Can Pazarı

Can Pazarı
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Hüseyin Rahmi, sert eleştirilerinde kalemini esirgemediği "Can Pazarı"nda, dönemin İstanbul’unda yozlaşmış toplumu gözler önüne seriyor. Gürpınar; hayatın bir kavga olduğu, güçlünün zayıfı ezdiği, adaletin bir türlü sağlanamadığı, bu yüzden aç kalmamak için çalmanın, aldatmanın, dolandırmanın meşru görülebileceğini savunan Yavuzlar Çetesi ile eşitsizliği irdelerken; Nasıh Bey-Nafia Hanım çifti ile İrfan Bey-Halâvet Hanım çifti arasında eşlerin değiştiği bir ilişki yaşantısıyla ahlak ve namus konusu üzerine dikkat çekiyor. “Bu işin bir ‘can pazarı’ olduğunu biliyorum. Size sadakat göstersem hükûmete hainlik etmiş olurum. Hükûmete sadakat göstersem sizi ele vermiş olurum. Hangi tarafa kımıldasam ceza var. Ölüm var. İnsan, kendini şeytana sattıktan sonra artık şeytan kalmalıdır.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Can Pazarı

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

BİRİNCİ BÖLÜM

1
Fatih yangını anlaşılmaz bir hoppalıkla evin üzerinden atlayarak ona ateşini dokundurmadan geçmişti. Bu korunmayı ev sahibi Baba Enis’in kerametine verenler çok oldu:
“Baba Efendi, maneviyatınız sayesinde eviniz kurtuldu.” diyenlere karşı koca Enis kendi kerametini tasdik eden ince bir gülümsemeyle göz süzerdi.
Yine o sırada bulunan Muhtar Bekir ve Saraç Hüsnü Efendilerin evleri de belki bu keramet yüzünden yanmamıştı.
Viranelerin ortasında kübik şekliyle bir kale burcu görünüşünü almış olan Baba Enis’in evi gecenin karanlık sessizliğine bürünmüş, uyuyordu.
Evin etrafında iki karaltı peyda oldu. İçeri girmek için bir kümesin uygun yerini araştıran sansarlar gibi dolaşıyorlardı. Arada bir fısıldaşarak göğüslerini dolduran kahkahaları tutmak için boğuk boğuk gülüşüyorlar, alt kat pencerelerine kulak verip içeriyi dinliyorlardı.
Karaltının biri arkadaşının kulağına eğilerek: “Uyumuş olmalı…”
Öteki ezgin bir alayla cevap verdi:
“Deve gibi yüksek bir delikanlısın, fakat yazık ki, aptalsın Muhsin…”
“Bana aptal diyenin burnuma çekecek bir çimdik enfiye kadar aklı olaydı bari…”
“Ulan akıl denilen şeyi ne sen tutarsın ne ben… İkimizde de mafiş…”
“Aç başı be… Ben yalnız mangiz[1 - Mangiz: Para. (e.n.)] kokozuyum.[2 - Kokoz: Parası olmayan, züğürt. (e.n.)] Akıl dedin mi kafamın içinde kum gibi kaynar.”
“Aklı olan devletlinin mangırı da gani olur. Sen içeride karıyı uyumuş sanıyorsun, hâlbuki uyanık… Bizim burada dolaştığımızı görüyor, kurnazlığından ses vermiyor. Dudaklarımın hararetini yanaklarının üzerinde duymadığı gecelerde onu uyku tutmaz.”
“Demek ki, sen onu tılsımlamayınca uyuyamaz.”
“Ne sandın avalım susti?”
“Öyle ise bir saatten beri burada dolap beygiri gibi dolanıyoruz da neye ses vermiyor?”
“Her şeyin bir eşref saati var ulan…”
“Eşref saat meşref saat bilmem ben… Karıyı hem tıklıyorsun hem de kaz gibi yoluyorsun. Necibe Hanım’ın yanakları hararetli genç dudaklardan hoşlanıyorsa benimkileri de bir denesin. Seninkilerden daha az ateşli iseler bir parasını almam. Seninle bir sevda yarışına girelim. Hangimiz daha keskin, hangimiz daha ateşli anlaşılır. Hem ben voli başına yüzde otuz iskonto yaparım.”
“Ulan ağdalı köpek tersi gibi bu akşam tabanımın altına ne takıldın? Belaya mı gireceğiz seninle?”
“Yine sakız çiğneme be, miden bozulur.”
“Ağzın sulandıysa tükür ulan.”
“Yut baban görmesin…”
“Lafa yekûn çek be. Sen yanımda olmasaydın ben şimdiye kadar gerdeğe girerdim.”
“Sen buraya gerdeğe merdeğe girmeye gelmedin, karıyı soymaya geldin. Haydi ne efsun okuyacaksan oku da nazenin pencereye gelsin. Kocasının hacı yağı kokan helal kaymelerinden birkaç tanesini, def-i kaza ve bela için başından çevirip çevirip bize atsın. Karakulak suyu gibi hafifledim. Yine bir haftadır mangiz tutmuyorum. Sekiz cebimde bir tek murdar yüzlük var, onu da ellemeye iğrendiğim için harcayamadım. Yarın sabah Çarşıiçi’ndeki Ermeni aşçıdan beraber karın doyurmak için sana şimdiden dalkavuk kaydolunmaya hazırım. Bir çömlek kebabı, bir pilaki, bir ciğerli pilav, bir tatlı… Fazlası haram. O kıvırcık saçlı matmazel garsonun elinden mürüvvete endaze olmaz ya, iki kupa da şarap ikram edersen keyfim tamam olur.”
“Ulan cömertlik dakikama rast geldi. Seni yarın yağlı bir çömlekten sonra enayi pilakisiyle tımtıkız şişiririm. Fakat bu Ayasofya’da dilenip de Sultanahmet’te zekât vermeye benzeyecek. Aftos bana uçlanırsa ben de senin karnını tambura gibi üfürtürüm.”
Veysi karanlık evin uyuyan pencerelerine karşı hafif cakalı bir ah çekerek: “Ah elmasım, bu gece yine bize açmazlarını bir bir oynuyorsun. Ne kadar inatçı bir âşık olduğumu bilirsin. Bu gece seni evvela doya doya ısırmak, sonra da ganice diş kirası almak isterim. Bu sözlerime aldırış etmezsen boynuma ramazan davulumu takar, ‘yüz bir pare’ yanık beyit okuyarak muhterem Hacı Baba’yı ağır uykusundan hacıyatmaz gibi foga dapduru kaldırırım.”
Bu gülünç tehditler evin derin sessizliğinde hiçbir depreşme peyda ettiremez.
Veysi yerden ufak bir taş alarak, “Tatlı dilim ile attığım taşlara aldırmıyorsun. Dur sana nazik elimle bir iki fiske göndereyim.” sözü ve tık diye hafif bir ses çıkaran üst katın cumbasını nişanlar. Yine ses çıkmaz. Fakat sırnaşık çapkın “kefareti budur” diye fiskelerini üç defa tekrarladıktan sonra:
“İmanım, itikadımızda yer tutmuş, tılsımlı sayılar şunlardır: Üç, yedi, kırk… Ben bu gece hepsini tamamlayacağım. Hem gittikçe taşlar da irileşecek. Bu sıkı bombardımana çürük evinizin kaplaması dayanamaz.
Makamla:
Bir taş attım cumbasına tık dedi
Kocam evde yok yukarı çık dedi.
Kafesin arkasından ağlamalı, titrek bir kadın sesi: “Veysi yine kapımın önünde gece yarısı bu rezalet nedir? Senin hiç utanıp arlanman yok mu?”
Veysi üstünü başını yoklayarak: “Arlanma mı? Kim satar onu? On paralık almıştım, hangi cebime koyduğumu bilmiyorum. Galiba düşürmüşüm.”
Kadın sesi yaslılığı artan bir titreme ile: “Yanındaki kim?”
“Muhsin.”
“Allah ikinizin de belasını versin.”
“Amin… Fakat sevgilim seni de, muhterem kocanı da bu duadan hariç bırakmak istemem.”
“Biz belamızı bulduk zati, senden daha sunturlusu olur mu? Dikkat et Veysi, kocam bir kere bu rezaletin farkına varırsa bu mahallede kan gövdeyi götürür.”
Veysi bu acıklı tehdidin önünde boğazından fışkıran kahkahayı avuçları içinde boğarak: “Bilirim, bilirim kocan kanlı basur çektiydi; sinirlendiği zaman yine bu illeti depreşir, kanlar saçar.”
Kadın: “Sus… Gülme. Yavaş söyle. Kocam uyanırsa sen tabanlarını yağladığın gibi buradan fertiği çekersin. Sonra benim hâlim ne olur?”
“Senin gibi oynak bir karı, kocasının hiddetini çabuk yatırmanın yolunu bilir… Hem ne merak ediyorsun; babanın sağ kulağı taş gibi sağırdır. Bir kere solunun üstüne yattı mı tepesinde top patlasa işitmez.”
“Sesin kısılsın komşular duyacak.”
“Hangi komşular? Bütün etraf bağrım gibi yanık…”
“Muhtar Bekir’in, Saraç Hüseyin’in evlerini görmüyor musun? İşte burnumuzun dibinde…”
“Muhtarın baldızı, saracın kızı Fevzi’nin sevda defterinde kayıtlı. Herkes kendi dalaveresiyle meşgul… Alışveriş gırla… Kadınlar peçeden çıkıp da gönül ticareti serbestleyeli kimsenin kimseyi gözetleyip ayıplamaya vakti yok, dedikoduyu yapanlar amelden kalmış hasetçi bunak herifler, kocakarılar… Onların da şimdi kaba etlerinden pireler kan alıyor. Fakat nemize lazım âlemin girdisi çıktısı… Sen şu sokak kapısını arala… Sondaki küçük odaya girelim. Soğuk algınlığım var. Göğüs göğse bir terleyelim. Gönlüm senin için Eyüp vapurunun bacası gibi yanıyor.”
“Bu gece olmaz.”
“Niçin?”
“Aşağıki odada hizmetçi kız yatıyor.”
“Ben geçen günü onu viraneliğin bir kovuğunda bir delikanlı ile kucaklaşırken gördüm… ‘Hanıma söylerim!’ dedim. Suratı kıpkırmızı oldu. Utanmasından değil korkusundan…”
“Hay aşüfte, hay… Efendiye söyleyeyim de hakkından gelsin.”
Muhsin biraz öteden: “Zavallı kız, ne yapsın, hanımından öyle ders almış…”
Gözyaşları görülmeyen Necibe Hanım’ın ağladığı sesinden belli olarak: “Niçin benden ders almış olsun? Benim kabahatimi bir Veysi bilir bir de ben.”
Muhsin: “Şimdi bir de ben öğrendim oldu üç…”
Necibe Hanım: “Ben kocamın üstüne yalnız bir kişiyle günah işledim. O da şeytan ayağımı kaydırdı. İçimde zerre kadar kötülük yoktur. Allah bilmiyor mu?”
Muhsin tizden kıkır kıkır gülerek: “Hiç böyle mazeret duymadım. Doğrusu Necibe Hanım nefsini güzel müdafaa ediyor. Bir kişiyle mercimeği fırına vermenin günahı yoktur, iki kişiyle ehemmiyetsizdir, üç olunca insan alışır gider.”
Veysi kahkahalarını yutmaya uğraşarak: “Ulan Muhsin işi çakmadan dırlanma oradan. Ben Necibeciğimi bilmez miyim? Onun içinde hiç kötülük yoktur.”
Parmaklarının ucuyla pencereye karanlıkta birkaç öpücük göndererek: “İki gözümün bebeğinin cücüğünün içinin içi Necibeciğim, aç kapıyı biraz yüreğimin ateşini söndür. Sevdandan bal mumu gibi eriyorum. Gençliğime acı… (Ağlama taklidi yaparak) Beni de bir ana doğurdu…”
Muhsin: “Ulan, herkesi kaç ana doğurur? Hiç de böyle dil dökme görmedim…”
Necibe Hanım sokak kapısını aralayarak: “Veysi, imkânı yok, seni bu gece içeri alamam. Bu akşam kocam öfkeli yattı. Deminden saçağımızda bir baykuş öttü. Bir uğursuzluktan çok korkuyorum.”
Veysi: “Canım, baykuştan korkulur mu? Bir sıkımlık canı var. Hayvancağız nerede ötsün, sizin saçaktan başka etrafta konacak yer yok.”
Necibe: “Olmaz, olmaz… Sol kaşımın ucu seyiriyor. Denedim, bana hiç yaramaz.”
Veysi kapının aralığından başını sokarak: “Göster bakayım bana… Neresi seyiriyor? Ben öpersem uğur gelir.”
“Ay etme…”
“Gıdı gıdı gıdı…”
Veysi birdenbire içeri dalarak kapıyı kapar.
Dışarıda kalan Muhsin karanlığa alışan gözleriyle saçağından eşiğine kadar evi süzerek:
Kirkor’un hapı
Çoğaldı yapı
Doktor içeri girdi
Kapandı kapı.
İşte bu kadar… Zavallı ben bilmem nenin nesi gibi dımdızlak dışarıda kaldım.”
Hafif hafif evin kaplamasına vurarak: “Açın be… Dışarısı ayazladı, beni de içeriye alın… Hizmetçi kıza razıyım…”
İçeriden hiç ses çıkmaz. Muhsin kulağını kapıya vererek: “Öhhö… İş kıvamında… Baba Enis’in üst kattan horultusu duyuluyor. Açınız kapıyı… Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar. Vallahi şimdi iki boğmaklı bir nara atarsam babayı döşeğinden selaya kaldırırım. Böyle ırz ehliycesine zamparalık görmedim. Hâlâ mı Necibe Hanım’ın içinde bir fenalık yok? Bekçi baba, neredesin be? İtfaiyeye haber… Çatladıkapı’da yangın var.”
Avuçlarıyla ağzını kapayarak: “Ben de şakayı kaka yaptım, farkında olmadan amma da bağırmışım…”
Birdenbire evin üst katından kafes sürülerek Baba gecelik kavuğuyla görünür. Elindeki idare lambasını pencereden dışarı uzatır. Uyku çipilliğiyle kamaşan gözlerini dolaştıra dolaştıra okuyup üfleyerek: “O hangi iblis sarhoştur bu vakitte kapımın önünde bağıran? Ne günlere kaldık ya Rabb’im! Gecenin yarılarına kadar meyhaneler açık, kerhaneler açık…”
Muhsin: “Baba Efendi, affedersin sarhoş değilim.”
Uykusu başına vuran Baba büyük bir öfkeyle: “Sarhoş olmayan kerata gece yarısı sokakta nara atar mı?”
Muhsin, çağanoz gibi çarpılarak: “Baba ağzını topla…”
“Ağzının leş gibi işret kokusunu ben buradan duyuyorum da hâlâ ‘Sarhoş değilim.’ diyor. Aklı sıra adam kandıracak.”
“Baba, senin burnun o kadar ince koku alaydı ev altındaki salamuryayı[3 - Salamurya: Şenlik, curcuna. (e.n.)] duyardın.
“Sarhoş saçmaları. Benim evim turşucu dükkânı değil. Salamura ne gezer burada?”
“Senin haberin yokken belki karın kurmuştur.”
“Ne haddine… Karı kısmını ben insandan bile saymam… Benim haberim olmadan o parmağını bile oynatamaz.”
“Zavallı Baba, uyku beynine vurdu. Haydi git yat… İş başka… Ben seni nafile telaşa düşürmemek için hakikati söylemedim.”
“Ne var söyle Allah aşkına!”
“Yangın var.”
“Nerede?”
“Şurada, yakında diyorlar.”
Baba heyecanla: “Aman sus evlat, yangından gözüm çok korktu.”
“Telaş etme babacığım, telaş etme… Söndürüyorlar; ilk hızını aldı, bastırıyorlar.”
“İşte hep bu ortalığın azgınlığından oluyor.”
“Şüphe yokkkk…”
“Kadınların iffetsizliği, açıklığı, hayâsızlığı, velileri olacak erkeklerin aldırmaması, mezheplerinin genişliği, imanlarının zayıflığı, karılara düşkünlükleri… Kadına düşkünlük kocalar için en büyük beladır. Bunlara hiçbir zaman yüz vermemeli. (Burnunun ucundan salavat parmağını sallayarak) Hiç onlara emniyet etmemeli, gözünü üzerine açmalı, hiç aman vermemeli. Kadın şeytandır! Âdem’i günaha soktu.”
“Baba, evlisin, yavaş söyle, karın döşekten işitirse sana gücenir.”
Baba, coşarak: “Kadının erkeğe gücenmesi ne demek? Kul, efendisine darılabilir mi?”
“Hacı baba bu senin söylediğin eski usul karı kocalık… Onlar geçti. Şimdi kadın amir, erkek kul köle oldu.”
“Haşa… Haşa… Kadın tayfasının saçı uzun, aklı kısadır!”
“Şimdikiler ‘aklımız uzasın’ diye meyhane garsonları gibi saçlarını kesiyorlar.”
“Kıyamet alameti!”
“Tosunlaşmak için baldırı çıplak geziyorlar…”
“Kocaları yukarıda uyurken alt kata zampara alıyorlar.”
“Böyle kâfir kadınları taşa tutmalı.”
“Sana yavaş söyle diyorum, döşekten karın duyar.”
“Benimki şimdi döşekte yok.”
“Nereye gitti?”
“Yarın çamaşır yıkanacak. Kirlileri boğadaya[4 - Boğada: Küllü veya sodalı su ile çamaşır yıkama. (e.n.)] koymaya gitti.”
“Güle güle temizleniniz. Güle güle kirleniniz.”
“Eksik olma oğlum…”
“Karına söyle, boğadayı çok sert yapmasın, çamaşırları çürütür.”
“O kıvamını bilir… Ev hizmeti ona aittir. Ben kadın işine karışmam.”
“Karışma, karışma babacığım. Kadın işi şeytan işidir. Boğada kaynatmak ona aittir. Sen yalnız temiz giyinirsin. Allah gönül rahatlığı versin.”

2
Ertesi günü Çarşıiçi’nde, bir tek penceresinden aydınlık alan sarnıç gibi bir dükkânın tonozu altında Veysi ile Muhsin karşı karşıya yemek yiyorlardı.
Muhsin, yemek tabağının altına serili havluyu ucundan kokladıktan sonra yüzünü ekşiterek bağırdı:
“Bu havluları kaç haftada bir yıkatırsınız? Üzerinde tarator bulaşığı, pancar turşusu lekesi, tatlı ağdası, yumurta sarısı daha kaç türlü kir var.”
Bıyıklarını kazıtmış, fakat sıvalı kollarının gümrah tüylerini aldırmamış kara yağız bir Ermeni delikanlısı gelerek: “Beyefendi peşkirlerimiz temizdir. Her gün mutlak cebbar yıkanır ve ütü edilir.”
Muhsin: “Bulaşık tenceresinde yıkıyor ve üzerlerine oturarak vücudunuzun hararetiyle ütülüyorsunuz galiba?”
Garson: “Peşkirlerimizin nesi var ki efendim üzerlerine bu kadar fena söylüyorsunuz?”
Muhsin: “Gözlerin iyi seçmiyorsa bir gözlük vereyim… Burnun tıkalı değilse eğilmeye hacet yok, karşıdan kokla… Gönlün bulanmazsa fena kokulara çok idman etmiş olduğun anlaşılır.”
Garson havluya bakarak: “Affedersiniz, size biraz kirlicesi rastlamış, bir temizini vereyim.”
“Sen git de matmazel gelsin… Bıyıklarını hapazlamışsın ama göğsünün kılları gözüme girecek.”
Garson bağırarak: “Agavni, musluk önü müşterilerine bak… (Kendi kendine) Vay kahpeoğlu, tabağı beş kuruşa yarım porsiyon pilaki yer, bir de Tokatlıyan gustosunda[5 - Gusto: Beğeni, haz, ağız tadı. (e.n.)] takım ister. Ne olacak nihayet bir Türk’tür, senin arkandaki gömlek benim peşkirimden temizdir acep? Dur, çoğu gitti azı kaldı. Ben mösyö olacağım, sen bana garsonluk edeceksin.”
Agavni, bodur fakat tıkız, yuvarlak kumral bir kız. İri gözlerinin gür kirpikleri hafif sürmeli… Yalancı bir gülümseme sol dudağının ucundaki benini oynatarak: “Efendim buyurunuz temiz peşkir getirdim.”
“Teşekkür ederim matmazel.”
“Bu havluları boğadaya koymaz mısınız?”
Agavni kırıtarak: “Ben çamaşırcı değilim efendim, vazifem başkadır.”
Muhsin, kızın gözlerinin içine bakarak: “Senin vazifen nedir?”
“Müşteriye mukayyet olmak.”
“O kadar dolgunsun ki matmazel seni hemen gıdıklayacağım geliyor.”
“Hiç cümle âlemin ortalık yerinde öyle şey olur?”
“Tenhada bulunsak?”
Agavni gülerek: “Senin gibi cingöz ile ben tehnada bulunurum hiç?”
“Aman öyle kıvrım kıvrım gülme, yanağında benin oynuyor, yüreğim de beraber titriyor.”
Agavni daha ziyade kırıtarak: “Ah kabili mümkün olsa o beni yanağımdan Yervant’ın bıyıkları gibi kazıtacağım. Çünküm her müşteri onun üzerine biçimli biçimsiz bir laf atar.”
Muhsin: “Ben onu dişimle kazısam olmaz mı?”
Agavni fıkırdayarak: “A olur mu hiç? Benim ben hünkârbeğendi değildir ki yiyesin. Hem onun porsiyonu çok pahalıdır. Senin kesene aykırı düşer.”
Biraz öteden ihtiyarca bir müşteri:
“Matmazel yalnız gençlerle konuşma, biraz da sakallılara bak. Yarım saat oldu hani ya köfte?”
“Geliyor efendim. Üzerine salça ediyorlar.”
İhtiyar: “Hay dilini eşek arısı soksun.”
Agavni sürmeli gözlerini bulandıran bir kırgınlıkla: “Moruktur deyi kendiyle konuşmadığım için bu da durmuş da bana beddua ediyor.”
Kız çekildikten sonra Veysi:
“Suratı zararsız fıkırdak şey ama kabalığı bulantı veriyor.”
Muhsin: “Meşhur eşek hikâyesindeki gibi o benin hatırı için bu kabalığa katlanmalı.”
Veysi: “Ulan Muhsin eşek deyince dün gece senin yaptığın hayvanlığı hatırlamamak mümkün mü?”
“Ne yaptım ulan?”
“Daha ne yapacaktın? Ben aşağıda karısıyla yatarken sen yukarıdaki kocasını uyandırdın.”
“Ziyade tütsülüydüm. Ben de narayı attıktan sonra farkında oldum ama bir kere gırtlağımdan çıkmış bulundu.”
“Ya herif aşağıya ineydi?”
“Adam sen de… Baba’nın gündüz ortasında gözleri iyi görmez, gece uyku sersemliğiyle gözlük takıp da karısının yanında seni seçinceye kadar sen Çarşamba’ya atlardın. Farz edelim ki kaçamayacak biri olsan bahçıvanın merkebi gibi dört ayak üzerine dursan herif seni boğada sepeti sanır, hiç aldırmaz.”
“Bir daha böyle aynasızlanma…”
“Ulan ben hizmetçi kıza razıydım, beni içeriye niçin almadınız?”
“Hacı evinde bir gecede iki zampara olamaz.”
“Öyle nalıncı keseri gibi hep kendine yont… Hem karının vücudunu tırtıkla hem kesesini… Bana gelince ya Rabbi şükür öyle mi?”
“Ulan, sus payı olarak işte bugün karnını doyuruyorum ya…”
“İhsanını ballandırma… Bir ciğer tavasıyla yarım porsiyon pilakiye insan karnında bu kadar büyük sır saklayabilir mi?”
“Vallahi Muhsin gece gündüz hiç boş durduğum yok. Vücuttan düşüyorum. Bir mahallede ne kadar çok ırzı bozuk karı olursa delikanlıları o kadar güçten düşüyor. İstersen elimdeki avlardan birkaçını sana ciro edeyim.”
“Hımbıl, karı hususunda beni kendi cömertliğine muhtaç mı sanıyordun? Karı çok… Fatih Parkı’na doğru yürü, hepsinin göğüslerinin eliflerine kadar suratları açık… Beğen beğen de beğendiğini al. Fakat onlar bana para vermiyorlar, benden istiyorlar. Bu yosmaları sızdırmaya senin gibi benim suratım tutmuyor. Bak sana bakılınca ne ahlaklı çocuğum.”
“Maşallah, peh peh…”
“Sen bu nazlılara ne kantin atıyorsun[6 - Kantin atmak: Palavra, yalan söylemek, aldatmak. (e.n.)] bilmem, ben de senin gibi irat[7 - İrat: Gelir getiren. (e.n.)] karı istiyorum. Kuru sevda ile karın doymuyor.”
“İnsan gönlü için sever, kesesi için sever, öteki için sever.”
“Ben böyle senin gibi hesapla biçim biçim sevemem. Ben sevmeden duramam. Ne rast getirebilirsem onu severim. Gönlüm tıpkı döner kebabına benzer, durunca yanar.”
O aralık, delikanlıların yanı başında lavaboda ellerini yıkayan bir müşteri bütün genzinin kaba kuvvetiyle sümkürerek gırtlağını kökünden kazıya kazıya, koyu koyu birkaç defa tükürür.
Yakın masalardaki suratlar iğrenerek ekşileşir. Muhsin bu terbiyesizliğe dayanamaz, herkesin nefreti namına ağız açarak: “Çüş be herif… Lokantada olduğunu unuttun galiba… Kendini başka yerde sanıyorsun.”
Lavabo başındaki müşteri burnunun bir deliğini parmağının ucuyla tıkayıp ötekiyle iğrenç bir zurna daha öttürdükten sonra:
“Ne olmuş?”
“Herkesin lokması boğazında kaldı. Âlemi kusturacak mısın?”
“Vay anasının nazik evladı… Ulan senin ağzın burnun yok mu? Sen sümkürüp tükürmez misin?”
“Benim ağzım burnum var, daha başka aletlerim de var. Lakin her birinin kullanılacağı yer başkadır. Bunu şehirde yaşayan her insan bilir, yalnız eşekler bilmez; ahıra mahsus nesnelerini dışarıda insanların önünde kullanmak küstahlığına kalkarlar. Herkesin ağzı, burnu vardır. Fakat bir lokantanın, bu iki deliğin iğrenç gürültülerle boşaltılacak bir yer olmadığını bilmeyenlere terbiyesiz denir, hayvan denir.”
“Hayvan babandır.”
“Babam benden bir gömlek hariçtir. Sen hayvanın ta kendisisin eşek herif…”
Lokanta müşterileri iki taraf olur. Az bir kısmı sümküreni affeder, çok kısmı Muhsin’e hak verir.
Prostelalı,[8 - Prostela: Önlük. (e.n.)] koca karınlı, beyaz pos bıyıklı aşçı, elindeki kepçe ile her porsiyonu dirhemine kadar tartarak tabaklara yemek koymakla uğraşırken: “He efendim, lavaboya su yetiştiremiyoruz. Bazı müşteriler bilirsiniz sanki bunda yarım bir banyo ederler. Dirseklerine kadar ellerini yıkarlar. Kabil olsa, utanmasa ayaklarını da yıkayacak. Bu kimselerin evlerinde su yoktur acep? Bunda cami musluklarını görmezler? Sessizce yıkansa babasının canına rahmet… Hayır, burnuyla zurna çalar, boğazıyle hır hır eder. Ne pis balgamlılar vardır canım… Müşteridir ne dersin? Cebinde iki kap yiyecek kadar paran vardır ama kafanın içinde böyle temiz bir lokantada oturup taam yemeğe kâfi terbiyen yoktur deyi suratına karşı suval olunur hiç?”
Herkes fikrini söyledi. Gürültü şiddetli devrini geçirdi. Kapıdan içeri genç bir müşteri girdi.
Muhsin, tabağının içindeki son salçaları ekmeğine içirmekle uğraşan arkadaşını dürterek:
“Bak, kim geliyor?”
Veysi başını kaldırarak: “Maşuk Ahmet…”
Gelen, kendisine sırıtan bu iki suratı gördü. O tarafa yürüyerek sordu:
“Yanınızda yer var mı?”
Muhsin: “Şuraya, uca sıkışırsan…”
Maşuk Ahmet: “Yahu, bütün lokantalar dolu… Yol üstüne kadar iskemle atıp masa koyuyorlar, yine oturacak yer bulunmuyor.”
Veysi: “Bunun neden olduğunu bilmiyor musun?”
“Açlıktan başka neden olabilir?”
“İstanbul’da aç çoktur ama hepsi lokantaya gidemez. Bu kalabalık dün aylık çıktığı içindir.”
Muhsin gülerek: “Ulan sen aylık çıktığı için mi geldin? Parayı dün akşam karıdan aldın.”
“Hacının aylığı çıktı. Ben karıya ay başlarında uğrarım.”
Veysi, yemekten şişmiş yarım avurduyla: “Hoş geldin Maşuk, nasılsın? Keyfin dızlak mı?”
Maşuk, duvar ile masa arasına sıkışıp yemek listesini süzerek: “Bir terbiyeli paça gel…”
Bu emri gürültüye karışır.
Paçayı bekleme arasında Veysi:
“Maşuk neredesin? Gözükmüyorsun.”
Maşuk, dalgın dalgın:
“İşim var da…”
“Ne işi?”
Muhsin dudak ucunun alaylı gülümseyişiyle: “Ay bilmiyor musun? Onlar şimdi tavcılığa başladılar. Anası babası hep evcek çalışıyorlar…”
“Alay etme be… Kanun, nizam dairesinde bir iş… Buna tavlacılık[9 - Tavcı: Yurt dışından geldiğini söyleyerek üzerindeki değeri düşük altın veya mücevherleri çok değerli gösterip dolandırıcılık yapan kimse. (e.n.)] mı denir?”
Muhsin: “Yakında on bin liralık bir paraya konuyorlar…”
Maşuk: “Yok canım, işi büyültüyorlar. Üç, dört bin lira belki…”
Veysi: “Üç dört bin lira fena mı ulan? Beş lira için ananın saatini rehine koyduğunu unuttun mu? Şimdi neden böyle paket dolusu paraya dudak büküyorsun?”
Muhsin: “Zenginlik öyledir. İnsan buldukça bunar. Kocakarı ölmedi mi daha?”
Maşuk: “Bırak Allah’ını seversen… Ben hiç böyle kertenkele karı görmedim. Şimdi ölüyor sanıyorsun, diriliyor. Bize, bir hafta yaşamaz dediler, iki ay oldu. Cadı gittikçe sırımlaşıyor. Ölmeye hiç niyeti yok.”
Veysi: “Bu ne iştir? Birisinin ölümünü mü üstünüze aldınız?”
Muhsin: “Hah, işte şimdi iyi buldun. İşte öyle bir şey…”
Veysi: “Vay canına be… Böyle açıkgözlülüğe bayılırım. Dört beş bin liralık bir dalavere… Vay babam vay… Biz sade akıntıya kürek çekiyoruz. Hacının aylığı çıkacak da ben Necibe’yi kandıracağım. O da kocasını dolaba koyacak da benim elime iki üç lira girecek. Ahiretle dünya arasında komisyonculuk mu başladı? Arkadaş bu işe beni de ortak etsene… Yükün en ağırını üzerime alırım…”
Maşuk: “Haydi işine be… Biz kazandık da sana kaldı!”
Veysi: “İşte bir yağlı avantanın içine girmişsiniz ya… Zihni açık, ayağı tetik, eli çabuk bir yardımcı isterseniz o da benim.”
Maşuk: “Teşekkür ederiz, yardımcı lazım olacak bir iş değil.”
Veysi: “Kârınızı kimse ile paylaşmak istemiyorsunuz… Pekâlâ… İşi anlat da bakalım, dünyada neler oluyor öğrenelim.”
Maşuk: “Şimdi karnım aç, canım hiç laf etmek istemiyor. Bizim terbiyeli paça nerede kaldı? (Haykırır) Paça nerede?”
Garsonun biri ötekine bağırır:
“Beyin paçasını…”
Muhsin gülerek: “… Köpek ısırdı.”
Maşuk: “Alay etme be… Karnım o kadar aç ki şimdi bir tarafından kavrarım ha…”
Muhsin: “Benim sinirli vücudumun neresinden kavrayacaksın? Yamyamlığın varsa (Agavni’yi göstererek) şu matmazelin gevrek bir tarafını seç…”
Maşuk bütün açlığıyla kıza bakarak: “Ah anam, onun her tarafı köftelik, her tarafı ilik…”
Veysi: “Maşuk, doğru söyle, matmazeli yemene izin verseler, ne tarafından başlarsın?”
Maşuk: “Bilmem, pek oburluğum var. Gerdan söğüşünden mi?”
Muhsin: “Tatlı dilinden mi?”
Veysi: “But kızartmasından mı?”
Maşuk: “Vallahi açlıktan ağzım sulanıyor, imrendirip durmayınız be… (Agavni’ye haykırarak) Matmazel, hani bizim paça?”
Agavni, aşçıya seslenerek: “Beyin paçası…”
Muhsin: “… Boklu …”
Kız, bu iğrenç kelimeyi işiterek yüzünü ekşitip kaçar.
Maşuk: “Yut be… Lokantanın içinde böyle laf söylenir mi? İşte kızı kaçırdın.”
Agavni, uzaktan: “Sirke sarımsak ister?”
Maşuk yavaşça: “Gel de şimdi buna ‘minimini mintoni’ deme bakalım. (Hızlı) İster ister, terbiyeli dedik a…”
Sonunda paça gelir. Maşuk, yutkuna yutkuna kızın yüzüne bakarak: “Bak, bunlar bana ne diyorlar?”
Agavni: “Kıyak bir laf ediyorlar?”
“O kadar karnın açsa matmazeli ye diyorlar.”
Agavni yapmacık bir korku ile yüzünü avuçları içine alarak: “Ah aman ‘mega’[10 - Mega: Aman Tanrı’m. (e.n.)] ben bu ağzı kullanan adamlardan korkarım. (Uzaklaşarak) Aman kaçayım bana yiyecekler.”
Muhsin: “Kaçma kaçma. O, pisboğazlılığından söylüyor. Tencerede erkek kıvırcık eti dururken maryayı ne yapacağız!”
Veysi haykırır:
“Matmazel bir şarap getir.”
Agavni tencerelerin başındaki patrona: “Bunlara şarap vermeyelim.”
“Ne için vermeyecekmişiz?”
“Çünküm bu ipsizler zaten saroşa benziyorlar, birkaç da şarap atarlarsa bilirsin dükkânın dibini üstüne getirirler.”
“Boş laf etme Agavni… Ben onların midelerine acıyacağım? Ben şarap satacağım, ben aksatama bakarım. Ver şu tezgâhın altındaki bozuk şaraptan… İstedikleri kadar içsinler. Ne bok olurlarsa olsunlar. Meyhaneci müşterinin sıhhatini düşünür hiç?”
“Bu çapkınlardan biri beni yemek istedi.”
“Bu ne biçim laftır? Sen kendini listeye koydun matmazel? Porsiyonun kaçadır?”
“Dur ki lafımı bitireyim, biri beni yemek istediyse öteki de ‘Tencerede kıvırcık eti varken hiç marya yenir?’ deyi cevap etti.”
“Çok hımbıl şeylerdir, tenceredeki etleri kıvırcık sanorlar? Bozuk şarabı götür ‘fino’ içkidir diye daya onlara…”
“Çapkın oğlan beni yemeyi bir kerek (kere) fikrine koydu, iki kadehten sonram ya bir tarafımdan hap ederse?”
“Agavni sen de cilveyi pek ileri götürdün a… Lop tarafından birkaç hap ederlerse ben de sana oh diyeceğim.”
“Yağma yok kuzum.”
“Bilirim, bilirim… En tatlı tarafını belalı sevgilin Agop’a saklarsın. Türklere çerezliklerini peşkeş verirsin.”
Agavni kadehleri doldurup götürür.
Muhsin, ikinci yudumdan sonra:
“Matmazel yanlış getirdin be… Şarap koyuyorum diye sirke şişesini boca etmişsin.”
Agavni: “Yanlış değildir efendim, yıllanmış fino şaraptır. Herkese vermeyiz. Bunları dostlar için ayırt etmişizdir. Sen ağzının tadını bilmiyorsun. Şaraba bahana bulorsun.”

3
Üçü de Kaspar Ağa’nın bozuk şarabıyla lokantadan oldukça çakırkeyif çıktılar. Bir sıraya kol kola girdiler, fesleri eğdiler. Bir şeyler aramaya gidiyorlar; “bir para” diyenin üstünde kalacaklardı.
Rastladıkları birkaç kadına sulandılar, kendi hâlinde giden bir iki kişiye omuz vurdular.
Kuyumculardan geçerken camekânlarda pırıldayan gerdanlıklara, broşlara, bileziklere, küpelere, yüzüklere bakarak Maşuk dedi ki:
“Memlekette emniyet yok, emniyet yok diyorlar. Bu iddiaları doğru olsa yüzlerce lira değerindeki bu elmaslar böyle pırıl pırıl sokakta durur mu?”
Muhsin, dirseğinin ucuyla arkadaşının böğrünü kakıştırarak: “Ulan, böyle hıyar gibi laf etmesene…”
“Hıyar ile lafımın arasında ne benzerlik buluyorsun bal kabağı?”
“İkisi de tuzlanmadan yenmez.”
“Tuzlayayım da buyur bakalım, lafımı nasıl tenavül[11 - Tenavül: Yemek, yutmak. (e.n.)] edeceksin göreyim.”
“Elmaslar sokakta değil, cemekânın içinde duruyor.” “Camekân nerede duruyor?”
“Dükkânın önünde…”
“Dükkânın önü nerede duruyor?”
“Ananın örekesinde…”
“Anamı lafa katarsan işe ben de babamı sokarım.”
Veysi ikisini de omuzlarından tartaklayarak: “Haydi be… Haydi be… İkiniz de zedagânlığınızı[12 - Zadegân: Soylular. (e.n.)] şimdi meydana koyacaksınız. İnsanlıktaki çeşidinizi ben biliyorum, yetmez mi? Çarşı halkına karşı bunu göstermekten ne şan kazanacaksın?”
Çabuk barışırlar. Şimdi sadece barışmaya da kanamayarak muhabbetlerini perçinleştirmek için birbirlerine sarılıp öpüşürler.
Kuyumcular Çarşısı’nın ortasından giderlerken Yeşildirek Muhallebicisi tarafından “Yaşasın!” sesi gelir.
Üçü birden ellerini havaya kaldırarak gür sesleriyle bu avaza katışırlar:
“Yaşasın… Yaşasın… Yaşasın…”
Halk, “Ne var? Ne oluyor?” gibilerden birbirine bakışır. Kimse bu ansızın olan coşkunluğun neden ileri geldiğini anlayamaz.
Yan yana giden iki efendiden biri bu bağıranlardan sorar:
“Hayır ola evladım, iyi bir şey oldu inşallah!”
Veysi: “Dün hacının aylığı çıktı. Biz bugün lokantada tıkındık, Agavni’nin elinden birkaç kupa şarap atıştırdık. Bundan daha iyi ne olabilir?”
Efendi: “Yaşasın diye bağırıyorsunuz da…”
Muhsin: “Elbette… (Eliyle muhallebici tarafını göstererek) Oradan gelen sese cevap verdik. O ‘Yaşasın!’ diye bağırırken biz ‘Ölsün!’ diyemeyiz ya?”
Karşı karşıya dükkânlardan iki kuyumcu Ermeni:
“Karabet Ağa!”
“Bundayım (buradayım)…”
“Kırmızı baryağın hazırdır?”
“He, içerde alesta durayor.”
“Çek dükkânın önüne…”
“Ne var ki?”
“Yine uğurlu bir iş olmuş. ‘Yaşasın!’ bağırorlar.”
“Türkler için uğurlu olan bize uğursuz gelir, bilmezsin?”
“Ağzının kaytanını çek, eski vakitler geçti.”
“…”
“Sus ol diyorum sana… Luit Corç[13 - Luit Corç: David Lloyd George. (e.n.)] düştüyse artık bizi (bizim) için Yavropa’da (Avrupa’da) bıngır bıngır patırtı edecek kimse kalmadı.”
İki efendi birbirine:
“Ah birader, ah…Tarihin dönüm yerindeyiz.”
Muhsin, bu yanık konuşmayı işiterek: “Duydunuz mu?”
Ötekiler:
“Neyi?”
“Tarihin dönüm yerinde imişiz.”
Maşuk: “Ne demek o? Ben bu lafı gazetelerde de okuyorum, bir şey anlamıyorum.”
Muhsin: “Ulan avanak, bilmiyor musun? Sultan Ahmet’teki dönüm yerinde şimdiye kadar kaç tramvay arabası devrildi. Otomobiller hep dönüm yerinde adam çiğner, birbirine çatar. Vapurlar hep Sarayburnu’nda çarpışır, karaya oturur. Yankesiciler hep Karaköy’ün poğaçacı köşesinde iş görürler. Ne bela çıkarsa dönüm yerlerinde çıkar.”
Maşuk: “Kuyumcuların camekânlarından bahsediyordum, lafımı kestiniz.”
Muhsin: “Kuyumcu değiliz, elmastan çakmayız. Mücevher alacak paramız yok. Kuyumcu camekânlarıyla ne alışverişimiz olabilir? Bunlar ziynet eşyasıdır, karın doyurmaz.”
Maşuk: “Karın doyurmaz mı? Vay andavallı… Ulan, kaç yüz zavallı aç bunlara bakıp da içini çekiyor, biliyor musun?”
Muhsin: “Karnım açken bir pırlanta iğneye ne kadar baksam ağzım sulanmaz. Parasız günlerimde bir döner kebabının önünden geçerken kokusuyla bayılırım. Onun yağlarıyla beraber benim de dudaklarımdan şıpır şıpır salyalar damlar.”
Veysi: “Tarikat-ı kebabiyeden[14 - Tarikat-ı kebabiye: Kebap tarikatı. (e.n.)] bu yanık Mevlevi’ye benim de ağzım sulanır.”
Muhsin: “İnsan bir şeye imrenince niçin sulanır?”
Maşuk: “Lafımı kesme be…”
Veysi: “Zaten döner kebabının kokuta kokuta sokakta pişirilmesinin hikmeti herkesi imrendirip de yedirmek içindir.”
Maşuk: “Paraları olup da imrenenler iştahtan depreşen midelerinin isteğini yerine getirirler. Fakat mangiz tutmayanlar?”
Muhsin: “İçlerini çekip salyalarını yutarak geçerler.”
Maşuk: “Biliyor musun, sokaktan geçenlerin içinde kaç kişi kebap yiyor? Kaçı salya yutup yürüyor?”
Muhsin: “Bilmez miyim? Tecrübesini kendimde yapıyorum. Ayın iki gününde kebap yiyebilirsem yirmi sekizinde tükürüğümü yutup geçerim.”
Maşuk: “Sen yine ayda iki üç defa yiyebiliyormuşsun. Senede iki gün yiyemeyenler var.”
Muhsin: “Ben, İstanbul’da parasızlıktan hiç otomobile binmemiş, sinema görmemiş kimseler tanırım.”
Muhsin: “Karpuzu, kavunu ancak süprüntülüklerde kabuk bulup yalamakla tadan sefil çocuklar var.”
Maşuk: “Şimdi camekânın içinde gördüğünüz şu gerdanlık kaç açın karnını doyurur, insana kaç yüz porsiyon döner, ne kadar kâse sütlaç, keşkül-i fukara, ekmek kadayıfı, baklava yedirir? Kaç Agavni’nin budunu sıktırır? Otomobil ile insanı kaç yüz kilometrelik mesafelere uçurur? Daha neler yaptırır, neler yaptırır…”
Muhsin: “Evet… Evet… Bu gerdanlıkta insana bu kadar hazlar, zevkler, lezzetler veren bir kuvvet, bir tılsım var.”
Veysi: “Ne yapalım ki böyle bir gerdanlığı ne anam taktı ne büyükanam… Ne teyzem ne halam… Onlardan bana miras kalmadıktan sonra ben nereden bulacağım? Kuyumcu dükkânı soyacak değiliz a…”
Maşuk eğilip bir kolunu boynuna doladığı Veysi’nin ta göz bebeklerinin içine bakarak:
“İcap ederse anam babam…”
Muhsin: “Ne demek istiyorsun?”
Maşuk: “Zengin herifin biri bu elması buradan alacak, hoşlandığı bir karının gerdanına takacak.”
Muhsin: “Ah anam…”
Maşuk: “Karı kırım kırım kırıtacak… Ötesini anlarsın ya…”
“Anladık… Ballandırma. Damarlarım şaha kalkıyor.”
Muhsin: “Sen hoşlandığın karıya ne takarsın ulan?”
Veysi: “İki sarımsağın ortasına bir kırmızıbiber…”
Muhsin: “Bu yılbaşında sen aftosa ne taktın?”
Veysi: “Benimki Rum’dur. Salyangozdan hoşlanır. Onun hediyesi bir sümüklü böcektir.”
Maşuk: “Zevzeklik ediyorsunuz, bana laf söyletmiyorsunuz.”
Muhsin: “Ulan deminden beri şaşkın bakkalın tarator havanı gibi ağzın işliyor da yine laf söylemedim diyorsun.”
Maşuk: “Birisi Bolşevik kitabında okumuş, bana anlattı. Ben de bize geçecektim.”
Veysi: “Aman yekûn çek… Bizim kocakarının nasihati, dişsiz hocanın vaazı, pepeme profesörün konferansı kanıma dokunur.”
Maşuk: “Böyle şeylere ‘nazariye’ diyorlar.”
Muhsin: “Yok ulan, ‘prensip’ diyorlar.”
Veysi: “Nazariye, göz ile görülen şeylere diyorlar, prensip görülmeyenlere…”
Muhsin: “Gümmmm… İşte bu da attı. İçimizde feylesof yok ya yalanını çıkaracak! Ben Altay Rüştiyesinin yağmur borusundan icazetle çıktım.”
Veysi: “Ben Kaptan Paşa Mektebinin çöplüğünde mantar gibi boy attım.”
Maşuk: “Kendinizi bana mı anlatacaksınız be? Bırakınız martavalı size laf söylüyorum.”
Muhsin: “Haydi be ne yumurtlayacaksan yumurtla…”
Maşuk: “O karı gerdanlığı birkaç defa taktıktan sonra ya dolabına ya sandığına ya çekmecesine atacak.”
Veysi: “Ulan hâlâ mı gerdanlık? Şimdi gerdanına sövdürürsün billah…”
Muhsin: “Hangi karı bu? Anlayamadım.”
Maşuk: “Prensip söylüyorum, göz ile görülmez. Mevcut bir karı değil.”
Veysi, Maşuk’un burnuna bir fiske savurarak: “Ulan aval, mevcut olmayan bir karının gerdanlığı olur mu?”
Muhsin: “Masal söylüyormuşsun da başlarken niçin ‘Bir varmış, bir yokmuş…’ demedin?”
Maşuk: “Masal değil ulan prensip söylüyorum…”
Veysi: “Üfürmüşüm ben böyle prensibin içine…”
Maşuk: “Dinleyiniz be… Bakınız ötesi ne tatlıdır! Bolşevik prensibi söylüyorum.”
Muhsin: “Bolşeviklerin prensiplerini yiyen Ruslar buraya can attılar. Tadını onlardan sormalı…”
Maşuk: “İşte bu Kuyumcu Çarşısı’nda gördüğünüz bu kadar elmaslar, güzel, oynak karılara süs olmak için burada nöbet bekliyorlar. Avuç avuç liralar pırlanta şeklinde kadınların kollarında, göğüslerinde, başlarında pırıl pırıl ışıldayacak, karı düşkünü birtakım heriflerin gözlerini doyuracak, kalplerini çarptıracak, kanlarını ateşleyecek, sen ancak ayda iki defa döner kebabı yiyebileceksin. Senden daha zavallıları hiç ağızlarına koyamayacaklar. Ulan, bir kere düşününüz, parasızlıktan haftalarca döngel orucu tutan betleri benizleri toprak rengi bağlamış, sararıp solmuş bunca zavallılar var iken on bin, yirmi bin liranın zengin fakat kalpsiz bir herifin gözlerini nurlandırmak için fındıkçı bir karının gerdanına asılıp kalmasının ne demek olduğunu bir kere aklınızla şavullayınız!”[15 - Şavullamak: Araştırmak. (e.n.)]
Muhsin düşünmek için biraz somurtarak: “Ulan sahi be…”
Maşuk, ateşini arkadaşlarına aşılamaya uğraşır bir gayretle: “Şimdi bu camekânlarda gördüğünüz bütün elmaslar senin, benim, bizden daha ziyade açların, hapsedilmiş haklarımız, rızıklarımızdır.”
Muhsin: “Bu senin söylediklerin prensip mi?”
Maşuk: “Prensip… Çünkü camekânlardaki elmaslar göze görünür. Fakat onların senin, benim gibi kese ve karınları boşların hakları oldukları keyfiyeti görünmüyor. Bu ince racon kafana dank dedi mi?”
“Ama iyice katalaviz?”[16 - Katalaviz: Anladın mı? (e.n.)]
“Katalava…”[17 - Katalava: Anladım. (e.n.)]
Maşuk ciddi, düşünceli bir tavır almaya uğraşarak: “Bu dünyada insanlara hâkim olmak için iki şey vardır. Bunlar nedir, bilir misiniz?”
İkisi birden:
“Biliriz. Birincisi para, ikincisi yine para…”
“Bilemediniz. Birincisi kuvvet, ikincisi kurnazlık… Para, insana bu iki şeyden sonra gelir. Kuvvetle kurnazlık bir adamda birleşirse dünyayı altüst eder. ‘Kurnazlık’ yani herkesi aldatarak işini görmek… Bu dünyada en adi bir tavcıdan en yüksek bir politikacıya kadar bütün insanlar birbirlerini aldatarak işlerini yürütebilirler. Kuvvet sahibi olursan zayıfın suratına yumruğu indirip ağzından lokmayı daima alabilirsin. Bu zorla almanın dağda ve şehirde iki şekli vardır. Dağdaki pek sadedir. Kaplanla ceylanın, kurtla koyunun arasında olduğu gibi normal kuvvet kanununa bağlıdır. Şehirdekine ‘kanun dairesinde’ hile ve kurnazlık karışır. İyi avukat olmayan, davasını becerikli vekillere vermeyen her vakit hakkını kaybeder. Kanunların birçok lastikli yeri vardır. Bu öyle bir kuvvettir ki onu ellerinde kullananlar lazım olunca istedikleri gibi eğip bükmek ustalığına sahiptirler. Kanunun korunmasına sığınarak pek adi bir tefeci evire çevire istediği gibi senin derini soyar.”
Muhsin: “Ulan, bu kadar avukatça lafları nereden öğrendin? Kanun manun karıştırıyorsun. Sen evvelden masraf pusulasını doğru okuyamazdın. Kaç defa gül şurubunu kel şurubu okudun!”
“Ulan ben kanundan çakmaz mıyım? Babam adliyede değil mi?”
“Baban adliyede ise mahkeme reisi değil ya zavallıcık bir mübaşir… ‘Apukatlık’ öğrendinse büyük anamın mahalle mundarından (muhtarından) alacağı var, istedikçe herif ıvır zıvıra kaçıyor, türlü martaval okuyor, âdeta bizi hapse attırmakla korkutuyor. Şunu içeri ver Allah aşkına. Seni bir akşam Mariçe’nin karyolasında çift yatırtırım.”
“Dur be… Lafımı bitireyim. Evet, bu dünyada nereye gitsen senden kuvvetli, senden kurnazının elinde uşak olursun.”
Muhsin yumruklarını sıkıp pazılarını göstererek: “Neye uşak olayım? İşte ben kuvvetliyim.”
Maşuk: “Ulan, öyle kuvvet ayıda da var. Siz zannediyorsunuz ki beş on senedir muharebe hudutlarda oluyor. Hayır, muharebe her gün şehirlerde halkın arasında oluyor. Herkes sabahtan akşama kadar birbirini aldatarak yaşıyor. Bakınız şu ihtiyar kuyumcuya… Elindeki mahfazayı karşısındaki genç müşteriye ne kadar ballandırarak yutturmaya uğraşıyor. Kıvrık çenesinin üzerinde çürük dişleri seçilen pörsümüş ağzı müşteri kandıracak yalanlara o kadar idmanlı ki sözleriyle karşısındakini düpedüz efsunluyor. Biraz ötede elinde sepetle giden herif, ‘Âlâ tereyağıyla badem içiyle mis gibi kurabiyelerim birer kuruşa… Bir alan beş daha alıyor…’ şatafatıyla bağırıyor. Hiç bu zamanda halis tereyağıyla badem içiyle yapılmış kurabiyelerin tanesi kırkar paraya verilebilir mi? ‘Bir alan beş daha alıyor.’ demesi yanılıp da bir kere alanın bir daha semtine uğramadığı içindir. İşte böylelikle günde kırk elli kişi aldatsa geçinip gider. Çarşı esnafı içinde değil, en samimi dostlar, en aziz akraba arasında bile iş böyledir. Şimdi şurada bize sürtünerek geçen adamların içinde birçok haydut vardır. Şu anda eşkıyalıklarını yapmakta bir çıkarları olamayacağı için bize namuslu gözükürler. Fakat şimdi senin üzerinde beş yüz lira taşıyarak gayet tenha bir semtten geçtiğini sezseler kamalarıyla ciğerini delip paraları aşırırlar.
Çok paran olduğunu değil konuna komşuna, anana babana, öz kardeşine bile sezdirmek tehlikelidir. Sana ruhça en yakın olanı karın değil mi, paran için seni öldürmeye kalkmasa bile hemen birçok masraf kapısı açar. İşte görülüyor ki bütün insanlar en yakın hısım akraba arasında bile birbirine karşı birtakım katakulli ile yaşıyorlar. Bolşevikler, insanlar arasından bütün bu hile ve hurdaları kaldırıp açık ve dümdüz yaşamak istiyorlarmış. Artık zengin, fakir, aç, tok olmayacakmış. Zenginlere mahsus olan güzel karılar bizim gibi yiğitlere taksim edilecekmiş…”
Muhsin, iki avucunu birbiri üzerine şiddetle şaklattıktan sonra hızlı hızlı ovuşturarak: “Oh ne âlâ be… Ben Bolşevik oldum gitti…”
Veysi: “İnanma arkadaş be inanma… Geçen günü Bedestenli’nin oğlu yok mu İsmail Fahri, Darülfünun’a gider, o çocuk çok okumuştur. Frenk gazetelerini de fan fin fan fin, vallahi gâvur gibi söküyor. İşte o, kahvede anlatıyordu. Bolşeviklerin attıkları hep kantin imiş. Dünyada hep zenginlerin köküne kibrit suyu ekmişler, paralı adam kalmamış, herkes fakir düşmüş. Aç, tok olmayacakmış, çünkü herkes aç kalmış. Yüksek fiyatlı sefahat, süs eşyası alınıp satılmayacakmış, bu da doğru. Zira kiliselere varıncaya kadar nerede altın, gümüş, mücevher varsa yağma etmişler. Güzel karılara gelince, ortada para olmayınca canları kimden hoşlanırsa kendilerini ona sevdirirler. Yine o çocuk, İsmail Fahri, dedi ki ‘Her memlekette dünyanın düzeni bozuldu, artık hiçbir usul ve idare eskisi gibi süremez. Şimdi okumuş akıllı adamlar buna bir çare arıyorlar.’ ”
Muhsin: “Oh canım, okumuş akıllı adamlar bu işe bir çare buluncaya kadar cahil akılsız adamlar hep açlıktan mortoyu çekecekler.[18 - Mortoyu çekmek: Ölmek. (e.n.)] Tabii, senin benim gibi ne kadar akılsız, parasız, ipsiz kopuk varsa bu morto defterinde kayıtlı fedai sayılır. Maşuk’un söylediklerinden çoğu doğrudur. Akıllarımızı başlarımıza toplayalım, zekâca kendimizden bir gömlek aşağısını vurmalıyız.”
Vaktin pratik felsefesine uydurmak için kendi kendilerine ahkâm çıkaran bu üç serseri, Agavni’nin elinden attıkları bozuk şarabın neşesiyle kâh öpüşerek kâh yumruklaşarak kol kola yürüyorlardı. Çarşıiçi’nden Mahmut Paşa Caddesi’ne karşı duran Yeşildirek Muhallebicisi’nin karşı köşesindeki kebapçıyı geçer geçmez Maşuk dedi ki:
“Bakınız, bakınız… Hımhım Osman, Moloz Agâh, Patlıcan Ahmet, Boğmak Reşide, Şehla Safinaz, alayıyla hepsi orada… Galiba birbirlerini tavlıyorlar.”

4
Tavcıları alargadan[19 - Alarga: Açıktan, uzaktan. (e.n.)] seyretmek için üçü de sokağın biraz ötesinde, karşı tarafta ayrı ayrı yerlerde durdular.
Tavcılar, kadın erkek baş başa mühim bir müzakerede bulunduktan sonra ağır ağır her biri bir tarafa dağıldı.
Boğmaklı Reşide kırk sekizlik, ellilik, yuvarlak vücutlu, tümsek burunlu, siyah, iri, çukur, kartal gözlü, çıkık, geniş alınlı bir kadın… Dişi ağrıyor gibi koyu neftî çarşafının altından yumru çenesini bağlamış, ayağında ağır mest kunduralar, elinde kırmızı bir çıkın ve yorgun, bitik, matemli bir tavır ile kapalı dükkânlardan birinin peykesi üzerine oturur. Bön, saf, acemi, korkak bakışlarla etrafına ağır ağır göz gezdirir.
Bütün hareketlerinde üç ayları tutan, türbeden türbeye, camiden camiye, mevlitten mevlide dolaşan, dünya işlerine alışık olmayan pek beceriksiz bir hacı kadın hâli var. İkide birde bakmak için koynundan iri gümüş saatini çıkarırken hırkasının üzerine bağladığı kuşağına asılı kocaman taneli tespihini gösterir. Herkese açılmaz ehemmiyetli bir işi, sanki içini yiyip bitiren acıklı bir derdi olduğunu anlatıp duyurmak ister gibi gelip geçenlere melul melul bakınır. Saflığına acındırır. Koruma dilenir gibi ezilmeler, büzülmeler yapar.
Sonunda Yağlıkçılar’dan doğru inen geniş yoldan çakşır[20 - Çakşır: Paça bölümü diz üstünde veya diz altında kalan bir tür erkek şalvarı. (e.n.)] üzerine uzun paltolu, göğsü kat kat gümüş köstekli, tablalı fesinin kenarına unnabi[21 - Unnabi: Hünnap renginde, üzüm renginde olan. (e.n.)] yemeni sarılı, orta yaşlı babayani bir adam gözükür. Ya koyun celebi[22 - Celep: Koyun, keçi, sığır vb. kesilecek hayvanların ticaretini yapan kimse. (e.n.)] yahut Karadeniz’den ufak yelkenlilerle kömür, odun ve bunlar gibi şeylerin ticaretini yapan, malını sattıktan sonra memleketine dönen toptancı bir tacir… İstanbul’un akıl ve hayale gelmez dolandırıcılık şeytanlıklarından bütün habersiz bir adam…
Boğmaklı Reşide avını ilk bakışta tanıyarak hemen yapmacık sesinin bütün yumuşaklığıyla: “Baksanıza efendi birader, ta Mevlanakapı’dan geliyorum, ihtiyar bir kadınım amma, yol bilmem, alım satımdan anlamam. Bir felakettir başıma geldi. Damadım şehit oldu, kızım iki çocukla kaldı. Üçüncüsünü doğururken o da kocasının şehitlik rütbesine erdi. Onu benden ziyade seviyormuş, yanına gitti. Bir iki malım var ama eserip beseremiyorum. Bön bir kadıncağızım, bir şeyciğe aklım ermez. Kızımdan bir broş kaldı, ben bundan sonra elması ne yapacağım? Gözüm görmek istemiyor, fena oluyorum. Ah, evlat acısını Allah kimselere vermesin. Düğünde seyranda merhume yavrum takardı. Benim için pek kıymetli bir yadigâr ama çocuklara ekmek lazım. Satmaya getirdim. Ah efendi kardeşim ben daha böyle neler sattım, iki gözüm Müslüman adam, ayıp değil ya, gözü kapalı büyüdüm. Anlamıyorum, malları elimden kapatı kapatıveriyorlar. Dünya düzenbazlarla dolu… Şimdiki kâğıt paraların kıymetlerini bile seçemiyorum. İki buçuk liralığı var, beşliği var, onluğu var, yirmi beşliği var, var oğlu var. Ah, efendiciğim senden çok rica ederim, şunu satarken beni gözetiver. Hak yanında iyiliğin zayi olmaz. Allah sana Kâbe sevabı verir.”
Boğmaklı Reşide rolünü emsalsiz oynayan büyük bir sanatkâr ustalığıyla gerekli hâllere girerek canlandıra canlandıra bu çenebazlığı ederken yavaş yavaş elindeki çıkını çözer, içinden bir mahfaza çıkarır. Kapağını açınca koyu lacivert kadife zemin üzerinde ufak kıtada[23 - Kıta: Parça, adet. (e.n.)] bir broş parıldar. Çarşının loşluğu içinde pırıl pırıl tacirin gözünü alır. Saf adamcağızın gönlünde hemen, gelinlik kızına böyle kıymetli bir hediye götürmek isteği uyanır. Fakat bu iştahını kadına pek belli etmemek kurnazlığına kalkışarak birkaç defa yutkunur, bir şey söylemez. Fakat Boğmaklı Reşide herifin gözünün elması tuttuğunu hemen anlar, mahfazayı biraz geri çekip uzaktan ışıldatarak:
“Bak efendi bak, mal kendini gösteriyor. (Birkaç defa geniş geniş geğirerek) Ööö… Merakım kalktı, bu elmas yavrucağımın başında da böyle par par parıldardı. Son defa Ferit Paşa’nın düğününde taktıydı. Ah ah… Bu ölümün ettiğini kimse etmiyor. Yalancı dünya bir varmış bir yokmuş… Ah ah… Kızımı görmüş gibi oldum. İçimi bir ateş sardı. Ben böyle değerli bir yadigârı hiç satar mıyım; ama ne yaparsın, bu yoksulluğu görüyor musun? Kör boğaz her gün yiyecek ister… Bu zamanda satan hep aldanıyor, alan kâr ediyor. Bari şu broş bir helalzadeye düşeydi.”
Reşide broşu karşıdan ışıldata ışıldata böyle binbir yalanın belini bükerek sonunda tüccarı efsunlar. Adamcağız sorar:
“Hanım, bu elmasa ne istiyorsun?”
“Bilir miyim yavrum ben? Benim aklım erer mi? Kim bilir vaktiyle kaç kese akçeye alındı. Söylerlerdi. Bu taşların arasında birkaç tane pek temiz pırlanta varmış, onları söküp ayrıca satsan bilmem kaç yüz lira edermiş…”
Tüccar, Reşide’nin elinden mahfazayı alır, dikkatle muayeneye uğraşır. Hemen adamın omuz başından biri kadın, öteki erkek iki kafa uzanır. Şehla Safinaz ile Moloz Agâh…
Parmaklarında yüzükler, elinde çanta, ipekli çarşafının altındaki Safinaz’da çarşıya kelepir almaya çıkmış bir kalantor hanım cakası var.
Herifin kostümü pek temiz değil, fakat onda da gündelik kıyafetinde işgüzar, tecrübeli bir çarşı adamı hâli var.
Safinaz, şehla gözünün yan bakışıyla Boğmaklı Reşide’yi süzerek: “Hanım, bu broş satılık mı?”
Reşide, matemli bağrından birkaç yanık ah boşaltarak: “Satılık yavrum…”
Safinaz: “Efendi, müsaade eder misiniz bir kere de biz bakalım.”
Tacir, bu ikinci müşteriye çatkın bir suratla baktıktan sonra gönülsüzce mahfazayı uzatır.
Safinaz broşu biraz aydınlığa götürüp önden, yandan, aşağıdan, yukarıdan muayene ile Moloz Agâh’ın kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra:
“Hanım, buna ne istiyorsunuz?”
“Bilmem kadıncığım, bilmem…”
“A, hiç insan malının kıymetini bilmez mi?”
“Bence onun kıymeti dünyalardan büyüktür. Gördükçe yüreğimin başı sızlıyor. Ah, keşki yavrumun yerine ben öleydim. Ah, ölüm yolla, sırayla değil, Rabb’imin dediği oluyor.”
Safinaz, Agâh’ın kulağına eğilir, tacire işittirecek surette: “Ne kadar saf kadın… İçim acıdı. (Reşide’ye) Bunu mezada[24 - Mezat: Açık artırma ile satış. (e.n.)] vermediniz mi?”
Boğmaklı: “Vermedim kızım. Ta Mevlanakapı’dan geliyorum. Yorgun argın şuracığa iliştim, bir iki nefes alayım derken şu Müslümancağıza rast geldim. (Eliyle taciri gösterir) Onunla biraz dertleştim. Hâlimi anlatıp broşu gösterirken siz geldiniz.”
Safinaz: “Mezada vermediğine iyi etmişsin hanım… Şimdi mal para etmiyor. Herkes elmasını getirip satıyor. Bir kerede mezada çıkıp da mal değerini bulmadı mı artık onu mimliyorlar. İkinci getirişinizde eski verdikleri paranın yarısını bile tutmuyor. Her getirişinizde malınızı düşürüp çürütüyorlar. Sana acele para lazım mı hanım?”
“Lazım kızım lazım… Çoluk çocuk evde aç bekliyor. Bakkala, kasaba, bütün esnafa borcumuz gırtlağımıza çıktı. Bu elması satıp da bin derdimi göreceğim. Bugün mutlaka satacağım. Çünkü bir daha buralara gelemem.”
Safinaz, yine Agâh’a eğilerek: “Zavallı kadın, çok saf… Her derdini açık açık söylüyor… Hile hurda bilmiyor.”
Agâh: “Kefilin var mı hanım?”
Boğmaklı Reşide acıklı bir telaşla: “Kefil nereden bulayım oğlum? Burada bir kul tanımam. Taş yerinde ağırdır. Çok şükür, mahallemizde tanınmış aileyiz. Fakat buralarda beni kimse bilmez.”
Agâh: “Kefilin yoksa broşunu satamazsın. Şimdi yollar ince…”
Reşide dövünerek: “A, gördünüz mü başıma gelenleri…”
Safinaz ile baş başa küçük bir konuşmadan sonra Agâh: “Hanım, saf yürekli bir kadın olduğun için Allah bizi sana tesadüf ettirdi.”
Boğmaklı: “Rabb’ime bin şükür evladım, iki gözüm Tanrı’m kimsesizleri korur.”
Agâh: “Ben Bedestenliyim. Şurada dolabım var. Şimdi bir muhammin[25 - Muhammin: Malın değerini oranlayan, tahmin eden kimse. (e.n.)] çağırayım, seni kefilsizlik belasından, mezadın bin türlü hilelerinden kurtararak bu işi aramızda bitirelim. (Safinaz’ı göstererek) Bu hanıma da böyle bir broş lazım…”
Boğmaklı Reşide gözlerini hepsinin yüzlerinde bön bön dolaştırdıktan sonra:
“Olur çocuğum, benim hakkımı yiyecek değilsiniz ya…”
Safinaz: “Rabb’im göstermesin. Senin gibi bağrı yanık, felekzede bir kadının hakkı yenir mi hiç? Ateş olur da adamı yakar vallahi…”
Reşide, şüpheli bir iki damlayı mendiliyle derin gözlerinin çukurlarında araştırarak: “Cenabıhak sizi Hızır gibi imdadıma yetiştirdi. Garip kuşun yuvasını Allah yapar. Yüreğim ona malum değil mi?”
Çakşırlı, paltolu adam bu bol ağız sözlerin içinde biraz afallayarak: “Bu broş bana da lazım…”
Agâh: “Hanıma daha ziyade lazım. Sebebini sonra anlatırız.”
Paltolu: “Gelinlik kızıma alacağım.”
Agâh: “Pekâlâ… Hanımla artırırsınız. Kimin üstünde kalırsa… Evvela muhammini çağıralım da şuna hakça bir kıymet koysun.”
Moloz Agâh gider. On dakika sonra Patlıcan Ahmet ile döner. Herif, kırağı çalmayan acı patlıcanlardan! Gözünün biri misafirli,[26 - Misafir: Gözün saydam tabakasında herhangi bir sebeple oluşan beyaz leke. (e.n.)] esmer, çopur,[27 - Çopur: Yüzü çiçek hastalığından kalma küçük yara izleri taşıyan, aşırı çiçek bozuğu olan kimse, işkembe suratlı. (e.n.)] dolgun yüzlü, dümbelekçi Kıptiler tipinde bir mahluk.
Agâh: “Sadık Efendi, bize şu broşu güzelce bir tahmin ediver. Ne satana bir keder olsun ne alana…”
Sadık ismi altında kendini saklayan Patlıcan, broşu avucuna yerleştirdikten sonra cebinden bir büyüteç çıkarır, misafirli gözünü küçültüp öbürünü büyütür. Bütün dikkatiyle bakar gibi yaparak: “Allah için temiz mal… Şimdi mezada verseniz su içinde dört yüz lira eder. Kenardaki yuvalardan biri boş. Pırlantanın biri düşmüş. Eğer bu kusuru olmayaydı beş yüz lira demekten hiç çekinmeyecektim. (Elini göğsü üzerine koyarak) Ben Allah için söylerim, bugün dünya varsa yarın ahiret var. Hepimiz elhamdülillah Müslüman’ız.”
Şehla Safinaz: “A… Bu tuzlu kaçtı. Doğrusu o kadar hazırlığım yok…”
Patlıcan Ahmet büyük bir ciddiyetle: “Ben hatır için eksik tahmin edemem. Yarın kabirde iki elim yanıma gelecek.”
Paltolu zatın da ağırca bir düşünce ile kaşları çatılır.
İki müşteriyi de bir durgunluk alır.
Muhammin Sadık Efendi bu durgunluğu tahminindeki fazlalığa karşı bir karşılık gibi alınarak: “Ben bugünlerde tahminlerimde alanlardan ziyade satanların hâllerini düşünüyorum. Şu broş tahminimden ziyade eder. İsterseniz mezada verelim. Ben hanıma kefil de bulurum.”
Boğmaklı Reşide iki elini Allah’ına kaldırarak: “Dünyalar durdukça dur yavrum. Bu âlemde kötüler varsa iyiler de var. Bu broş vaktiyle pek fazlaya alındı. Malımın çok değeri olduğunu biliyorum. Ne çare ki bugün pek sıkıştım.”
Moloz Agâh’la Şehla Safinaz biraz öteye açılarak fısıl fısıl konuşurlarken Patlıcan Ahmet yanlarına gider.
“Herif pek iştahlı görünüyor. Beş yüz lira da demiş olsaydın broşu bu hebennekaya[28 - Hebenneka: Zeki ve becerikli olmadığı hâlde kendisini öyle sanan kimse. (e.n.)] çakardık.”
Patlıcan: “Yok, yok… Ben tahminimi iyi bilirim. Ne kadar hebenneka görünürse görünsün, herifi şüpheye düşürmemeli. Dört yüz lira olsun da bizim olsun.”
Safinaz: “Şimdi aramızda bir müzayede yapacağız, biraz daha kabartırız.”
Patlıcan: “Safinaz, geçen günkü yüzük meselesini bilirsin ya… Yine öyle çok kabartıp da herifi kaçırtma.”

5
Paltolu müşteri yavaş yavaş bu üç tavcının yanlarına sokularak: “Ne gülüşüyorsunuz? Müsaade eder misiniz ben de işiteyim.”
Agâh, büyük bir insaniyetperverlik tavrıyla: “Hayhay, buyurunuz efendim, konuşalım, sizden gizli bir sözümüz yok.”
Safinaz: “Kısmet kiminse ona olur.”
Paltolu: “Şüphesiz…”
Agâh, muhammine der ki:
“Peki… Sözünüze devam ediniz. Bu efendi de işitsin.”
Patlıcan: “Ne söylüyordum, ha evet, broşun ortasında iri kıratta üç pırlanta var. Kadın onları söküp de ayrı ayrı satsa bugün ölü fiyatına seksener lira eder. Ben yanında söylemedim, söylesem kocakarıdır, aklı ermez belki burnu kabarır. Bugünkü mezatlardaki hileler malum. Bizim başka işimiz var. Bu kadınla uğraşacak değiliz ya… Şimdi şuraya gider, elinden kapatıverirler. Doğrusunu isterseniz vallahi sekiz yüz liralık mal… Şu günlerde elmas düşkün olduğu hâlde eğer kadın verirse bu broş dört yüz beş yüz liraya büyük kelepirdir. Sizin işiniz de görülsün, onunki de… Ben pek uygun bir fiyat biçtim, kaçırmayınız, dostça söylüyorum, bana göre bir şey yok. Sizden tellallık alacak değilim ya! Tahminim için gönlünüzden kopup da birkaç lira verirseniz yine eyvallah… Helal olsun…”
Paltolu adam Patlıcan Ahmet’i biraz öteye çekerek: “Sen iyi bir zata benziyorsun.”
“İyiler, karşılarındakileri de hep iyi görürler.”
“Şu elması bana yaparsan sana helalinden beş lira veririm. Gayret et kuzum…”
“Beş lira, on lira bir şey değil… Bana hatırın lazım efendi… Gelinlik bir kızı sevindirmesi sevaptır. Benim de öyle bir yavrum var, hâlden bilirim. Fakat bu kadın da elmasa çok iştahlı… Çünkü maldan anlar, bu kelepiri kaçırmak istemez. İnşallah sana kısmet olur. Aklıma bir şey geliyor efendi…”
Paltolu, ufak bir çarpıntıyla: “Nedir?”
“Bu kadına kırk elli lira bir para teklif etsek de çekilse.”
Tacir, pos bıyıklarının uçlarını kıvıra kıvıra kunduralarının burnuna bakarak düşünür.
Patlıcan Ahmet herifin zihnini karıştırıp derin düşünmesine meydan vermemek için:
“Evet… Evet, kırk elli verelim bu hanım çekilsin. Çünkü kocakarının yanında karşı karşıya elması arttırmaya kalkarsanız ikiniz de kızışırsınız. Müzayede altı yüz, belki de yedi yüz liraya kadar fırlar. Buralara hacet kalmadan haydi ver kırk elli lira, iş bitsin.”
Paltolu hâlâ bıyık falında devam eder.
Patlıcan Ahmet uzaktan Safinaz’a küçük bir işaret verdikten sonra:
“Hanımı belki otuz, kırk liraya da razı ederiz. Masum kerimenizin kısmetine çıkan bu kelepiri kaçırmayınız.”
Tacir, derin bir düşünce ve durgunluk içinde hâlâ bıyık kıvırırken birdenbire Hımhım Osman peydah olur. Boğmaklı Reşide’ye yaklaşarak: “Büyük hanım, burada kadının biri broş satıyormuş. ‘Pek temiz mal, olmaz kelepir.’ diyorlar.”
Reşide: “Ben satıyorum.”
Osman: “Hani broş?”
Boğmalı seslenerek: “Hu, Sadık Efendi, bir müşteri daha çıktı. Elması getiriniz, görmek istiyor.”
Patlıcan Ahmet, paltoluya: “İşi uzattık. Şimdiye kadar bu mahfazayı cebinize koyup gitmeliydiniz efendi. Bu çarşının hâli acayiptir. Nereden de haber alırlar? (İleriye doğru söyleyerek) Biz, efendiyle broşu kesiştik, hayırlaştık. İlk pazar, pazardır. Büyük hanım sen cennetlik bir hatuna benziyorsun. Birkaç lira için gelinlik bir kızın kısmetini kesme. Az olsun da hoş olsun. Helal minallah olsun.”
Boğmaklı, paltoluyu göstererek: “Benim de bu adama içim ısındı. Kızcağızı için alacakmış. İnşallah kısmet olur. Lakin benim de çocuklarım evde bekliyorlar. Bakalım, bir de bu yeni gelen müşteriyi dinleyelim. Ne diyor?”
Hımhım Osman mahfazayı alır. Fazla dikkatten ağzını burnunu buruşturan bir adam hâliyle bakar, broşun üzerine nefesiyle birkaç defa hohlar. Biraz bekler. Biraz hohladıktan sonra dikkatle gözlerini dikerek: “Bu mal mezat gördü mü?”
Boğmaklı: “Hayır.”
Osman: “Ne veriyorlar?”
Patlıcan: “Keşfet.”
Osman: “Altı yüz.”
Safinaz: “Amma da yaptın ha!”
Patlıcan, paltoluya, onu kayırmak ister gibi bir söz işareti vererek: “O kadar etmez…”
Osman: “Nene lazım senin… Sahibi razı olsun, parasını şimdi sayacağım.”
Patlıcan: “Keyfin bilir ama kârlı bir iş yapmış olmazsın.”
Osman: “Bu broşu altı yüze veriniz bana, şimdi şurada sokağın içinde gözünüzün önünde yedi yüz liraya satacağım. Çok lakırtı istemem. (Boğmaklı Reşide’ye dönerek) Büyük hanım, helalinden sana altı yüz lira var. Bana malını satıyor musun?”
Reşide, etrafındakilerin yüzlerine bel bel baktıktan sonra: “Ne dersiniz efendiler, vereyim mi? Acaba aldanacak mıyım?”
Hepsi kocakarıdan uzaklaşarak aralarında konuşmaya başlarlar.
Patlıcan Ahmet, öfkeli bir suratla Hımhım Osman’a:
“Canım işimizi bozdun. Ben efendiye dört yüz liraya alıverecektim. Birdenbire çok kabarttın.”
Osman: “Ticarettir bu, gücenmek olmaz. Ben keyfim için kabartmadım. Bedesten’de Hacı Muammer Efendi’de bir broş var, iki yıldır ona bir eş arıyorlar. (İleri doğru bakarak) Lakırtı beynimizde,[29 - Lakırtı beynimizde: Laf aramızda. (e.n.)] kocakarı duymasın, bu broş onun eşi… Tıpkısı… Farksız… Su içinde yedi yüz lira… Hem de kullanılmamış, temiz para olmak şartıyla. Hacı Muammer de kim bilir ne kazanacak? Benim şurada bir pırlanta küpe işim var, yirmi, yirmi beş dakika kadar kalıp geleceğim. O broş yedi yüz liraya nasıl satılırmış şimdi size gösteririm.”
Hımhım Osman, Örücüler Kapısı’na doğru yürür.
Patlıcan Ahmet mühim bir şey düşündüğünü gösterir tatlı bir sırıtışla paltoluya bakarak: “Efendi, siz ticaretten anlar tecrübeli bir iş adamına benziyorsunuz.”
Bu sözden duygulanarak koltukları kabaran karşısındaki adam:
“Evet, ticaretten anlar bir iş adamıyım.”
“Aynı zamanda talihiniz de çok uygun…”
“Bu sene talihim zararsız gidiyor. Bir odun işinden geçenlerde üç bin lira kazandım.”
“Allah kârınızı ziyade etsin. Şimdi beş on dakika içinde yüz, yüz elli lira kazanmak ister misiniz?”
“Hayhay… Fena ticaret değil…”
“Bu broşu şu kadından altı yüz liraya alınız, çünkü bu fiyatı bir kere kulağına koydular, artık ondan aşağı vermez.”
“Ey sonra?”
“Sizinle Bedestenli Hacı Muammer’in dolabına gidelim. Bu demin gördüğünüz adam tellaldır, ondan daha atik davranırsak yüz lirayı biz kazanırız. Aramızda ellişer lira bölüşürüz. Bu broşa çift düzmek için bu kadar para veriyorlar yoksa hakikatte etmez. Ben size kerimeniz için üç yüz, dört yüz liraya daha bir güzelini düşürürüm.”
“Hacı Muammer Efendi ona verdiği parayı bakalım bize verir mi?”
“Ben ona çok para kazandırdım, Hacı Muammer beni kardeş gibi sever. Hiç ona güvenmesem size böyle bir teklifte bulunabilir miyim? Ben bu işi kendi başıma da görebilirim. Bu broş size tesadüf ettiği için kısmetinizi bozmak istemiyorum. Bizim sanatımız tuhaf şeydir. Hakk’a riayet etmezsek sonra işimiz ters gider. Hacı Muammer’in dolabına gidince onun bana ne kadar itibar ettiğini şimdi gözünüz ile göreceksiniz.”
Son derece saflığı ile beraber garip bir duyguya kapılarak, paltolu yine bıyık falı açmaya başlar.
Sanatının ustası olan Patlıcan Ahmet böyle nazik anlarda çabuk ve şaşırtıcı kelimelerin büyülü tesirleri olduğunu bildiğinden hemen suratı asarak: “Efendi, affedersiniz, ben sizi bugün gördüm ama bilmem neden, kanım size ısındığı için kârıma ortak ediyorum. Teklifimden şüphe ediyorsanız sizi ayıplamam, bu zamanda türlü türlü şeyler oluyor. Biz de esnafız, görecek işlerim var. Müsaadenizle…”
İleri doğru yürür. Birkaç adım açıldıktan sonra paltolu adam arkasından bağırarak: “Gel, gel… Gücenme. Herkesin hesabı var. Zihnimden başka şeyler geçiriyordum.”
Patlıcan Ahmet biraz kırgın bir eda ile döner.
Tacir: “Söyle şimdi ne yapacağız?”
Ahmet şimdi büyük bir aceleyle: “Durmaya hiç vaktimiz yok…
Sözlerimin ehemmiyetini anladınızsa haydi kadından broşu alalım, Bedesten’e Hacı Muammer’in dolabına hemen koşalım.”
İnsanlar çok defa felaketleri kendileri başlarına getirirler. Her zaman bela bize gelmez bazı bazı biz gidip onu buluruz. Paltolu adam Patlıcan Ahmet’in sözleri ile büyülenmiş gibi hemen onun arkasından gitti.
Boğmaklı Reşide’nin önünde durdular. Patlıcan’ın bir işareti üzerine tacir göğsüne bir el attı. Hamail[30 - Hamail: Omuzdan çapraz olarak bele inen bağ, hamaylı. (e.n.)] gibi kayışla boynuna asılı kocaman bir meşin cüzdan çıkardı. Mukaddes bir kitap saygısı ile parmakları titreyerek içini açtı. Birkaç yüzlük, ellilik, yirmi beşlik kayme seçti, aldı. Tekrar tekrar hesaptan sonra altı yüzden ne fazla ne eksik olduğunu aklı keserek paraları Ahmet’e uzattı. Başardığı işin neşesiyle gözleri sansar gibi parlayan Patlıcan, kâğıtları birer birer saya saya Boğmaklı Reşide’nin kucağına koydu.
Karı memnun olmayarak, telaşlı, şaşkın yaygaralar ile: “Bu ne?”
Ahmet: “Altı yüz lira…”
“Malımın daha değeri vardı. Kapatıyor musunuz ayol?”
Ahmet işaret parmağını ağzına götürerek karıya susma işareti verip: “Kes sesini… Kısmetin bu kadarmış. Allah’ına şükret…”
Mahfazayı Reşide’nin elinden çekip paltoluya uzatarak: “Al efendi hayrını gör…”
Birkaç adım açıldıktan sonra: “İşte bu, bu kadardır. Gel şimdi arkamdan Hacı Muammer’in dolabına gidelim. Verdiğimiz altı yüz liranın on dakika içindeki yüz kayme faizini alalım.”
Yaptığı kârlı işin çarpıntısıyla hafif bir sevinç baygınlığı geçiren müşteri, bir kazaya uğratmamak için mahfazayı sımsıkı avucunda tuttuğu elini paltosunun en derin cebine indirerek kendisine iyilik yapanın arkasına düşer.
Patlıcan Ahmet, kendi peşinden kös kös gelen adamı dolambaçlı, kalabalık yollardan götürür. Sonunda Bedesten kapısına, mezat yerine gelirler. Bin ayak bir ayak üzerinde… On beş kişiye sürtünmeden iki adım ilerlemek kabil değil… Didişme, itişme, kakışma, bağrışma, hırlaşma bir kıyamettir gidiyor. Boğmaklı Reşide’nin müşterisi pek alışık olmadığı bir insan kaynaşması içinde iyilik eden insanı kaybetmemek için serbest kalan elini herifin omzuna atar. Fakat birkaç adım sonra elinin altındaki omuz şiddetle silkinerek kendine döner. Koca burunlu ekşi bir suratla göz göze gelir ve şu azarı işitir:
“Çek elini terbiyesiz, omzumu küpeşte mi sandın? Ne dayanıyorsun?”
Şaşkınlık içinde kalan zavallı tüccar: “Fakat siz Muhammin Sadık Efendi değil misiniz?”
“İşte görüyorsun ki değilim.”
“Nasıl olur bu iş? Ben şimdi onu nerede bulacağım?”
“Ne bileyim ben? Hâlâ söylüyor? Divane midir nedir?”
“Efendi, kızma. Ben buralı değilim. Arkadaşımı kaybettim. Mühim bir işimiz vardı. On dakika geç kalırsak yüz lira kaybedeceğiz. Bedesten’de Hacı Muammer Efendi’nin dolabını biliyorsanız bana salık veriniz.”
“Ben o isimde adam tanımıyorum.” cevabıyla bu aksi adam yürür gider.
Zavallı müşteri oraya sokulur, buraya bakınır. Muammer Sadık Efendi’yi andırır bir surata rastlayamaz. Sonunda düşünmek için Bedesten kapısının sövesi yanında bir yer arar. Arkasını verir, gelip geçenlerden dirsek yiyerek, tellalların, münadilerin bin türlü feryatları içinde zihni bulanarak düşünür.
Muhammin Sadık Efendi’yi kaybetti ise ne zarar? Değerli broşun mahfazasını avucunun içinde sımsıkı tutmuyor mu? Tutalım yüz lira kâr edemese bile onu istediği anda altı yüz kâğıda satamaz mı? Haydi satmayıp da kızına hediye götürmüş olsa bu işten ne zarar edecek? Bundan başka dolap sahibi Muammer Efendi’yle Muhammin Sadık’ı bulmak da olmaz bir iş değil…
Birkaç kişiyi daha Sadık’a benzetir, arkalarından koşar, kollarından çeker. Azar işitir, alaylara uğrar.
Sonra Bedesten kapısının sağ tarafından başlar. Her dolap önünde durarak Hacı Muammer adını tekrarlar. Çoğundan tek bir kelime, sadece bir baş işaretiyle hayır cevabı alır. Bir çıkar kokusu almadıkça insanların kendi cinslerine karşı ne kadar kayıtsız ve hatta insafsız olduklarına şaşar. İki yanlı bütün dolapları dolaşır. Farkında olmadan ilk sorduğu yere ikinci defa olarak yine aynı şeyi sormak için aynı sual ile başvurur. Bütün kafalar hayır cevabıyla ve bu defa daha ekşi suratla yukarı kalkar. Bu ikinci dolaşışta nihayet esnaftan biri sinirlenerek öfke ile sorar:
“Aradığın bu Hacı Muammer kimdir?”
“Ne bileyim ben? Onu siz bileceksiniz.”
“Allah Allah… Senin bilmediğini ben nasıl bilebilirim?”
“Canım, Hacı Muammer, o da senin gibi bu Bedesten’de dolap sahibi… Siz esnaflar birbirinizi tanımaz mısınız?”
“Behey adam, sen ne masal okuyorsun? Otuz beş senedir bu çarşıda dolap sahibiyim. Esnafımızın içinde bu namda bir adam tanımıyorum.”
“Sen tanımıyorsan Muhammin Sadık Efendi pekâlâ tanıyor.”
“Al sana Bedesten’imize büsbütün yabancı olan bir isim daha… Muhammin Sadık Efendi de kim oluyor?”
Dolap sahibinin Bedesten hakkındaki bu bilgisizliğine artık kızmaya başlayan tacir:
“Bu çarşıda otuz beş senelik bir eskilik iddia edip de Hacı Muammer ile Muhammin Sadık’ı tanımamak nasıl olur?”
“Vücudu olmayan kimseleri ben nasıl tanırım?”
“Muhammin Sadık Efendi ile şimdi şurada görüştük. Sadık mevcut olduktan sonra Hacı Muammer niçin bulunmasın?”
“Sen saf bir adama benziyorsun. Hacı Muammer’i ne yapacaksın?”
“Bu İstanbul’da doğru, Müslüman kimselere ‘saf’ diyorlar. Hacı Muammer’i broş işi için arıyorum.”
“Nasıl broş?”
“Şimdi şurada cennetlik hatundan aldığımız…”
“Yanında mı?”
“Evet.”
“Göster bakayım.”
Paltolu adam hâlâ avucunun içinde tuttuğu mahfazayı cebinden çıkararak uzatır:
“İşte…”
Bedestenli kapağı açıp ilk bakışta ince bir gülümsemeyle: “Kaça aldın bunu?”
“Doğru söylersem yine bana ‘saf’ diyecek misin?”
“Sen söyle… Ben diyeceğimi bilirim…”
Karadenizli tacir, Bedestenlinin kulağına eğilerek:
“Altı yüz liraya aldım. Yedi yüze Hacı Muammer’e satacağız.”
Bedestenli dudaklarından fışkıran kahkahayı tutamayarak: “Sana saf demek artık az gelir. Zavallılığını anlatmak için dört ayaklı bir kelime arayacağım.”
“Anlayamadım… Niçin?”
Bedestenli sol elini yumup başparmağı ile işaret parmaklarının kıvrılmalarından peydah olan deliğin üzerine sağ avucuyla patadak vurarak: “Seni işte böyle mantarlamışlar da onun için…”
Tacir büyük bir şaşkınlıkla: “Neremden mantarladılar? Ben hiçbir şey duymadım.”
“Şimdi duyarsın… Bu broş camdır, altmış kuruş etmez…”
Karadenizli birdenbire afallama ile burnundan soluyarak: “Sahi mi dersin?”
“Sana yalan borcum yok…”
Zavallı adam üzerine yıkılmak için yerde bir iskemle arayarak: “Neremden mantarlandığımı anladım şimdicik…”

6
Üç delikanlı karşıdan bu tavcılık faciasını seyrederken Veysi birkaç defa “Şu Karadenizliyi uyandıralım, herifçeğizi fena yakacaklar.” demiş fakat Maşuk’tan: “Bırak sen de… Mademki bu andavallı herif cebinde birkaç yüz lira ve bu akılsız kafasıyla buralarda dolaşıyor, nasıl olsa o, soyulmaya mahkûmdur. Şimdi bu dünyada aldanana, soyulana, yanana, ölene acıyan kaldı mı? Şimdi, herkes ne şekilde olursa olsun her gördüğü maceradan kendine bir pay çıkarmanın yoluna bakıyor. Adaletçilik sana bana mı kaldı? Böyle davalara bakmak için kanunlar yapılmış, daireler açılmış, nazırlar, memurlar tayin olunmuş. Buralarda tavcılar, mantarcılar sürü ile kol geziyorlar. Bunları çarşı polisleri de tanıyor, bekçileri de, esnafı da… Merkezlerin, müdürlüklerin, hapishanelerin bir kapısından girip öbüründen çıkıyorlar. Bu da hatırı sayılır bir meslek şekline girdi. Herifler büsbütün serbest işlerini görmek için neredeyse esnaf tezkeresi alacaklar. Sen elini pantolonunun cebine sokup da bir yoklasana… Bakalım ne tutuyorsun?”
Veysi: “Dün akşam Necibe’den birkaç kuruş vurdum ama bugünlerde pek tırılım.[31 - Tırıl: Beş parasız, züğürt. (e.n.)] Cebime sokunca elime geçecek şeyi ben bilirim, söyletme.”
Muhsin: “Benden de al o kadar…”
Maşuk: “Karşımızda beş altı yüz liralık bir dalavere dönsün de hayvan gibi seyirci kalıp biz buna parmak sokmayalım! Yazık bizim gençliğimize, şehirliliğimize, açıkgözlülüğümüze… Böyle bir iş karşısında polislik vazifesine kalkışmak ahmaklıktır… Lüpe bakalım yavrum… Var mı çırpıntı? Var mı anafor? Var mı aşırıntı? Şurada birini soyuyorlarmış. Koş hırsızı yakala… Neme lazım benim vurayım vurulayım! Polisin işine karışıp da ne alacağım? Bu herifler az mı polis yediler? Ben yaralanırsam büsbütün kim vurduya giderim. Bu asırda asri kafa lazım. Yoksa bayır turpu gibi dikilirsin baş aşağı kozalaklı tarlaya…”
Muhsin el çırparak: “Anlayana sivrisinek sazdır, anlamayana davul zurna azdır. Evet, laflarının ehemmiyetini çakıyorum. Her ne olursa olsun evvela ceplerimizi, sonra karınlarımızı doldurmalıyız. Bunun için kâinatı bu gözlük altından görmek icap eder.”
Veysi: “Öyle olsun, kabul ettik. Söyleyiniz bakalım bu mantarcı alayına nasıl çatıp da kârına ortak olacağız?”
Bu üç delikanlı konuşmaya giriştiler. Belki dağ başlarında en azılı çetelerin çekirdekleri işte böyle meydana gelirdi.
Karadenizliye cam broşu altı yüz liraya çaktıktan sonra mantarcılar polisin peşlerine düşmesinden kurtulmak için hemen dağılmak üzere iken Maşuk:
“Şimdi ne yapalım? Üçümüz de bunların arkalarından giderek her birinin ayrı ayrı peşlerine mi düşelim?”
Veysi: “Hayır. Paralar Boğmaklı Reşide’de. Ötekiler bu cennetlik hatunun peşinden gitmek zorundadır. Önce nereye dağılırlarsa dağılsınlar, sonra hepsinin bir yerde toplanacakları muhakkak.”
Muhsin: “Ben öyle sanmıyorum.”
Veysi: “Ne demek istiyorsun?”
Muhsin: “Paralar Patlıcan Ahmet’te.”
Veysi: “Sözü uzatmaya vakit yok. Öyleyse sen bizden ayrıl. Patlıcan’ın peşine takıl. Fakat herif çekirgeye benzer. Peşine düştüğümüzü anlarsa bizi bir paraya satar.”
“Zor satar. Tavcılıkta onun kadar emeğim yok ama aklım daha ziyade erer, gözlerim daha ziyade seçer, bacaklarım daha iyi seker. Nerede olsa kaçırmam, enselerim, tayyareye atılsa billahi ayaklarından asılır, salıvermem.”
Muhammin Sadık Efendi, namıdiğer Patlıcan Ahmet, bu yüzlü astarlı tavcı, Bedesten Kapısı’nda Karadenizliyi kolayca sattıktan sonra hemen Boğmaklı Reşide’nin arkasından yetişerek vurgun parayı onunla çarçabuk paylaşmıştı. Muhsin’in iddiası bu idi. Ötekiler bu iddiayı kabul etmeyerek paranın tamamıyla Boğmaklı’nın yanında bulunduğu hakkındaki kanaatlerinde inat edip duruyorlardı. Onun için Muhsin, Patlıcan’ın arkasından gitti. Maşuk ile Veysi, cennetlik hatunun adım adım peşine düştü. Şehla Safinaz ile Moloz Agâh’ın nereye savuştuklarına hiç ehemmiyet vermediler.
Reşide, biraz evvel oynadığı ağır vücutlu kocakarı rolünün tersine çelik bacaklı bir tulumbacı kesildi. Kuvvetli adımlarla kalabalığı yararak koltuğunda ufacık bir bohça ile kaçıyordu. Çarşının yan sokaklarından Kalpakçılarbaşı’na çıktı.
Maşuk ile Veysi kaçak kadını daima ortalarında bulundurmak için caddenin iki yanında yürüyorlardı.
Karı bir dalga gibi çarşıyı boyladı. Dışarı çıktı. Nuruosmaniye Camisi’nin kapısından içeri girdi. Hemen sağa döndü. Umumi helaların birkaç basamak kirli basamaklarından atlayarak dışarıya ağır bir pis koku dağıtan kapıdan içeri girdi.
Her eski şeyi altüst eden zamanın hâli, erkekler için olan helalara kadınların girmelerine engel olan utanma ve âdeti de yavaş yavaş ortadan kaldırıyordu. Buralara birkaç zamandır kadınların da aynı işi görmek için girdikleri görülmeye başlanmıştı.
Veysi telaşla arkasına yaklaşarak “Boğmaklı’nın buraya sıkışarak girmediğine eminim. Görürsün bir şeytanlık yapacak… Sen burada kapı önünde bekle, ben içeri gireyim. Karı lağımdan fare gibi kaçmasın.” dedi, hemen yürüdü.
Reşide, genç ihtiyar, elleri uçkurlarında birkaç erkeğin arasından geçerek ta köşedeki loş helaya koştu. İçerisini tamamıyla örtemeyen o yarım murdar tahta kapıyı üzerine kapadı. Öteki helalar tekmil dolu idi. Oraya önce gelenlerin sırasına göre bekleyenlerin arasında Veysi nöbet bekliyordu.
Caminin yapıldığı zamandan beri birikmiş olan o dayanılmaz kokuyu önlemek için yenilenmesi düşünülmeyen o eski kuburlardan taşan kusturucu hava nefesleri tıkıyor, gözlere yaş getiriyordu.
Buradan uçuşan sinek alaylarının yakınlardaki aşçı ve tatlıcı dükkânlarına yayılarak sağlığa aşıladıkları gizli hastalıklar, felaketler işle alakalı olanlardan acaba şimdiye kadar kaç kişinin aklına beş dakikalık bir yorgunluk vermiştir? Eski yapısının mimarlıkça olan güzellik büyüleriyle Pierre Lotileri coşturan güzellikleri yanında İstanbul’umuzun böyle burun tıkatacak eski zaman murdarlıkları da vardır.
Böyle yüksek din yapılarımızdan pek azı vardır ki avlularından geçtiğimiz zaman görünüşleriyle gözlerimize nurlar, kalplerimize inşirahlar[32 - İnşirah: Ferahlık, gönül açılması. (e.n.)] dolarken helalarının zehirli havasından kurtulmak için adımlarımızı sıklaştırmak zorunda kalmayalım! Çünkü o eski sistem kenefler geniş bir çapta etrafın havasını bozup gitmektedir. Bazı bulaşıcı hastalıklar zamanında belediyelerimiz bu pis koku kaynaklarına birkaç kantar kireç mahlulü serpiştirmekle zararın önünün alınabildiğini sanırlar. İşte bu da ihmalciliğimizin en belli ve iğrenç bir örneğidir. En korkunç yaralarımıza bir parçacık merhem sürüp geçmek bizim en iyileşmez eski bir hastalığımızdır.
Sonunda bu iğrenç kovuklardan birinde bir boşalma oldu. Veysi yalancıktan bir sıkıntı telaşıyla pantolonunun önünü karıştırarak hemen içeriye atıldı. Pislikle karışmadan kapkara abanozlaşmış kapıyı örttü. Korkunç bir pislik uçurumu üzerine açılan çatal taşın iki yanına bacaklarını ayırdı. Yan duvarlarının bulantı veren nakışları ve baş döndürücü fena bir koku ortasında çömeldi. Öteki keneflerdeki adamların duruşlarını taklit etti. Kapının hayli geniş olan bir ek yerinden Boğmaklı’nın girdiği yer görünüyordu. Gözlerini oraya dikti. Fare deliği bekleyen kedi gibi uzun bir beklemeye katlandı. Beş dakika, on dakika, bir çeyrek geçti. Reşide kovuğundan çıkmıyordu. Bu zaman içinde iki yan komşu hela boşaldı, doldu. O burun dayanmaz kokuya trampetli, borulu, zurnalı iğrenç mızıka sesleri de katıldı. Veysi’nin burnu, kulakları, gözleri, hemen hemen her azası ayrı ayrı acı içindeydi.
Kendi kendisine “Vay tabiatının göbek taşına becerdiğimin cadısı vay; İskeçe tütünü gibi tarlasından hoşlandı!” nakaratıyla küfürleri salıveriyordu.
Gözlerini oradan ayırmıyor fakat o murdar kalın kapının arkasından karının hiçbir yaptığını seçmek kabil olmuyordu. Acaba rüzgâr gibi kapının alt aralığından esip gitti mi, yoksa keme sıçanları kolaylığıyla kuburdan kerize dalarak mı savuştu? Öyle yerde bu uzun kalmanın manası ne olabilirdi?
Veysi yine kendi kendisine, bir kadının erkekler helasına girmesi garip görüleceği için öteki abdesthanelerin birkaç defa dolup boşalarak kendisine dikkat edenlerden kimsenin kalmamasını beklediğini düşündü.
Delikanlı bulantıya dayanamadığı için yine söyleniyordu:
“Orası senin ebedî istirahatine layık bir yer ama ben burada kokuya dayanamıyorum, etrafımın renklerinden sarılığa uğrayacağım.”
Sonunda Boğmaklı’nın kabine kapısı açıldı. Fakat şaşılacak şey… İçeriden çıkan Tavcı Reşide değildi. Veysi, kendisinin yanlış görme hadisesine uğramış olmasından şüphelenerek gözlerini ovuşturduktan sonra açabildiği kadar genişleterek baktı.
Bu, Reşide değildi, hiç değildi. Evvela Reşide kadın, bu ise erkekti. Şaşırtıcı büyük fark buradan başlıyordu. O helaya Reşide’nin girdiğine delikanlının hiç şüphesi yoktu. Ama karı, kozaya tırtıl girip kelebek çıkan mahluk gibi yirmi, yirmi beş dakika içinde nasıl bir değişmeye uğradı? Yahut ki Boğmaklı’nın oradan çıkıp abdesthaneyi bu herife bıraktığının Veysi nasıl farkına varamadı?”
Çocuk meraktan çatlayacaktı. Ama yine mantarcı karının değişerek erkekleşen bu şekline dört gözle bakmaya başladı.
Bu, küfeli satıcılara benzeyen şalvarlı, saltalı, kalıpsız geniş fesinin üzerine yemeni sarılı, kısa, tıkız, buruşuk yüzlü köse bir herifti.
Bu köselik Veysi’nin gözlerini fal taşı gibi açtı. Bu kuru üzümcü kıyafeti altında Reşide’nin yüz çizgilerini tanıdı. Avını kaçırmamış olduğuna sevindi. Hemen arkasından fırladı.
Erkek Reşide’nin koltuğunda yine ufak bir bohça vardı. Kâh zenneye kâh erkeğe çıkan bir orta oyuncu gibi kıyafet değiştirme urbalarını beraber taşıdığını anladı.
Helalarla herkesin yüzünü duvarlara döndüğü işeme yerlerinin arasından yürüdüler. Basamakları indiler. Maşuk birkaç adım ileride duruyordu. Arkadaşını görünce ona doğru yürüyerek: “Hani ya karı?”
Veysi parmağını dudağına götürüp sus işareti verdikten sonra önde giden erkek Reşide’yi gösterdi.
Bunun ne demek olduğunu anlamayan Maşuk, nedir gibilerden başını sallayarak soruyordu. Veysi, ona yaklaştı.
Ağzını kulağına vererek: “Görmedin mi?”
“Kimi?”
“Karıyı.”
“Yok…”
“İşte, önümüzde gidiyor.”
“Bu bir erkek yahu.”
“Reşide Hatun şimdi Reşit Ağa oldu.”
“Nerede kıyafet değiştirdi?”
“Kenefte be… Böyle artistin layığı öyle tuvalet odasıdır.”
“Yanılmayasın Veysi?”
“Reşide oraya kadın girdi, erkek çıktı. Gözümü hiç ayırmadım. Kuş uçsa farkında olurdum. Nuruosmaniye lağımlarıyla bu tavcıların evleri arasında bir tünel varsa onu bilmem.”

7
Boğmaklı önde, iki atmaca arkada Nuruosmaniye Camisi’nin doğu kapısından çıktılar.
Maşuk: “Karı, peşine düştüğümüzün farkına vardı mı acaba?”
Veysi: “Ben de onu düşünüyorum.”
“Şimdi Bedesten’de bu tavcılık vakası duyulmuş, çarşı zabıtasını telaş almıştır. Her tarafta fellim fellim bu mantarcıların izlerini ararlar.”
“Arasınlar; şimdi önümüzde giden bu şalvarlı herifin biraz evvel çarşıda kapalı dükkân önünde oturup ‘merhume’ kerimesinin broşunu satan cennetlik hatun olduğunu kim fark edebilir?”
“Kimse… Sen bana bunun o olduğunu söylediğin hâlde ben hâlâ gözlerime inanamıyorum. Şimdi bu Reşit Ağa ikinci bir manevra ile şeklini değiştirip gözlerimizin önünden kaybolmasın!”
“İşte ben de ondan korkuyorum.”
“Bu karıyı takipte mantarcılara ait çok esrara ereceğiz sanıyorum.”
“Aman Maşuk gözlerimizi açalım. Bir kocakarı bizim gibi iki delikanlıyı kafese koyarsa namusuma dokunur.”
“Koç yiğitliğimize bugüne kadar leke sürdürmedik, bugün de sürdürmeyiz.”
“Şimdi altı yüz lira bu karının üzerinde mi?”
“Öyle sanıyorum. Zannım kuvvetlidir.”
“Tenha bir yerde gırtlağına yapışıp da cebinden mi alacağız?”
“O ne yaman mantarcıdır. Üzerinde para varken tenha yoldan gitmez. Evvela kendi tavcı arkadaşlarından korkar.”
“Onlar da şimdi belki bu karının peşindedirler.”
“Zannederim.”
“Birbirlerine emniyetleri yoktur.”
“Şüphesiz.”
“Vurdukları parayı nasıl paylaşırlar?”
“Hepsi bir araya toplanıp lonca olarak… Çünkü her biri itoğluitliğine göre pay alır.”
“Bu erkek, dişi hergelelerin bir dükkânda, bir evde, herhangi bir mahalde toplanmaları şüphe uyandırmaz mı?”
“Nasıl olacağını bugün göreceğiz.”
“Onların girdikleri bir yere biz girebilir miyiz?”
“Ben de bilmiyorum. Bakalım nasıl olacak?”
“Tehlikeli iş.”
“Neden?”
“Bu takım ağalarının üzerlerinde silahın her türlüsü olmalı. Tavcının cebindeki parayı almak hırsızdan daha hırsız olmak değil midir?”
İkisi böyle görüşürlerken Reşit Ağa caddenin sağ taraf yan sokaklarından birine saptı.
Veysi: “Av kaçıyor. Bas, sen önle, ben arkadan geleyim. Mantarcıyı hep ikimizin arasında bulunduralım.”
Maşuk sekti. Hiç o tarafa bakmadan karıyı aralıklı olarak önledi. İki zağarın[33 - Zağar: Bir cins çoban köpeği. (e.n.)] ortasındaki av, peşine düşüldüğünü duymuş gibi döndü arkasına baktı. Lakin Veysi köşeyi siper alarak kendisini göstermedi. Sokağın boyu uzun değildi. Önden giden Maşuk kendisini üç yol ağzında buldu. Sağa mı sapsın sola mı? Karının gözünün önünde uzun zaman duramazdı. Yürüyüşünü hiçbir hesaba uydurmadan gelişigüzel sola yürüdü. Fakat mantarcı karı o noktaya gelince aksi tarafa, yani sağa saptı. Şimdi Maşuk geri dönse karıyı şüphelendirmiş, ilerlese gözden kaçırmış olacak. Ne yapsın? Düşündü. Karının dikkatini çekerek yüzünü ona belletmektense ilerlemeyi uygun buldu. Bir köşebaşı buluncaya kadar gitti, gizlendi. Karıyı gözden kaybetti lakin o zamana kadar Veysi yetişti. Reşit Ağa’yı yine göz menziline aldı. Öndekine göstermeden iki delikanlı işaretleştiler. Bu karıya şüphe getirmeden Veysi ilerleyecek, arkadan gelecekti. Reşide, hafif meyilli bir yoldan inerken karşısına başı kefiyeli bir adam çıktı. Reşit Ağa ile selamlaştıktan sonra beraber yürüdüler.
Kenefte cinsiyetini, hüviyetini değiştiren bu saltalı, fesli kadını tanımak için mutlak mantarcılar kumpanyasından olmak lazım gelirdi. Yüzünü yarı yarıya kefiye altında saklayan bu herif de belli ki onlardan biriydi. Biraz dikkatten sonra Maşuk, Patlıcan Ahmet’i tanıdı. Demek ötekiler, Moloz Agâh, Hımhım Osman, Şehla Safinaz pek uzakta değildiler. Demek hep birbirlerine zoka yutturan bu ayrı ahlaklı yadigârlar birbirlerini gözden ayırmıyorlardı. Çünkü aralarında paylaşılacak para vardı.
Bu iki kaldırım sanatkârı ağır ağır konuşa konuşa yürüyerek Divanyolu’na çıktılar. Çemberlitaş’ta Reşide yarım okka üzümle ekmek peynir, Patlıcan Ahmet de bir küçük kavun aldı. Sahiden aç mıydılar yoksa böyle nevale düzüşleri de dışarıya karşı bir manevra mıydı?
Tramvay yolunu enine yürüyerek caddenin öbür yanına geçtiler. Oradan aşağı Kadırga’ya doğru iniyorlardı. Ta aşağıda, kıyıya yakın bir viranenin denize bakan setine kadar gittiler. Bacaklarını sallandırarak duvarın kenarına oturdular. Reşide yanına bir mendil yaydı. Ekmeğini, peynirini, üzümünü koydu. Ahmet de bir gazete parçası üzerine kavununu kesti.
Beş on dakika içinde ötekiler de sökün ettiler. Kulis arasından sahneye çıkar gibi her biri bir taraftan peyda oluyordu. Fakat hep başka kıyafette idiler. Bu oyuncular urba ve yüzlerini nerelerde değiştiriyorlardı? Bir örneğini gördüğümüz gibi cami abdesthanelerinde mi? Namuslu adamların yalnız bir türlü işe ayırdıkları yerlerden nasıl faydalanıyorlardı?
Kiminin elinde bir simit, kiminde kâğıda sarılı bir poğaça, bazısının cebinde fındık, hasılı her biri çenesini oynatacak bir türlü yiyecekle gelmişti.
Hepsi tesadüfi olarak oraya gezmeye gelmiş bitli kâğıthane yâranı saf kimseler gibi setin üzerine sıralanıp hem dişleri hem dilleri işleyerek konuşmaya koyuldular.
Peşlerine düşmüş olan iki delikanlı viranenin öbür köşesinde birleştiler. Maşuk sordu:
“Şimdi ne yapacağız?”
Veysi yumruklarını sıkıp gerinerek: “Doğruca gidip çatarız.”
“Polisin baş edemediği erkekli dişili bu beş haydut ile biz iki kişi nasıl tartışabiliriz?”
“Biz onlardan mı korkacağız? Onlar bizden korksun.”
“Veysi, beş kişi iki kişiden korkmaz. Büyük bir haydutluklarına uğramayalım.”
“Korkma be… Gündüz ortasındayız. Hööt desek on polis koşar.”
“Bu köpeklerin ağızlarından kemik alması kolay bir iş değil.”
“Ben de biliyorum. Mantarcıları mantarlamak kolay bir iş değil ama şimdiki zamanda da canını tehlikeye koymadan para kazanılmıyor.”
“Üzerinde ne silah var?”
Veysi, arkadaşının kulağına eğilerek çıplak bir kelime mırıldadı.
Maşuk: “Zevzekliği bırak canım…”
“Şimdi hakiki bir canavar gibiyim. Kurdun dişi, aslanın pençesi, filin hortumu gibi tabiat bana ne silah vermişse işte onlar ile hücum edeceğim. Her zanaatın edevatı vardır. Şu tavcıları tavlayıp da para sızdırabilirsek haydutluk takımı düzeceğim. Revolver, kama, sustalı çakı… Daha neler lazım olduğunu elbette öğreniriz. Bu acuz heriflere de gidip hıyar gibi çatılmaz, hakkın var. Haydi git şuradan iki dilim ekmek peynirle iki küçük karpuz al. Ben buradan ayrılmayayım. Bu dolandırıcı grubunu gözetleyeyim. Onlar gırtlaklayacak adam bulamazlarsa birbirlerini boğarlar. İçlerinden birinin zıbarması insaniyete büyük zarardır.”
“Daha midem dolu… Ekmek peyniri nereme sığdıracağım?”
“Allah’ına şükret ulan, bu zamanda midesi dolu insana yüzde bir tesadüf edilmiyor. Bugün dolu ise on gün boş duracağını falcı olmadan kestirebilirim. Çöl devesi gibi bulduğunu işkembene doldur. Sonra bulamadığın vakitte geviş getirirsin. Haydi baba torik uç bakalım…”
Maşuk seğirtti. Birkaç dakika sonra nevale ile geldi. Yiyintiyi paylaştılar. Ellerinde birer dilim ekmek peynir, koltuklarında birer ufak karpuz ile yürürlerken Veysi: “Ulan, dikkat et, sahneye çıkıyoruz. Mantarcı oyununun taklidini aldık. Çal, ahbaba temaşa ettireceğiz.”
Bir deliğini tıkadığı burnuyla zurna sesi çıkararak: “Düm… Düm tek… Düm tek…”
“Ulan cıvıtma işi… Zuhuriye[34 - Zuhuri: Orta oyununda taklitçi. (e.n.)] mi çıkıyoruz?”
“Yürü be… Çalgısız oyun olmaz.”
Tavcıların yanına doğru ilerlediler. Veysi cakalı bir yürüyüşle yaklaşarak: “Selamünaleyküm ağalar…”
Bu yanaşma ve selamdan memnun olmayan ağalar soğukça karşılık verdiler. Fakat iki delikanlı bu hoşnutsuzluğa dikkat etmemiş gibi görünerek hemen onların burnunun dibine oturup bacaklarını setten aşağı sarkıttılar. Karpuzlarını bıçakladılar, peynir ekmeklerini çiğnemeye koyuldular.
Mantarcılarda sözlerin perdesi alçaldı, hemen fısıltı derecesine indi. Reşide, bu gençlerin yüzlerine dikkatle baktıktan sonra eğildi, Patlıcan Ahmet’in kulağına bir şey söyledi.
Veysi de ağzını arkadaşının yanağına yapıştırıp: “Karı bizi çaktı galiba… Fakat ehemmiyeti yok… Kurnazlığa alay karıştıracağım. Dikkat et, sen de benim izimden gel.”
Maksatları bilinmeyen bu iki yabancının yanlarına bu kadar sokulmaları ve sonra bu fiskosları Patlıcan Ahmet’i sinirlendirdi. İçerlediğini gizleyemeyerek: “Tramvayda değiliz, tünelde değiliz. Bu geniş viranelikte bize bu kadar bitişmenin manası var mı?”
“Ah, ağabeyciğim kanınız o kadar tatlı, gönlümüz size o kadar çabuk aktı ki müsaade etseniz hemen koynunuza gireceğiz.”
Patlıcan süzük bir hakaret bakışı ile: “Acayip…”
“Evet. Pek acayip… Sizin üzerinizde bir tılsım var, tramvayları koşturan elektrik gibi bizi çekiyor.”
“Biz öyle yapışkanlıktan hoşlanmayız.”
Hımhım Osman düşmanca bir kaş çatışıyla: “Yankesici midirler, nedir bu oğlanlar? Peşimize iki serseri düştü diye polise haber vermeli.”
Veysi: “Üzerimize yorduğunuz şeye bak. Biz sizi sevdik, siz bize hakaret ediyorsunuz. Polisle bizim alışverişimiz yok.”
Moloz Agâh: “Sizin ne çeşit mal olduğunuzu polis anlar.”
Maşuk: “Bizim hâlimizde şüphe uyandıracak ne gördünüz?”
Boğmaklı Reşide kart bir Gerze horozu sedasıyla lafa karışarak: “Nuruosmaniye Caddesi’nden beri beni kolluyorsunuz. Biriniz arkamdan geliyor, öbürü önümden gidiyor. Karmanyolacı mısınız,[35 - Karmanyolacı: Şehir içindeki ıssız yollarda ölümle korkutarak soygunculuk yapan. (e.n.)] üzerimden ne kokusu aldınız bilmem ki? Ben her gün yiyeceği ekmek peynirin yolunu arayan fakir bir adamım. Nafile yoruluyorsunuz.”
Tavcı karı, bu delikanlıların sezinledikleri bir şey varsa kızdırıp da söyletmek için böyle damarlarına basıyordu.
Veysi, bu ithama hiç hiddetlenmiş görünmedi, aksine yumuşak bir sesle: “Biz seni bön bir adam zannettik ama aldanmışız. Arkandan geldik, iyi dikkat etmişsin ağam bunda hakkın var. Lakin ne için geldiğimizi anlayamamışsın.”
Reşide alayla: “Ahu gözlerime vurulup da gelmediniz ya?”
“Bizi arkandan çeken sebep büsbütün başka. Pek tuhaf bir şey…”
“Ne imiş o tuhaf şey?”
Veysi küçük küçük bir iki gülme fıkırtısı geçirdikten sonra:
“Ağam, Nuruosmaniye Caddesi’nde sana rast geldik. Yüzünü gördüm hoşlandım. Arkadaşıma, ‘Bak ne güzel bir köse gidiyor.’ dedim. O, gülerek, ‘Bu adam köse değil, ak ağadır.’[36 - Ak ağa: Haremlerde hizmet gören hadım ağalarının beyaz ırktan olanı. (e.n.)] dedi. İşte gençlik, işsizlik bu… Aramızda kösedir, ak ağadır diye bir iddiadır tutturduk. Nesine biliyor musun? Rakısıyla karısıyla bir gece eğlentisine… Fakat halli zor mesele… Senin ne olduğunu yine senden başka kimden öğrenebilirdik? Birdenbire gelip sormaya utandık… Arkandan buraya kadar yürüdük. Gece cümbüşüne seni de beraber götüreceğiz. Eğer köse isen bizimle beraber tam zevk edersin. Ak ağa isen maatteessüf eğlencenin yarısına iştirak edebilirsin. Söyle nesin? Lakin yalan söyleme. Biz adamı yoklarız ha!”

8
Bu “yoklama” sözüne mantarcılar hep gülüştüler. Yalnız Boğmaklı’nın can sıkıntısından benzi attı. Ne oldukları bilinmeyen bu iki delikanlı kimdi? Şüphesiz bu söyledikleri doğru değildi. Peşinden gelmelerinden maksatları ne idi?
Reşide, tavırlarıyla arkadaşlarına bunda gülünecek bir şey olmadığını anlattı. Çatkın bakışlarıyla onları uyandırmaya çalıştı. Böyle tehlikeli şakayı kısa kesmek için:
“Ben öyle davete, cümbüşe gider adam değilim. Benim ak ağaya benzer nerem var? Keşke onlar gibi olsam… Yiyecek düşünmem, giyecek düşünmem, kira düşünmem, sarayların sıcak bir köşesinde işsiz güçsüz yan gelip otururum. Burada ne işim var?”
Veysi: “Merak etme, o ak ağalar, kara ağalar eğer bulabilirsen ekmek peynirlerini yakında gelip viranede senin öbür yanında yiyecekler. Evvelleri Osmanlı mülkünü idare eden, masallarda bile bir dudağı yerde, bir dudağı gökte diye dehşetiyle anlatılan bu korkunç, kuzguni hadım ağalarından birini dilenci kılığında gördüm. Hâline içim acıdı. Neden bu sefalete düştüğünü sordum. Anlattı. Buradaki Mısırlılardan birinin sarayında imiş, saray kapanmış, eline bir kâğıt beş liralık vererek bu zavallıyı iskete gibi kafesten azatlamışlar. Mısır’a gitmek istemiş. Para yetmemiş. Birkaç gün orada burada sürünerek elindekini de yemiş. Şimdi ne yapsın?”
Hımhım Osman:
“Ne yapabilir ki? Bu Arap’ı beslemek için koca bir saray yapmalı. İçini genç, güzel kadınlarla doldurmalı. Bunun eline kırbacı vermeli, onların başına zebani dikmeli. Bu işi görmek için mutlak insanın erkekliği sökülmüş olmalı, çünkü tam nefisli bir adam o hurilere kırbaç kaldırmaya kıyamaz.”
Mahalle kahvesinde yarenlik eder gibi açılan bu konuşmaya Reşide’nin öfkesi arttı. Bu delikanlıların böyle gelip kendilerine çatışları her hâlde iyi bir maksatla değildi. Sözü kısa kesip bunları başlarından defetmek lazım gelirken arkadaşlarının bu ettikleri ihtiyatsızlık ne idi? Kaşıyla gözüyle etrafındakileri idare ederek içindeki ekmek kırıntılarını bir kenara serperek mendilini topladı. Gitmeye hazırlanıyordu.
Veysi: “Bu kadar çabuk nereye ağam? İki satır konuşuyorduk.”
Reşide: “Herkesin işi gücü var.”
“Senden pek hoşlandım da…”
“Ben senden hiç hoşlanmadım.”
“Merak ettim, ne iş tutuyorsun?”
Maşuk: “Herhâlde sakala, bıyığa lüzum görülmeyecek bir iş olacak.”
Reşide: “Of… Çok sırnaşık çocuklarsınız. Allah’a ısmarladık, size de uğurlar olsun… Haydi benim köseliğimden daha tuhaf bir şey bulup onunla eğleniniz. Bu koca İstanbul’da neler var…”
Mantarcıların hepsi sıvışmak üzere iken Veysi birdenbire Reşide’nin koltuğuna girerek kulağının dibinde:
“Köse ağam senden o kadar çok hoşlandım ki böyle çabucak ayrılmaya gönlüm razı olmuyor.”
Reşide bütün hiddetiyle çırpınarak: “Çek elini… Kol kola gidemem gıdıklanırım.”
“Tuhaf şey… Sende âdeta bir kadın cilvesi var. Zaten tüy tüs de yok seni müennes farz edince yüzünü pek fena bulmuyorum, yalnız iki tek atmaya bakar! Yokluk zamanlarımda çok kocakarı duası aldım, idmanım vardır, uyuşuruz.”
Saltalı karı bir kazan kızgın su gibi kaynayarak arkadaşlarına: “Kurtarınız beni bu haydudun elinden… Bıyıksız buldu da kadın farz ediyor. Şimdi karşınızda bir rezalet olacak. Bu azgın teke deli midir? Sarhoş mudur? Çattık belaya…”
Ötekiler köseyi kurtarmaya atılmak üzere iken Veysi:
“Ne deliyim ne sarhoşum… Sana âşığım Reşideciğim…”
Köse: “A… Divane… Nasıl Reşide?”
Veysi: “Boğmaklı…”
Bu kelime hepsini boğar gibi susturdu. Çünkü mantarcılıklarının esrarını bu delikanlıların bildikleri anlaşılıyordu. Acaba ne dereceye kadar? Bir kelimeden korkup da birdenbire silah teslim etmek de iyi değildi.
Patlıcan Ahmet, Reşide’nin yardımına yetişerek: “Ağaya neden kadın ismiyle hitap ediyorsun? Köse olduğu için erkekliğini inkâr mı edeceksin? Delikanlı, eğer şüphen varsa ispatı kolay… Burası tenha viranedir. İşte biz başımızı dönüyoruz. Arzu ettiğin şeyi doya doya görebilirsin.”
Veysi uzun bir kahkaha ve koçvari yampiri bir bakışla:
“Kaynanamın bilmem nesi olaydı kayınpederim olurdu. Bu da o hikâye. Boğmaklı Reşide’nin sahte koçanıyla geçinen, doyan ben değilim sensin muhammin Sadık Efendi… Kefiyenin altında Patlıcan Ahmet mosmor sırıtıyor. Öbür bayramlık adlarını birer birer söyleyeyim mi?”
Tavcılar, işte zerre kadar bir yanlışlık ve şaka olmadığını anladılar ve tehlikenin ciddi olduğunu gördüler. Dişisi erkeği bir halka teşkil ederek iki delikanlıyı ortalarına aldılar.
Hımhım Osman dişlerini gıcırdatarak: “Maksadınız nedir? Çabuk söyleyiniz.”
Veysi ile Maşuk sırt sırta verip boksörler gibi yumruklarını sıkarak kendilerini koruma vaziyeti aldıktan sonra:
“Çarşıiçi’nde tavladığın altı yüz liradan pay almak…”
Hımhım Osman’la Veysi, Patlıcan Ahmet’le Maşuk karşı karşıya idiler. Her iki tavcı da bellerinden sivri uçlu birer kama sıyırarak “İşte payınız…” cevabıyla hücuma davranırlarken halka ortasındaki iki genç birbirinin arkasına dayanarak düşmanlarının karınlarına öyle çeviklikle birer tekme indirdiler ki Patlıcan Ahmet bir yana, Hımhım öbür yana pat küt ot yastık gibi arkaüstü yere devrildiler. Yandan silah çeken Moloz Agâh avurduna birbiri üzerine şimşek patlangacıyla iki yumruk yedi. Ağzına koca bir elma saklamış gibi yanağı ta kaşına kadar üfürdü, şişti.”
Herifler neye uğradıklarını anlayamayarak kendilerini toplamaya uğraşırlarken karşıdan bir “Davranmayınız!” sesi geldi.
Baktılar, namlıyı tavcılara dikmiş elinde koca bir rovelverle koşan Muhsin’i gördüler.
Tam zamanında yetişen bu arkadaş karşıdan şöyle bir afi savurdu:
“Bize Yavuzlar Çetesi derler. On iki kahramanız. Bütün sokak başları alınmıştır. Tavcı ağalar hesabınızı çabuk görünüz. Hepsini istemiyoruz. Hakça paya razıyız.”
Tavcılar hâllerinin tehlikesini anlamayacak kadar aptal değildiler. Kamalarını kınlarına indirdiler.
Veysi: “Ha şöyle… O kebap şişlerini yerlerine koyunuz. Gördünüz ya biz size karşı silah çıkarmadık. Çünkü tekmemizde, yumruğumuzda revolver kuvveti vardır. Sizin gibilerini püfff diye nefesimizle deviririz. Çıkarınız paraları bakalım. Tastamam altı yüz kâğıt olacak.”
Reşide hemen yaygaraya başladı:
“Altı yüz değil… Altı yüz değil… Yanlış işitmişsiniz.”
Maşuk:
“Lo lo lo istemez, küllüm yutmayız, sökülün bakalım.”
Hımhım Osman:
“İnanınız altı yüz yoktur…”
Veysi: “Sattığınız broşun asıl kıymeti olan altmış kuruşu düşeriz.”
Maşuk: “Benim, gümrükte arayıcılığım vardır. Siz paralara el vurmayınız. Biz olduğu gibi şimdi meydana çıkarırız.”
Boğmaklı Reşide kasıklarını tutarak: “Bende mesane hastalığı vardır, sık sık idrar gelir, şurada duvar kenarına bir abdest bozup geleyim.”
Karı adımını atarken Veysi yakasına yapışarak: “Sende mesane yok ki hastalığı olsun. Kim olduğunu deminden söylemedik mi Reşide Hanım.”
Reşide: “İdrar hastalığı mutlak mesaneye mahsus değildir a…”
Veysi: “Ne olursa olsun… Sen donuna işe… Ben sana ayrıca çamaşır parası veririm.”
Karı: “A, hiç öyle şey olur mu?”
Veysi: “Sen salıver, bak nasıl olur.”
Karı: “Berbat olurum, rica ederim, müsaade ediniz.”
Maşuk: “Biliyoruz, sofu karı değilsin… Ne abdestin bozulur, ne de kılmadığın namazına bir zarar gelir.”
Reşide orta yerde topaç gibi dönerek: “Ay, kasıklarım çatlıyor.”
“Haydi, salıver.”
“Ben titiz insanım, temiz çamaşırımın üzerine bırakamam. Ömrümde hiç yaptığım şey değil… İnanınız pek rahatsızım.”
Veysi: “Yalnız bir şartla müsaade ederim.”
Karı ovunarak: “Nedir şartın?”
“Bir yaşında çocuk gibi donunu ben çözeceğim. Şefkatli bir dadı dikkatiyle çişini ettireceğim, sen hiç elini değdirmeyeceksin.”
“Bilmiş ol delikanlı, ben bu yaşa gelinceye kadar donumu hiçbir namahrem erkeğe karıştırtmadım. Irzına kavi bir kadınım.”
“Irzında gözü olanın gözü çıksın… İstersen anam ol, şu kıyafetinle istersen babam ol… Sen de yalnız şunu bil ki vücudunun gizli bir yerinde altı yüz liralık bir paket saklı oldukça çok delikanlılar donunu karıştırmaya can atarlar.”
Boğmaklı idrar zoruyla çalkalanarak: “Paralar bende değil… Patlıcan’da…”
Patlıcan: “Mademki sözlerimize inanmıyorsunuz, buraya yirmi dakika kadar çeker derin bir mahzen var. Oraya gidelim. İstediğiniz gibi üstümüzü arayınız.”
Veysi: “Biz mahzene filan gitmeyiz, burada soyunacaksınız. Paralar meydana çıkıncaya kadar hepinize üstünüzden başka bir yere işemek yasak.”
Reşide, bu pek yaman delikanlıların bir müddet sıkıştırmalarından kurtulmak için:
“Bende bir şey yok paraların bir kısmı Safinaz’da.”
Safinaz, ince bir başörtüsünün altında sürmeli gözlerini süzerek: “A a, Reşide iftira etme. Üzerime on tabanca çekseler ben gizli yerlerime erkek eli sürdürmem.”
Veysi: “Ah şekerim, çok cilvelisin. Bak senin üstünü ararken midem bulanır. Korkma tabancalarımızı boşaltmayız, yeri değil… Fakat hepinizi ayrı ayrı yoklamaya, çişe götürmeye de vaktimiz yok… Paralar her kimde ise çıkarsın…”
Reşide: “Bende yok…”
Patlıcan: “Bende hiç yok…”
Hımhım: “Arayınız, kendi harçlığımdan başka para çıkarsa helal olsun.”
Moloz: “İşte ceplerim, işte elleriniz… Bakınız, ne bulursanız sizin olsun.”
Veysi, cebinden bir kaptan düdüğü çıkararak “Uzun ediyorsunuz, bunu üfleyince civarın bütün polisleri buraya toplanır. O zaman ne size ne bize merkeze gidince paraları hangi deliğinize saklamış olsanız bulup çıkarırlar. Biz ‘Yavuzlar Çetesi’ on iki kişiyiz. Adam başına yirmi beşerden tam üç yüz lira eder. Altı yüzün yarısı sizin, yarısı bizim… Hakça bir paya razı mısınız? Üfleyeyim mi?” dedi. Düdüğü ağzına götürdü.
Boğmaklı büyük bir telaşla: “Müslüman’sanız…”
Veysi elini göğsüne koyarak: “Elhamdülillah…”
“Sözümüze inanınız.”
“Sizin sözünüze inanmayanın kâfir olması lazım gelmez. Ne martaval okuyacaksan oku bakalım. Çabuk ve az lakırtı ile…”
“Vakıa, hakkınız var, biz bugün çarşıda birini tavladık. Allah günahımızı affetsin, ne yapalım çoluk çocuğumuz aç…”
“Yanılıp da bu duana ben de âmin diyecektim. Biz hakikati biliyoruz. İtirafa lüzum yok… Çabuk paraları çıkarınız.”
“Hakikati tamam bilmiyorsunuz.”
“Karadenizliyi mantarladığınızı, altı yüz liranın senin üstünde olduğunu, Nuruosmaniye Camisi’nin helasına hatun kişi girip er kişi çıktığını hep biliyoruz.”
“Yanlışlığınız var.”
Veysi yumruğunu kaldırarak: “Uzatma saltasını ıslattığımın kancık tavcısı…”
Reşide yumruğun altında biraz eğilerek: “Evvela para altı yüz lira değil… Sonra benim üzerimde bir şey yok…”
Maşuk: “Kocakarıyı söyletme be artık… Tandırname okuyor.”
Veysi: “Mantarcı hanımlar, efendiler işte size kısa bir diskur… Bize Yavuz Çetesi derler. Üçümüz burada, dokuzumuz sokak başlarında pusuda. Düdüğü öttürünce bir dakika içinde hepsini burada görürsünüz. Sizi birer birer karga tulumba edip daha tenha bir yere aşırarak üzerinizi değil derinizi soyup pastırmanızı çıkarırız.”
Muhsin’e haykırarak: “Arkadaş, silahını tetiğe al. Kıpırdayan olursa kurşunu yapıştır. Haydi bakalım, üçer karış ara ile dizi olunuz. Üzerinizi arayacağız… Eller yukarı, lakırtı yok, hareket yok…”
Düdüğü bu komut arkasından Veysi dudaklarına sıkıştırdıktan sonra aramaya Reşide’den başladı. Kollar havada, korkudan vücut titremede, karı, üzerinde gezinen ellere bakarak, arada bir yüzünde gıdıklanma buruşuklukları göstererek duruyordu.
Ötekiler de gözlerini üzerlerine çevrilen revolverin siyah ağzına dikerek hep aynı vaziyeti aldılar. Maşuk da, Patlıcan Ahmet’ten başladı.
Veysi, kocakarının göğsünü, koltuk altlarını aradıktan sonra karnına, beline, kasıklarına indi. Üzerinde mendil, paket, cüzdan, çıkın, kese, ufak torba çeşidinden daha ne kadar şey varsa meydana döktü. Hepsinin evire çevire içlerine dışlarına baktı. Dört yüz yetmiş beş kuruştan fazla para bulamadı. Hasıl ettiği şüphe üzerine nihayet elleriyle iki apış arasına saldırdı. Karı, o zaman doğurur gibi boğuk bir feryat kopardı. Hem de doğurdu. Bütün insanların hayata çıkış kapısı olan yerden altı yüz lira çıktı. Reşide kaymeleri küçük bir keseye koyduktan sonra ıslaklıktan bozulmalarına aldırmayarak onlara âdet bezi gibi tutunmuştu.
Olabildiği kadar katlanarak kâğıtların hacimleri küçültülmüştü. Veysi bunları birer birer açtı, saydı. Para tamamdı. Altı yüz liranın üç yüzünü ayırdı. Geri kalanını vermiş olduğu söze uyarak erkekçe geri verdi.
Sayarken elinden rüzgâr elli liralık bir kâğıt uçurmuş, onu almaya koştuğu zaman kaymenin yanında gördüğü dörde katlanmış başka bir kâğıdı da ne olduğunun farkında olmadan yerden beraber almıştı.
Tavcılar o günkü vurgunlarının büyük bir kısmını bu kim oldukları belli olmayan kabadayı delikanlılara kaptırmış oldukları için kederli, şaşkın, düşkün bir hâlde birbirlerine bakışakaldılar.
Kendilerine Yavuzlar Çetesi süsü veren bu becerikli üç genç, tavcıların önünde baş keserek:
“Ağalar, bugün siz çalıştınız biz kârınıza ortak olduk. Fakat esef etmeyiniz, sokaklar, çarşılar avanak dolu… Reşide Hanım’da bu çene, sizde bu beceri varken daha çok yüklü vurgunlar vurursunuz. Haydi pazar ola…”

9
Ara sıra zorbanın zorbası, hırsızın hırsızı, dolandırıcının dolandırıcısı olur. Fakat bu üç delikanlı kimseyi dolandırmadı, bir şey çalmadı, kanunca olmayan bir kazançtan, yumruklarının kuvvetine güvenerek kanunsuz bir pay aldı. Lakin bu “kanunca”, “kanunsuz” sözlerinde öyle içinden çıkılmaz bir nispilik vardır ki buna hakça bir muvazene koyulabilse dünya hemen düzeliverir. Bundan çıkan mantık sonu şudur: Meşru ile meşru olmayanın sınırı bazı kazançlarda pek darlaşıp sonunda birbirine karışıyor. Hâli vakti yerinde olanlardan hiç kimse açık vicdanla bu ince bilmecenin çözülmesine yanaşamıyor. Yoksul olanlar varlığa erince davanın bu olmaz tarafından olur tarafına geçiyorlar. En büyük kazançlar en ziyade alın teriyle elde edilenler değildir.
Bugün piyasada “spekülasyon” ile milyonlar kazanan birisi binlerce açın nafakasını kasasına çekiyor. Buna insanlık vicdanı da, kanun da seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyor.
Bu açık bir çalma işi. Bunun kapalı ve gizli hırsızlıklarla farkı var. Birincisi için sermaye, paraca meşhur olmak ve beceriklilik lazım. Bu şartları kendisinde taşıyan çok kimse bulunamıyor.
İkinci çalma için çalmak cesaretinden başka bir şey lazım değil. Onun için bu ikinci yolun heveslileri o kadar çok ki kanun biraz göz yumsa yumruğuna güvenemeyenler güvenenlerin haracına bağlanır, hayatta güven ve düzen kalmaz.
Gazeteler, borsa oyunlarında birinin milyoner olduğunu veyahut filan kimseye büyük piyango çıktığını yazdığı vakit bu havadis gayet merakla okunur, herkesin ağzı sulanır, yüreği titrer, çekemezlik gözü açılır; niçin ona da, bize değil!
İçimizden fışkıran her istek, her günah, onu ötekilerinde gördüğümüz zamanki tehlikeyi, serliğini ve ayıplığını kaybeder, bir çeşit mübahlık alır.
Veysi, Maşuk, Muhsin viraneden çıkıp da daldıkları ilk sokağın köşesini döndükten sonra ıssız bir yerde durdular.
Günahkârlıkta kaşarlanmak da tekrarlama ile olur. Ömürlerinde hiç böyle büyük vurgun vurmamışlardı ve ceplerine bu kadar para girmemişti.
Kaymeleri cebinde tutan Veysi’nin kaçmasından korkuyorlarmış gibi öteki ikisi “Haydi, paylaşalım.” dediler.
Veysi söyleneni anlamıyormuş gibi durgun, sessiz, cevapsız, bir zaman arkadaşlarının yüzlerine baktı. Ötekiler yürekleri içlerine sığmaz bir acele ile tekrar ettiler:
“Ne duruyorsun? Haydi, kaymeleri sökül… Cebinde kaldıkça paraların sıcağı geçecek.”
Veysi dalgınca: “Telaşınız ne be… Durunuz, düşündüğüm var.”
Maşuk: “Bunda düşünecek karışık bir şey yok. Üç kişiyiz. Üç yüz lira. Adam başına yüz lira düşer. Hakça taksim budur.”
Bu “hak” ve “adalet” sözlerinde o kadar sınırsız bir anlaşılma var ki, en bayağı hırsızlar bile birbirlerini inandırmak ve susturmak için bu kelimelerden yardım bekliyorlar.
Veysi ciddi ve düşünceli: “Arkadaşlar, size birkaç nasihatim var, dinler misiniz?”
Maşuk: “Evvela para, sonra nasihat…”
Muhsin: “Benden de al o kadar…”
Veysi: “Korkmayınız paraları aramızda hakça pay edeceğim, şimdi beni dinleyiniz.”
Maşuk: “Paralar cebimize inmedikçe kafamıza laf girmez.”
Veysi: “Hisselerinizi vereceğim fakat bir şartla…”
Maşuk: “Uzatma Veysi… Bu mantarcı herifler bu vurgunun acısını bizde bırakmazlar. Belki de şimdi peşimizdedirler. Zabıta çarşıdaki tavcıları enselemek için şu anda iğne deliğini arıyordur.
Veysi: “Vay anasını, birkaç saatin içinde üç yüz lira… Akıl ve hayalimizden geçmeyen bir para. Maliyede maaş kıran sarraf Artin’in bile bu kadar sermayesi yoktur.”
“Veysi dırdırı kes, hakkımızı ver.”
“Şartlarımı kabul ederseniz vereceğim.”
Maşuk: “Şartın nedir?”
Veysi: “Biz şu saatten itibaren üç kişilik bir çeteyiz.”
Maşuk: “Yavuzlar Çetesi.”
Veysi: “Öyle olsun.”
Muhsin: “Kabul ettik, paraları ver.”
Veysi: “Bu güç bir iştir.”
Maşuk: “Kolay diyen yok. Hissemizi sun bakalım.”
Veysi: “Bu çetecilik için aramızda bazı kararlar vermemiz lazımdır.”
Maşuk: “Vereceğimiz kararların birincisi şu olsun: Vurulan paralar evvela hangimizin cebine girerse beş dakikadan ziyade orada durmadan taksim edilecek.”
Veysi: “Hisselerinizi vereceğim.”
Muhsin: “Hani ya babam? Artık çenen dursun, elin cebine girsin.”
Veysi’nin yine ağır davranması üzerine Maşuk onu iki omuzundan hafifçe silkerek: “Eğer paylarımıza Karagöz indirmeyi düşünüyorsan iş fenaya varır.”
Veysi: “Ne yaparsınız?”
Maşuk: “Cerh, katil… Haritada her şey yazar.”
Veysi: “Ulan ne enayi pilakilerisiniz, vereceğim diyorum.”
Muhsin: “Veysi, sinirleniyorum, yarım saatten beri yalnız ağzınla veriyorsun, elinin hiç karıştığı yok.”
Veysi, elini yan cebine sokarak: “Paraları alır almaz sıvışmayacaksınız.”
“Sana dalkavukluk mu edeceğiz, yeni mantarcı?”
Veysi: “Çete teşkili için aramızda lazım gelen kararı vermeden bugün birbirimizden ayrılmayacağız.”
“Peki ‘kabultü.’ ”[37 - Kabultü: Kabul ettim. (e.n.)]
Muhsin: “Kezalik[38 - Kezalik: Aynı şekilde. (e.n.)] efendim.”
Veysi elini cebinden çıkardı. Hafifçe titreyen avucu içinde biri yüz, ikisi elli, dördü yirmi beşer liralık yedi kayme sayarak: “Nasıl istersiniz?”
Maşuk: “Yirmi beşerlikleri bana ver.”
Muhsin: “Hayır… Büyük kaymeler bize kalıyor, bunları bozdururken belki yakayı ele veririz.”
Veysi: “Uzun ediyorsunuz. Yüzlüğü kim alacak? Bunu dörde bölerek taksim edemeyiz ya…”
Epeyce bir çekişme sonunda vurgunu paylaştılar. Maşuk’la Muhsin birer ellilik, iki yirmi beşerlik aldılar. Yüzlük Veysi’ye kaldı.
Paraları elleri titreyerek, gözleri parlayarak, nefeslerini burundan alarak bölüştüler. Herkes payını cebine indirdikten sonra tatlı bir sevinç heyecanıyla birbirlerine sarılıp öpüştüler.
O vakte kadar yüz liranın, bin liranın yalnız sözünü işitmişler, böyle bir büyük paranın ceplerine girdiği saadetini tatmamışlardı.
Zannediyorlardı ki bu kadar para ile kaşaneler[39 - Kaşane: Büyük, süslü köşk, saray gibi yapı. (e.n.)] yapılır, en güzel kadınlar ile yatılır, sonu gelmez zevk ve sefalar edilir. Bütün ömründe insan hiç aç kalmaz. Para ne tatlı şey, ne büyüleyici bir kuvvet… Fakat nasibin ondan size ayıracağı hisseye kanaatle boynunuzu büküp miskince beklemek ne ahmaklık! Birtakım kara talihlileri cayır cayır yakan sefaletin bir kısmını ortadan kaldıracak para yok değil, lakin ona sahip olmayı bilenlerin cüzdanlarında, kasalarında saklı. “İnsaniyet”, “yardımlaşma” sözleri bu adamların yalnız dudaklarında; kalpleri doymaz hırs ve tamah ile dolu…
Para, insanın ayağına gelmiyor. Ona kadar gitmeyi bilenler düdüğü çalıyor, ne vasıtayla nasıl olursa olsun… Her sene daha sağlamlıkta kasalar yapılıyor. Yine her sene bu demir hazineleri kırmakla uğraşanların avadanlıklarında o derecede yenilikler görülüyor.
Başladıkları işin ticaretini tadanlarda görünen bir sevinç ile başları dönmüş olarak üçü kol kola yürüdüler. Ayaklarının yere değdiğini bilmez bir hafiflikle uçuyorlardı. Nereye gideceklerdi?
Veysi, Muhsin’den sordu:
“Senin silahın yoktu. O revolveri nereden buldun?”
“Bedestenli Nuri Efendi’den…”
“Para ile mi aldın?”
“Püf… Dünyalık tutmadığımı bilmiyor muydun?”
“Nasıl aldın?”
“Nuri Efendi uzaktan akrabamdır.”
“Ee?”
“Dolabına uğradım. Birisi bu silahı getirdi. Dört lira karşılığı bunu rehin bıraktı. Dolap sahibinin çek meşgul olduğu bir sırada revolveri aldım savuştum. Buna ne derler?”
“Hırsızlık.”
“Hayır… Habersizce, emanet almak. Çünkü yine götürüp bırakacağım. Fişekleri yok. Fakat bu kuru silah bugün ne kadar işe yaradı, gördünüz ya… İşi becermemizin yüzde seksenini ona borçluyuz.”
“Mademki biz bu yola döküleceğiz, her zaman kuru yumruk tekme ile iş becerilmez. Hepimize birer revolver, kama, kapı, sandık açmak için alet edevat lazım… Hazır paramız varken bu takımları düzmeliyiz.”
“Silah satması, alması, taşıması yasak… Silah aldığından şüphelenirlerse enseliyorlar, üzerinde çıkarsa cezası büyük…”
“Her gün, her gece orada burada silahlar patlıyor, insanlar yaralanıyor, ölüyor. Hep bu vakalar kestane fişekleri ile olmuyor ya…”
Muhsin, “Durunuz… Durunuz. Ben Bedesten’de Nuri Efendi’nin dolabında iken bu revolveri rehin bırakan adam kaçak silah üzerine konuşuyordu. Ben can kulağıyla dinlemedim doğrusu. Siz şuradaki kahvede oturunuz. Galata’da bir yerde ucuz ve mükemmel revolverler satılıyormuş. Ben işi iyice anlayıp geleyim.” dedi, zıvladı.[40 - Zıvlamak: Sıvışmak. (e.n.)]
İki arkadaş Muhsin’in işaret ettiği tenha, loş kahveye girdi. İçeride ihtiyar bir kahveciyle siyahlı beyazlı bir kediden başka kimse yoktu. Kahveci işsizlikten kedinin kulak etrafındaki pirelerini ayıklıyordu.
Müşterileri görünce bu küçük avcılıktan parmaklarını çekti. Dibe, peykenin en gölgeli tarafına oturan bu iki delikanlının yüzlerine baktı.
Veysi: “Baba, iki şekerli kahve yap. Fakat yorgunuz, dikkat et kestane suyu olmasın.”
Yaşlı adam bir baş işaretiyle bu emre uyacağını anlattıktan sonra yarım ay şeklindeki mangalın üzerinden sıcak su musluğunu açtı. Cezveyi doldurup sürdü.
İki gencin yüreklerinde ta viraneden beri geçirdikleri helecanlardan artakalmış ufak bir çarpıntı var gibiydi.
Maşuk, ikide birde eğilip arkadaşının kulağına: “Vermek istediğin kararlar nedir? Onları anlamak için sabırsızlanıyorum.”
Veysi, şimdi böyle lakırtıların sırası olmadığını yavaşça söylüyordu. Sonra karşıki peykede yalanan kediye bakarak sözü değiştirmek için kahveciye: “Baba, bu hayvanı çok mu seversin?”
“Pehlivan’ı mı söylüyorsun?”
“Bu kedinin adı Pehlivan mı?”
“Mahalleli verdi ona bu adı. Çok kavgacıdır, hiç de yenilmez. Ama bugünlerde açlıktan eridi. Ben bulamıyorum ona nereden yedireceğim?”
“Deminden pirelerini ayıklıyordun.”
“Evet.”
“Tuttuklarını ne yaparsın?”
“Mangalın külü sıcaksa içine atarım, çıt der geberir.”
“Bizim kahveyi pişirirken sakın ha böyle bir şey yapma. Belki cezveye sıçrar.”
“Merak etme… Görüyorsun şimdi pire ayıklamıyorum. Siz gelmeden Pehlivan’ın tüyleri arasından dört pire tuttum. Hiçbiri tok, şişkin değildi. Onların da açlıktan karınları vücutlarına yapışmış. Attım da ateşe, Müslüman’san inan, pıt bile demedi. İkisini ezdim tırnağımın altında çıtlamadılar bile.”
Veysi, yüzünü buruşturdu. İhtiyar, fincanları müşterilere vererek söze devam etti:
“Rabb’imin hikmeti… Biz doyacağız, pireler de bizim sırtımızdan doyacaklar. İşte her şey böylece birbirine ulama… Akıl ermez.”

10
Kahvenin isli cam kapısı açıldı.
Yağlıca, kalıpsız fesi kulaklarına geçmiş, esnafla kâtip arasında sünepe kıyafetli, saz benizli birisi girdi. İçerdekilerle merhabalaştıktan sonra karşıki peykeye oturdu.
“Ali Baba, yap bakalım bir kahve.” dedi.
Cebinden iri, siyah bir tabaka çıkardı. İçinde az kalmış tozlu kırıntıları toplaya toplaya dolma gibi kocaman bir cigara sardı. Uzun bir kiraz ağızlığa geçirdi. Gelecek kahveyi bekleyerek yanı başına uzattı. Şimdi boş kalan ellerini, dudaklarını yaya yaya tatlı tatlı birbirine sürterek bir söz açmak için karşıki müşterilerin yüzlerine baktı. Bunların lakırtıcılıktaki değerlerini anlamak istiyor gibiydi. Gözlerini ihtiyar kahveciden genç müşterilere, müşterilerden kahveciye dolaştırarak yutkuna yutkuna başladı:
“Ali Baba olanları duymadın mı?”
“Duymadım. Bugün kahveye çok müşteri de gelmedi, Pehlivan’la yalnız oturdum. Şimdi senin önün sıra bu delikanlılar geldiler. Onlar da bir şey söylemediler.”
“Kuyumcular içinde Yeşildirek Muhallebicisi taraflarında Karadenizli zavallı bir tüccarı sekiz yüz lira mı bin lira mı, işte öyle bir şey tavlamışlar.”
“Pi pi… Bin lira… Ben bu bin liranın yalnız lafını işitirim, bu parayı nasıl kazanırlar aklım ermez.”
“Şimdi herifin birini yakaladılar. Adına Patlıcan Ahmet mi diyorlar, Domates Mehmet mi? İşte böyle bir karın ağrısı… Polisler molisler kıyamet… Bende kalp helecanı var, doktorlar kalabalığa girme diye tembih ettiler. Ne olduğunu pek anlayamadım. Lakin bizim Recep Efendi gitti. Bilirsin o pek girgindir, iğne deliğine girer çıkar. Şimdi buraya haber getirecek.”
Kahvenin camlı kapısı bir daha gıcırdar. İçeri orta yaşlı, kısa boylu, top sakallı, sarıklı bir zat girer. Selam verir.
Vakayı anlatan müşteri:
“Ooo Hafız Kerim Efendi… Buyurunuz, çarşıdan mı teşrif? Vaka nasıl oldu? Öteki tufacıları da yakaladılar mı?”
“Ben eczaneden geliyorum. Kerime hasta… Çarşıya gitmedim. Vakadan da haberim yok. Ne olmuş? Dünyayı görecek hâlim kalmadı. İlaçlar ateş pahası… Ölmeli mi yaşamalı mı, ne yapmalı vallahi biz de şaşırdık.”
Kahvenin en görünecek süsü olarak duvarda bir dünya güzeli levhası var. Göbeğinin iki tarafından yükselen uyluklarının bütün yuvarlaklığını göstererek bir sedirin üzerine yan devrilmiş yatıyor. Çıplak kolları, bacakları sinek tersinden bir cilt hastalığı manzarası almış.
Hafız Kerim Efendi, levhanın karşısına oturarak lahavle çeke çeke: “Ali Baba bu kâfireyi hâlâ duvardan kaldırmadın. Göbeğinden aşağısı görünüyor vallahi… İnsan istemeye istemeye boyunca günaha giriyor.”
Ali Baba: “Ben bu dükkânı üzerime aldığım zaman bu postalı burada buldum. Demirbaş eşya içinde. Kimisi dedi ‘Kaldır!’, kimisi dedi ‘Kaldırma!’. Kimisi dedi ‘Günahtır!’, kimisi dedi ‘Gölgesi yere değmiyor, günah değildir!’ Ben de şaşırdım ne yapacağımı.
Hafız Kerim Efendi: “Ben sana hafız-ı kelam ağzıyla söylüyorum ki kaldır, günahtır. Bu çıplak fahişe burada durdukça sen bu dükkânın betini bereketini bulamazsın.”
“Doğru söylüyorsun Hafız Efendi, hiç bereket gördüğüm yok. Fakat sen de ne vakit bu kahveye gelsen, geçer onun karşısına oturursun. Ona bakması o kadar günahsa gel beri tarafa…”
Hafız Efendi: “Gözdür bu kayıveriyor. Yap bir kahve bakalım.”
Kahveci Ali Baba kahveleri dağıtırken:
“Hırsızlık, dolandırıcılık, tavcılık ne kadar çoğaldı. Her gün, her gece dan dan dan… Kimi vururlar, ne yaparlar bilmem.”
Hafız Efendi: “Güya silah taşıması yasak… Halkın bugünkü kadar silahlı olduğu bir zaman tarihte görülmemiştir.”
Ali Baba: “Hükûmet niçin bakmıyor bu işlere?”
Öbür müşteri: “Sus baba sus… Sen bir fakir kahvecisin, nene lazım siyaset? Vakitler nazik.”
Ali Baba iki yabancı delikanlıya çekingen bir bakışla baka baka namaza durur gibi ellerini başının yanına kaldırarak: “Haşa, demedim fena bir lakırtı. İşte bu Müslümanlar hep işittiler. Benim aklım ermez politikaya. Ben vükelanın adlarını bile bilmem. İşte burada gazete okurlar, dinlerim ama aklımda kalmaz hiçbir şey… Bizim paşalardan biri gelince öbürü İstanbul’dan kaçar… Niçin? Neden olduğunu bilmem ve sormam. Gazetelerin bazıları tuzlu biberli yazarlarmış, onları dükkâna sokması tehlikeli imiş… Gazete dağıtan çocuğa, hangisi Müslüman yürekli Türk gazetesi ise onu getirsin diye yalvarırım. Eyyy, şeytanlık çoğaldı, fesat çoğaldı.”
Kahveden içeri yakası astraganlı, çizmeli, zayıf, soluk bir genç girer.
Hep birden: “Ooo, Recep Efendi geldi. Mantarcılardan ne haber? Anlat bakalım.”
Recep Efendi dünya güzelinin karşısına, Hafız Efendi’nin yanına oturarak: “Bir eğlenceli tahkikat ki demeyiniz gitsin. Merkeze kadar üç defa gidip geldim.”
Hafız Efendi: “Bugün vazife yok mu?”
Recep Efendi: “Curnalı[41 - Curnal: İş yerinde mesaiye başlarken ve mesaiyi tamamladıktan sonra imzalanan defter. (e.n.)] imzaladıktan sonra savuşurum. Arkadaşım Nazım’la nöbet yaparız. Bir gün o kalır, bir gün ben. Birbirimizin yokluğunu belli etmeyiz. Cuma tatil, pazar yarım azat. Çarşamba meclisi vükela…”
Hafız Efendi: “Öteki dört günü de Nazım’la nöbete koyduktan sonra haftadan ne kalır?”
Kiraz ağızlıklı müşteri baca gibi duman salıveren sıkı bir nefes çekerek: “Adam sen de canım… Bırakınız şimdi vazifeyi, curnalı. Ne görmüş? Mantarcıları anlatsın.”
Recep Efendi: “Bunlar dişili erkekli bir tavcı kumpanyası imiş. Paralı sersemin birinden altı yüz lira elemişler, dağılmışlar. Deminden kumpanya adamlarından Patlıcan Ahmet adında birini başında kefiye ile tebdili kıyafet olarak yakalamışlar; tavlanan adamla yüzleştirdiler. Mantarcıyı tanıdı. Tuhafı nerede? Patlıcan Ahmet işi inkâr etmiyor. Ama bu yakınlarda İstanbul’da Yavuzlar Çetesi diye kırk kişilik bir hırsız kumpanyası türemiş, onlar tavcılara çatmışlar. Altı yüz lirayı taramışlar gitmişler.”
Hafız Efendi: “Hafazanallah, hırsızın da hırsızı, yırtıcının da yırtıcısı var.”
Ali Baba: “Bak şimdi işe. Başımıza bir de kırk harami çıktı. Gece eve gitmek için kahvede geç kalmaya gelmeyecek.”
Recep Efendi: “İşine bak babacığım, onlar bal alacak çiçeği bilirler. Sana bana dokunmazlar. Senin cebin çekmecen tamtakır. Bizim aylıklar çıkmaz. Hırsız kendisini bizden sakınsın.”
Ali Baba: “Deme öyle… Benim burada bir tabiim vardı ya; Kasım… Onun gece cebinden on kuruşunu almışlar, iki de zorlu tokat atmışlar. Şimdiki hırsızlar alçak gönüllü… Bir okka ekmek parasına adam tepeliyorlar. Biriyle, ikisiyle baş edilmiyor, bu kırk yavuz kişiyle nice olacak bizim hâlimiz?”
Hafız Efendi: “Allah devlete, millete zeval vermesin, onların da yakında cezasını verirler.”
Ali Baba: “Biz böyle dua ettikçe hep ters gitti işlerimiz…”
Hafız Efendi: “Kahveci baba lafını bil de söyle.”
Ali Baba şaşırarak: “Fena mı dedim? Var mıdır bu lafımın cezası?”
Kerim Efendi, Veysi ile Maşuk’a göz gezdirerek: “Bir yabancı tilkinin kulağına giderse görürsün sen hâlini…”
Ali Baba pişmanlıkla başını eğerek: “İhtiyarlık bu… Tutamıyorum artık lafımı, bazen da idrarımı…”
“Öyle söyleme, lafa idrar karıştırma… Sonra kahvene kimse gelmez.”
Kahvenin bir köşesinde bu konuşmayı dikkatle dinleyen Veysi ile Maşuk’un biraz benizleri açıktı. Arada bir belirsiz birer kaygı uçuşan bakışlarla göz göze geliyorlardı. Kendilerinin biraz evvel uydurdukları Yavuzlar Çetesi yalanı ne çabuk böyle dallanıp budaklanarak bu kahvede önlerine çıktı? Onlar on iki kişi demişlerdi, bu sayı ne çabuk kırklandı?
Patlıcan Ahmet nasıl çabucak yakayı ele vermiş? Elbette polis bu mantarcıdan, konuştuğu Yavuzlar Çetesi hakkında bilgi sormuştur. O da gördüğü suratları, kıyafetleri tarif etmiştir. Demek kendileri şimdi orada, o anda tehlike içinde bulunuyorlar. Fakat Muhsin de nerede kaldı?
O esnada kahvenin kapısı yine açıldı. Başına kalpakla takke arasında acayip bir şey giymiş pek genç, ak pak, güzelce zıpırın biri içeri girdi.
Recep Efendi: “İşte Aziz geldi. Ben onu orada bıraktımdı. Salak, nasıl oldu anlat.”
Aziz, ağzı kulaklarına kadar uzanan yalvaran bir sırıtışla: Biriniz bir cigaralık tütün veriniz, biriniz de bir kahve ısmarlayınız. Sonra anlatayım. Neler oldu neler…”
Ali Baba: “Ulan Aziz, paran olduğu vakit karşıki İsmail’in kahvesine gidersin, olmadığı vakit buraya gelir, kahveyi hep beleşten içersin.”
Aziz: “Darılma babacığım… Gücendinse gideyim. Paramın olduğu vakti ben bilmiyorum ki sen bilesin. Bundan da al on paralık be… Kahvene müşteri gelmediği zamanlarda sen nasıl Pehlivan’ın pirelerini avlıyorsan ben de sokaklarda başıboş deve gibi salma geziyorum. Herkesin ağzında. ‘Eşek kadar herifsin bir iş tutmuyorsun!’ diyorlar. İş nerede be? Onun ucunu görsem dört elle sarılacağım. Geçenlerde iki elim böğrümde Köprübaşı’nda dolaşıyordum. Hanımın biri kucağıma bir çocuk uzattı. ‘Şunu Boğaziçi vapuruna kadar götürüver, sana on kuruş vereyim.’ dedi. Kısmetim budur dedim, vallahi hiç ağız açmadım. Tontonu kucakladım. Beş on adım gider gitmez pis bir koku ile midem bulandı. Kolum ıslandı. Yumurcak basurlu imiş anlarsın ya. Kakası bağrıma kadar işledi. Kısmetime çıka çıka işte bu çıktı. Murdarı oraya bıraktım savuştum. Anası arkamdan bağırıyordu: ‘Zararı yok… Zararı yok… Bu sabah şıra içti de öyle oldu.’ Şimdi akıllandım, çocuk taşıtacakları vakit kucaklamazdan evvel ‘Şıra içirdiniz mi?’ diye soruyorum.

11
Recep Efendi: “Aziz’e benden bir kahve yap baba…”
Kiraz ağızlıklı adam iri tabakasını uzatarak: “Al evlat, benden de bir cigara…”
Aziz tabakayı açıp kalbur gibi sallayarak: “Bunda tütün yok, iki tutamlık enfiye kalmış…”
Kutuyu ortaya uzatarak: “Allah rızası için şuna biraz tütün koyunuz da sahibi de içsin, ben de ziftleneyim.”
Veysi, Maşuk’un kulağına: “Bu aziz oğlan cana benziyor, onu çeteye alsak dört olurduk.”
“Dört olup da tulumba mı kaldıracağız? Böyle tehlikeli zamanda ona nasıl açılırız? Bakalım kabul eder mi?”
“Açlıktan nefesi kokuyor. Zavallının iki cigaralık tütünü bile yok. Köprübaşı’nda aç karnına boklu çocuk taşıyacağına çetemize girse beyler gibi karnı doyar, bize de çok yararlığı olur. Bacaklara bak, leylek gibi. Buna ‘seyrek basan’ derler. Beş adımda buradan Fatih’e seker. Kollara dikiz et, o ne kulaçtır be… Beş kişiyi birden kucaklar. Pençelere bak… Vay Yaradan’a kurban olduğumun, yapıştığı yeri ahtapot gibi kavrar. Çeneye kulak verdin mi? Bal gibi kıvamında bıçkın sakızı çiğniyor, anadan doğma halisüddem[42 - Halisüddem: Katışıksız, safkan. (e.n.)] külhanbeyi… Hamal camal, birtakım abur cubur mahlukat karın doyursun da İstanbul’un böyle değerli, istidatlı evladı aç kalsın; yuf böyle memleketin ervahına! Bu çocuk kendisinin ne mal olduğunu bilmiyor, ben onun kalçası üstüne revolveri, yan böğrüne kamayı takayım iki günde cepleri yüz liralık kaymelerle dolsun; medet Allah, bak önüne geçen olur mu?”
Aziz, birkaç nefes çektiği kahve ile cigarayı önündeki kirli masaya bırakarak hikâyeye başlayan meddah gibi iki elini birbirine şak şak çarpıp:
“Hay Hak, kıssa-i dasitanımız şol mahalle gelmişti ki… Patlıcan Ahmet’i enselediler. Yok, dilim bizim sözlere kaçıyor, onun polisçe bir tabiri vardır. Ha, Patlıcan’ı ‘derdest’ ettiler. Üzerine sarımsaklı yoğurtla tavası hoş kaçar. Bunun dolmasını midem kaldırmaz. Öyle tohumluk acur kerata ki ne kadar aç kalsam benden yana paso… Patlıcan Ahmet polislerin ortasında giderken çarşı halkı arkasından hürya boşandı. Hiçbir paşanın bu kadar fahri yaveri yoktur. Ben alarga gittim. Polisten korkarım. Bir gün Sultanahmet mitinginde bir matmazelin tayyörünün cebinden mendil mi kese mi, işte öyle ipekli bir şey sarkmıştı. Düşmesin diye içeri itmek için elimi uzattım. Meğerse polis arkamda imiş, ense köküme bir haşlama indi. Miting halkı Sultanahmet Camisi’nin minaresine yıldırım düştü sandı. Gözlerimden ateş çıktı. İkinci patlangıcı indirmek için polis el kaldırdı. Tokadın altında kim durur? Rüzgâr gibi ben iki adım sektim. (Gülerek etrafına bakıp) ‘Memur-ı mumaileyhin’ eli hızını alamayarak bir ihtiyar hocanın beyni balâsında[43 - Beyni balâ: Beynin üstünde. (e.n.)] iftar topu gibi gümledi. Başında sarığı olmayaydı zavallı adamcağız tahtakurusu gibi yere yapışacaktı. Uzaktan baktım, hoca toprağa yatmış bol çakşırının içinde yarı kesilmiş kurbanlık koyun gibi debeleniyordu. Polis karanlıkta Ahırkapı feneri gibi pır pır ateş saçan gözlerini bana dikti. Dişlerini gıcırdatarak küfür defter-i kebirinden bir okudu… Ben kalabalığın içine daldım. Ondan sonra bakıcı hoca remil atsa nerede olduğumu bulamaz.
Bir daha ne ben o polisi gördüm ne de o beni… Bir polis tayin olunduğu yerin girdisini çıktısını, benim gibi ‘sütbesüt’ beyzadelerin suratlarını belledi mi bereket versin onu oradan değiştirirler.”
Hafız efendi: “Ulan Aziz, senin bütün bu dediklerin hepimize ‘Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler.’ mısrasını hatırlattı.”
Aziz: “Günahıma girmeyiniz, ben yüreği saf bir çocuğum, matmazelin cebine elimi fena bir niyetle sokmadım. Ben uzun elli olsam bu sefil kıyafette böyle aç gezmem. Fakat tavcılık, hırsızlık dalaverelerine, polis işlerine çok merakım vardır. Bu merak yalnız bende değil ya, çarşı halkının yarısı bugün vakanın arkasında geziyor.”
Kapıdan orta yaşlı, düşkünce kıyafetli biri daha girdi.
Kahvedekiler: “Ooo Tahsin Efendi geldi. Nereden böyle?”
“Çarşıdan…”
“Ne haber?”
“Sormayınız dehşet… İş büyüdü.”
“Ne oldu?”
“Tavcı Patlıcan Ahmet’ten başka Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlı yakaladılar. Nasılsa oralarda dolaşıyormuş. Ne büyük bir kumpanya imiş! Ne hırsızlıklar, ne cinayetler, ne melunluklar… Âdeta bir teşkilat diyorlar.”
Ali Baba şaşkınlıkla Kahraman’ın kuyruğuna basıp hayvanı acı acı bağırttıktan sonra:
“Heyyy birader artık bu memlekette kuru ekmeğini kırıp da rahat yiyecek bir yer kalmadı. Paran olsa soyulursun, tavlanırsın. Olmasa aç kalırsın.”
Tahsin Efendi: “Çete adamları çokmuş, hep buralara avcıya dağılmışlar. Evlerin, dükkânların hâlini, paralı parasız adamları öğreniyorlarmış. Polis her tarafı arıyor. Bu taraflarda dolaşan yabancı adamlardan şüphe ediniz.”
Bütün müşterilerin gözleri kuytu köşede oturan Veysi ile Maşuk’a dikildi. Yabancı çehreli bu delikanlılar hiç söze karışmayıp arada bir fısıldaşıyorlardı. Öyle sessiz dinleyişleri, hâl ve şanları, gizlemeye uğraştıkları sırlar bulunduğu şüphesini veriyordu. Hele türlü mübalağalar içinde, Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlının yakayı ele vermiş olduğu haberini duyunca Muhsin’in yakalandığına hiç şüpheleri kalmadı. Ateş üzerinde kızgın bir ızgarada oturur gibi yerlerinde duramaz oldular.
Şimdi ne yapsınlar? Şaşkın bir çurçur gibi gider gitmez oltaya yakalanmak… Bu, Muhsin’in zekâvetine yaraşır mı? Ne oldu? Nasıl tutuldu? Soruşturmada, kendisini şurada kahvede bekleyen iki arkadaşı olduğunu haber vermek ahmaklığında bulunmasın? İlk adımda üç yüz lira çırpmak âlâ fakat böyle başlangıçta yakalanmak ne bela…
Tahsin Efendi: “Tanıdığım bir polis vardı. Bu işin ne olduğunu ondan sordum: ‘Merak etmeyiniz, tavcılardan ve Yavuzlar Çetesi’nden iki kişi yakalandıktan sonra ötekileri elde etmek kolaydır. Görürsünüz yarına kalmaz çete reisi yakalanır.’ dedi.”
Aziz: “Bu mübarek adamın tutulduğunu haber alınca gidip hürmetle elini öpeceğim.”
Kahvede herkesin ağzından bir kötüleme gürültüsü koptu:
“Ulan habis, haydutluğa mı özeniyorsun? Nerede varsa öyle kanlı eşkıyaları Allah kahır ismiyle kahretsin, Ümmet-i Muhammed’i şerlerinden korusun.”
Aziz: “Âmin. Fakat bu adamların yaradılışlarında ben bir başkalık görüyorum. Cesaretine güvenerek bütün insanlara harp ilan etmek şunun bunun yapacağı bir iş değil…”
Yarı sahi, yarı şaka Aziz’in arkasına birkaç kuvvetli yumruk indi. Oğlanın vücudu kafes gibi güm güm inledi.
Yine kapı açıldı. Muhsin gözüktü. Kahvede bekleyen iki delikanlının yüreklerine birdenbire su serpildi. Meraktan, düşünceden çatılmış, buruşmuş suratlarına bir gülümseme geldi. Hemen yerlerinden fırladılar.
Veysi kahve parasını verip dışarıya çıkacağı sırada Aziz’e dönerek: “Birader hafif bir yükümüz var, Aksaray’a götürürsen seni memnun ederiz.”
Aziz biraz duralayarak: “Cerrahpaşa’ya, Taşkasap’a, Yenibahçe’ye kadar Aksaray derler.”
Veysi: “Yok, yok korkma. Gideceğimiz yer Laleli’nin altında…”
Aziz: “Peşin anlatayım, ben arka hamalı değilim. Semerim yoktur.”
Veysi: “Uzun etme canım. Senin ne kadar yük taşımaya dayanacağını çakar boydanız. Elde gidecek ufak bir şey taşıtacağız.”
Aziz birdenbire yerinden sekti. Güreşe hazırlanan bir pehlivan gibi vücudunu geri aldı, boynunu ileri uzattı. Kavgadan evvel birbirini koklayan kediler gibi az bir zaman burun buruna, göz göze geldiler. Sanki yürekten anlaştılar, seziştiler. Arkadaşlarıyla beraber Veysi dışarı çıktı. Aziz’i arkasından mıknatıs gibi çekti.
Sokaktan ıssız bir arsaya yürüyüp dört genç halka oldular. Aziz hangi yükü taşıyacağını anlamak ister bir merakla, şaşkın şaşkın bu yabancı çehrelere bakıp dururken Veysi hemen onun bileğinden kavradı, suratını suratına yaklaştırarak: “Oğlum, gözümün içine bir daha bak, bütün dikkatinle bak…”
Aziz bileğini kurtarmak için hafifçe kıvırarak: “Ağabey, kulampara mısın?[44 - Kulampara: Oğlancı. (e.n.)] Eğer öyleysen uzlaşamayız. Yemin ederim ki o huyum yoktur.”
Veysi: “Hayır… O pis lakırtıyı ağzından bırak…”
Aziz: “Ne bileyim ben… Böyle bir teklifle birkaç defa daha beni viraneye çağırdılar da…”
Veysi avucunun içindeki bileği şiddetle sarsarak: “İyi baktın mı bana?”
“Baktım.”
“Kimim ben?”
“Gözlerin yüreğime ürküntü veriyor.”
“Ben Yavuzlar Çetesi’nin reisiyim.”
Aziz yere kapanarak: “Aman şahım…”
“Seni boklu çocuk taşımak sefaletinden kurtaracağım.”
“Emret.”
“Cesaret, sadakat, fedakârlık isterim.”
“Bana para ver, her şeyi iste.”
Maşuk’la Muhsin kendi kendisini reis yapan bu arkadaşlarının yüzüne şaşkınlıkla bakıyordu. Yavuzlar Çetesi deminden kendilerinin uydurdukları bir hayal işiydi. İnsanları olmayan çetenin reisi olur mu? Besbelli Veysi sokaklardan böyle it, ipsiz toplayarak bir takım düzecekti. Ama böyle ilk rastlanan haytaya güvenilmek nasıl caiz olabilirdi?
Veysi, arkadaşlarının bakışlarından gönüllerinden geçenleri anlayarak ikisinin de birer birer kulaklarına eğilip: “Beni bozmayınız. İşin içinde iş var, sonra anlarsınız.”
Aziz’e dönerek: “Oğlum, teklifimi kabul ediyor musun? Seni çeteye yazıyorum.”
“Velinimet, Allah ömrünüze bin bin bereket versin. Hiç kabul etmemek olur mu? Namınızı duyduğum dakikada size kulaktan vuruldum. Yerinizi bileydim, aranıza kabulüm için gelip istida[45 - İstida: Dilekçe. (e.n.)] verecektim.”
“Okuyup yazman var mı?”
“Okurum… Bütün cinayet kitaplarını ezberledim. Yazıya gelince imlama alışırsanız siz de beni okursunuz.”
“Katlin var mı? Korkma açıl.”
“Hayır ağabeyciğim… Adam öldürmeye gelince daha yüreğim yufka. Geçenlerde bir konağın kümesinden bir kaz çaldım. Zevzek hayvan yolda kaçarken koltuğumun altından gak gak bağırır… Baktım olmayacak, boğup sesini kestim. Başka cana kıymadım.”
“Kimsen var mı?”
“Bir kocakarı anamla, bir kız kardeşim var. Üçümüz de evin dışında çalışırız. Anam yaşına uygun gelen sanatı yapar. Kız kardeşim güzelcedir, aç kalmaz.”
“Sıhhatin nasıl?”
“Domuz gibi her cefaya dayanır.”
“Gözlerin?”
“Gece karanlığında sansar gibi görür.”
“Kulakların?”
“Yastığımda pire gezindiğini duyarım.”
“Çevikliğin?”
“Maymun gibi düz duvara çıkarım.”
“Nasıl yaşamak istersin?”
“Zenginin kasasından…”
“Pek gençsin, sevdaya ateşin nasıl?”
“Naza, kendini satmaya gelmem. Mart kedileri gibi nöbet beklemem. Parasız elime ne geçerse eyvallah, tığlar gönlümü hoş ederim.”
“Aziz…”
“Efendimin efendisi…”
“Belki sen şimdi içinden dersin ki…”
“Ne derim?”
“Bu herifler ne ahmak şeyler, kahvede ilk rastladıkları benim gibi bir kopuğa açıldılar. Şimdi şurada, iki adım ötede polisin kulağına bu işi fısıldayıversem bunların üçünü de deliğe tıkarlar. Aziz, sen bizim tırnağımızın altında bir pire gibisin. Nasıl can verdiğini kendin bile duymazsın.”
“Malum ağabey, malum… Bu işin bir ‘can pazarı’ olduğunu biliyorum. Size sadakat göstersem hükûmete hainlik etmiş olurum. Hükûmete sadakat göstersem sizi ele vermiş olurum. Hangi tarafa kımıldasam ceza var. Ölüm var. İnsan, kendisini şeytana sattıktan sonra artık şeytan kalmalıdır. Polise niçin haber vereceğim? Sadakatimi beğenip de beni nefer kaydetsinler diye mi? Biz de polis yazılırsak zabıta kiminle uğraşacak? Kimi kovalayacak? Kimi deliğe tıkacak? Hapisanede kimleri oturtacak? Hasılı polisin, jandarmanın vücuduna ne ihtiyaç kalacak? Dünyada namuslu adam o kadar çok ki bu mübarek şeyin adam başına bölüşülmesinde artık kıtlık görünmeye başlandı. Bazılarına pek az pay düşüyor, bazılarına da hiç… Şimdi bana: ‘Aç oturan bir namuslu mu olmak istersin? Yoksa akşam sabah külbastı, tavuk yiyen, şampanya içen bir namussuz mu?’ diye sorsalar ben bu sual karşısında rahat rahat gülerim, tatlı tatlı öksürürüm. Çünkü buna cevap vermek için istihareye yatmaya lüzum yok. Ah, fakat ne yapayım ki uluorta böyle bir sual soran yok. Sorulsa dünyanın hâlini siz o zaman görürdünüz.”
Aziz’in bu küçük nutku alkışlandı. Dördü, sarmaş dolaş koklaştılar. Güreşten sonra tartışan pehlivanlar gibi birbirini belden kaldırdılar.

12
Eşkıyalık defterine bir gönüllü daha yazdıktan sonra Veysi, Muhsin’e dönerek: “Biz seni yakalanmış diye duyduk.”
“Enayi miyim ben böyle sermayesiz kâr bırakan bir dalaverenin ilk adımında tutulayım?”
“Haberin var mı? Patlıcan Ahmet’i pençelemişler.”
“Malumatın âlâsı bende. Herifi iki polisin ortasında imambayıldı gibi giderken gördüm.”
“Nasıl yakalanmış?”
“Şaşılacak şey… Ne cesaret… Kefiyenin altında kendisine İstanbul’a yeni gelmiş bir hacı süsü vererek bir ikinci tavcılık daha yaparken tutulmuş.”
“Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlının da tutulduğunu söylüyorlar ki biz seni sandık.”
“İşte buna sizden ziyade ben şaştım. Çünkü tutulanı ben de sizin ikinizden biri sanmıştım. Yavuzlar Çetesi’nden birinin yakalanmış olduğu çarşıya yayıldı. Yavuzlar Çetesi! Aman ya Rabbi, şuradan üç mahalle aşağıda kendi kendimize uydurmuş olduğumuz koftiden bir isim. Ne çabuk ortalığa korku salmaya başladı! Besbelli Patlıcan Ahmet bunu polislere söyledi. Tahkikata başladılar. Ağızdan ağıza dolandı gitti. Yarın gazeteler yazacak. Bütün muharrirler bu isim üzerine kafalarındakini boşaltacaklar. Okurken sana da bana da ürküntü gelecek. Fakat buralarda durmak bizim için iyi değil… Hemen fertiği çekelim. Bir kaçak silah deposu haber aldım, gidelim, bu yeni sanatımız için lazım olan takımı düzelim. Anlıyorum, yeni kurulan her türlü millî şirketlerden, sermaye sahiplerinden ziyade iş göreceğiz. Öyle bir dalavere ki nizamnamesi yok, vergisi yok, sigortası yok. Bugün vurur bugün yeriz, yarına Allah kerim…”
Dört arkadaş Mercan Yokuşu’ndan Eminönü’ne vurdular. Sokakları dolduran bütün insanları ahmak, çelimsiz birer haraca adamı görüyorlar, bankaların önünden geçerken birbirlerini dürterek, “Bu kâgir duvarlar, bu demir kapılar, içerideki kalın kasalar birkaç gün sonra bize birer mukavva parçası gibi teslim olacaklar.” fısıltılarıyla gülüşüyorlardı.
Galata’ya geçtiler. Muhsin, arkadaşlarını rıhtımın arkasında geniş fakat pis, ayaktakımına mahsus bir birahaneye bırakarak: “Benim yalnız gitmem lazım. Siz burada bekleyiniz. Fakat ne olur ne olmaz çok içmeyiniz. Hırlı hırsız bu tarafın bütün sabıkalıları buraya toplanırlar. Polis hafiyeleri de vardır. Burası bizim için bir mektep gibidir, etrafınızda olup bitenlere iyi dikkat ediniz.”
Muhsin, rıhtımın arkasındaki o kömür tozlu, katranlı, çamurlu, yağlı, yazın en kurak günlerinde bile kurumayan cıvık, balçık sokaklarda dolaşarak bir yer arıyordu.
Nihayet buldu: 32 numaralı Avrupa Hanı… Geniş bir kapıdan içeri girdi. Burası iki tarafında mağazalar bulunan boş bir sokağa benziyordu. Soldan saptı. Üçüncü mağazanın önünde durdu. İçerisi halatlar, kıtıklar, ziftler, benzin galonları, kezzap damacanaları vesaire ile doluydu. Tezgâhta duran iri yarı bir delikanlıya sordu:
“Kastro Munhaym?”
Tezgâhtar, mağazanın ilerisini gösterdi. Muhsin yürüdü. Tepe camından aydınlık alan son kısma kadar gitti. Köşede iki metre küp camekânın içinde, Avusturya Yahudi’sine benzer, defterlerle uğraşan kırmızı sakallı, gözlüklü birini gördü.
Camekânın kapısını itti. Kopan ufak gıcırtı üzerine sakallı adam bir kafes içindeki kuş gibi başını kaldırdı. İri tekerlek camlı gözlüğünün altından parlayan keskin gözleriyle gelen adama baktı. Bu bakışta biraz yüz vermeyen “Ne istiyorsun?” suali vardı.
Muhsin içeri adımını attı. Bu kafeste sessiz oturan adama doğru eğilerek gizli bir tavırla: “Baron Aynacıyan Armanak tarafından geliyorum.”
Bu isim, gözlüklünün bakışındaki sertliği biraz dağıtarak Avusturyalı şiveyle: “Ne istiyoğsunuz?”
Muhsin, azıcık daha eğilerek: “Silah.”
“Ne silah?”
“Revolver.”
“Markanız var mı?”
“Markam var.”
“Veğeceksiniz, göğeceğim.”
Muhsin markayı bulmak için cebini karıştırırken Kastro Munhaym puhu gibi tekerlek gözlerinin bütün dikkatiyle onun hiç de centilmen olmayan hâlini süzüyordu. Bu kıyafet düşkünü müşteri yan cebinin en derin köşesinden markayı bulup çıkardı.
Bu, üzerinde okunmaz kare bir mühür ile bir numara bulunan bir mukavva parçası idi. Munhaym rakama baktı: 75. Yazıhanesinin gözünü çekti. Ufak bir defter çıkardı. Yapraklarını çabuk çabuk çevirerek numarayı karşılaştırdı. Besbelli uygun bulacak ki müşteriye döndü:
“Bizde son sistem, gayet iyi Alman marka bir çeşit revolver vağ. Elli lirağa bir tane… Otuz altı fişek berabeğ veğyioruz. Soğa isteğse pağa ile fişek yine veğiyoğuz.”
Muhsin, tanesi sekiz on liraya üç revolver almak fikrinde idi. Elli lirayı duyunca apıştı, daldı. Düşünüyordu. Alsa cebindeki o günün vurgununu bütün feda ederek dört kişi ancak iki revolver sahibi olabileceklerdi. Arkadaşları bu yüksek fiyata razı olacaklar mıydı? Almasa hokkabazın hokkası; aşçının bıçağı, masadı; terzinin makinesi, makası olduğu gibi bugünkü modern şehir haydudunun da mutlak silahının bulunması lazımdı. Talihleri yardım ederse yüz lirayı belki o gece çıkarırlardı. Soyacakları insanlar ile zabıta ile silahsız uğraşması olamazdı. Gazetelerde her gün okunan polis vakalarında görülmüyor mu? Birkaç hırsız uygun bir saat kollayarak bazen güpegündüz bir mağazaya, dükkâna, herhangi bir yere giriyorlar. Yıldıracakları zavallıların alın ortalarına namluyu dikerek “Ver!” diyorlar.
Her sözün, her tehdidin tesirini büyültücü bir kuvvet lazım. Bugün fişeksiz bir revolver ile ne büyük iş görmüştü. Nihayet kendi hesabına bir tane almaya karar vererek: “Bugün bir tane alacağım. Eğer verirseniz belki yarın gelip üç tane daha alacağım.”
“Ne vakit ve kaç tane isteyoğsanız veğiyoğuz.”
Silahın parasını aldıktan sonra üzerine “parası ödenmiştir” diye Almanca yazıp markayı geri verdi:
“Perşembe Pazağı’nda Kağlos Han vağ. Kırk yedi numağo… Oğda biğinci kat 19 numağo odada gidecek… Soğacak. Perfilt Strunger kimdiğ? Bu mağka onun elinde veğecek, Gevolveg alacak… İşte bu kadağ…”
Kastro Munhaym, elli liralık alışveriş eden bu kılıksız müşteri ile daha fazla uğraşmaya lüzum görmeyerek sakalını defterin üzerine eğdi.
Muhsin soluğu Perşembe Pazarı’nda aldı. Bu semtin dar, dolambaç, kasvetli, pis sokaklarında kalın taş duvarlı, küçük pencereli, basık hapishane yapılı binalar arasında, tabakçı tüccarın yollara saçtığı samanları, kuru otları, sökülmüş sandık, balya çemberlerini, cam, şişe kırıklarını çiğneyerek dolaştı.
Sonunda, yayılan sidik kokusunun keskinliğinden aksırmadan geçilemeyen bir kuytu sokağın bitiminde 47 numaradaki Karlos Hanı’nı buldu. Küf kokan karanlık bir girişten yürüdü. Etraf, biraz göz alışabildikten sonra hayal meyal seçiliyordu. Ta dipte gözüne kömür ateşi gibi bir şey parladı. Yaklaştı. İhtiyar bir adamın kahve, çay pişirdiğini gördü. Perfilt Strunger’in 19 numaralı odasını sordu.
İhtiyar herif eliyle merdiveni işaret ederek: “Çık, sola yürü, dördüncü kapı…”
Penceresiz kale burçları merdivenlerine benzeyen pek eski usuldeki hantal taş basamaklardan çıktı. Bu Karlos Hanı etrafını saran yüksek binalar arasında ezilmiş, boğulmuş gibiydi. Birinci katın gezinti yeri iki küçük aralıktan donuk bir aydınlık alıyordu… Soldan dördüncü kapı üzerindeki 19 numarayı gördü.
Kapı aralıktı. İtti, girdi. İçerisi videlalar, sahtiyanlar, glaseler, köseleler, yol çantaları, lastik galoşlar, alüminyum mutfak edevatı ile dolu idi.
Kumral saçları taralı, pek genç, güzel bir delikanlı ta dipteki tek pencerenin önüne oturmuş gazete okuyordu. Gireni gördü. Fakat bir yan bakıştan başka bir hareket göstermedi.
Muhsin, ona kadar ilerledi, tam karşı karşıya gelince gazeteyi elinden gönülsüzce pencerenin içine bırakarak düzgün bir Türkçe ile sordu:
“Ne istiyorsunuz?”
“Mösyö Perfilt Strunger’i görmek istiyorum.”
“Kendisi burada yoktur fakat ona ait her şeyi ben görürüm.”
“Ona söylenecek her şeyi demek sana söyleyebiliriz.”
“Evet.”
Muhsin cebinden markayı çıkarıp uzattı. Çocuk markayı okuduktan sonra Muhsin’e bir iskemle uzatarak “Peki, buyurunuz, oturunuz. İstediğinizi şimdi getireceğim.” dedi.
Kösele yığınlarının arasından ufak bir kapı açtı. Pat pat yürüdü, kayboldu. Yeni işinin icabı olarak Muhsin boş oturmadı. Burası neresi? Nasıl ticarethane idi? Her şeyi öğrenmesi lazımdı. Yavaşça sandalyesinden kalkarak küçük kapıya kadar gitti. Buradan aşağı karanlık bir merdiven iniyordu. Başını uzattı, dinledi. Çocuğun ayak sesleri gittikçe zayıflayarak hâlâ duyuluyordu. Demek burası derin bir yere iniyordu.
Aşağıda ne olduğunu anlamak için Muhsin de yavaşça merdivenden birkaç basamak indi. Kuyuya bakar gibi eğildi. Bir elektrik fenerinin ışığı parladı söndü. “Küt” diye kalın bir kapak açılır gibi oldu.
O zaman sanki elektrik fenerinin çakan sönen parıltısı ile Muhsin’in beyninde bir fikir uyandı. Hiç duraklamadan hemen yapmaya kalkıştı. Bu gibi dakikalarda cesaretli ve birden davranmanın lazım olduğunu biliyordu. İçeriye, dışarıdan birinin girmesini önlemek için hemen koştu, mağazanın aralık duran kapısını itti ve üzerindeki anahtarla içeriden kilitledi.
Bir iskemleye çıktı. Tavandan sarkan ip turalarından birini aldı. Avının üzerine giden bir kedinin yumuşak ve muhteris adımlarıyla merdivenden süzüldü. Gerçekten de çocuk yirmi ayaklık bir merdivenden sonra yerden bir metre karelik bir kapak kaldırarak daha aşağıya inmişti. Orası, yine birkaç basamakla derinleşen bir mahzene benziyordu.
Muhsin buradan aşağıya baktı. Çocuğu elinde elektrik feneriyle bir sandığın üzerine eğilmiş silah seçmekle uğraşırken gördü. İşte saniye o saniye idi. Bir atmaca hızı ile avının üzerine atıldı. Neye uğradığını bilemeyen çocuk gür sedasıyla imdat diye bağırmaya başladı.
Bu ilk eşkıyalık vakasının verdiği çarpıntıyla burnundan soluyan Muhsin:
“Bağırma… Ne ırzına dokunacağım ne hayatına! Lazım olduğu kadar silah alıp gideceğim.”
Sandıkla üzerine abanan Muhsin’in iri gövdesi arasında kalan çocuk kıpırdayamıyor, kopardığı yardım feryatları da etrafın kalın taş duvarları arasında boğulup eriyordu.
Muhsin yalnız göğsüyle genç mağazacının ince vücudunu sıkıca tutarak iki eliyle ip turasını açtı. Çocuğun ellerini arkasına çemreyip sımsıkı bağladı. İki bacağını da ayaklarına kadar birbirine bumbar gibi sardı. Bir mumya hareketsizliğine gelen bu vücudu küçük mahzenin bir tarafına uzattı. Çocuk hâlâ bütün avazıyla bağırıyordu. Sandıktan iri bir revolver çekip korkutmak için zavallının beynine doğru kaldırarak: “Kes sesini… Bu demir parçasını kafana bir indirirsem tuzla buz ederim.”
Bu iri kolun gölgesi altında çocuk titreyerek sustu. Bir tarafa fırlayan elektrik feneri tekerlek beyaz ışığıyla bu yer altı vakasını aydınlatıyordu.
Muhsin, feneri yerden aldı. İçi silah dolu sandığa eğildi. Koltuğunun altına sığabildiği kadar revolver aldı. Sargılarının altında kalıp gibi yatan çocuğa dönerek: “Fişekler nerede? Söyle.”
Çocuk hazin hazin ağlıyordu. Cevap vermedi. Muhsin, kalın tabanlı ayakkabısının ucunu zavallının gırtlağına dayayarak: “Bir basınca canın aşağından çıkar.”
Sözde şaka yoktu. Mağazacı kundakta çocuk gibi bağlarının içinde kıvrandı. Yaşlar dökülen yüzünü ekşiterek kederli bir sesle “Öbür köşeye bak.” dedi.
Muhsin, feneri öbür tarafa çevirdi. Bir sandık daha gördü. Gitti, kapağını açtı. İçinde üzeri meşin kaplı küp şeklinde bir sandık daha göründü. Onun kapağını da kaldırdı. Parşömen kâğıtlara sarılı paketler buldu. Bir tanesini açtı. Uzun bir mukavva kutu çıktı. Her birinde birer düzine fişek vardı. Bunlardan da yeteri kadar ceplerine yerleştirdi. Yine, yalnız yaşla gözleri parlayarak yerde kalıp gibi yatan çocuğa döndü:
“Ustan Perfilt Strunger’e selam söyle. ‘Yavuzlar Çetesi’nden parasız silah satın aldılar.’ de. Hırsızın büyüğü kendisidir. Kim bilir kaç senedir gümrükten yasak mal kaçırarak devleti zarara sokuyor. Böyle, günde birer marka ile gelen dost düşman kimselerin ellerine silah veriyor. Arkamızdan bir patırtı çıkarırsa onun hâli bizden berbat olur. Hâlin biraz rahatsız ama ne yapalım çorbacın gelinceye kadar bu hâlde kalmaya dayanacaksın. Adiyö.”
Muhsin, merdivenlerden yukarı fırladı. Mağazanın gezinti mahalline olan kapısını açtı. İki tarafına bakındı, kimse yok. Koltuğunun altındaki revolverleri güzelce bir paket yaptı, sicimle bağladı. Etrafa bir göz attı. Köşedeki ufak kasanın kapısını yokladı. Kilitli değilmiş, açıldı. Bütün bölmeleri, gözleri aradı. Yetmiş iki lira kadar para buldu, cebine indirdi. Kapıdan çıktı. Bütün bu işler on sekiz, yirmi dakika içinde bir sinema vakası hızı ile olmuştu.
Hanın merdiveninden indi. Karanlık köşede ihtiyar kahveciyi sessiz ve ağır hareketlerle yine işiyle uğraşır buldu. İçeriye birkaç kişi girdi. Muhsin, mağazadan alışverişte bulunmuş bir müşteri tavrıyla koltuğunda irice paketini taşıyarak sokağa çıktı, kalabalığa karıştı.
Muhsin, şimdi yolda giderken ne harcayıp ne kazanmış olduğunu hesaplıyordu. Elli lira vermiş yetmiş iki lira almış; fişekle bir paket revolver de caba… Kârlı dalavere ama soğukkanlılık, akılları durduracak atılganlık, âleme parmak ısırtacak cesaret, çeviklik, nazik anlarda hemen karar vermek gibi zihin işlemesi lazımdı.

13
Akşam yaklaşıyor, Muhsin koltuğunda paketiyle gidiyor. Pakette ne olduğunu bilseler en büyük cezaya uğrayacak. Fakat akşamüzeri Karaköy’de kaynayan siyah insan anaforu içinde koltukları yüklü geçenler hesapsız. Kim ne taşıyor, ne malum? Bunların hangisinden şüphelenip de paketine, bohçasına, çantasına, torbasına bakmalı? Bu işi görmek için hemen o kalabalığın üçte biri kadar polis memuru lazım. Bu olacak şey mi? Kim bilir o anda, cepte, pakette, bavulda, balyada, sandıkta oradan oraya ne yasak, ne zararlı, ne öldürücü, ne yıkıcı şeyler taşınıp götülüyor? İş, kendinden şüphe ettirmemekte.
Muhsin, tavanına kadar adi cigara ve puro dumanı bürümüş birahaneden içeri girdi. Arkadaşlarını bir köşede muhabbet etmekte buldu. Yanlarına gitti. İyice neşelenmişlerdi. Paketini peykenin üzerine, aralarına koyarak oturdu.
Veysel hemen sordu:
“O ne?”
“Revolver.”
“Kaç tane?”
“Ne kadar taşıyabilirsem o kadar aldım.”
“Ucuz mu buldun?”
Muhsin dudağını kıvırarak alaylı bir yan bakışla: “Para mı verdim sanıyorsun?”
“Satılması yasak koca bir paket revolver gündüz ortasında parasız nasıl alınır?”
“Para ile mal alanlar sıradan müşterilerdir. Biz, esnafın, tüccarın, sarrafın, sermaye sahibinin filanın filanın sırtından yaşamaya karar vermedik mi ya?”
“Canım, nasıl aldın?”
“Bir kolposuna getirdim aldım. İnsanın kumarda olduğu gibi hırsızlıktan da talihi açık olursa bu öyle tatlı, kârlı bir iş ki bugüne kadar nasıl olup da aç oturduğuma, aç oturduğumuza şaşıyorum.”
Masanın üzerine karidesinden, midye pilakisinden kızarmış sucuğuna kadar meyhane mezelerinin çeşitleri dizilmişti. Hemen Muhsin’in bir şişe düzü, kadehi, bardağı geldi.
Aziz, içkiden süzülmüş gözleriyle dikkatle, şaşkınlıkla Muhsin’e bakıyordu. Gündüz ortasında tutulmadan, görülmeden, dayak yemeden bir koltuk dolusu revolver aşırıp gelmek; bu ne büyük bir hıza, ustalığa, ataklığa bağlı bir şeydi!
Genç dolandırıcı, derin bir beğenme duygusuyla titreyerek bu sanat pirinin elini öpmeye atıldı.
Muhsin şaşırarak: “Ne yapıyorsun?”
Aziz, sarhoşça bir muhabbetle: “Ustamın elini öpüyorum.”
“Ben ne ustayım ne hocayım.”
“Dudaklarım mübarek eline değsin de ben de faydalanayım.”
Muhsin güle güle sağ elini çekip solunu uzatarak: “Berhudar ol, dert görme, kemik yala et görme, oğlum. Bunu da öp… İstersen istersen ayaklarımı da çıkarayım…”
Maşuk: “Yeter… Burası çırak mektebi değil meyhane…”
Aziz, hazin bir neşe ile gözleri sulanarak kadehini doldurup:
“Ah, ilk hırsızlıklarımda ne kadar dayak yediğimi bilmiyorsunuz. Harp yıllarının açlıktan sokaklarda düşüp düşüp adamlar öldüğü bir zamanı oldu. İşte o vakit ben iki yumurta aşırırken yakalandım, arkama beş yumruk yedim. Ağzımdan kan geldi. O günden beri hâlâ betimi benzimi toplayamadım. İnsanlara, toklara, zemininden tavanına kadar tıklım tıklım zahire dolu mağaza sahiplerine, lokantalarda kartlardan istedikleri yemekleri seçmek hakkı olanlara derin bir kin bağladım. Böyle tımtıkız yiyeceklerle donanmış dükkânların, nefis kebaplar, balıklar tüten lokantaların önlerinden geçerken midem göbeğimden doğru çekilir, büzülür, açılır, sızlar, bir şeyler olur. Bütün ömrümde ona böyle lezzetli yiyecekler veremediğim için sanki bana lanetler eder. Bazı da masaların önünde domuz gibi kalın enseli, kırmızı pancar suratlı, ayı yapılı müşteriler görürüm. Fesi çıkarmış, başını tabağına eğmiş, her lokmayı yutuşunda hazzından gözlerini yumup açarak gövdeye atıştırıyor. ‘Artık yeme be herif, çatlayacaksın!’ narasıyla sokakları çınlatacağım gelir. Bazı da masa başında armut sapı boyunlu sıska, sarartma kimselerin önlerindeki tavuğu iştahsızlık tereddütleri içinde on defa evire çevire istemeye istemeye yediklerini görür de fena hâlde sinirlenirim. Bu, yemeğe karşı tokgözlü adamın ince ense köküne bir yumruk indirerek ‘Kalk be miskin, o tabağın başına ben geçeyim de tavuk nasıl yenirmiş gör. O nimetin kadrini bilmek için niyetsiz olarak aylarla döngel orucu tutmalısın.’ demeli. Pek sofu, namazcı kimseler üç ayları tutarlar. Biz evce altı ayları, seneleri tuttuk. Bu kadar mide işkencesi çektik. Hiç şüphesiz bu açlığımız sahici oruç gibi ahirete de sevap yazılmadı.”
Aziz hepsine karşı yaltaklanmakla boyun kırarak dedi ki:
“Ah ağabeylerim, velinimetlerim, sayenizde midem yemek, cebim para görecek. Şimdiye kadar çaldığım şeylerden karnımdan çok sırtıma yumruk yedim.”
Veysi: “İlerisi belli olmayan bir iş için bize öyle peşin teşekkür etme. Bizimle beraber yumruk, belki de bıçak, kurşun yemeyeceğin ne malum. Oğlum bu iş götürü can pazarlığıdır.”
Aziz: “Razıyım ağabey; miskin, aç gebermektense rızkımı kısmetimi bir başkasıyla çekişerek ölmek benim için şandır.”
Muhsin, revolverleri nasıl aşırdığını anlattı. Hepsi takdir ile göğüsleri kabararak dinledi. Bu vurgunun heyecanıyla ateşlenerek kadehler doldu, tokalar yapıldı.
Veysi, biten duziko şişelerini tazelettikten sonra sarhoşluğun henüz aşırıya varmayan tatlı neşesiyle arkadaşlarının yüzlerine candan birer tebessüm dağıtarak: “Size ehemmiyetli söyleyeceklerim var. Biz, işsizlikten, parasızlıktan, açlıktan küçük bir çete hâlinde toplandık. Henüz hiçbirimiz, elhamdülillah katil değiliz ve hiçbir vakit katil olmayalım. Mesela, gazetelerde okuyoruz: ‘Silahlı dört kişi filan yerdeki bakkal Panço’nun dükkânına giderek tehditle üç bin lira isterler, verecek o kadar parası olmadığını söyleyen bakkalı yaralayarak ölü bir hâlde orada yere serip savuşurlar.’ İşte bu basbayağı, kötü, hayvanca, çirkin bir haydutluk. Biz böyle bakkala çakkala tenezzül etmeyelim. Çoğu kendi yağıyla kavrulan esnafa el uzatmayalım. Cemiyetin zavallı insanlarını soyanları soyalım. Bakınız ilk vurgunumuz nasıl oldu! Biz tavcılardan yarı yarıya pay aldık. Ellerinden hepsini kapıp savuşabilirdik. Lakin onlara da bıraktık. Emeklerinin hakkını tanıdık. Bu centilmence bir çarpış oldu. Onlardan tavcılıklarının vergisini almış olduk.”
Muhsin: “Günahlarının cezasını verdik.”
Maşuk: “Yahut günahlarının yarısını üzerimize aldık, ahiretteki azaplarını hafiflettik.”
Aziz: “Ah, ben bu yağlı vurguna yetişeydim mantarcıların bütün günahlarını yüklenmeye razı idim. Cehenneme bedel kabul etseler ben zengin bir günahkâr ile pazarlığa girişirdim.”
Maşuk: “Ulan Aziz, başkasının günahına bedel senin kendi günahının olmaması lazım gelir.”
Aziz, “Bu ahiret alışverişinde ben çok para alırsam kendim için de ayrıca bedel verir cehennemden korunurum. Ben bir çocuk kadar suçsuzum. Daha dünkü cennet kuşuyum. Çaldımsa ancak karın doyuracak kadar çaldım. On para artırıp kasaya kilitleyemedim. İhtiyaçlarından yüz misli, bin misli, on bin misli daha ziyade aşırıp da âlemin rızkını bankalara hapsedenler düşünsünler. Mezarda Münkir Nekir gelirse yalnız şu arkamdaki yırtık partal elbiselerin sual cevabını vereceğim. Başka dünya malı tutmam. Bu iki melek ipek çorabından pırlanta kravat iğnesine kadar bilmem kaç yüz liraya giyinen şıkları bırakıp da benim şu kopuk kıyafetimle uğraşmak tenezzülünde bulunursa çok şaşarım.” dedi. Kadehini doldurdu.
Veysi: “Ulan Aziz, sen mideni çok ateşleme, attıkça zevzek oluyorsun.”
Aziz: “Ne yapayım ağabeyciğim, bu akşam benim için hayatımda pek az rastladığım bir düğün, bir bayram ziyafetidir. Bu rakıların, bu mezelerin karşısında da düşünmeye varmış bir derviş gibi susulmaz ya… İçimden gelen narayı zor tutuyorum.”
Veysi: “Sakın ha… Sonra işi falso edersin…”
Aziz: “Yüreğimden doğuyor. Rakı çingene körüğü gibi beynime üfürüp içinden bir şeyler taşırıyor. Eğer mektepleri yalnız dışlarından görmeye idim, akıl irfan öğrenmek için şapka giyilen memleketlere gideydim belki şair olurdum, belki muharrir, edip, profesör, konferansçı, işte öyle bir şeyler olurdum. O zaman sarhoş olup boyuna saçmaladıkça sözlerimde herkes derin manalar, hikmetler arardı. Ah zavallı ben, sefalet fideliğinde yetiştim. Bir insan aç kalmayınca, midesinin boşluğundan mortoyu çekmemek için öteberi aşırmadıkça, çaldığını cebine sokarken yakalanıp da karnından evvel vücudu şişinceye kadar marizlenmedikçe hayatı anlayamaz. Böyle yetişmiş yedi yaşında bir çocuk nimetler içinde ihtiyarlamış yetmiş yaşındaki bir moruktan daha bilgili, daha yaşlı demektir.”
Veysi: “Aziz çenen pırtı. Onda bir, mola ver. Bak insanın bir ağzı var iki kulağı… Söylemekten çok dinlemek lazım olduğu bundan anlaşılıyor. Frenkler cilt cilt her tarafa hikmet satarlar. Onlara göre laf gümüş, susmak altınmış. Asri hikmet öğrenmek için arada bir gazete oku.”
Aziz: “Kahvede gazeteler boş kaldıkça ‘kef esa ki pösteki’ diye ben de şavullarım. Paris’te, Londra’da, Amerika’da en ziyade laf söyleyenler susmak altındır diyen koca şapkalıların oğullarıdır. Konferansçılık illeti bize Frenklerden geçmedi mi? Herkesten yüksek bir yerde oturup üç saat ha dırlan ha, ha dırlan ha… Bu konferans çene oyununu çıkaranlar susmak altındır diyenler değil mi? Susmak altın, laf gümüş ise konferans da mutlaka bakırdır. Venizelos’un sözleri paslı tenekedir, Konstantin’in İzmir’deki nutukları çürük hırdavattır. Lloyd George köyde bir Protestan papazının oğlu imiş. Bu papaz oğlunun kasabasında yalın ayak gezdiğini yeminle anlatıyorlar. Verdiği nutukların bütün madenlerden aşağı birer kofti oldukları şimdi anlaşıldı. Aman bu Frenkler her yerde ‘hürriyet, medeniyet, müsavat’ ilan ederler. Çıkarlarına birazcık dokunur bir söz söyle de bak sana ne yaparlar?”
Muhsin: “Aziz oğlum politikaya girme.”
Aziz: “Politikanın en ateşli laf ocakları mahalle kahveleri, meyhanelerdir. Büyük devlet diplomatlarından yüz kişinin halledemediklerini bir fincan kahve, iki cigara yahut dört kadeh rakıdan sonra berikiler çarçabuk faslediverirler.[46 - Fasletmek: Çözmek, sonuçlandırmak. (e.n.)] Bazı bazı bu kahve, meyhane diplomatlarının arasında da cıngar çıkar. Her biri memleketin kurtuluşunu başka türlü düşünür. İşte buna ‘fırka kavgası’ derler. Allah seni beni belasından saklasın, illetlerin hiç ilacı olmayan en belalısıdır. Tehlikeli zamanda siner, havasını buldu teper, pupasına kabarır.”

14
Kendisini dinleyenin olup olmadığına pek aldırmayan Aziz coşuyor, onu bazı yumuşak, bazı da sertçe sözlerle susturmaya uğraşıyorlardı. Oğlancağızın sarhoşken yazdıklarını hayranlıkla okutmanın, söylediklerini şaşırtarak dinletmenin ancak büyük edip ve şairlere mahsus olduğu yolundaki yumurtladıkları yabana atılacak sözlerden değildi.
Veysi parmağını dudağına götürdü. Arkadaşlarına susma işareti vererek: “Rakı insanın zihnini cilalar, abuk sabuk söyletir. Hepinizi kendi vurgunculuk dalaveremizden başka söz söylemek zevzekliğinden menederim. İşimize bakalım.”
Muhsin: “Haklı söylüyor.”
Maşuk: “Ben de hak veririm.”
Aziz: “İki kadeh daha çekersem dayanamam. Lafın gümrüğünü verir yine söylerim.”
Veysi: “Ben senin lakırtı deliğini tıkamanın yolunu bilirim.”
Aziz: “Vurgunculuk dalaveremize dair çok söyleyeceklerim var.”
Veysi: “Sana da söz sırası gelecek, nöbetini beklersin.”
Aziz: “Hiç şimdiye kadar böyle lakırtı yasağına uğradığımı bilmiyorum. İçinde laf birikince insan acaba neresinden çatlar? Bunu anlamak için susacağım.”
Veysi: “Sen böyle laf sıtmasında sürüp gidersen ben senin nerenden çatlayacağını beklemem, bir yumrukta kaburganı deşerim, ne derdin varsa ortaya dökülür, kurtulursun.”
Muhsin: “Veysi sen sözünü tamamla. O istediği kadar dırlansın. Aziz kulağa söylemiyor, havaya söylüyor. Zevzekler, dinletmek için söylemezler, çenelerinin zevki için söylerler. Boş odada kendi kendisiyle konuşanları bilmez misin?”
Veysi: “Birinci vurgunda tavcıları sızdırdık. Bundan pişman değiliz.”
Maşuk: “Asla…”
Muhsin: “Hiç…”
Aziz: “Pay almadığım için bana söz düşmez.”
Muhsin: “İkinci vurgunu ben tek başıma yaptım. Bir kaçakçı mağazasından silah kaldırdım. Avrupa Hanı’nda markayı imzalayan Kastro Munhaym ile Karlos Hanı’nda çırağını bağladığım Perfild Strunger görünürdeki ticaretleri dışında büyük ölçüde silah kaçakçılığı yapan bir şirkete bağlı olmalılar. Bunların cinayetleri üç dört türlü. Memlekete yasak mal sokmak bir. Kaçakçılıkları iki. Dosta düşmana silah satmaları üç. Kıymetten düşmüş eski sistemde revolveri büyük bir kâr ile satmaları dört. Ve daha ve daha… Bu heriflerden parasız beş altı revolver almak, cinayetlerinin binde birini bile karşılamayacak küçük bir cezadır.”
Maşuk, düz dolu kadehin üstüne su akıttı. Berrak içki bulandı, süt gibi beyaz bir renk aldı. Rakının yarısını dikti. Meze tabaklarını birer birer dolaştıktan sonra:
“Biz şunu bunu tarıyoruz, eliyoruz. Kanuna karşı mazeret arıyoruz. Tavcıları üç yüz lira tavladığımızı, silah mağazasında çocuğu bağlayıp sandıktan revolver aşırdığımızı söylesek bu hâlimizi nasıl anlatırsak anlatalım, dünya yüzünde bizi suçsuz görecek bir hâkim bulunmaz sanırım. Yakayı ele verince kimse bize ‘Aferin yiğitler, pekâlâ yapmışsınız.’ demez, bizi hemen deliğe tıkarlar.”
Muhsin: “Malum…”
Maşuk: “Biz Boğmaklı Reşide’yi soyduk, üç yüz lirasını aldık, üç yüz lirasını da üzerinde bırak…”
Muhsin: “İşte bu ahmaklıktır. Bizden daha kuvvetli birkaç kişi işi haber alıp da bize çullanmış olaydılar, üzerimizde buldukları paranın hepsini alırlar, yarısını bize bırakmak hımbıllığında bulunmazlardı.”
Maşuk: “Bu da malum…”
Aziz: “Bana lafı yasak ettiniz ama söylemesem çatlayacağım. Bir insan ya namuslu olur ya hırsız, dolandırıcı, mantarcı olur. Bir parça namuslu, bir parça tavcı hırsız olmak olamaz. Bir adam ya büsbütün öyle olur ya böyle olur. Bulduğunuz paranın yarısını sahibine bırakmakla avallıktan başka bir şey yapmış olmazsınız.”
Veysi arkadaşlarına söz yetiştirmek için bir dolu kadeh yuvarladıktan sonra biraz süzgünlük gelen gözleriyle hepsinin yüzüne bakarak: “Ben lakırtı ebeliği istemem. Ben katilliğin pek kötü bir şey olduğunu deminden beri söyledim. Adam öldürelim demiyorum, geçinelim diyorum.”
Aziz: “Hırsız yakaladığı adama: ‘Çıkar paranı!’ deyince soyulan hemen çıkarıp verse hiç öldürme cinayeti olmaz. Kabahat kimde?”
Veysi: “Biz insanları soyanları soyacağız. Bu davranışımız için özür aramak yahut yaptıklarımızı kanuna, şeriata uydurmak saçma bir şeydir. Yakalanırsak bizim gibilerini götürdükleri yere bizi de tıkarlar. Bunu göze almalı. Ama yine yakalanmamaya bakmalı.”
Maşuk: “Yakalanmayı hangi hırsız ister? Bu, istenilmeyerek uğranılan bir kazadır.”
Veysi: “Bu işin tehlikesinden korkuyor, namuslu kalmak istiyorsanız yol yakın iken dönebilirsiniz.”
Muhsin’le Maşuk gözlerini kadehlere dikerek tuhaf bir gülüşle düşünmeye daldılar.
Veysi, Aziz’in arkasını okşayarak: “Siz çekilirseniz bana bu çocuğun arkadaşlığı yetişir. Çokça lafazan ama vurgunculuk için çok cevherli bir kopil… Zannederim ki sözümden bir nokta dışarı çıkmaz.”
Aziz, sevincinden yerinde birkaç defa hopladıktan sonra lakırtı yasağını bozarak: “Benden her yararlık bekleyiniz. Bana inanınız, bana güveniniz. Emrediniz, denizlerden yürüyerek Adalar’a gideyim. Tayyaresiz beş dakikada Çamlıca’ya uçayım. Masallarda büyülü külahı giyenler gibi şimdi gözlerinizin önünden kaybolayım. Suratımı değiştireyim. Genç iken ihtiyar şekline gireyim, erkek iken kadın olayım.”
Veysi: “Pek iyi, pek iyi… Anladım. Şimdilik lafa yekûn çek. Senden, başka fedakârlık, başka mucize istemem.”
Veysi, bir zaman arkadaşlarının cevaplarını bekledi. İçki, onların üzerlerinde tersine bir tesir yapıyor gibiydi. Serbestleyecek, şahlanacak, suya ateşe saldıracak, her tehlikeye meydan okuyacak yerde uyuşur, duraklar gibi bir şeyler oluyorlardı. Sözlerine cevap alamayınca Veysi devam etti:
“Namuslu kalmak istiyorsanız iki vurgundan aldığınız paralar ile silahları tam olarak bize veriniz.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/can-pazari-69429103/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Mangiz: Para. (e.n.)

2
Kokoz: Parası olmayan, züğürt. (e.n.)

3
Salamurya: Şenlik, curcuna. (e.n.)

4
Boğada: Küllü veya sodalı su ile çamaşır yıkama. (e.n.)

5
Gusto: Beğeni, haz, ağız tadı. (e.n.)

6
Kantin atmak: Palavra, yalan söylemek, aldatmak. (e.n.)

7
İrat: Gelir getiren. (e.n.)

8
Prostela: Önlük. (e.n.)

9
Tavcı: Yurt dışından geldiğini söyleyerek üzerindeki değeri düşük altın veya mücevherleri çok değerli gösterip dolandırıcılık yapan kimse. (e.n.)

10
Mega: Aman Tanrı’m. (e.n.)

11
Tenavül: Yemek, yutmak. (e.n.)

12
Zadegân: Soylular. (e.n.)

13
Luit Corç: David Lloyd George. (e.n.)

14
Tarikat-ı kebabiye: Kebap tarikatı. (e.n.)

15
Şavullamak: Araştırmak. (e.n.)

16
Katalaviz: Anladın mı? (e.n.)

17
Katalava: Anladım. (e.n.)

18
Mortoyu çekmek: Ölmek. (e.n.)

19
Alarga: Açıktan, uzaktan. (e.n.)

20
Çakşır: Paça bölümü diz üstünde veya diz altında kalan bir tür erkek şalvarı. (e.n.)

21
Unnabi: Hünnap renginde, üzüm renginde olan. (e.n.)

22
Celep: Koyun, keçi, sığır vb. kesilecek hayvanların ticaretini yapan kimse. (e.n.)

23
Kıta: Parça, adet. (e.n.)

24
Mezat: Açık artırma ile satış. (e.n.)

25
Muhammin: Malın değerini oranlayan, tahmin eden kimse. (e.n.)

26
Misafir: Gözün saydam tabakasında herhangi bir sebeple oluşan beyaz leke. (e.n.)

27
Çopur: Yüzü çiçek hastalığından kalma küçük yara izleri taşıyan, aşırı çiçek bozuğu olan kimse, işkembe suratlı. (e.n.)

28
Hebenneka: Zeki ve becerikli olmadığı hâlde kendisini öyle sanan kimse. (e.n.)

29
Lakırtı beynimizde: Laf aramızda. (e.n.)

30
Hamail: Omuzdan çapraz olarak bele inen bağ, hamaylı. (e.n.)

31
Tırıl: Beş parasız, züğürt. (e.n.)

32
İnşirah: Ferahlık, gönül açılması. (e.n.)

33
Zağar: Bir cins çoban köpeği. (e.n.)

34
Zuhuri: Orta oyununda taklitçi. (e.n.)

35
Karmanyolacı: Şehir içindeki ıssız yollarda ölümle korkutarak soygunculuk yapan. (e.n.)

36
Ak ağa: Haremlerde hizmet gören hadım ağalarının beyaz ırktan olanı. (e.n.)

37
Kabultü: Kabul ettim. (e.n.)

38
Kezalik: Aynı şekilde. (e.n.)

39
Kaşane: Büyük, süslü köşk, saray gibi yapı. (e.n.)

40
Zıvlamak: Sıvışmak. (e.n.)

41
Curnal: İş yerinde mesaiye başlarken ve mesaiyi tamamladıktan sonra imzalanan defter. (e.n.)

42
Halisüddem: Katışıksız, safkan. (e.n.)

43
Beyni balâ: Beynin üstünde. (e.n.)

44
Kulampara: Oğlancı. (e.n.)

45
İstida: Dilekçe. (e.n.)

46
Fasletmek: Çözmek, sonuçlandırmak. (e.n.)
Can Pazarı Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Hüseyin Rahmi, sert eleştirilerinde kalemini esirgemediği "Can Pazarı"nda, dönemin İstanbul’unda yozlaşmış toplumu gözler önüne seriyor. Gürpınar; hayatın bir kavga olduğu, güçlünün zayıfı ezdiği, adaletin bir türlü sağlanamadığı, bu yüzden aç kalmamak için çalmanın, aldatmanın, dolandırmanın meşru görülebileceğini savunan Yavuzlar Çetesi ile eşitsizliği irdelerken; Nasıh Bey-Nafia Hanım çifti ile İrfan Bey-Halâvet Hanım çifti arasında eşlerin değiştiği bir ilişki yaşantısıyla ahlak ve namus konusu üzerine dikkat çekiyor. “Bu işin bir ‘can pazarı’ olduğunu biliyorum. Size sadakat göstersem hükûmete hainlik etmiş olurum. Hükûmete sadakat göstersem sizi ele vermiş olurum. Hangi tarafa kımıldasam ceza var. Ölüm var. İnsan, kendini şeytana sattıktan sonra artık şeytan kalmalıdır.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв