Küçük Paşa

Küçük Paşa
Ebubekir Hâzim Tepeyran
Tahir Alangu: Yazar, kitabının başında asıl amacının bir roman yazmak değil, Anadolu köylerinin dert ve sıkıntılarını roman düzeni içinde sergilemek olduğunu belirtmektedir. Bu kitabını, bir köylü çocuğunun serüveni çevresinde, köylünün söyleyiş ve düşünüşüne bağlayarak yürütmek istemiş, bir idare adamı perspektifinden derlediği malzemeyi bir roman yapısında kullanmıştır. Yazar bu eserinde köylerin 1910 yıllarındaki durumunu anlatıyor. Yer yer fırsat buldukça da köylü sorunları üzerindeki düşüncelerini, olayların arasına sıkıştırmakta, romanda yaşanan hayatın, köylü tiplerinin çatışmalarına yansımış sonuçlarıyla yetinmektedir. Yazar bundan başka köylülerin hayatlarında ve köyün kuruluşunda tabiat şartlarının oynadığı hâkim rolü araştırmıştır, ‘insan-tabiat’ ilişkilerini gösterebilmiştir. İsmail Habip Sevük: “…Ebubekir Hâzim’in bu romanı, nevi şahsına münhasır çok dokunaklı, çok özlü bir Anadolu romanıdır. Kendi zaten orta Anadolu’daki Niğde’den olduğu için Anadolu’yu içinden biliyor. İlk defa Anadolu köylülerini kendi şiveleriyle bu romanda konuşur görüyoruz, mevzusu da çok iyi seçilmiş…” Fahir Önger: “Ebubekir Hâzim Bey’in Küçük Paşa’sı bizim bugün anladığımız manada, realist edebiyatın tipik bir örneğidir… Türk edebiyatı içinde ilk defa bu Küçük Paşa’dır ki memleket meselelerine doğru uzanarak gerçek bir roman görüşünün temelini atmıştır. Geçmiş nesiller arasında ileri görüş sahibi bir müellifin varlığı, o edebiyatçı nesillerin kıymetlendirilmesinde bize yeni bir ölçü kazandırmıştır.”

Ebubekir Hâzim Tepeyran
Küçük Paşa

Sadri Ertem’in Unutulmuş Bir Eser: Küçük Paşa adlı yazısıydı beni ilk uyaran. Yıl, sanırım 1938 ya da 1939. Son Posta gazetesinde çıkmıştı. Bir yerlerde saklamıştım, aradım bulamadım ne yazık ki! Ertem’in bu yazısı Küçük Paşa’nın gerçek değerini bana anlatıvermişti. Biliyordum, duyuyordum, Mustafa Nihat Ozön’ün kitabında övgüyle adı geçiyordu bu romanın. Ama yeni harflerle basılmamıştı. Kulaktan dolmaydı bildiklerim. Bir de kitabın yazarı büyükbabam Hâzim Bey’den bu roman üstüne dinlediklerim… Bir akşam kitabın ön sözünü, sonra da bir bölümünü okumuştu yazıhanesinin başında. Ağdalı bir dili vardı, kolay anlaşılmıyordu. Bugünkü Türkçeye çevirmek gerekliydi. Bunu söyledim, karşı çıktı. Kendisine Halit Ziya’nın bu ‘sadeleştirme’ işini yaptığını anımsatmıştım. Konu orada kapanmıştı.
Yıllar geçti. Feridun Ankara’dan bir paketle geldi bir gün. Ankara Halkevinde görevli bu genç öğretmen oturmuş Küçük Paşa’yı kısaltarak sadeleştirmiş, incelesin diye Hâzim Bey’e göndermiş. O yıllarda yaz tatillerini büyükbabamın yanında geçirirdim. 1939’dan 1946’ya kadar böyle sürüp gitti. Açıp inceledik birlikte gönderilen dosyayı, yer yer okuduk. Büyükbabam pek beğenmedi. Ben de “Biz bu işi yapsak daha iyi olmaz mı? Yer yer Ankara’nınkinden de yararlanırız.” dedim. Bu görüşü benimsedi. O yıllarda Niğde Milletvekili’ydi. Arada bir Ankara’ya Meclise gidip geliyordu. “Ben söylerim sen daktiloda yazarsın.” dedi. Ne var ki eski Remington yazı makinesi acayip bir şeydi. Kırk yıl önce Londra’dan getirmiş, Bağdat Valisi iken… “İyi bir makinedir.” diyordu zamanın geçişini unutmak isteyerek… “Şimdi daha küçük yazı makineleri var, bir tane alsak…” dedim. Bana yüz lira verdi, Babıali’ye indiğim bir gün sanırım 90 liraya bir Hermes Baby aldım. Yıl 1944 olmalı… Ki bu makine, gazetedeki masamda duruyor, hâlâ işime yarıyor.
Başladık çalışmaya. O, kitaptan bir cümle okuyor, Ankara’nın çevirisine bakıyor, çoğunlukla beğenmiyor, kendisi söylüyordu karşılığını. Kiminde de ben işe karışıyor, “Böyle olsa daha iyi.” diyordum, kabul ediyordu. Günlerce çalıştık. İki kopya olarak Küçük Paşa’yı bitirdik. Birçok bölümü attı, “gereksiz” bularak. Oysa o parçalar da ilginçti. Belki romanın akışını bozuyordu, ama belgesel bir değer taşıyordu. Yüzyıl başında Anadolu köylerinin gerçekleriydi hepsi. Askere almalar, askere giden delikanlının ailesinin durumu, bunlar gibi şeyler…
Kitap bitti. Bir bastırması kaldı. 1945’e gelmiştik. O iş de bana düştü. O sıralarda Selâhattin Hakkı Esatoğlu -birkaç yıl önce kazada ölen CHP milletvekili- o günlerde Hukuk’ta öğrenciydi. Yoksul bir çocuktu, ne yapmış etmiş bir dizgi yeri açmış. Ona gittim, Esatoğlu’nun yerinde dizgiye başlandı. Büyükbabamın Türkiye Yayınevi’nde bulunan birkaç top kâğıdını da Esatoğlu kendi yerine götürdü. Ne var ki dizgi bitmeden Esatoğlu’nun iş yeri topu attı, basılan formaları güçlükle ele geçirebildik. Ne kâğıtlar vardı, ne de Esatoğlu… Bu kez başka bir basımevine götürdüm kitabı. Küçük Paşa mutsuz bir çocuğun öyküsüydü. Kitap da şansızlıklar içinde hazırlanıyordu. Esatoğlu’ndan önce Avedis adlı bir basımeviyle anlaşmış, müsveddeleri ona teslim etmiştim. Yeni Dünya gazetesinin içindeydi bu dizgi yeri. 4 Aralık 1945’te “Yeni Türkiye” basımevi baskına uğrayınca Küçük Paşa’nın müsveddeleri de yok olmuştu. Esatoğlu’nun iflası da ikinci acı olay oldu. Kendimi suçlu sayıyordum; hem para, hem kâğıtlar, hem de müsvedde yok olmuştu. Neyse romanın son bölümünü yeniden hazırladık, bu kez Millî Mecmua basımevine verdik, kitap orada tamamlandı. Yarısı başka punto ile diğer yarısı da daha başka bir puntoyla çıkmıştı. Ama sonunda kitap ortadaydı. Ne var ki bu olaylar canımı sıkmış, beni de güç duruma düşürmüş, büyükbabamı da üzmüştü.
İşte Küçük Paşa’nın sadeleştirilmiş ikinci basımının öyküsü böyle. Ortaya çıkan kitabı büyükbabam hiç beğenmedi, bir dağıtıcıya verdik, parasını da alamadık. Neyse birkaç eleştirmeci arkadaş güzel yazılar yazdılar, kitabın yazınımızdaki yerini, önemini belirttiler. Büyükbabam da son yıllarında “kalıcı” bir yapıt vermenin huzurunu duyabildi az da olsa… Ne var ki o, Küçük Paşa’yı “edebî” bir yapıt saymıyordu, köy gerçeklerinin, acılarının sergilenmesi için yazmıştı bu romanı; dikkatleri köylere, köylülere çekmek için… Ön sözde de bunu açıkça belirtiyordu: “Bu kitapta Anadolu facialarının hepsi değil, en önce söylenmesi gerekenlerden bazıları söylenmiş oldu.”

    3 Eylül 1984

BİRİNCİ KISIM

I
Anadolu’da bir köy…
Bir buçuk yıl evveline kadar müstebit hükümetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lazım geldikçe hatırladığı köylerden biri.
Anadolu’yu görmeyenlerin, büyük şehirlere mahsus her türlü gürültülerden sıkıldıkça birer sükûn ve huzur yeri olmaları tasavvuru ile sakinlerine gıpta ettikleri fakir ve sefalet yuvalarından biri olan bu köyün mevkisi, bir şairi, bir ressamı yalnız bir şiir yazmak, bir tablo krokisi çizip geçmek için belki memnun edebilirdi.
Bu küçük köy, dört taraftan yüksek, alçak, çoğu çıplak dağlarla çevrilmiş, enine boyuna birer ikişer saat uzayan ve topraklarının kuvvetiyle ünlenen bir ovanın kuzeybatısına doğru keman sapı şeklinde kıvrılarak iki dağ silsilesinin arasına girdiği yerde kurulmuştur.
Bir saat kadar yan yana uzayan bu iki dağın eteklerinde sağdan, soldan hiç umulmaz yalçın kayalar arasından süzülüp çıkan berrak suları toplaya toplaya, gittikçe çoğalarak, taştan taşa çarpıla çarpıla köpürerek bir çay hâlinde akıyor; ötede beride etrafı yeşil çimenli çukurlarda biraz durarak, güzel bulut akisleriyle yere düşmüş birer gök parçası gibi parlayarak ve sanki her şeye can veren kudretini bilir gibi mağrurane büküntülerle iki yanını selamlayarak, kâh billuri mırıltılarla, kâh velveleli çağıltılarla hayli aktıktan sonra yüksek bir kaya üstünden cam gibi şeffaf bir şelale şeklinde döküldüğü mevki de bu köy civarının güzel manzaralarından biridir.
Çayın sol tarafında yükselen dağın kırmızı toprakları üstünde kısmen görünen ve bazıları köyün arkasına düşmüş olan çok büyük taşlar gibi kim bilir, ne kadar korkunç bir gürültü ile yuvarlanarak bir veya birçok insanı, hayvanları ezmek için hafif bir yer depremi veya şiddetli bir yağmur bekleyen taşlar, kayalar altında ev, köy yaparak yaşamaya bu köy ahalisinin nasıl bir tehdit ile mecbur oldukları birdenbire anlaşılamaz.
Yaşayanlara yurt olmak değil, ölülere mezarlık yapılmak için de hiç elverişli olmayan bu mevkide, kırk kadar sefil evle bunlar içinde azaplı bir hayatı uzatmaya çalışanların hâl ve kılıkları görülünce, buralarda pek şiddetli olan ve uzun süren kışın şerrinden bir dereceye kadar sakınmak için bu müthiş uçurumun dibine sokuldukları anlaşılır.
İnsan sığınakları oldukları, ancak kapıları önünde kışın karlar, yazın gübreli çamurlar içinde görülen çıplak insan ayakları izlerinin yardımıyla anlaşılan bu pek miskin taş, toprak, çalı, çırpı yığınlarından hane diye vergi almak, bu acıklı manzaraları görüp de bir iyileştirme çaresi düşünmemek, asırlar da geçse hiç affolunmaz bir cürümdür.
Bu uçurumdan ara sıra müthiş gürültülerle köyün arkasına yuvarlanan çok büyük taşları parçalayarak faydalanmak zahmetine katlanmadan, düştükleri yerde önüne, iki yanına birer duvar yaparak onu dördüncü bir duvar gibi kullanmak suretiyle vücuda getirdikleri evcikler içinde gönül rahatlığıyla yaşayanlar da vardır.
Her şeye, her hâle pek çabuk alışan insanların en korkunç bir tehlike ile de iki kardeş gibi yan yana yaşayabileceklerini, koca Anadolu’da yer bulamamış gibi bu köy ahalisinin korkunç uçurumun altında yerleşmeleri, ispata kâfidir.

II
1312 yılı Şubat’ının son günlerinden biri idi; şiddetle hüküm süren kış, bugüne mahsus müstesna bir lütuf olmak üzere birkaç saat, umulmaz bir ılıklık göstermiş, hava açılıp güneş görünmüştü. Böyle uzun bir kışı karanlık evlerinde, ahırlarında geçirmekten pek bıkmış olan kadın -erkek insanlarla, bütün hayvanlar sokaklara, kapı önlerine çıkmışlardı. Köyün önündeki, arkasındaki dağların aylardan beri karla örtülü tepelerine küme küme ak bulutlar yığılmış; yalçın kayalar arasında mucize kabilinden yetişmiş ve yanlarına yaklaşmak mümkün olmamasından dolayı köy baltalarının tecavüzünden masun kalmış birkaç meşe, ardıç ağacının üstlerine ince tüller gibi saçaklar salıvermişlerdi. Güneş, hafif bir hararetle çeşme önündeki gübreli çamurlar içinde hayvan izlerini örten ince, şeffaf buzları çıtır çıtır eritiyor, üstlerindeki karlar küreyip atılarak süpürülmüş olan damların ve cami önündeki meydanın yaş toprakları buğulanarak bir bahar kokusu dağılıyordu.
Köyün bütün tavukları, kazları, ördekleri ve bunlara karışan sürü sürü serçeler ötede beride donmuş gübrelerin biraz yumuşamış güneşli taraflarında, birbirlerini ite kaka gübreleri didikleyerek tabiatın bu bir – iki saat süren ziyafetinden mümkün olduğu kadar faydalanmaya çalışıyorlardı. Vücutlarının kılları dökülmüş, bazı yerleri yağlı kara sahtiyan gibi parlayan iki manda, güneşe karşı yan yatarak bir şey düşünüyor gibi görünen gözleriyle etrafı temaşa ediyordu. Çeşme önünde toplanan inekler, iğdiş öküzler; üzerlerine yattıkları için tüyleri karışmış, kirlenmiş olan böğürlerini yalaya yalaya düzelterek temizliyor; Kur’an’da tavsif edildiği veçhiyle, renkleriyle bakanları sevindiren ineklerin nesillerinden olduklarını ispat eden altın renkli danalar, kuyruklarını dikerek koşuşuyorlar; boz, kara ve demirî kır renkte ve ekseriyetle kulakları düşük, zayıf eşekler kuyruklarını oynatarak, üst dudaklarını büzerek kaldırıp, donmuş gübrelerden bir koku almak için uğraşıyorlardı. Turuncu, kırmızı ve siyah dizlikli önlükleri ile kapı önlerinde çömelen, duvar diplerine dizilen, koyu mor, göğem ve yeşil yazma yemenilerle -yalnız burunlarıyla gözlerini açık bırakmak suretiyle- başlarını örten, yanlarından geçerken tütün balığı gibi is, kekik, nadiren ıtrışahi kokuları hissedilen kadınlar yün çorap örüyor yahut iğle, kermenle iplik büküyorlardı. Ekseriyetle karınları şişik, benizleri soluk birkaç donsuz çocuk, çamurla evcik yapmakla eğleniyor; birkaç delikanlı, iki elle birer ikişer okkalık taş atarak kuvvet müsabakası yapıyor yahut adım atlıyorlardı.
Kenarı büyük taşlarla çevrilerek bunların iç taraflarına birkaç söğüt, kavak dikilmiş olan namazgâhın, daha doğrusu köylülerin yaz günlerine mahsus uyku ve umumi konuşma mahallinin mihrap mevkisindeki büyük taşın yanında, iki adam konuşuyordu. Gerek insan, gerek hayvan derneklerinin bazılarına kuyruğu, kulağı veya yalnız kuyruğu kesik muhtelif renkte aç, yaltak köpekler karışıyordu. Bu derneklerden hiçbirine, karışmak değil, yaklaşmak bile istemeyen, kendi başına gezinen tuhaf kıyafetli biri daha vardı ki, altı üstü birbirine uymayan çeşitli esvap eskilerine nazaran çocuk mu, yaşlı bir cüce mi, kız mı, oğlan mı? Ne olduğu kestirilemiyordu. Üstündeki eski ceket, bir kolunda kısmen mevcut sırma şeritlere göre bir general ceketi idi. Buna bakılınca ya emekli yahut sürgün bir asker paşası zannedilirse de, ancak sekiz – dokuz yaşlarında bir çocuk cüssesinde görünen bu sefil mahlûkun böyle küçük adımlarla yükselme yolunda bu rütbeye kadar ilerlemesine imkân tasavvur olunamazdı; alelade bir general ceketinin eskisi küçültülerek giydirilmiş olması ihtimalini de, hiçbir yerinde bir buruşukluk, bir bolluk bulunmaması gideriyordu. Sarı maden göğüs düğmelerinden bazılarının kıvrılarak zorla koparıldıkları anlaşılan bu ceket, aynı yaşta bir paşa çocuğu üzerinde aziz ömrünü geçirdikten sonra, fakir bir köylü çocuk sırtında ezelî ömrünü yaşıyor denebilirdi. Fakat bununla muamma çözülmüş olmazdı.
Ceketin altındaki koyu yeşil zemin üzerine, küçük mor çiçekli, her tarafı sarı lekeli bir basmadan yapılmış ve ipten bir uçkur takılmış olan don ve başında yine bu sarı lekeli basmadan gelişigüzel yırtılmış bir sargı görülünce, bunun kız mı, oğlan mı olduğu şüpheli kalıyordu. Ayaklarındaki potin eskileri yamalı çoraplarla giyilemediği için boğazları ve arkaları kesilerek tahta pabucu şekline sokulmuştu. Ellerinden birini donun altından göbeği üstüne sokmuş olan bu küçük köylüyü yakından görmek, nevini, yani kız mı, oğlan mı olduğunu kestirmeyi kolaylaştıramazdı.
Kulaklarının altına kadar uzayıp güneş tesiriyle uçları solarak bozarmış saçlarına ve paçaları torba ağzı gibi büzülmüş olan donunun şekil ve rengine nazaran kız, ceketine bakınca oğlan olması lazım gelirdi. Ceket altında rengini muhafaza etmiş olan küçük, sarı maden düğmeli kırmızı çuha yelekten başka gerek esvabında, gerek simasında solmamış, bozulmamış bir renk, bir şey kalmamıştı. Açık mavi gözlerinin altları morarmış, çürümeye başlamış bir ayva rengi almış simasının ötesi berisi değişmiş; mini mini burnunun ucu kızarmış; çenesi, henüz kapanmış bir çıban yerinin morluğu, kırmızılığıyla çürük bir kan portakal içine benzemişti.
Namazgâhın mihrap taşı yanında konuşan iki adamdan biri zaptiye süvarisi idi. Tellerinin yarıdan ziyadesi dökülmüş asker püskülü, hiç kalıplanmadığı için kulağının yarısına kadar inen kırmızı eski fesi, bacak arasıyla dizleri ak iplikle dikilen yamalarla tamir olunan pantolonu, ötesinden berisinden defalarca söküle – dikile garip bir şekil alan çizmeleri, rengi uçmuş turuncu ve siyah kaytanlarından yalnız arkada birer miktarı kalmış olan lacivert şayaktan eski ceketi ile bir dilenci olmadığı, ancak mihrap taşına dayadığı “kapaklı” denilen tüfekten anlaşılıyordu.
Uçları arkasından da görülen uzun bıyığının kabalığına rağmen cılız ve rengine rağmen ihtiyar bir adamdı. Beş altı saatlik mesafedeki liva merkezinden iki günde bu sabah gelebilmişti. Bu geceyi de burada geçirecekti; en çok senede yedi, nadiren sekiz ay alabildiği maaş, çoluk çocuğunun iaşesine yetişmediği için arpa ve saman parasını yediği atını açlıktan kurtarmak, ancak böyle kısa mesafelerle meccanen yem, yiyecek veren köylerde geçirmekle mümkün olurdu; vilayet mülhakatından -her nerede arpa saman en ucuz ise vilayetin her tarafında o fiyat üzerinden- tayin bedelleri verilen zaptiye hayvanlarının asabında ne kadar kuvvet bulunur? Mümkün olsa atları yormamak ve bedava beslemek için birbirine yakın köylerin her birinde birer gün, birer gece geçirmek isteyen zaptiyeler mazur görülebilirdi.
Bu süvari, boya tutan bıyığını bir velinimet gibi sever, ona öyle hizmet ederdi. Alay merkezinden ara sıra bir zaptiye subayı geldikçe ihtiyar süvari, boyalı bıyığının rengine uyan bir gençlik tavrı göstermek için hayli sıkılırdı; çünkü bir aralık ak saçlı, sakallı zaptiyelere yol verileceği şayi olmuştu. Zavallı süvari, zaptiye alay komutanının albay üniformasının sıkıntısına ve asker kılıcının ağırlığına dayanamayacak kadar ihtiyarlamasından dolayı, mülkiye rütbesi olan Mirimiranlık (Saadetli Paşa) unvanı verilerek sivil giydirilip yükü hafifletildiği için, artık tabi rengini almasında bir mahzur kalmayan ve dipleri beyaz, uçları siyaha yakın sincabi bıyıklarının altında kar gibi ak bir sakalın alabildiğine uzamakta olduğunu bilmezdi. Zaptiyenin yanında oturan köylü, bir zaptiye ile ahbapça konuşmak şerefine mazhar oluşundan da anlaşılacağı veçhiyle bu köyün muhtarıydı.
Bu adamın başına geçirdiği ve üstüne mavi, Göğem yazma yemenileri birbirine dolayarak sardığı keçe külah, bindiği kulakları yanlarına kadar büküp altına almıştı. Üst dudağını tamamıyla gösterecek kadar kısa kesilen bıyığın uçları, hemen ağız köşelerinden aşağı inmekte acele ederek, birer tirbuşon gibi kıvrılan sakalın üstüne yatmıştı; bu sakalın üzerinde kızaran buruna göre pek küçük görünen ve önlerine ak – kara kaş telleri gerilen gözlerinin rengi anlaşılamıyor, yalnız kuru otlar arasında kalmış küçük birer kaynak gibi ziya gördükçe ara sıra parlıyorlardı. İnce, mor çizgili pamuk alacadan yapılmış mintanı ak sakala uygun bir zemin olduğu gibi; en ziyade omuzları soluk mavi çuhadan fermane dahi, mümkün mertebe yakışmak istediği hâlde, kalın bir kuşak üstüne “silahlık” diye beline bağladığı katmerli kırmızı sahtiyan altında başlayarak ak çoraplı ayaklarındaki kırmızı yemeniler üstünde nihayet bulan siyah keçi kılından dokunmuş potur sakalın maharetini bozarak gülünç bir kılık teşkil ediyordu.
Bir siyah kıl kaytanla silahlığa bağlanmış beyaz boynuz saplı çakıdan başka silah nevinden hiçbir şey bulunmayan bu katmer silahlık, muhtarın her zaman yanında bulunması lazım gelen her şeyi, uzunca sigara ağızlığı, tütün kutusu, kav ve çakmağı hep bunun içindedir; mühim kâğıtlarının cüzdanı da, kenarı kara kaytan geçirilmiş gibi kirlenmiş olan külah ile bunun altındaki daha küçük külahın arasıdır, hatta kâğıt paralar geçtiği zamanlardan kalma mavi renkli beş kuruşluk bir kaymeyi de senelerden beri yağlı paçavraya dönmüş olduğu hâlde orada saklıyor; eski devrin “evrakı muzurrası” gibi bulunduğu her yeri mutlaka zarara uğratmış olan bu uçucu paranın tekrar geçmesi mümkün olmadığını söyleyenlere: “Sakla samanı, gelir zamanı.” diye cevap veriyordu.
Muhtar, bir aralık, bu çifte külahını çıkarıp dizi üstüne koyarak ve mümkün olduğu derecede dudaklarını açıp sırıtarak aynı ihtiyacı hissedenleri imrendirecek surette tatlı tatlı başını kaşıyor. Zaptiye, bir köylü çocuk tarafından gezdirilen terli atını gözle takip ederek çatlak dudağına sigara kâğıdı yapıştırırken yanlarından geçen bu general ceketli basma donlu sefil mahlûku görünce, muhtarın yüzünde -kaşınmadan doğan hoşlanma çizgileri değişerek- merhamet eserleri peyda oldu. Zaptiye sordu:
“Bu, iki yıl önce İstanbul’dan gelen çocuk değil mi?”
“Beli o, şu Keleşlerin Ali’nin oğlu.”
“İstanbul’dan geldiği zaman gördümdü, bizim Mutasarrıf Paşa’dan daha kurumlu idi, şimdi ne olmuş. Tüyü tozağı dökülmüş, baykuş yavrusuna dönmüş. Hey gidi dünya hey!”
“Beli öyle oldu, allalem biraz ahlını da bozdu, oynamaz, gülmez, yalnız başına gezer, kendi kendine söylenir yahut üzerinde çıngıllı (çaylak) dolaşan tavuk cülüğü (piliç) gibi bir köşede durur büzülür; yediğini içtiğini gören yoh, yiyeceh de yoh ya… Güneküsen (kahkaha) çiçeğine döndü sanki her solukta biraz daha sararıp soluyor, buruşuyor. İnce hastalığa yakalanmış olmalı… Yüzüne bah hele, kırağı vurmuş pancar yaprağına dönmüş, her çeşit boya var; bu, bazı geceleri köy sokaklarında dolaşır, karanlıkta insanın yanından hayalet gibi geçer, kötü kötü öksürür.”
Şu konuşmaya göre basma donunun delâletine rağmen kız değil ceket eskisinin şahadeti veçhiyle erkek, cüssesine rağmen cüce değil çocuk olduğu anlaşılan bu bahtsız mahlûk, yalnız bu köye değil, bütün dünyaya yabancı, her şeyden, hatta kendi mevcudiyetinden de nefret etmiş gibi geziniyordu.

III
Dokuz yıl önce bu köyün bağlı olduğu livanın mutasarrıfı, bir gece yarısı Nişantaşı’nda sadrazam konağından acele işaretli bir şifre telgrafı almıştı.[1 - Şifre telgraflarını sadrazamlar imzalamazlardı. Yalnız, üzerine, “telgrafname-i sami” cümlesi yazılırdı.] Mutasarrıfa doğrudan doğruya sadrazamdan şifre değil, açık bir telgraf gelmesi görülmüş şey değildi. Gazete, kitap yasağına dair hiç eksik olmayan şifre, açık telgraflar, hep vilayet vasıtasıyla gelirdi. Şifrelikten başka acele işareti de ayrıca dikkati çeken bu olağanüstü telgrafı, Mutasarrıf Paşa hemen çözerek okudu: “Elyevm İstanbul’daki asakiri şahane efradından ve (…) kazasına bağlı (…) karyesi ahalisinden Keleş oğlu Ali’nin zevcesi olup mezkûr karyede sakine Selime adındaki hatunun sütanalığı etmek üzere buraya gelmesine zevci tarafından muvafakat edildiğinden belediye tabibi serian mahalline gönderilerek mezbûre dikkatle muayene ettirilip ileri ve emrazdan salime ve sütü evsafı lazımeyi haiz olduğu tahakkuk ederse çocuğu ile beraber hemen buraya gönderilmesi ve hareketinin bildirilmesi muntazırdır.”
Acele işaretli bir şifre telgrafla sütanası istenmesi ve bunun için gece yarısında uykudan uyandırılması mutasarrıfı kızdıracak gibi olmuşsa da Suat Paşa gibi büyük bir zat ile tanışmaya hususi bir vesile teşkil eden bu fırsattan istifade edileceği karısı tarafından hatırlatıldığından, mutasarrıf, sabahı da beklemeyerek, belediye hekimi ile bir zaptiye zabitini beş altı saat mesafede bulunan mezkûr köye gönderdi ve vazifesini tamamıyla ifa edenlere mahsus bir kalp istirahatiyle yatıp uyudu. Selime’nin her suretle iyi bir sütanası olacağı anlaşıldığından liva merkezine getirildi, bir gece mutasarrıfın konağında misafir edilerek daha büyüğünü tasavvur edemediği bir hanım tarafından kıyafeti biraz düzeltilerek, yerli dokumadan bir de çarşaf verilmekle beraber: “Ne yapalım aceleye geldi, kusura bakma.” diyerek bir de özür dilendi. Şimdiye kadar köyden hiç çıkmamış olan Selime, bu kasabayı ve mutasarrıfın karısı gibi bir hanımı ilk defa görüyordu. Eğer uzak, yakın köylerden yazın – kışın tavuk, yumurta satan ve birer ikişer kile zahire satmak için pabuçları koltukları altında sürü sürü şehre gelip giden kimsesiz asker analarından, asker karılarından, asker nişanlılarından biri olsaydı, şu iyi tecellinin, yani sadrazam sütanalığı memuriyetinin kıymetini, ehemmiyetini takdir ederdi. Selime, ihtiyar bir polisle yük arabasına bindirilerek yola çıkarıldı ve sadrazama malûmat verildi. Bunların yol masrafları, mücrimler sevkine mahsus tahsisattan verilmesine muhasebeci muvafakat etmediğinden, belediyece verildi.
Ali, asker olarak köyden ayrıldığı zaman, Selime üç aylık iki canlı (hamile) idi. Ali, birkaç ay bir kışlada kaldıktan sonra mensup olduğu onbaşı takımıyla Nişantaşı Karakoluna memur olmuştu. Suat Paşa’nın konağı bu karakola pek yakındı. Paşanın emektar uşaklarından Kâmil, Ali’nin köyünden olduğu için ara sıra “memleket”, yani köy yârenliği ederlerdi.
Ali İstanbul’a geldikten altı ay kadar sonra kayınbiraderi İbrahim’den aldığı bir mektupta bir ay önce bir oğlu olduğu, dedesinin adı konarak Salih denildiği müjdelenmişti. Ali pek sevinmiş, ilk görüşmede baba olduğunu Kâmil Ağa’ya da söylemişti; Kâmil, “Uğurlu kademli olsun.” diye tebrik ettikten sonra düşündü: Bu doğumun kendileri için hiç hatır ve hayalden geçmeyecek derecede büyük bir nimet getirmesi ihtimalini söyledi. Ali sorunca, Kâmil maksadını şöyle anlattı: “Bizim konakta yakınlarda bir sütanası lazım olacak; kadın erkek birkaç kişi yirmi gündür bunu arıyor, fakat her nedense en ziyade günde bir okkalık bir süt işini büyüttükçe büyüttüler; pek ince eleyip sık dokudular; her bulunan karıda bir türlü, dört türlü kusur bularak hiçbirini beğenmediler; Salih’in anası, senin küldöken[2 - Küldöken, zevce demektir. Yalnız köylerde değil, şehirlerde de kullanılır. Bu sözün manasını öğrenemedim.] gibi soyu sopu belli, sütü sümüğü temiz bir yayla ineği ararlar. Ayda en aşağı üç yüz kuruş maaş verecekler, senede ne kadar eder bilir misin? Hele bir düşün, tam üç bin altı yüz kuruş, paşanın, Dilâver Bey’in, büyük hanımefendinin, küçük hanımın verecekleri bahşişler caba; hasılı, para gökten yağacak, yerden çıkacak, ver Allah’ım ver… Bu sütanalığı, sizin için kırk yılda bir değil, yüz yılda bile doğmaz bir kuyruklu yıldızdır.”
Bu havalide gece gündüz her kıyafetle dolaşan sivil memurlardan birisinin kulağına yıldız sözü çarptı, fakat bunun sayısız emsalini bilen, gören Kâmil ehemmiyet vermedi, öksürerek biraz daha yüksek sesle sözüne devam etti: “İşine gelirse bugün hareme haber verdireyim, mutlaka isterler sanırım, çünkü dün kâhya kadın ‘İstanbullu sütninelerin kahrı çekilmez, öyleleri var ki sütü kesilir, memesi kurur da aylığım kesilir diye haber vermez, gece kandilinin zeytinyağını yedirmeye başlar; Allah kahretsin, ben ne insafsız sütnineler bilirim. Bunların en iyisi köylü sütninelerdir, bir köylü bulabilirsek çok iyi olur, çünkü onlar az şeyle çok memnun olurlar; insan, uslu bir inek gibi istediği kadar sağar.’ diyordu.”
Bir elini mavzer tüfeği üzerine koyarak, diğerinin başparmak tırnağını kemiren, şaşı bakışı olan gözleriyle sivil polisi takip etmekte olan Ali; karısını her istediği zaman görmek, ilk çocuğu Salih’i üç dört yaşında ancak görebilecekken şimdiden onu öpüp okşamak mümkün olacak, fazla olarak ayda üç yüz kuruş para alacak… Bunun hakikaten bir nimet olduğunu takdir etti: “Kâmil Ağa’m, sen bilin, ben ne diyebilirim.” diyerek reyini Kâmil Ağa’ya bıraktı.
Kâmil:
“Mademki işi benim bildiğime bırakıyon, bu iyi bir düşeştir, her zaman düşmez.”
Deyince, Ali:
“Öyle ama konahta sen olmasan ben bu işi tutmam, onları sana emanet ediyom.”
Kâmil:
“Evvela Allah’a, sonra bana.”
“Eh şimdi ne göreceksin?”
“Ne yapacağımı ben bilirim, ne yaptığımı yaptıktan sonra söylerim.”
Kâmil için memnunluk verici bir muvaffakiyet demek olan bu iş birliği, derhâl hareme haber verilmiş ve hemen o gece paşa tarafından yukardaki şifre çektirilmişti. Bu kadar itina ile sütninesi aranan çocuğu doğuracak Nüzhet Hanım, Suat Paşa’nın küçük kardeşi Albay Dilâver’in karısı idi. Her suretle mesut bir evliliğin ilk mahsulü olan bu çocuk için Anadolu’dan sütnine getirilmesi Üsküdar’dan bir inek getirtmek kadar kolay bir işti.
Selime’nin geleceği gün, karşılaşmak için kocası Ali, Haydarpaşa’ya koştuğu gibi Kâmil de birlikte gitmişti. Ali beraber gelişten memnun olmadı ise de bir şey de diyemedi. Kâmil, Ali’nin karısını karşılamak için değil, kendi işgüzarlığı ile ilgili bulunan bir yayla ineği ile buzağısını selametle konağa getirmek için gitmişti.
Vapurda, köprüde her taraftaki kalabalık, bin türlü gürültü, hele hava gazlarının keskin ziyaları Selime’yi şaşırtmıştı; sakin bir köyde yağsız bir bezir çırağı ile aydınlatılan evlerde yaşamış olan kadıncağız, bu aydınlık içinde mağaradaki yuvasından tutup güneş altında bir sürü karga arasına atılmış yarasaya dönmüştü.
Köprüden konağa kadar araba arkadaşlığına kanaat eden kocasına bu şaşkınlıktan dolayı pek az söz bulabilen Selime, konağın kapısı önüne iner inmez paşanın, hanımefendinin huzurlarına çıkınca nasıl etek öpeceğine dair mutasarrıfın karısı tarafından vaki olan tembihleri hatırladı. Kapıcı Abdi Ağa bıyıklarını bükerek, sütnineye, her yerde bulunmaz bir Van kedisi gibi ta Anadolu’dan getirilen bu ineğe, dikkatlice baktı, baştan aşağı süzdü; boyalı bıyığına rağmen pek mecalsiz bir ihtiyar olduğunu bilmese, bu bakış Ali’yi kıskandırabilirdi. Selime, hiç görmediği sırmalı kırmızı cepken ve poturuna bakarak, köyde kapıları önünde gezinen veya çömelenlerin o evin büyüğü olduğunu düşünerek “Paşa olmalıdır.” diye kimsenin delaletine bakmadan, bilgiçlik göstermek için Abdi Ağa’nın cepken yenini öpmek istediğinde, Ali menederek yavaşça: “Kılığına bahma, o da bencileyin bir kılkuyruh, bir hizmetkârdır.” dedi.
Abdi Ağa, kapının yanındaki elektrik düğmesine basarak hareme haber verdi.
Soluyan bir bohça gibi, birçok beze sarılmış olduğu hâlde babasının kolları üstünde uyuyan çocuk, anasının kucağına konularak içeriye itildi ve kapı kapandı. Cariyeler, hizmetçiler yemekte idiler, Selime’yi karşılayan olmadı; bir iki dakika şaşkınlık geçirdi; aşağıya kendisini davet ediyormuş gibi duran açık kapılı odalardan birine mi girecek, yoksa ortasındaki kırmızı halısı ile pek muhteşem görünen geniş mermer merdivenden yukarıya mı çıkacak, ne yapacak? Bir türlü kestiremiyordu.
Sırmalı esvaplı adama da “kılkuyruk” denilen bir konakta aldanmamak için pek dikkatli davranmak lüzumunu takdir ediyordu. Bereket versin, beyaz esvabıyla sahanlıkta görünen Nazikter Kalfa, güleç bir sima ve tatlı bir sesle “Buraya geliniz.” diye imdada yetişti. Selime, merdivenin halısına basmamaya dikkat ederek kenardan yukarıya çıktı. Mutasarrıfın karısından daha süslü, daha güzel olan Nazikter’in hanımefendiliğini kabulde tereddüt etmeyerek etek öpmek istedi, 30 yaşında olduğu hâlde 20 yaşında gibi taze görünen Nazikter, nazik bir tavır ile “Estağfurullah, kapı yoldaşıyız; hoş geldiniz.” diyerek önüne düştü ve yürürken: “Küçük hanımefendinin iki günden beri süren sancıları bugün arttı; inşallah ayağınız uğurlu gelir de şimdi kurtulur.” dedi. Selime: “Allah’ın izni ile…” cevabını verdi.
Kucağındaki çocuk ve alışık olmadığı için bir tarafa sarkıp yerde süründüğünün farkına varmadığı çarşafının hâli ve şaşkınlığından doğruca yürüyemeyerek, sağa sola sallanarak yürümesi, koridorda tesadüf ettiği genç cariyeleri hayli güldürüyordu. Kendisine ayrılan odaya götürülüp de “Burası senindir.” denilince, “Dünya üstündeki her şey senindir.” denilmiş kadar sevindi. Yalnız, ana ve babanın değil, bütün konak halkının beklediği aziz bir çocuk için hazırlanan bu oda, Selime gibi kötü bir köyden gelen bir kadının “Cennet denilince tasavvura çalıştığı bir yerden daha ziynetli idi. Selime, odanın her tarafını, içindekileri hayretli bakışlarla temaşa ediyordu. Salih, Selime’nin kucağına yan yatıp paçavralar arasından çıkardığı çıplak ayaklarının pembe parmaklarını oynata oynata hırsla meme emiyordu; sanki bu iki abıhayat kaynağını elinden alacak bir ortak çıktığını anlayarak, kapağı nadiren kımıldayan bir gözünü anasının çenesine dikmiş, kendisine kalmazsa ortağına da yaramaması için kaynağını kurutmak istercesine ağzını köpürte köpürte meme emmesi Selime’nin dikkatinden kaçmamıştı. Salih bütün sütlerini emip bitirdikten sonra, hanım, memelerini muayene ettirerek “Bu boş dağarcıkla mı sütanalığı etmeye geldin?” diye sorarsa ne cevap verecekti. Bu korkuyla “Dibi delik üzlük (küçük çömlek) müsün, dolman mi; eynühan mısın be çocuk, doymah bilmen mi?” diyerek Salih’in burnunu sıkıp memeyi ağzından çekti çıkardı. Salih tepindi, yüzünü buruşturarak memeyi aradı. Selime, okşadı, öptü; çocuk, gözlerini yumup uyudu.
Selime’nin geldiği, konakta şayi olduktan birkaç dakika sonra, Nüzhet Hanım’ın nur topu gibi bir oğlan doğurduğu haberi herkesi sevindirdi. Selime bundan böyle cennet gibi bir odada yaşayacağını düşünmekte iken, Nazikter Kalfa’nın çocuk doğduğunu haber vermesi ve dediği gibi ayağının uğurlu gelmiş olmasına çok sevindi. Rahmetli babasının “Sen toprağa hor bakma, toprakta neler yatar.” dediğini hatırladı. Selime genç ve ihtiyar beş altı cariye tarafından çevrildi, her biri bir şey söylüyor, bir şey soruyordu. Kadıncağız, birinin sualine cevap hazırlarken ikisi başka şeyler soruyor, hangisine cevap vereceğini şaşırıyordu; zenci Şirin Dadı bile, beyaz cariyeler arasından başını uzatarak sırıtıyordu. Selime mahcup mahcup gülümseyerek:
“Sorgu melekleri gibi etrafımı sardınız, mezar sorguları soruyorsunuz, ben hanginize karşılık vereyim? Maşallah dilinize kıl dolaşmıyor, kuş gibi vıcır vıcır ötüyorsunuz.” demeye mecbur oldu. Cariyeler uzun kahkahalarla güldüler, bereket versin Nevnihal Kalfa imdada yetişti. Bu pek geveze, muhtelif renkli kuşları dağıttı. Bir saat sonra Selime, konağın hamamında idi. Köyde, çayın kenarında, üstü açık kalmak şartıyla dört kuru duvar yapılıp yunak denilen köy kadınlarına mahsus yerde hem tokaç ile çamaşır yıkamaya, hem de yıkanmaya alışmış olan Selime burayı yadırgamıştı. Kurnanın gümüş gibi beyaz, parlak iki musluğunun birinden sıcak, diğerinden soğuk su aktığını görünce, süt, bal akan cennet çeşmeleri gibi, karşıdaki kurnanın musluklarından da bal pekmez şerbetleri akacağını zannedecek kadar şaştı. Her tarafı beyaz mermerle yapılmış olan bu hamam içindeki, şimdiye kadar görmediği güzel şeyleri seyrederken, Şirin Dadı’nın, bir çocuğun saf yüreğine ilk defa giren kookucu (umacı) korkusu gibi ansızın içeriye girmesi, Selime’yi hayli korkuttu; eğer birkaç sene önce köye gelen zenci bir zaptiyeyi görmemiş, bu renkte de insanlar bulunduğunu öğrenmemiş olsa, beş on dakika evvel etrafını sual melekleri sardığı sırada, Şirin Dadı da onların arasında karanlık bir mezar deliği gibi görünmese, dadıyı bu şekilde tecessüm etmiş bir karakoncolos (kâbus) sanarak “Aman anam!” diye bağıra bağıra çırılçıplak hamamdan kaçması muhtemeldi. Şirin Dadı, ince sesiyle:
“Yalnız başına yıkanamazsın deye sana yardıma geldim.”
Selime:
“Köyde yıhanırdım emme, burada garip ite döndüm, eline sağlık abla kadın, yıka; keşik yaparık, ben de seni yurum.”
Şirin Dadı:
“Benim saçım yok ki, iki tas su ile tertemiz olurum.” diyerek kurnanın önüne çömeldi, soğuk su musluğunu kapattı, kurnayı boşalttı, yeniden doldurdu, sabunu aldı işe girişti. “Köylü kiri kolay kolay çıkmaz.” diye söylene söylene sütnineyi çok sıcak su ile öyle bir yıkadı ki, zavallı Selime:
“Yeter kara abla, yeter, kir çıkacak diye beni haşladın, kir değil canım çıkacak!” demek zorunda kaldı. Selime lüzumu kadar haşlandıktan sonra ılık su ile Salih de yıkandı. Soğukluğa çıktılar, Nevnihal Kalfa orada idi. Şirin, Nevnihal kalfaya:
“Akarı kokarı, vesvese edecek hiçbir şeyi, bir sivilcesi bile yok, gümüş gibi tertemiz bir süt ninesidir.” dedi.
Selime, Şirin’in sözünü keserek: “Bunu da Allah yarattı demeden başıma döktüğün kaynar sularla ben de seni haşlasam, gözlerinin akı gibi ağarman da ne yapan?”
Selime ve Salih’e yeni çamaşırlar giydirdikten sonra Nevnihal’in tabiriyle, kuyruklu köy bitlerinin konağı sarmamaları için kadının başına bir haylice sürür sürülmesi unutulmadı. Bütün bu işler bittikten sonra Nevnihal Kalfa, Selime’yi büyük hanımefendinin eteğini öpmeye götürdü, bir aralık lohusaya da gösterildi. Selime’yi kıpkırmızı gören ebe hekim, “Böyle bir kadının sütü ile büyüyecek çocuk en az yüz yıl yaşar.” diyerek sütnineyi sevindirmişti. Selime’nin söbe birer kavun gibi sarkan memeleri, iki çocuğu mükemmelen beslemeye yeter görülmekle beraber, Nüzhet Hanım’ın emri üzerine Nazikter Kalfa Selime ile konuşarak ilerde büsbütün kesilmek şartıyla, şimdilik, Salih’in yirmi dört saatte iki defa emzirilmesine diğer zamanlarda inek, keçi sütüyle doyurulmasına Selime’nin muvafakatini, tahmininden ziyade kolaylıkla aldı.
Konağın ihtişamı, çifte kumalı, çifte musluklu, kaynar sulu hamamı, büyük hanımefendinin güzelliği, heybetli tavrı, zaten şaşırttığı sırada Nüzhet Hanım’ın pek muhteşem yatağı, mavi atlas yorganı, yastığı, baş tarafına takılan el kadar büyük elmas maşallahı ile ince bulutlu bir seher seması gibi görünmesi, Selime’yi büsbütün büyülemişti. Hanımın bu muvaffakiyeti bir sarhoş cömertliği kabilinden olmakla beraber, böyle çeşitli tesirler altında bulunmasa bile Selime’nin daha ağır bir teklife de evet diyeceğine şüphe yoktu.

IV
Her hâlini yakından incelemek, vazifesine uymayacak âdetleri varsa düzeltmek için Nevnihal Kalfa Selime’nin odasında yatmaya memur edildi. Selime’nin saf, temiz ahlakı, tuhaf tuhaf sözleri ihtiyar cariyenin hoşuna gidiyordu, iki üç gün içinde sütnineyi âdeta bir ana duygusuyla sevmeye, onu korumaktan lezzet almaya başladı, Selime de bu iyi yürekli kadını, on sene evvel ölen anası kadar seviyordu. Ona bütün köy hayatını, şimendiferde, vapurdaki, ilk duygularını ve şimdiki hâlinden pek memnun olduğunu güldürücü tabirlerle hikâye ediyor, Nevnihal’in anlayamadığı sözleri daha garip, daha karışık tabirlerle anlatmaya çalışıyordu.
Nevnihal dokuz yaşından beri İstanbul’da bulunuyordu; ihtiyarlığına rağmen dinç ve hayli semizdi. Şeffaf denilecek kadar parlak cildi altında en ince damarları bile görünen beyaz siması, kısa seyrek kirpikleri, biraz kanlı ve daima yaşlı gibi duran açık mavi gözleri, ince dudakları, seyrek dişleri arasından tane tane çıkan sözleri ile Selime’ye pek sevimli görünmüştü.
Nevnihal ilk gecede Selime’nin uykusunu pek ağır buldu. Bunu yol yorgunluğuna ve en ziyade Şirin Dadı’nın kaynar sularla haşlamasına verdi. Uyku ağırlığı bir sütanası için tabii bir kusurdu, fakat diğer meziyetlerine bilhassa uzak bir yerden getirildiğine göre bu kusuru görmemek hâle de uygun olurdu. İki üç gün sonra da aralarında kırk yıllık kapı yoldaşı imiş gibi samimilik hasıl olunca Selime’nin böyle bir kusuru olduğunu kimseye söylemedi. Selime’yi yalnız Nevnihal değil, başta Nazikter Kalfa olmak üzere cariyelerin hepsi pek seviyor, tuhaf sözleri, oturuşu, kalkışı, yürüyüşü büyük küçük hanımefendilerin de hoşlarına gidiyordu. Hazırcevaplığı ile bütün kapı yoldaşları tarafından sevilen ve Suat Paşa tarafından Nüzhet Hanım’a verilmiş olan genç bir cariye; Selime’nin öne arkaya, sağa sola sallanarak yürüyüşüne, sandalyelerin üstüne değil önlerine diz çöküp oturuşuna dikkat ederek: “Sütnine değil, Allah’ın bir devesi!” dediğinde, Selime derhâl “Allah devesi[3 - Bir nevi örümcek.] iplik gibi ayahlarıyla ince ağlar örer, bürümcükler dohur; benimse elimden, ayağıma bir çorap örmek bile gelmez, Allah’ın pek avare bir kuluyum.” cevabını vermişti.
Konak içinde bütün cariyeler için Selime’nin odası bir mahalle kahvesi olmuştu. Hanımefendi hangi cariyeyi aradıysa bulamayarak Selime’nin odasında olduklarını anlayınca hepsini azarladığı gibi, Selime’ye de: “Onları başına toplayıp da Karagöz mü oynatıyorsun, ne yapıyorsun, hangisini ararsan ‘Sütninenin yanında.’ diyorlar, bu iş kaçkınlarını odana sokma!” deyince, Karagöz’ün ne olduğunu bilmeyen sütninesi:
“Valla hanımefendi; ciğerimden vurulayım, ben ne gözümün ahını, ne de karasını oynatıyorum; lakin bu dürtülesiceler dururlar mı, birer ikişer kapıyı kahan içeri dıhılıyor, ben ne göreyim? Bir bahan yanımda kimse in cin yoh, bir de bahan pekmez kokusu almış sinekler gibi yanıma toplanıp bana tebelleş oluyorlar.”
Selime her gece yatağa girince, “Yattım sağıma, döndüm soluma, melekler gelsin yanıma şahit olsun dinime, imanıma.” diye bir uyku duası okuyup üfledikten sonra gözlerini yumduğu dakikadan itibaren cehaleti kadar derin bir uykuya dalardı. Nevnihal Kalfa icap ettiği zaman Selime’yi uyandırmaya çalışmaktansa, Salih ağlarsa ağzına emzikli bir süt şişesi sokmayı, Haldun adı verilen süt kardeşi ağlarsa kadının memelerinden birini Haldun’un ağzına dayamayı daha kolay bulurdu. Bu iş, bir çeşmenin musluğunu açıp altına bir testi koymak gibi bir şeydi.
Selime’nin yatak duasını hanımefendinin, hatta paşanın da duymaları için çok zaman geçmedi. Birkaç gün içinde bu duayı konakta işitmemiş değil, ezberlememiş kimse kalmamıştı. Pek saf olduğu anlaşılan Selime’nin, melekleri şahit göstererek rahatça uyuduğu, din ve iman hakkındaki bilgilerinin garip şeyler olacağı tahmin edilerek, paşa tarafından, bu husustaki malumatı öğrenmeye Nazikter Kalfa memur edildi; Nazikter bir sırasını getirip Selime’yi sorguya çekti:
“Her gece yatarken melekleri şahit getirdiğin din ve imanın ne olduğunu bilir misin?”
“Onu sorgu melekleri mezarda sorarlar, şimdi sorulmaz, hem de osorgunun karşılığı diri iken verilmez, ölünce verilir.”
“İnsan sağken bilmezse ölünce hiç bilmez”
“Mezara gömülünce imam talkın verir, öğretir.”
“Demek sen hiç bilmiyorsun?”
“Dini din, imanı iman bilirim, işte bu gadar.”
“Allahı nasıl bilirsin?”
“İyi bilirim, lakin görmedim.”
Nazikter, Selime’nin yüzüne bakıp latifeye benzer bir eser göremeyince, kuşkulandırmayarak bütün malumatını anlamak için sözlerine devam etti:
“Pekâlâ, Peygamber kimdir?”
“Allah’ın torunu.
“Babası kimdir?”
“Âdem babamız.”
“Anası da Havva anamız olduğunu tabii bilirsin. Sormaya hacet yok; namaz nedir?”
“Köyde erkeklerden bazıları boş kaldıkça kılar; dişi ehliler kılmaz sevaplı bir iştir.”
“Devlet nedir?”
Selime, böyle bayağı bir sorguya nazaran kendisinin pek ahmak zannedilmesine kızmış gibi bir tavır aldı:
“Bunu herkes bilir: Köylerden vergi, asker alır; fakat kendisi gelmez; kuduz gibi zaptiyeleri saldırır, zift gibi yapışkan tahsildarlar gönderir.”
“Padişah kimdir?”
“Devlet Efendi’mizin altın kafes içinde oturan büyük oğludur.”
“Sizin köyde mektep yok mu?”
“Var, caminin yanında güççük bir dam, yazın tabut, teneşir korlar, kışın imam çocuhlardan bazılarına namazlıhlarını öğretir.”
“Yaz günlerinde öğretmez mi?”
“Yaz günlerinde çoluh çocuh herkes kırda bulunur; köyde yalnız hastalar, kötürümler, düşkün ihtiyarlar kalırlar. Zaten imamın da bir çoh çoluğu çocuğu bir dam dolusu ekmek düşmanları var; o da yazıda, yabanda gezer, çift çubuh arkasında koşar. İmam, kış günleri de çocuhların hepsini okutmalı ister emme, her hafta perşembelik (perşembe günleri hocaya verilen on para) vermek, köyde hangi yiğidin kârıdır? Mektebe üç beş çocuk ya kider, ya kitmez.”
Nazikter Kalfa bu muhavereyi harfiyen paşaya arz etti.
Paşa müteessir oldu. O hafta içinde: “…Bütün köylerimizde mektepler tesis ve küşat ile nimeti mearifin tamimi, İslam akidelerinin halelden masun olarak muhafazası esbabının istihsali…” diyerek her tarafa emirler verilmiş ve o zamanın gazeteleri bu vesileyle uzun makalelerle şu diyanet ve maarifseverliği, sesleri çıktığı kadar alkışlamışlardı.
Vilayetlerimizden birkaçının merkezi ile bunlar dâhilinde bulunan ve nispeten müterakki sayılan beş on kaza, liva merkezleri istisna edilince, diğerlerinde, Selime’nin köyündeki gibi tabut, teneşir koymaya mahsus mahallere veya öteden beri mevcut ahır bozuntusu damlara türlü türlü yeni adlar takarak vilayet dâhilinde üçer beşer bin mektep küşat edildiği resmen ilan olunan ve temelsiz binalar kabilinden idadi mektepleri bile yapılmış olan bazı vilayet mekteplerinde bile hâlâ iptidai mektebi denmeye layık bir tek mektep bulunmadığını hüzünle itiraf edelim.
Naîme (Büyük Hanımefendi)’nin kâtibi olan Nazikter’in sorulan bütün Osmanlı ülkesindeki köylülerin hangisine sorulsa, binde biri, yani mâdum hükmündeki nadirleri istisna edilince, Selime’nin cevapları gibi, belki daha garip cevaplar alınacağından şüphe yoktur.
Geçen devirlerde “Güzarı maarif” kesildiğini yazmadık kalem kalmamış olan imparatorluğun -hazır hâline nazaran, birkaç büyük şehirden, beş on küçük kasabadan başka yerlerinde- maarif gülünün henüz bir tek filizi bile yeşillenmeye başlamamıştı.
Memleketimiz öyle bir hâldedir ki, hükümetçe öteden beri Müslüman tanındıkları, nüfus defterlerine Müslüman adlarıyla yazıldıkları hâlde kendileri Ortodokslukla Katoliklik arasında mütereddit Hristiyanlarla meskûn nahiyeler; tıpkı Avrupa’da Orta Çağ’ın derebeyleri devri gibi kabile halkının evlenmelerinde gelinlerin ilk geceyi reisin ikametgâhında geçirmelerinde uğur uman, okuyup yazmayı ayıp sayan kabileler, “muvakkat nikâh” adıyla ömürlerinin sonlarına kadar nikâhları altında sayısız kadınlar bulunduran aşiretler, Cebrail’i alelade bir posta müvezzisi kadar olsun dikkatten tecrit ederek peygamberlik beratını Ali’ye götürecek iken yanılarak Hazreti Muhammed’e verdiğine inanan yüz binlerce insan bulunduğu gibi, vaktiyle Hindistan’ın Lengam mabedinde her sene bir geceye mahsus olan kötü ayini taklit ile kadın erkek bir yere toplanarak “Çırağı söndüren köyler de var.” diyenler eksik değildirler!
Şu pek kötü hâller meydanda iken maarife, diyanete ne kadar hizmet edildiği iddia edilebilir?

V
Salih, kırk günlük olduğu hâlde geldiği bu konakta, süt kardeşi Haldun ile beraber büyümekte, Haldun’a mahsus iltifatlara tam müsavat derecesine varmamak şartıyla iştirak etmekte idi…
Haldun, 20 aylık olduğu gün, babası Dilaver Bey mirliva rütbesiyle taltif olundu. Konakta bir paşa daha peyda olmasından doğan iltibası kaldırmak için Suat Paşa’ya “Büyük Paşa”, “Büyük Paşa Efendi’miz” denmeye başlandı. Suat Paşa’ya küçük kardeşine karşı iltibası def için değil, ilmini, ahlakını takdiren her zaman “Büyük Paşa” denebilirdi. Selime “Paşa Efendi’miz” demeye bir türlü alışamadı. Paşa Efendi der ve şu kadar ki, buna Anadolu âdeti veçhiyle bir de “Ağa” ilavesiyle “Paşa Efendi Ağa” denmediğinden hürmetin noksan kaldığına canı sıkılırdı. Haldun, Suat Paşa’ya: “Paşa Baba” dediği için hitap inhisarına aklı ermeyen Neferzâde Salih de “Paşa Baba” diyordu. Buna, hanımefendiyle Dilber’den başka kimse ilişik etmiyordu.
Hanımefendi, köylü çocuğun ağzının toplanmasını Nevnihal’e hatırlattığı gibi, Dilber de Selime’ye “Büyük Paşa Efendi’mize Salih’in ‘Paşa Baba’ demesi çirkin oluyor” demişse de Selime:
“Ne göreyim, ben öğretmiyorum ya, Haldun Bey’e baharak o da öyle çağırıyor; uysal it ineği, onun arhasından gidiyor, güpürtüye (gürültüye) ürüyor.” diye cevap verdi.
Suat Paşa’nın ölen karısından da, şimdiki Naime Hanım’dan da çocuğu olmadığından, Haldun’un “Paşa Baba” demesi, baba olmak iştiyakını okşuyordu. Haldun, iki yaşında memeden kesilmişse de sütninesine pek ziyade alışmış olduğu için, Selime, hudutsuz müddetle alıkonmakta idi. Suat Paşa’nın iki kadeh konyakla biraz keyiflendiği bir akşam, büyük küçük hanımlarla Dilaver Paşa da hazırken, Haldun’u takiben içeriye giren Salih bütün hareketlerini taklit ettiği süt kardeşinin “Paşa Baba!” diyerek paşanın kucağına atıldığını görünce, o da “Paşa Baba!” diye paşanın dizi üstüne çıkmakta gecikmedi.
Salih’in şu cüreti orada bulunanların hemen hepsine farklı derecelerde tesir etti. En ziyade Haldun’un dadısı Dilber’in gayretine dokunduğundan, zavallı çocuğu meşhut bir cürüm işlemiş gibi kolundan tutup şiddetle çekti, indirdi; âdeta sürükleyerek kapıdan çıkarmakta iken çocuğun gitmek istemeyerek ağlaması paşanın hassas kalbine dokundu; Dilber’i tekdir etti. Diğer cariyeleri, hatta Selime’yi de çağırtarak:
“Köylü, şehirli, insanlar birdir.” dedi. “Allah’ın indinde bir Müşir Paşa ile bir asker neferinin değil, -çünkü askerlik büyük şeydir- bir dilencinin farkı yoktur. Çocuk, Haldun’u takliden bana (baba) demekle kıyamet kopmaz değil, hiçbir şey olmaz. Baksanıza, bundan daha çirkin olsun, bu yaşıma kadar bir çocuk babası olamadım. Bundan böyle çocuğun yanıma gelip gitmesine, ‘Paşa Baba’ demesine sakın ilişik etmeyiniz; hatta cümleniz şahit olunuz, ben onu evlatlığa kabul ettim; hakkında öz evladım gibi muamele ediniz.”
Selime ile Nazikter, Nevnihal, pek memnun oldular; diğerleri muhtelif derecelerde taaccüp ettiler. Naime Hanım, başına soğuk su dökülmüşe döndü, bozuldu. Pek açık olan iğbirarını belli etmemek için sahte bir sevinçle dudakları titreyerek: “Mademki siz evlatlığa kabul ediyorsunuz, benim de evladım olmuş demektir.” diyebildi.
Nazikter’in işaretle ihtarı üzerine, Selime, paşanın, hanımların eteklerini dinî bir vazife ifa ediyor gibi samimi hürmetle öptü ve arka arka yürüyerek kapıya çarpıp hayli gürültü ile paşayı güldürdü ve çıktı. Bu geceden itibaren cariyeler, uşaklar, Salih’e “Salih Bey” demeyi edep ve terbiye icabı saydılar; Selime bile öyle diyordu. Anadolu’nun en kötü, en küçük bir köyünde Selime gibi bir kadından doğup da böyle büyük bir konağın küçük beyi olmak, Rumeli’nin küçük bir kasabasında dünyaya gelip de Mısır’a hidiv olmak kadar nadir bir talih lütfu idi. Garip tesadüflerden olarak Salih Bey, burnunun ve çenesinin biçimi, söz söylerken dudaklarının hareket tarzları ile Büyük Paşa’yı andırır, gözlerinin renk ve şekli, kaşlarının kurumu ile de biraz Naime Hanım’a benzerdi.
Bu andırıştan, benzeyişten bahse evvelce kimsenin dili varmaz, varamaz idiyse de Salih’in evlatlığa kabulünden sonra Nevnihal bunu hanıma söylemek saygısızlığında bulundu. Her neresiyle olursa olsun Salih’in az çok paşayı andırmasında, hatta tam müşabehetle benzemesinde bile hiçbir önem yoksa da pek düzgün boyu, azasının tenasübü, güneş ziyası gibi parlak, ipek kadar yumuşak saçları, gül renginde dudakları arasında tebellür etmiş birer gülümseme gibi dizilen beyaz, muntazam dişleri, siyah kirpikli, sema renkli gözleri, alelhusus bütün simasının güzellik nâzımı gibi yükselen burnu, Havva kızlarının pek azına nasip olduğuna kanaatten hasıl olan gurur hisleri bu güzel burnun ucunda toplanmış gibi görünen Naime Hanım’a, emsalsiz güzelliğinin en mühim imtiyazı, daha doğrusu görenleri teshir için pek füsunkâr iki tecelligâhı olan gözlerinin hemen aynına bir köylü çocuğunun da malik olması, pek fena tesir etti.
Paşanın evlatlığa kabul ettiğini söylediği anda herkese daha güzel görünmeye başlayan bu köylü çocuk, hanımefendiye her zamankinden daha müstehrek görünmüştü.
Hanımın güzel sözleri Salih’in her yerinde bir başka türlü çirkinlik buluyor, her hâlinde sinire dokunur bir kabalık görüyordu.
Zavallı çocuğun biricik kabahati hanımefendinin rahminde tekevvün etmek şartıyla paşanın sülbünden gelmemek, onun kucağında büyümemekti. Naime Hanım şöyle düşünüyordu: Ölen ilk karısından da çocuğu olmadığına nazaran kısırlık kusuru, kendisinde değil, paşada idi; fakat bunu herkes bilir mi? Paşa kim bilir ne kadar şiddetle baba olmak istiyordu ki, böyle bir köylü çocuğun “Paşa Baba” demesinden lezzet alıp avunmaya çalışıyor; er geç çocuğu olmayacağından katiyen emin olmasa, böyle köylü bir sütninenin çocuğunu evlatlığa kabul ile yüksek şanına halel verir miydi? “Kısırlık kusuru paşadadır.” diye konağın kapısına bir levha asılamayacağına göre, bu uğursuz çocuk: “Hanımefendi kısırdır, hanımefendi kısırdır.” diye mücessem bir ilan gibi daima içerde, dışarda dolaşıp duracak.
Hanımın düşündüğü belaların en büyüğü atiye ait. Paşanın âdeta öz evladı gibi sevmeye başladığı Salih’i kendisine varis tanıması, öyle vasiyet etmesi ihtimali ne kadar kötü bir ihtimal?
Bu ihtimal, pek kıymetli bir yün kumaş içine sokulan güve gibi hanımın kalbini kemirmeye başladığından, Salih’in koca konak içindeki varlığı ne kadar küçük olursa olsun, hanımı, nasılsa gözüne girmiş bir sinek, kulağına kaçmış bir pire gibi izaç ediyordu.

VI
Salih, Haldun’dan ancak 42 gün büyük olduğu hâlde cüssesine nazaran bir yıl daha büyük zannolunurdu. Haldun, Salih’in tabii hakkı olan ana sütünü gasp etmekle onun büyümesine mani olamamıştı.
Hilkatin her şeyle gıdalanmaya mecbur bir köylü midesiyle teçhiz ettiği Salih, soğuk-sıcak, bazen bozuk sütler de içirilmiş olduğu hâlde, Haldun’dan daha kuvvetli, sıhhati daha mükemmeldi.
Salih’in, pek küçükken Selime’nin çiğneyerek iğrenç bir merhem haline getirdikten sonra bir tülbent parçası içine koyup (Sormuk) adıyla ağzına soktuğu, saatlerce emdirip avuttuğu kuru üzüm usaresinden faydalanmış olması muhtemeldir.
Salih’in, anası gibi her türlü illetten masun olduğu, hekim muayenesi ve Babıali’nin muhaberesi ile müspet bir kadın için de meni elzem olan bu iğrenç âdet, Anadolu’da yalnız köylerde değil, kasabalarda da devam etmekte olduğu gibi, çocuğuna başka ağızlarda çiğnenmiş şeyler emdiren analar bugün de büyük şehirlerimizde bile nadir değildir.
Haldun üç yaşına bastığı bir sırada babası ikinci orduya memur oldu. Nüzhet Hanım, kocasından ayrılmak istemediği kadar, Nâime Hanım gibi biraz da kendisi bir konağın büyük hanımlığı hükümetini sürmek istediğinden, Dilaver Paşa, Edirne’ye ailesiyle birlikte gitti. Selime, Haldun’u emzirdiği zaman Salih’in de anası olduğu hiç hatıra gelmez, bu sıfatına hiç hürmet edilmez idiyse de şimdi Suat Paşa’nın evlatlığı olan Salih Bey’in anası olduğu için, Nüzhet Hanım, Edirne’ye gitmesi arzusunda bulunamadı.
Haldun yürümeğe başladığı günden itibaren babasının rütbesine mahsus miralay üniforması giydiği gibi, Salih’in koluna da bir çavuş nişanı takılarak üç yıldır bir onbaşı bile olmayan babasını rütbece geçmiş olduğundan, Selime: “Dünya bu, buynuz kulağı geçer.” demişti.
Dilaver Paşa ile oğlu Haldun Paşa Edirne’ye gidince, konakta küçük paşalık makamının boş kalması Büyük Paşa’nın büyüklüğü için bir nakıs gibi göründüğünden, umumi arzuya binaen Küçük Paşalık Salih Bey’e tevcih olundu; Salih’e çavuş nişanı takıldığı gece Selime tarafından nişanın altına mavi bir boncuk iliştirildiğini görüp: “Konakta Miralay Haldun Bey dururken Salih Çavuş’a kim bakar ki…” diyerek o kötü göz yıldırım siperini söküp Selime’nin yüzüne atan, “Paşa Baba” diye Suat Paşa’nın kucağına çıkan Salih’i nasılsa Şafii mescidine girmiş bir it eniği gibi sürükleyip odadan çıkarmaya teşebbüs eden Dilber, Nüzhet Hanım’la Edirne’ye gitmeyip de Salih’in Küçük Paşa olduğunu görse, bu unvan tevcihi Selime’yi daha ziyade memnun ederdi.
Bu unvandan kimlere, niçin ve kimler tarafından verildiğini bilmeyen Selime, birçok hanımın kocaları Paşa olduklarından dolayı hanımefendiye teşekküre geldiklerini her zaman görmekte bulunduğundan, Salih’in de gerçekten paşa olduğu zannıyla pek mesrur oldu. Paşanın, hanımefendinin eteklerini öptü, teşekkür etti.
İnsanlara her zaman saf bir sürur nasip olmaz; her tatlı, mutlaka az çok bir acılıkla karışır. Dimağında tahayyül kudreti bulunsa, hayalinin havsalasına sığabilecek refahiyet sebeplerinin bu konak kapıcısının veya aşçı yamağının maişetleri derecelerine kadar bile yükselemeyen Selime’nin, üç yaşındaki oğlu “Küçük Paşalıkla” hükümran olduğu hâlde bu kâşane içinde her türlü huzur ve refah arasında bir hoşnutsuzluk rahatsızlığı vardı.
Selime, Haldun’u emzirdiği iki sene müddetle mahkûm olduğu perhizden hayli üzülmüştü; çünkü sütü bozulup Haldun’un sıhhatine dokunacak mukarenetlere imkân vermemek için Selime kocasıyla ayda bir kere Nevnihal Kalfa ve Şirin Dadı’nın nezaretleri altında görüştürülürdü. Şirin Dadı da, Nevnihal de istemeyerek ifa ettikleri “ihtilatı men” memurluğundan dolayı girdikleri günahı Nüzhet Hanım’a yükseltiyor, alelhusus Nevnihal, Selime’nin himayecisi olmak saikasıyla bu yasakçılığın pek zalimane bir işkence olduğunu da söylüyor ve: “Görmüyorlar mı fukara çocukları bir düzine doğar, biri kucakta tepinirken diğeri karnında kımıldanır; biri yeryüzünde emeklerken öteki rahîmde kulaklanır; memeyi biri bırakır, öteki çekiştirir, ne yasak var, ne karantina; ne süt bozulur, ne çocukların kırmızı yanakları solar; bunlar seçme, fakat ne yapalım? Vebali yaptıranların boynuna, biz emir kuluyuz.” sözlerini de ekledi.
Haldun memeden kesilmedikçe, Ali askerliğini bitirip istipdal tezkeresini almadıkça köye gitmek mümkün olamayacağını Ali de, Selime de bildiklerinden, birbirleriyle böyle iki kardeş gibi masumane görüşmeye ister istemez tahammül ediyorlardı.
Siyasi cürümler suçluları gibi pek şiddetli nezaret altında görüşmeye Ali, Selime’den ziyade kızıyordu; bu mahrumiyetin de tesiriyle Ali karısını pek ziyade kıskanmaya başlamıştı. Selime köyde iken böyle değildi. Orada köy kadınlarının maişet tarzları ve iş nevileri gibi, kıyafetleri ve el ayak renkleri hemen birbirinin aynı olduklarından Selime kimsenin dikkatini çekemezdi. Güneş yakması, daima açık havaya maruz olması, kış yaz ağır işlerle uğraşmasının neticesi olarak yüzü pek esmer, vücudu ancak kemiklerini örtecek kadar semiz, eli ayağı siyah ve pürüzlü, kendi tabirleri veçhiyle pişirgeç (saç üstünde yufka ekmek pişirirken kullandıkları yanık değnek) gibiyken, şimdi öyle değil; eli yüzü ağarıp tombullaşmış, yanakları, dudakları kiraz gibi kızarmış; gözleri, çatık, kalın ve mahut “keman” teşbihini istimalde zaruret hasıl edecek kadar kavisli, göz uçlarına kadar inen uzun kaşları daha ziyade koyulaşmış gibi görünüyordu. Yiyecek şeylerin çokluğundan, uyku ve rahatın tasavvurundan ziyade, mükemmeliyetten faydalanarak semirdikçe semirip âdeta tanınmaz bir hâle gelmişti. Vaktiyle belli belirsiz olan çene çukuru, şimdi Ali’nin ağzının suyunu akıtacak kadar derinleşmiş; köy yadigârı üçer tane mavi sırça bilezik evvelce en hafif bir hareketle de şıngır şıngır öterken, şimdi birer birer çatlayarak kırılmış; yalnız vaktiyle pek geniş olan ikisi, Arapların etine dolgun kadınlar için “bacak yahut kol bilezikleri samit kadın” dedikleri gibi boğum boğum halkalanan etler arasına gömülüp susmuşlardı. Çene altında iki sıra katmerlenen ve kalça üzerine yığılan et taşkınlıklarına, bütün mesamlarından fışkıracak gibi kan feyezanlarına gıpta eden Dilber: “Pek eyi kalpli bir kadın, fakat bir hayvan gibi saygısız, besiye çekilmiş kazlar gibi kaygısız!” diye kıskançlıkla bir hakikati söylerdi. Fakat bu sözler, bir sütnine için aranan en iyi vasıfların en mühimlerinden olduklarından, Selime’nin haysiyetine dokunmazdı.

VII
Haldun memeden kesildikten sonra kocasıyla Selime’nin aşağı kattaki odalardan birinde -Şirin Dadı’nın, Nevnihal Kalfa’nın müşterek nezaretlerinden masun olarak- uzun konuşmalarına müsaade olunmuştu.
Bunların her mülakatı kapıcı Abdi Ağa’ya boyalı bıyığını kıvırıp başını çevirerek “Hasbinallah…” dedirttiği gibi genç cariyeleri de tecessüse alıştırıyordu. Artık bu suretiyle hayatın memnun olmayacak, şikâyet edilecek bir yeri, bir mahrumiyeti bulunmamakla beraber çok devam edemedi.
Yemen’de üç sene yerine sekiz yıl hizmetten sonra seksen aylığa mukabil, ellerine sekizer mecidiye bile verilmeyerek, Karadeniz kıyılarına çıkarılacak taburlar mahza İstanbul’dan geçmeyerek, memleketlerine karadan gitmek üzere vapurlardan fazla safra atmak kabilinden bir teessürsüzlükle kışın en ziyade şiddetle hüküm sürdüğü bir sırada Akdeniz sahillerine döküldükleri hâlde, İstanbul’da askerlerin “Rıza-i âliye mugayir’ hareketlerine mahal kalmamak için yine herhâlde birçok esefi mucip olaylardan sonra istipdal miadına bizzarure dikkat edildiğinden Ali tezkeresini almak üzere idi.
Selime ile son mülakatında Ali dedi ki:
“Bu hafta tezkeremi verecekler, her ne gadar bana da ‘Konahda kal, sana da iş bulunur.’ diyorlarsa da ben galamam; köy kohusu sögürme (külbastı) dumanı gibi burnumda tütüyor.”
Selime şöyle cevap verdi:
“Benim burnumda da öyle tütüyor. Bana da Nevnihal Kalfa: ‘Köyde ne yapacahsın? Oğlunun yanından ayrılma.’ diyor emme burada ben de edemem.”
“Kulak asma Selime.” dedi Ali. “Kulak asma, bunlar yürekten değildir. Sütanası bir evde ne gadar galır? Emzirdiğin çocuk büyüdü getdi; sen ne güne duracahsın? Koğulduktan sonra getmektense şindiden gedip kişi düşelim; ben ne olsa durmam. Birçok paramız da birikti; memlekete gedelim, bu gadar yeter; yurdumuzu, yuvamızı onarıp baba çırasını yahalım; ata yuvasını şenlendirelim. Paşa, Salih’le beraber bizi de evlatlığa almadı ya; biz niçin çocuğa marda olup duralım? Paşa da, Salih de burada sağ olsunlar, selamları gelsin; sen ne dersin?”
Memleket, yurt, yuva sözleri karışan şu mülahazalara karşı Selime ne diyebilir? Yurt velev Selime’nin, Ali’nin köyü gibi kötü bir yer olsun, yine yurttur. Yurt sevgisinden boş gönül, vatan derdinden müstesna insan mı olur? Alelhusus Selime gibi bir kadına göre Karun hazinesinin bütün mahfuzuna muadil bir iki avuç dolusu altın kazandıktan, oğlunu şanlı bir paşanın konağına evlatlık sıfatıyla yerleştirip dünyalığını da temin ettikten sonra doğdukları mahale dönmek ne büyük saadet! Selime’nin gönlünde köye dönmek için yurt sevgisinden başka cazibeli bir sebep daha vardı.
İlk sahiplerinin ve onlar üzerlerinde başkalarının gözlerini artık hoşlandıramamaya başladıklarından ötürü Selime’ye verilerek onun sandığında inzivaya mecbur olan kurdeleler, krepler, çarşaflar, esvaplar ne zamana kadar sandıkta mahpus kalacaklar; bu renk renk esvap ve süslerle bütün çiçek renklerini toplamış daimi bir bahar timsali gibi her mevsimde köy erkeklerinin iştahlı ve kadınlarının gıptalı bakışlarına hedef olmak hangi kadının istemeyeceği bir şey? Selime, “Tezkereyi alır almaz hemen yola çıkalım.” cevabını verdi.

VIII
Bizim yurt hastaları, Selime’nin İstanbul’a geldiğinden üç yıl sonra köye döndüler. Ayrılık Salih’çe de, ana ve babasınca da tahmin edeceğimiz gibi teessürü mucip olmadı. Pek kayıtsızca ayrıldılar.
Ali’nin kayıtsızlığına, Salih’in daima göz önünde büyütülüp öpülerek, okşanarak oğul-baba bağları kuvvetlendirilmemiş olması; Selime’nin teessürsüzlüğüne Salih’i zahmetsizce büyütmesi makul bir sebep olamazsa, mutlaka onu hâlen mesut ve istikbalini emin görmekten hasıl olmuş bir gönül rahatı o türlü teessürlere mahal bırakmamış demek lazım gelir. Salih’e gelince, her gün gördüğü sayısız askerlerden Ali’nin farkı, tesadüf ettikçe sert parmaklarıyla yüzünü sıkıp incitmesinden ibaretti. Dilinin şivesi gibi her hâliyle Salih’e pek kaba görünen Selime’yi, ona kıyas etmek kabil olmayacak kadar nazik, güzel kadınlar arasında, ayrılığından kederlenecek derecede sevmeye bir sebep bulunmamakla beraber, Selime’nin daima Haldun’la iştigal etmesi haset saikasıyla bir soğukluk peyda edebilirdi. “Alaca” denilen muhtelif renkli bir bezle yapılan seyyar siperlerle kolayca avlanan bazı ahmak kuşlar gibi köyde her dem taze bir bahar olmak hevesine düşen Selime, komşu kümesindeki folluğa yumurtlayarak ıstırabını defeden bir tavuk ve kocası bu tavuğu takip eden bir horoz teessürsüzlüğüyle ayrıldılar! Binaenaleyh Salih, Selime’ye başka bir folluğa bırakılan yumurtadan başka bir tavuk altında çıkan pilicin asıl yumurta sahibine bigâneliği kadar yabancı ve babasına da böyle bir tavuk yanında kanat sürüyen horoza karşı hissedilecek akrabalık kadar yakındı. “Kadınların en akıllısında ancak iki tavuk aklı kadar akıl vardır.” diyen Konfüçyüs bu Ali’yi görse: “Ancak bir horoz aklı kadar akıllı erkekler de vardır.” demekte tereddüt etmezdi.
Hep kendi nefislerine kıyas ile ana baba ayrılıklarından kederli sanan bütün konak halkı teselli için ona karşı daha şefkatli görünmeye gayret ettikleri gibi, baba acısına dayanamayarak hasta olmasını, ölmesini temenni eden Naime Hanım bile “Zavallı çocuk bugün ne kadar mahzun duruyor!” diye bir iftirada bulundu. Suat Paşa’nın Bonmarşe’den, Pazar Alman’dan yeni oyuncaklar almaya memur ettiği Kâmil, oyuncakların ucuzlarını aramakla beraber kendi köylü zevkine kıyasen Salih’in memnun olacağını kuvvetle umarak bir kere dokunulunca başları birkaç dakika sallanan bir sarı inek, kıvrık boynuzlu kara bir öküz oyuncağı getirmişti… Suat Paşa, Salih’i öz evladı gibi terbiye ve talim ettirmek azminde idi; fakat altı yaşını geçmeden okutup yazdırmak için çocuğun tazip edilmesini istemiyordu. Salih altı yaşına yaklaştığı esnada, pratik suretiyle Fransızca öğrenmesi ve yedi yaşına gelince okutulması, yazdırılması kararlaştırılarak. Matmazel Aleksandrin Bujiye adında yirmi yaşlarında bir mürebbiye bulundu ve Salih, Nazikter ve Nevnihal’den ayrılarak mürebbiye ile bir odada yatmaya memur olduğu gece ağlaya ağlaya uyumuştu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ebubekir-hazim-tepeyran/kucuk-pasa-69428485/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Şifre telgraflarını sadrazamlar imzalamazlardı. Yalnız, üzerine, “telgrafname-i sami” cümlesi yazılırdı.

2
Küldöken, zevce demektir. Yalnız köylerde değil, şehirlerde de kullanılır. Bu sözün manasını öğrenemedim.

3
Bir nevi örümcek.
Küçük Paşa Ebubekir Hâzim Tepeyran

Ebubekir Hâzim Tepeyran

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Tahir Alangu: Yazar, kitabının başında asıl amacının bir roman yazmak değil, Anadolu köylerinin dert ve sıkıntılarını roman düzeni içinde sergilemek olduğunu belirtmektedir. Bu kitabını, bir köylü çocuğunun serüveni çevresinde, köylünün söyleyiş ve düşünüşüne bağlayarak yürütmek istemiş, bir idare adamı perspektifinden derlediği malzemeyi bir roman yapısında kullanmıştır. Yazar bu eserinde köylerin 1910 yıllarındaki durumunu anlatıyor. Yer yer fırsat buldukça da köylü sorunları üzerindeki düşüncelerini, olayların arasına sıkıştırmakta, romanda yaşanan hayatın, köylü tiplerinin çatışmalarına yansımış sonuçlarıyla yetinmektedir. Yazar bundan başka köylülerin hayatlarında ve köyün kuruluşunda tabiat şartlarının oynadığı hâkim rolü araştırmıştır, ‘insan-tabiat’ ilişkilerini gösterebilmiştir. İsmail Habip Sevük: “…Ebubekir Hâzim’in bu romanı, nevi şahsına münhasır çok dokunaklı, çok özlü bir Anadolu romanıdır. Kendi zaten orta Anadolu’daki Niğde’den olduğu için Anadolu’yu içinden biliyor. İlk defa Anadolu köylülerini kendi şiveleriyle bu romanda konuşur görüyoruz, mevzusu da çok iyi seçilmiş…” Fahir Önger: “Ebubekir Hâzim Bey’in Küçük Paşa’sı bizim bugün anladığımız manada, realist edebiyatın tipik bir örneğidir… Türk edebiyatı içinde ilk defa bu Küçük Paşa’dır ki memleket meselelerine doğru uzanarak gerçek bir roman görüşünün temelini atmıştır. Geçmiş nesiller arasında ileri görüş sahibi bir müellifin varlığı, o edebiyatçı nesillerin kıymetlendirilmesinde bize yeni bir ölçü kazandırmıştır.”

  • Добавить отзыв