıkmış olan ana ve oğla dikkatlerimizi çevirmemiz lazım gelir.
Bunlar iz kaybetmek için evvela her biri kendi odasına çekilmiş idiler. Aradan yarım saat zaman geçtikten sonra Feride Hanım şamdansız olarak kendi odasından yavaşça çıkmış ve oğlunun odası kapısına parmaklarının tersi ile ve büyük bir dikkat ile “tık tık tık tık” dört defa vurduktan sonra Demir Bey’in iş odasına doğru gidip kendine mahsus anahtar ile kapıyı açmıştı.
Mustafa Kamerüddin Bey de mumsuz olarak kendi odasından çıkıp validesinin arkası sıra pederinin iş odasına vardı. Orada ana oğul anahtarı kapının dış tarafından çıkarıp iç tarafındaki deliğe sokarak kapıyı yavaşça kapadıktan ve anahtar ile kilitledikten sonra odanın pencerelerini, perdelerini de indirip sağlam kapattılar. Sonra Demir Bey’in her zaman kullanmakta bulunduğu yağ tenekesi içine Feride Hanım’ın beraber getirdiği idare fitilini koyup şu suretle peyda olan kandili yaktıktan sonra dolabın da kapısını açmaya davrandılar.
Şu hâlde bu iki zatın heyecanlı ve endişeli telaşları görülseydi oraya mutlaka bir cinayet maksadıyla gelmiş hırsızlara teşbih olunurlardı.
Ama ne tuhaf manzara! Yanmakta bulunan fitil odayı tamamıyla aydınlatmaktan aciz! Dolayısıyla oda içindeki adamların işbu fitile karşı hasıl ettikleri gölge kendi tabii büyüklüklerinin birkaç misli büyük olarak öteye beriye gezindikçe ışığın yalnız bir tane olmasından dolayı o kocaman gölgelerin hareketleri kendilerinden daha hızlı hareket ediyordu. Kandil yerde bulunduğu için bunların gölgeleri yalnız duvarın yüksekliği kadar değil tavanı da istila ediyordu. Dolayısıyla büyük cüsseli adamlar sanki odaya sığamadıklarından cinayetlerini gerçekleştirmek için iki büklüm olmuşlar ve arkası sıra şuraya buraya doğru korkuyla koşuşuyorlar zannolunurdu.
Kâh öyle bir vaziyette yüz yüze bulunuyorlardı ki, yüzlerinin kandile karşı olan tarafları epeyce uzaktan gelen odanın ışığını yarı yarıya azaltıyordu. Bazen de âdeta oda kararıyordu. Dolayısıyla heyecanlı ve telaşlı bir hâlde bulunmasalar da birbirinin yüzüne dikkatlice bakabilselerdi birbirlerinden korkacakları aşikârdır.
Kendi haneleri içinde âdeta bir odayı soymaya çıkmış gibi olan şu ana ile oğul, aynen diğer adi hırsızlar gibi kendilerini ele verecek takırtılardan, patırtılardan korkuyorlardı. Hatta serbestçe konuşmaya bile çekiniyorlardı. Bir cinayet maksadıyla yola çıkmışlar gibi aralarında boğuk boğuk sesler ile konuşuyorlardı.
Gerçi şu odayı ilk incelediği zaman Feride Hanım korkunun bu derecesine lüzum görmemişti. Âdeta kendi odasının kapısını ve dolabını açtıran bir kadın gibi rahat davranmıştı. Fakat o zaman Demir Bey, hayatından ziyade mematına yakındı. Şimdi öyle mi? Hayata gereği gibi yaklaşmıştı. Odası içinde ufak tefek gezinmeye bile muktedir oluyor. Ya bir şeyden şüphelenecek olursa? Demir Bey gibi adamların şüphesinden, gazabından her zaman korkulur.
Eğer Feride Hanım, her ne olursa olsunu göze aldırmış bulunsa idi korkuların bu derecesine hiç lüzum kalmazdı. Fakat tedbirli kadın, oğlunu tamamıyla kendisine taraftar yapmak için işin sonunu getirene kadar tedbiri elden bırakmak istemiyordu.
Kısacası bütün tedbirler alınarak dolap açıldı. Feride Hanım Fransız askerî zabitlerine mahsus olan köhne üniformaları, şapkaları filanları ortaya sererek nihayet bir eline nişan mahfazalarının saklı olduğu torbayı ve diğer eline kâğıtları, resimleri filanları alarak dedi ki:
“İşte oğlum! Pederin hakkındaki zanlarımı tam hakikat olmak üzere bana hükmettiren şeyler bunlardır! Ah, meğer yirmi beş yıldır bir Fransız ile yaşamışım. Meğer sen de bir Fransız soyundan inmişsin!”
Bu söz validesinin bedbahtlığından ziyade Mustafa Kamerüddin Bey’in bedbahtlığını gösterecek bir surette söylenmişti. Hâlbuki Mustafa Kamerüddin, o zamana kadar pederini ifrat derecesinde sevmişti. Durum böyle olduğundan, validesi bu sırları bu şekilde ona açtığı zaman, velev ki pederi aleyhindeki bu sırlar doğru çıksın, validesi gibi olumsuz düşünmüyordu. Dolayısıyla validesinin sözüne cevaben demişti ki:
“Kendini ümitsiz üzüntülere kaptırma anacığım! Velev ki pederimin aslı Fransız olsun. Avrupalılardan din değiştirip Osmanlı hizmetine girmiş yalnız benim pederim mi vardır? Bir Hristiyan, Müslüman olduktan sonra, senin benim gibi kalubeladan beri Müslüman sayılır.”
İki elinde bulunan torba ve paketi oğluna uzatmış bulunduğu hâlde Feride Hanım oğlundan bu sözleri işitince ellerini geriye çekti ve bunları oğluna vermek istemiyormuşçasına bir tavır ile dedi ki:
“Vay Mustafa! Senden bu cevapları alayım diye mi seni sırlarıma ortak ettim?”
“Anacığım! Ben verdiğim cevabı senin gibi bir ümitsizlik üzüntüsüne kapılarak vermedim. Daha normal ve sakince verdim. Şu eşya babam hakkında beyan ettiğin zanları ispat edebilecekler gibi görmüyorum. Hâlbuki bu zanlar sabit dahi olsalar bundan dolayı babam mahkûm olamaz. Düşünmeliyiz ki sen yirmi beş yıldan beri, ben kendimi bildim bileli bu adamın Fransızca bildiğine olsun vâkıf olamamışız. Demek oluyor ki babam mensup olduğu milleti tamamıyla terk etmiş.”
“Şimdiye kadar bizi niçin aldatmış? Doğrusunu niçin söylememiş? ‘Yahu benim aslım şuydu, ama şimdi şuyum!’ deseydi boğazına mı sarılacaktık?”
“Orasını bilemem. Bildiğim şey, babamda sevilmeyecek, beğenilmeyecek hiçbir hâl olmamasından ibarettir. Aslının Fransız olması bile benim bu hükmümü redde medar olamaz. Hele ver şunları bir göreyim. Zaten işin hakikatine vasıl olmaksızın her ne söylemiş olsak boş ve beyhudedir.”
Feride Hanım oğlunun son sözünden yine ümitlendi. Torba ve paket içinden çıkacak eşya elbette pederinin asıl mensubiyeti hakkında oğlunda hiçbir şüphe bırakmayacağını dikkate alarak Mustafa Kamerüddin Bey’e yere oturmasını işaretle, kendisi evvela nişan mahfazalarını havi olan torbayı açtı. İçindeki mahfazaları birer birer çıkarıp kapaklarını açarak sıra ile oğlunun önüne koymaya ve Mustafa Kamerüddin de bunları birer birer eline alarak temaşadan sonra kendilerinden daha uzak bir yere yerleştirmeye başladı.
O anda bu nişanların her biri bu bilinmez şahsın sırlarının keşfi hususunu ortaya koyan deliller olarak ortadaydı. Mustafa Kamerüddin simasında peyda olan tatmin alametlerini validesine gösterip anlatıyordu. Hele Feride Hanım evrak paketini açıp da içerisindeki resimleri, beratları ve özellikle el yazıları ile yazılmış mektupları sergi gibi yere sermeye ve Mustafa da bunları muayene etmeye başladığı zaman çocuğun sanki bütün tüyleri ürpermişti. Bunlar karşısında damarlarındaki olanca kanı donmuş gibi acayip ve müthiş bir hâl peyda oldu ki Mustafa Kamerüddin’in bu hâline yalnız validesi Feride Hanım’ın değil bizim ve okuyucularımızın da özellikle dikkat etmesi gerekir.

10
Feride Hanım’ın evvela oğluna gösterdiği nişanlar Sardunya, İspanya ve Bavyera devletlerinin demirden veyahut mineli ve bir dereceye kadar gümüş yaldızlı dört beş nişanlarından ibaret idiler ki bunların tümü istavroz şeklinde oldukları malumdur. Bir de Fransa’nın Legion D’honneur nişanının dördüncü rütbesinden bir kıta nişanı vardı.
Bu nişanlar Mustafa Kamerüddin’in o kadar dikkatini çekmediler. Zira onlara nispetle madalyalar daha ehemmiyetli idiler.
Bu madalyalardan bir tanesi Fransa Kralı Louis Philippe’in cülusu yani Fransa’da Bourbon hanedanının büyük şubesi X. Charles’ın çekilmesiyle son bulan ve küçük şubenin iktidara gelişi üzerine miladi 1830 senesi tarihiyle verilen madalya idi. Diğeri Cezayir işgalini hatırlatmak üzere yine 1830 tarihli bir madalyaydı. Üçüncüsü Telmesan işgali üzerine 1835 tarihinde; dördüncüsü Şayka muzafferiyeti için 1836 tarihinde ve beşincisi de Kostantin Anlaşması üzerine 1837 tarihinde verilen madalyalardı ki, sahibinin Cezayir’de işbu savaşlarda bulunup büyük başarılar elde ettiğini gösteriyorlardı.
Madalyaların altıncısı 1848’de Louis Philippe’in düşürülmesiyle Fransa’da verildiğini hatırlatıyordu. Yedincisi 1839’da Cezayir’de Demirkapı adıyla meşhur olan savaş madalyası; sekizincisi yine madalya gibi ve 1840 tarihli meşhur Mazağran müdafaası nişanı; dokuzuncusu ise Dük Dumal emriyle Cezayir’de 1843 senesinde vuku bulan ve Ayn-ı Tâceyn muzafferiyetine mahsus madalyalar idiler.
Bu dokuz madalyayı Mustafa Kamerüddin tarih sıraları ile tertibe koymaya çalıştı. Dolayısıyla 1848 tarihli avam hükûmetinin madalyasının henüz tarih sırası gelmemiş olduğundan ayırdı. Elinde tuttu ve madalyaların kalanlarını da muayeneye başladı ki şimdiye kadar tarif ettiğimiz sıraya göre onuncusu 1844 tarihli ve İzli muzafferiyetini hatırlatıyordu. Mareşal Bogo adına verilen bir madalyaydı. On birincisi 1847 tarihinde Emir Abdülkadir’in nişanı olarak verilen bir madalya idi.
Madalyaların işbu on iki tanesi tarih sırası ile tertip olunduğu zaman Mustafa Kamerüddin elinde tutmakta bulunduğu madalyayı on ikinci olarak önüne koydu. Sonra madalyaların on üçüncüsü olmak üzere 1851 tarihli bir madalyayı eline aldı ki, sonradan Fransa imparatoru olan Prens Napolyon Bonapart’ın ilk gelişine dairdi. Ondan sonra madalyaların on dördüncüsü malum prensin üçüncülük unvanıyla imparatorluğunu kutlamak ve 1852 tarihiyle kaydedilmişti. On beşincisi ise Mareşal Mac Mahon’un yine bu tarihte Cezayir’in işgali üzerine ona olan itaatini tamamlamasını hatırlatıyordu. Nihayet on altıncısı Kırım Savaşı’ndan sonra Paris Antlaşması için 1856 tarihiyle basılmış bir madalyaydı.
İşbu madalyaları sıraya koyduğu zaman Mustafa Kamerüddin miladi 1830 senesinden 1856 senesine kadar yirmi altı senelik bir tarihin en önemli olaylarını düzenlemiş oldu.
Acaba bu madalyaları alan zat hakikaten kendi babası mıydı?
İşte bu nokta delikanlının en evvel nazarıdikkat ve hayretini çekmeye başlayan nokta oldu. En evvel düşündü ki şu madalyaların gösterdikleri yirmi altı senelik müddet üzerinden bir yirmi beş sene daha geçmiştir ki, o da pederinin Sinop vakasından sonra emekli olup kendi validesinin evliliğiyle geçirmiş olduğu zamandır. Bu hesapça yani 1830 senesinden 1856 senesine ve o tarihten şimdiye kadar tam 51 sene geçmiştir.
Tam Mustafa Kamerüddin bu hesapta iken validesi:
“İşte oğlum bunlar bir Müslüman’da bulunacak şeyler değildir ya! Bunların tetkiki ile babanın aslı nesli hakkında şüphen kalır mı? Nefretimde haklı olduğumu teslim edersin ya?” demişti. Buna cevaben oğlunun ağzından:
“Yok! yok! Hesabımız yanlış!” sözlerini işitince kadıncağız hesabın yanlış olmadığını ve ne olursa olsun zannında, nefretinde haklı olduğunu ispat edecek sözler söylemeye davrandı ise de müteakiben kendisi de anladı ki Mustafa Kamerüddin kendisine hitaben söylememiştir.
Hakikaten Mustafa Kamerüddin hesabın yanlışlığına dair olan sözleri validesine cevaben söylememişti. Önüne dizdiği madalyaları tetkiki ve düzenlemesi üzerine Mustafa Kamerüddin başka bir hesaba dalmış gitmişti. Hatta ilk sözünde devam ile kendi kendisine mırıldanmak nevinden diyordu ki:
“Elli bir sene olmayacak! Kırk sekiz, kırk dokuz sene edecek! Çünkü babam Sinop vakasını müteakip emekli edilerek emekliliğiyle beraber validemi de almıştır. Bu ise 1853 tarihine denk geliyor demektir. Paris Antlaşması madalyası ondan üç sene kadar sonra yani 1856’da imzalanmıştır.”
Feride Hanım oğlunun böyle kendi kendisine mırıldanmasını bir şüphe nazarıyla karşıladı. Mustafa Kamerüddin’in bu hesabı hangi neticeyi getireceğini sabırsızlıkla bekliyordu. Mustafa Kamerüddin ise madalyaların birisini alıp diğerini bırakarak ve kâh bir tarafını kâh diğer tarafını çevirip temaşa ve tetkik ederek hep kendi kendisine mırıldanmak nevinden diyordu ki:
“İlk madalyadan bugüne kadar kırk sekiz sene geçmiş ise pederim ilk madalyayı aldığı zaman acaba kaç yaşında bulunması lazım gelir? Babam şimdi sekseninde kadar vardır o hâlde…”
Şu son söz Feride Hanım’ın gayretine dokundu, bir eliyle oğlunun dizini dürterek:
“Aa! Sekseninde neden olsun? Yetmişinde bile yoktur.” demesiyle Mustafa Kamerüddin güya uykudan uyanıyormuş gibi dalgınlıktan baş kaldırdı. Validesine bir “Ha?” sesiyle izah gönderdi ise de validesinin vermeye başladığı uyarılara asla kulak vermeyerek yine kendi hesabına devama başladı. Hep sayıklarcasına mırıldanarak diyordu ki:
“Babam şimdi seksen yaşında var ise demek oluyor ki ilk madalya kendisine verildiği zaman otuz, otuz bir, nihayet otuz iki yaşlarında varmış. Huuu! Ne ömür? Ne vukuat? Babam tüm insani faziletlerini tamamlayarak tam da bir kâmil insan olmamış! Bu kadar ömrün tecrübeleri, şu madalyaların gösterecekleri olaylar, insanı bir canlı tarih hükmüne koyar. Her vakadan alınacak ibret, insanın dikkatli nazarını açtıkça açar. Fakat babam şimdiye kadar bizi bu sırlara niçin vâkıf etmemiş?”
“İşte ben de buna kızıyorum ya! Asıl nefret sebebim bu değil mi?”
Bu sözü söyleyenin Feride Hanım olduğu aşikârdır. Gerçi Feride Hanım bu sözü oğluna cevap olmak üzere söylemiş idiyse de Mustafa Kamerüddin “Babam şimdiye kadar bu sırra bizi niçin vâkıf etmemiş?” sualini validesine hitaben söylememiş olduğundan kendi nazarında validesinin cevabı tamamıyla hükümsüz kaldı.
Mustafa Kamerüddin’in şimdiye kadar ettiği hesaplar üzerine düçar olduğu hayret hemen kâfi iken bir de validesi evrak paketini açarak gözü önüne birtakım resimler, kâğıtlar serince delikanlının dalgınlığı, hayreti son mertebeye vardı. Türlü türlü resimler ile süslenmiş olan matbu kâğıtlar şu nişanların ve madalyaların beratlarıydı. Şöyle hızlıca bir göz gezdirdiğinde bunların hepsi Pierre Heyder namında bir zabite verilmiş olduğunu görünce “Heyder mi? Heyder mi?” diye gayet telaşlı bir suretle mırıldanmaya başladı. Güya matbu beratlar üzerinde okuduğu isimleri dosdoğru okumuş bulunmasına kendisinin de şüphesi varmış gibi bunları tekrar tekrar gözden geçirip hatta yanmakta bulunan kandile sokularak o şekilde de muayene ettikten sonra:
“Evet! Evet! Şüphe yok! Heyder! Ta kendisi!” diye hemen validesinin yanına gelip diğer evrakı da karıştırmaya başladı. Validesi:
“O Heyder kim oluyormuş? Babanın asıl ismi Heyder mi imiş?” yollu bin sual ile oğlunu sorgulamak istiyor ise de Mustafa Kamerüddin’de bu suallere cevap iktidarı şöyle dursun, sualleri anlamaya bile gücü kalmamış. Delikanlı olanca kudret ve kuvvetini zihninde tayin ettiği bir noktaya dikkatle diğer kâğıtları o kadar hırs ile karıştırıyordu ki her birini gözleriyle yiyecek zannolunurdu.
El yazısı ile yazılmış birkaç mektubu gözden geçirdi. Bu mektuplar kendisine gayet müthiş birtakım şeylerden haber veriyorlarmış da Mustafa Kamerüddin kendine hücum eden bunca dehşetlere karşı ne yapacağını şaşırmış kalmış olduğuna delalet edecek bin hadise, bin emare bir anda yüzünde peyda oluyordu. Hele:
“Beni buraya Allah getirmiş! Cenabıhak nice gizli hakikatleri ortaya çıkarmak için böyle yapmış!” yollu sözleri mırıldandıkça, validesi meraktan çıldırıyor idiyse de oğlunun aklını başına iadeye imkân yok ki sorduğu suallere cevap alabilsin de merakını halledebilsin!
Mustafa Kamerüddin’in mevcut kâğıtları karıştırması yarım saatten ziyade sürdü. Bu esnada eline geçen resimlere de büyük bir dikkatle bakarak onları da başkaca bir tarafa istif ediyordu. Derken resimler arasından bir kadın resmi çıktı ki bunu görür görmez delikanlının gözlerinden âdeta alevler fırladı.
Bu resim tirşe üzerine sulu boya ile yapılmış bir şeydi. Mustafa Kamerüddin’in mutlaka bunu bir kimseye benzettiği hâl ve şanından anlaşılıyordu. Ancak resim bir genç kadın resmi ise de yirmi beş yıldır şu paketin içinde mahsur kalmasına nazaran bu taze kadının şimdi artık bir gül gibi ihtiyar olmuş bulunması lazım gelmez mi? Fakat bu resmi Demir Bey’in oraya sonradan koymuş bulunması da hatıra geleceğinden işte bu şüphe delikanlıyı bir kat daha perişan etti.
Mustafa Kamerüddin bu resmi alarak tekrar kandile sokuldu.
Orada resmi dikkatlice seyretti. Hâline tavrına nazaran bu defa resmi tanımış olduğu anlaşılıyor idiyse de bu resim tanıdığı bir zata pek benzediğine şüphe olunamıyordu.
Böyle saatlerce müddet babasının gizlemiş olduğu eşyasını karıştırdığı hâlde anlayabildiği şeylerden validesine asla malumat vermemesi Feride Hanım’ı meraktan patlatmak derecesine getirmekle kadıncağız âdeta oğlunun iki elini tutarak dedi ki:
“Mustafa! Mustafa! Anladığın şeylerden beni de haberdar etmeyecek misin?”
“Daha bir şey anlayamadım valideciğim!”
“Hayır! Hayır! Sen pek çok şeyler anladın. Bir anda bin hâle giriyorsun! Babanın aslı Fransız olduğu sabit oldu mu, bana onu söyle!”
“Anneciğim! Babamın aslı Fransız olup olmadığını bilmem. Fakat şu evrak benim aramakta bulunduğum bir zatın evrakı olduğuna asla şüphem kalmadı.”
“Ya o zat da baban ise?”
“Zaten bu evrakın içinde büyük bir roman mevcuttur. Eğer bu evrakın sahibi babam çıkacak olursa o romanın ehemmiyeti bir kat daha artar. Sabret valideciğim! Tetkiklerimi icra edeyim de neticesinden elbette seni de haberdar ederim.”
Gerçi bu söz Feride Hanım’ı tamamıyla ikna edemediyse de oğlunda gördüğü fevkalade hayret hâline nazaran delikanlıyı daha ziyade zorlayamayacağını anladığından ve gece de pek gecikmiş olduğundan gece uykusundan tümüyle mahrum kalmamak için yatak odasına çekilmeye lüzum gördü.
Fakat Mustafa Kamerüddin’i oradan ayırmak mümkün mü? Özellikle kendisi odadan çıktığı hâlde delikanlıyı bunca gizli eşya ile orada bırakmaya imkân var mı?
Ana ile oğul arasında bir mübahase de bunun üzerine açıldı. Feride Hanım eşyayı yerli yerine koyarak oğlu ile beraber oradan çekilmek ve Mustafa Kamerüddin ise sabaha kadar bu evrakın tetkiki ile meşgul olmak görüşündeydi. Birçok münazaradan sonra delikanlı sabahtan evvel bu eşyayı tümüyle yerine koyup işin aslını bile belli etmeyeceğini validesine temin etmekle Feride Hanım odasına çekildi ve Mustafa Kamerüddin incelemesine devam etti.
İşini bitirdikten sonra eşyayı ilk bulunduğu hâl üzere yerleştirdi mi? Her şeyi yerli yerine koydu mu?
Evet! Yalnız malum kadın resmini bir gazete kâğıdına sarıp kendi odasına götürdü.

İkinci Kitap
Çiçekçi Polini

1
Henüz pek yakın bir yerde geçmiş olduğu için, okuyucularımızın hatırlarından çıkmamış olması beklenir ki, Mustafa Kamerüddin pederinin iş odasında validesiyle beraber bazı eski ve gizli evrakları karıştırdığı ve Feride Hanım bu evrak ile Demir Bey’in mensup olduğu milletin belli olup olmayacağına dair tekrar eden sualleriyle delikanlıyı sıkıştırmaya çalıştığında, Mustafa Kamerüddin “Heyder” ismini birkaç defa tekrar ederek, eğer mevcut evraktan ismi Heyder olduğu anlaşılan zat hakikaten kendi babası Demir Bey çıkacak olur ise bu işin içinde büyük bir romanın saklı olduğunu söylemişti.
Babası Demir Bey’in bu evraktan anlaşılan Pierre Heyder olduğu delikanlı nazarında ispatlanmış olsaydı işler biraz değişecekti. İhtimal ki nekahet hâlinin henüz tehlikesi bertaraf olmamış bir hastalık derecesinde bulunan babası üzerine bin türlü mühim sualler ile hücum ederek, kendisince ehemmiyeti son mertebede bulunan birtakım sırrın inkişafı için hasta ihtiyarın ayaklarını öpmek mertebesinde hürmet ile hastalığın bitmesine kadar sebebiyet gösterebilirdi. Fakat işin ehemmiyeti henüz bizce belli olmadığı hâlde, Mustafa Kamerüddin nezdinde pek belli bulunduğundan, bu meselede asla acele etmeyerek büyük bir metanetle davranmak lüzumu gerekli görüldü.
Öyle ya! Pederinin herkesten gizli tuttuğu evrak kendi evrakı olması ne kadar muhakkak ise kendisinden başka birinin evrakı olması ihtimali de o kadar muhakkak değil midir?
Fakat zikredilen evrak, babasının olmayıp da başka birisinin olsa bile hiç olmazsa şu Pierre Heyder, pederi huzurunda anlatılıp açıklığa kavuşması gerekir. Bu itiraf da öyle alelade bir itiraf sayılmaması gerekiyor. Pierre Heyder ile babası arasındaki münasebet o kadar kuvvetli olması icap ediyor ki, Pierre Heyder birçok sırrını Demir Bey’e emanet edercesine malum evrakı kendi eline teslim ediyor.
Kısacası şu Pierre Heyder’in tüm sırları Mustafa Kamerüddin’in bilgisi dâhilinde olduğundan, gayet latif bir romanın en mühim şahıslarından sayılacaktır. Biçare delikanlı bu adamı zaten aramakta bulunduğundan izini pederinin evrakı içinde keşfetmiş olmasından dolayı fevkalade memnun olarak zikredilen evrakı içinde bulduğu malum kadın resmini de almış odasına götürmüştü.
Mustafa Kamerüddin’in romanı içinde bu resmin mevkisini tayin için çok öncesine romanın başlangıcına gitmek gerekir. O hâlde de Mustafa Kamerüddin’in Paris’e gidişinden hikâyeye başlamak icap eder. Zira delikanlı bu defa Paris’ten İstanbul’a gelirken bu romanı öyle bir noktasında İstanbul’a birlikte getirmiştir ki romanın neticesi de ancak pederinin evrakının delaletiyle ele alınabilecektir.
Mustafa Kamerüddin, Demir Bey ile Feride Hanım’ın ilk oğullarıydı. Ondan sonra kadıncağız bir kız ile bir oğul daha doğurmuş ise de yaşayamayarak ikisi de birkaçar aylık masum oldukları hâlde ahret âlemine göçmüşlerdir.
Demir Bey ahlakında olan adamlar görünüşte hiç evlat düşkünü görünmedikleri hâlde hakikatte çocukları için en şefkatli, en gayretli babalar oldukları genellikle müşahede olunur. Demir Bey de oğlunun üç yaşına kadar kundakta, beşikte, ana kucağında, dadı kucağında geçirdiği zamanlar zarfında âdeta kayıtsız gibi görünerek, çocuğu öylesine kucağına alacak olursa birkaç şefkatli öpücükten sonra hemen dadısına iade ederdi.
Çocuk üç yaşını bitirip de hitaba, cevaba başladıktan sonra ise babanın oğla münasebeti kuvvet bula bula öyle bir dereceye vardı ki, artık ne babayı oğlundan ve ne de oğlu babasından ayırmak mümkün olamamaya başladı.
Bütün gün Mustafa Kamerüddin babasının yanında bulunarak, ihtiyar peder çocuğun kulağına birçok şeyler mırıldanır, ama çocuk bu sözleri anlar mı, Demir Bey orasını pek düşünmez. Bugün anlayamaz ise yarın anlayacağına inanır. Kendisi de çocuğa birçok sualler sorar. Ama çocuk uygun cevaplar vererek pederini memnun eder mi? Demir Bey’ce bunun da önemi yoktur. Bugün uygun cevap veremezse yarın verebileceği ümit ve beklentisindedir. Bizce önem verilecek şey babanın oğla verdiği mesajları âdeta büyük adamlar arasında konuşulabilecek malumattan ibaret bulunmasıdır.
Cennetmekân Sultan Selim hazretlerini, Demir Bey minimini Mustafa Kamerüddin’e onun zamanına kadar emsali gelmemiş bir müceddit olmak üzere öyle bir surette tanıtmıştır ki, çocuk âdeta Hazreti Sultan Selim’i gece rüyasında görerek ertesi gün:
“Baba bu akşam rüyamda Sultan Selim’i gördüm. Bir alay süvariyi talim ettiriyordu.” gibi haberlerle pederini memnun ederdi.
Hazreti Selim-i Salis gibi daha birçok meşhur adam ile de minimini Mustafa Kamerüddin artık neredeyse hayalen dostluk peyda etmişti. Mehmet Ali Paşa’yı, büyük Napolyon’u, Deli Petro’yu da rüyasında gördüğü olurdu. Hele silah ve gemi çeşitlerine dair bu çocuğun bilgisi olur olmaz büyük adamlarınkinden fazlaydı. Pederi ile geçen sohbetlerinde silahların kundaklarına, namlularına, harbilerine, bileziklerine, çakmaklarına, horozlarına, karşılıklarına, ot yataklarına, tetiklerine, korkuluklarına, yaylarına, zembereklerine, tulumbalarına, dipçiklerine, vidalarına filanlarına dair o kadar bahislere girişir idi ki, pek çok adamların bu isimleri bile işitmemiş olacakları aşikârdır.
Denizde iki gemi görecek olsa birinin diğerinden farkını Mustafa Kamerüddin’in tarif etmesi ve bu mesele hakkında babasıyla muhavereye girişmesi âdeta iki eski kaptan arasında bir muhavere çeşnisini gösterirdi. Zira şu geminin armasındaki ipler ile bu geminin iplerinin gemiyi nasıl dengede tuttuğu gibi en ince noktalara kadar bilgi sahibi olmuştu.
Hele Demir Bey’in oğlunu muhakemeye çekmesi en tuhaf sohbetlerden uzaktır. Çocuğa:
“Farz edelim ki sen şu kabahati etmişsin. Ben de seni sorgulayıp muhakemeye çekiyorum. Haydi bakalım o kabahati etmemiş olduğunu bana ispat et!” diye hiç aslı olmayan bir kabahat üzerine uzun uzadıya sorgu ve muhakemeye girişir idi ki yavrucağın bunu ispat için deliller getirmeye çalışması ve babasının bunları redde gayret etmesi gitgide baba ile oğul arasında bayağı bir mücadele, bir kavga derecesine de varırdı.
Beş altı yaşına kadar babası ile Mustafa Kamerüddin arasındaki muallimlik ve talebelik münasebeti bundan ibaretti. Ondan sonra harflerin heceleri ile Demir Bey oğlunu okutmaya yazdırmaya başladı. Özellikle hem okutup hem de yazdırmaya tahtasız başladı. Zira Tunus’ta mı, Trablus’ta mı, Mısır’da mı, yoksa Cezayir’de mi, her neredeyse Arapların cilalı bir tahta parçasını çocukların eline vererek elif harfini talim eder etmez o harfi yazdırmaya da başladıklarını ve dolayısıyla çocuk ne dereceye kadar okursa o dereceye kadar yazı yazmaya da başlayabileceğini Demir Bey gençliği esnasında öğretmişti.
Bu tarz öğretme şimdi bizim “yeni usul” diye almaya çalıştığımız, eski ve kadim usulümüz olduğuna dikkat buyruluyor ya? Bir usul ile altı yaşında eğitime başlayan bir çocuk on yaşına kadar mükemmelen okur, yazar bir adam olur ki, bundan yirmi, yirmi beş sene evvel değil; bugünkü günde bile bu başarıda olan çocuklar henüz nadir sayılır.
Demir Bey oğluna okuma ve yazmakla beraber okuduğu şeyi anlama eğitimini de vermişti. Türkçe olmayan bir kelime geldiği zaman:
“Bu kelime Acem yahut Arapçadır. Türkçesi şudur.” diye çocuğa o kelimeyi belletip bir daha unutmaması için de başka vakitler defalarca tekrar ettirirdi. Dolayısıyla Mustafa Kamerüddin Bey on yaşına geldiği zaman yalnız okuryazar bir çocuk olmakla kalmayıp okuduğunu bayağı anlar bir adam da sayılırdı.
Ondan sonra çocuğu Mısır ulemasından olan ve Beşiktaş’ta oturan bir ihtiyar zata öğrenci verdi. Her gün bahçıvan veyahut uşak ve şayet bunların işleri varsa bizzat Demir Bey çocuğu Beşiktaş’a götürüp iki saat kadar Mısırlı âlimin huzuruna teslim ederdi. Hatta Demir Bey, Mustafa Kamerüddin’i kendisi götürdüğü zaman öğretmenin huzuruna yalnız bırakıp kendisi diğer odada beklerdi.
Bunun hikmetini anlayabildiniz mi? Çocuğu bahçıvan yahut uşak hocasına götürdüğü günler çocuk döndüğü zaman Demir Bey o gün hocası neler söylemiş olduğunu sorup çocuğu cevap vermeye mecbur ederdi. Bir gün kendisi de derste hazır bulunduğu hâlde, dersten sonra hanelerine döndüğünde:
“Haydi bakalım! Bugün hoca efendi ne söylediyse bana tekrar et.” deyince Mustafa Kamerüddin:
“Sen orada değil miydin? Hoca efendinin dediklerini işitmedin mi?” cevabını vermiş ve dersten tekrardan kaçmak istemişti. Demir Bey anladı ki çocuğun kendisine dersi hatırlatması şunun içindi: “Babam bunları bilmiyor. Benden öğrenecek.” Dolayısıyla kendisi öğretmen huzurunda bulunmaz ise Mustafa Kamerüddin’e bilahare ders tekrar etmek istediğinde böyle şeylere başvuramayacaktı.
Nasıl? Demir Bey’i dikkatli ve hikmetli buluyorsunuz değil mi? Adamcağız bulduğunuzdan ziyadedir bile.
İki sene kadar Arabi öğretmenine devamdan sonra Demir Bey oğluna yeni bir ders daha vermeye başladı. Bu ise Fransızca dersi idi. Taksim’de Lazarist tarikatına mensup bir ihtiyar Fransız papazı bulunuyordu. Bazı Frenk, Rum ve Ermeni çocukları için ufacık bir mektep açmış ve her birinden beşer onar kuruş aylık almak üzere on dört on beş çocuğu oturduğu hanenin en büyük odasında toplamıştı.
Mustafa Kamerüddin Beşiktaş’taki Arabi dersinden döndükten ve kuşluk yemeğini yedikten sonra bu Lazarist’in mektebine devam etmekle mükellef edildi. Gerçi Feride Hanım bu Frenkçenin lüzumunu bir türlü zihnine sığdıramayarak bundan dolayı kocasıyla birkaç kavga ettiyse de Demir Bey:
“Karıcığım! Ben sana bu lisanın gereğini anlatmak için ne kadar çalışsam faydası yoktur. Fakat bilmiş ol ki ben Mustafa’ya Frenk lisanını öğreteceğim. Sen kabul etsen de etmesen de öğreteceğim. Artık bu kavgalarla boşuna kendini de beni de yorma.”
Kesin cevabını vermiş ve Demir Bey için sözünden dönmek mümkün olmayacağı Feride Hanım tarafından zaten muhakkak bilinmiş olmasıyla biçare kadıncağız sözünü kesmeye mecbur olmuştur.
Üç sene kadar Mustafa Kamerüddin Lazarist’in mektebine devam etti. Sonra ihtiyar papazın vefat etmesinden çocuk mecburen oradan alındı. Bir aralık Telgraf ve Posta Nezaretinde bulunmuş olan Ermeni ricalinden meşhur Ağaton Efendi kendi çocuklarından birisini işbu Lazarist’in mektebine koymuş ve o çocuğu pek severek aralıkta bir huzuruna kabul ettiği sırada çocuk ile dostluğu ileriye götüren Mustafa Kamerüddin’i de görmüştü. Demirzade ile tekrarlanan sohbet onun hakkında da bir muhabbet oluşturduğundan Lazarist’in vefatından sonra Ağaton Efendi Ermeni çocuğunu Telgrafhane’ye çırak ettiği gibi çocuk bu mesleği Mustafa Kamerüddin’e de teklif etmiş ve bu teklif Demir Bey’in pek hoşuna gitmiş olduğundan on beş yaşındaki Mustafa Kamerüddin Telgrafhane’ye çırak olundu. Fakat orada kalmadı. Telgrafçılığı kendisine meslek edinmedi. Telgrafın elektrik vasıtasıyla nasıl haberleşmeyi sağladığını merak etmiş ve bu ilmi öğrenmeye merak sarmıştı. Babasıyla bu yolda sohbete girişerek hikmet ve felsefenin tek başına yetmeyeceğini ondan önce matematik ilmini öğrenmek gerektiğini söyleyerek Avrupa’dan getirilmiş bir Fransız’dan matematik ilmini öğrenmeye başladı.
Bilginlerden birisi “Okudukça, öğrendikçe cehaletim arttı.” demiş. Bu sözün doğruluğu Mustafa Kamerüddin hakkında da vaki oldu. Tahsilde ileriye vardıkça tahsili lazım daha başka birçok şeyler bulunduğunu görüyordu. Nihayet Telgrafhane’de iki buçuk sene kadar kaldıktan ve fakat bu zamana kadar gerek Fransızcasını ve gerek ilimlerin başlangıcını gereği gibi öğrendikten sonra Avrupa’ya gönderilmesi için babasına yalvarmaya başladı.
Bu konuda Demir Bey’e yalvarmak lazım mı? Adamcağızın elinden gelse ihtimal ki daha çocuk iken oğlunu Avrupa’ya gönderirdi. Ancak validesine ne yapmalı? Validesine ki, evin tüm giderini karşılamak da onun elindedir. Feride Hanım ise oğlunu Frenk diyarına değil, Bursa’ya kadar göndermeye bile razı olamıyor. Bir tanecik ciğerparesini gözü önünden ayırmak istemiyor. Fakat Mustafa Kamerüddin validesine o kadar yalvardı, o kadar ağladı ki nihayet Feride Hanım çocuğun ricasını kabul etmeyecek olursa Mustafa’nın firar suretiyle bile Avrupa’ya gidebileceğini görerek rıza vermeye mecbur oldu.
İşte Pierre Heyder ismi de içinde bulunan romanın başlangıcı da bu gidiş oldu.

2
Bin sekiz yüz şu kadarıncı miladi senesinin ağustosunda idi ki, bizim Mustafa Kamerüddin on yedisini bitirmiş ve on sekiz yaşı içinde yaşamakta bulunmuş, zeki, terbiyeli bir delikanlı olduğu hâlde Paris’e vardı. Bu çocuğun talim derecesini bildiğimiz gibi, zekâsına delalet edecek bazı hâllerini işitmiş isek de ahlakına dair henüz bir haber almamışızdır. Ahlakını ise yakinen birtakım vukuat bize tasvir edecektir. Eğer ahlakça kuşkulu bir delikanlı olarak mühim bir roman âlemine girmesini istemiyor isek, şimdilik yalnız şu kadarcık bir haber ile idare edelim ki, Mustafa Kamerüddin ahlakta da Demir Bey’in oğlu olduğunu ve güzel ahlakını da herkese her zaman gösterebilecek bir hâldedir.
Paris’e tahsilini tamamlamaya giden bir adamın doğruca nereye müracaatla, nasıl yaşayacağı ve ne yolda eğitim göreceği hemen herkesin malumudur. Yani okuyucularımızdan birtakımı ya bizzat o yolda tahsilini tamamlamış veyahut idareleri, aileleri kendilerine sağladığı imkânlar dâhilinde tamamlamıştır. Birtakımı da şimdiye kadar üç dört romanımızda Paris’e tahsillerini tamamlamak için gönderdiğimiz delikanlıların hâllerine dair vermiş olduğumuz malumatlardan öğrenmiştir. Dolayısıyla ayrıntı vermiş olduğumuz malumatın dışında Mustafa Kamerüddin’in bu yoldaki hayatını ihbar yollu arz edelim ki:
İstanbul’dan hareketinden önce Paris’in en meşhur öğretmenlerinden birkaçına hitaben bazı tavsiye mektupları almıştı. Mustafa Kamerüddin bu mektupları yerlerine teslim ettikten sonra öğretmenlerden aldığı tembihler üzerine “Quartier Latin” denilen üniversite talebelerinin bulunduğu mahallede ufacık bir oda kiralamıştı. En ucuz lokantalardan birisine de abone olarak babası Demir Bey’in emrettiği matematik tahsili için belli programlar gereğince ilk sınıfta bir derse başladı ki bu ders Alman, İngiliz, İtalyan, İspanyol ve Türk’ten ibaret otuz beş kişiye, ondan fazla asıl Fransız talebenin de katılmasıyla bir sınıf oluşmuş oldu.
Kamerüddin’in derse ne kadar şevk ile başladığını tarif edemeyiz. Hatta Quartier Latin’de gerek Fransız ve gerek yabancı talebenin asıl işleri eğitim öğretim iken, ondan ziyade sefahat ve eğlence ile geçerdi. Bunlar arasında kese bir, fikir bir, zevk ve sefa ortak olarak yaşanılır iken Demirzade onlara asla uymayıp gecesini gündüzünü derse hasretti.
Bu şekilde üç dört ay devam etti. Gerçi muallimlerinin dikkatlerini üzerine çektiği gibi arkadaşlarının da gıptalarına düçar olduysa da yerli yabancı sekiz on bin talebenin toplanmış bulunduğu koca bir mahallede hepsinin yaşantısına muhalif olarak, tek başına ve yalnızca yaşamanın mümkün olamayacağını Mustafa Kamerüddin de hissetmeye başladı.
Bu çocuğun Quartier Latin’deki hâl ve mevkisini mukayese ederek güzelce tayin için bir içki meclisini tasvir ediniz. Orada bulunanların tamamı işrete, eğlenceye ve sarhoş edici meşrubatı içmeye hakikaten tapınıyorlardı. Yalnız bir tanesi kaçınıyordu. Kendisine bir kadeh teklif olunacak olsa kabul etmediği gibi biraz da filozofça nasihatlerde bulunuyordu. Onun bu kadeh teklifi kabul etmemesi arkadaşlarını memnun etmek için kâfi iken bu nasihatleri arkadaşlarını tamamıyla kızdırıp rahatsız ediyordu. Hâlbuki şu mecliste yalnız bir defa bulunacak değildir. Kendisi de o meclisin erkânından olmak üzere yıllarca orada yaşayacaktır. Bu hâlde barış ve uyumun oluşması için iki şeyden birisinin olması gerekmez mi? Ya işret ehlinin eğlence ve işreti terk etmesi veyahut ondan kaçınanın işrete alışması gerekmez mi? Birinci kısım katiyen imkânsız olduğundan, değişme de elbette ikinci kısımda görülecektir.
İşte bizim Mustafa Kamerüddin aynen bu perhizkâra benzedi. Fakat arkadaşlarının cemiyeti yalnız bir işret topluluğundan da ibaret değildir. Koca Paris içinde aşçı, hizmetçi, çamaşırcı, dikişçi kızlardan başka, tiyatro aktrislerine varıncaya kadar binlerce taze dilberlerin yabancı talebelerden kendilerine birer sevgili tedarik edebilmiş olanlarından başka, hep “etudiant” denilen bu üniversite öğrencilerinin arkadaşlarıdırlar. Yiyecek olarak bir çeşit yemek ve içecek olarak da birkaç şişe şarap bunları bir gececik bahtiyar etmek için kâfi gelir. Yarını düşünmek bunların umurunda değildir. Bir aylık harçlığını arkadaşlarına bir günde yedirmek derecesindeki cömertlik bu gençler için mecburi ise de aylık harçlığını bir günde yedirmeye karşılık kendisi de arkadaşlarından yirmi dokuz gün yiyip içmek hakkını kazanmış olur.
Ama yediğiyle tam doyamaz ve içtiğiyle istediği kadar sarhoş olamazmış. Bunda bir beis görülemez. Zira malum öğrenci arasında en ziyade hükmü cari olan hikmetli kural:
“Autant qu’on peut, pas autant qu’on veut.” düsturuyla gösterilir ki, yani: “Arzu olunduğu kadar değil, kudret yettiği kadar.” demektir. Hatta bu öğrenci arasında bulundukça servet sahibi olmanın bile faydası yoktur. Zira nakit paraları ne kadar olursa olsun elbette onu arkadaşça erittikten sonra, züğürtlük kendisini gösterecek ve dolayısıyla diğer arkadaşlara ihtiyaç duyulacaktır.
Bizim Mustafa Kamerüddin kendisini bu uygunsuz hayata kaptırmamak için birkaç ay nefsini zorladıysa da birkaç öğrencinin kendilerinden daha şuh, daha neşeli, hayatta lezzet almakta daha şen şakrak kızlar ile bir sofrada yiyip içtiklerini ve bir de gülüp oynadıklarını vesaireyi devamlı gördükçe gençlik sebebiyle ağzının suyunu akıtmaması mümkün olur mu?
Gençliğinin işbu hukukundan istifadeye isteksiz olan Mustafa Kamerüddin de kendi kendisine bir karar verdi. Hatta bir öğrenci için en fazla usluluk, ağırbaşlılık, tevazu, kanaat, perhizkârlık sayılacak şeylere daha da sarılmaya başladı. Bu suret ise sefahati tahsile tercih derecesinde vur patlasın çal oynasın âlemlerine devamları beğenmeyen birkaç delikanlı ile münasebetini arttırdı.
Mustafa Kamerüddin’in bu yolda seçtiği arkadaşlarından birisi İsviçre’nin Fransız kısmı ahalisinden Narto adında bir çocuktur ki, Paris’e heykeltıraşlık eğitimi için gelmiştir. Kendisi yirmi üç yaşında, yakışıklı ve özellikle hâli vakti epeyce yolundaydı. Diğer öğrencilerin gidişlerini asla beğenmediğinden ve bunları:
“Öğrenci efendiler güya hürriyetperest olmak iddiasındadırlar. Hâlbuki halkın hürriyetine asla imkân vermiyorlar. Benim parama onlar neden muhtaç olsunlar? Ben niçin onlar gibi yaşamaya mecbur olayım? Yarım litre sert rakıyı birden veyahut on şişe fena şarabı bir gecede içmek hüner miymiş? Biz buraya çapkınlık öğrenmeye mi geldik, ilim ve sanat öğrenmeye mi? İnsan zevküsefa da eder. Fakat her şeyin bir orta derecesi vardır.” diye muaheze ettiğinden bu fikir ve mütalaa Demirzade’nin fikir ve düşüncesine uygun gelmişti de Narto ile aralarında bir arkadaşlık ve kardeşlik hukuku oluşmuştu.
Bu iki delikanlı birlikte geçirecekleri akşamın programını önceden hazırlayarak hangi matmazelleri arkadaşlığa davet edeceklerini, nereye gideceklerini, neler yiyip içeceklerini kararlaştırırlardı ve o şekilde hareket ederlerdi. Hangisi programdan hariç beş paralık bir masraf edecek olursa, diğeri karşı çıkardı. Onu nihayet menedemeyecek olursa bu fazla olan masrafı program dışı sayarak yalnız ona ödetirdi.
Bu akıllıca olan hareket tarzı çarçabuk diğer öğrenciler arasında yayıldı. Küçümsenen Mustafa ile Narto’ya talebeler arasında “ikiler” adı verildi. Ama bunlar şu küçümsemelere kulak asmadılar. Gerek derslerine ve gerek eğlencelerine gittikçe intizam veriyorlardı. Seçmiş oldukları birer gecelik metresleri öyle en güzellerinden, en süslülerinden seçmek bunların kaidesine aykırı olmakla bu cihette bile kanaatkârlığa kendilerini mecbur ediyorlardı.
Üçüncü arkadaş olmak üzere bunlara Elzaslı Podar adında bir ressam çırağı katıldı. Podar, Mustafa ile Narto kadar servet ehli değildi. Bilakis fakirliği âdeta hatırı sayılacak derecelerde ise de güzel ahlakı, aklı ve davranışları pek ileride olduğundan bu arkadaş kendi maişetlerini ihlale değil; aksine daha ziyade ev işlerine, evin tanzimine hizmet edeceği şartıyla arkadaşlığa kabul olundu.
O akşam Quartier Latin’de talebe arasında mühim bir havadis derhâl yayıldı. Bilenler bilmeyenlere:
“Haberiniz var mı? ‘İkiler’ şimdi de ‘üçler’ oldular.” der idi ki, bu laf nerede tekrarlanırsa manalı manasız sürekli kahkahalara sermaye olurdu.
Arası çok geçmeksizin bizim “üçler”, ”dörtler” oldular. Lyon ahalisinden Pasteur adında bir Fransız da bunlara katıldı ki, Paris’e avukatlık diploması almak için gelmişti. Pasteur üç arkadaşın en yaşlısı olmaktan başka ilimce de en ileride olanıydı. Memleketinde hukuk tahsilini âdeta tamamlayarak Paris’e sadece bir iki sene çalıştıktan sonra kendisince en kıymettar olan Paris hukuk diplomasını almak maksadıyla gelmişti.
Şu dört arkadaş işlerini o kadar tanzim ettiler ki koca Quartier Latin mahallesinde bunlara benzeyen hiçbir öğrenci daha yoktur denilse mübalağaya hamledilemez. Evvela bunlar gibi arkadaş değil, kardeş bile bulunamaz. El birliğiyle ile bir ev kiraladılar ki, ufak bir yatak odası ve ondan daha büyük bir salon ile pek küçük bir de mutfaktan ibaretti. Fakat dört arkadaş için yatak odası pek küçük ve salon ise pek büyük geldiğinden bunlar salonu yatak odasına ve yatak odasını da salona çevirdiler. Ancak bu hâlde de salonun dört yatak alabildiğini zannetmeyiniz. Salon ancak üç yatak alabilmişti. Bu yetersizliği gidermek için her gece yatağın birisinde iki arkadaş nöbetle koyun koyuna yatmaya karar verilmişti.
Bunu sefalet mi sanıyorsunuz? Aksine bu hâl büyük bir refahtır. İki gece başlı başına bir yatakta yatılacak. Üçüncü gecesi çift yatılmaya katlanılacak. Hâlbuki öğrenci arasında sürekli çift yatanların nadir olmadığı gibi hiç yatağı bulunmayanlar bile nadir değildir. Eline para geçip de bir akşamlık yatak kiralamayı bahtiyarlık sayan bazı biçareler bir koltuk sandalyesi üzerinde, bir yemek sofrası altında geceyi geçirmeye mecbur oldukları gibi bir gazinonun bilardosu üzerinde sabah etmeyi, bir karyolada etmeye yüzde elli nispetinde eşit bulanlar dahi vardır.
Bizim dört arkadaşı sefil saymaya nasıl imkân tasavvur olunabilir ki! Paris’te “Herifin evinde mutfağı vardır” deyivermek en bahtiyarlar için ancak mümkün olabilir nimetlerden iken bizim dörtlerin mutfağı da vardır. Her gün içlerinden birisi vekilharçlık ve aşçılık hizmetlerini ifa için apartmanda kalıp akşam arkadaşlarının yemeklerini hazırlardı. Akşamüzeri salonu yemek odası hâline getirirlerdi. Arkadaşlar yemek yedikten sonra sofra eşyaları mutfağa yığılarak salonun salonluğu yine iade olunurdu.
Mutfak nöbetçisi kalan arkadaşın bir yandan kıyma kıyarak, bir yandan da derse bakması gerçi epeyce gülünç oluyor idiyse de şu külfeti kabule Pasteur’un bir hesabı mecburiyet göstermişti. Pasteur demişti ki:
“Yahu! Yiyeceğimiz bir külbastıdan, sürü sahibi olan adam kazanacak, çoban kazanacak. Salhaneci kazanacak, et satan kasap kazanacak. Bunlar elvermediği gibi bir de lokantacı mı kazansın? Lokanta kirası, aşçı, uşak masrafı filan çıktıktan sonra birkaç sene zarfında lokantacıyı servet sahibi etmek taahhüdünde bulunan yüzlerce, binlerce düşüncesizlere biz neden iştirak edelim? Mutfak kendimizin olursa yüzde yetmiş nispetinde kârlı çıkarız.”
O zamanlarda bu şekilde diğer öğrencilerden yüzde yetmiş noksanına yaşamak bizim dörtlere nasip olmuştu.
Bunların programı gereğince haftada yalnız bir gün yani pazar günleri eğlenceye ayrılmıştı. Bu eğlence elbette kendilerini beğendirdikleri dört kadın ile birlikte icra olunacaktı. Ama bu dört kadının seçilmesinde bir şart vardır. O ise, güzellikleri şöyle, terbiyeleri böyle olması tarzındaki şartlardan ibaret değildi. Belki kadınlardan ikisi kendi arkadaşına yine kendi evinde geceyi geçirtmek iktidarında bulunmasından ibaret bir şarttır.
Buna neden dolayı mecburiyet olduğunu galiba anlayamadınız! Eğlence geceleri salon, asıl eski hizmetine dönüştürülerek yatak odası vazifesini görecektir.
Bu hâlde yatak odasıyla salon birer çifti barındırabilecek ise de diğer iki çifte yatak odası bulunamayacaktır. Uyku zamanı geldiğinde onlar da arkadaşlarının evine gitmeye mecbur olacaklarından işte zikredilen şart bundan dolayı zaruret hükmünü almıştır. Hatta bir defasında evine misafir kabul edebilecek arkadaş bulunamamış idi de mutfağı da o gecelik yatak odası hâline çevirmeye lüzum görülmüştü. Tencereler, tabaklar, kevgirler, kepçeler ve diğer mutfak eşyası büyük yatak odasının karyolaları altına nakledildi. Sekiz tane hasır, iskemlenin dördü bir sıra ve dördü diğer sıra olmak ve her sıranın arkalıkları dış tarafa gelip makatları iç tarafta birleşmek üzere bir karyola tertip olunmuştur.
“İki gönül bir olunca samanlık seyran olur.” demişler. İki… Hayır, tüm arkadaşlarla beraber sekiz gönül bir olunca mutfak seyran olmaz mı?
Bizim dörtlerin bu tarzdaki yaşantılarına gülenler bir zaman sonra yavaş yavaş onları takdir ve alkışa da başladılar. Hatta birkaç kişi daha bunlara iştirak etmeyi teklif ettiyse de vuku bulan teklifler dört arkadaşın dördü tarafından oy birliğiyle ret olunarak:
“Bu tarz hayatımızı beğeniyorsanız, sizin de böyle birer yer hazırlamanıza kim mâni olur?” cevabını vermişlerdi.
Dörtler bütün kışı balolarla, tiyatrolarla geçirdikleri gibi derslerine de asla ara vermeyerek sınıflarınca da gelişimlerini temin ettikleri gibi ilkbaharın gelişiyle Paris’e civar olan köylere pazar günleri geziler tertip etmeye başladılar. Fakat bunların gezileri de başkalarına benzemiyordu. Dörtler için lokanta denilen şey gidilmesi en ayıp şeylerden sayıldığından köy gezisi yapılacak olan pazar günü için mutfak nöbetçisi daha cumartesi akşamından hazırlığa başlardı. Dört tavuk haşlaması ile birlikte ertesi gün için tavuk suyu ile bir alafranga çorba, bir alaturka pilav yapılacaktı. Bu şekilde en büyük zahireyi tedarikle beraber gezi malzemesinin esasını tesis etmiş olurdu. Mustafa Kamerüddin’in yalancı dolmasını kadınından erkeğinden kim yese doyamamakta olduğundan gezi için bir de yalancı dolma yapıldı mı artık ihtiyaç bir parça Hollanda peynirine ve biraz da tuzlu balığa kalırdı.
İçilecek şarabı Paris’ten götürmek lazım mı? Payitahta şarap ithali pek ağır vergiler altında bulunduğundan köylerdeki şarap Paris’e nispetle bedava sayılabilecek kadar ucuzdur. Zaten bu gezileri teşvik eden sebepler arasında kır güzelliğinden istifade derecesinde bol şarap içmek hevesinin de pek büyük üzüntüye sebep olduğunu da dikkatli nazarlardan uzak tutmamalıdır.
Dörtlerin böyle akıllı ve hesaplı hareketleri bilhassa öğrencilere arkadaşlık hevesinde bulunan kızlar ve kadınlar arasında şöhret buldu. “Hakkıyla eğlenmek isteyenler dörtlerle arkadaş olsunlar.” sözü Quartier Latin[4 - Paris’in en güzel turistik semti.] güzelleri arasında atasözü hükmünü aldı. Âdeta pazar günleri kendilerine refakat eden kadınlardan birtakımını nezakete aykırı düşmeksizin nasıl reddetmek lazım geleceğini dört arkadaşın müzakereye mecbur oldukları zamanlar da nadir olmuyordu.
Nihayet imtihanların vakti geldi. O zamanlar öğrencinin meşguliyeti senenin diğer mevsimlerine asla kıyas kabul edemeyecek derecelerde artan eğlenceler azalır. Bizim dört arkadaş ise eğlenceleri tümüyle tatil ettiler. Hatta dördü bir yerde olur ise, istedikleri gibi çalışamayacaklarını anladıklarından, ta yatacakları zamana kadar her biri ayrı ayrı yerlerde derse çalışmak mecburiyetiyle mutfak nöbetini bile unuttular. Ressam ile heykeltıraşlar “concours”[5 - Sınav, yarışma, mülakat gibi sözlük anlamları olan bir Fransızca kelimedir.] denilen yarışmaya koyacakları eserlerinin son düzeltmelerini yaparlardı. Pasteur ile Mustafa Kamerüddin ise zihinlerinin olanca kuvvetiyle bütün sene boyunca öğrendikleri dersleri tekrar ezberlemeye çalışıyorlardı.
Bu mesaileri ise pek ayıplanmadı. Dördü de huzurlarında imtihan verdikleri hocaların fevkalade övgülerine mazhar oldular. Bundan da nihayet derecelerde memnun oldular. Hatta bu memnuniyet üzerine dördü de o senenin tatil zamanlarını Narto’nun vatanı olan İsviçre’yi seyahatle geçirmeye karar verdiler.
Bizim dört arkadaşın İsviçre seyahatleri okuyucularımızın hayal edebilecekleri seyahatlerden olmadığından özellikle de izaha değer.
İlk önce nazarıdikkate alınacak şey, bizim dörtlerin hem züğürtlükleri ve hem de tasarrufa fevkalade riayetleri konusudur.
“Züğürt olan tabiatıyla tasarrufa riayet eder.” mi dediniz? Bu söz tamamıyla doğru değildir. Pek çok züğürtler vardır ki, tasarrufa hiç riayet etmezler. Ezcümle Paris öğrencisinin hemen tümü züğürt oldukları hâlde ellerinde avuçlarında bulunanı bir anda telef ederek geleceği düşünmek kaydında bile bulunmazlar. Yine pek çok kimseler vardır ki hem de tasarruflu. Bizim dörtler ise kudretlerinin yetebileceği şeylerde bile tasarruflu adamlardı. Tasarruf dereceleri de aşçılık hizmetini bile kendilerinin yapmasından anlaşılır.
İmtihanlardan sonra tatil zamanlarını Narto’nun vatanında geçirmeye karar verdikleri zaman Pasteur sordu ki:
“Hangi yolla gideceğiz?”
Podar: “Avrupa kıtasını örümcek ağı gibi trenlerin istila etmiş olduğu bir zamanda gidilecek yolu mu düşünüyorsunuz?”
Pasteur: “Yolu değil, tren ücretinin tasarrufunu düşünüyoruz.”
Mustafa Kamerüddin: “Yaya gitsek olmaz mı?”
Bu görüş üzerine arkadaşlarda bir kahkaha peyda oldu. Demir-zade görüşündeki isabeti ispat için trenle edilen seyahatte insanın etrafı temaşa etmeksizin rüzgâr gibi uçup gittiğini anlatmaya başladıysa da arkadaşlar bu filozofa kulak asmadılar. Narto dedi ki:
“Eğer doğrudan doğruya bizim memlekete yani Zürih’e gideceksek seçilecek yol Paris, Strazburg, Bale ve Zürih yoludur. En kestirme olduğu için, en ucuzu olur.”
Bu defalık İsviçre’ye gidilecek yolları ve burada trenlere verilecek ücretleri daha uygun bir tarife bulmaya çalıştılar. İkinci defa müzakereye başlandığı zaman Pasteur elindeki varakayı seslice okurcasına dedi ki:
“Paris’ten Strazburg ve Moloz yoluyla Bale şehrine, 643 kilometre! Tren hızıyla on beş saat elli beş dakika… Yolcu katarıyla yirmi saat otuz beş dakika… Birinci sınıf yetmiş iki frank, ikincisi elli dört, üçüncüsü otuz dokuz frank altmış santim.”
Podar: “Huuu! Dünyanın parası!”
Pasteur: “Bunun bir çaresi yük trenleriyle gideriz.”
Mustafa Kamerüddin: “Kendimizi tarttırıp kaç kilo gelirsek ona göre ücret vererek mi?”
Pasteur: “Hayır! Onun da tarifesi var ise de ilan olunmaz. Fakirler içindir. Fakat üçüncü sınıf kırk frank olduğu hâlde, yük treniyle on franka gidilebilir.”
Narto: “Tamam tamam! Dört kat ücret niçin verelim?”
Podar: “Fakat yük treniyle ne kadar zamanda gidebileceğimizi düşünüyor musunuz? Hattın boyu diğer katarlardan boşaltılacak! Bir katar teşkili derecesinde vagonlar birikecek de ondan sonra sevk olunacak! Kim bilir kaç günde varırız.”
Mustafa Kamerüddin: “Kaç günde varır isek varalım. Bir memuriyet işine yetişmek için gitmiyoruz ya?”
Podar: “Gerçi orası da öyle! Hangi istasyonda durmaya mecbur olur isek etrafı gezip tesadüf edeceğimiz güzel kızların resimlerini alırız.”
Dört arkadaşın dördü de yük vagonlarıyla gitmeye karar verdiler. Hatta trenlerin içindeki lokantaların en pahalı şeyler olduğu bunların malumu bulunmasıyla Paris’ten tedarik edecekleri malzemeyi dört kısma ayırıp her birini yol çantalarına birer miktarını yerleştirmeye kadar yol ihtiyaçlarını da pek etraflıca düşünüp icra ettiler.
Paris’in şark istasyonundan hareket ettikleri gün şu dört delikanlının şevkleri, sevinçleri, neşeleri bin bahtiyara gıpta edilecek derecedeydi. Beygir sevkine mahsus olan vagonlardan birisini bizim dörtler hâlindeki diğer yirmi kadar fakir seyyaha tahsis ettiklerinden yolcuların kimisi, ya yem yiyen beygir taklidini yapar ya diğerine çifte atardı. Hele birisi yolcular arasındaki bir fakir kocakarıyı kısrak sayarak, şahlanıp kişniyordu. Velhasıl her biri o kadar farklı hareketlerde bulunurdu ki, katar memurlarını bile kahkahalarla güldürürlerdi.
Yol esnasında bunlar bahtiyarlıklarını birbirine ispat için “Sanki yük katarıyla gitmekte ne beis varmış? Kadife kanepeler üzerinde oturmuyor isek, Paris’teki odamızda da kadifeler üzerinde oturmuyor idik ya? Seyahate bakalım seyahate? İşte yük treni dahi sürat treninden daha yavaş gitmiyor.” tarzındaki sözlerin binini bir ağızdan söylüyorlardı. Fakat kaç saat sonra Şalon mevkisine geldiklerinde meğer kendi katarlarını teşkil eden vagonların yarıdan ziyadesi orada kalacağından diğer yarısını sundurmalar altına çektikleri zaman bizim yolcular Şalon’dan ileriye kendileri için yol kapalı olduğunu görüp biraz hayıflandılar. Podar’ın:
“Ne üzülüyorsunuz be? Etrafı temaşa ederiz.” demesi arkadaşların ümitlerini yeniledi. Katarın ancak ertesi sabaha kadar birikecek diğer yük vagonlarıyla yola çıkacaklarını memurlardan öğrenmeleri üzerine dörtler etrafı gezmeye çıktılar. Akşama kadar gezdiler. Akşam olduğu zaman geceyi nerede geçireceklerini müzakereye başladıklarında Mustafa Kamerüddin:
“Artık masrafa bakmayıp lokanta, meyhane, han gibi bir yerde geceyi geçirmeliyiz.” demiş ve Narto:
“Yük trenlerinin fiyatı ucuz ise de şu yolda sebep olduğu masraf yine pahasını arttırıyor.” itirazını ileriye sürmüştü Pasteur:
“A la belle hotel an biuvac a la militaire, yani en güzel otel olan asker gibi kırda.” deyince cümlesi bu fikri kabul etti. Zaten yiyecekleri de çantalarında bulunmakla büyük bir yaban kestanesi altını o gece kendilerine mesken seçtiler.
Yaş yirmi ile otuz arasında olur, meslek talebelik bulunur da dört kafa da bir yerde toplanırsa, zevki çıkarılmayacak hâl mi tasavvur olunur? Böyle dört genç zindana atılmış olsalar, zindanı bile kendilerine eğlence kabul ederler. Hele mevsim haziran sonları olduğundan ağustos böceklerinin cırıltıları, kurbağaların vakvaklarına karışarak, tek tük bülbüller ile rekabete çıkmaları ve ateş böceklerinin, denizcilere doğru yolu gösteren döner fenerler gibi kâh ışık saçarak kâh kapanmaları ve özellikle gayet sıcak bir gündüzü gecenin latif serinliği takip etmesi misafir oldukları yeri bizim delikanlılar nazarında cennet etmiş bırakmıştı.
Gecenin yarısından fazlasını uyanık ve neşeli bir hâlde geçirdiler. Sonra uykuya daldılar ki, ertesi sabah güneşin ziyadece kızdırması ve sineklerin inekleri bile rahatsız etmesi bunları güçlükle uykudan uyandırabilmişti. Hemen tren mevkisine koştular. Bereket versin ki koştular. Zira yük treni hemen hareket etmek üzere bulunduğundan ahır vagonuna güçlükle can atabildiler.
Şalon’dan hareket eden tren Sen Dizye mevkisine geldiğinde Şumun’dan gelmiş olan diğer yük katarlarını da takarak Barlo Dük yolunu tuttu. O gün ikindi üzeri Nansi’ye vardı. Bizim dörtler Nansi’de de bir gece geçirmeyi pek arzu ettiler ise de dünyada insanın her arzusu yerine gelir mi? Katar Nansi’de durmayarak Strazburg yolunu tuttu. Fakat her mevkide bazı vagonlar bırakarak diğer bazılarını almak suretiyle gece yarısına doğru Strazburg’a vardılar.
Gece yarısından sonra Strazburg’da kendilerini nerede barındırabilsinler? Gerçi misafirhaneler yok değildir. Ancak beş franktan aşağı yatak yok. Pasteur:
“Şu vagon içinde sabahı edemez miyiz?”
Fikrini dile getirdiyse de bunu müzakereye fırsat olmadı. Zira vagonları yoklamaya gelen memur bu efendilere derhâl istasyondan dışarıya çıkma lüzumunu büyük bir nezaketle anlattı.
Bu defa da Pasteur’un fikri mecburen kabul edildi. O fikir gereğince sabaha kadar Strazburg sokaklarını gezdiler. Bundan memnun dahi oldular. Zira sokakların tenhalığından istifadeyle büyük ve yüksek binalarını istedikleri gibi temaşa edebildiler.
Paris’ten hazırlamış oldukları yiyecekler bu gecenin sabahında bitmiş idi. Ama bu da kendilerini ümitsizliğe düşürmedi. Zira Strazburg şehri Paris’ten pek ucuz olduğundan yeniden tedarikine mecbur oldukları yol ihtiyaçlarını daha uyguna tedarik edebildiler.
Strazburg’dan Bale şehrine yük treni bulunmadığını araştırdıkları zaman epeyce üzülmüş idiyseler de müteakiben yüke mahsus boş trenlerin Bale’a gideceğini haber alınca bu ümitsizlik da sevince dönüştü. Tevafuka bakmalı ki elli kadar boş vagondan ibaret bulunan trende bizim dörtlerden başka yolcu yoktu. Bir sevince de bu hâl zemin oldu. Pasteur dedi ki:
“Tren spesiyal! Yani özel tren ile gidiyoruz. Böyle bir şeref ancak prenslere mahsustur.”
Hele Bale şehrinde boş vagonlara ihtiyaç çok olduğu için bu tren hakikaten sürat postası kadar hızlı gitmesiyle birkaç saat sonra Bale şehrine varmış oldular.
Dört arkadaşın Zürih seyahatlerinin ilk kısmı burada nihayet bulmuştu. Bale’dan da Zürih’e gitmek için hemen tren mevkisinde duvarlara yapışmış olan matbu tarifeleri okumaya başladılar. Malum ya? Görev Pasteur’da olduğundan gözleri tarifeye dikilmiş olduğu hâlde ağzından şu kelimeler çıkıyordu:
“Ard ve Baden yoluyla Bale’dan Zürih’e seyahat, yüz iki kilometre, dört saat bir çeyrek müddette sürat postasıyla, on bir saat kırk dokuz dakika zarfında adi postayla. Birinci sınıf on frank yirmi santim, ikinci sınıf yedi frank beş santim, üçüncü sınıf dört frank seksen santim.”
Dört arkadaş bu yolu da yük vagonlarıyla katetmek kısmını düşündülerse de Narto:
“Hayır! Ya dörder frank seksener santimi verip üçüncü sınıfa binmeli veyahut şu yüz iki kilometre mesafeyi yaya olarak yürümeli.” demiş olduğundan yük treni hesabı kesin ortadan kaldırıldı. Tren ile veyahut yürüyerek gitmek kısımlarından hangisi tercih olunacağı müzakereye girişildiğinde yine Narto fikrini beyan ederek:
“Mesafenin yüz iki kilometre olması trenin evvela Ard kasabasına gittikten sonra Baden’e dönmesi hesabıyladır. Hâlbuki Bale’dan doğrudan doğruya Baden’e giden karayolu, on üç kilometreden ibarettir ki, iki günde kat olunabilir. Oradan Zürih ise ancak bir günlük yoldur.” demesiyle Podar bu seyahat esnasında resmi alınacak birçok şeyler görüleceğini söyleyerek Narto’nun fikrini benimsediği gibi Mustafa Kamerüddin de bu görüşe dönünce Pasteur için muhalefete lüzum kalmayarak dört arkadaş yolun kalanını yaya kat etmekte ittifak ettiler.
Gerçekten delikanlıların bu kararları her yönüyle uygundu. Zira İsviçre denilen yer, latif dağları, ormanları, vadileri, ovaları, dereleri ve gölleriyle Allah’ın bir memlekete bahşedebileceği güzelliklerin tümünü içinde barındıran latif bir memleket olduğu gibi; orada yaşayan insanlar da oranın imarı için yüzlerce seneden beri çalışıp, orasını Avrupa’nın en mükemmel, en güzel bir memleketi hâline koymuşlardır. İnsanın maksadı gezmek, tabii ve suni görülmeye şayan şeyleri görmek olduğuna göre Bale’dan Zürih’e kadar gidilecek olan mesafeyi tren ile kat etmeye asla lüzum görülmez.
Ne gerek var! Her sene yüzlerce İngilizler Mont Blanch Dağı’nın tepesine kadar çıkmak zahmetini çekmezler mi? Gayet nazik, nazlı kadınlar da bu yolda erkeklerine uymazlar mı? Mon Blanch Dağı’nın letafeti bu zahmete değdiği hâlde; Kuzey İsviçre’nin güzellikleri hangi zahmete değmez?
İşte bu mukayese bizim dört arkadaşın dördü tarafından da benimsendi. Dördü tarafından da tasdik olundu.
Bunların yol çantaları zaten asker çantaları gibi, yani arkaya takılacak surette olduğundan çantalarını sırtlayıp yağmurluklarını da çantaları üzerine tokaladılar. Ellerine birer uzun baston alarak yola düzüldüler.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/demir-bey-yahut-inkisaf-i-esrar-69429118/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
“İşinin sonunu düşünmemek pişmanlığa sebep olur” anlamında kullanılmış. Yani işinin sonunu düşünmeyen ve körü körüne o işi yapan bir gün muhakkak pişman olur, demektir.

2
Anneler.

3
Sivrisineklerin ısırması sonucu bulaşan sarı humma virüsünün neden olduğu ciddi bir hastalık.

4
Paris’in en güzel turistik semti.

5
Sınav, yarışma, mülakat gibi sözlük anlamları olan bir Fransızca kelimedir.
Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar Ахмет Мидхат
Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ahmet Mithat Efendi, din değiştiren iki Fransız’dan Vikont Alphons Duran ve Polini Heyder’in Müslümanlığı kabul etmelerinin ve aşk yoluyla kesişen yollarının ilginç öyküsünü anlatıyor. Bu birliktelikle birlikte sır kalan Demir Bey’in hikâyesi de açığa kavuşurken kaderin hayatın akışını nasıl değiştirebildiğini de gözler önüne seriyor. "İnsan bir meselede ne kadar ümitsizliğe düçar olursa olsun, kesinlikle bir ümit köşeciği, az da olsa, yine ümide vesile olur. İdama mahkûm olan caninin cellat önünde baş eğmesiyle celladın satırı inmesi arasında da mutlaka bir ümit hüküm sürer ki Victor Hugo ′Bir İdam Mahkûmun Son Günü′ adındaki eserinde bu ümidi pek hikmetli bir surette göstermiştir."

  • Добавить отзыв