Zalimane Bir İdam Hükmü

Zalimane Bir İdam Hükmü
Ebubekir Hâzim Tepeyran
"Zalimane Bir İdam Hükmü", Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın Damat Ferit Paşa hükûmeti zamanında Bursa Valisi ve Dâhiliye Nazırı iken Millî Mücadele’ye yardım ettiği gerekçesiyle idama mahkûm edilişinin belgesidir. Günlerce süren ve eziyetle geçen duruşmalarda Hâzim Bey'den hesabı sorulan bir diğer konu da Abdülhamid'in tahttan indirilmesi olayıdır. Tepeyran, bu duruşmaları ve tutsak geçen ayları, idama mahkûm oluşunu, idamlıklara ayrılan hücrede bir gece geçirişini, sonunda yeni Sadrazam Tevfik Paşa'nın kurduğu Hurşit Paşa Divanıharbi’nde suçsuz görülerek özgürlüğe kavuşmasını anlatıyor. Bu anılar, tarihin tozlu raflarında kalan Osmanlı’daki bir dönemin gerçeklerini açıklıkla yansıtmaktadır. “İdam hakikaten kötü bir ceza; ‘idam’ kelimesi kulağa bir söz, bir hava titreşimi gibi değil; dikenli bir cisim, kızdırılmış bir demir çivi gibi giriyor ve bu kelime birdenbire insana o kadar ağır geliyor ki omuzları üstüne birer büyük gülle konmuş gibi oluyor. Oturduğu sandalye, güya yaş ve yumuşak bir toprak üstüne konmuş olduğu için yavaş yavaş batıyor zannediliyor. Birdenbire asap gevşiyor; tüyler ürperiyor, yüze aralıksız soğuk, sıcak hava dalgaları çarpıyor gibi oluyor.”

Ebubekir Hâzim Tepeyran
Zalimane Bir İdam Hükmü

ÖN SÖZ
Bu kitap, bir belgedir. 1920 yılında yaşanmış gerçek bir olay… Mütareke yıllarında Ali Rıza ve Salih Paşa hükûmetlerinde Dâhiliye Nazırı olan Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın Nemrut Mustafa Paşa Divanıharbi’ndeki yargılamasının öyküsü…
Yıl 1920. Ebubekir Hâzim Bey, kısa bir süre önce nazırlık makamından ayrılmıştır. O günlerde İstanbul tam anlamıyla işgalcilerin eline geçmiş, işbaşına bir kez daha Damat Ferit gelmiştir. Yeni hükûmet, Ankara’da başkaldıran Kuvayımilliyecilere düşmandır. Hâzim Bey’i, Bursa Valiliği ve Dâhiliye Nazırlığı sırasında Kuvayımilliye’ye yardım etmek suçuyla tutuklayıp Sultanahmet Cezaevi’ne kapatmıştır.
Suçu büyüktür Hâzim Bey’in! İddianamede “Kuvayımilliye unvanı altında çıkarılan fitne ve fesadın mürettip ve müşevviklerinden” olduğu ileri sürülerek idamı istenmektedir. Günlerce süren duruşmalarda Hâzim Bey’den hesabı sorulan bir ikinci konu da Abdülhamid’in tahttan indirilmesi olayıdır. O tarihte İstanbul Şehremini olan Hâzim Bey’in Yıldız Sarayı Komisyonunda görevli olmasıdır.
“Zalimane Bir İdam Hükmü” adlı bu kitapta, Hâzim Bey bu duruşmayı ve hapishanede geçen ayları, idama mahkûm oluşunu, idamlıklara ayrılan hücrede bir gece geçirişini, sonunda yeni Sadrazam Tevfik Paşa’nın kurduğu Hurşit Paşa Divanıharbi’nde suçsuz görülerek özgürlüğe kavuşmasını anlatıyor. Roman akıcılığıyla yazılan bu anılar bir dönemin gerçek yüzünü tam bir gerçekçilikle yansıtmaktadır.
Bilindiği gibi Ebubekir Hazım Tepeyran ülkenin pek çok ilinde vali olarak görev yapmış, Danıştay üyeliğinde, şehreminilikte bulunmuş, üç dönem Niğde milletvekili seçilmiş, büyük idare adamlarındandır.
Ayrıca ilk kez Anadolu köylerinin gerçek yaşantısını, yoksulluğunu, bakımsızlığını “Küçük Paşa”[1 - Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın bahse konu kitabı 2020 yılında yeniden Elips Kitap tarafından yayınlanmıştır.] adlı romanında sergilemiş usta bir yazardır. 1910 yılında basılan bu roman Anadolu köylülerinin yaşantısını belge niteliğinde yansıtan yapıttır. Hâzim Bey’in “Hatıralarım” adlı yapıtı da bugüne dek yayınlanmamış bölümleriyle birlikte okurlara sunulacaktır.
“Zalimane Bir İdam Hükmü”nü belgesel bir roman olarak, ibretle, aynı zamanda bir yazın yapıtının verdiği tatla okuyacağınızı umarım.

    Oktay AKBAL

Ebubekir Hâzim Tepeyran
(Niğde 1854-İstanbul 1947)
Rüştiyeyi bitirdikten sonra devlet hizmetine girdi. Çeşitli görevlerde kendini yetiştirdi. 1896’da atandığı Dedeağaç Mutasarrıflığında başarılı olunca Musul, Manastır, Bağdat valiliklerini üstlendi. 1903’te Şûrayı Devlet üyeliği yaptı. 1908’den sonra Sivas ve Ankara Valiliklerinde bulundu; İstanbul Şehremini oldu. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra Yıldız Sarayı’ndan çıkarılarak Selanik’e gönderilirken, saraydaki kıymetli eşyayı toplayarak Harbiye Nezaretine teslim eden Yıldız Komisyonunda görev aldı. Daha sonra Hicaz ve iki kez Beyrut Valiliğinde bulundu. İki kez de Bursa Valiliğine atandı.
(Aralık 1918-Mart 1919/Ekim 1919-Şubat 1920) Bursa’da güvenliği sağlamada büyük başarı gösterince Balıkesir ve İzmit sancaklarının güvenliklerini sağlama görevini de üstlendi. Daha sonra Ali Rıza Paşa, Salih Hulusi Paşa hükûmetlerinde Dâhiliye Nazırlığı yaptı (Şubat-Nisan 1920). Damat Ferit Paşa döneminde Nemrut Mustafa başkanlığındaki Divan-ı Harb-i Örfi’de Yıldız Komisyonuyla sarayı yağmalamak ve Bursa Valiliği sırasında Millî Mücadele’yi desteklemek suçlamasından yargılandı. İdama mahkûm edildi. Cezası padişah tarafından yaşam boyu hapse çevrildi. Tevfik Paşa hükûmetinin Divan-ı Harb-i Örfi kararının temyiz edilebilmesiyle ilgili kararından sonra yeniden yargılanarak aklandı (Kasım 1920). Anadolu’ya geçti. Sivas (1921) ve Trabzon (1922) Valiliklerinde bulundu. Emekli olduktan sonra Niğde Milletvekili seçildi (1923-1927/1939-1946). Siyasal anıları, Zalimane Bir İdam Hükmü (1946), Canlı Tarihler (1.-6. fas. 1944-1945) Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları (1982) kitaplarındadır. Öyküleri, Eski Şeyler (1910) yapıtındadır. Ona asıl ün kazandıran yapıtı ise yoksul bir Orta Anadolu köyünün yaşamını gerçekçi çizgilerle yansıtan Küçük Paşa (1910: kısaltılmış ve sadeleştirilmiş Yay. 1947) adlı romanıdır.

ZALİMANE BİR İDAM HÜKMÜ[2 - Bu kitap yirmi yıl önce (2. baskının yayımlandığı 1997’den 77 yıl önce) Umumi Hapishane’de geceleri küçük kâğıtlara yazılarak yatak altına saklamak, akraba ve dostlarımdan hapishaneye gelenlere parça parça verilerek dışarıya kaçırılmak suretiyle vücuda gelmişti. Bu uzun müddet zarfında hele Latin harflerini kabul ettiğimiz tarihten beri imla şekilleri hayli değişmişse de ben eski şekilleri yenileştirmek istemedim; çünkü ne kadar dikkat edilsede yine az çok gözden kaçarak aynı kitapta aynı kelimelerin muhtelif şekillerde bulunmaları gibi bir uyumsuzluk hasıl olacağından, vaktiyle yazıldıkları şekillerde basılmasını tercih ettim.]
1920 senesi Mayıs’ının yirmi dördüncü günü akşamı, İstanbul’dan Erenköy’e gelip tren istasyonundan kim bilir neler düşünerek dalgın bir hâlde evime giderken, bahçemin duvarı hizasına gelince, gafil bir kuşa yaklaşan avcı kediler gibi iki polis memurunun bana doğru gelmekte olduklarını gördüm.
Bunlardan biri:
“Hâzim Bey siz misiniz?” dedi.
Bu ansızın sualle derin bir uykudan uyandırılmışa dönmekle beraber:
“Evet.” dedim. “Benim.”
Öteki polis:
“Bizim memur efendi sizi görmek istiyor.” dedi. “Arkadaşlarla beraber öteki kapının önünde.”
“Pekâlâ, gidelim de görsün.”
Ben köşke girdikten birkaç dakika sonra sivil kıyafetli biri gelerek Polis Umum Müdürü’nün beni istediğini söyledi.
“Vakit geçti.” dedim. “Yarın sabah gelsem olmaz mı?”
“Olmaz, bu akşam mutlaka gideceksiniz, emir böyledir. Tren zamanı da yaklaştı.” cevabını verdi.
İçeriye girip eşime:
“Benim böyle bir sürü polislerle götürülecek bir hâl ve hareketim olmadığını bilirsiniz. Merak edecek bir şey yok.” diyerek çıktım.
Kızıltoprak Merkez Memuru olduğu sonradan anlaşılan bu efendi ile ileride ve geride bulunan birçok polis memuru ile istasyona geldik.
Oğlum Celal’i tesadüfen istasyonda buldum.
Böyle mahkûm ve firari bir cani gibi aranılmamı ve polis gözetimi altında götürülmemi gerektiren sebep, Bursa’da Vali ve sonra da Dâhiliye Nazırı iken Kuvayımilliye’ye taraftar olarak muvaffakiyetine hizmet etmekle beraber gazetelere taşkınca beyanatım olduğunu benim gibi Celalde biliyordu.
İkinci defa olarak Dâhiliye Nazırlığı ile dâhil olduğum Salih Paşa Kabinesinin istifasından iki gün sonra adı geçen bu Kabinede Bahriye Nazırı olan Esat Paşa vasıtasıyla, Damat Ferit Paşa Hükûmeti tarafından takip ve tevkif ettirilecek zatların listesine yazılmış olan adımın üstüne kırmızı bir artı (+) yapıldığı görülmüş olduğundan, bir iki gün bir yerde gizlenerek aranıldığım takdirde, saklandığım mahalden Anadolu’ya savuşmak çaresine bakmak lüzumunu ihtar etmek lütfunda bulunmuştu.
Binaenaleyh bir hafta kadar Beylerbeyi’nde ve Çengelköy’de gizlendiğim hâlde aranılmadığım için Erenköy’e dönmüştüm.
Fakat takipten vazgeçilmediği ve geçilemeyeceği hakkındaki ihtarlar üzerine, kendi kendime Anadolu’ya kaçmakta uğramış olduğum zorluklardan dolayı Edirne’ye giderek daha sonra emin bir surette Anadolu’ya geçmek niyetiyle Bakırköy’e gittiğim hâlde bu hususta evvelce bana yardım vaat eden Resneli Osman Bey’i evinde bulamayarak eski dostum Doktor Bafralı Yanko’nun evinde bir hafta kaldığım hâlde bir takip eseri görülmediğinden yine Erenköy’e geldim.
Buradan bulabileceğim kılavuz ve vasıta ile Anadolu’ya gitmeye cesaret edemiyordum. Çünkü kaçarken yakalanmak daha tehlikeli idi.
Anadolu’ya iltica çaresi bulunmadıkça, er geç yakayı ele vermek tabii idi ve öyle oldu.
Saat yirmi treniyle polis ve sivil kıyafetlerde birçok adamın pek sıkı nezaretleri altında Erenköy’den Haydarpaşa’ya geldiğimiz zaman ortalık tamamıyla kararmıştı.
Haydarpaşa’da birkaç polis memuru tarafından karşılandım. Bunlardan biri:
“Biraz evvel Umum Polis Müdürü Tahsin Bey telefonla, ‘Vakit geçti, Hâzim Bey yarın gelsin.’ dedi.” diyerek serbest bırakmak istediyse de diğerleri razı olmayarak beni gardaki polis odasına götürdüler ve “Polis Birinci Şube Müdürü Şerafettin Efendi buradaki lokantadadır, kendisiyle görüşünüz.” dediler.
Polislerle beraber lokantaya girip Şube Müdürü’nü bularak Tahsin Bey’in telefonla verdiği emirden bahis ile serbest bırakılmamı rica ettim.
“Siz o telefona bakmayınız. Aldığım emir kesindir. Bu da gece mutlaka Umumi Müdür Bey’in dairesine gidilmesi yolundadır.” dedi.
Binaenaleyh, saat ona doğru, üstü açık ve iki kürekli bir sandal kadar olsun kuvvetten mahrum bir otokano[3 - Kürekle ya da motorla yol alan güvertesiz hafif tekne.] ile Haydarpaşa’dan hareket ettik.
Hava serin değil, soğuk ve pek ziyade rutubetli idi.
Otokano, İstanbul’a değil Kız Kulesi’ne doğru gidiyordu. Kule’nin yanına gelinceye kadar omuzlarım ve dizlerim tamamıyla ıslanmış, ayakta duran Şube Müdürü de rutubetten şikâyete başlamıştı.
Kule, sabık Dâhiliye Nazırı’nı (beni) suçüstü hâlinde tutulmuş bir cani gibi polislerle alıp götüren otokanonun patırtısıyla sessizliği bozulduğundan gücenmişçesine, kırmızı gözüyle bize değil uzaklara bakıyor, üstümüzdeki buharla dolu kirli sema donuk yıldızlarıyla; altımızdaki deniz küçük küçük, sessiz dalgalarıyla bize karşı ilgisiz görünüyorlardı.
Otokano, Kule’yi geçtikten sonra da İstanbul cihetine dönmeyerek koyu karanlık içinde altından, üstünden, önünden, arkasından aydınlığa dönüşmüş kötü ruhlar gibi rengârenk ışıklar fışkıran İtilaf Devletleri zırhlılarına doğru gidiyordu.
Bütün dünyayı letafetine hayran eden Boğaz, bilhassa son aylardan beri korkak bir sessizlik ile etrafından akan gözyaşlarından toplanmış gibi hazin, bedbaht İstanbul’un uzunluğuna bir matem alameti gibi simsiyah serilip yatıyor; şehrin sakinlerinden yalnız Türklerin sızlanmalarından da yasaklanmış lisanlarıyla kaynaşmış olarak sessizce duruyordu.
Şu anda dünyada yalnız bir kayığa, bir ağa, bir oltaya malik yerli, yabancı, Hristiyan bir balıkçı da buradan geçse zulmet içinde yine bir başka türlü cazip, sihirli, güzel olan Boğaz’ı benim gördüğüm gibi hazin görmezdi.
Asılları da, su içinde oynayan akisleri de seyre değer olan bu hoş ışıklar ona; bana göründükleri gibi görünmezlerdi.
Ben böyle hüzün ve kederle düşünürken, otokano ara sıra, yer yer beyaz parçalarla sedeflenen bu karanlık ortamın düzenli çizgileri arasında helezoni hareketlerle oynayan muhtelif renkli ışık yansımaları uzanarak, kısalarak birbirinden ayrılıp yine birleşerek görünüp kayboldukları mıntıkaya yaklaşıyordu.
Bizim memurlarımız beni İngiliz zırhlılarına götürecekler zannederek Müdür’e:
“İstanbul’a gitmeyecek miyiz?” dedim.
“Gideceğiz, fakat akıntıdan kaçıyoruz.” cevabını verdi.
Bu suretle bir buçuk saatten ziyade biri hoş, diğeri kesif iki sudan birinin üstünde, ötekinin içinde kaldıktan sonra, Sirkeci İskelesi’ne çıktık ve Aydın dağlarında aranırken İstanbul’da tutulmuş bir Çakırcalı gibi, birçok polisler arasında Polis Müdüriyeti Umumiyesi’ne (Şahinpaşa Oteli) götürüldüm.
Dokuz seneden beri tanıdığım emekli Miralay Emin Bey’i, Polis Umum Müdürü Tahsin Bey’in yanında buldum. Bu zatın Merkez Kumandanı yahut İstanbul Muhafızı olduğunu bilmiyordum.
Hicaz Valiliğine tayin edildiğim sırada bu Emin Bey, kendisinin Cidde Mutasarrıflığına tayinini istemek için Erenköy’deki evime geldiği ve bir müddet sonra Taif’te iken Hüseyin Hilmi Paşa’dan bir tavsiye mektubu da getirdiği hâlde, arzu ettiği mutasarrıflığa tayinine yardımcı olamamıştım.
Emin Bey gittikten sonra Tahsin Bey beni Manastır Valiliğinde bulunduğum zamanlardan beri tanıdığını ve hakkımda hürmet ve muhabbetle duygulandığını söyledi ve memlekette şiddetle hüküm süren ahlak çöküntüsünden uzunca konuştu ve şikâyetler etti.
Adı geçen bu odaya bitişik diğer bir odanın kapısını açtı:
“Burası benim yatak odamdır. Zatıalinize terk ediyorum. Burada yatarsınız, yatak takımları temizdir, merak etmeyiniz.” dedi ve gitti.
Hicaz’da bulunduğum esnada Mekke’de ve Taif’te subaylardan beni en çok ziyaret eden bu Emin Bey olduğu ve Polis Müdürü de hürmet ve muhabbetini gösterdiği için geçen sene, Bursa’dan Sadrazam Damat Ferit Paşa ve Dâhiliye Nazırı Cemal Bey’e yazdığım telgraftan dolayı aleyhimde şiddetli takibat icra edildiği esnada, kendileriyle hiç tanışmadığımız Polis Umum Müdürü Halil ve İstanbul Muhafızı Vekili Kaymakam Fehmi Beyler ve daha sonra Nâzım Paşa Divanıharbi’nin tahkik heyetini teşkil eden asker ve sivil üyelerden gördüğüm pek insani muameleyi, bunlardan da göreceğimi ümit eder gibi oldum.
Böyle mahkûm bir cani gibi getirilişimin sebebini Tahsin Bey’den sormuştum. Yıldız meselesi için divanıharpten davet edildiğimi söylemişti. Bu meseleden dolayı takip edildiğimin söylenmesi pek yakın bir selamet müjdesi idi.

    25 Mayıs 1920
Sabah saat beşte uyandım. Dünkü macerayı düşündüm ve hiddetten çok hayrette kaldım.
Yıldız meselesi, hükûmet tarafından II. Abdülhamid’in mallarına resmen el konulmaktan ibaret bir muamele iken, bundan dolayı on iki sene sonra beni tevkif etmek, hakikaten bir zulüm garibesidir; fakat kimden kime şikâyet etmeli?
Hükûmet reisinin, hatta padişahın kanaati sorulmaksızın ve izni alınmaksızın eski Dâhiliye Nazırı’nın tevkif edilemeyeceği açıktır.
Sonucu sabırla beklemekten başka benim için şimdilik yapacak bir şey yoktu. Yataktan kalkarak giyindim; koridora açılan kapıyı açtım.
İçinden çıkacak kuşu tutmak için yuva deliği önünde bekleyen kediler gibi iki polis memurunun kapı önünde oturduklarını görerek tuvaletin yerini sordum.
Saat dokuz buçuğa kadar Polis Müdürü’nün odasında bütün sabah gazetelerini gözden geçirdim, tevkifime dair bunlarda bir şey yoktu. Bir saat sonra İstanbul Muhafızı ve Polis Müdürü geldiler.
Emin Bey divanıharbe gideceğimi, fakat öğleden sonra ikiye doğru toplandıkları için o zamana kadar burada kalmaktansa İstanbul Muhafızlığı Dairesinde bulunmanın daha uygun olacağını söyledi sonra telefonla muavinine şu emri verdi:


“Hâzim Beyefendi oraya gelecek, benim odayı açtırarak kendisini orada hürmetle kabul ediniz.”
Muhafızlık makamı, Harbiye Nezareti ( Bugünkü İstanbul Üniversitesi) kapısının sol tarafındaki köşkte bulunduğundan bir muhafızla oraya gönderildim.
Emin Bey’in odasında saat üçe kadar bekledikten sonra adı geçen Nezaret binasının arkasında bulunan 1 numaralı divanıharbe götürüldüm. Bu divanıharp “Nemrut Mustafa Divanıharbi” adı ile anılıyordu. Harbiye Nezareti daireleriyle bütün diğer bölmeleri İngilizler tarafından işgal edilmiş olduklarından divanıharbin kapısında da silahlı bir İngiliz askeri nöbet bekliyordu.
Osmanlı Divanıharbi’nin kapısında ecnebi askerinin nöbet beklemesi gariptir. Fakat bunu işgal kuvvetlerinin, Divanıharp Reisi’nin ricası üzerine koydukları o zaman rivayet edilmişti. Çünkü o binada divanıharpten başka ve ecnebilere ait bir şey yoktu.
Türk düşmanlığıyla tanınmış olan, hatta bu düşmanlığın açık bir şekil almasından dolayı Bursa’dan sürülen Mustafa Paşa’nın, kapısında silahlı bir ecnebi askeri bulunan binada karakuşvari bir mahkemeye başkanlık etmeyi daha şerefli ve orada kendisini her türlü saldırıdan daha çok korunacağı düşüncesinde şüphe yoktur.
Örfi Divanıharpleri teşkil eden geçici kanun İstanbul’un o pek kötü günlerdeki hâlini tamamıyla izaha kâfi, resmî ve tarihî bir vesika olduğundan bazı maddelerini okuyucularımın lütfen okumalarını rica ederek buraya naklediyorum:
“Madde 3 – Divanıharbi Örfiler göçe zorlama, cinayet, vurgunculuk, isyan, alenen gasp ve yağma, şehirleri tahrip cürümlerini irtikâp etmiş ve Devlet-i Osmaniye’nin emniyeti iç ve dış güvenliğini ihlal eylemiş bulunan bütün suç sahiplerini muhakeme eyleyerek kabil-i temyiz olmamak üzere itayı hükmeder.
Madde 4 – Divanıharplerin muhakemeleri aleni olmayacağı gibi muhakeme esnasında vekil ve avukat da bulundurulmaz.
Madde 5 – Divanıharbi Örfiler, idam cezasına ittifak ve oyların üçte iki çoğunluğu ile ve diğer cezalara kesin çoğunlukla hükmeder.
Madde 6 – Divanıharbi Örfiler hükûmetçe uygun görülen her mahalde teşkil edilir.
Madde 7 – Divanıharpler bulundukları mevkilerdeki askerî hükûmet tarafından kendilerine ispatlanmış evrakıyla teslim olunan maznunları muhakeme ederler.
Madde 8 – Ağır suç sahiplerinin sıfat, resmî ve hususi onurları bir çeşit bağışıklık ve ayrıcalık sağlamaz…”
Böyle bir kanun yayınlanabilen bir memlekette, böyle bir hükûmetin idaresi altında bulunmak, fitili yakılmış bir bombanın üstünde oturmak kabilinden bir şey olduğuna şüphe yoktu. Fakat kaçmaya muvaffak olsam bile belirsiz bir müddet, ecnebi memleketlerde yaşayabilecek hâlde bulunamayacağım gibi tehlikesizce Anadolu’ya geçebilmek imkânını da sağlayamadığımdan, hedef olduğum kin ve nefretin derecesini de layıkıyla takdir edememiştim.
Divanıharp Reisi Yaveri’nin odasında bir müddet bekledikten sonra, büyük bir odanın tahta perdelerle ayrılmış üç bölüğünden birinde, Divan’ın yardımcı üyelerinden “Riyazi” yahut “Deli” lakaplarıyla bilinen Miralay Niyazi tarafından sorguya çekildim.
Bu deli sorgu yargıcının sorduğu ve Avni Efendi adında sivil bir kâtibin yazdığı suallerin divanıharp tarafından tertip olundukları anlaşılıyordu. Bunlar bütünüyle Yıldız Komisyonuna ait oldukları için sorgulamadan sonra serbest bırakılacağımdan emindim.
Suallerin özeti şundan ibarettir:
“Sen büyük bir memur olduğun hâlde Sultan Abdülhamid’in ve şehzadelerin mallarını niçin zapt ettin ve ettirdin?”
Benim cevaplarımın özeti de şuydu:
“Ben kimsenin malını zapt etmedim ve ettirmedim; Selanik’ten gelip, Sultan Abdülhamid gibi kudretli bir padişahı fetva ve Meclis-i Umumi kararıyla tahtından indirerek Selanik’e süren bir ordunun kumandanı olan Mahmut Şevket Paşa’nın isteği, Babıali’nin onayı, Mebusan ve Ayan Meclislerinin uygun görmesi ve yeni padişahın kabul ve iradesi üzerine mülki ve askerî memurlardan teşkil olunan komisyonun, o sırada Şehremini ve İstanbul Valisi olmak münasebetiyle bana verilen reisliğini reddedemezdim. Trabzon Mebusu İmadettin ve İzzet Efendilerle Halep Mebusu Ali Cenani Bey’i komisyonda bulundurmak suretiyle bu muameleye Mebusan Meclisi de fiilen iştirak etmiştir. Meşruti bir memlekette bir kanun için lazım olan merasim ve şartlar tamamıyla icra olunarak kararlaştırılan bu muamele Sultan Abdülhamid’in para ve mallarına resmî bir el koyma muamelesidir. Komisyon bir alettir; bu işin esasından dolayı bir mesul aranıyorsa bu mesul zamanın hükûmeti, mebusanı, ayanı ve padişahıdır. Şayet komisyon vazifesinde bir yolsuzluk yapmışsa o hâlde komisyon üyesinden ve benden değil, kanuni yetkilimiz olan Dâhiliye Nezaretinden sorulması lazım gelir.”
Ben bu cevapları yazarken kırmızı bir astar ile sımsıkı örtülmüş olan masaya, üstünde yazı yazmak kabil olacak kadar yanaşmak mümkün olmadığından, dizimin üstünde yazmak üzere bir bacağımı diğerinin üstüne koyar koymaz Niyazi pek sert bir tavırla değil, bu tabirin tanımlayamayacağı kadar vahşiyane bir ses ve öfke ile: “Doğru otur!” diye bağırdı.
Gerçekten bir mecnun karşısında bulunduğumu anlayarak bacağımı indirdim. Cevapları el üstünde yazdım. Böyle vahşi bir hayvan gibi haykırıştan Kâtip Avni Efendi de hayli sıkıldı. Niyazi sual ve cevapların bulunduğu kâğıtları alarak üçüncü defa reisin odasına gidince Avni Efendi:
“Bunları niçin karıştırıyorlar bilmem. Bir suç bile olsa zaman aşımı var.” diye mırıldandı.
“Evet, zaman aşımından başka umumi aflar da var.” dedim. “Fakat benim zaman aşımından ve umumi aflardan istifade edecek bir suçum bulunmadığından bunlardan bahsetmiyorum ve etmeyeceğim.”
Niyazi geri dönerek, bir iki saçma sual daha sorduktan sonra:
“Sorgulama bitti.” dedi. Yine yaver odasına götürüldüm. Mademki sorgulama bitmiştir, ne zaman istenilirse gelmek üzere evime gitmeme müsaade etmesini Reis’e söylettirdim.
Yaver, Reis’in “Gitsin” dediğini söylediği için, oğlum Celal ile divanıharp binasından çıkınca bizi bir subayla iki silahlı askerin takip ettiklerini görerek sebebini sordum.
“İstanbul Muhafızlığı vasıtasıyla celp edilmiş olduğunuz için usulen yine oraya götürüleceksiniz.” dedi.
Ve İstanbul Muhafızlığına varınca orada tevkif edileceğim hayretle anlaşıldı.
İstanbul muhafızına yahut merkez kumandanına tahsis olunan köşkün yanında, inzibat memurları için geçici olarak yapılan barakanın küçük bölmelerinden birinde kalacağımı söylediler. Merkez Kumandanı baraka hazırlanıncaya kadar kendi odasında kalmama lütfen müsaade etti ve:
“Merak etmeyiniz, beyefendi.” dedi. “Sadrazam Paşa Hazretleri’ne güzelce bir dilekçe yazınız, bizzat ben takdim edeyim; İnşallah birkaç gün içinde tahliye olunursunuz.”
Tevkifime kanuni bir sebep olmadığı için ve yarın mutlaka serbest bırakılacağımı ümit ettiğimden bu sözden müteessir olmakla beraber, “Kendimi kimseden merhamet dilenmeye muhtaç bir suçlu mevkisinde görmüyorum.” diye hiçbir şey yazmadım.
Erenköy’den telefonla istediğim portatif bir karyola üzerinde, geceyi o küçük baraka bölüğünde geçirdim; bütün gece iki asker, her beş on dakikada bir kere, yerden iki karış yukarıda bulunan pencereden bakıyor ve her saatte değişen nöbetçiler kapıyı açarak benim içeride bulunup bulunmadığımı yokluyorlardı. Şu suretle muhafızdan muhafıza devir ve teslim olunarak uykum parçalanıyor; Ramazan sebebiyle pek yakından atılan sahur ve imsak topları, ince tahtalardan yapılmış olan barakayı fena hâlde sarsıp sallıyordu.
Evvelki gece yalnız, ince bir kostüm ile bir buçuk saat deniz üstünde dolaştırılmış olmanın tesiri görülmeye başladı. Romatizmadan, nevraljiden ve mide ağrılarından muzdarip idim. Askerî doktorlardan Murat Efendi adında bir zat beni özenle muayene ve tedavi etti.

    26 Mayıs 1920
Bugün beni barakada ziyarete muvaffak olan dostlarımın da tavsiyeleri üzerine şu dilekçeyi yazarak Divanıharp Reisi’ne gönderdim: “İki günden beri tutuklu bulunuyorum. Dün yapılan sorgulamama nazaran on iki sene evvel yerine getirdiğim resmî bir vazifeden dolayı tevkif edildiğim hayretle anlaşıldı. Bu vazifede bir yolsuzluk vaki olmuşsa, Divanıharbi Örfi tetkike yetkili olmadığından, evrakın ait olduğu makam veya mahkemeye verilmesi ile beraber tahliyem kararlaştırılarak şu suretle vukua getirilen kanuna aykırı muameleye nihayet verilmesini talep ederim.”
Bu dilekçenin tarihinden 21 gün sonra Adliye-i Askeriye Dairesinden yazılıp 5 Temmuz tarihinde bana tebliğ olunan kararın sureti şu idi:
“Dâhiliye Nazırı Esbakı[4 - O zaman daha “esbak” olmamıştım. Bu maksatlı hatadır. Beş, on gün önce Dâhiliye Nezaretinde bulunan bir adamın da Kuvayımilliye’ye nispetini söylemek, bu kuvvetin azamet ve ehemmiyetine bir şehadet olarak memleketçe istenilmeyen tesiri mucip olacağından “esbak” demeyi hâle muvafık gördükleri anlaşılıyordu.]Hâzim Bey’in Dersaadet Birinci İdareyi Örfiye Divanıharbi’nce taht-ı tevkife alınması Kuvayımilliye harekâtında zimedhal olmak maznuniyetinden ileri gelmiş olduğu, verdiği arzuhâl üzerine cari muameleden anlaşılmakla neticeyi karara intizar eylemesinin suret-i münasebete kendisine tefhimi…”
[Eski Dâhiliye Nazırı Hâzim Bey’in İstanbul Birinci Örfi İdare Divanıharbi’nce gözaltına alınması Kuvayımilliye harekâtında yardımcı olmak sanıklığından ileri gelmiş olduğu verdiği dilekçe üzerine geçerli olan işlemden anlaşılmakla kararın sonucunu beklemesinin uygun bir şekilde kendisine bildirilmesi.]
Bugün akşamdan sonra Mahmut Sait Molla’nın Merkez Kumandanı’na giderek barakada hapsedilmek suretiyle hakkımda-özel işlemde bulunulmasının kesinlikle uygun olmadığını söyleyerek, merkez kumandanının oturduğu köşkün veya kapının sağ tarafında, köşkün bodrumunda hapsedilmem için ısrar ve Emin Bey’i tehdit ettiğini, pencerenin yanında bana görünmeyen bir subayın arkadaşıyla konuşmasından anladım.
Bir saat kadar sonra, Emin Bey tarafından gönderilen bir subay yanıma gelerek, bodruma indirileceğimi söyledi.
“Kumandan nerede?” dedim.
“Dışarıda kapının önünde.” cevabını verdi.
Hemen dışarıya çıkarak Emin Bey’i buldum ve yüksek sesle:
“Bir bodrumda hapsedileceğimi söylediler. Bu nasıl muameledir?” dedim. “Ben öyle bir yerde yaşayamam. Mutlaka öldürmek istiyorsanız beni sürükleyerek oraya götürebilirsiniz, isteğimle gitmem çünkü ölürüm, siz de katil olursunuz, kanuni bir sebep varsa kanunun tayin ettiği yerde tevkif edilebilirim.”
Merkez kumandanı:
“Orada (bodrumda) yalnız kalmayacaksınız.” dedi. “Ferik Hasan Rıza Paşa da size refakat edecek.”
“Bu refakat benim acılarımı hafifletmez ve kanunsuz tevkifin şeklini değiştiremez.” dedim.
Merkez Kumandanı, hayli tereddütten sonra, şimdilik bulunduğumuz barakada kalmamıza rıza gösterdi. Rıza Paşa yanıma getirildi; kendisiyle Manastır vilayetinde bulunduğum zamandan beri tanıştığımızdan, arkadaşlığımızdan memnun oldum. Rıza Paşa’ya da bir yol karyolası tedarik ederek karşı karşıya yattık; fakat uyuyamıyorduk. Gece yarısından sonra her ikimizde polis nezaretinde umumi hapishaneye bitişik kadınlar tevkifhanesine götürüldük. Bu binayı üç ay evvel görmüş, o zaman içinde bulunan 40 kadın için binayı yeterli bulmamıştım. Şimdi ise 250’den ziyade erkek tutuklularla doldurulmuştu. Rıza Paşa ile bana küçük bir oda tahsis edilmesinin teşekkürü gerektiren bir lütuf olduğunu sonra anladık. O gece hiç uyanmayarak uyudum; gözlerimi açtığım zaman sabah olmuş, güneş hayli yükselmişti. Derhâl kalkarak giyindim. Nasılsa içine düştüğü uçurumun derinliğini, sarplık derecesini anlamaya çalışan bedbaht bir yolcu ümitsizliğiyle, odanın kirli duvarlarına ve hatta aralıkları sayısız tahtakurusuyla dolu tavanına; pencereden kaderin yerden, gökten, bize nezaret hakkı verdiği sahaya göz gezdirdim. Tevkifhanenin önündeki on, on beş metrelik avluyu sınırlayan, alacalı manzaralı eski duvar; bu tarafta hayvani, nebati her ne varsa, havada ışıktan mahrum etmek başarısından memnun gibi kırık taşları, kireçleri dökülmüş delikleriyle sırıtarak gururla yükseliyordu. Avlunun sağ tarafındaki oldukça yaşlı bir akasya, her engele rağmen yaşayan ve büyüyen hürriyet fikri gibi, hayli uzun yılların sabır ve sebatıyla dallarını yükselterek havadan, ışıktan tabi hakkını alıyordu. Sultanahmet Cami’nin kubbelerinden bazılarının üst kısımları ve altı zarif minareden yalnız dördü, berrak, mavi bir semaya yükseliyorlardı.
Bu muhteşem caminin yanında nasıl olup da vücuda gelmek küstahlığında bulunduğundan dolayı II. Wilhelm Çeşmesi, utanmak ağırlığı altında ezile ezile alçalıyor, küçülüyor gibi yalnız sivri tepesini gösteriyordu. Tesis edildiği tarihten beri her ne maksada tahsis olunmuşsa, hiçbirinde muvaffak olamayan Adliye Dairesi, her hafta bu caminin minberinden yükselen “İnnallahe ye’mürü bi’l-adli ve’l-ihsan.” hitabına karşı yalnız kapısı üzerinde: “En tahkümü…” ayetini ve salonlarına, koridorlarına “El adlü esasülınülk.” ibaresini havi levhalarını asmanın pek sefil bir aldatma olduğunun farkına varmış gibi, caminin karşısında bir suçlu korkusu ile sararıyor, bu caminin mamur teferruatıyla Sultanahmet Türbesi’ni ve kısmen Ayasofya hamamlarının küçük, büyük kubbeleri ve medresenin birçok bacaları arasında iki ahşap ve harap evin kararmış kiremitlerle örtülü çatıları, kahreden hakikatler arasına karışan hayâsız yalanlara benziyor; çaldıkları eşya üzerine oturarak bir türlü kalkmak istemeyen çingene kadınlar gibi gasp olunmuş arsalar üzerinde titriyorlardı. Adliye Dairesinin batı yönünde, taze kiremitli çatısının bir ucu görünen yeni tevkifhane, şu anda içinde bulunduğumuz iğrenç hapishane sakinlerine vaat edilmiş bir yer cenneti gibi duruyordu. Kubbelerle ağaçlar arasından Büyükada’nın bir kısmı eflatuni ve şeffaf bir buhar tülü altında beliriyor, morlaşmış uzak dağ silsileleri önünde serilip yatan Göztepe ve civarı ile Fenerbahçe’nin bir kısmı, kenarındaki kule ile beraber tek boynuzunu muhafaza eden bir gergedan derisini andırıyordu. Uzak dalgaları fark edilemeyen Marmara’nın bazı yerleri, mezkûr binalar ve ağaçlar arasından yere düşmüş birer gök parçası gibi durgun görünüyorlardı.
Tevkifhanede art arda tanıştığımız tutuklular şunlardı:
Sabık Amasya Mutasarrıfı İsmail Hakkı, Aziz Samih, Eskişehir Mebusu Hacı Veli, Sabık Urfa Mutasarrıfı Nusret, Binbaşı Reşit, Adil, Cemal, İttihat ve Terakki kâtibi mesullerinden Gani Bey ve efendilerdi. Bulunduğumuz üst katta iki koğuşla küçük odada 90 tutuklu vardı; aşağıdaki iki koğuşla taşlıkta ise vapur kamaralarına benzer ikişer katlı yataklarda sardalya istifi gibi yatıyorlardı. Burada ilk muhatap olduğum söz, Hacı Veli’yi ziyaret için gelmiş olan Bursa tüccarlarından Kocabıçak’ın şu sözü oldu:
“Sıkılma Beyefendi, burası Hazreti Yusuf makamıdır.”
Kimin makamı olursa olsun iğrenç kokusu tahammül edilemez bir derecede idi. Bir kaç defa müfettişler, hekimler hatta İstanbul Valisi de gelip gittiği hâlde abdestlik ve bölmelerinin eksiklerini tamamlama ve avluda kim bilir ne zaman açılmış olan lağım deliğinin kapatılması imkânı bulunamamıştı.
Sayısız sabıkalı yankesicilerden, katillere kadar her türlü suç failleri ile dolan avluya inerek biraz nefes alma ihtiyacı bizi de bu sürüye karışmaya mecbur ediyordu. Fakat birkaç gün sonra alt kat koğuşlarında bir hastalık zuhur ettiğinden ve bulaşarak çoğaldığından avlu gezintilerinden vazgeçmeye mecbur olduk.
***
Yalnız Yıldız meselesine dair sorgulandığım gibi Divanıharp Reisi, bir gazeteye Yıldız Yağması’ndan dolayı tevkif edildiğim hakkında beyanatta bulunduğu hâlde, yukarılarda bahsedildiği üzere 20 Mayıs tarihli dilekçeme Divan’dan yazılan derkenarda tevkifim Kuvayımilliye harekâtında işe karışmış olmak zanlılığından ileri geldiği söylenmişken divanıharbin buna dair bir şey sormaması ve inadına “Esbak Dâhiliye Nazırı” denilmesi tuhaf bir maskaralıktır.
Tevkifhaneden bir hafta sonra evime, memurlar gönderilerek araştırma yapıldığını ve bütün kâğıt ve dosyalarımın divanıharbe nakledildiğini haber aldım. Üç gün sonra süngülü askerlerle bir subayın muhafazası altında divanıharbe celp olunarak, reisin yaverine mahsus odaya konuldum. Biraz sonra “Efe” lakabıyla bilinen bir divanıharp yardımcı üyelerinden Miralay Kâzım Bey geldi. Bu zat bana şefkatli nazarlarla bakıyor ve durumdan üzülmememi tavsiye ediyordu.
Her tarafından delik deşik olmuş, boğazına uzun bir demir çivi geçirildikten sonra iple boğulmuş, içindeki ne olduğu bilinmez, feci bir şekil almış büyük bir çuval iki asker tarafından getirilip ortaya konuldu. İlk sorgulanmamdaki sualleri yazan kâtip geldi: “Bunlar devlethanelerinden getirilen evraktır ve çuvalın ağzı mühürlüdür. Huzurunuzda açılıp muayene edilecektir.” dedi. Mühüre baktım. Oğlum Celal’in mührü fakat “Görüyor musunuz ya?” dedim. “Sicim birçok yerinden koparılıp tekrar bağlanmıştır. Açılmadan evvel bunun için bir zabıt tutulması gerekir.”
Kâzım Bey:
“Muayeneden sonra lüzum görürseniz yazalım.” dedi.
O esnada sözü geçen üye yardımcısı Deli Niyazi geldi. Çuvalın yanındaki kanepeye oturdu ve gözlerinin kapaklarını büzerek içinde mutlaka bir suç delili bulunduğuna inanmış bir tavır ile içindekileri daha meydana çıkarmadan okumak istiyor gibi, çuvalı baştan aşağı süzdü.
Zavallı çuval bu casus bakışlardan sanki boğazına geçirilmiş olan çivi kadar ızdırap hissi ile lakabından anlam verdiği alicenaplıktan dolayı Efe Kâzım Bey’den yardım ister gibi boğulmuş boynunu o tarafa büküyordu. Nihayet bağlar çözüldü, çivi çıkarıldı; âdeta saman gibi tıka basa doldurulmuş olan ve aralarında birçok namus ve mühim hizmet vesikaları bulunan bu kâğıtlar çok kere hissiz ayaklara dökülüp heder olan yüz suları gibi kirli döşeme tahtaları üstüne döküldü.
Eski zamanlardan beri kullanılan “evrak-ı perişan” tabirine bundan daha uygun, bundan daha acıklı bir kâğıt perişanlığı tasvir edilemezdi.
Canımı ayaklar altına alarak yerine getirdiğim hizmetlere mükâfat olarak aldığım değerli taşlarla işlenmiş nişanların beratları, Niyazi’nin ayakları yanında sürünüyordu.
Bağdat’ta, Beyrut’ta, Musul’da, Hicaz’da, Arap şairlerinin hakkımda yazdıkları birçok kasidelerin en seçkini olmak üzere meşhur şair Mârufî Resafi’nin “Ya Hâzim-i Bağdat” diye başlayan kasidesi Efe Kâzım’ın önüne, merhum babamın mektuplarından birisi de benim önüme tesadüf etmişti.
Mârufi Resafi’nin bu kasidesi yaz aylarında Fırat vadisinde hararet santigrat 46’ya çıktığı ve üç ay sonra sıfırın altında ikiye, üçe indiği zamanlarda çadır altında ve Bağdat valilerinden hiçbirinin uşağı değil av köpeğinin bile içinde yatmak istemeyeceği bir kulübede yatmak gibi güçlüklere katlanarak yaptırdığım sedde dairdi. Bu seddin yanındaki 120 metre uzunlukta bir set, vaktiyle 27 bin altın lira masrafla üç senede yapılmış olduğu hâlde, ben 170 metre uzunlukta olan bu seddi üç ayda, 5 bin altın lira masrafla yaptırmıştım.
Kâğıtlarım muayene edilirken bir aralık kapı ve pencerelerden birinin ansızın açılması sebebiyle hasıl olan şiddetli bir hava cereyanının, bu kâğıt yığınından uçurduğu evraktan biri İngiliz askerlerinin bağıra bağıra eğlendikleri ve jimnastik yaptıkları avluya bakan pencereye gitti. Bu kâğıt İngiltere Hariciye Nazırı Lord Lavansdon’un telgrafı olduğu anlaşılınca: “Aşağıda askerlerin İngiliz olduklarını anladı da onların yanına gitmek istedi.” dedim. Bu telgraf İngiltere Hükûmeti namına eski bir hadiseden dolayı beni tebrik ve teşekkürü bildiriyordu.
Evrak muayeneleri geç vakte kadar ikmal edilemediği için ertesi gün yine polis gözetimi altında divanıharbe götürüldüm.
Dünkü odada evrakın geri kalanı muayene edilerek ikinci defa Dâhiliye Nezaretine memuriyetimden dolayı tebriki havi her taraftan gelmiş olan telgraflar, mektuplar arasında Bursa Kuvayımilliye Kumandanı Mehmet Ali Bey’in bir telgrafından başka benim için töhmeti(!) gerektiren bir şey bulamadılar.
Şu muvaffakiyetsizlik Niyazi Bey’in somurtkan simasında pek açık görünen bir hayal kırıklığı izi belirmiş ve diğerlerinden evvel kalkıp gitmişti. “Mühürlü” denilen bağların hâli çuvalın tekrar tekrar açılmış olduğunu göstermekte idi. Korktuğum gibi içine -o zamana göre- gerçekten töhmeti gerektiren kâğıtlar konulmamış olmasına teşekkür ederek çuvalın açılmış olduğu yolundaki iddiadan ve zabıt varakası yazılması talebinden vazgeçtim.
Çuvalın bağlarını kesmek için cebimden çıkardığım küçük bir çakıyı gören Efe Kâzım Bey, bir tutuklunun yanında kesici alet bulundurmasının kanuna aykırı olduğunu söyleyerek çakıyı istedi.
Yardımcı üye olsun, divanıharpte kanunu düşünen bir adam bulunduğunu müjdelediği için: “Daima yanımda bulunan yemek sepetinde daha büyük üç bıçak bulunmakla beraber mademki kanuna atfen söylüyorsunuz…” diyerek çakıyı yavere verdim.
Evrak muayenesinden 14 ve tevkifimden 23 gün sonra (15 Haziran) muhakeme için her defaki gibi polis gözetimi altında divanıharbe götürüldüm.
İnsan masum olunca hakaret ve aşağılamalar aksi tesiri gerektirir. Bana katılan subaylar ve silahlı askerler, beni firardan men için değil saygılarından dolayı maiyetime veriliyorlar gibi geliyordu.
İşte bu telakkiden dolayıdır ki divanıharbe ilk defa araba ile gidip geldiğim hâlde sonraları yaya gitmeyi tercih ediyordum.
Süngülü askerler arasında geçtiğim yollarda rastladığım yüzlerce insanlardan hiçbirinin gözleri beni: “Oh olsun! Hak ettiğini buldun.” manasını taşıyan bir nazarla değil, bilakis sessiz fakat dost ve şefkatli bakışlarla takip ediyorlardı.

İLK MUHAKEME
Geceyi şiddetli mide ve baş ağrılarıyla geçirdiğim için uykusuzluktan pek sersem bir hâlde iken öğleden sonra divanıharbe götürüldüm.
Muhakeme, yani heyet huzurunda Reis Mustafa Paşa tarafından (rivayete göre Mahmut Sait Molla’nın tertip ettiği suallerle) sorguya çekildim.
Kıpkızıl bir astarla kapatılmış olan yarım ay şeklindeki mevkide, reisin sağındaki Recep Paşa ile Miralay Ferhat Bey ve solunda ihtiyar, belki de emekli Miralay Recep ve Kaymakam Fettah Beyler oturuyorlardı.
Bunlardan hiçbirini tanımıyor ve suallere tabii ayakta cevap veriyordum.
İki saatten fazla süren bu muhakemede, cevaplarımın hemen birkaç kelime olarak zapt edildiğine dikkat ederek, muhakemenin sonunda cevaplarım pek noksan zapt edildiğinden yazılı olarak tekrar edeceğimi söyledim ve o gece sual ve cevapları sırasıyla yazarak, ertesi gün pullu bir müdafaaname şeklinde Divanıharp Reisi’ne gönderdim ve divanıharp defterine kaydolunduğunu gösterir ilmühaber aldırdım. Bu tedbirde pek ziyade isabet, yani Divan’ın sahtekârlığı bu suretle bir dereceye kadar tahdit edilmiş olduğu sonra ortaya çıktı.
Bu müdafaaname harfiyen şöyle idi:
Birinci Divanıharb-i Örfi Reisliğine
Dün Divan-ı Âli tarafından Kuvayımilliye’ye dair suallere muhatap oldum. Verdiğim cevapların ancak birkaç kelimesinin zapt olunduğunu gördüğüm için sorgulamanın sonunda söylediğim ve sırasıyla suallere verdiğim cevapları aşağıda olduğu gibi yazmaya ve tespit etmeye lüzum gördüm.
Soru: “Bursa’da Kuvayımilliye’yi ne hâlde buldunuz ve ne hâlde bıraktınız? Bunlar ahaliye tecavüzde bulunuyor muydu?”
Cevap: “Bursa vilayetine ilk memuriyetimde orada öyle bir şey yoktu. İkinci memuriyetimde gazetelerde ilan olunan beyannameleri sebebiyle (Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) namıyla teşekkül etmiş olan cemiyetin sair mahaller gibi Bursa’da da şubesi teşkil edilmiş buldum. Fakat şimdiye kadar hiçbir fırka ve cemiyete dâhil olmadığım gibi bu cemiyetle de münasebetim yoktu. Bursa’ya varışımdan bir müddet sonra ötede beride; boz renkli kumaştan yapılmış elbise giyen Kuvayımilliye efradı görünmeye başlamış ve araştırılarak birbiri ardına İzmir cephesine sevk edilmekte oldukları anlaşılmışsa da bunların Bursa’da fena bir hareketleri ve kimseye bir zararları olmadığından aleyhlerinde ahali tarafından hiçbir şikâyet vaki olmamıştır.”
Soru: “Kuvayımilliye, ahaliden para alıyor muydu? Bunlar aleyhinde şikâyet vaki olmadı mı?”
Cevap: “Para alındığından dolayı hiçbir şikâyet vaki olmadı.”
Soru: “Bursa’da Kuvayımilliye Kumandanı kimdir?”
Cevap: “Mehmet Ali Bey adında bir zattır.”
Soru: “Kuvayımilliye Kumandanı “Reis-i Eşkıya” değil midir?”
Reisin maksadı “Kuvayımilliye kumandanı, fırka kumandanı Miralay Bekir Sami Bey değil midir?” demek olduğu hâlde ben anlamamış gibi bulunarak:
Cevap: “Vilayet dâhilinde bilinen eşkıya kalmadı. Yalnız, Çerkeş Davut adında bir eşkıya reisi varsa da onun Kuvayımilliye Kumandanı olamayacağı tabidir.”
Soru: “Bu Mehmet Ali Bey’i evvelce tanıyor muydunuz?”
Cevap: “Hayır, ilk ve son defa olarak tesadüfen Jandarma Alayı Kumandanı’nın nezdinde gördüm. ‘Kuvayımilliye Kumandanı.’ diyerek bana takdim etti.
Bursa’ya vardığımda orada idiyse belki tebrik için gelen zevat meyanında bulunmuş olabilir. Fakat ben hatırlamıyorum.”
Reis, evrakım arasından çıkarılan tebrik telgrafını eline alarak:
Soru: “Dâhiliye Nezaretinde bulunduğunuz zaman bu Mehmet Ali’den telgrafname aldınız ve cevap yazdınız mı?”
Cevap: “Nezarete iki defa, memuriyetimde tebrik için yüzlerce mektuplar, telgraflar gelmiştir. Bunların çoğunu ben görmedim. Özel Kalem Müdürü alarak daha sonra cevap yazılmak üzere yaptığı listeyi bana gösteriyordu. Evrakım arasında bulunan birçok telgraflar gibi bu Mehmet Ali Bey’in telgrafına da cevap yazılmamıştır. Bu telgraflar arasında şahsen hiç tanımadığım memurlar vesairenin de telgrafları vardır.”
Soru: “İttihatçılar (İttihat ve Terakki mensupları) ile Kuvayımilliyeciler arasında ne fark vardır? Bu konudaki fikriniz nedir?”
Cevap: “İttihatçıların en ileri gelenlerinden bazılarının aleyhinde bulunduğum işler ve hareketlerimle ve hatta basılı, yayınlanmış eserlerimle sabit olup onlarla bir münasebetim olmadığı gibi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne de intisap etmediğimden malumatım bulunmayan bu hususta doğru bir fikir beyan edemeyeceğim tabidir.”
Matbu telgraf kâğıdı üzerine kurşun kalemle yazılmış bir telgrafname suretini göstererek:
Soru: “Bursa valiliğinde bulunduğunuz esnada Heyet-i Temsiliye’ye telgraf çektiniz mi?”
Cevap: “(C) İşaretiyle başlamasından da anlaşılacağı üzere İstiklal-i Osmani’nin yıl dönümü münasebetiyle başkent ve vilayetlerde icra olunan tören vesilesiyle Heyet-i Temsiliye’den her tarafa çekilen umumi tebrik telgrafına cevaben bu telgrafı yazdım; gazetelerle de ilan olduğu üzere, adı geçen cemiyetle Hükûmet-i Merkeziye arasında uyuşma olduğu ve Cemiyet’in telgraflarının telgrafhanelerce ücretsiz kabul ve çekilmesi, resmen tebliğ edildiği için bu telgraf da ücretsiz çekilmiş bulunduğuna göre hükûmetçe kanuna uygunluğu tanınmış olan bir cemiyetin Heyet-i Temsiliye’si namına ve böyle İstiklal-i Osmani yıl dönümü gibi mesut bir günün tebrikine dair çekilen bir telgrafa cevap verilmiş olmasında suali gerektiren bir şey göremiyorum.”
Kuvayımilliye erkânının isimlerini zikrederek:
Soru: “Bunları tanır mısınız?”
Cevap: “Bunların hiçbiriyle, tam manasıyla tanıdık denebilecek aşinalığım yoktu. Bekir Sami Bey’i birkaç sene evvel iki kere Beyoğlu’nda görmüştüm.
En son Mebusan Meclisi’nde ve beni ziyaret için geldiği Babıali’de gördüm. Rauf Bey’i Erenköy’e gidip gelirken trende, vapurda görürdüm, aşinalığım bu kadardır.[5 - Divan’da söylemeyi ve burada yazmayı unutmuşum. Rauf Bey’i, Mebusan Meclisi’nde, Müdafaa-i Hukuk Grubu’nda görmüştüm. Hatta aramızda bir münakaşa da vaki olduğu gibi Balkan Harbi’nde Hamidiye Kruvazörüyle Akdeniz’e çıkarak Yunanistan’da bazı mahalleri topla tahrip ettikten sonra günün birinde ansızın geldiği Beyrut önünde Hamidiye’ye giderek kendisini ziyaret etmiştim.Hamidiye’nin Beyrut’a gelişi ahaliye pek coşkun sevinç heyecanları vermiş ve Rauf Bey’le askerlerimiz haklarında umulan derecelerden çok ziyade takdir ve muhabbet asan gösterilmişti. Bunun cidden enteresan olan tafsilatı “Hatıralarım”da görülecektir.]
Kara Vasıf Bey’i ilk defa Mebusan Meclisi’nde ve daha sonra bir kere de tesadüfen Sadrazam’ın nezdinde gördüm; diğerlerini ve özellikle Mustafa Kemal Paşa’yı ve ayrıca sorduğunuz asker kumandanı Ali Fuat Paşa’yı uzaktan, yakından hiç tanımam.”
Biga hadisesine dair olup evrakım arasından alınmış olan bir raporu göstererek:
Soru: “Bu rapor üzerine ne yaptınız?”
Cevap: “Raporun arkasında ‘Vükela Meclisi’nde okunmuş ve mahalline bir heyet gönderilmesi kararlaştırılmıştır.’ diye yazılmış olduğu veçhile ikinci defa mahalline gönderilmesi kararlaştırılan heyet için bazı kişiler seçilmişti.
Fakat İstanbul’un işgali sebebiyle ortaya çıkan engellerden dolayı gönderilemedi. İşgali takip eden günlerde heyet göndermeye değil vilayetlerle muhabereye bile imkân bulunamadığı malumdur.”
Soru: “Dramalı Rıza’yı tanır mısınız?”
Cevap: “Hiç tanımam. Fakat Biga hadisesine ilişkin şikâyetler arasında böyle bir isim mezkûr olduğunu ve Harbiye Nezaretince kolordudan sorularak alınan yazıda böyle bir şahsın orada bulunmadığı, yolunda bir cevap gördüğümü hatırlıyorum. Bu hatırlayışımın isabetinden emin değilim.”
Soru: “Dâhiliye Nezaretinde bulunduğunuz zaman Akşam gazetesine olan beyanatınızda, “Biga hadisesinden başka vilayetlerimizde belli başlı bir hadise ve durumlarda bir değişiklik yoktur.”[6 - Akşam gazetesinin 29 Şubat 1920 numaralı nüshasında münderiç ve mevzubahis olan beyanatım şöyle idi:Muhabir: “Ahvali Dâhiliyemiz hakkında malumat alabilir miyim?”Ben: “Ahvali Dâhiliyemizce belli başlı bir tahavvül yoktur. Her tarafta sükûn ve asayiş devam ediyor. Malumunuz olduğu üzere geçenlerde “Biga hadisesi” denilen, hadise vukua geldi. Bu vaka hitama ermiş ve neticesi de hüsnü suretle halledilmek üzere bulunmuştur. Bu gibi vakayı her ne suretle olursa olsun esefi muciptir ve memleketin menafi ile kabili telif değildir. Hakkımızı ihkak için gürültüye değil sükûna muhtacız. Bugün kabul edilmese bile yarın mutlaka teslim edilecek ve tecavüzden masun kalacak bir hakkımız vardır. Biz bu hakkımızdan emin olarak ve hiç telaş etmeyerek kemal-i sükûnetle amal-i meşruamızın tahakkukuna intizar etmeli ve ona göre çalışmalıyız. Tahakküm devirleri çoktan geçmiştir. İnsaniyet kavaidi, insanlığa mugayir harekâtı bundan böyle ve doğrudan doğruya kendisi müdafaa edecektir. Zaten hak ve adalete mugayir kararlar da payidar olamazlar.”Muhabir: “Devletçe vaziyet-i siyasiyemiz nasıldır?”Ben: “Siyasi vaziyetimiz günden güne iyileşmektedir. Avrupa’nın en ileri gelen matbuatı haklarımızı, mesela Londra gazeteleri “Maraş Ermeni kıtali” diye uydurma bir kıtal şayiaları çıkardıkları hâlde Fransız matbuatı bunun aslı olmadığını iddia ve ispat ettikleri gibi bizi müdafaaya başlamışlardır ki, bittabi memnuniyeti muciptir. Her hâlde müselleha şartlarının müsellem olan hukukumuzu ihlal edecek bir mahiyette olmayacağını ümit ederim.”Muhabir: “İstanbul, İzmir ve Trakya hakkında ne düşünüyorsunuz?”Ben: (O zaman İngiliz sansürü buradan iki satır çıkarmıştır.) “İnsaniyet bizim hayat hakkımızı tanıyor, binaenaleyh: “Siz yaşayacaksınız ama kalbinizin yarasını keseceğiz.” diyemezler. İstanbul vücudumuzun başıdır. Başımızı nasıl bıraktılarsa, yaşayışımız için elzem olan İzmir’imizi de bırakacaklardır. Ben herhâlde insanlık hislerinin galebe edeceğinden eminim. Trakya ise hiç mevzubahis olamaz. Trakya işgal altında bile değildir.Ümit ederim ki bu kadar ızdıraplardan sonra beşeriyet daha tekâmül etmiştir. Nerede olursa olsun bir zulme meydan veremeyecek ve haksızlığı kabul edemeyecektir.”Muhabir: “Hükûmetle Kuvayımilliye arasındaki münasebet nasıldır?”Ben: “Neşredilen şayialara rağmen hükûmetle Kuvayımilliye arasındaki münasebet iyidir; zaten ihtilafa bir sebep de yoktur.”Muhabir: “Ferit Paşa zamanında hükûmetin emirleri taşrada infaz edilmemekteydi. Şimdiki vaziyet nasıldır?”Ben: “Hükûmetin meşru ve makul emirlerinin hepsi taşrada infaz olunmaktadır.”] demişsiniz. Hâlbuki taşrada Kuvayımilliye, yani Anadolu’daki bilinen şahıslar, her türlü asice harekette bulundukları hâlde onlardan hiç bahsetmiyorsunuz. Bunlar, gönderdiğiniz memurları kabul etmemek suretiyle de isyan belirtileri göstermekte iken ne için onlara asi demediniz?”
Cevap: “Gazeteye bu beyanatta bulunduğum esnada, Biga vakasından başka diğer bir mahalde o kabilden bir hadise daha olsa ondan da bahsederdim.
İki defa Dâhiliye Nezaretinde bulundum; yalnız Bursa vilayetine bir vali tayin ettim, ona da kimse bir şey demedi. Kabul edilmeyen memurlardan maksat Ankara ve Kastamonu valileri ise onlar benim nezaretimden hayli evvel tayin edilmiş ve gönderilmişlerdir. Bunların kabul edilmemelerinden dolayı, ‘O zamanki Dâhiliye Nazırı ne yapmış? Bunu ne için bir isyan eseri olarak telakki etmemiş?’ olduğunu o nazırdan sorunuz.”
“Zatıâliniz de beş on gün valiliğinde bulunduğunuz Bursa’dan İstanbul’a ne suretle iade edildiğiniz malumdur[7 - Divanıharp Reisi’nin Bursa Valiliği, bu vilayette ikinci defa memuriyetimden öncedir. Orada pek çirkin bazı hareketlerde bulunmasından dolayı fırka kumandanı Miralay Bekir Sami Bey tarafından Bursa’dan nasıl çıkarıldığım ve sürgünüm esnasında güya birçok kıymetli eşyası gasp edildiği yolunda vaki olan pek garip ve gülünç davası üzerine, Babıali’nin icrasını bana havale ettiği tahkikatın neticesini aşağılarda hikâye edeceğim. Mumaileyhin bana şahsi husumeti bu tahkikat davasının asılsızlığını göstermiş olmasından neşet etmiştir.]
Bu muamele üzerine o zamanın Dâhiliye Nazırı Damat Şerif Paşa ne yaptı? Bu muameleyi niçin bir isyan eseri telakki ederek asilerin uzaklaştırılması için buradan asker şevkine lüzum göstermedi?”
Reis: “O Nazır da onlardan olduğu için bir şey yapmadı!” Ben: “Pekâlâ. O Nazır’ın onlardan olmayan üstleri ne yaptı?”
Reis: “…”
Ben: “Gelelim isyan meselesine? Hükûmetçe Kuvayımilliye’nin asi sayılıp sayılmaması devletçe ve memleketin menfaat ve selameti nokta-i nazarından, dâhil olduğum kabinenin dâhili, harici siyasetine ait bir meseledir. Böyle şeyler ancak Kanun-ı Esasi gereğince teşekkül edecek Divan-ı Âli’de sorulabilir.”
“Mademki sualde ısrar ediyorsunuz. Bu mesele o kabinenin istifanamesiyle bütün vekiller tarafından imza olunarak Babıali’de saklı zabıtnamede zikredilmiştir. Sadaret makamından isteyiniz.
Gönderirlerse mütalaa edersiniz. İstifa eden bir kabine azasından birine: ‘Niçin böyle yaptınız yahut yapmadınız da istifa ettiniz?’ diye divanıharp tarafından soru sormaya uygun bir Meşrutiyet usulü yoktur.”
“Bahsettiğiniz bilmem hangi kanun veya nizama istinaden ‘Kanun-ı Esasi’nin divanıharp kararnamesine yani geçici kanuna aykırı hükümleri kaldırılmıştır.’ demeniz şaşılacak şeydir.”
Reis: “İstanbul’un işgali günü herkesin önünde Kuvayımutelife’yi (İtilaf Devletleri’nin kuvvetlerini) küçümsemişsiniz.[8 - İşgali takip eden gecelerden birinde ve Erenköy’de bulunduğum esnada mahut Sait Molla telefonla: “ ‘Galip devletlerin topları İstanbul’a ne yapabilir?’ demişsin, başını ezdireceğim!” diye beni tehdit etmişti.]
Ben: “Nasıl ve nerede?”
Reis: “Akşam saat altıda Köprü’den Haydarpaşa’ya giden vapurun yan kamarasında, Evkaf ve Adliye nazırları da hazırmış. Sarayburnu önünden geçerken pencereden bir İngiliz zırhlısının toplarını göstererek:
‘Bu toplar İstanbul’a ne yapabilirler?’ demişsiniz. Bunu İstanbul vilayeti yaveri mülazım İsmail Efendi işitmiş.”
Ben: “Kapısında süngüsü takılmış tüfeği ile bir İngiliz askeri nöbet beklemekte bulunmasına rağmen, ben bir Osmanlı Divanıharbi’nde muhakeme edilmekte olduğumu sanıyordum. Bu sualden pek ziyade hayrete düştüm. Evvela her nerede olursa olsun, bir düşmanın kuvveti küçümsenmiş olsa bile Osmanlı Divanıharbi bunu nasıl cürüm sayabilir? Saniyen siz ‘Alâmeleinnas’ (herkesin önünde) tabirinin manasını bilmiyor musunuz?
Vapurun ancak üç dört kişi alabilen küçük yan kamarasında geçmiş bir söz ‘Alâmeleinnas’ söylenmiş olur mu? ‘Alâmeleinnas’ bir mitingde yahut köprübaşı gibi kalabalık bir yerde, bağıra bağıra söylenen sözlere denebilir. Mamafih ben gerek vapurda ve gerek başka bir yerde böyle bir söz söylemedim.”
“O günlerdeki fevkalade meselelerden dolayı çok defa geceleri de Babıali’de geçirerek Erenköy’deki evime gitmediğim gibi işgal-gününü takip eden gece de gitmemiştim. Hatta Adliye Nazırı Celal Bey de İstanbul’da kalmıştı. Tahkik edebilirsiniz. Vapurun o kamarası saltanat hanedanına mensup olanlara mahsus olduğu hâlde bazen vekillerden de oturanlar bulunurdu. Orada vekillerden üç zat oturmakta iken vilayet yaverliğinde bulunan bir mülazımın bunların yanlarına girip oturamayacağı da malumdur.
Bu mülazım, gerekli vasıfları haiz olmamasından dolayı Dâhiliye Nezaretinde bulunduğum esnada vilayet yaverliğinden çıkarılmış olduğundan, bundan hasıl olan kin ve garez ile böyle bir vaka tahayyül ve isnat etmiştir.
Bu sözün cezayı gerektiren bir suç olabilmesi ihtimali varsa, o cezanın bu iftira eden mülazıma çektirilmesi lazım gelir.”
Reis: “İstanbul işgalinden sonra Anadolu’ya sabık mebuslardan dört kişi gönderilmiş. Ne için gönderdiniz? Bu adamları evvelce tanıyor musunuz?”
Ben: “Bunları ben göndermedim. Vükela Meclisi kararıyla gönderildiler. İşgali müteakip demir yolu ulaşımının kesilmesi, İstanbul’ca iaşe meselesini güç duruma getirmiş olduğundan zahire nakliyatına engel olunmaması için Anadolu’ca icap edenlere siparişlerde bulunmak üzere Ankara’ya, mebuslardan seçilmiş bir heyet gönderilmesi Vükela Meclisi’nce tensip olundu, fakat hükûmetin emri altında nakil vasıtaları bulunmadığından, işgal kuvvetleri kumandanından müsaade alınmadıkça denizden veya karadan bu heyetin gönderilmesi mümkün değildi.
Hariciye Nazırı vasıtasıyla alınan müsaade ve nakil vasıtaları ile bu dört mebus gidebildiler. Keyfiyet sadaret makamından padişaha da arz edilmişti. Bu mebuslardan yalnız Abdullah Azmi Efendi’yi, Manastır Vilayeti valiliğinde bulunduğum zamandan beri tanırım. Yusuf Kemal Bey’le yalnız göz aşinalığım vardır. Diğer ikisini (Hoca Vehbi ile Rıza Nur Bey) evvelce hiç görmedim.”
Reis İkdam gazetesinin 26 Şubat tarih ve 8377 numaralı nüshasını eline alarak: “Bu gazetenin muhabirine beyanatınızda: “Kuvayımilliye’yi ben dağıtamam, sadrazam da, hatta Mustafa Kemal Paşa da dağıtamaz.” demişsiniz. Maksadınız bu kuvveti ahaliye büyük göstermek midir?”[9 - Reis bu fıkranın altını üstünü okumadığı gibi, bu nüshayı evvelce görmemiş olduğundan gazetede bu fıkrayı takip eden cümlelerden haberim yoktu; bununla birlikte geç vakit Sadaret dairesinden çıkıp Nezaret dairesine giderken beni yolda çeviren gazeteciler: “Kuvayımilliye dağıtılacakmış, sahi mi?” diye sordukları için böyle cevap vermiştim.]
Ben: “O günlerde, belki de aynı günde yanıma gelen İngiltere ve Fransa sefaretleri tercümanlarına da aşağı yukarı böyle söylemiş ve şu sözleri de ilave etmiştim: ‘Kuvayımilliye’yi ancak Yunanlıları İzmir’den çıkarmak ve memleketimizin her türlü taarruzdan dokunulmazlığı temin olunmak şartıyla büyük devletlerin gösterecekleri adalet dağıtabilir. Çünkü bu kuvvet beynelmilel bir heyetin yerlerinde icra ettiği tahkikatla da sabit olduğu veçhile, Yunanlıların İzmir ve bazı bağlı yerlerinde yapmış oldukları vahşiyane cinayetlerden hasıl olan korku ve heyecanla namus ve hayatlarını muhafaza için toplanmıştır.’ demiştim. Mamafih, 6 Ağustos 1335 [1919] tarihli İstanbul gazetelerinin hepsinde aynen yazılı olduğu üzere zat-ı şahanenin ‘Morning Post’ adlı İngiliz gazetesinin muhabirine verdiği beyanatında: ‘Yunanlılar eski zaman barbarlarının hareketlerini taklit ettiler ve hâlâ da etmektedirler. Bu mesele insaniyet açısından tetkik edilerek buna bir nihayet verilmeli ve onların tecavüzlerine set çekilerek ahalinin mezbahada koyun keser gibi öldürülmelerine müsaade olunmamalıdır. Eğer İtilaf Devletleri, buna bir nihayet verdirmezlerse daha pek çok ehemmiyetli meseleler çıkabilir. Şahit oldukları vahşete ve tecavüze karşı ahalimizi susturmak pek müşkül olur. Memleketimiz halkı namusunu, hayatını, evini kurtarmak için pençeleşmeye hazırdır…” buyurmuş olduklarına nazaran benim sözlerim zat-ı şahanenin bu beyanatına tamamıyla muvafık olduğu hâlde sual sorulmasına pek ziyade hayret ediyorum.
Reis: “Bursa’da vali iken Dâhiliye Nezaretine yazdığınız şifre telgrafta Kuvayımilliye reislerinden Ethem’in (Çerkez) bir evi yakmasını mazur göstermek istiyorsunuz.”
Evrakım arasında -Kuvayımilliye efradının kanuna aykırı hareketlerine göz yummadığımın fiili bir delili olduğu için- muayeneye memur Avni Efendi’nin iyilik maksadıyla ayırdığı bu telgraftan Divanıharp Reisi hiç bahsetmek niyetinde olmadığı hâlde: “Hiç yoktan Kuvayımilliye taraftarlığına delil icat etmeye çalışıyorsunuz. Kâğıtlarım arasından alınan telgraflardan Çerkez İdris Ağa’ya dair olan telgraf, o yoldaki mesaiyi iptal etmeye kâfidir. O telgrafname okunsun.” dediğim için telgrafı okuduktan sonra Reis bu suali sormuştu.
Dâhiliye Nezareti: “İdris Ağa namında bir Çerkez’i Bursa Divanıharbi niçin arıyor? Adı geçen Kirmasti kazasında bir köydeki hanesi niçin ve kimin tarafından yakılmıştır?” diye sordu. Ben resmî ve hususi tahkikata atfen: “Divanıharp bu adamı aramıyor, fakat bir katil meselesinden dolayı oğlu, divanıharp tarafından tevkif edilmiştir. Evinin yıkılması Anzavur’u takip için”…
Reis sözümü keserek: “Ne için Anzavur Ahmet Paşa demiyorsun?”
Ben: “O zaman daha paşa olmamıştı, o da bir şaki idi.”[10 - İstanbul’da çıkan Le Journal d’Orient gazetesinin 1 Teşrin-i Sani (Kasım) tarih ve 716 numaralı nüshasından: “… Anzavur tarafından kumanda edilen hükûmet çetelerine gelince, intizamın muhafazasına memur Mustafa Kemal Paşa müfrezeleri adetlerinin azlığından dolayı geriye çekilmişlerdir. Bunun üzerine Düzce kasabası Çerkez ve Abazaların ellerine düşmüş ve bunlar üç gün muntazaman kasabayı soymuşlardır. Bu mücahitler Halife ordusuna mensup olduklarını söylüyorlar ve taharri bahanesiyle evlere giriyorlardı. Düzce kadın ve kızları pek şeni tecavüzlere hedef olmuşlardır. Ahalinin ‘Haydut Paşa’ dedikleri Anzavur Paşa muvasalat eder etmez, Düzce ahalisine otuz bin liralık bir vergi tarh ve cebren tahsil edilmiştir.”] diyerek sözüme devam ettim. “Bandırma’dan Kirmasti tarafına gelen Kuvayımilliye müfrezesi üzerine, o hanede gizlenen şahıslar tarafından silah atılmasından ve bu esnada müfreze kumandanı Ethem’in (Çerkez) akrabasından birinin (galiba yeğeni) ölmesinden dolayı evin yakılmış olduğunu söylüyorum.
Babıali’ce meçhul olduğu ve sorulmadığı hâlde Ethem’in diğer bir cürmünü de ilaveten bildiriyorum: ‘Bu haneden başka İdris Ağa’nın bir de değirmeni yakılmıştır ki bunun sebebi anlaşılamayıp Ethem müfrezesinin şu vesile ile vilayet dâhiline gelip gidişinde ika olunan taşkınlıkların bir devamı demek olur.’ ” diyerek bundan başka cürümler yapılmış olduğunu bildirerek açıktan açığa Ethem’in hareketleri aleyhinde bulunuyorum.
Reis: “Bilakis Ethem’in ev yakmasını mazur göstermek istiyorsun. ‘Taşkınlık’ tabiri ise bir şey ifade etmez. İnsan kendi evladına da küçük bir münasebetsizlik üzerine ‘Taşkınlık ediyor.’ der.”
Ben: “Lügat kitaplarına bakarsanız taşkınlık kelimesinin manasında lüzumu kadar şiddet bulunduğunu görürsünüz.”
Son söz: “Hafızamda kaldığına göre yazdığım şu suallerin sayısında ve mefhumlarında yanlış ve noksan varsa tashih ve ikmal ettirilmesi Heyet-i Âliyelerinin rey ve takdirine aittir.
Bu sorguların hiçbirisi, sabık Dâhiliye Nazırı’nın, sabık valinin değil bir kaymakam, bir müdür mazulunun da divanıharbe celbini; tevkifini değil, yazılı olarak sual sorulmasını bile gerektirecek mahiyette değildirler.”
Özellikle Divanıharp Kararnamesi’nin yedinci maddesinde: “Divanı-harpler bulundukları mahallerdeki askerî hükûmet tarafından kendilerine sabit evrakıyla birlikte teslim olunan maznunları muhakeme eder.” diye belirtilmiş olup beyanatınızdan çıkarılan sonuca göre hakkımda cereyan eden muamelenin bu maddeye aykırılığı da aşikârdır. Sağlık bilgisi kaidelerine uygun olmayan ve tiksinecek derecede kokuşmuş ve bulaşıcı hastalıklar hüküm süren bir yerde devam eden hapisliğimden dolayı sıhhatim bozuk olarak tedavi edilmekte bulunduğumdan vahim bir neticeye mahal kalmamak üzere, muhakemenin bir an evvel tamamlanmasıyla kanuna aykırı muamelelere nihayet verilmesini istida ederim.[11 - Sırası gelince tafsil edileceği üzere iffet ve samimiyetiyle meşhur Abdurrahman Paşa merhumun Kastamonu, İzmir ve Edime vilayetlerinde ve İstanbul’da bulunduğum uzun senelerde kendisiyle iki kardeş gibi yaşadığımız alicenap oğlu Damat Arif Hikmet Paşa, düçar olduğum bu beladan ve nihayet idamdan beni kurtarmak için cidden pek dostane çalıştığı gibi müdafaanamenin suretini de bizzat padişaha vermişti.]

    15 Haziran 1336
Müdafaanamenin sonunda dediğim gibi muhtelif rahatsızlıklarım ve umumi zaafım günden güne artmakta olduğundan muayene ettirilerek bir hastaneye naklimi, Harbiye Nezaretinden rica ettim.
Üç gün sonra iki hekim tarafından muayene edilerek hakikaten muhtelif hastalıklardan muzdarip ve bir an evvel tedaviye muhtaç olduğumu tasdik ettiler. Gümüşsüyü Hastanesi’ne gönderilmeme karar verildiğini gazetelerde yazdıkları hâlde, Divanıharp Reisi bir türlü uygun görmediğinden, Merkez Kumandanı Emin Bey’e bir tezkere yazarak, adı geçen hastaneye naklim tensip olunmuyorsa diğer birine hatta herhâlde bu murdar tevkifhaneye tercih edilir olmasını umduğum umumi hapishane dâhilindeki hastaneye naklimin bir an evvel yapılmasını, feci akıbetin vicdani mesuliyet azabından çekinmelerini rica ettim.
Bu talep Divanıharp Reisi’nin arzusuna uygun düştüğünden iki gün sonra mahkûm olmadan nakledildiğim umumi hapishane kapısından girerken kalbimi, o ana kadar hissetmediğim başka türlü bir hüzün istila etti. Ziyadece terli iken birdenbire soğuk bir havaya maruz kalmış gibi tüylerim ürperdi. Merdiveni terleyerek güçlükle çıkabildim. Bu kadar aksi ve uğursuz tesadüflerin müstesna bir lütfu olmak üzere hastanede boş yatak bulunmadığından veya hastane doktoru, memurları bana acıyarak hapishane memurlarına mahsus dairelerinin geniş, temiz ve Sultanahmet Cami ile baştan başa parka nazır bir odaya yerleştirildim.
Soldan Ayasofya Cami; dâhili ihtişamına rağmen harici çirkinliklerine uyması için kasten öyle yapılmış gibi duran minareleriyle, Eski Saray’ın kuzey cihetindeki bazı teferruatı, beyaz kulesi, bilmem ne münasebetle pembeye boyanmış olan eski kilisesi ve sağ taraftan büyük bir ağaç arkasında kalan Dikilitaş’ın iki metre kadar üst kısmı manzaraya dâhil oluyorlardı. Adliye Dairesi elleriyle yüzünü örtüp parmakları arasından bakan suçlu bir çocuk gibi, Sultanahmet türbesiyle hamamın kubbeleri arasına çekilerek yalnız ve kısmen bir penceresiyle Sultanahmet Cami’ne bakıyor. Kadın hapishanesinin açık lağımlı avlusuna mukabil parkın çimenleri, çiçekleri muntazam nakışlarla dokunup caminin önüne serilmiş büyük bir seccade gibi duruyordu.
İkinci Wilhelm Çeşmesi, bir tarafı küçük bir çınarla kapalı olduğu hâlde bu muhteşem sanat abidelerinin önlerinde, yeşil kubbeciği ile görünüyor. Sultanahmet Cami mesafe farkları nispetinde birbirinden daha küçülerek, daha incelerek yükselen altı minaresi, büyük, küçük, yarım birçok kubbeleriyle tamamen gözlerimin önüne seriliyordu.
Her ne kadar ben daima okumak veya yazmakla meşgul veyahut okuyamayarak, yazamayarak dalgın olduğum için ne bunları ne de yer yer harelenen mavi denizi; ne sabahları açık pembe, akşamları altın renkli bulutlar altında mavileşen, moraran uzak dağları ve eflatuni ince bir buhar tülüne bürünerek, ağaçların titrek dalları, yaprakları arasında zaman zaman peyda ve kaybolan adaları layıkıyla seyredebiliyordum.
Fakat her güzelin, özellikle bizim memlekette, bir değil bin türlü bozarı olduğu gibi bu güzel muhit birçok sebeplerle beni kızdırıyordu:
1- Parkın İkinci Wilhelm Çeşmesi’nden Ziraat Nezaretine doğru iki dikdörtgen parçalarını ayıran bölük birkaç metre daha ileride caminin büyük kapısı önüne getirilmesi lazım gelirken, büyük abideyi ihmal ederek onun karşısında, oyuncaktan başka bir vasfa şayan olmayan Tapu Dairesi’ni tercih eden mühendisin gafleti;
2- Hiç olmazsa bir bahçenin, bir çiçeğin, bir ağacın günün hangi saatlerinde sulanması faydalı olacağını bilecek kadar olsun malumatı bulunması umulan Ziraat Nezareti dairesinin önünde bulunan çimenlerin, çiçeklerin mutlaka güneş tam tepeye dikildiği bir zamanda sulanması;
3- Karşı taraftaki bakkalın, bu çimenleri tavuklarına mera yaparak pislettirmesi;
4- Caminin avlusu, duvarındaki pencerelerden bazılarının taşla kapatılmış olması;
5- Caminin, kim bilir ne zaman kırılmış camlarının tamir ettirilmeyerek sayısız güvercinlerin oralardan girip çıkarak caminin içerisini kirletmeleri;
6- Kütüphane ile cami avlusu ve türbe arasına sokulan mahut köhne evin çürüyüp dökülmeye başlamış bir tırtıl ölüsü gibi morarmış tahtaları, kararmış kiremitleri ile uzanıp durması gibi çirkin ihmaller, memleketimizde tecavüze mani bir kuvvet; maddi, manevi taarruzdan masun bir şey bulunmadığını pek açık gösteriyordu.
Bilmem, nereden, ne zaman gelip caminin ötesine berisine doldurulan esir askerlerimizin, avluda muhtelif rüzgâr cereyanlarına maruz paçavra yığınları gibi dağılıp toplanmaları pek acıklı idi.
Tevkifimden yedi sene önce “Memur” başlığı ile Fransızca yazdığım uzun bir manzumede, “İş başında bulundukça dikkatle takip ve her hâl ve hareketi gözlenen bir memur, azledildikten veya emeklilikten sonra Türkiye’de basılmak bahtsızlığına uğramış bir kitap gibi ihmal olunur.” demiştim. “Harpten avdet eden bir asker gibi ihmal olunur.” demiş olsam daha muvafık olurmuş. Cümlemizin kayıtsızca ihmalimize göre mesela: Son bir iki seneye kadar adı bile işitilmeyen bir Damat Ferit Paşa çıkarak ve bütün hukuk ve insanlık kaidelerini altüst ederek, “Divanıharp” namıyla bir haydut çetesi teşkil etmesine ve kendisine, diğer bir kimseye güya suikast tasavvurunda bulundukları isnadıyla masum insanlar astırmasına[12 - Tevfik Sükûti ve arkadaşları böyle garip bir cürüm, yani suikast cürmüyle idam olunmuşlardı.] bir kimsenin bir şey demediği gibi, günün birinde başka bir paşa türeyip te bu muhteşem mabedi yıktırmaya kalkışsa memleketten bir fert meydana çıkarak: “Ne yapıyorsunuz?” demeye cesaret edemeyecek demek olur. Yazık! Yazık!
***
Haziran’ın 29’uncu günü divanıharbe götürüleceğim tebliğ olundu. Bu haberi getiren hapishane memuruna: “Görmüyor musunuz? Hasta ve yataktayım. Gelemeyeceğimi icap edenlere söylesinler.” dedim ve kendi kendime: “Hastaneye nakledildiğimi hatırlamadılar, daima benimle meşgul değildirler ya.” diye mırıldandım. Ertesi gün bütün vücuduma ilaçlar sürülerek yatarken hizmetçilerden biri:
“Bir zabitle askerler geldi, sizi divanıharbe götürmek istiyorlar.” dedi. Gidebilecek hâlde bulunmadığımı söylettirdim. Zabit beni zorla da olsa götürmeye memur olduğunu söylediği hâlde: “Ben gidemem, isterse gelsin sürükleyerek götürsün.” dediğim için avdet etmişti. Bir saat kadar sonra, hastalığın acilen tedaviye muhtaç olduğunu evvelce raporla tasdik eden askerî doktorla birlikte gönderilen Şükrü Mehmet ismindeki bir doktor nazikâne bir tavır ve lisanla:
“Beyciğim!” dedi. “Ben Divanıharp Reisi tarafından zor denilebilecek bir surette gönderildim, bu türlü rahatsızlıklar benim ihtisasım dâhilinde bile değildirler. Hâlinize bakılırsa hastasınız.”
Askeri tabip ise hastalığımı zaten biliyordu. Gittiler, fakat az sonra zabit gelerek:
“Araba getirdik. Hastalığa, falana bakmayarak mutlaka divanıharbe götürmeye memurum. Hemen aşağıya insin. Aksi hâlde biz indireceğiz…” demiş olduğunu hapishane müdür muavini pek üzülerek söyledi.
Böyle fevkalade acele ile çağrılmamın sebebini anlamak için divanıharbe bir an evvel gitmek gayretine düştüm ve yataktan kalkarak güçlükle giyinip aşağıya indim.
Evvelki gidiş gelişlerde olduğu gibi bir zabit ve tüfeklerinin süngüleri takılmış neferlerle divanıharbe gittim.
Bu şiddetli aceleye göre ya Veliaht Mecit Efendi’yi Anadolu’ya kaçırmaya teşebbüsüm yahut akrabamdan muhacir müdürü Maruf Bey’i Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere Ankara’ya gönderdiğim haber alındığını zannederek, hayli korkmuştum[13 - Dâhiliye Nezareti’ne memuriyetimden evvel Anadolu vilayetlerinden bazılarına tayin olunan valiler Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul olunamayarak geri gelmiş olduklarından hem badema bu türlü muamelelere mahal kalmamak hem de diğer bazı hususlar bilmüzakere kararlaştırılmak üzere sıhri akrabamdan Muhacirin İskân Şubesi Müdürü Maruf Bey’i bir mektupla Ankara’ya göndermiştim.Mumaileyh İstanbul’dan Afyonkarahisar’da iskân işlerini teftiş etmeye gidiyor gibi hareket etmişti.Mustafa Kemal Paşa bu teşebbüsümden pek memnun olarak Maruf’u iltifatla kabul ve maruzatımı dinlemekle beraber, bana taltifkarâne bir cevap yazmış ve bundan sonra cereyan edecek muhaberelerimizde istimal olunmak üzere bir de şifre miftahı göndermişti.Bundan böyle benim intihap edeceğim valileri müşarünileyh kabul edeceği gibi, idare mesleğinden yetişmiş olmak şartıyla Anadolu’daki memurlardan kendisinin intihap ve işar edecekleri kaymakam, mutasarrıf ve valilerin tayinlerine de ben delalet edecektim.Nezarette bulunduğum esnada yazılan açık ve şifre telgrafların müsveddeleri divanıharp tarafından istenmesi üzerine “Kalem-i Mahsus” müdürü Methi Bey:“Hâzim Bey bütün şifreleri akrabasından Maruf Bey’e yazdırdığı için Kuvayımilliye’ye dair nezarette açık ve şifre telgraf müsveddesi yoktur.” demiş olduğundan Maruf Bey hemen divanıharbe celp olunarak reis tarafından yazdığı şifreler hakkında malumat vermesi için hayli tazyik ve tehdit edilmiştir.].



İKİNCİ MUHAKEME

    30 Haziran 1335
Divanıharpte gösterilen iskemleye oturur oturmaz: “Gelemeyecek bir hâlde bulunduğum hekim raporlarıyla da tasdik edildiği hâlde zorla getirildim. Rahatsızlığımın derecesi hâlimden ve simamdan da anlaşılır.” dedim.
Reis, bu sözlerimi hiç işitmemiş gibi bulunarak suallere başladı:
Soru: “Miralay Cevat Bey Yıldız Komisyonunda ne sıfatla bulunuyordu?”
Cevap: “Vaz-ı Yed Komisyonuna Harbiye Nezaretinden memur edilen zabitlerden biri idi.”
Soru: “Yıldız’daki kasalar kime açtırıldı? Yani kırdırıldı ve içlerinden ne çıktı?”
Cevap: “Askerî görevlilerden Yusuf Efendi namında bir yüzbaşı ile adını bilmediğim Hristiyan bir çilingire açtırıldı. Bunlar açılırken bütün heyetle ben de hazır bulundum. İçlerinden bazı defter ve evraktan başka bir şey çıkmadı.”
Soru: “Mücevherat ve nakit para kime teslim edildi.”
Cevap: “Evvelce tafsilatıyla söylediğim gibi Komisyon heyetçe askerî subaylar ve Mahmut Şevket Paşa’nın karşılarında ve bütün hazır bulunanlar tarafından imzalı makbuz zabıtnamesi mukabilinde ve konuldukları sandık ve çantalar mühürlü oldukları hâlde Harbiye Nezareti veznedarına teslim edildi.”
Soru: “Yıldız Komisyonunda bulunan Ali Cenani, Halep Mebusu Ali Cenani midir?”
Cevap: “Evet.”
Soru: “Sultan Abdülhamid Selanik’e gönderilirken Sirkeci Tren İstasyonu’nda bir çanta meselesi var. Bundan malumatınız var mı?”
Cevap: “Komisyon, Abdülhamid Selanik’e gönderildikten bir gün sonra teşkil edilmiştir. Daha evvel teşekkül etmiş olsa bile vazifesini, Yıldız Sarayı’nda ifa eden komisyonun, gece Sirkeci Garı’nda cereyan eden hadiseden tabii haberi olmaz.”
Soru: “Şehzade Abid Efendi hazretlerine ait bir çantayı niçin aldınız?”
Cevap: “Bu çantanın, Selanik’e gitmek üzere geç vakit saraydan çıkarılmakta olan bir cariyenin yatağı arasında gizlice görülmekte olduğu anlaşılmış ve evvelce haber verilmeyip de görülünce Abid Efendi’ye ait olduğunun söylenmesi, Komisyonca şüpheyi mucip olmuştur.
Diğer şehzadelerin dairelerinden Komisyonca hiçbir şey alınmamakla beraber, kendileri orada hazır bulunduklarından dolayı bir şey kaybolmak ihtimalini izale için bu dairelerin kapıları mühürlenmiş ve bu muamele Selim ve Burhaneddin Efendiler tarafından takdir olunarak Komisyona memnuniyetleri tebliğ olunmuştur. Abid Efendi’ye ait olduğu söylenen çanta, sonra iyice tetkik edilmek üzere komisyon heyeti tarafından imzalı bir makbuz mukabilinde alınmış ve diğer çanta ve sandıklarla beraber mühürlü olarak Harbiye mahzenine teslim olunmuştur. Bu keyfiyet makbuz zabıtnamesinde açıklanmıştır.”
Soru: “Bu çantada bulunan para ve şirket senetlerini niçin sayıp tespit etmediniz?”
Cevap: “Saymaya ve tespite vakit müsait değildi. Yalnız bu çanta değil diğer çanta, valiz ve sandıkların muhteviyatını da orada saymaya ve tespite imkân bulunmamıştır.
Bununla birlikte bunlar, sayılıp yazılmamakla beraber denize dökülmeyip, devletin en ziyade emin ve yalnız böyle, ne olsa kıymetleri belirli nakit para ve mücevherat değil hayati, mali, ırz ve namusu ile beraber bütün millet ve memleketi muhafaza etmek vazifesiyle mükellef bir nezaretin veznesine makbuz tutanakları mukabilinde ve mülki, askerî bir heyet karşısında mühürlü olarak teslim edilmiştir.”
Soru: “Her gün büyük bir çanta sizinle beraber Saray’a gider, gelirmiş diyorlar.”
Cevap: “Komisyon evrakına mahsus adi bir çantadan başka çanta yoktur. Bu da daima Saray’da kalıp harice çıkarılmamıştır.” .
Soru: “Yıldız’dan çıkan cariyelerin her tarafı aranarak her ne bulunmuşsa alınmış öyle mi?”
Cevap: “Babıali’ye verdiğim takrir üzerine Şeyhülislam’ın tasvibiyle, hepsi birden azat edilen ve kendi arzuları ve yanlarına gitmek istedikleri zatların reyleri sorularak verdikleri muvafakat cevabı üzerine, şehzade ve sultanlardan bazılarının saraylarına gönderilen cariyelerin üzerleri arattırılmamıştır. İstanbul’da gidecek yerleri olmayan; taşrada anası, babası veya akrabası bulunup da, onların yanlarına gitmek isteyenlerin bir heyet marifetiyle tetkik ettirilerek hasıl olacak neticelere göre muamele olunmak üzere Topkapı Sarayı’na nakilleri Babıali’ce tensip ve adı geçen sarayda ayrıca bir komisyon teşkil edilmişti.
Bu cariyelerin üzerinde mücevherat vesaire bulunduğu Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa’ya ihbar edilmiş olduğundan Yıldız’dan çıkarken aramaya lüzum görülmüş ve iki kadın vasıtasıyla kapı yanındaki bir odada muayene edilmişse de hiçbirinden bir şey alınmamıştır.
Hakikaten üzerlerinde öyle bir şey yok muydu? Yoksa mevcut olduğu hâlde muayene eden kadınlar birkaç kuruşla kandırılarak ‘Yok.’ mu dediler? Burası bizce o zaman da ve hâlen de meçhuldür. Çünkü muayenede komisyondan kimse bulunamamıştır.
Yalnız bir cariyeden muayene odasına girer veya çıkarken yere düşünce görülen, 500 liralık Osmanlı Bankası banknotları dikkati çekerek Komisyona haber verilmişti. Bu cariyenin yirmi beş seneden beri sarayda bulunduğu anlaşılarak, ‘Bu kadar uzun müddet sarayda hizmet eden bir cariye için bu para pek azdır.’ diyerek kendisine iade edilmişti.”
Soru: “Bu cariyenin ismi nedir?”
Cevap: “Üç yüz bu kadar cariyeden birinin ismi on iki sene sonra hatırlanamaz. Siz tahkik edebilirsiniz.”
Soru: “Dokuz sene evvel Halep vilayetinden istifanız ile ilgili Beyrut’tan Kâmil Paşa Kabinesine bir telgraf çektiniz miydi?”
Cevap: “Halep Valiliğinden istifa değil, usule, devlet ve memleketin menfaatine aykırı bir surette memuriyetimin Halep Valiliğine tahvil olunmasını protesto etmiştim. Fakat Kâmil Paşa Kabinesine değil, Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesinde Dâhiliye Nazırı olan Arnavut Daniş Bey’e çekmiştim.”
Soru: “Geçen sene Bursa’dan Dâhiliye Nazırı Cemal Bey’e yazdığınız telgrafı niçin yazdınız ve bunu gazetelere siz mi verdiniz?”
Cevap: “Bursa’dan o telgrafı hükûmeti ikaz maksadıyla çekmiştim, fakat gazetelere ben vermedim. Her ne suretle ise Hadisat gazetesi suretini elde ederek, sansürün müsaadesiyle derç ve Tasvir-i Efkâr gazetesi ondan nakletmişti.
Dokuz sene önce Beyrut’tan Daniş Bey’e ve geçen sene de Bursa’dan Cemal Bey’e çektiğim telgraflar[14 - Beyrut’ta yazdığım telgraf şöyle idi:“C. 18 Ağustos 1328. On beş gün evvel makam-ı sadaretten aldığım şifre telgrafla zat-ı valâlarının Selanik vilayetine tayinleri Vükela Meclisince tensip olunduğundan muvafakat-âliyeleri cevabı bugün muntazırdır.” denilmiş ve muvafakat edilmemişti. Ben o heyet-i vükela baki iken muvafakat edip etmeyeceğim sorulmaksızın, memuriyetimin Halep vilayetine nakledildiğinin tebliği hayreti mucip oldu. Beyrut bir mutasarrıflık iken de hâlâ mühim ve büyük bir vilayet olan Halep Valiliğine naklim beni hiçbir suretle izrar ve tezlil etmeyeceği cihetle, bu tahvilden şahsen inkisar ve şikâyete mahal yoksa da eğer bir meşrutiyet devrinde yaşadığımız sahih ise, bilvücuh daha nazik olan Selânik valiliği için muvafakatim sual edilip de Halep için sorulmaması sebebi nedir? Devr-i sabıkta defalarca düçar olduğum bu muamelelerin aynıyla bu devirde de tekerrüründen müteessirim. Muhtelif kavimlerden müteşekkil olan Osmanlı İmparatorluğu’nda haklı, haksız her isyan eden kavmi tatyip için mutlaka o kavimden olan zevat iktidar mevkisine getirilecek ve o mevkiye her gelen diğer kavimlerden bulunan memurların her türlü takdire layık vatanperverce hizmetlerine rağmen onların meşru haklarını iptal, izzetinefislerini payimal edecekse, müşterek vatanın selametine cansiperane hizmet edecek kimse bulunmayacaktır.Daha birkaç ay evvel düşman gülleleri altında şehri yağmadan ve ahaliden bir kısmını katliamdan ve yalnız Beyrut değil belki Suriye kıtasını tasrihe hacet olmayan bir tehlikeden kurtardığımdan dolayı arz ve teklifime binaen altmışı mütecaviz zevata verilen nişanları, madalyaları henüz tevzi etmekte bulunduğum bir sırada muvafakatim alınmaksızın buradan kaldırılmam bu memleketin idari tarihine hayreti mucip bir garibe, makûs bir muamele olmak üzere kaydedilecektir.Yalnız meşrutiyete değil, insaniyete de çirkin bir darbe ve vatanın menfaatlerini muhil olan bu muameleyi şiddetle protesto eder ve şayet bombardıman esnasında şehri yağma etmelerine müsaade etmediğim eşhası memnun etmekten başka buradan Halep’e kaldırılmaklığıma kanuni bir sebep varsa bunun meydana konulmasını rica ederim.”19 Ağustos 1328] aynı mecburiyetlerle yazılmışlardır.
Bursa’dan Dâhiliye Nazırı Cemal Bey’e Yazdığım Telgraf
‘Bedbaht memleketin son ümitlerini de kırıp geçirerek fikir ve hamiyet sahiplerini şaşkın ve meyus eden idare tarzınızın buralarca da yüz göstermeye başlayan esef edilecek hareketlerine içi kan ağlayan bir şahidi olmadan beni korumadaki aceleciliğinize teşekkür ederek vilayet makamını terk ettim. Şifre anahtarlarının kime verilecekse bildirilmesi…’

    19 Mart 1335 (1919)
O telgrafı ne türlü elim hislerle yazmaya mecbur olmuşsam Bursa’da yine o hislerle yazmak mecburiyetinde kaldım.
Çünkü her ikisinin sebebi birdir.
Bu da ispat eder ki, memleketi bugünkü feci hâle getiren idare tarzı dokuz sene zarfında iyiliğe doğru zerre kadar ilerlememiştir.
Babıali’nin aynı muamelesine maruz kalan, bu vatana gerçekten bağlı ve ona hizmet etmekten zevk duyan her valinin aynı hâllerde, aynı feryattan dilini, kalemini men edemeyeceğinde şüphe yoktur.
Hadiseye vâkıf olmayanlar bunları Halep’e memuriyet naklimi veya Bursa’dan ayrılmamı tebliğ eden telgrafları alır almaz hiddet sebebiyle yazdığımı sanabilirler. Vaziyet öyle değildir. Bunları yazmaya beni mecbur, daha doğrusu memleketi asırlardan beri zarara sokmaya devam eden uğursuz amiller layıkıyla anlaşılsın diye biraz izahat vermek isterim.”
Soru: “Buyurun.”
Cevap: “İzahata Beyrut’tan başlamak lazım: Bu vilayetin, son senelerde tecrübesiz ellerle döndürülen idare çarkında hasıl olmuş bozuklukları kısa bir müddet içinde ıslah ettim. Malum olduğu üzere Beyrut’ta sakin Müslim, gayrimüslim cemaatler arasında müzmin nefretin mucip olageldiği hadiselerde her iki taraf mücrimlerinin aynı şiddetle takip ve uzaklaştırılmaları hadiselere nihayet verdiği gibi, oraya vardıktan birkaç gün sonra, Şam-Trablus kasabası içinde türeyen bir soyguncu çete; idare mesleğiyle münasebeti bulunmayan mutasarrıfın acemiliğinden, polis ve jandarma memurlarının aciz veya müsamahalarından istifade ederek bir buçuk seneden beri akşamdan sonra kimsenin sokağa çıkmamakta olduğunu gazetelerde gördüm. Derhâl mahalline giderek bir gecede bu on iki kişilik çeteyi yok ederek emniyet ve asayişi iade ettim. Bir müddet sonra Hısnılekrad kazasında Sünni Müslümanlarla Nusayriler arasında zuhur edip büyümeye pek müsait ve memleket için gayet zararlı olan çarpışmaları yine bizzat mahalline gidip men ve mütecavizleri yakalattırdım.”
“İtalyanların Beyrut’u bombardıman ettikleri esnada bir taraftan düşman gülleleri, şarapnelleri askerlerimizden ve ahaliden birçok masumları yaralayarak şehit ederken, bir yandan da şehir içinde zuhur eden kargaşalıklar binlerce nüfusun hayatını tehdit eden vahim bir şekil almış olduğu hâlde cidden canını feda edercesine tedbir ve teşebbüslerle bu tehlikeleri ortadan kaldırışım, hakkımda Beyrut ve mülhakatı ahalisinin büyük bir hürmet ve muhabbetini mucip oldu. Hatta limanın münasip bir yerinde heykelimi yaptırmak üzere Kahire, İskenderiye, Şam ve Beyrut’ta para toplamaya başladılar. ‘Bizde heykel yapmak âdet olmamıştır.’ diyerek razı olmadım. Bu paralarla limanda bir çeşme yaptırılarak asker ve ahaliden şehit olanların isimlerinin yazdırılmasını tavsiye etmiştim. Bu bombardıman esnasında çalıştırdığım memurlarla, eşraf ve ahaliden iyi hizmetlerini gördüğüm altmış kişiyi nişan ve madalyalarla taltif ettirdim.”
“Bana da murassa imtiyaz nişanı verilmesi kararlaştırılmış olduğu hâlde Dâhiliye Nazırı Talat Bey’in, ‘Hâzim Bey’in Osmani ve Mecidi murassa nişanları vardır.’ diyerek karşı çıkmasıyla verilmemiştir. Bu hâl yerli, yabancı bütün vilayet sakinlerini hayrete düşürmüş ve vilayetin merkez ve mülhakatında yayınlanan otuz kadar gazete Babıali’nin bu hareketini şiddetle kınadıkları gibi Fransa Hükûmeti’nin Beyrut’ta yayınlattırdığı Le Reveil adlı Fransızca gazete bile bu hâli pek çirkin bulmuştu.”[15 - Bu gazetenin 5 Mart 1914 tarihli nüshasında ve “Muhik Mükâfat” başlığı altında şöyle deniliyordu:“24 Şubat (İtalyan bombardımanı esnasında) berri ve bahri zabitan ve efratla jandarma, polis vesaireden vazifelerini cesurane ve alicenapça ifa edenlerin hepsi için Vali Bey, ait oldukları makamlardan mükâfat istemiştir. Bundan daha doğru ve haklı bir şey olamaz. Hâzim Bey kendisini unutmuştur; lakin beyefendi hazretlerinin 24 Şubat’ta gerek vatanına ve gerek insaniyete ifa ettiği hizmetleri ebediyen kimse unutmayacaktır. Mamafih âli bir ruh için en iyi, en güzel mükâfat vazifesini ifa etmiş olmaktan hasıl olan vicdani hazdır.”]
“Beyrut’ta, Beyrut Kulüp namında bir mahfil vardır. Vali buranın fahri reisi olduğu gibi, idare meclisi reisliğine de İngiliz Konsolosu seçilmişti. Şehrin Müslim ve gayrimüslim bütün ileri gelenleri bu kulübün azası idiler. İttihat ve Terakki Hükûmeti’nin düşmesinden beş, on gün evvel bu kulübe gitmiştim. O güne kadar orada bugünkü gibi bir kalabalık görmemiştim. Mütalaa salonuna girdim. İngiliz Konsolosu Mösyö Kombarbaç orada idi. Kulüpte bulunan kişilerden Mehmet Beyüm ve Yusuf Sürsuk Efendilerle diğer birkaç zat yanıma geldiler. Türkçeyi nispeten biraz iyi bilen Mehmet Beyüm Efendi şu sözleri söyledi:
‘Bizim pek haklı ve kanuni bir teşebbüsümüz var. Tesadüfen buraya geldiniz. Bu teşebbüsün şeklinde zatıaliniz için zararlı olacak bir cihet varsa onu düzeltmek üzere bir kere fikrinizi sormaya karar verdiler.
Öteden beri Babıali buraya lazım olan vasıfları haiz vali göndermiyor. Nadiren iyi bir vali gelirse onu da burada bir iş görene kadar bırakmayıp başka bir yere kaldırıyor. Biz zatıalinizi, istediğimizden çok iyi bir vali bulduk; fakat İstanbul sizi acaba bugün mü, yarın mı başka bir vilayete kaldıracak diye her an içimiz titriyor. Bugün Beyrut’un bütün ileri gelenleri burada toplandık; uzun müzakerelerden sonra şuna karar verdik:
Şimdilik beş sene müddetle sizi buradan kaldıramayacaklarına dair bize resmen teminat vermeleri için telgrafla Babıali’ye müracaat edeceğiz işte telgrafımızı da yazdık ve cümlemiz imza ettik. Şimdi telgrafhaneye gidip acele olarak çektireceğiz.
Müslim, gayrimüslim ahaliye de haber verdiğimizden biz telgrafhanede iken onlar da hükûmet konağının önünde ve etrafında toplanarak bekleyecekler. Ricamızı Babıali yerine getirmezse o zaman ister istemez ve maalesef başka vasıtalara müracaat edeceğiz.’ ”
“Hakkımda şu suretle gösterdiğiniz iyi niyet ve teveccüh belirtilerine teşekkür ederim. Fakat bu teşebbüs memleket için zararlıdır. Memlekete ait zararlarda cümlenizin payı vardır.
Çünkü yanı başımızda mutasarrıfı beş sene müddetli bir Cebel-i Lübnan var, ben Beyrut’un Lübnan’a değil, Lübnan’ın Beyrut’a benzetilmesini arzu ederim. Zira orada askerlik mükellefiyetinden müstesna ve vergilerin biraz daha hafif olmalarından başka Beyrutlular için gıpta edilecek bir şey yoktur. Az çok ıslaha ihtiyaçlarıyla beraber idari, adli ve baskı altına alıcı teşkilatça Beyrut’un Lübnan’a tercih edilir olduğu inkâr edilemez. Mamafih mademki hakkımda bu derece teveccüh gösteriyorsunuz. Ben buradan kendi rızamla başka bir vilayete gitmem; hatta terfian İstanbul’a davet edilsem de icabet etmeyeceğime sizi namusumla temin ederim. Ben bilerek azli gerektirecek bir harekette bulunmayacağım için Babıali de kaldırmaz; bilmeyerek bir kusurum vaki olursa, bunu Babıali de siz de müsamahaya layık görürsünüz.”
Muhataplarım büyük salona girip arkadaşlarıyla konuştuktan sonra tekrar yanıma gelerek:
“Bu teşebbüsü şimdilik tehire karar verdik, lüzum görürsek çektirmesi kolaydır.” diyerek telgrafı oradaki kasaya koydular ve bu kararı da ahaliye haber vermek için her biri bir semte gitti.
Bundan on beş gün kadar sonra İttihat ve Terakki Kabinesi düştü. Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi geldi.
Adı geçenin ilk işlerinden biri bana şu telgrafı şifre olarak çekmek oldu:
“Zat-ı vâlâlarının Selanik vilayetine tayinleri Vekiller Meclisince uygun bulunduğundan yüksek rızalarının cevabı bugün beklenmektedir.”
Beyrut’tan kendi arzu ve muvafakatimle bir yere gitmeyeceğimi namusum üzerine temin ettiğim için aynı günde yazdığım cevapta: “Hakkımda gösterilen itimada şükranlarımı arz etmekle beraber şu sırada bazı sebeplerle ehemmiyeti artan Beyrut’ta, Selanik’ten ziyade hizmet edeceğim zannında bulunduğum için Selanik’ten affımı istirham ederim.” dedim.
Beyrutluları zararlı bir teşebbüsten menettiğimden bu telgrafta bahsedilebilirdi. Fakat ben övünmek manası çıkar diye yazmadım.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ebubekir-hazim-tepeyran/zalimane-bir-idam-hukmu-69429055/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın bahse konu kitabı 2020 yılında yeniden Elips Kitap tarafından yayınlanmıştır.

2
Bu kitap yirmi yıl önce (2. baskının yayımlandığı 1997’den 77 yıl önce) Umumi Hapishane’de geceleri küçük kâğıtlara yazılarak yatak altına saklamak, akraba ve dostlarımdan hapishaneye gelenlere parça parça verilerek dışarıya kaçırılmak suretiyle vücuda gelmişti. Bu uzun müddet zarfında hele Latin harflerini kabul ettiğimiz tarihten beri imla şekilleri hayli değişmişse de ben eski şekilleri yenileştirmek istemedim; çünkü ne kadar dikkat edilsede yine az çok gözden kaçarak aynı kitapta aynı kelimelerin muhtelif şekillerde bulunmaları gibi bir uyumsuzluk hasıl olacağından, vaktiyle yazıldıkları şekillerde basılmasını tercih ettim.

3
Kürekle ya da motorla yol alan güvertesiz hafif tekne.

4
O zaman daha “esbak” olmamıştım. Bu maksatlı hatadır. Beş, on gün önce Dâhiliye Nezaretinde bulunan bir adamın da Kuvayımilliye’ye nispetini söylemek, bu kuvvetin azamet ve ehemmiyetine bir şehadet olarak memleketçe istenilmeyen tesiri mucip olacağından “esbak” demeyi hâle muvafık gördükleri anlaşılıyordu.

5
Divan’da söylemeyi ve burada yazmayı unutmuşum. Rauf Bey’i, Mebusan Meclisi’nde, Müdafaa-i Hukuk Grubu’nda görmüştüm. Hatta aramızda bir münakaşa da vaki olduğu gibi Balkan Harbi’nde Hamidiye Kruvazörüyle Akdeniz’e çıkarak Yunanistan’da bazı mahalleri topla tahrip ettikten sonra günün birinde ansızın geldiği Beyrut önünde Hamidiye’ye giderek kendisini ziyaret etmiştim.
Hamidiye’nin Beyrut’a gelişi ahaliye pek coşkun sevinç heyecanları vermiş ve Rauf Bey’le askerlerimiz haklarında umulan derecelerden çok ziyade takdir ve muhabbet asan gösterilmişti. Bunun cidden enteresan olan tafsilatı “Hatıralarım”da görülecektir.

6
Akşam gazetesinin 29 Şubat 1920 numaralı nüshasında münderiç ve mevzubahis olan beyanatım şöyle idi:
Muhabir: “Ahvali Dâhiliyemiz hakkında malumat alabilir miyim?”
Ben: “Ahvali Dâhiliyemizce belli başlı bir tahavvül yoktur. Her tarafta sükûn ve asayiş devam ediyor. Malumunuz olduğu üzere geçenlerde “Biga hadisesi” denilen, hadise vukua geldi. Bu vaka hitama ermiş ve neticesi de hüsnü suretle halledilmek üzere bulunmuştur. Bu gibi vakayı her ne suretle olursa olsun esefi muciptir ve memleketin menafi ile kabili telif değildir. Hakkımızı ihkak için gürültüye değil sükûna muhtacız. Bugün kabul edilmese bile yarın mutlaka teslim edilecek ve tecavüzden masun kalacak bir hakkımız vardır. Biz bu hakkımızdan emin olarak ve hiç telaş etmeyerek kemal-i sükûnetle amal-i meşruamızın tahakkukuna intizar etmeli ve ona göre çalışmalıyız. Tahakküm devirleri çoktan geçmiştir. İnsaniyet kavaidi, insanlığa mugayir harekâtı bundan böyle ve doğrudan doğruya kendisi müdafaa edecektir. Zaten hak ve adalete mugayir kararlar da payidar olamazlar.”
Muhabir: “Devletçe vaziyet-i siyasiyemiz nasıldır?”
Ben: “Siyasi vaziyetimiz günden güne iyileşmektedir. Avrupa’nın en ileri gelen matbuatı haklarımızı, mesela Londra gazeteleri “Maraş Ermeni kıtali” diye uydurma bir kıtal şayiaları çıkardıkları hâlde Fransız matbuatı bunun aslı olmadığını iddia ve ispat ettikleri gibi bizi müdafaaya başlamışlardır ki, bittabi memnuniyeti muciptir. Her hâlde müselleha şartlarının müsellem olan hukukumuzu ihlal edecek bir mahiyette olmayacağını ümit ederim.”
Muhabir: “İstanbul, İzmir ve Trakya hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Ben: (O zaman İngiliz sansürü buradan iki satır çıkarmıştır.) “İnsaniyet bizim hayat hakkımızı tanıyor, binaenaleyh: “Siz yaşayacaksınız ama kalbinizin yarasını keseceğiz.” diyemezler. İstanbul vücudumuzun başıdır. Başımızı nasıl bıraktılarsa, yaşayışımız için elzem olan İzmir’imizi de bırakacaklardır. Ben herhâlde insanlık hislerinin galebe edeceğinden eminim. Trakya ise hiç mevzubahis olamaz. Trakya işgal altında bile değildir.
Ümit ederim ki bu kadar ızdıraplardan sonra beşeriyet daha tekâmül etmiştir. Nerede olursa olsun bir zulme meydan veremeyecek ve haksızlığı kabul edemeyecektir.”
Muhabir: “Hükûmetle Kuvayımilliye arasındaki münasebet nasıldır?”
Ben: “Neşredilen şayialara rağmen hükûmetle Kuvayımilliye arasındaki münasebet iyidir; zaten ihtilafa bir sebep de yoktur.”
Muhabir: “Ferit Paşa zamanında hükûmetin emirleri taşrada infaz edilmemekteydi. Şimdiki vaziyet nasıldır?”
Ben: “Hükûmetin meşru ve makul emirlerinin hepsi taşrada infaz olunmaktadır.”

7
Divanıharp Reisi’nin Bursa Valiliği, bu vilayette ikinci defa memuriyetimden öncedir. Orada pek çirkin bazı hareketlerde bulunmasından dolayı fırka kumandanı Miralay Bekir Sami Bey tarafından Bursa’dan nasıl çıkarıldığım ve sürgünüm esnasında güya birçok kıymetli eşyası gasp edildiği yolunda vaki olan pek garip ve gülünç davası üzerine, Babıali’nin icrasını bana havale ettiği tahkikatın neticesini aşağılarda hikâye edeceğim. Mumaileyhin bana şahsi husumeti bu tahkikat davasının asılsızlığını göstermiş olmasından neşet etmiştir.

8
İşgali takip eden gecelerden birinde ve Erenköy’de bulunduğum esnada mahut Sait Molla telefonla: “ ‘Galip devletlerin topları İstanbul’a ne yapabilir?’ demişsin, başını ezdireceğim!” diye beni tehdit etmişti.

9
Reis bu fıkranın altını üstünü okumadığı gibi, bu nüshayı evvelce görmemiş olduğundan gazetede bu fıkrayı takip eden cümlelerden haberim yoktu; bununla birlikte geç vakit Sadaret dairesinden çıkıp Nezaret dairesine giderken beni yolda çeviren gazeteciler: “Kuvayımilliye dağıtılacakmış, sahi mi?” diye sordukları için böyle cevap vermiştim.

10
İstanbul’da çıkan Le Journal d’Orient gazetesinin 1 Teşrin-i Sani (Kasım) tarih ve 716 numaralı nüshasından: “… Anzavur tarafından kumanda edilen hükûmet çetelerine gelince, intizamın muhafazasına memur Mustafa Kemal Paşa müfrezeleri adetlerinin azlığından dolayı geriye çekilmişlerdir. Bunun üzerine Düzce kasabası Çerkez ve Abazaların ellerine düşmüş ve bunlar üç gün muntazaman kasabayı soymuşlardır. Bu mücahitler Halife ordusuna mensup olduklarını söylüyorlar ve taharri bahanesiyle evlere giriyorlardı. Düzce kadın ve kızları pek şeni tecavüzlere hedef olmuşlardır. Ahalinin ‘Haydut Paşa’ dedikleri Anzavur Paşa muvasalat eder etmez, Düzce ahalisine otuz bin liralık bir vergi tarh ve cebren tahsil edilmiştir.”

11
Sırası gelince tafsil edileceği üzere iffet ve samimiyetiyle meşhur Abdurrahman Paşa merhumun Kastamonu, İzmir ve Edime vilayetlerinde ve İstanbul’da bulunduğum uzun senelerde kendisiyle iki kardeş gibi yaşadığımız alicenap oğlu Damat Arif Hikmet Paşa, düçar olduğum bu beladan ve nihayet idamdan beni kurtarmak için cidden pek dostane çalıştığı gibi müdafaanamenin suretini de bizzat padişaha vermişti.

12
Tevfik Sükûti ve arkadaşları böyle garip bir cürüm, yani suikast cürmüyle idam olunmuşlardı.

13
Dâhiliye Nezareti’ne memuriyetimden evvel Anadolu vilayetlerinden bazılarına tayin olunan valiler Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul olunamayarak geri gelmiş olduklarından hem badema bu türlü muamelelere mahal kalmamak hem de diğer bazı hususlar bilmüzakere kararlaştırılmak üzere sıhri akrabamdan Muhacirin İskân Şubesi Müdürü Maruf Bey’i bir mektupla Ankara’ya göndermiştim.
Mumaileyh İstanbul’dan Afyonkarahisar’da iskân işlerini teftiş etmeye gidiyor gibi hareket etmişti.
Mustafa Kemal Paşa bu teşebbüsümden pek memnun olarak Maruf’u iltifatla kabul ve maruzatımı dinlemekle beraber, bana taltifkarâne bir cevap yazmış ve bundan sonra cereyan edecek muhaberelerimizde istimal olunmak üzere bir de şifre miftahı göndermişti.
Bundan böyle benim intihap edeceğim valileri müşarünileyh kabul edeceği gibi, idare mesleğinden yetişmiş olmak şartıyla Anadolu’daki memurlardan kendisinin intihap ve işar edecekleri kaymakam, mutasarrıf ve valilerin tayinlerine de ben delalet edecektim.
Nezarette bulunduğum esnada yazılan açık ve şifre telgrafların müsveddeleri divanıharp tarafından istenmesi üzerine “Kalem-i Mahsus” müdürü Methi Bey:
“Hâzim Bey bütün şifreleri akrabasından Maruf Bey’e yazdırdığı için Kuvayımilliye’ye dair nezarette açık ve şifre telgraf müsveddesi yoktur.” demiş olduğundan Maruf Bey hemen divanıharbe celp olunarak reis tarafından yazdığı şifreler hakkında malumat vermesi için hayli tazyik ve tehdit edilmiştir.

14
Beyrut’ta yazdığım telgraf şöyle idi:
“C. 18 Ağustos 1328. On beş gün evvel makam-ı sadaretten aldığım şifre telgrafla zat-ı valâlarının Selanik vilayetine tayinleri Vükela Meclisince tensip olunduğundan muvafakat-âliyeleri cevabı bugün muntazırdır.” denilmiş ve muvafakat edilmemişti. Ben o heyet-i vükela baki iken muvafakat edip etmeyeceğim sorulmaksızın, memuriyetimin Halep vilayetine nakledildiğinin tebliği hayreti mucip oldu. Beyrut bir mutasarrıflık iken de hâlâ mühim ve büyük bir vilayet olan Halep Valiliğine naklim beni hiçbir suretle izrar ve tezlil etmeyeceği cihetle, bu tahvilden şahsen inkisar ve şikâyete mahal yoksa da eğer bir meşrutiyet devrinde yaşadığımız sahih ise, bilvücuh daha nazik olan Selânik valiliği için muvafakatim sual edilip de Halep için sorulmaması sebebi nedir? Devr-i sabıkta defalarca düçar olduğum bu muamelelerin aynıyla bu devirde de tekerrüründen müteessirim. Muhtelif kavimlerden müteşekkil olan Osmanlı İmparatorluğu’nda haklı, haksız her isyan eden kavmi tatyip için mutlaka o kavimden olan zevat iktidar mevkisine getirilecek ve o mevkiye her gelen diğer kavimlerden bulunan memurların her türlü takdire layık vatanperverce hizmetlerine rağmen onların meşru haklarını iptal, izzetinefislerini payimal edecekse, müşterek vatanın selametine cansiperane hizmet edecek kimse bulunmayacaktır.
Daha birkaç ay evvel düşman gülleleri altında şehri yağmadan ve ahaliden bir kısmını katliamdan ve yalnız Beyrut değil belki Suriye kıtasını tasrihe hacet olmayan bir tehlikeden kurtardığımdan dolayı arz ve teklifime binaen altmışı mütecaviz zevata verilen nişanları, madalyaları henüz tevzi etmekte bulunduğum bir sırada muvafakatim alınmaksızın buradan kaldırılmam bu memleketin idari tarihine hayreti mucip bir garibe, makûs bir muamele olmak üzere kaydedilecektir.
Yalnız meşrutiyete değil, insaniyete de çirkin bir darbe ve vatanın menfaatlerini muhil olan bu muameleyi şiddetle protesto eder ve şayet bombardıman esnasında şehri yağma etmelerine müsaade etmediğim eşhası memnun etmekten başka buradan Halep’e kaldırılmaklığıma kanuni bir sebep varsa bunun meydana konulmasını rica ederim.”

    19 Ağustos 1328

15
Bu gazetenin 5 Mart 1914 tarihli nüshasında ve “Muhik Mükâfat” başlığı altında şöyle deniliyordu:
“24 Şubat (İtalyan bombardımanı esnasında) berri ve bahri zabitan ve efratla jandarma, polis vesaireden vazifelerini cesurane ve alicenapça ifa edenlerin hepsi için Vali Bey, ait oldukları makamlardan mükâfat istemiştir. Bundan daha doğru ve haklı bir şey olamaz. Hâzim Bey kendisini unutmuştur; lakin beyefendi hazretlerinin 24 Şubat’ta gerek vatanına ve gerek insaniyete ifa ettiği hizmetleri ebediyen kimse unutmayacaktır. Mamafih âli bir ruh için en iyi, en güzel mükâfat vazifesini ifa etmiş olmaktan hasıl olan vicdani hazdır.”
Zalimane Bir İdam Hükmü Ebubekir Hâzim Tepeyran
Zalimane Bir İdam Hükmü

Ebubekir Hâzim Tepeyran

Тип: электронная книга

Жанр: Памятники истории и культуры

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Zalimane Bir İdam Hükmü", Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın Damat Ferit Paşa hükûmeti zamanında Bursa Valisi ve Dâhiliye Nazırı iken Millî Mücadele’ye yardım ettiği gerekçesiyle idama mahkûm edilişinin belgesidir. Günlerce süren ve eziyetle geçen duruşmalarda Hâzim Bey′den hesabı sorulan bir diğer konu da Abdülhamid′in tahttan indirilmesi olayıdır. Tepeyran, bu duruşmaları ve tutsak geçen ayları, idama mahkûm oluşunu, idamlıklara ayrılan hücrede bir gece geçirişini, sonunda yeni Sadrazam Tevfik Paşa′nın kurduğu Hurşit Paşa Divanıharbi’nde suçsuz görülerek özgürlüğe kavuşmasını anlatıyor. Bu anılar, tarihin tozlu raflarında kalan Osmanlı’daki bir dönemin gerçeklerini açıklıkla yansıtmaktadır. “İdam hakikaten kötü bir ceza; ‘idam’ kelimesi kulağa bir söz, bir hava titreşimi gibi değil; dikenli bir cisim, kızdırılmış bir demir çivi gibi giriyor ve bu kelime birdenbire insana o kadar ağır geliyor ki omuzları üstüne birer büyük gülle konmuş gibi oluyor. Oturduğu sandalye, güya yaş ve yumuşak bir toprak üstüne konmuş olduğu için yavaş yavaş batıyor zannediliyor. Birdenbire asap gevşiyor; tüyler ürperiyor, yüze aralıksız soğuk, sıcak hava dalgaları çarpıyor gibi oluyor.”

  • Добавить отзыв