Cehennemlik

Cehennemlik
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Romanlarında mizah ögelerine sıklıkla yer veren Hüseyin Rahmi’nin bu eseri, daha çok dram barındırmasıyla diğer eserlerinden ayrılır. Yazar, “Cehennemlik”te akla kazınacak ibret vesikaları sunmaktadır. En küçük bir mikroptan dünyasını değiştireceği vehmine kapılan ihtiyar Ferruh Efendi, kendisine gençlik aşılasın diye genç bir kadınla -Cazibe Hanım- evlenmişti. Kardeşi Ferhunde Hanım ise kendinden oldukça yaşlı Sabri Bey ile evliydi. Bu iki ihtiyar adam, genç karılarından gençlik aşısı beklerken Cazibe ve Ferhunde hanımlar kanlarında kaynayan ateşin coşkunluğu ile cehennemin kapılarını aralıyorlardı. Ferruh Efendi ölümü uzaklaştırmak için mikroplardan köşe bucak kaçadursun tüm aile manevi mikropların etkisi altında, cehennemin yemesi hoş ama sonu acı meyveleriyle zehirlenerek yaşadıkları yere Azrail’i âdeta davet ediyorlardı… “Zuhur eder hemen sarılık Kalbe, nefese gelir darlık Yavaş yavaş söner sağlık Mesken olur sana mezarlık.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Cehennemlik

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

I
MERAK İLLETİ
Mevsim kış. Hava kapanık. Ağır, sıkıntılı, alçak, esmer bulutlar ara sıra hafifçe titreyen meşbu[1 - Meşbu: dolmuş, dolu durumda olan, dolu, doymuş. (e.n.)] sünger dolgunluğu ile sızıyor. Ortalığa pülverizatörden[2 - Pülverizatör: Püskürteç. (e.n.)] saçılır gibi ince bir rutubet dökülüyor. Asabi insanları kalp sıkıntısından bitiren kapanık bir gün.
Hasan Ferruh Efendi … köyündeki yalısının denize bakan bir odasında, kendi isteği ile kapandığı mahbesinde oturuyor.
Bu odaya ilk defa giren bir adam burasını bir eczane zanneder ve pek de yanılmış olmaz. Burada çeşit ve miktarca şöyle böyle eczaneler ile boy ölçüşecek kadar ilaç vardır.
Yalı sahibi, korkunç bir hipokondriye, yani merak hastalığına uğrayalıdan beri okumaktan bir tat alamaz olmuş, koca kütüphanesini boşaltıp rafları baştan başa ecza şişeleri, kavanozları, kutuları ile doldurmuştu. Bundan başka, oturduğu sedirin yanlarındaki iki büyük etajer de yine öyle birer ilaç sergisi hâlinde idi. Yalnız yanı başında çeşitli hastalıklara ait Türkçede bulabilmiş olduğu sekiz on kitap dizili dururdu. Ara sıra bunlardan beş on satırını okur; rastladığı hastalık belirtilerini tekmil kendi vücudunda duyup merak helecanlarına düşerek kitabı elinden atar, baygınlıklar geçirir.
Gazetelerde bulduğu hastalığa ait hekimlik makalelerini ezberlercesine birer dikkatle tekrar tekrar okur, bunlardan çıkarabildiği akılalmaz birtakım hükümleri vücudunda tatbik ve mukayeseye girişir, biraz düzeldiği zamanlarda bile bu yüzden yeniden hasta düşer.
Hele gazetelerdeki, en müthiş illetleri bir günde bıçak gibi kökünden kesmek iddiasıyla iyileşmek vadeden, şarlatanlık ağız doluluğu ve kandırıcılığı ile övülen ilaç ilanlarında her ne görülürse ertesi günü o şişe yahut kutu odadaki rafların birinde mutlaka yerini alırdı.
Hasan Ferruh Efendi’nin asıl hastalığı ne idi? Yıllardan beri bunu adamakıllı keşfe ne kendi ne de bir hekim muvaffak olabilmişti. Kendine bakılırsa vücudu bir hastalık topluluğu idi. Yanında birkaç sahifelik bir hastalık listesi okunsa bunların hepsinin kendinde varlığını iddia eder; sinir, kalp, ciğer, böbrek, bağırsak, sidik yolu, romatizma, şeker hastalığı ve daha başkaları sayılabilecek hastalıkların kendisinde olduğunu söylemekten usanmaz.
Kendini muayene eden doktor, vücudunun herhangi bir noktasına parmağını dokundurarak “Burada ağrı var mı?” diye sorsa hemen evet cevabını alır.
Onun ağrımayan bir yeri yoktu. Kendisinde bulunduğunu sandığı hastalıklardan hiçbiri olmadığı, en usta hekimler tarafından her ne türlü inandırıcı suretlerle temin edilse inandırmak kabil olmaz.
Ve her vakit şu cevabı verir:
“Olmadığını söylediğiniz hastalık, hani olacak şey değil ya, bugün bende bulunmasa bile ileride benim böyle olmaya istidadım var. Bir gün mutlaka tutulacağıma şüphe etmem. Teminatınıza teşekkür ederim. Hekimlerin asıl vazifelerinden biri de tesellidir. Fakat Cenabıhak beni teselli ile iyileşebilecek kadar ahmak yaratmamıştır.”
Pire ısırığı ile vücudunun bir tarafı kızarsa bundan kanser belirtisi kaşıntılar çıkmasını günlerce bekler.
Bu adama “Hasta değilsin, bir şeyin yok…” demek kadar büyük bir hakaret olamaz. Hemen “Ölsem yine inanmayacaklar!” sızlanmasıyla bağırır, tepinir. Böyle tesellide bulunanları acımazlık, gaddarlık, belki de bu zalimce iddianın kendinde meydana getireceği hiddetle kanını döndürerek hayatına kasıtta bulunmak hainliği ile ithama kadar varır.
“Vah vah! Pek hastasın!” mübalağası ile ümitsizlik gösterenlerden de hoşlanmaz. Her vakit onun hastalık durumunu yaşamakla ölmek arasında değişmez şekilde orta bir hâlde gösterecek sözler bulup da söylemek lazım gelir.
Bu ölmez hastanın üç doktoru vardır. Biri gelir biri gider. Birinden aldığı sağlık öğütlerini ötekinin sağlık nasihatleri ile karşılaştırır, bunlardan çıkarabildiği neticelere göre kendince bir tedavi usulü takip eder. Bunların verdikleri ilaçları hemen üçte bir nispetinde karışık olarak kullanır. Birinin hapını yutar, ötekinin tozunu yer, berikinin suyunu içer. Türlü mide hastalıklarına, bulantılara, sinir bozukluklarına, uykusuzluklara uğrar. Bu fenalıklardan üç doktoru da mesul tutar. Gazete ilanlarında görüp kullandığı hazır ilaçlarla kocakarı ilaçları da başkadır.
Bu zavallı adam, maddi ve gerçek bir hayatta değil her vakit bir kuruntu âleminde yaşar. Herkesi, hatta akrabalarından olan kimseleri bile kendine karşı gizli bir ölüm hazırlamak ile uğraşıyor sanır.
Her gece bir yatak yeri seçerek döşeğe girebilmesi mühim bir iş şeklini alır. Yangını, zelzeleyi, hırsızı düşünür. Birdenbire bir yangın çıkacak olduğu zaman kolayca kaçmak planları hazırlar. Çatının, zelzele felaketine karşı en dayanabilecek tarafının altına sığınmak ister. Hırsız korkusundan oda kapısının bayağı kilidinden başka sürgüleri de vardır. Tehlike çıktığı zaman imdat istemek için odanın duvarı birçok elektrik düğmeleriyle donanmıştır. Akrep, yılan ve başka türlü böceklerin gizlenebilmesi korkusu ile içine girilmezden evvel döşeğin şilte, yastık, yorgan ve örtülerinin her katı, her aralığı, her bükümü ayrı ayrı araştırılır, gözden geçirilir.
Bir gün Hasan Ferruh Efendi’yi ziyarete gelen kimselerden biri her nasılsa boş bulunarak astronomiden söz açarak her gün havadan dünya üzerine türlü hacimde binlerce gök taşının döküldüğünden ve bunlardan bazılarının koca bir köyü tezek gibi yamyassı ezerek içinde canlı bir tek insan bırakmayacak irilikte bulunduğundan bahisle zavallı adamı büsbütün çıldırtacak korku helecanına düşürmüştü.
O günden sonra Ferruh Efendi her birine karşı korunma tedbirleri ile uğraştığı bir sürü musibetlere eklenen bu yeni beladan nasıl kendini kurtaracağını bilemeyerek en son sistem istihkâmlara benzer çelikli, betonlu kat kat kubbeler yaptırtıp bunların altında yaşamayı düşünecek kadar korunma hâllerini genişletmişti.
Bu ölmez hastanın ödü koptuğu tehlikelerden biri de mikroplar idi. Hayatın bu görünmez düşmanlarına karşı şimdiki tıbbın korunma tedbirlerini kâfi bulmuyor, bütün mikropları hayat çevresinden adını yok edecek çarelerin hâlâ niçin keşfedilmediğine pek hiddet ediyor, “Mikropsuz hayat olmaz!” diyenlere karşı yeisinden ter ter tepiniyordu.
İstanbul’da kolera çıktığı zamanlar kızıl divaneye döner. Odasına kimseyi sokmaz. Aile insanlarına, sokağa çıkmayı, misafir kabul eylemeyi yasak eder. Odasındaki bütün eşya her saat süblime ile pülverize edilir, saatlerce kaynatılmadıktan sonra ağzına bir şey koymaz, etüvden[3 - Etüv: Yiyecekleri, nesneleri yüksek ısıyla sterilize ve dezenfekte etmekte kullanılan kapalı araç. (e.n.)] geçmedikten sonra sigarasını bile içmez.
Yanında hiçbir vakit ölüm lakırtısı edilmez. Akraba ve ahbaplarından biri öldüğü zaman ölüm haberi gizlenir. Kazara tabut, cenaze görecek olsa ıspazmozlara tutulur. Kör dilenci ilahisi, baykuş sedası, köpek uluması işitirse saatlerce hasta düşer. “Allah iman selameti versin”, “Son nefeste ölümümüzü âsân eylesin”[4 - Âsân eylemek: Kolaylaştırmak. (e.n.)] gibi dualar karşısında beti benzi atar, kireç kesilir. Ev halkından biri nezleden hastalansa hemen herkesten ayrı bir yere yatırılarak karantina altına alınır. Ölüm bulaşmasından korkarak evinden kimseyi başsağlığına göndermez.
Yerli gazetelerden bir tanesi dezenfekte edildikten sonra her sabah önüne konulur; uğursuz havadise, hele bir ölüm haberine rastlamaktan çekinerek bir müddet elini uzatamayarak gazeteye şüpheli gözlerle yan bakar. Ölüm yahut “esefli bir kayıp” başlığı gözüne ilişirse elleri titrer, bir hayli zaman okumak cesaretini gösteremez; anlamak merakını da yenemez. Sonunda titremeler içinde kekeleyerek okur. Ölen kaç yaşında imiş? Hangi hastalıktan ölmüş? Kaç yıl hasta yatmış? Bakan hekimlerin isimlerini ve nasıl bir tedavi usulü takip ettiklerini, hep bunları anlamak ister. Bu çeşit haberleri her alıştan sonra kendi de hastalanır. Ölüm sebebi olan hastalığı kendi vücudunda da duyar. Kendi usulünce o güttüğü sağlık koruma işindeki düşkünlüklerinde birkaç derece daha azıtır.
Hasan Ferruh Efendi uzunca boylu, çelimsiz, cildi ince, solgun iri kara gözlü, tümsek burunlu, sivri çeneli, saçına sakalına yarı yarıya kır düşmüş, alnı geniş, mevzun armudi yüzlü, görünüşü hazin, fevkalade zeki elli beşlik bir kimsedir.
Bir noktaya dikilmiş, sabit, dalgın, sönük, yarı uykulu bakışı ile saatlerce yerinden kıpırdamayarak mutlak bir sessizlik içinde oturuşunu görenler zavallıyı hiçbir şey düşünmeksizin uyukluyor zannederler. Hâlbuki bu görünüşteki sessizliği, onun içindeki meraktan ileri gelen elemlerinin en ziyade şiddetlerine alametti.
Böyle zamanlarında en karanlık düşüncelere dalar, dünya, ahiret, hayat, ölüm, hastalık, sağlık hakkında acı acı düşünür. Dünyaya geldiğinden hiç hoşnut olmadığı hâlde gitmekten daha çok ürker. Ölüm olduğu için doğmayı acı ve manasız bir zulüm bulur. Ölümden korktuğu kadar zihni onun akla gelebilecek en korkunç şekilleriyle hep temastadır. Geniş hayali zavallının kuruntu sahnesi önünde ölümün yürek titretici her türlü manzaralarını icat eder. Kuruntudan kaçmak istedikçe hayallerin içine daha ziyade gömülür. Etrafını ölüm döşeğine uzanmış, canı dudağının ucunda, ölümün ilk uykusuna dalmaya uğraşan bal mumu sarılığında hastalar, önleri peştamallı, kolları sıvalı, elleri lifli ölü yıkayıcılar, köpüklü teneşirler, siyah servilerin kasvetli gölgeleri altına kazılan karanlık çukurlar kaplar. Oralara indirilen tabutların gacırtısını, ölünün ağırlığı altında gerilen iplerin kulakları zedeleyen hırıltısını işitir. Çukura atılan kürek kürek toprakları görür, okunan aşırları, edilen duaları dinler. Telkin verilir, cenazenin cemaati dağılır. Hasan Ferruh Efendi’nin aklı fikri hâlâ oradadır, bir yere gitmez.
O, asıl ondan sonraki ölüm sırlarını anlamak ister. Mezarda ölüye ne hâl oluyor? Hayalinin ve muhakemesinin olanca kuvvetiyle bu acıklı şeyi keşfe uğraşır.
Varlıktan yokluğa geçerken bir insanın son nefeste duyabileceği tasavvur olunamaz ızdıraba zihninde, duygusunda bir mikyas, bir ölçü bulmak ister. Bunu iyice anlayabilmek için mutlaka ölüp yine dirilmek lazım geleceği zorunluluğu karşısında buram buram terler.
İlkin, adem[5 - Adem: Yokluk. (e.n.)] sözüne pek anlaşabilecek bir mana veremez. Lakin gitgide kuruntularına öyle kuvvet gelir ki yokluğu bir çeşit bir ahiret varlığı diye tasarlar, böyle olunca da ölünün cesedini ahiret âlemi hayatıyla his ve ruh sahibi ve mezardaki işkenceleri tamamıyla idrak eder sanır. Bu son derece kasvetli, bu karanlık, bu havasız, daracık azap yerinde susuz, yemeksiz ebedî olarak hareketsiz yatan ölünün bedenini kurtlar kemirdiğini, gözlerine topraklar dolduğunu, bir gün kendinin de sonunda böyle olacağını düşündükçe âdeta delilik alametleri gösterir. Hemen gözleri büyür, dişleri kenetlenir, yüzünün çizgileri derinleşir. Yüzünde kara sevda kasılmaları peyda olur. Nefes sıklaşır, nabız artar. Pek rahatsızlık veren bir çarpıntı ile çırpınır. Eline rastlayan şeyi atıp kırar, hemen hemen saldıracak zannedilir. Fırtınadan evvelki durgunluk gibi o ilk sükûnetin arkasından böyle şiddetli bir kriz gelir. Nihayet çırpına çırpına baygınlığa düşer. Aile fertleri imdadına yetişir. Kordiyaller[6 - Kordiyal: Çarpıntı ve kalp rahatsızlıklarında kullanılan rahatlatıcı ilaç. (e.n.)] verirler, vücudunu ovarlar, döşeğine yatırırlar.
Hasan Ferruh Efendi eski vezirlerden büyük bir nüfuz ve serveti bulunan bir kimsenin tek, sevgili oğlu idi. Kızları da vardı. Fakat babalık kalbinde bu evladın erdiği yüksek sevgi derecesine kızlar çıkamazlardı. Mahdum bey, çocukluğunda şöyle böyle bir dikkat ve zahmet içinde ciddi olmayan, kısa bir tahsil gördü. İki tarafında birer lala, sırma haşalı at üstünde Valide Rüştiyesi’ne gitti. “Çocuk hiç sıkılmasın, istediği kadar okusun!” diye hususi emirlerle hocasına haber haber üstüne gönderilirdi. Çocuk hocalardan değil, hocalar çocuktan korkarlardı.
Altmış yıl evvelki zamanın sınırlı tahsilinin gerektirdiği birer parça emsile, bina, avamil, Gülistan filan okudu. İmtihanlarda sorulacak sualler çocuğa önceden öğretilir, mümeyyizler önünde sorulan suallere bülbül gibi cevaplar verir, paşa babası oğlunu aferinlere, hocaları da hediyelere boğardı.
Bu suretle Ferruh Efendi yirmi yaşında aliyyülâlâ, yaldızlı bir rüştiye diploması aldı. Çocuğun o küçük yaştaki büyük becerikliliğine dost düşman parmak ısırdı. Yekten saniye mütemayizi[7 - Saniye mütemayizi: Devlet dairesinde yazışmaları düzelten mümeyyiz unvanlı memurun ikinci derecede olanı. (e.n.)] rütbesi ve üç bin kuruş aylıkla amedi-i divan-ı hümayuna[8 - Amedi-i divan-ı hümayun: Sadrazamın, Babıali makamında, kurumun dış yazı işlerini yöneten daire. (e.n.)] memur edildi.
Az vakitte küçük bey büyük zekâsıyla resmî kitabette ilerledi. Babıali’de adı anılır kâtipler sırasına geçti. Nefi gibi şiirler söylemekte bile istidat gösterdi. Dev adımları ile memurluktan memurluğa atladı. Büyük sıfatlı bir amir oldu. Saray ve Babıali entrikalarına karıştı. Kuvvetli düşmanlar ile birbirini devirmek boğuşmasına girişti.
İçki ve sefahat âlemlerine daldı. Şarkı söyleyen, ney üfleyen hanende ve sazendelerden, dört kaşlı içki sunanlardan, taklitçilerden meydana gelmiş bir dalkavuk heyeti etrafını sardı. Her gece havuz başı meclisleri, mehtap âlemleriyle vakit geçiriyordu. Beyoğlu sefahat yerlerine dadandı. Konakta karısı, odalıkları, hasretle yataklarında beyin lütfen gelmesini şiddetle beklerlerken o, adi kadınların kolları arasında gençlik ateşini yatıştırmaya çalışıyordu.
Babasının ölümünden birkaç yıl sonra nazır olarak kabineye girdi. Vezir olmak için döndürülecek fırıldakların şiddetli rüzgârına kapıldı. Doğruluk göstermede akranının hasetlerini uyandıracak derecede bir gayretle işe girişti. Vaktin padişahına yaranmak için olan fazla gayretle giriştiği ince bazı işlere kötü manalar verildi. Velinimetinin gözüne girmek için kudreti dışında gösterdiği fedakârlık sadakati gözden bütün bütün düşmesine sebep oldu. Düşmanları bundan yararlanarak aleyhine jurnal jurnal üstüne yağdırdılar. Müdafaaları tesirsiz kaldı. Hasan Ferruh Efendi Şam’a sürüldü.
Orada bir iki yıl kaldıktan sonra mabeyinde henüz kendisini tutan kimselerin yardımı ile padişaha birçok istirhamnameler takdim ederek İstanbul’daki yalısında oturmasına izin verildi. Artık orada, eş dost ziyaretinden mahrum olarak devrin düşmüş adamlarına mahsus bir münzevi hayatı geçirmeye başladı.
Eski hovardaca hayatının yorgunluğu ve gözden düşmüş olması, başarısızlığı vücudunu yıprattı, sinirlerini bozdu. Yalısında ve hemen bir odada uzun zaman kapalı kalmak, bu hareketsizlik sonunda evvela mide hastalıklarına ve sonra hafif karaciğer hastalığına uğradı. Hareketli zekâsı bir çalışma zemini bulamıyordu. Hep vücudunu dinlemeye koyuldu, bunun sonunda da hipokondriye tutuldu.
Hasan Ferruh Efendi terbiye ve nezaketçe eski Babıali usulü terbiyesinin benzerleri arasında canlı bir örneği idi. En adi konuşmalarında kullandığı lügatleri, en küçüklere karşı olan alçak gönüllülüğü, birçoğu yersiz denebilecek saygıları, mübalağalı hareketleri asaletinin birer açık nişanesi idi. Kendini karşısındaki hemen herkesin “kulu”, “bendesi”, hak-i payı” mevkisinde tutar, kendi adamlarına bile “efendim”siz lakırtı söylemez, vereceği emirleri rica eder yollu anlatır.
Hastalık neticesi olarak tabiatında bir sertlik peyda olalıdan beri bile her vakitki nezaketine uymazlığı pek az görülürdü.

II
BÜYÜK KAYIP
O sabahki havanın ağırlığı ve kapanıklılığı efendinin zayıf sinirleri üzerinde kötü tesirlerini göstermeye başladı. Pencereden denize, göre göre usanmış olduğu bu uçsuz bucaksız ve her an buruşan mavi suyun yüzüne, bu her zamanki manzaraya bakarak zihnini, gözünü oyalamaya çalıştı.
Pencerenin yakınından insan ve eşya yüklü bir pazar kayığı geçti. Baş tarafları yalı kazığı merdanesi büyüklüğündeki küreklere sekiz kişi yapışmış, bir makine pistonu intizamı ile kalkıp kalkıp iniyorlar. Bu kuvvetli pazıların zorlu çekiş hareketiyle o yüklü, ağır, battal, hantal kayık yürüyor.
Hasan Ferruh Efendi bu pazı kuvvetine imrenir gibi bir hayretle:
“Fesüphanallah, acaba bu herifler kalktıkları yerden varacakları yere kadar bu dayanılmaz kürek çekme gayreti ile böyle kaç defa yatıp kalkarlar? Allah’ım, yarattıklarının kimisini pamuktan, kimisini çelikten yaratıyorsun. Doktorlar bana ‘Hareketsizliğinden dolayı vücudunda yanma fiili olmuyor.’ diye durmadan şikâyet edip duruyorlar. Vücudumun külhanında hayat ateşini sürdürmek için ya böyle pazar kayığı hamlacısı yahut sırık hamalı yaratılmalı imiş. Biz ise ‘bey’ doğduk, ‘paşa’ olmaya heves ettik. Ne tersine bir dilek imiş. Ben süslü soframda bin körpe piliç yesem şimdi bu heriflerin şu yorgunluktan sonra tıkınacakları soğan ekmeğin lezzetini, hazmetme kolaylığını bulamam. Bu sinir zayıflığından kurtulmak için kürek mi çekeyim? Bu yaştan sonra hamallık mı edeyim? Dolap mı çevireyim? Biz zamanın nice elemini, sitemini çektik, daha berbat olduk. Ben o koca küreğe yapışıp yatar isem altında ezilir, bir daha kalkamam. Yanma işi benim vücudumda değil beynimde oluyor. Yangın benim beynimde. Orada her dakika bin vehim cehennemi tutuşur. Kafa değil, hep fışkıran bir azap ateşgedesi…[9 - Ateşgede: Ateşe tapanların ibadet ettikleri mabet. (e.n.)] Böyle para pul, her türlü nimet içinde aç oturan bir paşa olmaktansa somununu, soğanını doymadan hazmeden bir hamal olmak bin kere daha iyidir. Bilmem yaradılışın ikbali, sefaleti hangi tarafta, gerçek saadet ve sefalet hangi cihette kalıyor? Jean Jacques Rousseau; lisanını pek bilmiyorum ama methini çok yerde işittim. Sen akıllı bir divane, yiğit bir mürteci imişsin. İnsanları ilk göçebelik zamanlarına döndürmeye uğraşmış, meşhur hakim Voltaire’e bile hayvanlık zevki vererek ot yemeye bile heveslendirmişsin. Doktor Gebers seni her zaman metheder. Bana ‘Beyefendi, Avrupa’da doğaydın mutlak bir Rousseau olurdun.’ der. Herif yüzüme karşı ‘Sen bir kızıl divanesin.’ diyemediği için, adını bana vererek o manayı nezaketle anlatmak istiyor. Doktor Gebers, sen o ilaçlarınla beni bir gün geberteceksin ama bakalım ne vakit?”
O aralık denizden, kuş gibi bir kano geçti. Hasta, yine kendi kendine söyleniyordu:
“Denizde, karada, havada uçunuz bakalım kâfir oğlu kâfirler… Ecele çare bulamadıktan sonra sizin zekânızı kaç paraya alırım? Bizi hızlı uçuşunuza uymayı mı çağırıyorsunuz? Ahlak kaidesinden değişmez bir hareket düsturumuz olan:
Erişir menzil-i maksuduna aheste giden
Tiz reftar olanın pâyına dâmen dolaşır
mısralarının uyuşturucu neşesini zihinlerimizden çıkaramadıktan sonra bizi koşturamazsınız. Aceleniz ne? Deminden giden pazar kayığını görmediniz mi? Türk’te o pazı kuvveti varken makineyi ne yapacak?”
Hasan Ferruh Efendi nereye baksa hayatın umumi akışının kendi uyuşuk, hastalıklı varlığı ile tam tezat hâlinde olduğunu görerek isyan hezeyanlarına kapılıyor; uçan, koşan, pazılarının kuvvetiyle yaşayan, canlı kanlı, kuvvetli insan kardeşlerinin sağlık akan neşeli yüzlerini görmeye dayanamıyor, sağlıktan da elem duyuyordu, ölümden de… Artık âlem, onu sevindirebilecek hadiselere sahne olmak mucizesinden kalmış, amansız, zalim, gaddar olmuştu.
Oda kapısı dışarıdan tık tık vuruldu.
Efendi “Buyurunuz!” diye girme iznini verdikten sonra tertemiz bir halayık, terliklerini dışarıda bırakarak, nereye ve nasıl basacağını bilemez, korkulu ve çekingen bir yürüyüşle hiçbir tarafa sürtünmeksizin, o sabahın gazetesini parmaklarının ucuyla getirdi, efendinin önüne bıraktı. Yine aynı ürkeklikle çekildi.
Efendi, el dokundurmadan bir zaman gazeteye tereddütle baktı. Nihayet el uzattı.
Gazete ifadesini, kendi tabirince, “lisan-ı azap-ül-beyan-ı Türki’nin avamil-i inkırazlarından” (tatlı Türkçenin batma sebeplerinden) başlıcası saydığı cihetle yanlışla dolu, yontulmamış, fesahatsiz bulur, her satırın Amedi-i Hümayun’daki eski usule, resmî edep ve terbiyeye, edebiyat icazına, siyasi hikmete tamamıyla uygun seçilmiş kelimeler ve kısa cümlelerle edası taraftarı idi.
Gazeteler için, “Bunların lisanlarından ne eski yazı taraftarları memnun olur ne de cühelâyi kalem… Yazdıklarını ne hamal anlar ne kâtip beğenir. Türk, Arap, Acem, Frenk katışması, asil şiveden ve latif anlatıştan mahrum piç bir lisan vesselam!” der:
Kaldır da başını gel gör Nabi
Lisan-ı şiirin ne hâle geldi.
mısralarını ilave ederdi. Yerli gazetelerin başmakalelerini:
Ne edep var ne siyaset
Ne izan var ne zarafet.”
alayı ile okuma zahmetine layık bulmazdı.
Gazeteyi eline aldı, ilk makaleyi atladı. Ufak tefek dış haberleri çarçabuk bir süzdü. İç haberlere geldi. Bu kısmın baş sütunundaki yirmi dört puntoluk harflerle “Ziya-i Azim”[10 - Ziya-i Azim: Büyük kayıp. (e.n.)] başlığını görünce bir korku ürpermesi geçirdi. Fes başından fırladı. “Vah zavallı… Acaba yine kim?” diye acıklı bir sual ile gözleri büyüdü.
Okumak istemiyordu. Tehlikeli bir iş yapmaya hazırlananlarda görülebilecek bir korku ve telaşla yanına çiçek suyu, kordiyal şişelerini hazırladı. Bu ölüm acısının uyandıracağı teessüre karşı koyabilecek metaneti bulmaya uğraşarak başladı:
Bir müddetten beri esir-i firaş (yatalak) bulunan vüzera-yı fihâmdan[11 - Vüzera-yı fihâm: Saygın vezirlerden. (e.n.)] Hasan Muhsin Paşa dün gece sabaha yakın ‘irce-i…’ emri celiline lebbeyk-zen-i icabetle[12 - Lebbeyk-zen-i icabetle: Tanrı’nın emrine uyarak. (e.n.)] fazilet ve iyiliklerinin hasretinde olan herkesi büyük bir acıya ve matem yaşlarına gark etmiştir.
Merhum-i müşarünileyh, Allah vergisi olan dirayet ve istikametinden başka acıma, incelik ve cömertliği ile de meşhur idi. Tedavisine Doktor Gebers hazakatinde en meşhur hekimler tarafından fennin en son çarelerinden medet umularak çok çalışılmış ise de zamanı gelince ilaç tesir edemiyor. Hastalık en azgın bir karaciğer rahatsızlığı ile başlayıp yavaş yavaş müzminleşmiş olarak senelerce sürmüş, hiçbir tehlike beklenmediği bir anda ansızın şiddetlenmiş ve sinir sarsıntıları kalp arızası meydana getirerek ölümle neticelenmiştir. Yaşça elli beş raddelerinde bulunup hayatının ihtiyarlık denecek bir devresine ermemiş ve henüz kendisinden daha nice nice hayırlı işler beklenmekte iken müşarünileyhin böyle erken kayboluşu büyük teessüflere sebep ve ilaahir… diye rahmet ve gufran dileğinden sonra ölenin bir buçuk sütun süren hâl tercümesi yazılmıştı. Ayrı ayrı zamanlarda kazanmış olduğu mühim memuriyetler, rütbeler, nişanlar, gösterdiği yararlıklar teker teker sayılıyordu.
Hasan Ferruh Efendi, rahmetli Hasan Muhsin Paşa’daki “Hasan” adının kendiyle uygun olmasından, hastalığın karaciğerden başlamış olmasından, yaşıt bulunmalarından ve hele kendinin hususi doktoru Doktor Gebers’in rahmetliyi de iyi edemeyişinden fena hâlde uğursuzluklar hatırına gelerek limon gibi sarardı, bitti. Bu benzeyişlerin verdiği kuruntularla kendini de yarı ölmüş sayıyordu. Kendinin dünyada mı ahirette mi olduğunu anlamak için davranmaya uğraştı. Çünkü hareketsizlik ölüm işareti idi. Etrafını bir sis kaplamış gibiydi. Her şeyi bulanık görüyordu.
Bu neye alametti? Bu uyanık kâbustan kurtulmak için birkaç yudum kordiyal içti. Okumak istediği uzun hâl tercümesini bitirememişti. Söz söyleyip söyleyemeyeceğini anlamak merakı ile mırıldayarak “Bu kısa hayatın ne uzun olur derdi… İşte adamcağız ölmüş vesselam… Kerbela hikâyesi gibi bu faciayı ne uzatırsınız böyle?” dedi.
Durdu. Kordiyalin vereceği geğirme ile bir kısım merakını dışarı boşaltmak için bekledi.
Gene söylenmeye başladı:
“Bu gazeteler külli kabahatlerinden başka bir de ölüm tellallığı ederler. Yazdıkları havadislerden bazıları, bir kısım kariler[13 - Kari: Okuyucu, okur. (e.n.)] üzerinde ne türlü uğursuz tesirler meydana getirebilir, bunu asla düşünmezler. Onlar yalnız her vakayı yağlandırıp ballandırırlar. Sanki bu muharrirlerin, Allah kafalarını taştan, sinirlerini halattan yaratmış. Şu büyük kaybı yazan herif iğne ucu kadar bir acı duymuş olsa yüreğim yanmaz. Ölen kimse iyilik ve kötülük sahibi olsun mutlaka rütbesi derecesinde methedilir. Büyük kimseler son nefeslerine yaklaştıkları zaman konak kapılarının önünü ıskatçılardan evvel gazete muharrirleri sarar. Bu ‘Ziya-i Azim’ başlığı altındaki yanık sözler âdeta hazır birer klişedir. Bu matem satırları, isim, tarih gibi bazı rakamlar ve kelimelerin değiştirilmesiyle her paşanın ölümünde hiç farksız birer ölüm tarihçesi olabilir. Beceriksiz muharrirler bu klişeyi ezberleyecek kadar zekâ eseri gösteremezler. Büyük kimselerden birinin ölümünde gazete koleksiyonlarını karıştırırlar. Ondan evvel ölen vezirin basılmış olan ölüm haberi künyesini bularak, ötesini berisini pek az değiştirerek gazetenin teessür sütununa geçirirler. Bayramlar, kandiller, alaylar, selamlıklar, küşat merasimleri, filanlar hep böyle bayattan tazelenme şeylerdir. Zavallı karilerin bir kısmı okurken bu satırları aynı münasebetle başka zamanda da okumuş olduklarını biraz hatırlarlar. Fakat verilen onluğu israf etmemiş olmak için yine okumak inadında bulunurlar. Zaten gazete okuyanlardan kaçı yazar, kaçı siyasi, kaçı iyiyi kötü fark eden kimselerdir? Hakkıyla okumayı bilsin bilmesin on parası bulunan bir gazete alıyor. Yeni okuma usulünün verdiği kolaylıkla çarçabuk okuyor. Bu kolaylık ters bir netice veriyor. Yavaş yavaş ortada ciddi okuryazar kimse kalmıyor. Yedi yaşında bir çocuk gazete okuyor, mektup yazıyor. Fakat hiçbir şey anlamıyor, ne herze yediğini bilmiyor. Yemin ederim ki şimdikilerin otuz yaşındakileri de öyle… Yalnız Türkçe kelimeler üzerindeki heceyi kem kümlemekle iş biter mi? Ötesi var. ‘Gül, kurban, deriçe, yakın’ yazıyorlar. Yeni imlaya uygun, fakat aklıselime, ciddi terakkiye uyar mı?.. Senin ‘gül’ün, ‘kurban’ın, ‘deriçe’n, ‘yakın’ın yoksa Arap ve Fars’ın o güzel kelimelerini asıl şekillerinden ayrı olarak ‘a’, ‘e’, ‘i’ ile parçalayıp maskaraya çevirmeye ne hakkın var? Kelime bulmak için Uygur, Çağatay lehçelerini karıştır bakalım. Meydana birtakım acayip şeyler koy. İmrülkays’ın, Hafız’ın, Sadi’nin bize geçmiş, konuşulan kelimelerini bırakalım da birtakım garip şeyler kekeleyelim. Asya’nın unutulmuş mezarlıklarından çıkararak bin lehçe arasan ‘akıl’ ve ‘izan’ kelimelerini bulamazsın. Çünkü Allah beynin hücrelerine bunlardan zerre nasip kılmamış.”
Hasan Ferruh Efendi buhranlı zamanlarında, yanında bulunmayan ayrı fikirde birine karşı, her vakit böyle atar tutar, hoşnut olmadığı şu cihanı tenkidinin sövmeleriyle kökünden sarsmak ister, her şeye fena demekle biraz iyileşerek hemen hemen boğulmaktan, ölmekten kurtulurdu. Ölüm baygınlıkları içinde güçsüz kuvvetsiz kaldığı hâlde bu kadar sözü nereden bulup söylerdi? O hâlsiz vücudun çenesindeki bu hezeyan kuvveti, o uyuşuk beyindeki bu şiddetli parlama ne idi? Durmadan zayıflıktan yanıp yakılmasına karşı dilindeki bu çalışmayı görenler hastalığına inanmıyorlardı. Böyle kendi kendine söylenmek, ona en tesirli ilaçlardan çok deva yerine geçerdi.
Gazeteyi gene eline aldı. Rahmetlinin hâl tercümesini baştan aşağı okudu.
Hasan Muhsin Paşa’yı pek yakından tanırdı. Hükûmet mücadelesinde o, kendinin en yaman bir hasmı idi. Ferruh Efendi’nin çevirmek istediği fırıldakları birtakım entrikalar ile ters döndürmeyi becererek onu düşkünlük çukuruna yuvarladıktan sonra vezirliği kendi kapmıştı.
Evet ayağına karpuz kabuğu koyan o idi. Okumasının sonunda, şöyle bir muhakeme ve icmale başladı:
“Hâl tercümesi yarı yarıya yanlış. Resmî sicile geçen bu çeşit hâl tercümeleri çok defa sahipleri tarafından yazılır. İdarece olan kötü işler birtakım ustalıklı tabirler ve değiştirmeler ile örtülür. Bütün kusurlar, kandırıcı faziletler şekline sokulur. Hasan Muhsin Paşa’yı sicil müdürü ile gazete muharriri ne bilir? Onun kim olduğunu anlamak isterlerse benden sorsunlar. Çekememezlik meydanında karşı karşıya senelerce at oynattık. Beni kündeye getirdi. Kendi vezirlik merdivenine tırmandı. Neyse artık dünyadan elini ayağını çekmiş, süngüsü depreşmesin, Allah taksiratını affetsin.”
Sonra hazin bir gülümseme ile rahmetlinin birinci rütbeden Osmani, Mecidi, altın liyakat ve sair nişanlarını tekrar gözden geçirerek:
“Bu maden parçalarının göğsümüzde parladığını görmek, göstermek için ne kadar uğraştık! Bunlar protokolde sahiplerini yüksek mevkiye geçirirler. Fakat ahiret için öyle mi? Kabirde bunların şehadetlerine Münkereyn[14 - Münkereyn: Kabirde ölüleri sorgulayan Münker ve Nekir adlı melekler. (e.n.)] inanır mı? Asıl nişan, insanın vicdanında silinmez hakiki övünme izi bırakabilecek olan hayırlı işlerdir. Bu da kimsenin göğsünün dışında gözlere parlamaz, gizli olur. ‘İşte bakınız ben ne kadar büyük adamım. İnsanca büyüklüğüm göğsümde parlayıp duruyor.’ diyenlerle büyüklüklerini hiçbir gurur nişanıyla kendi cinsinden olanların gözlerine sokmak aldatıcılığında bulunmayanlardan hangileri daha yüksektir? Üstünlük ve meziyet ölçülerini açık açık göğsünde taşıyanlar, onu tanıtmak için gözleri zorlayanlar, o faziletlerinden kendileri de şüphe edenlerdir. Bu nişanlardan bazıları benim çekmecemde de duruyor. Onların benim yüksek insanlığım hakkındaki şahitliklerine niçin bugün kimse inanmıyor? Neden düşkünüm? Ben bunları taşımaya layık değilsem, adi bir adam isem bu iftihar alametlerini bana vaktiyle niçin verdiler? Demek ki bunların verilişlerinde sahici liyakati ölçmeye yarayacak sağlam bir takdir usulü yok. Lüzum görüldüğü zaman iyiye de veriliyor kötüye de… Mayası kötü olanın eline bu aldatıcı şehadetnameyi vermek günahtır, bu nişanlar ehil olan ve ehil olmayan göğüslerde parladıktan sonra ölünce de iyiliklerin sayılması sırasında böyle hâl tercümeleri varakasına geçiyor. Son aldatıcı hizmetleri de bu.”

III
DOKTOR GEBERS
Her şeye karşı sürekli küskünlüklerde bir rahatlık zevki arayan bu ölmez hasta nihayet yoruldu. Oturduğu sedirin yastığına başını dayadı. Bir zaman için hiçbir şey görmemek için gözlerini yumdu.
Yalının arkasındaki sokaktan, seyri, kararı belirsiz, karışık makamlardan, kaba bir seda ile mezar başı duasını andırır gür bir ilahi başladı.
Güftesi, dünya gafletine dalan fânilere ölümü, mezarı, ahireti hatırlatan uyandırıcı nasihatlerle dolu, en yürek karartan, hüzünlü sözlerden düzenlenmiş idi.
Dilenci haykırıyordu:
“Fâni dünya hoştur amma akıbet mevt[15 - Mevt: Ölüm. (e.n.)] olmasa!”
Hasta birdenbire yerinden irkilerek:
“İlahi herif, kör ol… Of ne boş beddua… Biliyorum zaten körsün… Kahrol… Sesin kısılsın. Âlemi, hayattan nefret ettirmek için bu bet sesinle sokakları böyle neden inim inim inletiyorsun? On para dünyalık kazanmak gayretiyle değil mi? Bir şey görmemek için gözlerimi yumdum. Şimdi kulaklarımı da mı tıkayayım? Bu ne uğursuz gün! Sanki etrafımda beş duyumla daimî temasta ahiret panoramaları açılıyor. Pencereden bakma… Gazete okuma… İki dakikacık istirahat etme… Ne yapayım, çıldırayım mı?”
Efendinin oturduğu yer mabeyin odası idi. Biri hareme, öteki selamlığa iki kapısı vardı. Selamlık tarafına olan zile bastı. İçeriye göğsü ilikli setreli, fesi kalıplı temiz, eli ayağı düzgün, orta yaşlı, Tatar yüzlü bir uşak girdi.
Efendi, infialini hazmedip her vakitki nazik konuşmasını bulmaya uğraşarak:
“Ağacığım… Şakir… Bu herifleri kapının önünde bağırtmayınız diye sizden bin defa istirham etmedim mi?”
Şakir Ağa ellerini ovuşturarak:
“Vallahi, efendi hazretleri sabahtan beri üç tane geldi, bağırtmadan para verdim savdım. Aşağıda bendenizden başka kimse yok. Haremden kalfalar dolabı vurdular. Oraya gittim. Bu dördüncü peyda oldu. Koşup savıncaya kadar birkaç defa bağırdı.”
“Bağıramaz olsun.”
“Biz para verdikçe bunların sayısı her gün artıyor. Birbirine haber mi veriyorlar, ne yapıyorlar, ilahi bilmeyenleri bile kapının önünde zakir kesiliyorlar.”
“Bari okudukları dinlenir şey olsa… Usulsüz, o ne bet avaz… O ne yanlış sözler… O ne uhrevi güfteler… İnsanın sinirleri çelikten olsa yine bunları işitmeye dayanamaz.”
“Efendimiz, geçen günü bizim kâhya kadın Binnaz Hanım bile pencerenin önünde bunların ilahilerine ağladı.”
“Emin ol, Şakir, o duygusuz karıyı ağlatan şey beni öldürür. Binnaz yalnız ağladı mı? Onun çenesi durmaz. Kim bilir neler de söylemiştir?”
Şakir Ağa edepli edepli önüne baktı. Efendi sualini tekrar ile:
“Allah’ını seversen Şakir söyle. Ne dedi?”
Şakir ağa sıkılarak:
“ ‘Efendi hazretleri bu ilahicileri kapının önünde söyletmez ki insan biraz gafletten uyanıp da ahiretini hatırlayabilsin!’ dedi.”
“Hay kalın kafalı mahluk… Etrafımızda, ölümü, ahireti hatırlatmayan acaba ne var? İçinde oturduğumuz, üstünde yatıp kalktığımız, giyip çıkardığımız, bütün yiyip içtiğimiz şeyler hep hayat yıkıntıları değil mi? Ölüm nasıl unutulur? Ölümü, ahireti hatırlatmak için bu karının mutlaka makamla kulağına mı bağırmalı?”
“Efendim kadın kısmı lafını bilmez ki…”
“Hele bu karı hiç bilmez. İsmi de Binnaz. Kaç kırat naz ve nezaket vardır o karıda? Bilmem nenin adını ‘bad-ı saba’[16 - Bad-ı saba: Baharda esen hafif ve hoş rüzgâr. (e.n.)] koymuşlar? Bilmem ki neden konaklarımızda içeriye bir kâhya kadın, dışarıya bir kethüda efendi koruz? Para ile başımıza bela alır, ailemiz arasına dedikodu, dırdır sokarız. Ne kâhya efendilerin ağır edaları çekilir ne de kâhya kadınların çeneleri… Ne dersin âdet bu… Dümensiz gemi olamadığı gibi kâhyasız da konak dönmüyor. Bizim Şemsi nerede?”
“Deminden gördüm koruda geziyordu.”
“Bu havada?”
“Efendim genç çocuk… Havayı, rüzgârı, karı, yağmuru bilmiyor ki…”
“Tek başına koruda yapraksız ağaçların arasında ne yapar? Hiç dikkat ettin mi?”
“Evvelden çiftesiyle kuş vururdu.”
“Hay, hayat katili zalim…”
“Şimdilerde avladığı yok. Kâh dalgın dalgın geziniyor kâh kütüklerin üzerine oturarak cebinden kalem kâğıt çıkarıyor, saatlerle yazı yazıyor.”
Efendi sözü kesti. Daldı. Uşak çıktı.
Hasta kendi kendine:
“Oğlan ne yazıyor acaba?”
Biraz durduktan sonra:
“Bunun acabası yok. O yaşta muhabbetnameden başka ne yazılır? Fakat kime? Hangi aşüfteye?” Heva-yi aşk eser serde mısrasını mırıldandı.
Rahat köşesinde, bin kuruntu, vesvese vesilesi arayarak kendine türlü rahatsızlıklar icat eden bu zavallı adam, uşakla birkaç lakırtı ederek bir parça avunmuştu. Yalnız kalınca gene kendini dinlemeye başladı. Gözleri saatte, eli nabzında kaç vurduğunu saniyelerin geçmesiyle ölçmeye başladı. Birdenbire beti benzi kül kesildi. Nabzını bulamıyordu. Şiddetli bir korku içinde minder üstüne devrildi, “Ay nabızlarım durmuş… Durmuş… Ölüyorum!” dedi.
Böyle bir vehme evvelce de birkaç defa tutulmuştu. Doktorlar ona kaç kereler “Sağ adamın nabzı mümkün değil durmaz. Ne kadar hafiflese gene işler.” diye kuvvetli teminat vermişlerdi. Şimdi onları kötüleyerek “Ah yalancı habisler… Beni aldatmışlar. İşte nabızlarım durdu, ama hâlâ yaşıyorum.” diyordu.
Ölüm korkusu ile müthiş bir helecana tutuldu. Parmaklarının altında nabız belirdi. Lakin şimdi de sık, vuruş sayısı istenilenden çok ziyade idi. Telaşlı bir yakarışla sedirin üstünde secdeye kapanarak “Aman Allah’ım, ne evvelki kadar yavaş ne de bu kadar şiddetli… İkisi ortası… İkisi ortası… Merhamet… Merhamet…” diye yalvardı.
Zavallı bu çarpıntıda iken Şakir Ağa içeri girdi:
“Efendim doktor geldi. Salonda bekliyor. Ne emriniz olur?”
“Hangisi?”
“Gebers…”
“Hay benden evveli o gebersin! Kendine verecek bir ad bulamamış da bu menhus adı takınmış.”
“Emriniz?”
“Emredecek hâlim var mı Şakir? İşte görüyorsun. Söyle gelsin. Hasan Muhsin Paşa’yı nasıl kurtarmış ise beni de öyle kurtarsın.”
Uşak çekildi. Fakat efendi, doktor için “Gelsin!” emrini vermiş olduğuna şimdi ansızın pişman oldu. Çünkü zihninde Gebers’in Hasan Muhsin Paşa’nın ölümünden bir şey getirip kendine bulaştıracağı kuruntusu peyda olmuştu. Emrini geri almak için zile uzanmaya uğraştığı sırada doktor elinde silindir şapkası ve güler bir yüzle odaya girdi. Hafif bir baş eğmesiyle “Bonjur ekselans.” dedi
Hasta birkaç kelime Fransızca anlardı. Zayıf bir seda ile “Bonjur değil. Bu pek fena bir gün.” cevabını verdi. Ve kendine yaklaşmaması için eliyle işaret etti.
Mösyö Gebers, Hasan Muhsin Paşa’nın ölümü haberinin o günkü gazetelerde çıktığını biliyordu. Odanın bir köşesinde yatan gazeteyi görünce efendinin ürküntüsünü bir anda anlayarak uzakça bir kanepeye çekildi. Sordu:
“Efendi hazretleri yine ne var? Ne oldunuz?”
Ferruh Efendi doktoru kendine acındırmak için kendini kaplamış olan zaafından daha zayıf görünmeye uğraşarak gözlerini yumdu. Konuşamayacağını anlatmak istedi. Doktor onun, olduğundan çok hasta görünmek hususundaki hilekârlığını bildiği için sustu. Birkaç lakırtıdan sonra açılacağını çok defa tecrübe etmişti. Hastanın bu densizlik ve nazlanmalarına katlanmayı bir hekimlik vazifesi bilirdi.
Hasan Muhsin Paşa’nın hastalık hâllerini anlamak merakı efendinin beyninde öyle kaynıyordu ki nihayet dayanamadı sordu:
“Hasan Muhsin Paşa’yı gönderdiniz değil mi?”
“Biz göndermedik.”
“Allah çağırdı.”
“Hayır. O kendi gitti.”
“Acayip!..”
“Cenabıhak, vücutlarına bakanları, hijyen kanunları ile yaşayanları, hiçbir zaman vaktinden evvel çağırmaz.”
“Paşa merhum sağlık kaidelerine riayet etmez miydi?”
“Her akşam işret, türlü mezeler, sonra gayet zengin bir sofra… File, biftek, tavuk, balık, börek, dolma, pilav, şarap, şampanya… Sonra üç nikâhlı karı, sekiz metres, kim bilir ne kadar odalık… Sonra yerinden kımıldamak, arabasız adım atmak yok… Sonra, daima daha büyük, daha büyük olmak ambisyonu, pardon, hırsı… Hep bunlar insanı değil bir fili bile öldürecek sebeplerdir.”
“Doktor, hastalık nasıl başladı? İlkin ne gibi belirtiler, ağrılar göründü?”
“Hiç merak etmeyiniz efendim. O hastalık sizde hiç yoktur ve olamaz.”
“Neden olamaz? Ben her türlü hastalık tehlikesinde bulunan bir insan değil miyim?”
“Çünkü siz öyle yaşamıyorsunuz. İşret etmez, çok yemezsiniz. Bir karınız vardır. Onunla da beraber yatmazsınız.”
“Gazete, hastalık karaciğerden başladı diyor.”
“No no… No… Hiçbir vakit böyle değil. Gazeteler hiçbir şeyi iyi haber almayı bilmezler. Her vakit yalan yazarlar. Bilmez misiniz, bu jurnalistler kaç meşhur adamı hasta olmadan öldürdüler ve sonra o, sağ ölüler ‘demanti’[17 - Demanti: Yalanlama yazısı. (e.n.)] gönderdiler ki biz ölmedik. Evet, böyle olduğunu gazeteciler de itiraf ettiler ve sıkılmadılar.”
“Bu Hasan Muhsin Paşa neşe ve sıhhatinden ölmedi ya? Elbette bir marazdan gitti, neye saklıyorsun doktor? Benim hastalığım da onunkinin aynı olduğu için değil mi?”
Bu zeki hastayı kandırmak gayet müşkül, nazik bir mesele idi. Doktor onu ilaçla değil kanaat vermekle iyileştirmeye uğraşırdı.
Şimdi Gebers bir hastalık adı söylese ve bunun vücudun hangi kısmı üzerinde ne suretle tehlikeli bir tesir göstereceğini anlatsa kendi gittikten sonra Hasan Ferruh Efendi’nin Türkçe tıp kitaplarını karıştırarak, bu hastalığın belirtilerini, nasıl ilerlediğini, tehlikesini arayarak, bütün o hastalık alametlerini kendi vücudunda hissetmek vehmine kapılarak örtü döşek yatacağını biliyordu. Suya sabuna dokunmaz, avutucu ve yatıştırıcı sözler arayarak dedi ki:
“Hasan Muhsin Paşa hiçbir hastalıktan ölmedi. O, ‘abo’sunun[18 - Abo: Suistimal. (y.n.)] kurbanı oldu. Âdeta bol yiyecekle tıkandı. Rakı, şampanya ile boğuldu. Karıların kolları arasında vücudunun bütün sermayesini bitirdi. Söndü vesselam… Efendim… Onunla sizin aranızda hiçbir benzerlik yok, maparol donör…[19 - Maparol donör: Namusum hakkı için. (e.n.)] Sizde korkulu bir hastalık olsa söylemez miyim? Hekimin vazifesi, hastasına tehlikeyi anlatarak onu ona göre davranmaya çağırmaktır. Biz de doktoruz efendim, yapacağımızı hastalarımızdan öğrenecek değiliz. Kendinizi dinlemeyiniz. O melankolik efkârları zihninizden çıkarınız. Rahat edersiniz, yüz sene yaşarsınız.”
“Beni bugün muayene etmeyecek misiniz?”
“Edeceğim. Niçin geldim? Vazifemiz nedir?”
“Fakat…”
“Ha… ‘Fakat’ı da anladım. Gazeteler beni her ne kadar ‘medisen tretan’[20 - Medison teretan: Tabip-i mütedavi; hastaya bakan hekim. (y.n.)] diye yazmışlar ise de sizi temin ederim ekselans hastanın nabzını bile elime almadım. Öteki hekim arkadaşlarımla beraber başka bir odada yalnız konsültasyonda bulundum. Ben bir hastadan öbür hastaya ölüm getiren doktorlardan değilim. Hem ölümü buraya getirinceye kadar üzerimde taşımaktan korkmaz mıyım? Ben de bir can değil miyim? Senin canın sana ne kadar tatlı ise benimki de kendim için o kadar kıymetlidir. Hem ben her gün dezenfekte olurum. Buna Türkçe nasıl diyorlar? Gayetle zor bir tabirdir.”
“Muzâd-ı taaffün…”
“Evet. İşte her gün tepeden tırnağa ‘mezad-ı taaffün’ olurum.”
“Mezat değil, murad vezninde muzad.”
“Ben Türkçeyi öyle veznesiyle kantarıyla bilemem. Yirmi senedir burada tabiplik ederim, fakat Türkçenizi doğru dürüst öğrenemedim. Avrupalı kafası her şeyi çabuk kavrıyor, fakat Türkçede daima tembel kalır, kekeler, çünkü pek zor bir lisandır. Şimdik muayene müsaade eder misiniz? Teminatım kâfi görüldü mü?”
Hasta muayeneye hazırlandı. O, sudan muayeneye pek kızardı. İster idi ki hekim bu hususta olanca dikkatini ve ustalığını kullansın. Gebers hastanın bu merakını da bildiğinden gayet ince bir işe hazırlandığı güvenini vermek için hususi bir ehemmiyetle paltosunu çıkardı. Kollarını sıvadı. Gözlüğünü taktı. Hastayı kürkünden, iç hırkasından soyarak boylu boyuna sedirin üzerine yatırdı. Onu tavada kızaran balık gibi kâh arka kâh yüz üstü çevirerek göğsünü, karnını, yüzünü ve boşluklarını, bütün vücudunun deliğini deşiğini dikkatle ayrı ayrı dinledi. Tekmil oynak yerlerini, adalelerini, sinirlerini, damarlarını yokladı. Hafif hafif mıncıkladı. Ağzını, dilini, gözlerinin içini, daha örtülü yerlerinden hiçbirini ihmal etmedi.
Bu pek fen dairesinde bir muayene değil, efendiyi memnun etmek için doktorun icat eylediği aşırı bir çeşit komedi idi. O iskeletin kaç paralık canı olduğunu Gebers senelerden beri zaten biliyor, kulaklarının altında o yorgun zayıf kalbin duruvermesinden korkuyordu. Hakikati anlamak için onun bu uzun muayeneye hiç ihtiyacı yoktu. Fakat ellerinin o cılız bedene her dokunuşunda ondaki bünye sağlamlığına şaşıyormuş gibi yalancı bir seda ile şöyle bağırıyordu:
“Ne sağlam natura! Zayıf vücutların semizlerden çok yaşadıklarını tıp söyler. Bu bünye binde bir kişide bulunmaz. Kendinizi bu kadar üzüntüye verdiğiniz hâlde yine vücudunuz kronometre gibi sağlam işliyor. Beden bir defa fazla etlerden kurtulup böyle sinirleşirse artık ölüm nedir bilmez. Kargalar niçin iki yüz sene yaşarlar? Kuru, sade sinirdirler de onun için. Bu hâl sağ iken mumyalaşmak demektir. Hiç mumya ölür mü? Ben bu vücudu seksen sene için sigortaya alırım ve hiç düşünmeden imzamı korum.”
Ferruh Efendi bu sözlerdeki mübalağayı anlamakla beraber yine teselli bularak dinliyordu. Fakat doktor niçin kendinden yüz senelik ömrü esirgeyip de “seksen” diye buna kısa bir vade tayin ettiğine biraz canı sıkılıyordu.
Her gün ona başka bir tedavi usulü göstermeli, başka ilaçlar, teselliler vermeliydi. Doktor her zaman ilaçların renklerini değiştirerek gayet sudan şeyler yazardı. Hastayı o yorucu muayenesiyle hırpaladıktan sonra bir köşeye çekildi. Cebinden cüzdanını çıkardı. Kaşlarını çattı. Derin bir dikkat ve düşünme tavrı alarak reçetelerini tertibe başladı.
Hasta dikkatsizlikten gücendiği gibi çok dikkatten de şüpheye düşerdi. Nihayet dayanamadı, sordu:
“Doktor niçin o kadar derin düşünerek yazıyorsun? Hastalığım pek korkulu da onun için değil mi?”
Doktor işitmezlikten gelerek cevap vermedi. Hasta tekrar:
“Bak işte cevap vermiyorsun. Biliyorum bende kalp var.”
Doktor gözlüğünün altından, infialini zorla örtebilir sabırsız bir nazarla bakarak:
“Kalp herkeste vardır efendim.”
“Benimki herkesinki gibi değil. Deminden durdu, yine işledi.”
“Bu yel değirmeni değildir ki durup durup işlesin.”
“Benimki şimdiki hekimlik nazariyelerini altüst edecek bir yaratılışta. Dinlenip dinlenip işliyor.”
“Olamaz.”
“Olamayacağına beni temin et.”
“Bir Rabb’imin büyüklüğüne ant içerim ki kalpler yarım saat dinlenip tekrar işlemezler.”
“Of… Of… Bu yetmez, başka suretle temin et.”
“Ne yapayım?”
“Reçetenin kulağına ‘Kalpte katiyen bir şey yoktur.’ ibaresini yaz, altına imza et.”
“Biliyor musunuz efendi hazretleri, böyle giderse sizin korktuğunuz kalp hastalığı bende olacak. Peki, öyle yaparım.”
Doktor reçeteyi bitirdikten sonra bir köşesine Fransızca “Rien au coeur.” (Kalpte bir şey yoktur.) ibaresini yazarak altını imzaladı.
Efendi bu reçetedeki ilaçları hep kullansa veya hiç kullanmasa bir zarar yoktu. O kadar tesirsiz ve zararsız şeylerdi. Fakat bunların yutulma ve içilmeleri için ince zamanlar, saatler tayin ve dikkatler, ihtimamlar tavsiye etti.
Doktor Gebers Avusturyalı idi. Vatanlarında tedavideki kabiliyetleri geçersiz kalmak tehlikesinde bulunan bu doktorların memleketimizde birer Hipokrat kesilmeleri tecrübesine ümit bağlayarak buraya gelmiş, umduğundan çok talihi açılmış, doktorluk ufkumuzda bir usta yıldız parlaklığı almıştı. Vizite parasını iki katına çıkardığı hâlde yine müşteri hücumuna dayanamıyordu. Onun fikri girmeyen konsültasyonlar hükümsüz sayılıyordu. En ümitsiz kalmış hastalar için “Bir kere de Doktor Gebers’e gösterseniz!” tavsiyesi şehrimizde ağızdan ağıza dolaşan bir “darbımesel” kuvvetini bulmuştu.
Ölümlerine birkaç saat kalmış zengin, fukara can çekişenler sanki hep ölmeden önce Gebers’e üç dört lira ayak teri vermeye borçlu idiler. Bu para her ölecek için cenaze masrafından önce ödenmesi gereken bir borç hükmünde idi. Bir hasta, Doktor Gebers’in muayenesinden sonra ölürse artık iyileşmek ve kurtulmak ihtimali kalmamış olduğu hakkında bütün kalplere rahatlık gelir, “İçimizde dert kalmasın, bir de o görsün.” denirdi.
Doktor şehrimizde yirmi beş yıla yakın bir zaman geçirdiği hayat boyunca hâlâ Türkçeyi gördüğümüz derecede söyleyebiliyor ve durmadan onun zorluğundan şikâyet ediyordu.
Reçetelerini bitirdi. Hastanın ardı arası kesilmeyen suallerinden kurtulmak için saatine baktı. Daha görecek çok hastaları bulunduğunu, vaktin geçmiş olduğunu özür olarak söyledikten sonra hemen paltosunu giydi. Kaçar gibi bir acele ile odadan çıktı.
Merdivenden inerken Hasan Ferruh Efendi’nin başka bir hususi doktoru olan Âlimyan’a rastladı. Bu merdivenlerden her vakit böyle bostan kuyusu kovaları gibi hekimlerden biri inerken öteki çıkması sık sık olan şeylerdendi
Gebers, gelen Ermeni doktorun elini sıkarak Fransızca dedi ki:
“Aziz meslektaşım, deliyi sizin tedavinize bırakarak kaçıyorum. Onunla güzel bir çeyrek saat geçireceksiniz. Bugün her zamankinden çok teselli almaz bir hâlde…”
Âlimyan aynı dilden cevap verdi:
“Bir deliyi iyileştirmek için yarı deli olmak iktiza eder.”
“Bu iyileştirme sırasında bir gün biz de bütün bütün çıldırmaktan kurtulamayacağız.”

IV
DOKTOR ÂLİMYAN
Doktorlar birer reverans ile ayrıldılar. Biri indi, öteki çıktı.
Âlimyan meşhur Doktor Kalıpçıyan’ın daha onun derecesine erememiş bir taslağı idi. Hekimliğe ilk başladığı zamanlar vizitelerinden aldığı ücretlerin hemen yarısından çoğunu gazete ilanları ile şöhret kazanmaya sarf ederdi. Bu reklamların “Her hasta olan mutlaka kendini Doktor Âlimyan’a göstermelidir.” ve “Ömründe bir kerek (kere) nabzım Doktor Âlimyan’a veren marazlı adam asla gebermez.” ve “Doktor Âlimyan tıp ilmini Pariz’de (Paris’te) Sen Nehri suyu ile beraber içmiş bitirmiştir.” çeşidinden başlıklarını hep kendi tertip ederdi.
İlanları şöyle konuşmalar yolunda yazardı:
“Vah zavallı mecalsiz mahluk böyle miskin, dermansız nereye gidoorsun?”
“Ecelden kaçmak için Doktor Âlimyan’a.”
“Hastanız nasıl oldu madam?”
“Onu ölümün zalim, kızıl pençeleri kavramış iken Doktor Âlimyan kurtardı.”
“Doktor Âlimyan’a viziteyi veren, hastalığı onda (orada) bırakır çıkar.”
“Feriköy Mezarlığı’na bugünlerde hiç cenaze gelmoor. Nedendir acap?”
“Doktor Âlimyan onda (orada) oturoor da onu (onun) için!”
Gazete okuyanlar her gün bir parçasını okuya okuya Âlimyan’ın hâl tercümesini tamamıyla öğrenmişler, Avrupa tıp fakültelerinden aldığı çeşitli tasdikname suretlerini okuya okuya ezberlemişler, onun daima kendinden menkul hekimlik muvaffakiyetlerine rast gelmekten artık yorulmuşlardı.
Fakat gayretli doktor gazetelerdeki bu şatafatlı ilanların âleme duyurmasıyla da işi tam saymamış, bir elinde koca bir yılan, ötekinde bir kafatası, kendisinin gerçek büyüklükteki resmini bastırdığı iki metre boyunda boyalı yaftalar tertip ederek Beyoğlu’nda, İstanbul’da yapıştırmadığı duvar, köşebaşı, tahta perde, kapalı dükkân kepengi bırakmadı. Şehir halkı Âlimyan’ı bir de bu suretle suratından da tanımak zorunda kaldı.
Hangi sokaktan geçseniz, ne tarafa baksanız, bir elinde yılandan asası, ötekinde ölü kafasıyla onu görmemenin imkânı yoktu. Ne kadar yürüseniz doktorun gür, çatık kaşları altındaki zoraki bir korkunçluk ile size bakan iri gözlerinin tehditlerinden kaçılamazdı.
Sokakta, annelerinin yanında giden bazı çocuklar, atılacak gibi kıvrım kıvrım duran yılanın korkunç manzarasından ürküp ağlayarak “Anneciğim… Anneciğim… Yılan geliyor!” çığlığı ile kaçıştıkça kadınlar birbirine:
“A hanım, yavrucuğumun hakkı yok mu? Yılan canlı gibi duruyor. Ne de koca meret… Hay kör olası, gözlerine bak gözlerine… İnsana nasıl bakıyor. Benim bile ödüm koptu gitti.”
Bazı ümmi kocakarılar:
“Bu yılanlı adam kim? Şerbetli mi acaba? Bu yılan onu niçin sokmuyor? Ahir zaman, ahir zaman… Kıyamet alametleri!”
“Ben kardeşimin oğlunda çerçeveli bir resim gördümdü. Hacı Bektaş Veli başında tacıyla bir duvarın üstünde oturuyor. Karaca Ahmet Sultan Hazretleri de bir aslana binmiş, eline yılanı asa etmiş hışımla geliyor. Sonra Hacı Bektaş Veli duvara ‘Yürü ya mübarek!’ deyince duvar gürül gürül yürüyor. Kurbağayı kâh derede kâh karada vakvaklatan Tanrı’m… Nelere kadir değilsin.”
“Hanım nine bu herif hokkabaz galiba. Bu yılanı oynatıyor da para kazanıyor. Kadınlara da oynuyor mu acaba? Seyri kaç para? Bizimki izin vermez ki gideyim.”
İstanbul’a yeni gelmiş cahil bir Arnavut: “Piiii mori vay anasını… Bu herif yılandan korkmaz mı? Piştovum olaydı gebertirdim alimallah…”
Esnaftan iki Ermeni:
“Bizim Âlimyan Rupen’i gördün? Evvelden Samatya Kilisesi’nde zangoçluk eder idi. Sonra eczacı çırağı oldu. Şimdi de koskoca menşur (meşhur) bir doktor.”
“Sus ol ahbar, altık (artık ) onun şanı ‘Rupen’ değildir, Frenklenmek için ‘Rober’e çevirdi. Mösyö Lö Doktor Âlimyan Rober… Şaka değil… Evvelden iki çeyrek vizite alır idi, müşteri bulamazdı. Şimdi iki mecidiyeye çıkardıysa daryesinde (dairesinde) hastalarını oturtacak yer bulamıyor… Âlem-i dünya böyledir. Ne kadar çalım eder isen insanın o kadar peşinden gelirler.”
“O elindeki koca yılan ne içindir sanki? Bu yılan sizi ısırır ise ben iyi ederim demektir?”
“Boş laf etme zo… Eczanelerden içeri girdiğinde, elinde birbirine dolanmış çifte yılan tutan, saç sakala karışmış ihtiyar bir herif tasviri görmezsin?”
“He…”
“İşte o moruk doktorların ağababasıdır. En evvel hekimliğe icat koyan odur.”
“Vay babasına be… Ben bu ihtiyarı eczacının kayınpederi zanneder idim.”
Bu resimler sokaklarda herkesin anlayış derecesine göre böyle türlü tefsirlere uğruyor, anlayana anlamayana da bin söz söyletiyor, Âlimyan halkın cahilleri üzerine de bu suretle tesir ediyordu.
Doktor Âlimyan, memleket hekimlerinin iyileştirmekten âciz kalmış oldukları büyüklerden birinin inatçı bir baş ağrısını umulmadık bir talih ile kesmeyi becermişti. Ondan sonra şöhret merdiveninin ilk ve zor adımını atladı. Mesleğinin bahtiyarları arasına karıştı. Vücutça, sırık hamallarını imrendirecek iri yarı bir çapta idi. Fakat sakalını sivriltti, tek gözlük taktı. Jilesini, bonjurunu modaya uydurdu.
Yalnız “Biz frengik lafı tek ederik!” düsturuna uymayarak lakırtıyı çok söyler, zarafet göstermek için cinası, kinayeyi çok sever, bunların hiçbirini ağzına yakıştıramaz. Hasılı şaklabanlığı şarlatanlığından çoktu.
Hekimlikten çok kendine mahsus bir çeşit meddahlıkla Hasan Ferruh Efendi’yi oyalardı.
Odadan içeri girdi. Gebers’in muayenesinden yorgun düşmüş olan hastasını bir köşede yine melankoliler içinde buldu. Ardı arası gelmez bir söz bolluğu ile ağzını açarak:
“Vay efendim, yuvasında buz tutmuş bir kumru gibi onun orasında oturmuş da suspus ne düşünoorsunuz?”
Hasta, hiçbir söz etmeden, eliyle kederinin sebebi olan kalbini işaret etti.
Âlimyan: “Ha evet… O mahut alet bende de vardır. Babamda da var idi. Büyük dedemde de… Bütün canlı ve sağ mahlukatta ondan birer tane vardır. Korkulacak bir şey değildir efendim… Cenab-ı Hâllak onu yaratmış ise de işletmesini de bizden iyi bilir. Onun nasıl işler olduğunu merak edip de hiçbir vakit dinlememelidir. Çünkü kalp pek şakacı bir alettir. Gâh ü na-gâh[21 - Gâh ü na-gâh: Vakitli vakitsiz. (e.n.)] durmuş gibi yaparak kendini dinleyen ile sanki mehtap eder. Efendim affedersiniz, size düpedüz bir laf edeyim? Çok kurcalanan saat şaşkına döner, doğru gitmez. Onu ile (onunla) asla oynamamalıdır. Çünkü biz vücudumuzun makinisti değiliz. Onu yaratan Allah öylece bir tertibe koymuştur ki, ayarına dokunmaya gelmez. Biraz geri kalır, ileri gider, altık (artık) o, onun işidir, bildiği gibi işletir. Menşur (meşhur) cenkçi Napoleon’un yüreği natura nizamından pek eksik işler idi. Büyük adamlarda bazan da öyle olur, ağırlaşır. Vücudun aletleri doğru işler ise buna ‘normal’, aykırı işler ise buna da ‘anormal’ derler. Bunları bilmek için sebepler içinde sebepler vardır ki hiç kimse bu kadar malumatı kafasının içine koyamaz, bızıklanır kalır. Vücudumuzda ne embubeler (borular), ne kanallar, ne supaplar, ne pistonlar, ne meydanlar, ne caddeler, ne çıkmaz sokaklar, ne kimyahaneler, ne süprüntülükler, ne molozluklar, ne deryalar, ne tarlalar, ne bostanlar vardır. Sanki burası mikropların oturdukları milyon milyon köylü bir memaliktir (memlekettir). Onda da kanlı cenkler, muharebeler olur. Çünkü hayat kavgası dışımızda olduğu gibi içimizde de vuku bulmaktadır. ‘Sen çekil ben oturayım.’ İşte kayde-i umumiye budur. Bırakınız ki onlar filozofi okumazlar, fakat damarlarımızda ‘sivilize’ olarak her işlerinde bize, yani insanlara taklit yaparlar. Bunların makinistleri, şoförleri, körükçüleri, tanzifat memurları (çöpçüleri) gene hep kendileridir. Lahm-i maderde[22 - Rahm-i maderde, ana karnında. (e.n.)] bu işi nasıl nizamına konulmuş ise nihayete dek öyle kendi kendine işler. İçimizde ne fiiller olduğunu biliriz acap? Hazım nasıl olur? Nefes alıp verdiğimiz zaman ciğer körüğü nasıl işleor, ne aloor, ne veroor? Hava ile kan arasında ne mübadelat yapoor? Zamirimiz bunlardan hiçbir şey duymaz. Bu işler her vakit kendi başına olur. Eğer her saniyedeki bu karışık harekâtların işletilmesini Rabb’imiz bize havale ede idi çok tembel adamlar bu işi etmeye üşenerek çabucak mefat (vefat) olurlardı. Biz yalnız yiyecek ararız. Sobaya bir kerek (kere) kömürü atınca harareti aziziye[23 - Hararet-i gariziye demek istiyor; yani “normal vücut ısısı”. (e.n.)] peyda olur. Kazan ısınır, tekmil makineler bıngır bıngır işlemeye başlar. Bazı cahil insanlar bunu fayrap ederler, musluğun suyunu açarlar. Az vakıttan vücud-i azizlerini harap ü türap ederek sıfırı tüketirler. Sonra ‘Aman doktor!’ deyi ensemize düşerler, yalvar yakar olurlar. Sen ki hayat hazinesinin musluğunu Horhor Çeşmesi gibi akara bırakmış isen buna doktor ne iş edebilir?”
Âlimyan, daha bir tarafa ilişmeden ayaküstünde bu kadar lakırtının belini büktü. Sonra iri vücudunun en çok istirahat edebileceği geniş bir koltuk seçerek yerleşti. Hastanın ağız açmasına meydan vermeden yine ağız kalabalığı içinde başladı:
“Vücut körüğü nasıl işler? Durunuz size bunun bir ‘deskripson’unu vereyim. Kalp bir nev emme tulumbadır. Başka bir tabiratla kalp beyaz ciğer (akciğer) kanatlarının ağuşuna sığınmış trigona böreği eşkâlinde mahut alettir. Beyaz ciğerler ile ‘cointeresse’ yani ortak işler. Şu ara doktorların tabirlerinces (tabirlerine göre) ciğerler, kalbin ikiz biraderi can beraberleridir ki, hayat alevine daima püf ederek onu sönmek kazasından kurtarırlar. ‘Pumon’lar yani beyaz ciğerler bir tasfiye laboratuvarıdırlar. ‘Dünya bir cifedir.’ demezler? He, işte bu pek filozofik bir laftır. Dünyada her neyi ki kendi keyfine bırakır isen cipcife olur. Dışarıda olduğu gibi içerimizde de ‘natür’ün azanları vardır. Havanın kontağı ile siyah, yani pis zehirli kanımız, pisliklerinden ayırt olarak oksijenlenir. Kırmızıya döner, arterlere gider. İşsiz etıbbanın biri bunu hesaba komuş, evet belli ki herifin işi yokmuş, çünkü bizim kesretli vizitelerimizden öyle bazik hesabatlarla kafa yormaya vaktimiz yoktur, orta hesapla bir dakkada altı nefes çekeriz ve beher nefeste aşağı yukarı ciğerlerimiz yarım litre hava yutar. Bu, her gün on bin litre hava eder. Belediyelerin fikirlerine gelip de sair meşrubat gibi buna da rüsumat koyarlarsa litresine bir para koysalar âlem-i kâinat bu borcu ödeyemeyerek herkes havasızlıktan boğulur. Dünya ‘sena’sı (sahnesi) yeni teatrolar (tiyatrolar) gibi bomboş kalır. Ahali sefaletten kurtulur vesselam. Bu işin üzerine de kıyak bir reji (inhisar) yaparlar. Ama Mevla’nın havası boldur. Bunu depolara tıkayamazlar. Eğer bu yapılabilseydi, ortaya ne anonim şirketler, ne sendikalar çıkar, ne hava bankaları açılır, ne monopoller görülürdü. Bu iş Frenklerin pek de akıllarına gelmedi değil, ‘komprime’ olunmuş oksijeni çelik kaplara koyarak ticaret pazarına çıkardılar. Bu işin sonu neye varacağı malum değildir. Biz yine kanatlarının ortasında kalbi yavru gibi tutan ciğer körüğüne gelelim: Fizik kaydesincek (kaidesine göre) her nerede ki hela vardır orası mela olur; yani içimiz hava doludur, demek isterim. Zannedersiniz ki hava, derunumuza yalnız kuru fasulye ile kapuska ile girer? Hava alıp verdiğimiz malum büyük deliklerimizden başka derimizin üstünde hesapsız küçük delikler vardır, bunlara Fransızca ‘por’ derler. Türkçede de bunlara bir nam koymuşlar ‘mesahat’tır ne derler? Bir türlü fikrimde kalmaz. Mikroskop ile bakılınca derimizin üstü kaneva bezine benzer yahut sünger gibidir. Ter, işte bunlardan çıkar. Kir ile, pislik ile, daha başka sebepler ile bu delikler tıkanır ise türlü türlü emraz husule gelir. Bu delikciklerin her biri mikroplar için Perapalas gibi sanki seksen odalı birer oteldirler. Binler, binlercesi odlarda bilâücret iskân olurlar. Bu mikroplar İngilizler, Amerikalılar gibi ‘ekspluatasyon’ meraklısıdırlar. Fırsat bulunca vücudun başka taraflarına geçerek hayatın bütün madenlerini kendi hesaplarına işletirler. Hava ciğerlere burundan, ağızdan, boğazdan, hançerecikten, tranştan, bronşlardan girer. Nefes alan etlerin toparlanmasıyla ‘torasik’ kafesi büyür, ciğer genişlenir, hava bronşlardan ‘alveol’lere geçer. Bunlar lastikli ‘vezikül’ler yani pek küçük küçük kerata şeylerdir. Dokumaları kalbur gibidir. İşte buna ‘enspirasyon’ yani ‘nefes almak’ derler. Her alınan şeyin bir de vermesi vardır. Nefes alıcı etler gevşediklerinde ‘torasik’ (göğüs) kafesi küçülür, ciğerler büzülerek ‘vezikül’leri boşaltıp havayı dışarı defederler, buna da ‘ekspirasyon’ yani ‘nefes vermek’ denir. Burası on bin litre havayı her gün aktar dönder eden bir hayat fabrikasıdır. Dışarıdan malın yeni ve temizini içeri alır, kullanılmış kötüsünü dışarı bırakır. Hava oyunu yalnız borsalarda olur sanırsın? En ustalıklısı insanın içinde olur. İşte bu suretle ciğer körükleriyle kalp tulumbası arasında hava değişmesi, ithalat ve ihracat muamelesi olur gider. Ciğer körüğünün tasfiyesiyle temizlenip oksijenlenmiş hava bir yandan kalp sol dayresinden içeri girer, arterler vasıtasiyle vücudun bütün kan damarlarına taksim olunur. Öte yandan vücut harikıyle ziyade miktarda asit karbonlanmış zehirli pis kan kalbin sağ daryesinden dışarı çıkar. Körük tulumbayı, tulumba körüğü işletir. Bu bir nevi bostan dolabıdır ki iki taraftan biri istop edince ne borulardan hava gider ne oluklardan su akar. Siz nasıl istiyorsunuz ki nefes alıp vermekte olduğunuz hâlde kalbiniz durmuş bulunsun, bu iddianız hekimlik teorilerine külliyen uygunsuz bir hâldir ki ben doktor olalı böyle ‘eksepsiyonel’ fefkalade bir ‘ka’ya (hâle) tesadüf olmamışımdır. Kalbi duran adam durmuş olduğunu hiç duyabilir? Durmuş bir saatin akrebi, yelkovanı rakamları ‘marke’ edebilir altık (artık)… Böyle fen dayresinden dışarı aygırı laf etmeyiniz efendim.”
Bozuk düzen bu ağız kalabalığı karşısında baygınlığı artan hasta:
“ ‘Fen dairesi’ dediğiniz nedir? Onu bir demir çember ile iyice sınırlayabiliyor musunuz? Bu daire Göksu testisi gibi içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye neler sızdırıyor da haberiniz yok. Bugün meydanda sizin inkâr ettiğiniz ne büyük hakikatler var. Mümkün değil bunlara uygun birer guguk uyduramıyorsunuz. Ben kendi kalbime mi inanayım sana mı? İç hastalıkları dediğiniz ilim henüz pek karanlık bir çocukluk hâlinde. Bazı bazı en büyük doktorlar, en küçük hastalıklardan bile bir şey anlamıyorlar. Sizin Zambako’nuzun, filanınızın hastalığın ilk zamanında veremi tifo, tifoyu verem diye belirttikleri birçok benzerleriyle meydandadır.”
Doktor Âlimyan, küçük dilini yutarcasına iri bir nefesle yerinden kalkıp oturduktan sonra:
“Affedersiniz efendim, ben o buyurduğunuz gugukçu doktorlardan değilim. Gugukla mugukla benim hiçbir işim yoktur. Ben bir hastayı muayene eder, diyagnostiğini korum, yani çocuğun namını belli ederim. Bize tıp bir yol göstertmiştir. Biz ondan gideriz ve asla fenden şaşmayız. Hastaların, hele sinir hastalarının her dediklerine bakıp inanırsanız tıp fenni çorbaya döner. Onlar her istediklerini söyleyebilirler, biz de bildiğimizi yaparız.”
“Kapalı kutu… İçeride ne afet var, kesin olarak bunu nasıl anlarsınız?”
“Hekimliğin ustalığı işte o kapalıyı anlamaktır. Bizim parmaklarımızın ucunda kulaklarımız, kulaklarımızın içinde gözlerimiz vardır. Bir şeyin üstünü görünce dibini keşfederiz. Bırakınız ki şimdiki fen karşısında altık insan vücudu pek de kapalı kutu değildir. Sizi şimdicik röntgen ışığına tutar isem içinizdeki hayat teatrosu karagöz perdesi gibi gözümüzün önünde cilvelenir. Doktor gözü keskin olur. Biz bir hastanın sıfatını görünces içini ağnarız. Biz parmaklarımız ile bir vücuda tık tık vurduğumuzda ‘Hastalık, sağlık nerede iseniz kendinizi beyan ediniz!’ deyi sival (diye sual) ederiz. Onlar da her nereye gizlenmiş iseler, mesela ‘Biz ciğerlerdeyiz, kalpteyiz yahut bağırsaklardayız.’ deyi derhâl bize cevap ederler. Kulağımızı koyup dinlediğimizde hastalıkla sağlığın dövüşmelerini, sövüşmelerini bütün laflarını duyar, ağnarız. Bunlar ne Türkçe konuşur ne Ermenice ne Frenkçe… Dilleri büsbütün başkadır. İnceli kalınlı, pısır pısır, fosur fosur ederler. İşte hep bu pısırtılar birer manayadır. Bu sedalardan bazılarını hasta kendi de duyar. Bağırsaklarınızda yel muharebesi olduğu zamanda gorultuyu işitmezsiniz? Onda (orada) âdeta ‘revolüsyon’ (ihtilal) olur. Bu sıkıntılar bazan top gibi bir seda ile bazan suspus bir mahçuplukla o uzun tünelin azat kapısından dışarı az çok bir sesle fırlar, hasta rahatlanır.”
Hasan Ferruh Efendi, doktorun şairce olmayan bu tasvirleri karşısında iğrenerek yüzünü buruşturur.
Doktor Âlimyan bu söyledikleri ile bir terbiyesizlik etmemiş olduğunu anlatmak için çabuk çabuk: “Efendim, ben edepten dışarı bir laf etmedim. Tıp lisanında iğrençlik, ayıplık yoktur. Biz, bir insanın karnına giren şeylerin ne şekillerde oradan dışarı çıkmakta olduklarını uzun uzadıya etüt ederiz. Kitap bunları katılıklarıyla, sululuklarıyla, rahiyeleri (rayihaları, kokuları) ile yazar. Edep kadrosundan dışarı zannolunan şeyleri tıp etüde koymaz ise sonra, birçok hastalıkları dipten dipe kaliteleriyle biz nasıl ağnarız? İnsanların en büyük zorları, söylemesi en ziyade ayıp olan aletlerindedir. Pariz’de profesör tıp dersi verirken kara tahta üzerinde tekmil bu aletlerin resimlerini çizer idi. Ve öyle de mükemmel çizer idi ki bir kıl eksikliğini bırakmaz idi. Ve haşa profesörleri ayıp görmek hiçbirimizin fikrine gelmemiştir. Fennin nazarında insanın ağzı ne ise dibi de odur. Yel bırakmak bahsine gelince Fransız romancısı menşur Zola ‘La Terre’ yani ‘Torpak’ isimli nazik hikâyesinde bunun birkaç ‘paj’ (sayfa) ‘deskripsiyonunu’ (tarifini) yapmıştır. Fransız literatürüne giren bir şeyin bizde lafı edilmesi neden ayıp olsun? Bu, bir sahte edep utangaçlığıdır. He evet, lafın uç ipini kaçırıyordum: Lafım oraya gelecek idi ki hastalık, sağlık nerede olduklarını bize beyan ederler. İşte onu için biz vücudun bazı yerlerini dikkatle dinleriz. Bunlar bize neler derler bilirsiniz? Hastalık ‘Mekân tuttuğum bu yerlerden beni çabuk kovamazsınız. Ben fena işler edeceğim!’ deyi homur homur homurdanır. Sağlık ise ‘Aman efendim doktor, beni bu marazın pençelerinden kurtar. Kuduz köpek gibi her dakke ensemden gelerek üzerime saldırıyor. Bunuyle (bununla) dalaşmaktan artık dermanım kesiliyor. Hastaya söyle beni zayıflattıracak işler etmesin. Pehrizine dikkat olsun. ‘Abo’ yapmasın. ‘İjiyen’in zıddına gitmesin. Zira iki hastalık zorlu, ben mecalsiz kaloorum.’ deye bangır bangır ağlayarak yalvar yakar olur. Ah efendim, türlü nev hastalar vardır. Kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar, bunların hiçbiri de laf ağnamaz. Her birinin kendine maksus birer defosu yani kusuru olur. Kimi çok yer kimi az yer kimi ilaç almaz kimi beş doktorun ilaçlarını birden yutmak ister kimi sade vücudunu dinler, kimi vücudunda ne kadar maraz alametleri olsa asla aldırış etmez. Her şeyin çoğu da azı da fenadır efendim. Ne akıntıdan gitmeli ne durgunlukta kalmalı. Frenkçede bir darbımesela (darbımesel) vardır. ‘İki uç birbirine dokunur.’ derler ki her şeyin pek azı, pek çoğu da bir hesaptır demektir.”
“Gel doktor, beni dinle bakalım. Hastalığın vücudumdaki taarruz ve müdafaalarını işit. Hangisinin üstün geleceğini söyle. Dediğin gibi kalbimin iki dairesi arasındaki kan akıntısının neden dolayı ara sıra değişmeyi durdurduğunu anlat. Sağlık askerlerimin hastalık askerleriyle iyice savaşabilmesi için benden nasıl imdat istediklerini bildir.”
“Ah efendim, bu ne uzun bir iştir. Sizi hırslandırmaktan korkmamış olsam çok laflar edeceğim.”
“Söyle.”
“Evvela, oturduğunuz bu odanın tanperatüründen (derecesinden) başlayacağım. Şimdi burada yirmi iki santigrat derecesinde hararet vardır. Bu kadar sıcaklık insana iyilikten ziyade fenalık eder. Vücudunuz limonlukta büyüyen nazik bir ağaca döner. Bir taraftan biraz soğuk duyar ise hemen hastalanır. Vücudunuza, limonluktan çıkınca hastalanan bir ‘plant’ (bitki) terbiyesiyle değil, soğuklara, karlara, boralara karşı koyar bir meşe odunu tertibiyle bakmalısınız. Bu odanın pencereleri kâğıtlar, astarlarla sıvanarak tıkanmış; kapıları keçeler, pamuklu perdelerle kapanmıştır. Hava nereden cereyan olacak? Bu odada yuttuğunuz hava içinize girip çıkmış olan daima o zehirli havadır. Sağ adam bunun burasında hastalanır. Buraya dağdan koskoca bir ayı getirsen üç günde sıska bir maymuna döner.”
“Ah nezaketine kurban olduğum doktoru…”
“Efendim, tıp işinde nezaket olmaz. Dinleyiniz; ondan maada sırtınızda kürk, kürkün altında hırka, onun altında kalın entari, onun altında çifte yün fanila… Daha altında zıbınlar, bıbınlar, daha isimlerini bilemediğim birtakım şeyler. Bunların ortasında vücudunuz hesapsız katlara bürünmüş Kumbağı sovanının cücüğüne benziyor. Galiba büyüklüğünüzde çocukluğunuzu hatırlayarak kendinizi bir nev kundağa koymuşsunuz. Affederseniz. Marazın askerlerine karşı kendi ellerinizi, ayaklarınızı bağlamışsınız. Vücut serbestlik ister, hareket ister. Kullanılmayan demir paslanır bilirsiniz. Üç şeye dikkat lazımdır, derimizin fonksiyonlarını kolaylaştırmalı, ciğer körüğümüzü işletmeli, hazma yardım etmeli. Büsbütün hareketsiz durmamalı. Hiç olmazsa her gün hafif hafif oda egzersizi yapmalısınız. Vücudunuzda ne kadar sinir, damar, et varsa onları günde sekiz on defa olsun yerlerinden oynatmalı.”
“Nasıl oynatayım? Köçek gibi titreyip göbek mi atayım?”
“He, evet efendim, kımıldamaz durmadansa göbek atmak menfatlı bir egzersizdir. Bunuyla (bununla) tembel bağırsaklar harekete gelerek içlerindeki şeylerin yürütülmesine sebep olurlar.”
Âlimyan’ın maksadı, hastaya ufak tefek vücut ve zihin uğraşmaları bularak onu hiç kımıldamadan durmak ve kendisini dinlemek tehlikesinden kurtarmaktı. Onun için dedi ki:
“Danimarkalı Müller’in oda içinde yapılmak üzere tertip etmiş olduğu 18 egzersizi vardır. Bunlar ‘ijiyen’ kaydesince vücudu hareket ettirmek için pek ustalıkla tertip olunmuşlardır. Bunların icrası her yaşta adamlar için fefkalade faydalıdır. Her gün bu işi etmeye üşenmeyen yaşlı zevatlar kalp, romatizma, ankiloz gibi şeylerden kurtulurlar. Vücudun körüğü, tulumbası, pistonu, makarası, pevranesi saat gibi tıkırında işler, beden de fikir de gençliğin elastikini (elastikiyetini) alır. Arzu buyurulursa bugün birinci numaradan başlayalım.”
Hasan Ferruh Efendi, kendinde melankoli doğuran tembelliğin harekete dönmesinden bilinmez tehlikeler sezer gibi acayip bir durgunlukla:
“Bunlar da nota ıskalaları gibi numara numara mı yükseliyor?”
“He, babanızın canına rahmet olsun, işte güzel dediniz, mızıka egzersizleri gibi bunlar da numara iledir. Birinci numarayı vücuda sindirdikten sonram ikinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü pratik edersiniz ve sonra hepsi tamam olunca şifayı bulursunuz.”
“Şifayı bulur muyum?”
“Evet efendim.”
“Şifayı bulmanın bizde iki manası vardır.”
“Ben şifa lafının mefhumunu bir bilirim; marazdan kurtulmak.”
“İnsan cavlağı çekince de marazdan kurtulur.”
“ ‘Cavlağı çekmek!’ Bu ne laftır efendi hazretleri? Cavlak… İşte bunu hiç duymamışım. Çincedir? Türkçedir? Argodur, nedir? Lütfen bana beyan edersiniz?”
“Bu, doktorların ‘sıyga-i intihaiyelerini’ hastalarının çoğuna çektirdikleri bir kelimedir. Möysö Gebers Cenapları bunun son tasrifini Hasan Muhsin Paşa’ya okuttu.”
“Bu tabir, mefat olmak demektir?”
Hasan Ferruh Efendi, Âlimyan’ın söyleyişini taklit ederek:
“He evet dostum, bilmoorsun?”
“Siziyle laf etmek ince süzgeçten çakıl taşı akıtmaya benzer.”
“Doktor, zarafet kumkumasısınız. Fakat sözünüzdeki veçhişebehi[24 - Veçhişebeh: Benzetme yapmak. Teşbih. (e.n.)] anlayamadım.”
“Lafımda ne maymun vardır ne şebek.”
“Bu ne olmayacak anlayış. Benim sözümde de ne kirpi vardır ne köstebek. İkimizin de dilini eşek arısı soksun.”
“Ekselans bu ne bedduadır ki edoorsun?”
“Bet değil bu pek hayır duadır.”
“Dilini eşek arısı sokarsa insan geberir.”
“Gebermez, zarafetlenir. Gelelim mâ nahnü fihimize…”[25 - Ma nahnü fih: Bahsini ettiğimiz, üzerinde konuştuğumuz şey. (e.n.)]
“Orası neresidir?”
“Efendim?”
“Manahnu keyfimiz?”
“Dağlasa zenbur lisanın
Şiveye girmez beyanın.”[26 - Eşek arısı dilini yaksa / Doğru dürüst bir şey söyleyemezsin. (e.n.)]
“Bugün karşı-be-karşı şuaralık yapacağız.”
Efendi gülerek:
“He evet ahbar… Bir beyit de sen söyle bakalım.”
“Sanki diyemem sanırsın? Şuaralık da zor bir iştir? Hem ben düşünmeden alimproviste (doğaçlama) söylerim. İşte:
İğnesi girerse eşşoğlu arının
Orası şişer biçare karının.”
“Tuu… Allah layığını versin.”
“Ben son makam natüralist şuaradanım. Nasıl şuaralığımı beğendin?”
“Bu bizimkisi şuaralık değil maskaralık… Siz hecagusunuz[27 - Hecagu: Bir kimseyi hicveden. (e.n.)] demek?”
“He evet, Haçik’in oğluyum.”
“Pederiniz de böyle vadi-i şiirde gevher-nisar bir ter-zeban-ı bi emsal[28 - Şiirde güzel söz söyleyip hazırcevap emsali olmak. (e.n.)] miydi?”
“Hayır mehrum (merhum) tercüman değil idi, Şaşkınzade Hanı’nda odabaşı idi.”
“El veledi sırr-ı ebihi.”[29 - Evlat, babasının sırrıdır. (e.n.)]
“Belediye sığırı yediyse onun şimdi bu laf arasında ne mefhumu vardır sanki?”
“Sığırdan, deveden bahseden yok, azizim doktor. Siz sui intikal seyyiesiyle mecra-yı kelamı daima kendi acibe-i idrakinizin sevk ettiği garabet vadilerine düşürüyorsunuz.”
“Ekselans, bu dedikleriniz de laftır sanki? Bu kıdar (kadar) hır gür arasında ‘sığır’ ile ‘deve’den başkasını ağnayabildiysem Çingene’den de esmer olayım.”
“Yazık değil mi ki o vech-i ebreş
Kararıp da ola bî-âr Kıpti-veş.”[30 - Yazık değil mi ki o alacalı yüz / Kararıp da utanmaz bir Çingene yüzüne dönsün. (e.n.)]
“Al sapından vur duvara… Bugün doğru laf etmeyip de böyle tuhafiyeli (kafiyeli) konuşacağız?”
“Böyle sanih oldu da ben de dedim
Affet artık işte bir herze yedim.”
“Herze yiyiniz, zerde yiyiniz, ona bir lafım yok. Fakat bu zavallı Türkçe sizin gibi yüksek bir ‘edukasyon’ (eğitim) almış ağır beyefendilerin, paşaların ağızlarında kuş dili gibi anlaşılmaz bir çalım aloor. Biz Ermeniler Türkçeyi sizlerden daha nazik ve anlaşılır bir letafetle konuşuruz. Geçen günü bir Türk evine viziteye çağrıldım. Hasta ‘disepsi’den vay aman bağırıyor. ‘Diletasyon’ son derecede… Biçarenin midesi imaret kazanı kıdar büyümüş. Kendisine tembihatta bulunmak için ‘Efendim salçalı taamlar, sulusepken şeyler yemeyiniz. Yağda oturmuş yumurtayı asla ağzınıza koymayınız.’ dediysem hasta zat bir gülmedir tutturdu. Sıfatıma bakıp kıvranarak gülüyordu. Açıkta bir tarafım kalmış olmasın deyi üzerimi yokladım. O hâlâ ki güloordu. O günden beri çok düşündüm lafımın ‘ridikül’ tarafı neresindedir acap, hâlâ bulamadım.”
“Bu lakırtıda bir çürüklük varsa o da yağ içinde calis-i makam-ı nebahat olan beyza-ı vakurda olmalı.”
“Ekselans, rica ederim Türkçe konuşalım.”
“Başka lisan konuşmuyorum, zannederim.”
“Mümeyyiz efendi ahıra girmiş ne yapmış? Ben bundan ne ağnarım?”
“Ahırdan, ağıldan bahsetmedim. Söz başka vadiye kaçarak uzadı. Gelelim ma nahnü fihimize.”
“Orası neresi ise işte altık oraya gelelim.”
“Müller Cenapları’nın idmannamesinde birinci numaralı talimatın tatbikatına başlayacaktık.”
“Evet öyle idecek idik.”
Doktor Âlimyan cebinden Fransızca bir kitap çıkarır, birinci idman temrinini açar. Birkaç defa gözlerini kırpıp sivri sakalının ucunu okşadıktan sonra kaba bir söyleyişle başlar:
“Exercice No: 1
Extensión générale du corps et des membres et cambrure de la poitrine. Circumduction du tronc sur le bassin vers la gauche et vers la droite.”
Bu Fransızca ibareyi, oda içine pek fazla gelen gür ve sert bir hatip sesiyle okuduktan sonra acayip bir heybet alarak:
“Efendi hazretleri bu egzersiz ‘primo’dan bir mefhum ağnayabildiniz?”
“Hiçbir kelime.”
“O hâlde elinize kâğıt kalem alınız. Bunun Türkçeye tradüksiyonunu edeyim. Her ne ki der isem kaydediniz.”
Âlimyan, birinci Fransızca kelimeyi tercümeye başlar:
“Extension, çekme… Hayır… Çekiştirme… Hayır… Uzanma… Hayır hayır… Uzatma… Hayır ya ne demeli? Vay babasına! Bu Türkçede de hiçbir uygun laf yoktur ki extension’a karşılık edip koyayım?”
Doktor, taranmış saç ve sakalının düzgünlüğünü tamamıyla bozacak bir sinirlilikle eğrilen parmaklarını oralarda dolaştırarak:
“Ah, işte nihayet buldum: ‘Germe’ yahut ‘gerinme’… Générale umumi… Corps, vücut… Membres… Of… Bu kelimenin Fransızcada çok manaları vardır. Bunlardan hangisini yaraştırıp da buraya koymalı?”
Âlimyan her kelimeye hususi bir mana tatbikine uzun uzadıya uğraştıktan sonra nihayet hülasasını heybetli bir muvaffakiyet tavrıyla efendiye şöylece anlatır:
“Vücut ve azalarının ve göğüs kamburluğunun gerinme-i umumiyesi… Vücut kütüğünün beden havuzu üzerine sağdan ve soldan dayirevi deveran olması.”
Efendi gülerek:
“Patlıcan tavası, midye dolması.”
“Beni ile mehtap edoorsunuz?”
“Hayır tercümenin letafetine biraz de ben çeşni katmış olmak için âcizane bunları ilave ettim.”
“Bu ciddi tıp bahsine hiç midye dolması girer?”
“Ahbar hiç vücudun kütüğü havuzu üzerinde dayirevi döner?”
“Dönmese Müller bunu yazar idi hiç?”
“Zannetmem ki Müller böyle ‘enamın’ eydi-i istifadesine çıkaracağı bir kitabı savabı böyle tabirat-i sakime ve cümle-i sakime ile yazmış bulunsun.”
“Efendi, Müller bu kitaba anasını babasını koymamıştır. Bunlar teknik laflardır. Doktor olanlar ağnarlar.”
“Doktorcuğum, ‘gerinme-i umumiye’ olur mu? Kaide dışında olan böyle çok büyük hata çekilir yüklerden midir?”
“Topuğumdan tepemecek hırsa gark oluyorum. ‘Düyun-i umumiye’ olur da ‘gerinme-i umumiye’ niçin olmaz?”
“Olamaz.”
“Zira ki ‘düyun-i umumiye’yi en evvel yazan bir Türk’tür. Başka bir milletten biri olaydı buna da olmaz diye bağıracak idiniz. Şimdi şu yaptığım tercümeyi Fransızca beş on laf öğrenmiş bir kâtip efendi edeydi Arapçadan, Farsçadan birçok süslü ‘mo’lar bularak kor idi ve siz de görüncek beğenerek haryan olur idiniz. Fakat orijinale uygun bir şey midir? Bunu asla hatırınıza, fikrinize getirmezsiniz. Bunda bir ayıplık varsa ‘köke’ sözler ile yağnışlıkları örtmektir. Ben ‘motamot tradüksiyon’ yaptım. Müller her ne ki dediyse ondan bir nokta dışarı çıkmadım.”
“Vücudun kütüğü neresi? Havuzu, şelalesi neresi?”
“Bunu size ağnatmak uzun derttir. Anatomi dersi vereceğim?”
“Ben de sana ‘gerinme-i umumiye’ hatasının neden olduğunu anlatmak için elifba-yı Osmaniden başlayacağım?”
“Pekâlâ efendim, ne siz doktor olacaksınız ne de ben kâtip. Müller kitabında her ne ki demiş ise ben ağnamışım. Şimdicik vücudunuzda bu hareketlerin tatbiklerini edeceğiz.”
“Fakat bu tatbikatınız da tercümeniz kadar zarafetten uzak olmasın.”
“Meraka kalma.”
“Nasıl başlayacağız?”
“Soyununuz bakalım.”
“Anadan doğma mı?”
“Hayır. Sonradan olma.”
“O hikâyeyi bilirsin demek?”
“Türklerin içinde otururum da hiç böyle ‘fines’ler benden kaçar? Ağırlığınızca altına gark olsanız yine çırılçılbah olamayacağınızı bilirim. Şöyle kürk gibi, hırka gibi fazla ağırlıkları üzerinizden atınız.”
“Bravo… Sonra zatürreye tutulayım değil mi?”
“Hiçbir şey olmazsınız efendim. Vücut hareket edince şimdi ısınacaksınız efendim.”
Sobanın ateşi arttırıldıktan sonra efendi kürkü, hırkayı atarak:
“Vücudun kütüğü neresi? Hangi havuzun üstünde dönecek?”
Doktor, efendinin bedeninin üst kısmını göstererek:
“İşte kütük budur.”
“Peki ya havuz?”
Âlimyan, uyluklar ve karnın çevrelediği yuvarlak kısmı işaretle:
“İşte havuz.”
“Şimdi havuzun musluğu ile savak deliğini bulmak lazım.”
“Ben öyle laf bilmem.”
“Alimallah doktor, mücessem bir zarafetsin. A iki gözüm (vücudunun yukarı kısmını göstererek) buna tıbbi Türkçede ‘beden’ yahut ‘cezi’ derler. Buna da ‘havsala’, buna da ‘batn-i esfel’ yahut ‘hasl’ denir. (arkasının iki yarım küresini göstererek) Bunlara da ‘ilyeteyn…’ Daha alt tarafını ister misin? Göstererek sayayım mı?”
“He say… Birkaç nazik alet daha kaldı ki bunların Arapçalarının ne olduğunu da örgenmiş olurum. Bu dedikleri Türkçedir sanki? (efendinin arkasını göstererek) Buna ‘korniten’ demedense düpedüz ‘kıç’ demesi herhâlde daha münasiptir. Çünkü ‘kornetin’in kıç olduğunu kaç Türk ağnayabilir?”
“Tıp lisanı avam için değil, havas içindir.”
“Kimi (kimin) için olursa olsun, şimdi lafı bırakıp ameliyata gelelim. Benim tabiratlarımı bana bağışla. Ben bildiğimden başka türlüsünü diyemem, fikrim karışır. Şimdicik efendim vücut kütüğünüzü havuzunuzun üzerinde sola sağa çevirelim.”
“Bu araba tekerleği değil… Sağa sola nasıl döner?”
“Eğer dönmeyecek olsa idi bunu Müller yazar idi hiç?”
“Belimi çamaşır sıkar gibi burup da sakatlar isen bu canilere yakışır ustalığını gazeteler ile ilan ederim.”
“İyiliğe kemlik edeceksiniz?”
Doktor, koltuk altlarından tutarak Ferruh Efendi’nin bedenini sola doğru hafif çevirmeye başlar. Hasta kalıbıyla o tarafa döner.
Âlimyan hiddetlenerek:
“Efendi, bacaklarınız yerde mıhlanmış gibi duracak. Yalnız vücudunuzun belden yukarı olan kütüğü dönecek.”
“Doktor, ‘kütük’ sözüne aldanıp da beni çok hırpalama. Kahve değirmeni değil bu, bir nazik vücuttur. Fırıl fırıl dönmez.”
“Keşkem bu kadar nazik olmasa…”
Âlimyan, belden aşağı kısmın istikrarıyla bedeni sola doğru döndürmeye uğraşır.
Ferruh Efendi, ağrıdan yüzünü buruşturarak:
“Aman yavaş, vücudum ikiye bölünüyor.”
“Vücudunuz hareketsizlikten ‘petrifiye’ olmuş kalmış.”
“Petrifiye nedir? O da bir hastalık mı?”
“Taş donup kalmak.”
“Şimdi ben tahaccür[31 - Tahaccür: Taşlaşma, taş kesilme. (e.n.)] mü etmişim?”
“Bu işe taaccübü[32 - Taaccüp: Şaşma. (e.n.)] ben etmişim.”
“Bu vücut artık nerm ü leyyin[33 - Nerm ü leyyin: Yumuşak ve mülayim. (e.n.)] olamaz mı?”
“Bir ‘pürgatif’ verince mülayim olursunuz.”
“Madenî değil, nebati müshil olsun.”
“Yerli olsun, yabani olsun altık orası benim bileceğim iştir. Şimdi bir kerek de sağa çark olalım.”
Âlimyan, hastanın vücudunu bu defa sağa, fakat birinciden şiddetlice büker.
Ferruh Efendi haykırır:
“Aman… Aman, akort edilen kanun kirişleri gibi gerildim!”
“He evet, işte gerinme-i umumiye olacak.”
“İnsaf doktor, bütün emam[34 - Em’a: Bağırsaklar. (e.n.)] kopacak.”
“Bu egzersizlere birkaç ay devam eder isek vücut kütüğü hezaren çubuğu gibi eğrilir bükülür bir fleksibilite alır.”
“Doktor artık çevirme, orta yerimden kopuyorum.”
“O çabuk kopmaz, usta yapısıdır.”
“Of göbeğimde bir recf-i şedid vuku buldu. Batn-i esfelde sıcak bir akıntı hissediyorum. Galiba mezk-i miai, nezf-i dâhilî var.”
“Dâhilinizde bir herif var? Bunlar nasıl laflardır?”
“Istılahat-ı tıbbiye kullanıyorum.”
“Ben bu ıtılakattan asla bir şey ağnamıyorum.”
“Bağırsağım koptu, karnımın içine kan akıyor, diyorum.”
“Sizin tabip efendiler ‘rupture intestinale’ ile ‘hémorrhagie’yi bu biçim ifade ederler? Ben doktorluğu Gülhane’de okuyaydım belki bu lafları ağnar idim. Ben ‘kur’umu (eğitimimi) Pariz’de yapmışım. ‘Karnımda bir herif var.’ deyince bunun ‘emoraji’ olduğunu kefşedemem. Bağırsak denilen şey pambuk ipliği değildir. Mızıka alatlarında görmüyor musun? Ne kıdar çeksen kopmaz. Meraktan size öyle geliyor. İki kolunuzu havaya kaldırıp son derece bir kuvvet ile gerininiz bakalım. Vücut biraz elastikliğini bulsun.”
Ferruh Efendi, bu kumandaya uyarak kollarını diklemesine havaya kaldırıp bütün beden sinirlerini germek ister. Fakat hemen fena bir baş dönmesi gelerek benzi ölü gibi sararır, gözleri kararır.
“Ah yetişiniz… Bu herif beni öldürüyor!” diye hemen anlaşılmaz derecede bir zayıf sada ile imdat çağırarak olduğu yere yıkılır. Kendini kaybeder.
O aralık, tesadüfen, Ferruh Efendi’nin üçüncü hususi hekimi Senai Efendi, her iki koltuğu birer uşakla desteklenmiş olduğu hâlde odadan içeri girer.
Âlimyan, telaşla paltosunu sırtına, şapkasını başına geçirerek:
“Hürmetli refikim tastamam da vaktinde teşrif oldunuz. Bir saatten beridir anamdan emdiğim beyaz süt burnumdan kırmızı geldi. Ne türlü laf, ne türlü doktorluk, ne türlü şuaralık bilir isem, efendiyi eğlendirmek için hepsini karşısında pratiğe koydum. Ona uymak için ondan beter sanki ben de bir divane oldum. Nihayet yere devrildi. Sahiden yapıyor yoksa taklit ediyor bilemem. O bayılmayaydı ben mefat oloordum. Altık biçareyi sizin mehramet ve dikkatinize terk ederek ben kaçoorum… Adiyö efendim…” vedasıyla kapıdan çıktı.

V
DOKTOR SENAİ EFENDİ
Ferruh Efendi’nin bu üçüncü doktoru, Mektebi Tıbbiye-i Osmaniye’nin ilk açılış yıllarında diploma ile çıkmış, seksen beş doksan yaşında, akranları yok olmuş bir hekimlik antikasıdır. Keten gibi aklaşmış saç ve sakalı, kulaklarının yarısını örten geniş tablalı koca fesi, nurlu yüzü, topuklarına kadar inen setresi, iri camlı kollu gözlüğü, tasma şeklinde siyah canfesten boyun bağıyla Sultan Mahmud-u Adlî[35 - Osmanlı Sultanı İkinci Mahmut. (e.n.)] zamanı insanlarına mahsus bir müzeden kaçmışa benzer.
Koltuklarındaki iki uşak, kolay kırılacak bir yük götürür gibi bu yaşlı adamı sarsmadan yeni ayak[36 - Yeni ayak: Yürümeyi henüz öğrenmiş. (e.n.)] bir çocuğa gösterilen dikkat ile getirip köşede ona ayrılmış olan koltuğa oturttular. Hemen önüne sigara iskemlesi konuldu. İhtiyar iki kolunu koltuğun kollarına dayadı. Merdiven çıkmaktan ileri gelen ihtiyarlık yorgunluğunu gidermek için yüzünü buruşturarak, başını ağır ağır sağa sola eğerek ilk sık nefeslerini alırken, uşaklar vereceği emri bekleyerek karşısında duruyorlardı.
Biraz dinlendikten sonra gözlük camlarının parlaklıkları altında kaybolan gözlerini kaldırarak zayıf, kesik bir seda ile “Bir bardak su… Ve kahvem…” dedi.
Fakat başı karşısındakilere doğru ve dudakları aralık durduğundan emrini bitirmemiş olduğunu uşaklar anlayarak bekliyorlardı.
Ve sonra ağır ağır ilave etti:
“Kahvem mümessek fakat menku değil matbuh olsun.”
Uşaklar çekildi. Yalnız kalınca:
“Tabahat de tababet gibi münkariz oldu. Nerede o eski konaklar, evvelki uşaklar, kahvenin eski usul pişirilmesi… Şimdi kahve diye lezzetsiz, kokusuz, kestane suyu gibi kara bir su getirirler.”
Baygın olan Hasan Ferruh Efendi odanın halısı üzerinde biraz beli bükük ve yüzü yere dönük yatıyordu. Doktorda baygını ayıltmak için telaş görülmedi. O, kahve, tütün, enfiye tiryakisi idi. Bu üç keyif verici şeyin, doksan yıllık yıpranmış sinirleri üzerinde, sıra ile uyandırıcı tesirleri görülmeden onun beynindeki uyuşukluk açılmaz, gözlerinin dumanı gitmez, işitme ve dokunma sinirleri işlemezdi.
Göz ucuyla baygına baktı ve dudakları şöyle kıpırdadı:
“Zavallı, baygın değil, yorgun… Merak illeti bu adamı bitiriyor. Kuvvetli bir uyku ilacı verilse bu kadar derin uyumaz. Beniz solgun, nefes alma zayıf, ama muntazam. Kısa bir lisagors[37 - Lisagors: Letarji, yaşama işlevlerinin ve bilincin çok zayıfladığı, çok derin ve sürekli patolojik uyku durumu. (e.n.)] geçiriyor. Uyusun. Kendini düşünme acısından kurtulup biraz rahat etsin.”
Senai Efendi yeni tıp kitapları ile meşgul olmaktan adamakıllı vazgeçmiş, bu bilgide Calinos ve İbni Sina zamanına dönmüş bir eski hekimdi. Kütüphanesinde Kitab’ül-istiskaat, Kitab’ün-nabz’ül kebir, Kitab-ü hablet’ül-ber, Kitab-ü fi ara’ül-Bukrat ve Eflatun, Kitab-ü fi merret-üs-sevda, Kitab-üz-zübul, Kitab’ül-tiryak ila mağliyanus, Kitab’ül-kulunç, Kitab’ül-edviyet’ül-kalbiye ve daha bunlar gibi hekimliğin uzun yüzyılların unutulmuş mezarlarında gömülü, bugün işe yaramak değerinden düşmüş, yalnız antikalıkları ile fen müzesini süsleyebilecek eserler bol bol mevcut, fakat yenilerden eser yoktu. Bu eskilere olan fazla bağlılığı ve sevgisi yenilere karşı kalbinde birazcık olsun yumuşamak bilmeyen bir düşmanlık uyandırmıştı. Her yeniden hoşnutsuz idi. Yeniliğe karşı gösterdiği alaylı küçümsemeler, Hasan Ferruh Efendi’nin bedbin ve şikâyetçi felsefesi ile pek uygun bir zimamlık ahengi meydana getirdiğinden birbirlerini severler, buluştukları zaman âleme sövüp saymakla hoşça vakit geçirirlerdi. Efendiden başka kendine hasta nabzını uzatan bir müşterisi yoktu.
Senai Efendi, hekimlik nazariyelerinden çok güzel hikâyeler bilir bir söz eri, Hasan Ferruh Efendi’nin vezinli ve kafiyeli latifelerine aynı yolda cevap bulmaktan geri kalmaz eski tarzda bir şair hekim idi. Hastası üzerindeki tesiri hekimlik bakımından olmaktan çok ruhi idi. Ferruh Efendi bir çiçekle yaz edemeyen hercai gönüllü bir insan gibi kendi hastalığına bakmayı tek bir doktora bırakmakla kanaat edemediğinden getirttiği öteki doktorların tedavi usulleri ile verdikleri ilaçları kontrol etmeye Senai Efendi’yi tayin etmişti. Ama ne yazık ki efendi, doktorların hepsini dinler ve çok kere de netice olarak kendi bildiğine giderdi.
Marazdan çok meraka tutulmuş olan bu hasta, dünyanın son gününe kadar yaşayabilmek arzusunun verdiği sıkıntı ile rahatsızdı. Kendi öldüğü gün bu âlemi bütün yaşayanlar yok olmuş, tamtakır bırakmak bencilliği gibi garip bir düşünceye bel bağlamak hatasından kendini alamaz, kendini iyileştirmeye çalışan hekimlerin sağlamlığını çekemez. İster ki sıhhat kaidelerine uymakla nihayetsiz bir hayata malik gibi görünmek gururu ile dinç duran doktorlar hep kendinden evvel gömülsünler.
Meşhur bir hekimin ölümünü duyduğu zaman yüzünü bir rahatlama ve horlama gülümsemesi kaplayarak, “Oh, oh… Benden evvel gitti… Hâzâ min fadli Rabbi…[38 - Allah’a şükürler olsun. (e.n.)] Ölümü kendilerinden ziyade, hastalara mahsus bir şey sayan doktorların ölüm pençesinde ezildiklerini görmek kalbime bin iksirden daha çok şifa ve teselli veriyor. Bir hastanın nabzını ölümü ona kendinden daha yakın görmek küstahlığı ile muayeneye başlayan doktorlar, işte, anlayınız ki ölümün idam hükmü bizim kadar sizin için de olağan bir iştir. ‘Ölmezlik’ ancak Allah’a mahsustur. Hani ya Lokman? Hani ya Sokrat? Bundan bir asır sonra âlim, cahil, hastalıklı, hekim hep birer karanlık çukurda toprağa katılmış olacağız.” avunması ile bir nevi iç açıklığı duyardı.
Bu yaşlı hekim, Ferruh Efendi’nin yaşça babası yerinde bulunduğu için onu kendinden çok mezara yakın görmesi sevgisine, hürmetine sebep oluyordu.
Hasan Ferruh Efendi hırkasız, kürksüz, yerde açık saçık bir baygınlık saati geçirmekten doğacak soğuk alma tehlikesini düşünerek hekimin kımıldanmamak tavsiyesini dinlemeden yerinden kalktı. Uşak çağırdı. Üstünü giydi, sedire oturdu.
Bu merak hastası, bazı son derece zeki olur, bazı da zırdeli kesilirdi. Çok zaman coşkun bir akıllı mı, yoksa zincirsiz bir deli mi olduğunu bilmek güçleşirdi.
Senai Efendi ise hekimlik kitapları ile zihni karışmış ve zaten bunaklık devresine girmiş, komik ve senli benli huyda bir zat olduğundan hastası ile en buhranlı hastalık zamanında bile kafiyeli görüşürler, muayenenin sual ve cevapları garip bir müşaare[39 - Müşaare: Karşılıklı olarak birbirine şiir söylemek, şiir yarışı. (e.n.)] şeklinde geçer, oda bir tımarhaneye dönerdi.
O zamana kadar Senai Efendi enfiye ile keyfini adamakıllı getirmişti. Onun için opera başladı:
Doktor:
“Aman söyle hazret
Ne idi o hâlet?
Yerde bitap yatış
Ya o baygın bakış?”
Ferruh Efendi:
“Hâlimi hiç sorma Lokman
Öldürdü beni Âlimyan.”
“Gel aç bana bağrını
Dinleyim sadrını.”
“Ah tabib-i canım
Mürşid-i vicdanım
Bugün bir ölüm atlattım.”
“Aman ödümü patlattın.”
“Senin gibi eski hekimliğin tecrübeli insanının rahat ve sükûn tavsiyesine karşı Âlimyan bana bugün beden talimleri yaptırttı. Âdeta maymun gibi oynattı. Gerin dedi, gerindim. Sıçra dedi, sıçradım. Nihayet baygın yattım. Sinirlerim kopacak gibi gerildi. Kalbim, çarpmaktan delindi zannettim.”
“Aman ne çocukluk hazret… Yaraşır mı sana bu hiffet…”[40 - Hiffet: Hafiflik, onurlu ve vakarlı olmamak. (e.n.)]
“Sözün aynı keramet.”
“Kalp yerinden mi oynadı?”
“Duydum, hop hop hopladı.”
“Acaba ‘cardianastrophie’ yani tebdilimekân-ı kalbî[41 - Tebdilimekân-ı kalbî: Kalbin yer değiştirmesi. (e.n.)] oldu mu?”
Hasta korkudan sarararak eliyle göğsünde telaşlı telaşlı kalbinin yerini aradıktan sonra:
“Eyvah…”
“Ne var? Allah…”
“Dediğiniz olmuş. Kalbim eski yerinde değil. Evveli solda çarpardı, şimdi sağ tarafıma geçmiş. Artık işim bitmiş.”
“Deme hazret.”
“Vallahi bu hakikat.”
Senai Efendi oturduğu koltuktan kımıldamaksızın hastayı önüne davet etti:
“Gel bakayım önüme…”
Hasta, büyük bir tehlike korkusuyla titreyerek gelir. Göğsünü hekimin kulağına verir.
Senai Efendi derin derin dinleyerek:
“Hayır yanılıyorsunuz. Kalp yerinde sayıyor.”
“Vallahi sağa kayıyor.”
“Emin ol hazret, kalpte zerrece tebdilimekân yok.”
Ferruh Efendi ellerini göğsünün iki tarafından kaldırmayarak:
“Yanılmıyorum. Çarpıntım acayipleşmiş, solumdan sağıma geçmiş.”
“Hele eğil bir bakayım. Kitabü fi’l-adelü ve’l asab bir şaşırma hadisesi yazar. Yeni hekimler bu garip hadiseyi hiç bilmezler.”
“Nedir o hadise Lokman’ım. Değil mi mekşuf[42 - Mekşuf: Keşfedilmiş, açık, belli. (e.n.)] sana dermanım?”
“Başını dest-i muayeneme uzat.”
Hasta, başını doktorun titrek ellerine bırakır. Hekim parmaklarının uçları ile yüzü, şakağı, bütün damarları ve sinirleri muayene edip ellerini boynun şahdamarlarından aşağı indirerek:
“Vah zavallı…”
“Ne olmuş?”
“Söylediğim şaşırma hadisesi olmuş.”
“Çabuk söyle ne var?”
“Damar ve sinirlerinde sapıtma var.”
“Aman Rabb’im, ben her işimde doğru yolu tutmuş bir insanım. Sinirlerim nasıl sapıtır?”
“Korkma. Bu his galat-ı muvakkattir, geçer.”
“İşin esasını anlatın peder…”
“Senin anlayacağın, sarsıntı ile başın ziyade sallanmış. Beyninde şiddetli bir zelzele olmuş. Şimdi sinirlere olan tebligatını eskisine göre ters veriyor. Duyguca sağın sol, solun sağ olmuş.”
“Of bittim. Böyle ne hâl olmuşum? Demek ki ben çarpılmışım? Bu duygu çarpıklığı hastalığı insanı kaç günde öldürür?”
“Aman bu söz beni güldürür. Bu hadise uzun ömre sebep olur. Çünkü bu duygu çarpıklı eski hâline döndüğü zaman bütün vücudunun iç aletlerinin vazifelerine bir çalışma gelir. Beden çelikleşir.”
“Aman efendim, oldu aklım zir ü zeber.[43 - Zir ü zeber: Karmakarışık, altüst. (e.n.)] Bu çarpıklık, eski hâle nasıl döner?”
“Bütün sinirlerinin tellerini kırmalı, sonra saz gibi ahenk etmeli. Söyle nerelerin ağrıyor?”
“Belim ile kollarım, kalçalarım, uyluklarım, karnım, bağırsaklarım sızım sızım sızlıyor.”
“At kürkü, çöz uçkuru.
Çevir bana uskuru.”
“Böyle bi-ar ü nikâb
Olmama mâni hicap.”
“Olma öyle mürai
Aç diyorum orayı.”
Doktorun emrine uyarak hasta iç çamaşırlarını çıkarır. Senai Efendi bir avucunu hastanın sırtına, ötekini karnına koyarak:
“Pek titizsin, hem çok lagar[44 - Lagar: Zayıf. (e.n.)]
Semirteceğim seni ahar!
Batna[45 - Batın: Karın. (e.n.)] bak hayli dolgun,
İlyeteyn[46 - İlyeteyn: Kalça. (e.n.)] de solgun.”
“Aman yavaş, gıdıklama
Pek o kadar tırtıklama…”
“Zarar vermez tabip eli,
Kıkırdama olma deli
Daha biraz eğ belini…”
Hasta eğilir. Doktor başparmağını iki davlumbazı üzerindeki orta bel noktasına şiddetle basınca Ferruh Efendi:
“Aman… Aman… Aman…”
“Kımıldama az zaman.”
“Ne olmuş söyle hemen,
Zira hâlim pek yaman.”
“Sagire-i aczin pörsümüş.”
“Aman dikkat tabibim, daha nerem büzülmüş?”
“Kuyunuzun çemberi
Gevşemiş çoktan beri.”
Doktor parmaklarını bu ince vücut üzerinde aşağı yukarı dolaştırarak:
“Adale-i hayatiye-i yemin,
Pek mültehib, ol emin…
Adale-i muştiye-i yesar,
O da pâ-zede-i hasar…
Kebir-i asab var ki işte,
İşte bir teki…
Bulamadım nerede?
Pek büzülmüş öteki.”
“Can kalmamış bende ki
Ha sendeki bendeki
İkisi de pösteki…”
Doktor muayenesinde devam ederek:
“İşte iki psoas…”
“Korkma korkma sıkı bas.”
“Mütemayil, mütekâsil…
Mütevakvak hem korkak,
Neler olmuş, hele bak.”
“Adale-i sagire-i maile,
Ters dönmüş tamamiyle.”
“Aman aman iyi dinle…”
“Asabeyn-i mukarrebeyn-üt-tarafeyn…
Şimdi olmuş mütebaideyn.”
“Çaremi bul aman doktor…”
“Kımıldama sen uslu dur…”
“Her iki nısıf küre-i-zahir,
Kurumuş olmuş tamtakır.”
“Yumuşat, bu vücudumu sulandır.”
“Amma ettin sen de ha koca katır!..”
Doktor, kasıklardan nabız dinleyerek:
“Nabız-ı mağben mühmel…”
“Bende maraz tekmil.”
“Dur, dur, darebanı değişti nabzın,
Söyle bugünlerde var mı kabzın?”
“Kâh kabız olurum kâh mülayim.
Bî-meşreptir, o da bana benzer daim.”
“Tebrik ederim seni meraklı hasta,
Giriyorsun şimdi yeni bir fasla…”
Kasık nabzına bastırarak:
“Sanki dâhilde iki yavru serçe,
Durmaz gagalaşırlar sertçe sertçe…”
“Hâlimde bir fark yok bence.”
“Muayene buldu hitam.”
“Aman tedvide devam.”
“Şimdi gelsin kahve, duhan, enfiye…
Görülürse görülür iş keyifle…”
Ferruh Efendi giyindi. Kahveler ısmarlandı. Bu dinlenme bir komik operanın perde arasına benziyordu. Biri hastalıklı, öteki yaşlı bu gerçek aktörlerin ikisi de sahiden istirahate muhtaçtılar. Ferruh Efendi sedire uzandı. Öteki koltuğa yaslandı. Kahveler geldi, sigaralar tellendi.
Senai Efendi, “Bir tutamcık enfiye, bin şifa verir beyne.” dedi, burun deliklerini doldurdu.
Bu gülünç muayeneden maksadı hem hastayı eğlendirmek hem de biçarenin kalbini dinleme vesvesesini başka taraflara çevirmekti.
Ferruh Efendi, bedeninde doktorun afet bulduğu kısımları elleriyle ayrı ayrı yoklayarak düşünüyordu. Farkında olmadan eli yine kalbine gitti. Evet, yaptığı idmanın şiddetiyle yüreği yarım sağ etmişti. Sonunda dedi ki:
“Müller’in ilk temriniyle kalbim çarpıldı. İkincide galiba bütün bütün kopacakmış. Aman hekim düşündüğün yetişir. Kalbimi eski yerine getir. Kanım damarlardan ters akarsa, nabızlarım böyle çarpık atarsa… Belki maraz kökleşir, belki deva güçleşir. Bak bana, bak a canım, sol olmuş sağ bacağım… Kıblem dönmüş şimale, garbım şarka imale, etmiş bak şu hâle. Nasıl kılayım namaz; lodosum oldu poyraz.”
“Dur bir reçete yazayım Lokman’dan, o server-i etıbba-yi irfandan… Bu tertiple vücudunu bir tıla, eyleyince bulursun derhâl şifa…”
Senai Efendi reçetelerini Türkçe yazar ve kendi eliyle yalıdaki özel eczanesinde hazırlardı. Onun belli başlı ilaçları orada hep vardı. Hokka tutmak için uşak çağrıldı. Eline bir altlık verildi. Uzun uzadıya düşünerek şu reçeteyi yazdı:


“Bunların cümlesi dövülüp ezildikten sonra, gül suyu ile kâfi miktarda kaynatılıp ılıcak vücuda sürülmeli, karaciğer, dalak ve büyük damarlar üzerleri iyice ovulmalı, sonra tere yatmalı, ertesi sabah hamam yapmalı; dalalete uğrayan organ dâhiliye gelir yerli yerine… Ve amma ki takarrüb-i hatun, istima-i kanun, ekl-i macun, şeytani vesvese-i derun memnu…”
Hatuna kafiye ve seci düşecek ne kadar yiyecek, içecek ve davranış varsa Lokman’a göre bunların hepsinden çekinmek lazım geleceğini hasta anladı. Bu kafiyeli tedavi, vücudundan evvel efendinin zihnine hoş geldi. Kafiye damarları depreşti. Merakını gidermek için sordu:
“Kavun yesem olur mu?
Kanıma dokunur mu?”
Şair hekim, çekinmek lazım olduğunu bildirmek için şehadet parmağını kaldırarak cevap verdi:
“Hatun benzer bi-aynihi tauna
El uzatma mukaffası kavuna;
Biri tatlıdır, serin hem âb-dar,
Biri mahrurdur gayet can yakar!
Eder telyin kavun çok âdemi
Kadın kurutur büsbütün demi.”[47 - Kadın benzer aynen vebaya / El uzatma kafiyesi kavuna / Tatlıdır biri, serin ve sulu / Biri sıcaktır gayet can yakar / Yumuşatır birçok insanın bağırsaklarını / Kurutur kadın büsbütün kanı. (e.n.)]
O gece Senai Efendi yalıda kaldı. Hazreti bağırta çağırta soyarak Lokman’ın tertibi ile mükemmel sıvadı. Zavallı efendi sosa bulanmış yoluk bir hindi gibi döşeğe girdi. Tere yattı. Fakat Lokman reçetesinin asel-i musaffa, terementi ve zamk-i Arabîsi çok gelmiş, biçare adam ballıbabaya dönmüştü. Ökseye konmuş bir kuş gibi vücudu nereye dokunsa yapışıyor, bar bar bağırıyordu. Sıkıntıdan terledi. Çok sürmedi tekmil bedenini bir yanma sardı. Kebabenin, zencefilin, öteki azdırıcı ilaçların ölçüsünde ya Lokman yanılmış ya onun usta talebesi… Hasta, hamam için sabahı bekleyemedi. Döşekten çıkardılar, hamama soktular. Vücudu pul pul kabarmış, mercan balığı tavası manzarasını almıştı. Bedenin bazı kısımlarını Senai Efendi tebeşir, üstübeç astarı ve zeyt-i kantaronla öyle çeşitlere boyamıştı ki asıl rengin ne olduğu anlaşılamıyordu. Kurna başında Ferruh Efendi yukarıdan aşağı hâline baktı. Artık kendinde kafiye aramaya kudret bulamayarak “Eyvah, sığır haşlamasına dönmüşüm.” dedi.
Hekim gülümsedi. Hastayı eğlendirmek için kafiye arıyordu. Nihayet buldu:
“Yaptım sana bir yakı
Vücudun zehri aktı.”
Efendi bu kavruk zamanında bile şiirde kafiyeci hekimden geri kalmak miskinliğine katlanmayarak:
“Çiğ bulup beni iyi pişirdin
Vücudumu kıpkırmızı şişirdin.”
“Münkad ol hükm-i Lokman’a
Sonra gelir kuvvet kana.”
Efendiyi çıldırtacak derecede rahatsız eden şey her tarafına sinmiş olan keskin aselbent kokusu idi. Cenazelerden yayılan bu ahiret kokusunu kendi vücudunda koklamaya dayanamıyordu. Birdenbire zihni karıştı. Sinirli bir parlama ile artık kafiye ustalığını gösteremeyerek haykırdı:
“Ben aselbendin kokusunu duyduğum yerden kırk yıllık yola kaçardım. Bu teneşirlerde yıkanmış ölülere sürülen bir nevi ahiret lavantasıdır. Bu uğursuz kokuyu duydukça artık ölmüşüm de şimdi kefenleneceğim zannediyorum. Çıkarın bu kokuyu benden, deli olacağım.”
“Devasıdır Lokman-i ulvi pendin
Korkma yoktur zararı aselbentin.”
“Yok hekimbaşı, bu kokunun uğursuz tesiriyle çıldırmama bir şey kalmadı. Anladım. Enfiyenin dimağındaki sarhoşluğuyla reçetenin içindeki tıbbi miktarı arasında denklik hasıl olamadı. Mutlak bir yanlışlık yaptın. Dünyada şimdi senden başka Lokman mukallidi hekim kalmadı. Sen bu şaşkınlıkla bu hekimler başının yeryüzünde mutlak vekili olamazsın.”
Bu kırgınlık ile zihninde birkaç kafiye parladı:
“Bu kesif tılâya,
Yapışkan belaya,
Zannetmem ki Lokman
Bal koysun bir batman
Birçok terementi
Ve zamk-ı Arabi?”
“İşte bu da sözlerin en garibi
Nerede o kadar zamk-ı Arabi?
Ne mübalâğa
Şükür Hâlik’a.
Ben çıldırmadım,
Fazla koymadım.
Böyle iftira
Yaraşmaz sana.”
“Yok yok doktor baba
Lazım değil şaka.
Kavafiyi bırak
Bana dikkatli bak.
Ya tertib-i Lokman
Ettin beni püryan.
Yanıyor beşerem
A pir-i muhterem.”
“Nedir bu telaşın a tıfl-mizaç
Yakmayınca tesir eder mi ilaç?”
“Üstübeç ile zencefil, kebabe
Çevirdi beni yoğurtlu kebaba.”
“Çabuk şifa verir ilacın harrı
Çok sürmez geçer şimdi bunun narı.”
“Sadır, zahir, batın, kasık, kebedim
Kor düşmüş gibi yandı makadım
Tutuştu ser-ta-be-pâ bu vücudum
Bî-hilaf zî-ruh bir volkana döndüm.”
“Zarardır hastaya üzüntü, hiddet
Sabret hele sık dişini bir müddet
Ateşten sonra gelecek salah
Bi-izn-i Lokman, bulursun felah.”
“Çıldırıyorum bu aselbentten
Kurtar diyorum beni bu dertten.”
“Muanniddir aselbendin buğusu
Kırk gün çıkmaz vücudundan kokusu.”
“Kafiyeyi bırak be adam, çıldırıyorum. O çıkmazsa kırk saate kadar kalmaz benim mutlak canım çıkar. Kendimi Zuhuri’nin tımarhane oyununda zannediyorum, önümde yalnız bir çömlekle içinde sulandırılmış leblebi unu eksik… Zaten zıvanasından fırlamış aklımı bütün kaçırmak için bu kafiyeler dem tutuyor, beni kendimden geçiriyor.”
Efendi yine dayanamadı. Şu mısrayı yumurtladı:
“Sen kavuklu, ben de pişekârın
Bize lütfu böyle rüzgârın.”
“Kafiye istemem aman geveze
Niçin durmaz çanak tutarsın söze?”
Bu kafiye şakalaşması giderek bütün bütün bir saçmalama rengini aldı. Hekimle hastanın dövüşmelerine az kaldı. Efendinin ateşini yatıştırmak için bu Lokman çömezi bir reçete daha yazmaya mecbur oldu. Bu ikinci reçete tam yirmi beş kalem işitilmemiş garip ve eski ilaçtan meydana gelmişti. Efendi reçeteyi görmek istedi. Birkaç defa dikkatle okudu. Acayip sözlü bazıları hakkında izahat istedi.
Bu ikinci reçete, “Lübub-i Erbaa”, “Besturte” ve “Dençetosiko Diyasento” gibi kafiyeli eczanın bir sıraya getirilmesiyle garip bir tarzda kafiyeli yazılmış pek ıstılahlı bir hekimlik şiiri gibiydi.
Efendinin bakışları şu iki kafiyeli ecza önünde dehşetle saplandı kaldı:
“Beş dirhem İstarek,
On iki dirhem Kurs-i Engerek”
Gözleri büyüyerek hemen haykırdı:
“Yok doktor, katiyen olamaz, bunu havsala almaz. Kafiye hatırı için yılan kabuğu yenmez, sürünülmez.”
“Pullarına vücudun şifa gerek Müessirdir buna kurs-i engerek.”
“Hayır. Karşımda bin kafiye ustalığı göstersen bana engerekle kafiyeli ecza kullandırtamazsın. Yılan sözünün kulağı ve kafayı zehirlemesi bir yana, ‘kurs-i engerek’ gibi bir lisan hatasını zehrinden ayırıp bala bulasan yine bana yutturamazsın. Çünkü sen kafiye düşkünü isen ben de kaide tutkunuyum.”
Bu ikinci Lokman Senai Efendi hastasına kalp merakını unutturmak için mi zavallıyı böyle rahatsız edici ve tatlı bir vücut kaşıntısının sürekli uğraştırmasına düşürmüş, bu hayırlı maksatla mı onun bütün bedeninde bu umumi pehlivan yakısını açmıştı, yoksa reçete tertibinde çeşit ve ölçüce Lokman’a uymakta şaşırarak bir hataya mı düşmüştü?
İşte bu malum değildi.

VI
HASAN FERRUH EFENDİ AİLESİ
İnsanların bencilliğinin sonu yoktur. Cimri, bir tanesini bile harcamayacağı parasını anlaşılmaz bir biriktirme aşkıyla kasaya yığmaya uğraşır, ortadan kaldırır. Bu hapsettiği paranın belki on binde, yüz binde birinin yoksulluğu yüzünden insan cemiyeti içinde ne yoksulluklar, ne acıklı şeyler geçtiğini düşünmez. Ömrü boyunca nafakasını yeteceğinden fazla temin etmiş olan bir tok, her fırsat gözüküşünde fazlalığını insafla görmeyerek yine kendi hesabına biriktirmeler yapar. Zahirelerini küflendirir, çürütür. Açları aklına getirmez, kimseye yedirmez. İnsaniyeti, tüyleri ürpertecek insaniyetsizliklere sürükleyen işte bu bencilliktir.
Birçok işlerimizde bu bencillik bizi insanlıktan çıkarır. Fakat bin türlü bahane ile bunun çok acı çeşitlerini her gün işlemekten çekinmeyiz. Her davranışımızda mutlaka bu duygu vardır. Belki hayat budur; bu bir tabiat kanunudur. Bütün hırslarımızı doğuran bu kötülük yüzünden umduğumuz saadetten çok felakete uğrarız. Çünkü hâkim önüne çıkan en küçük davalardan en büyük muharebelere kadar varan çekişmelerin, vuruşmaların çıkış noktası budur.
Hasan Ferruh Efendi hesapsız odalıklarını çırak çıkardıktan sonra hemen kendisiyle yaşıt bulunan nikâhlı karısı da cılız bir kız çocuğu bırakarak ölmüştü. Efendi, bu kaybı bir nimet bildi. Kalbindeki bencilliğe uymaktan başka bir şey düşünmeyerek müstesna güzellikte, yirmi iki yaşında bir kızla evlendi. Verimsiz hayatına böyle yeni yetişmiş bir güzeli ortak etmekten çekinmedi. Cazibe Hanım’ın bu evlilik yatağına saçacağı turfanda gençlikle efendi kendi de gençleşecek, onun genç handeleriyle evin ferah havasında güller açacaktı. İki başlı olamayan bir muhabbetten beklenilecek neşenin en sonunda gamlar, acılar doğuracak geçici bir büyük saadet olacağını bencilliğinin verdiği körlük ile görmemişti. Zorlu bir rüzgârla nazlı fidanından koparak kokmuş bir çamura düşen bir gonca gibi genç kız, vaktinden evvel çökmüş, çürümeye yüz tutmuş bu hastanın kurada kolları arasına kaderinin sürüklemesiyle hissiz bir hâlde serildi. Kendisi için kadınlık vazifesi, keyif almaksızın keyif vermek olduğu kaderinin hükmüne boyun eğdi.
Duyguca, yaşça hiç denk olmayan bu evlilik yatağında katlandığı okşamalar, kucaklamalar, öpücükler, ne hazin ve ne dayanılmaz şeyler idi. Kadının gençliği, erkeğin kısırlığını canlandırmak kerametini gösteremiyor, yarı sönmüş bir şehvet isteğini tutuşturmaya zorla boş yere uğraşmaktan başka bir şey hasıl olamıyordu Tekrar tutuşmasına uğraşılan bu semeresiz döşek cilveleri denemeleri çoktan beri erkeklikten uzaklaşmış olduğunu efendiye anlattı. Bu boşuna uğraşma, efendiyi de bitiriyor, kadına da hayattan tiksinme veriyordu. Efendinin aslında karmakarışık olan sağlığı ve gücü bu evlenmeden sonra hemen bütün bütün iflas etti. Bunun neticesi olarak tehlikeli sayılacak bazı hastalık belirtileri baş gösterdi. Doktorların kati tavsiyeleri üzerine karı koca yalnız döşekleri değil odaları bile ayırdılar.
Efendi can kaygısına düştü. Kadın, hastalıklı bir kalbin neticesiz sevda coşkunluklarına vücudunu teslim ile karılık vazifesini tiksinerek yerine getirmek işkencesinden kurtuldu.
Fakat bu taze, güzel kadının hayatı, gençliği bir nevi hacir[48 - Hacir: Kısıt, kısıtlılık. (e.n.)] altına alınmıştı. Cazibe Hanım, tabiatın kendine verdiği o çağın zevklerinden, bütün kadınlığın meşru haklarından faydalanmaktan yasaklanmış bir yoksulluk ömrü geçirecekti: Sayısız delikanlıların gönüllerini sevda ile alevlendirmek tazeliğinde bulunan bu zavallı kadın, yaşlı, hastalıklı kocasının bencilliği yoluna kısırlığa mahkûm olacaktı. Efendi, onu, gayet iştah uyandırıcı fakat yenmesi yasak bir yemiş gibi yabancıların kıskanan gözlerinden saklı bulundurmaya, yalnız onun gönül alan yürüyüşünü seyrederek bu son günlerinin acılıklarını, bazı kısa dakikalarda biraz azaltma yolunu aramaya uğraşmayı yeter buluyordu.
Yalıda her türlü bolluk ve rahatlık var idi. Fakat Cazibe Hanım’ın öyle iştahsızlık günleri olurdu ki, yemek yemek âdet olduğu için sofraya oturur, yediklerinin ne olduğunu fark edemeyecek bir dalgınlık ve isteksizlikle elini şuna buna dokundurur kalkardı.
Efendi, ona her ay birkaç kat son moda elbise yaptırtmak cömertliğinden geri durmazdı. Fakat bu elbiseler gardıroplarda birbiri üzerine yığılarak kalırdı. Misafirliğe gitmek icap edip de giyinme zorunda olduğu zamanlarda süslendikten sonra boy aynasının karşısına geçer, latif, ince vücudunu hazin hazin seyretmeye dalardı. Onun incelik içinde bir dolgunlukla latif endamındaki girinti ve çıkıntılar tabiat heykeltıraşının, sanatkârlara ilham coşkunluğu verecek bir seçme örneği idi. Her vakit açık bıraktığı boyunla gerdanın bedenle birleşmesindeki uygunluk, eski Yunan yaratıcılarının mermerlerde göstermek için aradıkları canlı bir örnek güzellik sayılabilirdi. Firketelerin düzgün tutmalarına karşı hep isyan ederek rahat durmayan gümrah[49 - Gümrah: Uzun, sık ve dalgalı saç. (e.n.)] koyu kumral saçları bir ressamın usta kalemiyle çizilmiş sanılan ve yüzüne gönül çekici hususi bir eda veren gene o renkte kalkıkça kaşları, sanki kem nazarlardan korunmak için kıvırcık kirpiklerin gölgesinde pek cazip duran ela gözleri, ince kıpkırmızı dudakları, burnun, yanakların, çenenin uygunluğu ile bir ahenk meydana getiriyordu.
O yalıya gelin geldiği zaman rengi açık pembe leylak tazeliğinde idi. Fakat havasızlık içinde kalmış bir çiçek gibi giderek soluyor, gözlerin altlarında yorgunluk ve bezginlik izleri olan ve kirpiklerden gölge düşmüş gibi hafif siyah halkalar peyda olmaya başlıyordu.
Aynanın önünde süslendiği zamanlar kendine bakar, kirpiklerinin araları iri yaş taneleriyle dolardı. Kimin için bezeniyordu, giyinip kuşanıyordu? Bu kederli hayat içinde geçen yıllar geçtiklerinin işaretini bu güzel yüze derin çizgilerle çizecekler, beş on yıl sonra vakitsiz ihtiyarlığa düşecek geçkin bir kadın hâlini alacak, talihinin bu tazmini mümkün olmayan zulmünü sonra kimden dava edebilecekti? Hâl karanlık, istikbali ise anahtarı bencil bir ihtiyarın cimri elleri arasında sımsıkı duran bir demir kapıya benziyor, ötesi hiç seçilmiyordu. Onun tek başına yattığı yatağında ümitsiz geçen bazı hayal kurduğu geceler de hasretli gözleri önünden öyle delikanlı çehreleri geçit yapardı ki, bu tatlı, rahatsız edici hayalleri zihninden kovmak sıkıntısı ile gözünü kırpmadan bir yandan öbür tarafa döne döne terler içinde kalırdı. Gönlünde bir aşk ideali vardı. Bir gün bir taraftan onun çıkıvereceğini beklemekte idi. Fakat bu hayalî sevgilisi nereden ve nasıl çıkabilecekti? Onu bilmiyordu.
Ailenin azalarından ikincisi Hasan Ferruh Efendi’nin kız kardeşi Ferhunde Hanım’dır. Kırk ikilik, fakat tazeliğini koruyabilmiş güzel bir kadın. Vücudu şişmana yakın bir dolgunlukta… Her vakitki işi yılların yüzünde meydana getirdiği çöküntüleri tamir etmek olduğundan gerçek yaşından yedi sekiz yaş küçük görünür. Saçlarının ilk aklarını kimseye fark ettirmemekte gerçekten ustalık göstermiştir. Boyaların cilde zararları olmayan çeşitlerini tanır. Bunların hazırlanmasını ve kullanılışını evin içinde hiçbir kimseye sezdirmez. Yaşlılığın hazımsızlıktan ileri gelen bir çeşit hastalık olduğunu bilir. Midesine dikkat eder, hazmı ağır şeyleri ağzına koymaz, fazla yemez. Vücudu yıprandıran şeylerin başlıcasının gam, keder, üzüntü olduğunu da bilir. Hiç keder tutmaz, sıkıntı verecek her şeyden kaçar, üzüntülü bir iş görmez. Elinden geldiği kadar hayatı sürekli bir sefa hâlinde geçirmeye bakar. Dünya yıkılsa vazife edinmez.
Orta boylu, saçları asıl rengi olan koyu lepiskaya boyalı, sarı, ela gözlü, değirmi kırmızı yüzlü ve yüz azaları düzgün, dişlerinden de birkaçı bellisiz olarak eğretidir. Yüzüne iyice bakılırsa bunda mevsiminden uzun zaman sonralar için pamuklar içinde saklanmaya uğraşılan yemişleri andırır bir bayatlık görülür. Dikkatli bir bakış bu tazeliği gerçek tazelikten ayırabilirse de Ferhunde Hanım, kendisi, bunun hiç farkında değildi. O kendini genç saymakta iyileşemez aşırı bir zaafla hasta idi. Yirmi sekizden yukarı çıkmak istemez ve yılların bu tersine geçmesine sahiden inanmış gibiydi. Her yıl geçtikçe o bir yaş daha küçülürdü. Ve öyle gençlik edaları peydahlamıştı ki, hemen kendiyle yaşıt olan kadınların “Valide hanım!” diye saygılı bir sözle ellerini öpmekten çekinmezdi. Bazı da on sekiz yaşlarındaki kızların mizaçlarına, huylarına tam uyarak densizlikler, somurtkanlıklar yapar, etrafına nazlı nazlı eğri, kıpık, şımarık bakışlar fırlatırdı. Hoppa bir kızcağız tavrı ile ara sıra kollarını kaldırıp gerdan kırma ve göz süzmeleriyle saçlarını bir düzeltişi vardı; o edayı görenler, gençlik rolünü oynamaktaki bu sanatkârlığa gülmek mi, şaşmak mı lazım geleceğini bilemezlerdi.
Bu gençlik budalası kadın, biri oğlan öteki kız iki yetişkin evlat anası idi. Muzaffer yirmi bire basmış, Mahmure on yediyi dolduruyordu. Kendi gerçek yaşının gizlenmez, örtülemez canlı vesikası olan bu iki çocuğu vaktiyle doğurmuş olduğuna ne kadar pişmandı. Türlü mantık ustalığı ve hesap karışıklığı ile oğlanın yaşını on altıya, kızınkini on üçe kadar indirebilmişti. Ne kadar lazım olursa olsun bunların “tezkere-i Osmaniye”lerini[50 - Tezkere-i Osmaniye: Nüfus kâğıdı. (e.n.)] meydana çıkarmazdı. Çocukların doğdukları zaman nüfus tezkerelerine yaşları yanlış yazılmış olduğu iddiasını öne sürerek bunların kendi hesabına göre tashihlerini yaptıracaktı:
“Hanım, maşallah çocukların ikisi de senin tependen bakıyorlar. İddia ettiğin kadar küçük görünmüyorlar!” diyenlerin bu sözlerini “Büyükbabalarına çekmişler. İkisi de genç irisi. Vücutları yaşlarına göre değil. Siz onların yaşlarını doğurandan daha iyi mi bilirsiniz?” karşılığıyla susturmaya uğraşırdı.
Bu aile insanları babadan geçme birer çeşit delilikle hasta idi. Ağabeyi Hasan Ferruh Efendi’nin hastalık merakı kız kardeşi Ferhunde Hanım’da böyle aşırı bir sürekli gençlik deliliği suretinde gözükmekte idi.
Ailenin üçüncü azası, Ferhunde Hanım’ın kocası Sabri Bey’dir. Yaşı altmışı geçmiş, o da kayınbiraderi Ferruh gibi gençlik hovardalığı sonunda vaktinden önce çökmüş hastalıklı bir ihtiyardır. Ferhunde Hanım’ı, on sekiz yaşında güzel, körpe bir kızcağız iken o zaman kırkını geçmiş olan bu adama vermişlerdi. Şimdi ikisi yan yana geldikleri zaman karı koca değil, baba ile kız zannolunurlar. Ferhunde Hanım kendine ihtiyarlık bulaşacak korkusu ile kocasının sarılmalarından kaçar. Onun buruşuk ağzından çıkan ihtiyarlık ile dolu ağır nefesinin dokunmasıyla kendi tazeliğinin bozulacağını sanır. Çoktan odayı ayırmışlardı. Sabri Bey bazı hastalandığı zamanlarda pek yanına gitmez. İhtiyar hizmetçi muhacir Hasibe Hanım’ı gönderir. Hastanın bakılmak için mahrem bir ele ihtiyacı olduğu vakitler de tiksinerek yanına gitmeye mecbur olsa zavallıyı yatırıp kaldırırken öfke ile tartaklar. Kocası, karısına “kızım”, “kızcağızım”, “yavrum” gibi küçüklere kullanılacak tabirlerle söz söyler. Zavallı hasta adam döşeğinde karısının öfkeli eliyle böyle hırpalandığı vakit “Kızım, azıcık yavaş… Bana üvey ana hıncıyla bakıyorsun!” diye sitemle merhametini uyandırmaya uğraşır.
Sabri Bey, karısına karşı genç görünmek için sakal salıvermemiştir. Vaktiyle kırmızımtırak sarı olan saçı, bıyığı, şimdi tamamıyla ağarmıştır. Öyle akbaba görünüşüyle karısının alaylı bakışları önünde büsbütün utanılacak bir hâlde kalmamak için boya kullanmaya uğraşır. Çok ustalık isteyen bu ince işi pek beceremez, yüzüne gözüne bulaştırır. Başın yan tarafları ile arkasında biraz saç kalmış, kafatası bilardo bilyesi gibi açılmış, bıyıklar da kırpılmış, onun için boyanacak çok tüyü tüsü kalmamıştır. Ama gözler iyi seçmez, eller titrer, çok defa fırçayı nereye sürdüğünü bilemez. Tahriş edici, yakıcı boya eczalarıyla bazen şakaklarını lekeler, bıyığın üst taraflarındaki deriyi yakar. Sonra bu sabit lekeleri çıkarmak için ispirtolu bez ile ovar, oraları kıpkırmızı yara olur, çiçek çıkarmışa döner. Boyaları üstüne başına, yerlere halılara saçar. Boyanması lazım olan yerlerden çok lazım olmayan yerleri boyar. Birkaç gün sonra, boyanan kılların kök taraflarında yarım parmak kalınlığında bir aklık çıkar, saçlarda açıklı koyulu menevişler görünür. Sık tıraş olmaya üşenir. Çenesinde bembeyaz bir sakal sürer. Gözlerin fersizliği, buruşukların derinliği, her zaman bıyık gibi uzayan kaşların gürlüğü boyaların çeşitli renkleriyle karışarak çehreye gülünç bir karikatür hâli verir.
Ferhunde Hanım pek usta bir boyacıdır, ama bu ustalığından kocasını faydalandırmak istemez, imdadına yetişmez. Onun öyle boyanıp kendisi gibi açıklı koyulu renkler içinde gülünç olup kaldığını gördükçe hoşlanır.
“Kocamın bu hâllerine bakınız da bana acıyınız. Gençliğim bu ihtiyarla tükenip gidiyor!” şikâyetleriyle herkesi kendine acındırmaya uğraşır.
Sabri Bey, karısının çok defa gariplik derecesini aşan bu gençlik iddialarına dayanır; fakat bazı da dayanamayarak “Hanım, yaş kırk iki ama akıl terelelli!” deyiverir.
O zaman Ferhunde Hanım, öfkesinden gelincik çiçeği gibi ateşli bir renkle parlayarak “İlahi onu söyleyenin kırk iki defa dili tutulsun!” bedduasını fırlatır.
Kocası gülerek:
“O kadar hiddetlenme, kanın bozulur. Çabuk ihtiyarlarsın. Ferhunde şaka bir tarafa… Kendi tahminine göre kaç yaşındasın? Daha otuzunda bile değilsin, değil mi?”
Ferhunde Hanım ses çıkarmayarak bunu tasdik eder görünür. Sabri Bey bu rahatsız edici sualini tekrarlar:
“Söylesene kaç yaşındasın?”
“Bilmiyorum.”
“Sen bilmiyorsan ben biliyorum. Ben seni alalı tam yirmi dört sene oldu. Fevkalade bir cesarette bulunup da şimdi otuz yaşında olduğunu tasdik etsek, evlendiğimiz yirmi dört sayısını bu otuzdan çıkarınca meydanda küçük bir altı rakamı kalır. İnsaf et, sen bana vardığın zaman altı yaşında mı idin?”
Bu açık hesap karşısında fazla kızmasından Ferhunde Hanım’ın kırmızılığı morluğa döner. Göğsünü yürek çarpıntıları doldurur. Boğulmamak için hemen ağabeyinin eczanesine koşarak birkaç yudum kordiyal içer. Sonra da kocasının odasına karşı yumruklarını, sönmez bir intikam şiddetiyle sıkarak:
“Yaşımı ne kadar büyültsen gene babam yerinde bir herifsin. Senin buruşuk suratına baka baka ömrüm günüm karardı. Şimdiye kadar yaşça dengim olan bir erkekle sevda muradına eremedim. Bu lezzet nasıl şeydir tatmadım. İffetli kalmak budalalığı ile hiç göz açmadım. Fakat sen dur… Sen dur… O senin kaz kafana bir çift iri boynuz pek güzel yaraşır… Bunları sana takmadıkça Allah canımı almasın.”
Bu korkunç kararını tenha bir odanın sağır duvarlarına karşı söyledikten sonra aynanın karşısına geçer, kendini doğru yoldan çıkaracak o bilinmez delikanlıdan göreceği sevda rağbetinin derecesini anlamak için kırıta kırıta yüzünün her noktasını ayrı ayrı tetkik eder. Kendini gençliğin en kaynar devresinde ateşli delikanlıların sevgilerine değer, tapınılacak bir kadın bulur.
Ferhunde Hanım’ın oğlu Muzaffer Sabri Bey, ana ve babasının bencilliklerini miras almış, levent gibi güzel bir gençtir. Kuzey Avrupa ahalisini andırır, yarı şeffaf pembe billur gibi bir letafetle tazelik içindeki çehresine taktığı şık altın gözlük pek yaraşır, yüzüne başka bir çekicilik verir. Yüzünün çizgileri ana ve babasının bir örneğidir. Mülkiye Mektebi’nden diploma alalı henüz altı ay kadar oluyordu. Şimdi okumasını tamamlamak için Avrupa’ya gidecekti. Onun genç dimağında birçok büyük emeller birbiriyle çatışıyordu. Gireceği meslek hayatına hâlâ bir karar verememişti. Büyük bir adam olmak istiyordu. Kendini bütün insanlığın üstünde büyüklük mevkisine yükseltecek bu meslek siyaset midir, edebiyat mıdır, doktorluk veya avukatlık mı bunu daha kestirememişti. Mektepten basit bir diploma ile çıkmış olduğu hâlde bunu zekâsının bir ölçüsü saymıyor, tutacağı iş için yeteneğinin uyarlığını hiç düşünmüyordu. Kendini en ziyade yükseltecek meslek hangisi ise bir kere bunu keşfettikten sonra her işi başarabilecek kuvveti kendisinde buluyordu.
Annesinin tuvalet merakı oğlunda da görülen bir histi. Mektepte okumanın rahatsız edici uğraşmasından kurtulduktan sonra, kitaplarını bir dolaba kapadı. Gazete bile okumaz oldu. Şimdi bir müddet gezip tozarak kurtulduğu mektep yorgunluğunun acısını çıkaracaktı. Bıraktığı kitaplara karşılık şimdi eline terzi faturalarını aldı.
Ne biçimdeki kostüme, nasıl yelek ve ne renkte boyun bağı yaraşır? Halline uğraştığı mühim meseleler artık bunlar olmuştu. Birçok elbise yaptırttı. Bunların bazılarında yapılmadan önce tasarladığı yaraşığı bulamayarak sıkılıyor, tasarladığının yanlışlarını düzeltmek için başkalarını diktirmeye kalkıyor, bu israfına babasından çok annesi öfkelenerek bağırıyordu. Çünkü oğlunun bu harcettikleri Ferhunde Hanım’ın tuvalet bütçesinde kendi süslerini bozacak büyük açıklar meydana getiriyordu. Onun bu ihtiyacını eksilten göz bebeği evladı da olsa bu hâle dayanamazdı. Evlat büyütmenin kendine bir ortak yetiştirmek olduğunu bu bencil kadın çoktan anlamıştı ama artık iş işten geçmişti.
Muzaffer Bey giyindi, süslendi, bir sevda avı aramaya çıktı. Oğlunun bu niyetini keşfeden annesi ona sevgi ile bakacak kadınların bu küstahlıklarını lanetleyecek söz bulamıyor, en ağır lakırtıları hafif buluyordu. Bu köpürmesi sadece, oğlunun kalbi kendisi ile başka bir kadın arasında ikiye bölünmesinden analık sevgisine açılacak olan teessür yarasını düşünmüş olmaktan değildi. Oğlu bir kızı sevip de evlenmeye kalkarsa kendisi ilkin kaynana ve sonra -Allah saklasın- büyükana olmak tehlikesiyle karşılaşacaktı. O, şimdi iki çocuğunun analığını üzerinde taşımak gibi dayanılmaz bir yük altında ezilirken kocakarılığına açık birer alamet olacak bu korkunç katmerli “analık”ları yüklenmeye nasıl dayanabilecekti?
Kocasının namuslu alnına iki iri boynuz takmak için olan niyetinde, büyükanalık felaketine uğradıktan sonra muvaffakiyet güç olacaktı. Bu felaketlerin meydan bulmaması için oğlunun davranışlarını inceden inceye gözlemeye karar verdi.
Muzaffer, bu aşk acemisi çocuk, tecrübesiz kalbinin ilk köpürmelerine uyarak birkaç kız ile mektuplaştı. Sonra bu işte kendisinden çok tecrübeli bir iki arkadaşın teşviki ile Beyoğlu’nda para ile bir gecelik muhabbet satılan evlere girdi çıktı. Bu tecrübelerinden evvel genç damarlarında dolaşan muhabbet kanının kafasında uyandırdığı o hayal okşayan, o temiz sevdayı bulamadı. Onun daha mektep döşeklerinde iken kendini saatlerce uykusuz bırakan, o zaman daha ne olduğunu seçemediği hayalini süsleyen temiz aşk ideali gerçekle karşı karşıya geldikten sonra solmuş, ilk şairiyet ve saffetini kaybetmişti. Duygularını tatmin için az zamanda çok dolaştı. Kolayca muvaffakiyetle söndürdüğü ateşin şiddetine karşılık şimdi sevdadan bir çeşit bulantı duymaya başladı. Artık aradığını bulamıyor, mektepteki gecelerinde gönlünü anlatılmaz bir istek nuruyla tutuşturan aşkın o tatlı temizliğini arıyordu. Düşüncesi, duyguları şüphe dumanları içinde bunaldı. O zamana kadar okuma çalışmaları ile dolu zihni birdenbire işsiz kalınca bu boş zamanlarını dolduracak kendine bir eğlence bulamamak sıkıntısı içinde bunalıp kaldı. Herhangi bir işe başlasa hemen sıkılarak bırakıyordu.
Ailece olan merak illetinin irsiyeti tesiriyle daha o yaşta bir çeşit hüzne düştü. Dayısı Ferruh Efendi gibi habbeyi kubbe yapmaya başladı. İşsizlik, dertsizlik bu zavallı genç için bir hastalık oluyordu.
Muzaffer Sabri Bey bu ruh hâlleri içinde iken bir perşembe günü sokağa çıkmak üzere giyinmiş, kadınlar da bir düğüne gitmek için hazırlanmışlardı.
Muzaffer, yalının büyük sofasından geçerken hayal edilmez, latif bir yürüyüşle yengesi karşısına çıktı. Cazibe Hanım, krem zemin üzerine açık tütün rengi ipekli tüller, güpürler ile süslü giydiği elbiseyi vücuduna o kadar yaraştırmıştı ki, delikanlının gözleri iki güzelliğin koptuğu gizli noktalara kadar bir renkte pembe somaki saflığı ile seyrine doyum olmayan letafetler saçan, bayıltıcı öpücükler isteyen bu açık göğüs üzerinde dolaşıp durdu. Zavallı çocuk alındı, sersemledi, bir şeyler oldu. Birkaç zamandır kaybetmiş olduğu gençliğinin bütün arzuları, hırsları, emelleri, delilikleri bir anda kalbinde parladı. O açık gül pembesi taze göğsün bir erkeğe nasıl doyulmaz zevkler vereceğini, kadın vücudunu tanımakta peydahladığı tecrübelerden anladı. Fakat bu bir anda olan tutkunluğunu sezdirmemek için kendini toplamaya uğraşarak hafif bir ses titremesi ile “Emin ol yenge, bugün düğünde en güzel, en şık, en latif kadın sen olacaksın.” dedi.
Bu komplimana karşı Cazibe Hanım ufak bir teşekkür reveransı ile “Çapkın… Sen de böyle iki dirhem süslenmiş nereye gidiyorsun? Anneni öldürecek misin?” latifesinde bulundu.
Bu sözlerin arkasından gelen sessizlik sırasında göz göze geldiler. Cazibe Hanım’ın göz bebeklerinde parıldayan koyu zümrüt gibi menevişlerden Muzaffer bir mana çıkarmaya uğraşırken, genç kadın elindeki incili yelpazeyi tehdit eder gibi karşısındakine birkaç defa salladıktan sonra nazik bir yürüyüşle uzun eteğini sürüyerek çekildi.
Muzaffer’in kız kardeşi Mahmure, naz ve letafetinin yaprağını, hayatın feyzine her gün bir parça daha açan bir kadın goncası idi. Onun gül yanaklarında, yapraklar arasında olup gelişmeye çalışan, güneşin sıcak feyzi ile pek temasa gelmemiş, el ve nefes değmemiş, ilk tazeliğiyle parlak bir meyve turfandalığı vardı. Onun bu güzelliğinin inceliği, iştahla dikilecek bir gözden müteessir olacak sanılırdı; bakılmaya kıyılamayacak kadar güzel bir kız idi. Boyu annesinden uzun, yüzü anasının ufak tefek yüz eksiklikleri kudret eliyle dikkatli bir tashih görmüş benzeri idi. Bu kız serpildikçe, renklendikçe, kadınlık manası gözlerinde her gün parlak bir açıklık aldıkça anasını büyük bir telaş alıyordu. Çünkü yan yana geldikleri zaman gözlere sefa veren bu turfanda genç kızın gözleri çeken yüzü yanında Ferhunde Hanım’ın yapma bayatça güzelliği artık seçilir gibi oluyordu.
Kız, “Anneciğim!” diye coşkun bir sevgi ile boynuna sarılmak istedikçe “anne” sözünden son derece gücenerek “Aman çekil densiz!..” diye tekdir edip bu okşanmalardan ürküyor, kızına bu “anne” sözünü dedirtmemek için çareler düşünüyordu. Onu, bu hakkı olan sözünden nasıl vazgeçirebilecekti? Sonunda, bir gün, dayanamadı, kızın bir sevgi coşkunluğu ile boynuna atılmak istediği bir anda onu iterek:
“Mahmure, aygır kadar bir kız oldun. Yetişip beni geçtin. Ben mi seni doğurdum, sen mi beni doğurdun? Artık bundan bana şüphe gelmeye başladı. ‘Anne!’ diye üzerime saldırdıkça kendimi üç otuzunda zannediyorum. Senin gibi koca kızın ağzına anne sözü yakışmıyor. Pek genç iken çocuk doğurması ne bela imiş. Biz, ana kız değil iki kız kardeş gibi duruyoruz. Senin bana anne demeni duyanlar şaşkınlıktan gülüyorlar. Bundan sonra bana anne deme, istemem; ‘abla’ de. Bu daha iyi. İkimiz de gülünç olmaktan kurtuluruz.”
Bu azarlamada ne korkunç bir bencillik ne kadar anormal bir emel gizli olduğunu pek fark edemeyen kızcağız donakaldı. Annesi mi onu doğurmuş yoksa o mu annesini? Bu şüphenin garipliğine şaştı. Kendisinin anasından doğmuş olduğu apaçık iken kim şüphe edebilirdi ki annesi böyle söylüyordu.
Kendisi annesine ayıp getirecek yaradılışta bir kız mıydı ki anası onu doğurmuş olmaktan bu kadar pişman oluyor, utanmış görünüyordu? Zavallı kızcağızın kalbi sevmek arzusu ile öyle coşkun bir hâlde idi ki, bu ihtiyacını anasına olan aşırı sevgisiyle tatmin etmekten başka bir tesellisi yoktu.
Mahmure, derin bir üzüntü ile boynunu eğdi, çekildi. Bu anlaşılmaz yasaktan pek kederlenmişti. Sebebi ne olursa olsun, annesinin bu garip emrine uymakla sevgisini kazanmak için kederli ve yalvaran bir bakışla dedi ki:
“Ablacığım sizi kucaklamama müsaade ediniz de bu hangi adla olursa olsun benim için hep birdir.”
***
Evde aile azası arasına girmiş bir delikanlı daha vardı: Şemsi Bey. Hasan Ferruh Efendi’nin oğlu olmadığı için bu adı verdiği bir Çerkez çocuğunu pek küçükten büyüterek oğulluk edinmiş ve kız kardeşinin oğlu Muzaffer ile birlikte okutarak eğitimine büyük dikkat etmişti. Niyeti, bu genci kendine damat etmekti. Ancak yirmi ikisinde olan Şemsi de okumasını tamamlamış, diploma almış, gireceği resmî hizmet henüz belli olmadığı için yalıda boş oturuyordu.
Şemsi, ortadan uzunca boylu, zayıf değil fakat ince, solgun beyaz tenli, yaylarının sonlarına doğru latif bir ahenkle hançer ucu gibi çizilmiş incerek kumral kaşlı, ter bıyıklı, dikildiği yerlerde derin bir şairane araştırma ile duran durgun iri şahane gözleri ile pek çekici bir gençti. Geniş alnı üzerine bir yığın teşkil eden sık ve sert koyu lepiska saçları, manalı derin gözler ve hançer gibi kaşlar üstünde, bu yüze pek hoş bir vakarlı güzellik veriyordu. İki yan çene kemiği köşeleri biraz çekik ve enlice çizilmişti. Çene ucunun aşağı doğru dönen yuvarlak kısmına kadar uzanan çizgi gibi bir çukur sanki birtakım densizliklerin, inatların, ani coşmaların mahfazasıydı. Orta genişlikte ağzın bir sıraya küçük, beyaz düzgün dişlerini örten ince dudaklar o solgun yüz ile hiç uygun olmayacak surette ilkbahar güneşine karşı parıldayan kirazların yakut gibi gülüşlerini andırırdı. Bu güzellik düzenini bozan organlar bir çift kalkık Çerkez kulağıyla, ucuna doğru incelik ve uygunlukla genişleyen burun kanatlarının şehvetliliği gösterecek şekildeki hafif genişlikleri idi.
Şemsi, incir çekirdeği doldurmaz küçük sebeplerden kendi için gücenme vesilesi arayan ve kızdığı zamanlar da sözünü pek sakınmayan çabuk parlar bir gençtir. O çok kere birden parlar ve söner. Bazen bu çabuk parlayışlarla hatırlar kırar, delice şiddetlere kalkışır, sonra pişman olur. Hiddetlenince kendini tutmaya karar verir, fakat sinirlerinin oynamasına dayanamayarak, bu kararlarına uyduğu hemen hemen hiç olmamıştır. Neye gücendiğini kimseye anlatmadan haftalarca düşünür.
İyi bir tahsilden sonra fikirleri ile parlamaya başlayan çalışkanlara, zekilere karşı büyük bir sevgi ve saygı ile duygulanır. Onların meclislerinden, arkadaşlıklarından çok sevinir. Fakat kendinin tahsile pek o kadar merakı yoktur. Zoraki bir âdet olduğu için mektebe gitmiş gelmiş, birkaç imtihanda takla atarak zor zar öğrenimini tamamlayabilmişti.
Futbol, bisiklet, av, nişancılık gibi sporlara heveskârdır. Vaktini bunlarla geçirmeye imkân olmadığı zamanlarda bezik, poker, tavla oyunlarına dalar. Yalıda Hasan Ferruh Efendi’nin gayet zengin bir kütüphanesi vardır. Bunun kapısını en ufak bir merak fikri ile o kadar vakittir ne Muzaffer açmıştır ne de Şemsi.
Ahlak ve âdetçe iki genç arasında hemen hiçbir uyarlık yoktur. Muzaffer Sabri’nin kadın peşindeki dolaşmalarına Şemsi hiç katılmamıştır. Şemsi aşka dair duygularını kimseye açmamış, bu hususta pek utangaç ve âdeta gem almaz bir vahşidir. Günden güne renginin daha ziyade solduğuna bakılırsa tek başına ateşini söndürmek için gençler arasında, salgın hâldeki tehlikeli bir düşkünlükle vakit geçirdiği anlaşılır. Kadın deyince o korkar, kaçar. Şimdiye kadar lekesiz kalmış olan gençlik iffetine karşı, bundan büyük bir tehlike kokusu alır.
Şemsi, spor yapmadığı zamanlarda yalının o ihtişamlı odalarını, o şairane ağaçlık yollarını, ormanlarını bırakarak o semtin en pis bir kahvesinde balıkçı, kayıkçı güruhundan kirli yağlı kimselerle yüzlük paketine tavla, iskambil oynardı.
Şimdi bu ailenin, anlatılması gereken zavallı bir azası kaldı. O da Hasan Ferruh Efendi’nin kızı Atıfet Hanım’dır.
Bu kız, babasının ne kadar hastalık ve sakatlıkları var ise sanki onların bir araya gelmesinden meydana gelmiş, cisimleşmiş bir hüzündür. O kadar zayıf, kısa ve ufak tefek yapılıdır ki, yirmisini geçtiği hâlde daha büyümesi beklenen bir çocuk gibi durur. Fakat yüzünde o yaşın körpeliği yerine hüzünlü bir cücelik manzarası vardır. Çünkü otuz yaşına mahsus yüz çizgileri daha şimdiden belirmiştir. Beygir başını andıran dar, uzun, uçuk sarı buğday rengi bir yüz üzerindeki kirpiksiz, sönük bir çift ufak kara göz, ince, fakat ucu aşağı doğru kıvrılarak uzamış gagamsı bir burun, kemikten ibaret çıkık yanaklar, bakanları zavallıya acındıracak kasvetli bir bütünlük meydana getirmişti. Soluk ve bellisiz derecede ince dudaklarla çevrili ağzı o kadar küçüktür ki, ufak bir fındığın geçmesine zor imkân düşünülebilecek bu süzgeç deliğini -tabiatın şu insafsızca unutkanlığını düzeltmek için- insanın iki parmağını sokup biraz daha yırtacağı gelir. Küçük ağız beğenilirse de o gaga burunla uzun çene arasındaki bu belirsiz ağzın öteki yüz uzuvları ile denksizliği görüldükçe insana sıkıntı basar. Atıfet Hanım bu yaradılış eksiğinden dolayı lakırtıyı basık, peltek söyler.
Zavallı kız, bu gudubetliğine karşı zeki ise de kadınlık hissine kapılarak bu ağırlık veren çirkinliğini süse, tuvalete aşırı derecede bir düşkünlükle tamire uğraşır. Yüzüne neler sürse, kirpikli gözlerini ne kadar tahrillese, seyrek, güdük saçlarını modanın göz aldatacak hangi yeni bir şekline soksa, ne renk ve biçimde elbise giyse yapılmak istenen güzellik, latiflik yerine, zavallıya büsbütün bir çirkinlik basar, en göz alıcı, en ferahlatıcı renkler, kumaşlar üzerinde sanki ağlar, birer yas manzarası alır.
Süslenme işinde onun yapabileceği en doğru yol kasvetli yüzünü örtecek en koyu renkler, en sade biçimler, güzelliğe yeltendiğini belli etmeyecek en basit saç tanzimleri ise de bu yaşlı yüzün ürküttüğü gençlik emelleri, coşkunlukları hep onun gamlı kalbinde toplanmış olduğundan güzellenmek için burada kaynayan kadınlık heveslerine bir türlü dayanamaz. Hiçbir kadın aynanın karşısında süslenmek düşüncesiyle bunun kadar yorulmamıştır. Odasına saatlerce kapanır. Moda gazetelerini önüne açar. Saçlarını bin türlü düzeltir. Yaraştıramazsa yine bozar. Yüzünü pudranın, düzgünün, allığın bütün dereceleriyle boyar. Yanaklarını, kansız kıkırdak kulaklarını pembeleştirir. Beklediği çekici güzellik yerine yüzüne daha çok bir kartlık, yorgunluk, sevimsizlik gelir.
“En çirkin bir insan, ayna karşısında mutlaka kendisinin sevilecek bir yerini bulur imiş, bulamasa çatlarmış.” derler. Atıfet Hanım beyhude geçen o çalışma saatlerinden sonra çatlamaz. Fennin sırlarından birini keşfe uğraşan yılmaz zekâlar gibi güzelliğinin sırrının anahtarını bulmaya yine uğraşır, uğraşır.
Bundaki muvaffakiyetsizliğin verdiği ümitsizlikle yerlere kapanır. Gizli gizli saatlerce ağlayarak çirkinliğinin yasını tutar. Evdeki öteki kadınların parlak güzellikleri kendini bütün bütün kederlendirir. Onlarla yan yana geldiği zaman ortaya çıkan zıtlık levhası onda can yakıcı işkenceler doğurur. Soluk bir kurdele parçası, en çolpa kıyafet, Cazibe ve Mahmure hanımların güzelliklerine başka bir parlaklık verir, hiç zahmet çekmeden ne yapsalar onlara yaraşır. Atıfet onların güzelliklerine gizli olduğu kadar büyük ve öyle can kemirici bir çekememezlikle yanıp durur ki bu ikisinin çiçek çıkarmak gibi bir cilt hastalığı ile güzelliklerinin yok olmasını âdeta bekler durur. Bütün bu içindeki azapların şiddetlenmesinin sebebi Şemsi’ye olan namzetliğidir. Bu delikanlı, kendisine benzeri bulunmayan bir “dünya güzeli” gibi gelir. Ona uygun bir eş olabilmek için en güzel şekilde yüzünün değişmesi yolunda mucizeler bekler. “Ab-ı Hızır, ab-ı hayvan”la afete dönmüş çirkinlerin hikâyelerini dikkatle dinler. Bazı bazı kendini rüyada boylanmış, semirmiş, pembeleşmiş, baştan aşağı değişmiş, göz alıcı bir kız olmuş görür. Uyanır uyanmaz, kalbindeki o sevinç çarpıntısı ile aynaya koşar. Aynanın cilalı yüzünde karşısına, uyku mahmurluğu ile bir çatkınlık peydahlanmış, kürek gibi uzun yüzlü çipil bir kız, yani o eski kendisi çıkar. Bu uyku ile gelen sevincinin arkasından eskisinden fazla bir keder bastırır.

VII
GÖRÜLMEMİŞ BİR AŞK CÜRETİ
Bir yaz günüydü.
Ferhunde Hanım, kimin için olduğu bilinmeyen son derece bir dikkatle boyanmış, taranmış, pudralanmış, saçlarının rengini açan koyu lacivert elbise giymiş, kabına sığamayan bir genç fıkırdaklığı ile yalının bir penceresinden ötekine koşarak kendini gösterecek erkek arıyordu.
Uzaktan körpe ve pek güzel göründüğü için yalının önünden geçen kayıklardan bazı zamparalar kürekleri ağırlaştırarak terbiyelerinin ve zevklerinin derecesine göre laf atarak bu melek yüzlüye yanıklıklarını anlatıyorlardı. Ferhunde Hanım, karşı kıyının denizle gök arasındaki yeşil korularını dalgın dalgın seyre kendini vermiş gibi kayıtsız tavrı altında hep bu zevzeklikleri cankulağıyla dinliyordu.
Bu su caddesi yolcularından esmer bir genç, tutkunca bakışını yalının penceresi üzerinde dinlendirerek ilkin uzun bir ah çekti… Sonra baygın ve yangın bir çalımla dedi ki:
“Acaba bu huri hangi bahtiyarın aguşunu süslüyor? Böyle bir zevceye malik olmayı dünya saadetlerinin hepsine tercih ederim.”
Delikanlının Sabri Bey’e olan bu hasedi, Ferhunde Hanım’da pek acı bir teessür uyandırdı. Gözlerinden bir iki damla yaş sızarak bu kıskançlık sorusuna şu mırıltı ile cevap verdi:
“Kocam olacak büyükbabam yerindeki o boyalı papağanı görsen kim bilir bana ne kadar acırsın!”
Kayık geçti gitti. Fakat rastladığı her kadına karşı yaraşır yaraşmaz bir söz atmayı eğlence edinmiş o kayıtsız gencin bu hükmü Ferhunde’nin kalbine derin bir yara açtı. Kendisi bir melek idi, bir huri idi. İşte bu gerçeği hiç tanımadığı en tarafsız delikanlıların ağızlarından işitiyordu. Kendi gibi huriyi andıran bir kadına ateşli bir gencin sıcak kolları nereden açılacaktı? O kadar genç ve ateşli bir âşık arıyordu ki, onun sonsuz bir istekle vücuduna dolanacak kolları arasında kemikleri çatırdasın, onun doymak bilmeyen yakıcı dudaklarının öpüşleri ile her tarafı çürüsün. Gençliğin ilk kuvvet ve iştahlarıyla yanmış bir aşk canavarı onu emerek, kemirerek, yiyerek o zamana kadar olan sevda yoksulluğunu tazmin etsin. Bütün varlığında bu derece şiddetli bir sevilme ihtiyacı vardı.
Temiz, rezil birkaç harfendazlık[51 - Harfendazlık: Laf atma, sarkıntılık etme. (e.n.)] daha dinledikten sonra pencerenin önünden çekildi. Kayıktan işittiği sözlerin tesiriyle kocasına boynuz takmak kararı bugün her zamandan çok kalbinde şiddetlendi. Ne yapacak olsa kendini mazur görüyordu. Damarlarını yakan kadınlık ateşinin amansız tazyiki ile aşağı indi, yukarı çıktı. Sonunda bahçeye bakan balkonun kapısını açtı.
Haziran güneşi bahçenin tarhlarını, taflanlarını, çamlarını, kumlu sarı yollarını, çeşitli çiçeklerini yaldızlayarak koyu mavi gökten her tarafa ferahlık saçıyordu. Tabiatın bu gülümsemesi Ferhunde Hanım’a dokundu. Kâinatın bu neşeli ahengine uymaya onun gönlündeki boşluk engeldi.
Balkonun küpeştesine dayandı. Kendine eş arayan bir kumru mahzunluğu ile düşünmeye başladı. Ağaçlığın sağ tarafında gençlerin top oyunları için bir boşluk bırakılmıştı. Muzaffer, Şemsi, Atıfet, Mahmure bu gürültülü oyunun velvelesiyle saatlerden beri bahçeyi doldurduktan sonra şimdi yorularak birer tarafa çekilmiş dinleniyorlardı. Sadakor[52 - Sadakor: Düz dokunmuş, açık saman renginde bir tür ipek kumaş. (e.n.)] yeldirmesiyle seyirci olarak bulunan Cazibe Hanım Muzaffer ile mahruti yeşil bir çadır gibi eteklerini açmış tablo letafetinde bir çamın gölgesine konulmuş bir kanepede oturuyorlar, Atıfet’le Mahmure biraz ötede iki sandalyeye kurulmuşlar, aralarında duran iri lastik top üzerine iddialıca bir konuşmaya dalmışlar, Şemsi gölgeliklerden uzak yeşil bir bank üzerine, arkaüstü upuzun yatmış tekmil vücuduyla güneşin hararetini emiyordu.
Delikanlı spor kıyafetiyle iki kolunu yukarı doğru çapraz kaldırarak ellerini başına yastık yapmış, vücudunda bir keten pantolondan başka bir şey yoktu. Fanilanın yenleri sıyrılmış, bileklerden dirseklere kadar damarlıca kolları açık kalmış, hâle göre boyun gerilmiş. Fanilanın üst düğmeleri çözülmüş, göğüs başlangıcında hafif siyah kıldan bir küme; dizlerden yukarı kısa pantolon çekilerek uylukların bir kısmını meydanda bırakmış, çorabın biri bağından kurtulmuş ince fakat sık tüylerle kaplı dolgunca, adaleli baldır yarıya kadar açılmış. Hançer gibi kaşlara doğru beyaz alın üzerine koyu lepiska saçlar dökülmüş, gözler cennetteki bir sevda uykusuna dalmış gibi bir rahatlıkla kapalı, güneşin ışıkları kirpiklerin tahrillerini daha artırmış, ter bıyıklara mübalağalı parıltılar vermiş, yakut gibi ince dudaklardaki uyku güzelliği doyulmaz sevda zevkleri vadediyor.
Gergin yatan bu körpe erkek vücudunun yüz, boyun, omuz, göğüs, karın, kalçalar ve bacaklarında görülen erkek gençliğinin öyle belirli nişanları ve güzellikleri vardı ki, Ferhunde Hanım, bu hemen baştan çıkmaya hazır azgın kadın bu levha ile karşı karşıya gelince elektrik bataryasına uğramış gibi tepeden tırnağa kadar dayanılmaz bir şehvet isteğiyle sarsıldı. Çocuğun en gizli uzuvlarını araştırır ateşli bir bakışla gözlerini bu serpilmiş vücuda dikti. Göğüs geçire geçire bakmaya doyamıyordu. Bu arzu, ani olduğu kadar dehşetle parladı. Hemen o anda bahçeye çıkarak bank üzerinde Şemsi’nin koynuna yatıvermek deliliğine kadar vardı.
Bu kadın, kaç zamandır biriken hırs ve nefis hevesleriyle bir sevda bombasına dönmüş, patlamak için bir kıvılcım bekliyordu. İşte bu kıvılcımı Şemsi’den aldı. Birden kudurdu. Evet, aşkının ideali işte bu vücut idi. Şimdiye kadar göğsünde tüneyen ihtiyar boyalı papağan yerine artık bu bülbülü öttürecekti. Böyle bir aşk tanrısı yanı başında dururken acaba ne için onu uzaklarda bulmaya uğraşarak boş yere yorulmuş, vakit kaybetmiş, bunun zevkinden tatmakta geç kalmıştı?
Baktıkça daldı, daldıkça baktı. Beyninde volkanlar püskürten bu genç vücudun bütün hayat verici serin sularını son katresine kadar içmeye yeminler etti. Kocasına öyle güzel, zarif ve hemen billurdan denecek bir çift boynuz takacaktı ki zavallı boyalı papağan bunların ağırlıklarını hiç duymayacaktı.
Bu ilk parlayıştaki göz karartısı ile işin olmasında aşılmayacak o kadar engeller, zorluklar göremedi. Kendi güzelliğine, çekiciliğine, tesir kuvvetine o kadar inanıyordu. Bu tecrübesiz genci bir hamlede ebedî olarak kucaklayıvereceğinden şüphe etmiyordu.
Birdenbire kulağına bir ses geldi. Gözlerini bu büyüleyici levhadan ayırarak bahçenin köşe bucağını gözden geçirdi. Karşıdan, Atıfet kolunu kaldırmış parmağıyla Ferhunde Hanım’ı göstererek bağırıyordu:
“Bak, bak annen nerede?”
Ferhunde Hanım büyük bir infial ile yavaşça söylendi:
“Dilin tutulsun musibet bücür, kör olası gözlerin koca bahçede benden başka bir şey görmedi mi?”
Atıfet’in bu bağırışında Ferhunde Hanım’ı gücendiren iki şey vardı. Birincisi korkunç olan “anne” sözü idi. Şemsi ile Muzaffer yaşıt olduğuna göre kendisi için oğlunun anası olmak felaketi inkâr olunamaz bir gerçek olunca âşık tutmaya karar verdiği gence karşı da o makamda olması tabii oluyordu. Bu söz yalının içinde her gün ve her ağızda böyle kampana gibi çalkalandıkça türlü tedbirler ile gizlemeye uğraştığı yaşlılığını hatırlatmaya uğursuz bir vesile olacaktı. İkinci sebep de Atıfet’in Şemsi’ye nişanlı bulunmasıydı ki, bunda da birçok felaketler gizliydi. Kendisi Muzaffer’in annesi olduğu gibi Atıfet’in halası bulunması da inkâr edilemez bir gerçekti. Atıfet’in annesi ölerek kızının analığı yerini ailede en yaşlı kadın bulunması itibarıyla Ferhunde Hanım’a bırakmış bulunuyordu. Onun için cılız kızın evlendiği zaman Ferhunde Hanım damada karşı kaynanalıkla vazifeli olacaktı. Bu muhterem mevkilerden damadın sevgilisi hafifliğine atlayarak böyle meşru olmayan ve akılalmaz surette nefsinin heveslerini yatıştırmakta haz ve bahtiyarlık aramayı hangi vicdan kabul edebilirdi?
Ferhunde Hanım’ın gözlerini öyle kalın bir sevda perdesi bürümüştü ki bu çok büyük engelleri, bu korkunç mahzurları biraz aklına getirdiyse de emelinin temelini sarsmamak için işi derinleştirmek tarafına yanaşmadı.
Şimdi onun zihnini yalnız bir nokta kurcalıyordu. Atıfet ne kadar cılız, bücür, cüce, gudubet olursa olsun Şemsi ile evlenmeye namzetliğinden dolayı onu oğlandan kıskanıyordu. Bu ceylan gibi delikanlı, Hasan Ferruh Efendi’nin bu aptalca kararına boyun eğerek bu gönül sıkıntısı yengeç kızın kocalığı felaketini kabul edecek miydi? İşte buna bir türlü ihtimal vermeyerek Ferhunde Hanım’ın gönlü ferahlıyordu.
Atıfet’in bağırmasının arkasından Mahmure’nin tınlayan sesi duyuldu. Annesine karşı çırpınarak:
“Ablacığım buraya geliniz. Bakınız bahçe ne güzel…”
Bu seslenişi duyunca Atıfet’in kansız kısık dudakları alaylı alaylı bükülerek sordu:
“Abla mı? Annelere abla demek de moda mı oldu?”
Mahmure cevap vermedi. Fakat cılız kız çehresinde garipliği gittikçe artan alaylı hâliyle tekrar sordu:
“Mahmure söylesene… Annen mi küçüldü? Sen mi büyüdün? Bu iniş çıkıştan benim hiç haberim yok.”
Mahmure, karşısındakinin kulağına eğilerek yavaşça:
“Sus… Sus… Annem öyle tembih etti.”
Bu susma ihtarına karşı bücür kız bir kahkaha salıvererek:
“Annen ‘abıhayat’ içmiş… Hiç ihtiyarlamaz ki, ebedî olarak genç kalmaya yemin eden bu kadın, görürsün, birkaç sene geçsin seni kendine ‘kızım’ dedirtmeye zorlayacaktır.”
Bu geçkin kadının giderek daha gençleşir gibi tazeliğini korumasından dolayı Atıfet’in yüreğinde ona karşı gizli bir hıncı vardı. Ailece sokağa çıktıkları vakit bütün dikkat ve meftuniyet gözleri çarşaf ve peçe altında daha süslü duran bu boylu boslu hala hanıma çevrilir, Atıfet’in kadın varlığı fark olunmaz, olsa da alay edilmek için olurdu.
Ferhunde Hanım balkondan bu kahkahanın manasını hemen fark etti. İntikam almak için aşağı inmek istedi.
Mahmure, Atıfet’in bu alayını kapatmak için annesine:
“Biz Şemsi Bey’le Muzaffer ve Atıfet’e karşı üç gol fazla ile galebe çaldık. Şemsi ağabeyim yoruldu, bakınız orada yatıyor.”
Bu “ağabey” tabiri de Ferhunde Hanım’ın yüzüne ağır bir buruşma getirdi. İçeri girdi, ayna önünde pudrasını tazeledi. Saçlarını düzeltti. Bir küçük şişe menekşe esansının hemen dörtte birini avucuna boşaltarak göğsünü, boynunu, bedenini kokuya boğdu. Beyaz ipek bornozuna büründü. Bahçeye çıktı.
Ferhunde Hanım tufaların arkasından daha gözükmeden Atıfet, “Mahmure müjde, annen… Ay yanıldım, ablan geliyor.” dedi.
“Hani ya? Meydanda yok.”
“Kendinden evvel kokusu geldi de teşriflerini ondan anladım.”
“Ne kokusu?”
“Aman alık… Ablan bir şişe lavanta ile yıkanmadıktan sonra hiç kapı dışarı adım atar mı?”
“Aman Atıfet sen de… Annem ne yapsa gözünde büyük bir kabahat oluyor. Lavanta sürünmesi ayıp mı? Yoksa büyük bir günah mıdır?”
“Babanın burnu pek o kadar koku almaz da… Ben ablanın bu iptilasını lüzumsuz görüyorum.”
Ferhunde Hanım, Atıfet’i öfkesinden çatlatacak nazenin bir yürüyüşle gözüktü. Şemsi’nin yattığı banka doğru yürüyordu. Zeki Atıfet, halasını bahçeye çeken sebebin Şemsi olduğunu hissetti. Çünkü onu kendi gözünden kıskanırdı. Nişanlısını, bu kadının hırslı bakışlarından korumak ister gibi o da gözlerini banka dikti. Ferhunde Hanım, kızın gözlerinden ızdırabını anladı. Fakat hiç aldırmadı. Uyuyan delikanlıya fütursuzca yaklaştı. O görünüş, kadının helecanını bütün bütün artırdı. Kızgınlık zamanlarında erkeğinin kokusunu alan yırtıcı bir dişiye döndü. Bütün kuvvetiyle çarpıntısını gizlemeye uğraştığı hâlde yapamayıp aşırı isteği sesinde dalgalanarak:
“Bunu böyle neye bıraktınız? Zavallıyı güneş çarpacak.”
Halasına eziyet etmek için fırsat kaçırmak istemeyen Atıfet, telaştan büsbütün peltekleşen küçük ağzıyla hemen cevap verdi:
“Gençleri tedbirsizlikten korumak için içimizde sizin kadar analık vazifesini iyi yapacak yaşlı bulunmadığından… Görünüşte ne kadar şuh bir abla olsanız yine kalbinizde bir analık mayası, şefkati vardır.”
“Abla” sözünün bu hor kullanılışına karşı Ferhunde Hanım şüphelenerek gözlerini hışımla kızına dikti. Mahmure mosmor kızardı. Serpilmiş, önünde yatan delikanlıyı okşaya okşaya uyandırabilmek için bu cüce kızın kıskanç gözlerinden kurtulmak lazımdı. Bu alıngan, sakat, sinirli mahluku oradan kaçırmak maksadıyla Ferhunde Hanım biçareyi ta kalbinden yaralamaya atılarak dedi ki:
“Doğurmak, ana olmak kadınlığın en büyük bir şerefidir. Yazık senin gibi bücürlere ki bu şereften mahrum olmaya mahkûmdur. Çünkü doğuramazlar. Baban seni kocaya vermezden evvel çocuğun geçeceği yolu mengene ile açtırtmalı. Evlenme, senin için ölüm demektir. Bu kuruntu ile kendini hiç üzme.”
Atıfet, tir tir titreyerek hemen cevaba atıldı. Sinirliliğinden anlaşılmaz bir iki kelime kekeleyebildi.
Ferhunde Hanım, gür sesiyle, bu sakat kızın bozuk bir flavtanın tiz perdelerine benzeyen cılız sesini boğarak:
“Haspaya bak, hâlini bilmeden top oyunu için kırmızı kadife kostüm yaptırtmış. Bu kıyafetle neye dönmüşsün? Bir kere aynanın önünde endamına baktın mı? Ne erkeğe benziyorsun ne kadına… İki cinsin arasında tuhaf bir mahluk olmuşsun. Bu kostümünle at cambazhanesine palyaçoluğa git. Beş on kişiyi güldürerek kadınlığına ancak bu suretle bir şeref temin etmiş olursun.”
Ferhunde Hanım yaşından söz edilince nasıl ifrit olursa Atıfet de kostümü ve cüceliğiyle alay edildiği vakit kendini kaybedecek bir sinir buhranına düşerdi. Zavallıya sinir nöbetleri geldi. Ölü gibi bir benizle iki hizmetçinin kolları arasında odasına çıkarıldı.
Mahmure, meselenin aslını pek anlamayarak annesinin öyle zavallı bir mahluka karşı bu zalimce coşup taşmasına şaşırıp kaldı. Annesi niçin o kadar köpürüyor, kızların yanında söylenmesi hiç de münasip olmayan sözleri ağzından kaçırıyordu?
Şemsi, yanı başında kendi için sözle yapılan kadın düellosundan habersiz hâlâ uyuyordu. Ne olursa olsun Ferhunde Hanım karşısındakini yenerek onun kıskanç bakışlarından kurtulmuştu.
Mahmure’nin şaşkın gözlerine karşı ufak bir mazeret açıklamasında bulunmak için dedi ki:
“Menhus bücür, kendi hâlini bilsin de sonra ötekinin berikinin yaşıyla, bilmem nesiyle eğlenmeye kalksın. Öfke ile ben de kendimi tutamadım. Pek fena müteessir oldu. Haydi git bak sakın gebermesin.”
Kızını da oradan bu suretle uzaklaştırdı. Sonra uzakta çam gölgesinde oturan Cazibe ile Muzaffer’e baktı. İkisi baş başa muamma ile dolu bir tavır içinde o kadar dalgın görüşüyorlar idi ki bahçede kavga değil muharebe olsa duymayacağa benziyorlardı. Cazibe ile oğlunun bu derin konuşmaları pek iyi bir manaya değilse de onların dünyayı göremeyecek kadar böyle birbirleriyle meşgul olmaları kendisinin Şemsi ile olacak âşıktaşlığına meydan vermiş olacaktı. Ferhunde Hanım kendi kendisine şöyle düşündü:
Gençliğin en kaynar çağındaki Cazibe, benim yaşlı, sakat ağabeyime hayatını tamamıyla bağlayamaz, duygularını yatıştırmak için mutlaka bir günah işleyecektir.
Sonra önünde yatan delikanlıya baktı, içi titredi. Ve yine düşüncesinde devam etti:
Canı cana ölçmeli. Bu genç karı elbette bir halt edecektir. Bunu dışarıdan bir erkekle yapmaktansa benim oğlumla yapması “ehvenişer” sayılır. Rezalet, aile arasında gizli kalır. Birbiri ile evlenmeleri kabil olamayacağından benim için kaynana ve kadın nine olmak tehlikesi de gecikmiş olur. Muzaffer de pek ateşli bir oğlan, imkânı yok tek durmayacak. Onun da dışarıda ne oldukları belirsiz birtakım murdar karılarla bir sevda pazarı açarak başımızı türlü belalara sokmasındansa bu suretle zapt edilmesi, idare olunması hayırlıdır.
Bu ne dehşetli bir düşünce idi. Ferhunde Hanım, Şemsi için tasarladığı sevda planındaki atılganlığını engelleyecek neler varsa onları kaldırmak için, maddi manevi ne kadar sakat ve sonu kötüye varacak olursa olsun her işi mübah görüyordu.
Bu düşünce sonunda oğlu ile kardeşinin karısının bu sevda konuşmalarına göz yumarak Şemsi’ye yanaştı. Onun güneşten ısınmış tüylü ve adaleli genç baldırını iştahtan titreyen elleriyle hafif hafif okşayarak en ruh okşayıcı sedasıyla:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/cehennemlik-69429106/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Meşbu: dolmuş, dolu durumda olan, dolu, doymuş. (e.n.)

2
Pülverizatör: Püskürteç. (e.n.)

3
Etüv: Yiyecekleri, nesneleri yüksek ısıyla sterilize ve dezenfekte etmekte kullanılan kapalı araç. (e.n.)

4
Âsân eylemek: Kolaylaştırmak. (e.n.)

5
Adem: Yokluk. (e.n.)

6
Kordiyal: Çarpıntı ve kalp rahatsızlıklarında kullanılan rahatlatıcı ilaç. (e.n.)

7
Saniye mütemayizi: Devlet dairesinde yazışmaları düzelten mümeyyiz unvanlı memurun ikinci derecede olanı. (e.n.)

8
Amedi-i divan-ı hümayun: Sadrazamın, Babıali makamında, kurumun dış yazı işlerini yöneten daire. (e.n.)

9
Ateşgede: Ateşe tapanların ibadet ettikleri mabet. (e.n.)

10
Ziya-i Azim: Büyük kayıp. (e.n.)

11
Vüzera-yı fihâm: Saygın vezirlerden. (e.n.)

12
Lebbeyk-zen-i icabetle: Tanrı’nın emrine uyarak. (e.n.)

13
Kari: Okuyucu, okur. (e.n.)

14
Münkereyn: Kabirde ölüleri sorgulayan Münker ve Nekir adlı melekler. (e.n.)

15
Mevt: Ölüm. (e.n.)

16
Bad-ı saba: Baharda esen hafif ve hoş rüzgâr. (e.n.)

17
Demanti: Yalanlama yazısı. (e.n.)

18
Abo: Suistimal. (y.n.)

19
Maparol donör: Namusum hakkı için. (e.n.)

20
Medison teretan: Tabip-i mütedavi; hastaya bakan hekim. (y.n.)

21
Gâh ü na-gâh: Vakitli vakitsiz. (e.n.)

22
Rahm-i maderde, ana karnında. (e.n.)

23
Hararet-i gariziye demek istiyor; yani “normal vücut ısısı”. (e.n.)

24
Veçhişebeh: Benzetme yapmak. Teşbih. (e.n.)

25
Ma nahnü fih: Bahsini ettiğimiz, üzerinde konuştuğumuz şey. (e.n.)

26
Eşek arısı dilini yaksa / Doğru dürüst bir şey söyleyemezsin. (e.n.)

27
Hecagu: Bir kimseyi hicveden. (e.n.)

28
Şiirde güzel söz söyleyip hazırcevap emsali olmak. (e.n.)

29
Evlat, babasının sırrıdır. (e.n.)

30
Yazık değil mi ki o alacalı yüz / Kararıp da utanmaz bir Çingene yüzüne dönsün. (e.n.)

31
Tahaccür: Taşlaşma, taş kesilme. (e.n.)

32
Taaccüp: Şaşma. (e.n.)

33
Nerm ü leyyin: Yumuşak ve mülayim. (e.n.)

34
Em’a: Bağırsaklar. (e.n.)

35
Osmanlı Sultanı İkinci Mahmut. (e.n.)

36
Yeni ayak: Yürümeyi henüz öğrenmiş. (e.n.)

37
Lisagors: Letarji, yaşama işlevlerinin ve bilincin çok zayıfladığı, çok derin ve sürekli patolojik uyku durumu. (e.n.)

38
Allah’a şükürler olsun. (e.n.)

39
Müşaare: Karşılıklı olarak birbirine şiir söylemek, şiir yarışı. (e.n.)

40
Hiffet: Hafiflik, onurlu ve vakarlı olmamak. (e.n.)

41
Tebdilimekân-ı kalbî: Kalbin yer değiştirmesi. (e.n.)

42
Mekşuf: Keşfedilmiş, açık, belli. (e.n.)

43
Zir ü zeber: Karmakarışık, altüst. (e.n.)

44
Lagar: Zayıf. (e.n.)

45
Batın: Karın. (e.n.)

46
İlyeteyn: Kalça. (e.n.)

47
Kadın benzer aynen vebaya / El uzatma kafiyesi kavuna / Tatlıdır biri, serin ve sulu / Biri sıcaktır gayet can yakar / Yumuşatır birçok insanın bağırsaklarını / Kurutur kadın büsbütün kanı. (e.n.)

48
Hacir: Kısıt, kısıtlılık. (e.n.)

49
Gümrah: Uzun, sık ve dalgalı saç. (e.n.)

50
Tezkere-i Osmaniye: Nüfus kâğıdı. (e.n.)

51
Harfendazlık: Laf atma, sarkıntılık etme. (e.n.)

52
Sadakor: Düz dokunmuş, açık saman renginde bir tür ipek kumaş. (e.n.)
Cehennemlik Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Romanlarında mizah ögelerine sıklıkla yer veren Hüseyin Rahmi’nin bu eseri, daha çok dram barındırmasıyla diğer eserlerinden ayrılır. Yazar, “Cehennemlik”te akla kazınacak ibret vesikaları sunmaktadır. En küçük bir mikroptan dünyasını değiştireceği vehmine kapılan ihtiyar Ferruh Efendi, kendisine gençlik aşılasın diye genç bir kadınla -Cazibe Hanım- evlenmişti. Kardeşi Ferhunde Hanım ise kendinden oldukça yaşlı Sabri Bey ile evliydi. Bu iki ihtiyar adam, genç karılarından gençlik aşısı beklerken Cazibe ve Ferhunde hanımlar kanlarında kaynayan ateşin coşkunluğu ile cehennemin kapılarını aralıyorlardı. Ferruh Efendi ölümü uzaklaştırmak için mikroplardan köşe bucak kaçadursun tüm aile manevi mikropların etkisi altında, cehennemin yemesi hoş ama sonu acı meyveleriyle zehirlenerek yaşadıkları yere Azrail’i âdeta davet ediyorlardı… “Zuhur eder hemen sarılık Kalbe, nefese gelir darlık Yavaş yavaş söner sağlık Mesken olur sana mezarlık.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв