Cadı
Hüseyin Rahmi Gürpınar
“Bugün en uygar ve gelişmiş ulusların yönetimleri, bayrakları altında toplanmış insanlar hâlâ iki kısımdır. Egemenler, baskı altında olanlar. İşte kanunlar da bu temele göre yapılır. Ahlak kitapları da bu amaç gözetilerek yazılır. Ve böyle olmak da insan yığınlarının bugünkü bilgi, görgü ve eğitimlerine göre zorunlu gibidir.” “Niçin?” “Çünkü bugün insanlar kendilerine bağışlanmış gibi görünen eşitlik, adalet, kardeşlik haklarından büsbütün yararlanabilecek bir bilgi ve eğitim düzeyine yükselmemişlerdir.” “Efendi, ne söylüyorsunuz? Kendi haklarını tanır, başkalarınınkine saygı gösterir bunca bilgin, bunca erdemli insanlar var…” “Bunlar her çağda azın azı bir kısımdır ki zorbalarla bilgisizler arasında ezilen, rahatsız yaşayan zavallılardır. Azınlıktan bir şey çıkmaz. Çoğunluğu yola getirmeli, iyileştirmeli…” “Bugünkü uygarlığı öyle anlatıyor, öyle nitelendiriyorsunuz ki bana Orta Çağ’a dönmüşüz sanısı geliyor.” “Bence iki çağ arasında pek de büyük bir ayrılık yok gibidir.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Cadı
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Yenge ile Yeğen Arasında
“Yenge, bu telaşın ne? Ne oluyorsun Allah aşkına?”
“Müslümanlıkta iki şeyde telaş lazımdır: Kız evlendirmekte… Cenaze kaldırmakta…”
“Buna hiç diyecek yok… Güzel benzetme doğrusu!..”
“Ben şunu bunu bilmem… Biraz kendini çek çevir. Bu ağlamayı, bu somurtkanlığı bırak… Giyin… Kuşan… A dostlar, nedir bu hâlin?.. Bu ağlamış yüzünü görenler kırk yıllık yola kaçarlar. Tanrı’m övmüş yaratmış… Pekâlâ akça pakça sevimli kadınsın… Artık bu yastan vazgeç… Şen ol, şakrak ol. Gül, söyle… Bir kısmetin çıkar çıkmaz seni vereceğiz. Turşunu kuracak değiliz ya?..”
“Yenge, bu eve ben fazla mı geliyorum? Bana yedirdiğiniz bir lokma ekmeği mi sakınıyorsunuz?”
“Aman delinin söylediği lakırtıya bak?.. Senden ekmek sakınan, bir lokmasını bulamasın… O nasıl söz nankör karı?”
“Ne olursa olsun bir saat önce beni başınızdan savmanın yoluna bakıyorsunuz… Belki ben sonuna dek kocaya varmak niyetinde değilim…”
“Ne dedin? Ne dedin? Ebed-el-abad kocaya varmak niyetinde değil misin? Karabaş[1 - Evlenmesi yasak olan din görevlilerine verilen ad. (e.n.)] mı, merabet mi olacaksın? Tanrı, kadını kocaya varmak, erkeği de evlenmek için yaratmıştır. Anladın mı Fikriye?.. Şimdi beni kötü kötü söyleteceksin!..”
“Yenge bir parça Allah’tan korkunuz. Niçin beni böyle sıkboğaz ediyorsunuz? Daha beyimin kefeni solmadı… Yerde yatanı bu kadar çabuk unutmalı mı?”
“Ben Allah’tan korkarım. Her buyruğuna boyun eğerim… Beyin öldü ise Allah rahmet eylesin… Tanrı’nın buyruğu böyle imiş… Ne denir?.. Ölenle ölünür mü? Aylarla ağla bre ağla!.. Bunun sonu ne olacak… Bu ağlamaya göz değil, vallahi Horhor Çeşmesi olsa yine dayanmaz. Suyu kesilir… Sen öleydin acaba o, senin arkandan böyle kırk yıl gözyaşı döküp duracak mıydı? Evlenmeyecek miydi?..”
“Onun ne yapacağını ben ne bileyim?.. Beyimin üstüne evlenmek istemiyorum… Vicdanım bana lanet ediyor… Ben bunu bilirim… İşte bu kadar…”
“Kuzum Fikriye Hanım, kocaya varmayıp da hangi gelirinle geçineceksin? Seni kim besleyecek?..”
“Hah, dedim ya… Sizi bu telaşlara düşüren sebep beslemek meselesi… Ekmek meselesi… Kim mi besleyecek?.. Dayım… Bu evde bu kadar insan besleniyor. Bir benimle çocuğumun kuş kadar boğazı mı çok geliyor?..”
“Ne senin ne de çocuğunun boğazından yüksünen olduğunu, sana Tanrı’ya ant içerek söyledim…”
“Öyledir de evlendirmek için beni bu denli zorlamaktaki maksadınız nedir?”
“Maksadım… Düşüncem, yine senin geleceğin kızım…”
“Çocuğumla birlikte işte aranızda yuvarlanıp gidiyorum. Şimdilik bu kadar aceleye, benim iki ayağımı bir pabuca koymaya sebep var mı?”
“Kızım, sana dayın kırk yıl kalıcı değildir.”
“Dayımın akşama sabaha öleceğine dair Azrail’den sana haber mi geldi?”
“Hay dilin tutulsun! Sorduğu şeye bak!.. Şom ağızlı kaltak! Ölüm sıra ile değildir. Kimin ölüp kimin kalacağını ancak ulu Tanrı bilir… Allah, dayına çok uzun yıllar ömürler versin… Hepimizin üstünden eksik etmesin… Ben, senin için söylüyorum… Senin ölümüne bir şey kalmadı…”
“Hah, iyi ya işte!.. Ölürsem kurtulursunuz…”
Fikriye Hanım, sert bir gücenmeyle başının firketelerini birer birer çıkarıp yeniden saçlarının arasına, oraya buraya yerleştirerek sözüne devamla:
“Kuzum hanım yenge, herkesin ömrünün sonunu ancak ulu Tanrı’mız tayin eder… Benim ölümüme bir şey kalmamış olduğunu nereden bilip de böyle gönülden inanarak söylüyorsun?.. Merak ettim…”
“Mankafa, bunu anlamayacak ne var?”
“Ayıp değil ya, Tanrı’m işte beni mankafa yaratmış; anlayamıyorum… Söyle de anlayayım…”
“Bir kadının iki türlü ömrü vardır…”
“Acayip!.. Bir yaşıma daha girdim… Neler öğreniyorum… Kadının ömrü iki türlüymüş… Kadın kısmı, demek öldükten sonra kertenkele gibi dirilir. Sonradan bir daha ölür, öyle mi?..”
“Karı, söyler söyler, döner yine söylerim… Mankafasın işte… Kertenkele, adamakıllı bir defa öldükten sonra artık bir daha dirilmez…”
“Oh hanım, ben gözüme mi inanayım, sana mı? Kertenkelenin gövdesi ortadan ikiye ayrıldıktan sonra başı bir yana yürüdü, kuyruğu öbür yana gitti…”
“Bu hâl, hayvanın ölüp de yeniden dirildiğini mi gösterir?”
“Bilmem; Tanrı rahmet eylesin büyükannem kimi hayvanların dokuz canı vardır, derdi… Kapana tutulan fareler ne zor ölürler…”
“Allah müstahakkını versin! Şimdi kadınları kertenkeleye, fareye mi benzeteceğiz?..”
“Yılanın da canı birden çokmuş… Yılan öldürüldükten sonra gece ayaza bırakılırsa gökte ilk yıldızı görünce yine dirilirmiş…”
“Sana ne güzel öğretim vermişler, eğitmişler! Belleğini ne olgun bilgilerle süslemişler… Kadının kaç canı varmış? Kadın ninenin tandırnamesinde buna ilişkin açıklamalar yok mu?”
“Kadının bayağı zamanda bir, gebelik vaktinde iki canı vardır.”
“Böyle denmek gelenek olmuş ama bu deyim de yanlış olarak kullanılıyor. Çünkü yaratılış bakımından kadının bir canı vardır. O ikincisi karnındaki çocuğun canıdır. Çocuk doğunca kendi canını alıp çıkacak… Bundan annesine ne?..”
“Gebelik çağında bir kadının gövdesinde iki can bulunuyor ya, sen ona bak…”
“Fikriye, darılma ama çok saf, çok bön karısın!.. Zaten cin fikirli bir insan olsan kocanın ölümüne bu denli ağlamazsın?”
“Canım yenge, sözlerini anlayamıyorum… Bir kadının ölen kocasına ağlaması ahmaklık mıdır? Dayım ölse demek sen ağlamayacaksın öyle mi?”
“Dayın başka… O, başka canım…”
“Ah işte bunu hiç aklım almadı. Bunun başkası, maşkası olur mu? O, sana ne ise öteki de bana oydu. O da koca, o da koca…”
“Karılık kocalıkla geçirdiğiniz dört beş yıl içinde rahmetli seni, kim bilir kaç defa aldatmış… Üzerine ne haltlar etmiştir?..”
“Hiç…”
“Hiç mi? Karının ahmaklığı işte bundan belli olur…”
“Neden?”
“Kocasına sonsuz bir inan göstermekten…”
“Üzerime hiçbir hıyanette bulunmadığına ve bulunmayacağına daima karşımda en büyük antlar içer, dururdu.”
“O yeminleri bana senin dayın da edip dururdu ama bir gün kendisini evimizin arkasındaki bostan kulübesinde bahçıvanın kızı Despina ile yakaladım. Kendi elceğizimle tuttum… Erkeğe inan olur mu? Bu apaçıklığa karşı yine o bana kırk kurt masalı okumaktan çekinmedi. Hâlâ da sadakat yeminlerine devam ediyor… Bu durum, bu gerçek bizde ağababalarımızdan, kadın ninelerimizden, daha onların dedelerinin dedelerinden beri böyle gelip böyle gidiyor. Kızım, lakırtımı karıştırdın. Sözüm nereye gelecekti?.. Bir kadının iki türlü ömrü, yaşantısı vardır. Birincisi ulu Tanrı’nın her kuluna çeşitli ölçüde nasip ettiği beşikten mezara dek süren doğal ömrü… İkincisi asıl kadınlık yaşantısı ki bu da iki kısma ayrılır. İlki otuz yaşına kadar sürer; sonrası kırkı, kırk beşi bulur… Bu iki yaş, kadın için asıl ahiret ölümünden önce gelen biri küçük, öbürü büyük iki dünya ölümüdür. Otuzunda bir kadın, artık kadınlık albenisini yitirecek bir çağa girmiş sayılır. Kırk beşinde üreme görevi verimsizleşir… Yine tandırname yazınında bazı sözler vardır: Bir kız için on beşinde gonca güldür açılır; yirmisinde letafeti saçılır; otuzunda tan yerine atılır; kırkında, ellisinde son evreye kadar birtakım şeyler söylerler. Çöküş sınırı olarak bir kadını otuzunda çektikleri bu tan yeri neresidir? Bilmem. Fakat otuz yaşın gökçe soy için pek parlak bir devir olmadığı anlaşılıyor. Yani kadın, bu yaşta, her ne olursa olsun bir kocaya varmış; bir erkeğe mal olmuş bulunmalıdır. Kocada iken bu çağa giren kadınlar her hâlde bu gerileme devrine adım atmış bulunuyorlar ama -erkeklerin de bu iyiliklerini inkâr etmeyelim- ‘vaktiniz geçti’ diye eşlerini tutup pencereden aşağı atmıyorlar; ‘Artık ne bela ise başımıza bir kere gelmiş bulundu!’ diyerek karılarının dertlerini çekip gidiyorlar. Sana ‘Ölümüne bir şey kalmadı.’ dediğim, kadınlığın değerli çağının manevi ölümü içindir. Ulu Tanrı daha çok vakitler yaşatsın. Asıl ecelin için değil… Öyle ya sen şimdi ferah ferah yirmi sekizindesin… Otuzuna, yani tan yerine çekilmene ne kaldı? İki senecik. Artık ondan sonra yüzüne bakan olmaz. Evde kalırsın. Ölmüş kocanı unutursun. Bu acın geçer. Dayı koltuğuna sığınmış olmaktan bıkar, başlı başına bir evin hanımı olmak ister, koca diye hant hant ötmeye başlarsın; ama iş işten geçmiş bulunur. Ben sana ana öğüdü veriyorum yavrum… Baba ekmeği zindan ekmeği, koca ekmeği meydan ekmeği derler. Başında bir çocuğun, yani bir pürüzün var. Evlenme tavını geçirmek senin için akla uygun değildir. Kimi kadınlar, otuz beşe gelir de yirmi sekiz, yirmi dokuzdan yukarı çıkmak istemezler. Orada demir atarlar. O niçin o? Otuz yaşı, kadınlığın ilk ölümü de onun için… Fakat yaş saklamak ne para eder?.. Bu işten çakanlar bir bakışta anlar. Ben otuzumu atladıktan sonra dayın kimi kez gövdemi yoklayıp da ‘Emine, darılma ama otuzu geçtiğin besbelli oluyor… Piliç başka, tavuk başka…’ derdi. Şakaya buluşturup kartlığımı yüzüme vurur, tan yerine çekilmiş olduğumu anlatırdı… Gücüme giderdi ama ne denir?.. Erkektir. Elli yaşına da gelse daima kendini on sekiz, yirmi yaşında bir kız alabilmeye yaradılıştan yetkili görür. Evet altmış yaşındaki erkek otuzundaki kadını kartlıkla suçlar. Ne büyük haksızlık!.. Acaba Âdem babamız cennette Havva anamıza güvey girdiği zaman aralarındaki yaş farkı ne kadarmış? Bunu bilen var mı? Derin bir şeyhe rast gelsem de sorsam.”
2
Bulunmaz Bir Tunus Gediği[2 - Vazgeçilmeyecek kârlı iş veya şey. (e.n.)]
Fikriye Hanım dört yıl kadar mutlu, tatlı bir evlilik çağı geçirdikten sonra genç, güzel beyinin acıklı bir şekilde birdenbire ölümüyle taze dul kalarak, dayısı Hasan Efendi’nin evine dönmüştü. Zavallı Fikriye, küçük yaşında babasından ve anasından öksüz kalmış olduğu için dayısının evinden başka gidecek bir yeri yoktu. Rahmetli kocası Bedri Bey, varlık adına hemen bir şey bırakmamıştı. Evliliklerinin ürünü olarak yalnız üç yaşında bir kız kalmıştı.
Yaslı dul kadın, kızı yetim Latife’yi bağrına bastırıp dayısının babaca şefkat ve koruma kanadına sığınarak bir odaya çekildi. Durmayıp gözyaşı döküyor. Kocasının ölümü üzerinden aylar geçtiği hâlde, yaslı gözyaşları bir türlü dinmiyordu.
Fikriye’nin bu dönüşü, o zamana değin yalnız başına ev hanımlığına alışmış olan yengesi Emine Hanım’ın hiç hoşuna gitmedi. Bu dul yeğenin her ne suretle olursa olsun bir ikinci kısmeti çıkıp da evlerinden bir ayak önce savuşup gitmesi için ne türlü çarelere, yollara el atabilirse hepsine başvurmaktan geri durmuyordu.
Fikriye Hanım güzel, alımlı, oldukça terbiyeli bir kadındı. Fakat çocuklu bulunması sakıncasından dolayı evlenmeye iştahlı, uygun bir istekli çıkmıyordu. Yenge Emine Hanım, kılavuz kadınlara büyücek paralar adadı. En sonunda bir iki kısmet çıktı. Fakat bunlar da evlenmelerinden, geleceklerinden hayır, geçim umulur kimseler değildi. Kimi ihtiyar kimi sakat kimi züğürt kimi çapkındı.
Fikriye’nin bu kısmetsizliği, yengesinin çaçaronluğunu dayanılmaz bir dereceye vardırdı. Emine Hanım, kocaya varmanın erdemlerini, pek çok gerektiğini açıklama dırdırına artık hiç ara vermez oldu. Türlü dokundurmalar, simgeler, alt anlamlı cümlelerle her gün, her saat bu yüksünmeyi sezen talihsiz Fikriye’nin zaten dertli, yaralı yüreği bütün bütün kan kusuyor oluyordu.
Sonra bir gün kılavuz karının biri, telaşla geldi. Fikriye Hanım için yağlı bir parça, bulunmaz bir Tunus gediği çıktığını müjdeledi. Artık sevinçten yenge Emine Hanım’ın etekleri zil çalmaya başladı. Ona göre araştırmaya, incelemeye, sorgu suale kalkışmaksızın hemen Fikriye’nin bohçalarını bağlayıp sandığını, sepetini toplayarak kocasının evine gönderivermek gerekti. Kılavuz kadının uygun görüşü de böyle idi. O da ivedilikten yana idi. Çünkü bu kısmet pek az ele geçen olağanüstü ekstra türden bulunduğundan, nikâh uzarsa ara yere dedikodu karışır, iş bozulurmuş… Bu adamın iştahlısı pek çok, varmak isteyen kadınların sayısı, sınırı yokmuş… Bozmak için yermeleri; akla ve hayale gelmez, yakası açılmadık iftiralar atmaları; birçok şeyler uydurmaları düşünülebilirmiş. Kılavuz kadın, bu ekstra Tunus gediğini şöyle tanımlıyordu:
“… Bakanlığında, … kaleminin müdürü Naşit Nefi Efendi… Hem şöyle böyle değil… Kelli felli, şanlı şöhretli, bütün yanlarıyla, her yönüyle bir efendi. Yalan kabul etmem. Aylığı dört binden, yaşı da kırktan ziyade… Evcimen, ağırbaşlı, tam karı değeri bilecek çağda bir adam… Dosta kısmet olacak bir parça… Artık buna hiç lam, cim istemez. Söz getirdim. Söz verin götüreyim. İş bitsin vesselam.”
Fikriye Hanım, kılavuz kadının bu özlü, kısa fakat şüpheli övgülerine karşı derin derin düşünerek:
“Hanım, bu adam böyle kırk yaşını geçinceye dek hiç evlenmemiş mi? Bekâr mı durmuş?”
Bu soruya karşı kılavuz kadın, şehadet parmağını, entarisinin yakasından içeriye sokup, gözlerini süze süze gerdanının etrafını tatlı tatlı kaşıyarak:
“Dur kızım. Vebal istemem. Hepsini anlatacağım… Evlenmemiş değil… Evlenmiş… Kısmet olursa galiba sen üçüncü hanımı olacaksın…”
Fikriye Hanım haykırarak:
“Ay ben iki ortak üstüne mi gideceğim? Tanrı’m göstermesin!..”
“Hanım, lakırtıyı iyi anlamadan bomba gibi ateşlenme öyle… A şimdiki tazelerle lakırtı olmuyor ki… Tanrı’m esirgesin, hepsi farfara… Bu efendinin ilk karısı ölmüş. İkincisini boşamış… İşte şimdi sen üçüncü gideceksin… Bir evin bir hanımı olacaksın… Anladın mı efendim?..”
“İlk hanımı neden ölmüş?”
Kılavuz kadın, bir kahkaha salıvererek:
“Kendisine bakan hekimi bulup da hanımın hangi hastalıktan gittiğini sormayı doğrusu unuttum… Ay üstüme iyilik sağlık; bu da lakırtı mı ya? Seninle evlenmek isteyenler, ilk kocanın hangi hastalıktan öldüğünü soruyorlar mı?”
Beri yandan yenge Emine Hanım bağırarak:
Aman Fikriye, kimi kez öyle budalaca sorular sorarsın ki beş yaşındaki çocuk sormaz… Bırak kadını kendi hâline, lakırtısını bitirsin…”
Fikriye Hanım kızarak:
“Sormayınca meselenin pürüzlü tarafına yanaşmıyor ki kendi hâline bırakayım!.. Kısmet olursa galiba ben üçüncü hanımı olacakmışım!.. ‘Galiba’ya dikkat buyuruluyor mu? Peki birinci hanımı neden ölmüşse ölmüş… İkincisini neye boşamış? Bunu sormak hakkım değil mi?”
Kılavuz, parmağının ucuyla hâlâ yakasının içindeki pireyi araştırarak:
“O ciheti pek derin bilmiyorum… Ne yalan söyleyeyim?..”
“Kılavuz değil misin? Her ciheti bilmelisin.”
“Öyle ağır, kibar bir efendiden ‘Sen karını niçin boşadın?’ diye nasıl sorulur?.. Karı kocalıkla ilgili bir iş olmalı…”
“Bak şimdi bütün bütün merak ettim. Karı kocalıkla ilgili o gizli iş nedir acaba?”
“Karı koca, ikisi bir döşekte yatarken aralarına girip de araştırma yapmak gerekir ki bu derece içyüze girmeyi hiçbir kılavuz başaramaz sanırım. Bu denli ince eleyip sık dokumak iyi değildir. Karı bırakan erkeklerin, kocadan boşanan kadınların daima başkalarıyla evlendikleri görülüp duruyor. Birinci, ikinci, evlenmede dirliksizliğe uğrayanların üçüncü, dördüncüde gül gibi geçinip gittikleri hiç işitilmemiş bir şey midir?”
“Peki… Haydi boşanma sebebi… Bu yön kapalı kalsın. Fakat iki evlenmeden bu efendinin hiç çocuğu olmamış mı?”
Kılavuz kadın, göğsündeki pireyi daha derinlerde arayarak:
“Söz sırası hepsine gelecek. Azıcık sus kızım…”
“Ben susarsam sen bu önemli noktalarda sakız çiğneyip gidiyorsun. Çocuğu var mı? Yok mu? Söyle…”
“Var…”
“Kaç tane?”
“İki…”
“Bir de benimki üç… Hepsi bir araya gelirse… Bir curcunadır kopar!”
“Sen her şeye bir kusur buluyorsun… O, senin çocuğunu kabul ediyor da sen onunkilere neye katlanmıyorsun?”
“Sen bu adam için kırkını geçkin diyorsun ama o herhâlde elliyi de aşkın, büyükbabam yerinde bir kimse olacak…”
“Doğum tarihini görüp de kaç yaşında bulunduğunu parmağımla bir bir hesaplamadım… Ben işittiğimi, gördüğümü söylüyorum…”
“Kılavuz hanım, şimdi şu senin göğsünde dolaşan gibi bu işin içinde pek çok pire yeniği var… Meselenin nazik noktalarında kem küm ediyorsun…”
Kılavuz kadın, öfkesinden göğsünü yumruklayarak:
“Aman ne gırgırcı ne kırk merak kadınmışsın!.. Eğer bir yalanım varsa yedi atama lanet olsun! Getiriniz Kur’an’ı abdest alıp üzerine el basarak söyleyeyim. Müslüman değil misiniz? Bunun daha ötesi var mı? Bu adam gibi koca şu zamanda pek az bulunur. Hâli vakti yerinde… Ahlakı, her hâli pek olgun. Mumla aranıp da bulunmayacak bir zat… Benim de iki elim yanıma gelecek… Sizi aldatıp da ne kazanacağım?.. Özünüzü Tanrı’ya doğru tutun. Sözüme güvenin. Vallahi pişman olmazsın. Bu adam, bir eşine daha rastlanmaz yaradılışta bir erkektir. Fakat onu da söyleyeyim ki düşmanı çoktur… İşiteceğiniz tuhaf söylentilere, dedikodulara hiç önem vermeyiniz. Billahi sonra bana dua edersiniz.”
“Tanrı’ya şükürler hepimiz Müslüman’ız. Sözlerine inanmak istiyorum. Lakin sen de inkâr edemezsin ki anlattıklarının içinde lastikli sözler var. Bu kadar iyi adamın düşmanı neden çok oluyor?.. İşiteceğimiz tuhaf söylentiler nedir?..”
Kılavuz kadın, yine dövünmeye başlayarak:
“Hay sıkıntımdan şimdi çatlayacağım! Sözlerime inan. Biraz da Tanrı’ya bel bağla… Çöpsüz üzüm nerede bulunur?.. O adamın da bir iki pürüzü olmasa bu kadar mükemmel bir kocayı sana bırakmazlar.”
“Pürüzü ne imiş?”
Beri yandan yenge Emine Hanım, birdenbire parlayarak:
“Pürüzü neymiymiş?.. Elinin körü! Kadın sana yedi atasına lanetler davet ederek, antlar içerek, Kur’anlara el basarak inandırıcı söz söylüyor… Neye inanmıyorsun? Sen kendini o kadar şikâr bir şey mi sanıyorsun?.. Dünyada senin gibi baba evinde, dayı, hala evinde pinekleyen taze dul çok!.. Fakat başlarına kusan yok… Şimdiki zamanda hani koca?.. Avrupa’da akıllı Frenkler hesap etmişler… Bir erkeğe tam beş karı düşüyormuş… Galiba İstanbul’da daha çok düşüyor ki bizim mahalle bekçisi İsmail Ağa’nın bile biri Arap, öbürü beyaz iki karısı var… Sen varacağın adamın ölen, boşanan karılarını hesaplıyorsun… Ortak üzerine gidenlerin canları yok mu? Kendine gel ayol!.. Ah aman haspam! Bir kara kaşından, kara gözünden başka nen var? Seni bu arkandaki yumurcağınla kim beğenip de alacak?.. Söyle bakayım?.. Hem edep, hayâ denilen şeyler artık dünya yüzünden bütün bütün kalktı mı? Çok şükür Tanrı’ma, dayın hayattayken, ben varken evlenme konusunda sana söz düşer mi? Bu yönleri incelemek, araştırmak bize düşer. Sana ne oluyor? Aman ya Rabbi! Ne ahir zamana kaldık? Şimdiki kızlar, kadınlar velilerine lakırtı bırakmadan sözü kendileri kesiyorlar. Nerede ise yeni doğan çocuklar da göbeklerini kendileri kesecekler… Kıyamet alametleri! Biz nezaket ettik de bu işte hanımefendinin düşüncesini sorduk. Bu nezaketimizi sindiremedi. Affedersin. Hata ettik. Haydi bakayım odana. Kılavuz hanımla yalnız görüşeceğiz.”
Fikriye Hanım, çıkmak üzere kalkar. Fakat son gücenikliğini gizleyemeyerek:
“Beni başınızdan savmak için koca yerine ortaya bir canavar bile çıkmış olsa kaldırıp önüne atıvereceksiniz… Evlendirilecek kadının oyu sorulmazmış… O eski usul yengeciğim… Kadın ninelerimizin çağında belki öyle idi. Fakat şimdi değil… Zamane kızları varacakları erkekleri kendileri seçiyorlar… Pekâlâ sözlerini de kesiyorlar. Yalnız velilerine ‘Ben falan adama varacağım.’ diye kararı bildirmiş oluyorlar.”
“Ben seni alık sanıyordum ama sen epey fenlenmişsin. Bu yeni usul evlenmeleri nereden öğrendin?”
“Ben de hâlime göre gün gördüm. Çocuk anası oldum… Bebecik değilim ya!..”
Kılavuz kadın, göğsünü dağlamakta olan pireyi bu aralık yakalar. Bir öç alış gülümsemesiyle iki tırnağının arasında “çıt” diye kırarak:
“Fikriye Hanım kızım, gel sen şu adama var da düşmanların işte bu pire gibi çattadak ortalarından çatlasınlar. Lakırtıyı uzatmayın. Kendinden büyüğünün sözünü dinleyen zarar etmez…”
Fikriye Hanım, öfkesinden dudaklarını ısırarak:
“Benim oyumu niçin alıyorsunuz? Kocaya varanın düşüncesi sorulmazmış!.. Yengem beni, baksana odadan kovuyor… Satılık halayığın oyu alınır mı? İşte ben de o demeğim. Siz ikiniz konuşunuz. Karar veriniz. Dayıma da işi bildiğiniz gibi anlatınız… Ben bu evden ne suretle olursa olsun gideyim… Yengem rahat etsin… Sen de beş on kuruş kazan!”
3
Doğru Sözlü Bir Kocakarı
Fikriye Hanım’ın kinaye yoluyla ağzından çıkan bu sözlerin etkisi gerçekten yerini bulur: Kılavuz kadın her gün gider, gelir. Yenge hanımla bir odaya kapanıp kapıyı sürmelerler. Saatlerce gizli konuşurlar. Bu özel konuşmalarına hiçbir gün Fikriye Hanım’ı kabul etmedikleri gibi bir süre, kesin kararları hakkında da kimseye renk vermezler. Fikriye, meraktan ölür… Yengesinin elinde olsa kendini bir an önce evden savacağına şüphe yok. Fakat iş neye uzuyor? Demek çözülmesi gereken nice zorluklar, pürüzler var… Evlenmenin olabilmesi için, gösterdiği her türlü engeli yıkan şiddetli isteğe karşın, yenge hanımın bu hızlı gidişini durduran zorluk acaba nedir? Kılavuz kadının ağzından kaçırmış olduğu şu “Bu adamın düşmanı çoktur; işiteceğiniz dedilere kodulara, özellikle tuhaf söylentilere önem vermeyiniz.” sözleri Fikriye Hanım’ın düşünce gecelerinde, düşünme saatlerinde, düşlerinde durmadan tekrarlanıyor; tedirgin edici, heyecan verici tınlayışlarla kulaklarında, çözülemez, korkunç bir bilmece gibi çınlayıp duruyordu.
Çok sürmez. Gerçekte bu dediler, kodular, tuhaf söylentiler başlar. Fikriye’nin merakı bu kez olanca gücüyle korkuya döner. Bakınız nasıl:
Yenge Emine Hanım’ın, sır dolu telaşları, gizli konuşmaları sonucunda besbelli var olan zorluklara bir çözüm yolu bulunur. Dayı efendiye mesele, bir yumuşak biçimde anlatılır. Kılavuz kadının becerikliliği sayesinde her şey yoluna girer. İş pişirilip kotarılır.
Günün birinde Fikriye Hanım’a, Naşit Nefi Efendi ile nikâhlarının kıyılacağı haber verilir. Zavallı kadından çıkacak evet veya hayır cevabını dinlemeyi bile önemli saymayarak işe girişilir. Eksiği, gediği tamamlamak için çarşıya, pazara gidilmeye, nikâh hazırlıkları görülmeye başlanır.
Evlenme günü yaklaştıkça yenge hanımın telaşı her gün bir parça daha artar. Gelen, giden konuk kadınlarla uzun uzadıya fısıltılara girişir. Fikriye Hanım, odadan içeriye girince sözler değişir, bütün yüzler garipseyen bir acıma tavrıyla önce o zavallıya, sonra anlamlıca ve gizlice soran bakışlar birbirine dikilir. Herkes birbirine baka baka dudaklarını ısırır.
Evet, gizli bir hâl var. Ortada bir şey dönüyor, Fikriye’ye büyük bir oyun oynanıyor ama nedir?
Yenge Emine Hanım’ın, Fikriye’ye duyurmamak için gelene gidene karşı ettiği sıkı tembihlere, gösterdiği tedbirlere, sakıntılara karşın, sonunda bir gün bu önemli sır patlak verir. Bunun ne olduğunu Fikriye de öğrenir. Tüyleri ürperir, nefesi kesilir…
Bir gün eve Habibe Hanım adında eski dostlarından eli değnekli, yaşlı bir konuk gelir. Daha kapıdan girer girmez yenge Emine Hanım önüne çıkarak Naşit Nefi Efendi hakkındaki söylentilerin Fikriye Hanım’ın yanında ağıza alınmaması için gerekenleri söylemeye girişir. Fakat konuk hanım, değneğini titrek eliyle ve öfkeyle bir savurarak:
“Baksana hanım, sen bu eve gelin gelmezden yirmi yıl önce ben bu aileyi tanırım. Yalnız Fikriye değil, hemen hemen onun anası da benim elimde büyüdü gibi bir şeydir. Dostlarımız öldüyse hatırları ölmedi. Ben bugün buraya Allah için birkaç söz söylemeye geldim…”
Yenge Emine, o saate değin pişirmekte olduğu aşa bir kocakarının soğuk su katmaya kalkıştığını anlayınca öfkeyle:
“Büyük hanım, bu evin ne kadar büyük ve eski dostu olursanız olunuz, şu saatte burada bir misafirden başka bir şey değilsiniz. Nasıl söylenirse o yolda davranmak üzere içeri kabul olunabilirsiniz… Yoksa!..”
Kocakarı, arkasına giydiği geniş hırkanın kabarıklığı ile iki omzu ortasında bir kaplumbağaya benzeyen başını yerinme ile sağa sola döndürerek:
“Sözünü bitir bakayım!.. Yoksa, kapı dışarı öyle mi?”
“Evet… Ne yazık ki öyle…”
“Sen bana iyi bak hanım!.. Ben öyle senin gibi şımarık yeni hanımların sözleriyle hareket eden kocakarılardan değilim. Gözünü aç yavrum! Hem sen karşımdan çekil! Fikriye gelsin. Benim sözüm ona… Seninle bir işim yok!”
“Bu evin hanımı benim… Fikriye’nin burada ‘esamisi’ okunmaz! Sabahleyin bunakça lakırtılar dinlemeye de vaktim yok! Bir gürültü çıkarmadan buradan selametle gidiniz… Haydi bakayım büyük hanım!.. Haydi!..”
Kocakarı, korkunç bir taşkınlıkla değneğini Emine Hanım’ın suratına doğru savurarak:
“Çekil karşımdan yelloz!..”
“Ay bu titrek hâlinle beni mi döveceksin?..”
“Evet, seni döveceğim! Öteye bile geçeceğim…”
“Sen bunamışsın hanım… Yanlış yere geldin galiba!.. Burası kavga yeri değil… Pabucu büyüğe[3 - Papucu büyük: Okuyup üfleyerek ve muska yazarak büyü bozduğuna, sorun çözdüğüne inanılan kişi (e.n.)] git de okun…”
“Tanrı’ya şükürler ben bunamadım… Bu yaşında sen bunamışsın… Ne dediğini bilmiyorsun. Ben yanlış yere gelmedim. Hasan Efendi’nin evine geldim. O kocan olacak herifi elime bir geçirsem önce onu döveceğim! Sana ne kadar yüz vermiş böyle… Dünya değişti: Ayaklar baş, başlar ayak oldu. Şimdiki karılar, kocalarına komuta ediyorlar… Âlemin düzeni, nizamı bozuldu. Sen ıslah eyle Tanrı’m! Ne günlere kaldık!..”
“Benim kocama karşı olacak davranışım senin ne üstüne vazife!.. Âlemin nizamından, düzeninden sana ne? Bir ayağın çukurda, senin şurada üç günlük ömrün kalmış… Onun bunun dedikodusuna karışacağına Tanrı’dan af dilemekle, ibadetle uğraşmana bak…”
“Haydi karşımdan çekil kadın! Senin öğütlerine muhtaç değilim… Ölüm, yaşla sırayla değildir. Gençliğine güvenme. Kimin ölüp kimin kalacağını bir Tanrı’m bilir. Onun işine karışılmaz… (Haykırarak) Fikriye, neredesin kızım?.. Gel bu çaçaron yengenin elinden beni kurtar! Sana söyleyecek birkaç önemli sözüm var!”
Zaten bütün bu sert konuşmayı merdivenin camlı bölmesi arkasından dinleyen Fikriye Hanım, bu çağrı üzerine ortaya çıkar. Yengesinin öfkeli bakışlarına önem vermeyerek gider, saygıyla büyük hanımın elinden öper… Kocakarı da Fikriye’nin alnına bir öpücük kondurarak:
“Gel yavrum gel… Rahmetli anacığın üç gecedir sıra ile düşlerime giriyor ‘Kızımın başını ateşlere yakıyorlar. Git, kurtar!’ diye yalvarıyor… Seni Naşit Nefi Efendi adında bir adama veriyorlarmış… Söz kesilmiş. Nikâh olmak üzereymiş… Bu adamın kaç karı boşadığını, ne belalı herif olduğunu, ne korkunç geçmişi bulunduğunu biliyor musun?”
O saate değin kendinden gizlemeye uğraştıkları önemli sırlara artık ermek üzere bulunduğunu anlayan Fikriye, iyiliğini isteyen bu kocakarının karşısında baştan ayağa kulak ve canlı bir dikkat kesilerek:
“Hayır bilmiyorum…”
“Bilmiyorsun da öyle ‘netameli’ uğursuz bir herife ne varıyorsun? Başın bacadan mı aştı?..”
“Ben varmıyorum… Veriyorlar… Dayım, yengem dururken bu konuda bana söz düşmezmiş… Araştırmalar, incelemeler, bütün iyi ve kötü onlara aitmiş…”
“Bu zamanda bir halayık bile istemediği bir yere satılamaz. Sen varmam diye direndikten sonra zorla nasıl verebilirlermiş bakayım?.. Ben sana duyduğumu olduğu gibi anlatayım da cesaret edebilirsen bu herife var.”
Bu korkunç kocakarının çenesini tutmanın artık elden gelemeyeceğini büyük bir üzüntüyle gören yenge Emine Hanım, iki elini -işi oluruna bırakırcasına- göğsüne kavuşturarak çaresizlik anlatır bir durumla:
“Senin açığa vurmana hacet yok, senden önce ben söyleyeyim… Çünkü senin duyduklarını, olduğu gibi, biz de duyduk.
Fikriye’yi göstererek:
“Duydunuz da bu zavallıya niçin haber vermiyorsunuz? Bucak bucak her şeyi saklıyorsunuz?”
“Büyük hanım, inanılacak bir şey değil ki söyleyelim. Bir masaldan, bir hayalden, şunun bunun uydurmasından ibaret boş dedikodular…”
“Nasıl boş dedikodu?.. Nasıl masal?..”
“Naşit Nefi Efendi’nin ölen ilk karısı Binnaz Hanım güya cadı olmuşmuş da kocasının aldığı karıları boğmak için gece mezarlıktan çıkar, eve gelirmiş. Söyleyeceğiniz bu değil mi?”
Kocakarı, Tanrı’ya sığınarak, büyük bir telaşla hırkasının yakasını ısırırken:
“Öyle ya!..”
“Bunca gün görmüş koskoca ak saçlı bir hanımsınız. Siz bu uydurma şeye inanıyor musunuz?”
“Neye inanmayayım?.. Cenaze evde yattığı gece üzerinden kedi mi atlatmışlar? Ne yapmışlar? Zavallı hatun, Tanrı esirgesin işte cadı olmuş…”
Yenge Emine Hanım, kocakarının bu saflığına karşı biraz yumuşayarak:
“Hanım nineciğim, şimdi öyle cadıya, hortlağa pek inanan kalmadı… Üzerinden kedi atlatmakla bir ölü cadı oluverse bütün mezarlıklar cadılarla dolar, diriler için artık rahat ve huzur kalmazdı… Sizin gibi iyi yüreklilerin saflığıyla eğlenmek için bazı kötüler, böyle şeyler uydurup arayıcı fişeği gibi ortaya salıveriyorlar. Birçok suçsuzların da felaketlerine sebep oluyorlar. Bizim Fikriye Hanım da sizin gibi saftır. Her işittiği şeye inanıverir de işte onun için, ben bu ciheti kendinden saklamaya uğraştımdı. Biz inceden inceye araştırdık. Naşit Nefi Efendi pek olgun bir adammış. Böyle koca her zaman ele geçmez… Herkesin akılalmaz birtakım uydurma saçmalarına bakıp da bu kısmeti kaçırmayalım. Siz gerçekten ailemizin eski dostuysanız, Fikriye’nin iyiliğini isterseniz bizimle birlikte ona öğüt veriniz de bu adama varsın… Biraz gün görsün, safa sürsün… Haydi buyurunuz. Bir kahve içip dinleniniz…”
Yenge Emine Hanım, kocakarıyı odaya alır. Başköşeye oturtur. Eline kahveyi sunar… Yaşlı kadın, bu davranışın, aldığı şu ikram ve nezaket sonucunun karşısında tutumunu değiştirme gereğini sezerek der ki:
“Vallahi kızım, sandığınız kadar saf bir kadın değilim… Bu cadı lakırtısını duyunca ben de hoppadak inanıvermedim. İlk önce güldüm. ‘Büyü tutturmak için uyduruyorlar. Büyülerine tavşan başı.’ dedim. Bunu bana komşumuz Hürmüz Hanım haber verdi. O, Naşit Nefi Efendi’nin bıraktığı kadınlardan birini tanıyor. Şükriye adındaki bu kadın, Frenk mektebinde okumuş; Türkçe, Fransızca, İngilizce ve her türlü dilden biliyor. Yazma, okuma, resim, nakış, bilmediği yok. Uçanla kaçan elinden kurtulmuyor. Başına gelenleri âdeta bir roman gibi koca bir kitap yapmış… Taşkasap taraflarında bir kocaya daha varmış. Bu Şükriye, Hürmüz’e cadı hakkında pek fena şeyler anlatmış. Dinlerken tüylerim hep diken diken oldu. Bunlar ne masal ne hayalat… Kadın kendi serüvenini hikâye etmiş… Bu, korkunçluğu kadar da tuhafın tuhafı olan hikâyeyi işitince meraktan duramadım. Zaten işim gücüm ne?.. Bir gün Hürmüz’le birlikte kalktık, Taşkasap’a Şükriye’nin evine misafir gittik. Kanı sıcak, fıkır fıkır, lakırtıcı bir taze… Kadın bize izzet, ikram, kıyamet… Parça parça oldu. Nereye oturtacağını bilemedi. ‘İkramı, külfeti bir yana bırak da gel şöyle karşıma otur. Cadıyı anlat… Meraktan helak olacağım yavrum. Çünkü bu Naşit Nefi Efendi, pek sevdiğim bir aileden kız istemiş… Ben buraya olup bitenleri soruşturmaya geldim. Gerçek her ne ise bizden saklama, olduğu gibi söyle.’ dedim. Şükriye Hanım bize cadı ortağını bir bir anlattı. Yetmiş yaşıma girdim kızım, böyle acıklı, tuhaf şey işitmedim. Ben şimdi size ne söylesem mübalağaya yorarsınız. Birlikte geliniz. Sizi oraya, Şükriye Hanım’ın evine götüreyim. Kendi kulağınızla işitiniz. Kılavuz kadınların sözlerine inanmayınız. Naşit Nefi Efendi, ilkinden sonra şimdiye değin tam yedi karı almış… Artık zavallı adama İstanbul içinde hiçbir kadın varmıyormuş… Bu cadı eşinden dolayı pek fena adı çıkmış… Şükriye’nin dediğine göre iyi ahlaklı bir kimse imiş… Böyle uğursuz, belalı bir adamın ahlakı ne kadar güzel olursa olsun para eder mi? Tanrı’m kısmet etmesin, ya eğer bizim Fikriye bu adama varacak olursa dokuzuncu karısı olacak… Sonunda ya boşanacak ya boğulacak… Başka bir hayır beklemeyiniz…”
Ertesi günü soruşturmak için hep birlikte Taşkasap’a, Şükriye Hanım’a gidilmeye karar verilir…
4
Dünyada Neler Olmaz?
Kocakarı gittikten sonra yenge ile yeğen arasında yine bir kızılca kıyamettir koptu. Fikriye aşırı karamsarlığından, tiksintisinden kendini yüzüstü minderin üzerine atarak haykıra haykıra:
“Aşk olsun yenge! İnsaniyetine teşekkür ederim! Hakkımdaki şefkatsizliğini biliyordum ama beni bu evden savmak için boğdurmaya gönderecek kadar bir vahşiliği göze aldıracağını düşünemezdim! Çok şükür onu da öğrenerek ne yaradılışta bir kadın olduğunu anladım!”
“Ah aptal karı ah… Ben senin yararına uğraşıyorum, sen bak aleyhimde ne kötü sanılarda bulunarak kalbi bozuk bir kadın olduğunu ortaya koyuyorsun.”
“Beni, karısı cadı olmuş bir adama vermek, yararıma çalışmak demek midir?”
“Böyle masallara inanıyor musun Fikriye?”
“Niçin inanmayacağım?..”
“Böyle şeyin aslı olur mu canım?”
“Aslı olmaz da bu işittiklerinizi benden niçin saklıyordunuz?”
“İşte böyle beyinsiz bir yaratık olduğunu biliyordum da inanacaksın diye saklıyordum. Düşündüğüm yine geldi çıktı ya…”
“Yaşlı hatunu dinlemedin mi? Ne büyük bir yürek gücüyle ne derin bir güvenle söylüyordu!”
“Üzerinden kedi atlarsa ölü cadı olur diyen bir bunağın saçmalarına inanıyorsun da benim akıl ve mantık içindeki sözlerime neye inanmıyorsun, güvenmiyorsun?..”
“Serüvenin sahibi Şükriye Hanım’ın kişisel tanıklığına ve dosdoğru anlattıklarına ne diyeceksin?..”
“İşte yarın gidip bu hanımı dinleyeceğiz. Kim bilir bu da ne alık bir karı olmalı ki böyle saçma sapan sebeplerden kocasından ayrılmış…”
“Yenge, böyle ezbere hüküm vermekle olmaz. Büsbütün asılsız yere de bu söylentiler çıkmaz. Şükriye Hanım neden alık bir kadın olsun? Birkaç dilden okuyup yazmak bildiğini işitmedin mi? Haydi olmazı olur sayarak Şükriye Hanım’ı alık bir kadın kabul edelim. Naşit Nefi Efendi’ye eşlik eden öbür altı yedi kadının hepsi de mi alıktı? Ya boğulana ne diyeceksin?”
“Fikriye, benim babam ‘tarik-i nazenin’dendi. Beni pek gözü kapalı büyütmedi. Seksen Şükriye Hanım tanıklık etse ölüp gömülen bir kadının mezardan çıkarak ortaklarını boğmaya geldiğine beni inandıramazlar.”
“Hanım yenge, dünyada herkes ahmak, herkes budala da yalnız sen mi akıllısın? Cin, peri, cadı, hortlak yok mu? Bütün dillerdeki sözlüklere bu kelimeler büsbütün asılsız, anlamsız olarak mı yazılmış?.. Kimi ölülerin ruhları ailelerini, evlerini ziyarete geldiklerini hiç işitmedin mi? Dünyada soyları kesilmiş ruhların cami, tekke kapılarında dolaştıklarını kürsü şeyhleri bar bar bağırarak cemaatlerine anlatmıyorlar mı? Kesikbaş hikâyeleri büsbütün efsane mi? Kimi mezarlıklarda, şehitliklerde, kale, hisar barûlarında kanlı kefeniyle dolaşan şehit ruhlarına ilişkin menkıbeleri hiç dinlemedin mi? Geçenlerde Laleli taraflarında bir evliya ‘Ben burada duvar altında yatmaktan sıkıldım. Duvarı yıktır. Bana bir türbe yaptır. Kandil yaktır…’ diye bir paşanın düşüne girmedi mi?.. Ben pek okumuş bir kadın değilim ama bizim tarihlerimizde böyle yüzlerle rivayetler yok mu? Fetih zamanında Yavedut Hazretleri, mezarından çıkıp da ‘Gâvurcuklarıma dokunmayınız!’ nidasıyla Fatih’in güllelerini eliyle durdurarak kuşatılmış Hristiyanları savunmadı mı? Daha geçenki Yunan savaşında Emir Buhari Hazretleri’nin yeşil sarık ve cübbesiyle savaşa katıldığını komşumuzun oğlu kurmay subayından dinlemedin mi? Daha ne kadar örnek ve kanıt istersin?”
“Kızım, bu dünya kurulalıdan beri bu konuda söylenen, yazılan şeylerin hepsine karşılık verecek kadar bilgin bir kadın değilim. Böyle şeylere ne senin ne de benim iyiden iyiye aklımız erer. Meseleyi birbirimize açıklayalım derken incelemeksizin inanılması emredilen kimi yönlerde aldırışsız davranarak belki boyumuzca günaha gireriz. Şimdi buraya tarih sayfalarını, Yavedut Hazretleri’ni, Kesikbaş hikâyelerini, şehit ruhlarını falan karıştırma… Anlamak istediğimiz meseleyi bütün bütün bulandırmış olursun… Benim iddiam işte budur: Naşit Nefi Efendi’nin eşi Binnaz Hanım ölür. Ölüm bir belediye doktoru tarafından tasdik edilerek gömülmesine ruhsat verilir. Kalabalık bir cemaat huzurunda aşirler, dualarla gömülür. Bilmem kaç ay veya yıl bütün ölülere özgü bir salt sessizlikle mezarında yatıp çürür. Bu kadar gerçeklerin oluşundan sonra bu kadının birdenbire kocasına gücendiği için mezarından kalkarak ortaklarını boğmaya gitmesi yok mu bin tarih kitabından kanıtlar getirsen işte ben buna inanmam Fikriyeciğim!..”
“Ben inanırım. Dünyada neler olmaz…”
“Bu işte her hâlde karanlık kalmış olağanüstü bir tuhaflık var. İşte ben bunu merak ettim. Sen Naşit Nefi Efendi’ye varsan da varmasan da bu noktayı aydınlatmaya uğraşacağım. Yarın Şükriye Hanım’la görüşürüz. Sandığım gibi bu kadın alıkça bir şey olmalı. Bu görüşmede bazı noktaların açıklanmaya elverişli gerçeklerine rastlayacağımızı umuyorum. Türlü dilden okuyup yazan bu bilgiç hanım, bakalım serüven kitabına neler yazmış? Açıp bize okusun. Eğer umduğumuzun tersine hiçbir şey anlayamazsak o zaman dayını, evet bizim efendiyi, geniş bilgi almak için doğrudan doğruya Naşit Nefi Efendi’ye gönderirim… Bakalım Nefi Efendi kendi hakkında dönüp duran bu tuhaf söylentilere karşı ne diyecek? Bu sözleri doğrulayacak mı, yorumlayacak mı yoksa büsbütün ret mi edecek?”
“Evlenecek bir adamı yine kendinden sormak pek tuhaf olmaz mı?”
“Ne olursa olsun…”
5
Şükriye Hanım’ı Ziyaret
Ertesi günü büyük hanım değneğini kavrayarak Hasan Efendilerin Süleymaniye civarındaki evine gelir. Yenge Emine, Fikriye hanımlarla kılavuz kadın ve kocakarı hep birden bir arabaya dolup Taşkasap’a, Şükriye Hanım’ın evine giderler. Her tarafı ovulmuş, süpürülmüş, altı yedi odalı temiz bir ev… Şükriye Hanım, konukları karşılamaya çıkar. Kara kaşlı, kara gözlü, beyaz, ufak tefek şirin bir taze… Her iki taraf, sanki kırk yıldan beri birbirini tanıyorlarmış gibi bir teklifsizlikle ve tatlılıkla karşılar. Hemen sohbet başlar. Önce kocakarı der ki:
“Şükriye kızım, bak sana ortak olacak hanımı getirdim.”
Şükriye gülümseyerek:
“A bana niçin ortak olsun… Öküz öldü ortaklık ayrıldı. Naşit Efendi ile benim bir ilişiğim kalmadı. Bir süre dolacak çilem varmış, doldurdum. Çok şükür ulu Tanrı beni kurtardı. Kendi gönlümce bir koca daha verdi… Olabildiğince geçinip gidiyorum işte…”
Emine Hanım: “Naşit Nefi Efendi ile geçen evlilik sürenize, çile doldurmak diyorsunuz. Demek çok sıkıntı çektiniz…”
Şükriye Hanım: “Hanım, sıkıntı da acaba lakırtı mı? Dünyada böyle bir felaket hangi bir kulun başına gelmiştir?”
Fikriye Hanım: “Ne oldu kuzum kardeş?”
Şükriye: “Ne olacak? Canımı kurtarabildiğime ne mutlu! Bugün sağ kaldığıma yüz bin hamd-ü senalar olsun. Çünkü benden öncekini cadı boğmuş…”
Kılavuz kadın: “Mübalağa etme hanım… (Fikriye Hanım’ı işaret ederek) Eski kocanız Naşit Nefi ile bu taze için söz kesiliyor. Buna engel olmak bir ev yıkmak demektir. Kısmet bozanlık iyi değildir…”
Şükriye Hanım ateşlenerek:
“Eğer bir kelime mübalağam varsa göz bebeğim bir tanecik yavrumun ölüsünü öpeyim! Ne Naşit Nefi Efendi için ne de bu hanım için… Ben ancak Allah için söyleyeceğim… Olup biten gerçekleri hikâye edeceğim. Sözlerime inanmayacaksanız söyleyiniz, boş yere ne ben yorulayım ne de siz rahatsız olunuz.”
Büyük hanımla Fikriye Hanım ikisi birden haykırarak:
“Yoook bak kılavuz kadın, daha şimdiden söz kesmeye kalkma… Şükriye Hanım’ı kendi hâline bırak… Bildiği gibi anlatsın… Ebeci gebeci, ara yerde sen neci? Alacak adam orada, varacak kadın burada… Senin bu işteki çıkarın, yetkin doğru dürüst söz getirip götürerek beş on kuruş kazanmak… Bunun ötesi var mı? Kes sesini! Biz burada iken sana lakırtı düşmez!”
Kılavuz kadın: “Peki peki sustum. Kızmayınız. Ömrümde hiç masal dinlemedim değil ya!.. Bir cadı hikâyesi de burada dinlemiş olurum…”
Yenge Emine Hanım gücenik bir bakışla:
“Daha söz başlamadan itiraza kalkışmak hiçbir kurala uymaz.
Eski eşiyle geçen serüveni hakkında bize hesap vermek, Şükriye Hanım’ın ne boynunun borcu?.. Allah razı olsun. Bu konuda bize karşı lütfediyorlar, incelik gösteriyorlar. Bu büyük iyiliklerini kötüye kullanmayalım.”
Şükriye Hanım: “Teveccühünüze teşekkür ederim hanımcığım. Siz benden insanlık adına bazı bilgiler soruyorsunuz. Gördüğümü, bildiğimi, daha doğrusu, uğradığım korkunç felaketi size olduğu gibi anlatmak boynumun borcu… Ben nasılsa vaktiyle bu bela ağına düştüm, bari başkası düşmesin. (Fikriye Hanım’ı göstererek) Yazık değil mi gül gibi taze… Ulu Tanrı kısmetini daha uygun bir yandan ihsan buyursun…”
Bu sırada hizmetçi kahve getirir. On üç on dört yaşında kırmızı yüzlü, yahni yanak, erkek suratlı bir Türk kızı… Anadolu’nun kimi illerine yaygın deri hastalığından dolayı başı yolunmuş, tıraş edilmiş, şimdi fırça gibi siyah saçlar fışkırmış. Erkek biçimini andıran ‘alabros’ saçların altından sarkan, pazardan alınmış boncuk küpeler, kulaklarında sanki bu yüzün hangi cinsten olduğundan, kadınlığından şüphe edilmemek için takılmış tuhaf yalancı bir belge durumu gösteriyordu. Kızın üstünde küçük, büyük ve erkek, kadın aile bireylerinin giydiklerinden birer örnek vardı: Kenarı kırmalı etekliğin küçük hanımın; parmak dikişli babayani hırkanın, büyük hanımın; yaşına göre hayli hürmetli olan ayaklarının topuklarından yine iki üç parmak kadar taşan terliklerin de efendinin eskileri olduğunu anlamak için büyük bir kavrayışa ihtiyaç yoktu.
Kızcağız, tepside ağız ağıza dolu fincanları taşırmamak için ellerini ileriye uzatıp belini içeri, kıçını dışarı vererek bayağı terazi ile ipte yürüyen acemi bir cambazın tehlikeli, özenli adımlarıyla geliyor; bir kazaya ön vermek korkusuyla sağ ayağını atınca dilini ağzının sol ucundan dışarı uzatarak şiddetle ısırıyor; sol ayağını uzatınca aynı eylem ağzının sağ yanında kendini gösteriyordu.
Kızı bu kötü huyundan vazgeçirmek için pek çok azarlamış olan Şükriye Hanım, bu kez de öfkelenerek:
“Ha!.. Nazikter![4 - Nazikter: Daha nazik, en nazik. (e.n.)] Dilini içeri sok! Terbiyesiz!”
Bu komutaya karşı zavallı Nazikter, birdenbire durdu. Oluveren sarsıntıdan tabaklara birer parça kahve döküldü. Bu suç Nazikter’den çok hanımda idi. Çünkü kızın ağzında oynayan o dili, işleyen bir makinenin ‘regülatör’ü gibi bir hareket düzenleyicisiydi. Ona “Dilini çıkarma!” demek, “Kahveyi dök!” emrini vermekle birdi. Kızcağız odanın ortasında donakaldı. Melül melül hanımın yüzüne bakıyor, dilinin hareketine izin verilmedikçe elindeki tepsi ile bir adım daha ileri gidemeyeceğini hâliyle anlatıyordu. Şükriye Hanım öfke ile yerinden fırlayıp tepsiyi Nazikter’in elinden aldı. Birer parça dökülmüş kahveleri konuklara dağıttı.
Orada bulunanlar, Nazikter’in adına mı, diline mi, küpesine mi, terliğine mi, hangisine güleceklerini şaşırdılar… Zavallı kızın, utancından şakaklarından aşağı nohut tanesi gibi ter dökülüyordu. Anadolu’da bir gün akşama dek sırtında taş taşımış olsaydı böyle İstanbulvari kahve vermek için attığı birkaç adımdaki güçlüğü belki çekmiş olmayacaktı.
Kızı dışarıya savdıktan sonra Şükriye Hanım:
“Bizim efendinin işi yok, herkes bize gülsün diye bunun adını Nazikter koydu. Hiç halat incelir mi kardeş? Bu kızın şöyle her bir kılı ayrı eğitime muhtaç… Uğraşa uğraşa bıktım. Ne yatmasını bilir ne kalkmasını ne yemesini ne söylemesini… Azıcık bir yeri ağrısa ‘Iş ana… Ben ölüyom!..’ diye danalar gibi haykırmaya başlar. Dışarı çıktığı vakit yanılıp da nerede olduğunu sorsanız ayakyolunda gördüğü işi size adlı adınca söyler… Birçok şeylerin adlarını bir türlü öğretemedim. Limona hâlâ ‘sulu zırtlak’ der… Yıllarla çalış, kelini, uyuzunu temizle, arla, pakla, adam et… Tamam biraz işe yarayacağı vakit koca zamanı gelir… İstersen verme… Sen ne kadar ağır davransan o, uşaktan, aşçıdan, arabacıdan kendine denk bir şey bulur… Senin bu geç davranmanın cezası olarak uygunsuzca baş göz olur. Bu çeşit kızları kullanmanın da işte böyle bin türlü derdi var…”
Ev sahibi hanım, konuklardan tütün içenlere yapılmış ince sigaralardan birer tane dağıttıktan sonra, bir de kendi yakar. Hikâyeye başlar.
6
Cadı Anne
“Bugün kaynanam evde yok. Size bu serüveni anlatmak için onun bulunmayacağı bir günü seçtim. Çünkü onun yanında eski eşimin adını ağıza almak büyük günahlardan bir şey işlemektir.
Hanımlar, hikâyem uzuncadır. Bunu önce söyleyeyim de canınız sıkılmasın. Meraklı, garip, acayip noktalarının açıklanması için birtakım kâğıtlar, belgeler gerekiyor. Bunların hepsini toplayarak bu akılalmaz serüvenimi yukarıdan aşağıya kaleme aldım. Çünkü bunun bütün ayrıntılarıyla anlatılması ve tasviri başka yolla olamazdı. Olayı size kimi kez kitaptan kimi de ağızdan anlatacağım…”
Şükriye Hanım, orta yerdeki masanın yanına, konuk hanımlara karşı gelecek bir durumda oturdu. Önce hazırlamış olduğu yazma serüven kitabını açarak başladı:
Naşit Nefi Efendi’nin evinde geçirdiğim serüvenin bazı saatlerini hatırladıkça içime fenalıklar gelir. Büyüdüm, yetiştim, gelinlik çağım geldi. Oradan buradan birçok isteyenler oldu. Annem güç beğenirlik etti. Nasılsa hepsi bozuldu. Birkaç yıl isteklerin arkası kesildi. Beni, evde kalacak diye velilerimi bir telaş aldı. En sonunda istekli olarak Naşit Nefi Efendi ortaya çıktı. Tam söz kesileceği sırada dedikodular başladı! Bu adamın ilk karısı cadı olmuş. Geceleri mezarından çıkarak kocasının evine gelir, evi birbirine katar, boğmak için ortaklarına saldırırmış. Hatta birini boğmuşmuş… Bu gibi şaşılacak söylentilere ne dereceye kadar güvenilebilir? Önce biz bu sözlere güldük. Fakat eski dostlarımızdan bir kadın geldi. Bu söylentilerin noktası noktasına hepsinin doğru olduğunu bize antlar içerek anlattı. O zaman annemle ben korkmaya başladık. Fakat babam hiçbir şeye inanmaz bir adamdı. Şeytanı görse karnaval maskarası sayardı. Olmayacak şeylere inanıp da cin peri gibi öteberiden korktukça o, bizi sertçe azarlar, zihinlerimizi bu gibi hurafelerden arındırmaya uğraşırdı. Biz çarpılmak korkusuyla gece pencereden dışarıya tükürmeye, süprüntülüğe bir şey dökmeye, daha bu çeşitten birçok şeylerden korkardık. Babam, bizim bu sanılarımızın tersine davranışlarla bu korku ve çekinişlerimizin boşluğunu ispata uğraşırdı. Örneğin o, pencereden kafesi sürer, destur demeden karanlıkta dışarı tükürür hatta bize inadına -sözüm meclisten ırak- süprüntülüğe abdest bozduğu bile olurdu. Ne çarpıldı ne bir şey oldu. Bizim ana kız, Naşit Nefi Efendi hakkında dönüp dolaşan bu korkunç söylentilerden korktuğumuzu görünce babam her ikimizi de sertçe azarladı. Bana dedi ki:
“Kız Şükriye, ben sana böyle mi terbiye verdim? Böyle mahalle karısı hurafelerine inanmak için mi öğrenimine bu denli özen gösterdim?.. Onun bunun aleyhinde yalan ve bozgunculuk tellallığı eden birtakım ahlaksız iftiracı kimselerin yaydıkları zararlı şeylere inanıyorsun da benim sözlerime güvenmiyor musun? Hiç ölü dirilip de vakit vakit mezarını bırakarak insanlarla boğuşmaya çıkar mı?.. Eğer bu bir gerçek olaydı uygar uluslar ölülerden de asker alarak ölüler orduları kurarlardı. Hem bu ölü askerlere karşı top, tüfeklerin etkisi olmayacağından bu usulden yararlanmaya en önce başarı gösterecek ulus, cihanı baştan başa fethederek ikili, üçlü, dörtlü, beşli ve gelecekte daha ne çeşitleri çıkacağı belli olmayan devletlerce birleşmelere bir son verdirir; dünyayı genel denge dırdırından kurtararak insan zihinlerine pürüzsüz bir rahatlık bağışlardı. Cadı! Nasıl şeymiş o? Mezarından çıkan bu yabancıyı görmek için Avrupa’da milyonlarla lira vermeye hazır deli Frenkler var. Fena mı? Sen bunu besbedava göreceksin! Görürsen bana da haber ver de fotoğrafisini çıkarayım. Cadının doğruluğunu tanıklarla bir resmî makama tasdik ettirebilsek bu resimlerden milyonlarca satıp pek çok şey kazanırız. Keşke bunun aslı olsa… Fakat olanağı yok. Saf yürekli eski insanların korktukları birçok şeylerden, şimdiki cin fikirli ahir zaman adamları, korkup ürkmek şöyle dursun para kazanacak yönler buluyorlar. Hint’te, Çin’de zavallı budala halkın Tanrısal bir nitelik vermekle kutsallardan sanarak gözlerini kaldırıp bakmaya korktukları putları Avrupalılar müzelerine taşıyarak, görülmemiş canavar seyrettirir gibi, halkın yadırgayan gözleri önüne koyuyorlar; yararlanmalarını sağlıyorlar. Naşit Efendi’nin eşi cadı olmuşmuş da geceleri kocasını rahatsız etmek için eve gelirmiş! Bu nasıl saçma… Eğer olanak evreninde böyle bir şey olsa Avrupalılar bu cadıları yakalamak için kim bilir ne ustaca tuzaklar, kapanlar yaparlardı? Telsiz telgrafla günlerce uzak yerlerden konuşan bu herifler hiç mezarlıktan cadı mı kaçırırlar?.. Kızım yavrum, bu lakırtılar nereden çıkmıştır? Sana orasını açıklayayım. Karının biri Naşit Efendi’ye varmak istemiş fakat efendi de besbelli, bazı kötü hâlinden dolayı almamıştır. Hıncından, gücenikliğinden bu saçmaları ortaya kapıp salıveren işte o kaltak olacaktır. İşin içyüzü böyle bir şey olmalı…”
Şükriye Hanım, dinlenmek için okumayı biraz kesti. Yenge Emine Hanım’la, kılavuz kadın karşılarındaki anlatıcının, kendi sanışları gibi, aptal bir kadın olmadığını artık anladılar. Bu sezgilerini birbirlerine anlatmak için arada bir bakışıyorlardı. Hele kılavuz kadının artık itiraz sesi kesilmişti. Hikâyenin alt tarafının ne çıkacağını merakla dinliyordu.
Şükriye Hanım, bu ilk satırların, dinleyicilerinde ne etki yarattığını anlamak için hepsinin yüzlerine birer araştırıcı göz attıktan sonra yine başladı:
Babamın pek haklı görünen itirazlarına karşı gelemedik. Bizi her suretle inandırmayı başardı. Söz kesildi. Kısacık bir toplantı yapıldı. Düğünün böyle kısa kesilmesini de Naşit Efendi’nin, cadı eşinden korkusunun ve çekinmesinin şiddetine yordular. Bin türlü dedikodu, tuhaf yakıştırmalar, rivayetler içinde ben oraya gelin gittim. Babamın zihnimi kuvvetlendirmek için söylediği lakırtılara, verdiği güvencelere büsbütün inanmak istiyorum ama ben de henüz hayatın işlem yönünde bilgisiz, kimi şeyleri henüz kitap içinde görmüş, dünyayı Konya’yı anlamamış toy bir kızım. Ne yalan söyleyeyim, cadının korkusu, babamın en etkili öğütlerinden daha çok gönlümde yer tuttu. Gelin gittiğim yer, Rumelihisarı ile Baltalimanı arasında yıkıkça bir yalı. Eşim bana göre yaşlı fakat iyi bir adam. Beni gayet hoş tutmaya gayret ediyor. Ben de o zaman deli fişek bir kızım. Kocanın iyisinden, kötüsünden çok anladığım yok. Bu evlenmede hoşuma gitmeyen kimi yönler varsa da “Evlenme diye işte buna derler.” yerinmesiyle her şeye uyup gitmeye uğraşıyorum. Bir kaynanam var, çaçaron ama artık işi bitmiş. Pek yerinden kalkamıyor. Dizlerinde battaniyesi, önünde mangalı, üzerinde ıhlamur ibriği, öyle yerli kelli odasında oturur. Pek neşeli vaktinde hizmetçi İrfan Kadın’la bir iki kez peçiç oynar. Yanına girdiğim zaman beni yukarıdan aşağıya dek, kaynanalara özgü, kıskançlık ve gizli bir hınçla dolu bir bakışla dikkatli dikkatli süzer. İki de üvey çocuğum var: Ne-sip ile Ragıbe… Bunlar efendinin, cadı olduğu rivayet edilen ölü eşi Binnaz Hanım’dan olma. Çocukların dadısı Gülendam, bir de Salime adında göçmen hizmetçi kadın, selamlıkta aşçı, uşak falan var. Ev halkı bundan ibaret… Buradaki insanlara biraz alıştım. Fakat bir türlü yalıya ısınamadım. Büyük büyük loş sofalar, karanlık geçitler… Aşağıdaki geniş taşlık, ev aletinden daha çok bir ayazmayı andırır. Gamlı bir loşluk içindeki duvarlarından şıpır şıpır rutubet damlar. Bir kenarda duran üstü örtülü sandal, iç sıkan görüntüsüyle burasını cami tabutluklarına benzetir… Oynak dalgalar üzerinde oynayan ışınlar, denize bakan pencereden güherçileli duvarlarda yansıdıkça kumaş kumaş titreşimler yaparak insanın etrafında görünmez varlıklar dolaşıyor gibi yüreklere bir ürküntü verir. Yalının arkasındaki dar sokağın öbür yanı dağdır. Duvar dikliğinde sarp kayaların üzerinde yetişmiş bodur ormanlık loş ve esrarlı gölgeleriyle yüreklere kuruntu doldurur. Yalının penceresinden başımı kaldırıp, insanın üzerine yıkılacak sanılan bu koruluğa bir göz atınca ormanın bütün yılanı, çiyanı, ifriti, perisi yukarıdan bana bakıyorlar sanırım. Güneş, ay hep o yanda söner… Fırtına zamanlarında umacıya benzeyen kara bulutlar türlü korkunç biçimlerde hep oradan baş gösterir. Bu dik koruluğa bakıp bakıp kendi kendime “Cadı karı gelse gelse her hâlde bu kayaların arasından, bu loşlukların içinden, insandan çok vahşi yaratıklara, kuşlara, ine, cine yuva olan bu gizli yerlerden inip gelir.” diyordum. Gelinliğimin üzerinden bir buçuk ay kadar geçti. Henüz cadıdan iz yok. Fakat evin içinde bir fısıltı var. Benden gizli sözler oluyor. Ben odadan içeri girince lakırtı kesiliyor veya konuşmanın yolu değiştiriliyor. Kaynanamın benden en büyük dileği çocuklarıma iyi bakmak, onları öz evlat gibi bağrıma bastırmak hatta cuma ve pazartesi geceleri rahmetli ortağımın ruhuna Yasin-i Şerif okumak… Kimi kez bu sözlerini şaka ile karıştırarak derdi ki:
“Ortak ortağa rahmet okumaz ama ne yaparsın kızım! Yalnız dirilerle değil kimi kez ölülerle bile hoş geçinmek gerekiyor…”
Kaynanamın bu sözünden ben pirelenmeye başladım. Acaba ne demek istiyordu? Kimi kez ölülerle bile hoş geçinmek gerekliymiş!.. Ölülerden maksadı ortağım Binnaz Hanım olacak… Hoş geçinmezsem ne olacak? Cadı gelip beni boğacak mı? Öksüzlere kendimi sevdirmeye uğraşıyorum. Fakat ne yapsam bir türlü bana ısınmıyorlar. Yan yan öçlü gözlerle bakıyorlardı. Hizmetçiler elinde büyüdüklerinden öyle de arsız alışmışlar ki insan on dakika yanlarında bulunsa ettikleri terbiyesizliklerden sıkılır, boğulur. Bunların terbiyesizliklerine biraz dikkat etmesi için dadıları Gülendam’a bazı öğütlerde bulundum. Dadı beni ürkek bir bakışla süzerek:
“Hanımcığım, bu çocuklar işte böyle kendi kendine yetişen bir hâlde büyüyecekler.”
“Niçin?”
“Çünkü onlara gülle dokunmaya gelmez…”
“Neden?”
“Dokun da neden olduğunu anlarsın!..”
“Söyle canım, ne olurmuş?”
“Bu evde doğru söyleyici beni koymadılar ya! Başkalarına sor.”
Gülendam’ı çok sıkıştırdım. Ağzından başka bir söz alamadım. Çocukların ne vakit yanlarına girsem önlerinde kuru incir, badem, fıstık, kestane şekeri, kurabiye, çikolata, bisküvi çeşidinden bir alay yemiş görüyordum. Bu yiyeceklerle hem ağızlarını, burunlarını, üstlerini başlarını kirletiyorlar hem de midelerini bozuyorlardı. Bunlara böyle vakitli vakitsiz bol bol yemiş verilmemesini babalarına söyledim:
“O yemişleri ben getirmiyorum. Tembih et de vermesinler.” dedi. Gerçekten, bu yemişleri babalarının getirmediğini biliyordum. Benden izinsiz yemiş alınmamasını Gülendam’a sıkı sıkıya tembih ettim. Birkaç gün sonra tekrar çocukların yanına girdim ki ne bakayım? Öncekilerden birkaç çeşit daha fazla olarak önleri yine yemiş dolu… Bu kez Gülendam’a iyiden iyiye çıkıştım. Zavallı Çerkez, anasının, babasının, bütün soyunun namus ve şerefini tanık tutarak, en büyük antlarını içerek bu yemişlerden bir tanesini bile kendisinin vermemiş olduğuna beni inandırmaya çalıştı. Kaynanam da içinde olmak üzere evde ne kadar insan varsa hepsi Tanrı’ya antlar içerek çocuklara yemiş verenin kendisi olmadığını söylemekte ayak dirediler. O hâlde kim veriyordu? Bu kadar yiyecek kudret helvası gibi çocukların önüne gökten inmiyordu ya? Elbette biri getirip veriyordu. Çocuklar bu kadar çeşitli yemişleri sokaktan alıp gelecek birer yaşta değildiler. Önlerinde, Beyoğlu’ndan başka bir yerde bulunmayan fondanlar,[5 - Fondan: Bir çeşit şekerleme (e.n.)] bonbonlar vardı. Oğlan beş, kız dört yaşındaydı. Ellerine para da verilmiyordu. Ev halkı içinde andını bozan biri var ama hangisi? Bir süre bunu keşfe uğraştım, bir şey elde edemedim. Çocukların önüne, yemiş, her gün çeşidi artan bir bollukla geliyordu. Bu tuhaflığı, iyiden iyiye merak ettim. Bir gün çocukları odalarında yalnız buldum. Her ikisini de sevdim, okşadım. Önlerindeki kuru üzümle fındıktan birer tane alıp ağzıma atarak:
“Ah ne güzel yemişler!.. Bunları size kim veriyor?”
Oğlan, şüphe veren bir gülümsemeyle beni süzdükten sonra:
“Ay, kimin verdiğini bilmiyor musun?”
“Ne bileyim yavrum…”
“Gülendam söylemedi mi?”
“Söylemedi…”
Nesip, bu önemli sırrın açığa vurulmasındaki sakıncanın derecesini anlamak için sanki danışıyormuş gibi Ragıbe’nin yüzüne baktı. Kız pek masumca bir gülümsemeyle karşılık verdi. Oğlan elindeki kaymaklı çikolotayı birkaç kez evirip çevirdikten sonra doymuş bir kedinin son lokmayı yemekte gösterdiği duraksama ve nazlanma ile ağzına götürdü. Ağır ağır çiğnediği sırada o yarı dolu ağızla ve güç anlaşılır bir söyleyişle:
“Bu yemişleri bize annem getirir.”
“Büyükannen mi?”
“Yok…”
“Ya hangi annen?..”
“Cadı annem.”
“O nasıl lakırtı oğlum!.. Sizin benden başka anneniz var mı?”
“Ne darılıyorsun?.. Bizim asıl annemiz sen değilsin… İşte odur!.. Senin gibi böyle yalancı anne bu eve kaç tane geldi gitti…”
“Sizin sahici anneniz nerede oturur?..”
“Rumelihisarı’ndaki mezarlıkta… Geceleri oradan çıkar. Bize sepetle yemiş getirir… Bizi kim döverse cadı annem onu boğar… Hele döv de bak sana ne yapar!..”
7
Gülendam’ın Saflığından Yararlanmaya Girişme
Çocukların yanından çıktım. Fakat oğlanın sözlerini zihnimden çıkaramıyorum! Aldı beni bir merak. Kime başvurayım? Kiminle dertleşeyim? Çocukların cadı anneleri gece Rumelihisarı’ndaki mezarlıktan çıkar, sepetle yemiş getirirmiş! Her ne sebeple bu yanlış anlayışa kapılmışlarsa çocuklarda böyle çocukça kanılar doğabilir… Fakat ben koskoca kadın, bunu dinleyerek kime karşı korkumu, telaşımı açabilirim? Sonra benim, akılca beş yaşındaki çocukla bir ölçüde bir zavallı olduğuma gülmezler mi? Ta efendiden uşağa kadar bir ev halkının alayına uğramaz mıyım? Bu öyküyü kime anlatsam tuhaflıktan uzak bulmaz. Fakat meselenin sonucu öyle değil… Bu, benim için hem doğruya hem yalana olanağı bulunan bir önerme… Zaten ortada bir cadı söylentisi var. Önce buna ilişkin sözlerden kuşkulanmak benim için büsbütün anlamsız bir kuruntu sayılamaz. İkincisi çocuklara bunca yemişi kim getiriyor? Bilmece biçiminde gördüğüm bu konuyu aydınlatmak için ev halkından başvurmadığım kimse kalmadı. Doyurucu bir karşılık alamadım. Çocuğun, yapmacık bir düşünceden uzak görünen o masumca sözlerinde benim şüphelerimi, korkularımı okşayacak bir gerçek kokusu buluyorum. Bana öyle geliyor. Aslı ya var ya yok fakat işte cadı ile ilgili bir ipucu… Ama bu işi nasıl derinleştirebileceğim?.. Bir iki gün düşündüm, taşındım… Yine çocukların dadısı Gülendam’a başvurmayı uygun buldum. Çünkü Gülendam hemen bir çocuk kadar saf ve sade yaradılışta bir Çerkez’di. Bu başvurmada bir ustalık da düşündüm. Sorgu yoluyla değil, düpedüz başvurmayı kurdum. Yani cadının varlığı hakkında şüpheli bir soruyla değil, bunu ispat edecek bir yolda söze girişmeyi kararlaştırdım. Böylece Gülendam’ın saflığından yararlanabilmek daha çok umulurdu.
Uygun bir vakitte dadıyı yalnız bir odaya çekerek yapmacık bir heyecan gösterisiyle dedim ki:
“Aman kalfacığım, başıma geleni sorma…”
Bu sözümün ardından baygınlık geçirir gibi duvara dayandım. Gözlerimi anlamlı ve ürkek bir susuşla kalfanın göz bebeklerine diktim. Anlatacaklarımı sürdürmekten pek çok korkuyormuşum gibi bir süre sustum. Onu hipnotizma eder gibi bir durum takındım. Gülendam’ın da yüzünde çarpıntı ve merak izleri belirdi, hemen sordu:
“Zavallı hanımcığım, ne geldi başına?..”
“Benden önce bu eve gelen hanımların başlarına ne geldiyse bana da o geldi…”
“Hay Tanrı’m esirgesin!.. Sana da mı?..”
“Evet bana da gözüktü…”
“Nerede?”
“Bu gece taşlıkta…”
“Nasıl?..”
“Elinde koca bir sepet vardı…”
“Ha yemiş sepeti… Çocuklarını hiç yemişsiz bırakmaz.”
“Çocuklara yemişi o mu getirir?”
“Öyle ya! Başka kim getirecek?..”
“Sen onu görür müsün? Sana lakırtı söyler mi?”
Bu iki soruma karşı kalfa birdenbire sustu. Gafil avlanmış olduğunu anladı. Büyük bir ihtiyatsızlık ve tuhaf bir dalgınlıkla ağzından kaçırmış olduğu sözleri şimdi boşuna düzeltmeye yol arayarak:
“Onu görüyor musun, dedin… Kimi?”
“Çocuklara yemiş getireni…”
“Çocuklara yemiş getirenin haddi hesabı yok ki. Herkes bir türlü yemiş getiriyor. Sonra getirdiklerini inkâr ediyorlar… İçyüzü anlaşılmıyor.”
“Canım Gülendam, şimdi ‘O çocuklarını hiç yemişsiz bırakmaz…’ diyen sen değil misin?”
“Hanımcığım, bir dalgınlığıma gelmiş… Affedersin… Sorunuzu anlamadan aptalca bir cevap kaçırmış olmalıyım… Bugünlerde zihnim pek dağınık… Anlamsız lakırtı söylediğim çok oluyor.”
“Yok yok Gülendam… Ben seninle ciddi konuşuyorum… Böyle ağır bir konuda iki türlü lakırtı söylemeyi ben senin terbiyene, kalfalığına veremem. Ben senden Allah için bir şey sordum. Sen de bana yine Allah için dosdoğru cevap vermeli, bu meselede ne biliyorsan söylemelisin! Tanrı bir, söz bir, lakırtını değiştirme…”
Gülendam, sıkıntı çizgileriyle yüzünü buruşturup bir süre sustuktan sonra:
“Hangi efendiye kul olacağımızı şaşırdık. Hanımcığım, darılma. Bu evde biz de emir kuluyuz… Ne derlerse öyle yapmak zorundayız. Gizlenmesi söylenen bir şeyden söz açamayız…”
“Artık bunun gizlisi, açığı kaldı mı? Taşlıkta bana gözüktü diyorum.”
“Gözüktüyse pek iyi işte. Benden ne soruyorsun?”
“Üstüme yürüdü. Seksen salavat getirerek canımı zor kurtarabildim. Bana yazık değil mi? Bu cadının bir şerrine uğrarsam gençliğime acımaz mısın?”
“Acırım hanımcığım. Günahınızı, sizi buraya getirmeye sebep olanlar çeksinler.”
Fazla söylemiş olmaktan çekinerek Gülendam yine sustu. Derin derin düşünmeye başladı. Cadının bana gözükmüş olduğu hakkındaki uydurmama bütün bütün inandı. O denli inandı ki bu iddiamın doğruluk derecesini incelemek için, gözüken şeyin biçimini ve bana nasıl saldırdığını hiç sormadı. Beni bu yolda sorguya çekmeye kalkışsaydı cevap vermekte uğrayacağım zorluğu ve tuhaflığı görerek hilemi belki anlardı. Ben yeniden yanıp yakılarak:
“Efendinin eşlerinden biri bu evde boğulmuş?.. Öyle değil mi?..”
Gülendam, karanlık düşüncelerinden baş kaldıramadı. Bu sorum karşılıksız kaldı. Ben sözlerimin üzerinde durarak:
“Niçin cevap vermiyorsun?”
O, yine dalgın dalgın:
“Ne cevabı?”
“O zavallı kadın nasıl öldü?”
“Eceli gelmiş, ölmüş hanımcığım. Buna ne denir?”
“Eceli mi gelmiş… Talihsiz hatun odasında, rahat döşeğinde mi can vermiş?..”
“Bilmem!..”
“Nasıl bilmem? Ölüsünü taşlıkta bulmuşlar.”
“Hanım, sana doğruca bir şey söyleyeyim mi?”
“Söyle.”
“Sen bu lakırtıları ne kendi ağzına al ne de biri sana söylerse dinle.”
“Neden?”
“Çünkü bu lakırtıların sana faydasından çok zararı dokunur. Kendine acımıyorsan bari bana acı da beni daha çok söyletme.”
“Gülendamcığım, kolay mı? Can pazarı bu!.. O zavallı kadını boğan cadı bana da saldırırsa?”
“Tanrı’m göstermesin!”
“Yalnız dua ile olmaz. O kara bahtlı kadını niçin boğdu? Suçu ne imiş? Bunu bileyim de ona göre sakınayım. Bilmeyerek o suçu ben de işlemeyeyim. İşte senden bunu rica ediyorum. Düşmanım değilsin ya?.. Sen de vicdan sahibisin. Beni korumak için bu konuda bildiğini söylemek, üzerine bir insanlık borcudur.”
“Peki… Bu noktada istediğin öğüdü sana vereyim. Fakat işin öte tarafını eşelemeye kalkarsan ağzımdan başka bir söz alamazsın.”
“Nedir o öğüdün?”
“Ne türlü densizlik, arsızlık ederlerse etsinler sakın öksüzlere el kaldırma.”
“Ölen ortağım, çocukları dövdüğü için mi o kötü akıbete uğradı?”
“Artık bundan ötesine cevap veremeyeceğimi önce söyledim.”
Gerçekten, bundan sonra ne sordumsa Gülendam’ı, girdiği suskunluk kalesinden çıkaramadım. Fakat artık bu susmanın ne değeri var? Gülendam, inkâr biçimindeki açığa vurmalarıyla merak ettiğim şeylerin önemli kısımlarını bana anlatmış; daha doğrusu o yarım, eksik sözleriyle, içyüzünü araştırmak yolundaki tasamı daha geniş ve acıklı bir alana götürmüştü… Ağız sıkılığında gösterdiği çaba, ters bir sonuç yaratmış, yani benim için en etkili bir derin anlatış yerine geçmiş ve söylememek istediklerini daha açıklıkla anlatmıştı.
O yemişlerin çocuklara gece sepetle anneleri tarafından getirildiği, ölen günahsız bir ortağımın yine o cadının öçlü elleriyle boğulmuş olduğu, öksüzlere her kim uslandırmak için el kaldırırsa ölümle cezaya çarptırılacağı gibi tuhaf yönler hep kalfanın kanıları arasındaydı. Fakat Gülendam bu kanılarında yanılmıyor muydu? Bu kanıları hangi kesin gerçek üzerine kurulmuş olabilir? Bir ölü kadın, mezarından çıksın, herkes uykuda iken çocuklarına gece sepet dolusu yemiş getirsin… Kolay kolay her zihnin kabul edebileceği bir olay değil… Dünya kurulalıdan beri bu hortlak, cadı, vampir öyküleri var… Babamın bana verdiği eğitim ve öğretimin tersine haydi ben de cılız akıllı birçok insanlar gibi cadının varlığına inanayım. Fakat buna inanmakla meselenin bütün güçlükleri çözülmüş olmuyor ki… Cadı o yemişleri nereden buluyor? Senin, benim gibi çarşı pazara çıkıp para ile mi alıyor? Yahut oradan buradan çalıyor mu? Yoksa bu yiyecekler, öbür dünya ürünlerinden midir? Bunları cennet yahut cehennem bahçelerinden mi topluyor? Bunları düşündükçe zihnim karıştı. Meselenin içinden bir türlü çıkamadım. Bir düşünce dinçliğine eremedim vesselam! Babamın sözlerini, öğütlerini hatırlayarak cadıyı ve buna benzer her şeyi inkâr etmek istedim. Hayır, bu da olamıyordu. Çünkü Gülendam’la olan tartışmamız sırasında zavallı saf kadının gözlerinden saçılan korku ve dehşeti düşünüyordum. Bu ürküşü, bu korkusu o denli gerçek ve içtendi ki onun o hâlini görmekten bana da korku geliyordu. Hayır bunca söz, bunca söylenti, bunca korku ve çekinme köksüz olamazdı. Her hâlde bunun, ne olursa olsun, bir aslı var… Rahat edebilmek için her hâlde ben bu köke, bu asla ermeliyim… Çünkü bu, kuruntu da olsa bir yana atılacak bir iş değil. Bu hurafeler içinde dikkat gözünü açacak bir gerçek var ki o da yalının taşlığında boğulduğu söylenen günahsız ortağımın acıklı ölümü. Bu işin altını, üstünü araştırmazsam cadı saldırısına verilen böyle esrarlı bir ölüm tehlikesine uğramak benim için de düşünülebilir…
8
Bir Bilinmeyen Düşman
Gülendam’dan anlayabileceğimi anladım. İşin pek güç olan sonu için kime başvurayım? Bu tuhaf meselede en çok bilgi sahibi olması gereken bir kimseye… O da kim?.. Her hâlde eşim Naşit Nefi Efendi…
Can pazarı bu… Bu evde böyle şaşılacak, korkunç bilinmezler içinde yaşanmaz. Bir akşam eşime, çocuğun, gerçek önemini kavramaksızın masum bir dille bana söylediği birkaç cümleyi, sonra Gülendam’a başvuruşumda Çerkez’in gerçeği saklamak için kalkıştığı aşırı çaba ile beni eskisinden besbeter meraka düşürdüğünü ve bundan doğan bütün kaygılarımı anlattım. Korkunçluğu ne denli büyük olursa olsun, hiç çekinmeden gerçeği bana dosdoğru söylemesini diledim.
Benim bu telaşlarıma karşı eşim gülmeye başladı. Fakat yüzüne dikkat ettim. Bir zoraki gülüş göstermeye uğraştığını fark eder gibi oldum. Yahut bana öyle geldi. Yüzümü okşayarak dedi ki:
“Böyle çocukça kaygılarla boşuna üzülme, yorulma… Bana güven… Rahatına bak… Korkacak hiçbir şey yok. Hepsi yalan, hepsi saçma…”
“Hayır, bu kadar dallı budaklı yalan olamaz, bu işin büyük küçük, yalan doğru her ne ise bir aslı var. Boşu boşuna bu kadar söz çıkmaz.”
“Sizi kesinlikle temin ederim. Bütün bu sözlerin ne aslı vardır ne astarı.”
“Sözünüze inanayım. Fakat bazı gerçekleri nasıl yorumlayacak veya açıklayacaksınız?”
“Hangi gerçekleri hanım?.. Bu işte bir zerre gerçek yoktur.”
Naşit Efendi, birdenbire kapıldığı heyecanın etkisiyle başından çıkardığı fesini ta karşıki mindere fırlatarak ağzından her nasılsa şu sözleri kaçırdı:
“Hanım, emin ol bunda hiçbir gerçek yok. Yalnız melanet, hıyanet, şenaat var…”
“Hah işte bu küçük açıklamanıza teşekkür ederim. Bu işin içinde her hâlde bir şey, bir sır olduğunu ben de seziyorum.”
“Hayır, büyük bir sır da yok…”
“Şimdi kullandığınız, ‘melanet, hıyanet, şenaat’ kelimeleri nereye yönelmiştir?”
“Bir bilinmez düşmana…”
“İşte pek güzel… Bu bilinmez düşman, deyimi de bir sırrı, belki de bazı önemli sırları, bilinmeyenleri kapsamaktadır… Korkusu altında bulunduğumuz tehlikenin derecesini belirtmek için bu ‘bilinmeyen düşman’ın içyüzünü anlamak isterim…
“Bunun içyüzü hakkında size kesin bir şey söyleyemem. Çünkü benim de bu yolda olumlu bilgim yok…”
“Bu düşmanın varlığını ne gibi eserlerin tanıtlığıyla anlıyorsunuz?..”
“Aleyhimdeki dedikoduları, bu saçmaları, bu cadı masallarını çıkaran, uyduran, yayan hep o… Bana yapabileceği kötülük işte bundan ibaret kalıyor. Tanrı’ya şükürler, başka bir tehlike yok; haince maksadını bundan ileri götüremiyor…”
“Aleyhinizde böyle davranmaktan maksadı nedir?”
“İşte onu bilemiyorum.”
“Bu ‘bilinmeyen düşman’ın kimliğine ilişkin bir bilginiz yok mu?”
“Hayır…”
“Dosttan, düşmandan bu konuda kimseden şüpheye düşmüyor musunuz?”
“Asla…”
“Tuhaf şey… Bu bilinmeyen düşmanın böyle kötülük istercesine birtakım söylentiler yaymaktan başka bir fenalık yapamadığını, başka türlü bir tehlike olmadığını söylüyorsunuz. Fakat eşlerinizden birinin bu cadı tarafından bir gece, yalının taşlığında boğulduğu rivayet ediliyor…”
“İşte bu rivayeti icat eden, yayan yine o…”
“Eşinizin ölümü büsbütün yalan mı?”
“Eşlerimden biri öldü. Fakat boğularak değil, eceliyle öldü…”
“Ölüsünün taşlıkta bulunmuş olduğunu söylüyorlar…”
“Evet…”
“O hâlde buna doğal bir ölüm mü diyeceğiz?”
“Doktorlar cesedi muayene ederek kalp rahatsızlığından öldüğü hakkında rapor verdiler.”
“O kadar genç bir kadının kalp rahatsızlığından taşlıkta birden ölümü zihinleri biraz bulandıramaz mı?”
“Ortada koskoca resmî bir rapor var. Cesedin hiçbir tarafında zorlama, yara ve saldırı izi görülemedi.”
“Ne derseniz deyiniz, sözlerinizin bu noktasında benim için büyük bir kuşku düğümü vardır. Bunu gideremezsiniz…”
“Böyle cinayete benzer meselelerde doktorlar, gerçeğe aykırı tanıklık edebilirler mi?”
“Efendi, ben kadınım. Kendi cinsime özgü bazı düşkünlüklerim vardır… Hoş görünüz… Bu mesele hakkında seksen rapor gösterseniz zihnimi kuşkudan bütün bütün kurtaramazsınız… Ne ise şimdilik bu noktayı geçelim. Gece çocuklara o yemişleri kim getiriyor? Bu soru inandırıcı bir cevap istemez mi?”
“Bilmiyorum.”
“Bilmemek olmaz. Bunu düşünmelisiniz… Bu bilinmezi keşfe uğraşmak sizin için pek gereklidir. Yoksa herkesle birlikte ben de…”
“Herkesle birlikte siz de bu yemişleri cadı eşimin gece mezarından çıkarak buraya getirdiğine inanacaksınız değil mi?”
“Evet, zorunlu…”
“Sizin gibi okuryazar, soyunun kadınları içinde aydın düşünceli bir hanıma karşı, birkaç yıl önce ölmüş, çürümüş bir kadın cesedinin mezarından ayaklanıp buraya gelemeyeceğine kanıtlar aramayı gerekli görmem. Boşluğu her suretle apaçık böyle acayip bir konuda beni üzmekten, yormaktan hoşlanacağınızı da ummam.”
“Ortada birtakım tuhaflıklar var. Bunları nasıl açıklayacak ve yorumlayacaksınız? Cadıya yüklenen bu akılalmaz hareketlerin gerçek yapıcısı kimdir? Kıyamet gününden önce bir ölünün mezarından çıkışına insan inanmamakla birlikte bu noktada şaşırmaktan kendini alamıyor…”
“Daha tuhafını söyleyeyim… Gülendam, size bu konuda geniş bilgi vermekten korkmuş, çekinmiş… Bu saf Çerkez’in dediğine göre uyku sırasında çocukların yorganları açılırsa cadı anneleri gelir örter, sıkıştırırmış. Soğuk kış gecelerinde mangallarında kömür bittiği vakit ateşle doldururmuş, sürahilerine su kormuş… Birçok zaman sabahleyin uykudan kalktığı vakit Gülendam, odanın bütün işini böyle geceden görülmüş bularak şaşıp kalırmış… Evet çocuklarımın dadısı Tanrı’ya ant içerek bu şaşılacak şeyleri bana bütün saflığıyla anlatıyor.”
Efendinin bu sözlerine karşı dehşetten iki elimle yüzümü kapayarak:
“Eh şimdi buna bir kulp takınız bakalım!.. Bu akıl dışı şeyler nasıl oluyor? Bunları yapan kim?”
“Gülendam, pek saf bir kadındır. Onun yalan söylemeyeceğinden eminim… Bu sözler büsbütün boşuna değil…”
“Peki… Bu cadı oyununu size bu denli ustalıkla oynayan ‘artist’ kim?..”
“Kesin söylüyorum, bu evin içinden biri… Yabancı değil…”
“Bu evde kaç kişi var efendi? İrfan Kadın, Salime Kadın, Gülendam… Bunlardan hangisi?”
“Hiçbiri değil…”
“O hâlde anneniz…”
“Olamaz… O, bu çirkin kötülüğü yapamaz. Görmüyor musunuz, yerinden kımıldayamıyor…”
“Selamlıktaki uşaklardan mı?”
“Hayır onların işi de değil…”
“Affedersiniz ama ev halkından saymadığım sizden benden başka kimse kalmadı. O hâlde ikimizden hangimiz? Bu sözlerinizden başka suretle anlam çıkarılabilir mi?”
“Hanım, bu konudaki kanılarımı size doğruca söyleyeyim… Fakat sözlerimdeki çelişmeye bakıp da beni çıldırdı sanmayınız… Bu cadı rolünü oynayan ev halkından biri fakat saydıklarından, hiçbiri değil…”
“Yalıda şu bulunanlardan başka gizlice oturanlar da varsa onu bilmem!”
“Ben bu yalıda doğdum, büyüdüm. Tanrı’ya şükürler burada öyle cin, peri gibi şeylerden iz yoktur…”
“Evin içinde olup bittiği söylenen tuhaflıkların olduğunu inkâr mı ediyorsunuz?”
“Hayır… Bunlar, dediğiniz gibi olup gidiyor. Buna da inanıyorum…”
“Kim yapıyor?”
“Bunları yapan her hâlde cadı değil… Usta, atak, lanetlik bir insan olacak… Mutlak hem de mutlak böyledir. İddiamdan dönmem…”
“Bu iddialarınızın tuhaflığı, cadının var oluşundaki tuhaflıktan aşağı kalmıyor.”
“Ah hanım ah… Size bir şey söyleyeceğim ama…”
“Söyleyiniz…”
“Bunu eski eşlerime de söyledim fakat dinletemedim.”
“Ben dinlemeye çalışacağım.”
“Bir öneride bulunacağım… Fakat bunun yapılması pek büyük bir metanet ve cesarete muhtaçtır.”
“Ben elimden geldiğince metin ve cesur olmaya uğraşırım.”
“Bana güvenir, böylelikle düşüncelerime bütün varlığınızla katılırsanız size her şeyi açık söyleyeceğim…”
“Buyurunuz.”
“Bu cadı, ev halkından birkaç kişiye, epeyce aralıklı zamanlarda gözüktü. Bu inkâr edilemez bir oluş…”
“O hâlde cadının varlığına niçin inanmıyorsunuz?”
“Kerem buyurunuz. Bu gözüken yaratık ne cin ne peri ne şeytan ne hayalet ne cadı… Fakat bu son şekilde gözükerek bizi korkutmaya uğraşan bir insan… Sizin, benim gibi bir insan… Bundan da kesinlikle eminim…”
“Öyle ise?..”
“Öyle ise siz, benimle düşüncede ve işte birleşirseniz bu cadıyı elimle yakalayıp gözünüzün önünde polise teslim ederim…”
“Nasıl?”
“Ben bu işi çoktan bitirirdim ama eşlerimde… Yalnız eşlerimde değil, evde oturanların hiçbirinde bu hareketime katılabilecek cesareti görmedim… Siz gösterirseniz pek tuhaf ve korkunç görünen bu dava tam başarı ile sona erer gider.”
“Ne kadar cesaretli görünmek istesem benim zayıf, âciz bir kadın olduğumu insaf gözünden uzak tutmamalı; benden sinirlerimin tahammülü üstünde davranışlar istememelisiniz…”
“Yok hanım yok… Bu işi görmek için Zaloğlu Rüstem derecesinde bir pehlivanlığa lüzum yok…”
“Ne yapacağım?”
“Cadıya rastlayınca korkudan ayılmak bayılmak gibi yılgınlıklara düşmeyerek soğukkanlılığınızı son derece korumaya çaba göstereceksiniz…”
“O, insanın elinde mi?”
“Gözüken şeyin cadı değil, o kılıkta görünmeye uğraşan bir sahtekâr olduğu yolundaki inanç ve güvenciniz tam olursa korkunuz azalır. Cesaretiniz artar…”
“E sonra?”
“Sonra… Onun saldırmasına meydan bırakmadan siz onun üzerine yürümelisiniz…”
“Aman… Aman…”
“Amanı zamanı yok…”
“Boğulduğu rivayet edilen eşinizin kalp hastalığından değil, şiddetli korku yüzünden tıkanıp gitmiş olduğunu şimdi anlıyorum…”
“Olabilir!..”
“Öbür kadınlara göre ben biraz cesaretliyim ama cinlerin, cadıların üzerlerine saldırabilecek kadar değil… Birden ölüveren hanımınıza da böyle uyarmalarda bulunmuş muydunuz?”
“Hanımcığım, lütfediniz sözümü bitireyim…”
“Dinliyorum…”
“Karşınıza çıkacak bu cinsin gerçek bir cadı olmadığını size kesinlikle temin ediyorum.”
“Gerçek olsun, düzme olsun, o cadının bu evde insan öldürmekte sabıkası yar. Ben korkarım. Üzerine varamam… Bunu yapamam efendim… Benim boğulmamdan sonra da kalpten ölümüm hakkında doktorlardan bir rapor alır, meseleyi kapatırsınız. Boğulan eşinize de cadıya karşı bu yolda saldırı yapmasını mı emretmiştiniz? Söyleyiniz, pek merak ediyorum…”
“Hiç olmazsa ne yandan savuştuğunu anlamak için cadıyı izleyebilecek kadar olsun soğukkanlılığınızı yitirmemiş olsanız…”
“Cadı, benden kaçarsa nereden savuştuğunu görmek için haydi arkasından koşayım. Ya kaçmayıp da üzerime saldırırsa? ‘Yetişiniz beni boğuyor!’ diye yardım istemek için haykırdığım zaman beni kurtarmaya koşan olur mu?”
“Ne demek!.. Ev halkının hepsi tembihlidir. O anda hepsi koşarlar…”
9
Yaman Avrat
Efendinin anlatışları ne kadar çelişikti. Buna karşı gerçeği elinden geldiğince örtmeye uğraştı. Önce bu garip söylentilerin hiç aslı, kökü olmadığından tutturdu. Benim keskin sorularımdan mızrağın çuvala giremeyeceğini anlayarak çaresiz bazı itiraflarda bulundu. Cadının yalıda ara sıra gözüktüğünü fakat bunun bir insan olmasının kesinliğini öne sürerek doğruladı. Belki bu ters doğrulama, bana cesaret vermek için yalnız ağzından çıkıyor, içinden o da cadının gerçek varlığından benden çok kaygılı ve kuşkulu bulunuyordu. Hele Binnaz Hanım’ın hayaline rastlayınca bana, bu mezar kaçkını hortlaktan daha atak davranarak ona saldırmayı öğütlemesi, gülünç olduğu kadar da deliceydi. Bu denli büyük bir cesaretin benim gibi güçsüz bir kadında değil, her babayiğit erkekte bulunabileceği pek söz götürürdü. Belki de gözümde cadının korkunçluğunu azaltmak için bu güç yetmez öneride bulunuyordu.
Eşimle aramızda geçen bu tuhaf konuşmadan sonra zihnim bütün bütün karıştı. Cadının varlığındaki olasılık; hayır, gerçekten var oluşu düşüncesi basbayağı zihnimde kuvvet buldu. Gece odadan dışarı yalnız çıkamaz oldum. Gittikçe korku bastırıyor, ürküntüm ve çarpıntım artıyordu.
Yalının geniş loş sofaları, karanlık koridorları, hele geniş bir ayazmaya benzeyen taşlığı, Orta Çağ’ın kanlı, perili kalelerini andıran arkada yalçın kaya üzerindeki o koru… Hep bu sıkıntılı ‘dekor’, bu cadı faciasına ne kadar uygun bir sahne oluyordu. Bu çekilmez yürek üzüntüsünden kurtulmak için ev değiştirmeyi eşime söyledim. Söylendiğine göre cadı, Rumelihisarı Mezarlığı’ndan çıkıyormuş. Uzak bir yere, örneğin İstanbul’a, Kadıköyü’ne taşınırsak aradaki bu uzaklık, bu karalar, denizler belki bu yürür cesedin her gece çocuklarını ziyaretine engel olur sanısına düştüm. Fakat önerimi kabul ettiremedim. Kaynanam kandırılamıyordu. Yaşlı kadın “Kırk yıllık baba yurdunu bırakamam. Vah zavallı akılsızlar! Cadıdan mı kaçmak istiyorsunuz? Bağdat’a savuşsanız yine gelir o sizi bulur. Onlar için yolun yakını, uzağı olur mu? Üsküdar neyse Mısır da odur. Ben atalarımın bucağında ölmek isterim. Ölümümden sonra neresi hoşunuza gelirse oraya gidiniz…” sözleriyle üsteleyerek ayak diriyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/cadi-69429100/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Evlenmesi yasak olan din görevlilerine verilen ad. (e.n.)
2
Vazgeçilmeyecek kârlı iş veya şey. (e.n.)
3
Papucu büyük: Okuyup üfleyerek ve muska yazarak büyü bozduğuna, sorun çözdüğüne inanılan kişi (e.n.)
4
Nazikter: Daha nazik, en nazik. (e.n.)
5
Fondan: Bir çeşit şekerleme (e.n.)