Hatıralar

Hatıralar
Ebubekir Hâzim Tepeyran
“Benim hayatım bir romandır.” diyenler pek çoktur. Öyledir de! Kişi, yaşantısı boyunca neler görür, neler öğrenir! Bu açıdan, anılar en çok ilgiyle okunan kitaplardır. Önemli olan yazılışlarındaki özgünlük, değişiklik, okuru kendine bağlayabilme yetisidir. Dünyanın pek çok ülkesinde devlet, politika, sanat ve edebiyat adamlarının anılarını yazdıklarını biliyoruz. Bu anılar, o kişilerin yaşadıkları dönemin de belgesel anlatımıdır. Geçmiş yüzyılların gerçek yaşantısını bize bu anılar öğretir. Ülkemizin, politikada, sanatta etkin olan kişileri arasında anılarını yazıp gelecek kuşaklara bırakanların sayısı ne yazık ki, pek azdır. Gerçi her anıya, her anı yazısına inanmak da aldatıcı olur. İnsanlar yaptıklarını, ettiklerini büyük birer üstünlük, birer başarı gibi göstermeye eğilimlidirler. Yanılgılarını, aldanışlarını, hatta işledikleri suçları kendilerine göre yorumlamak, değiştirmek bu gibi anı yazarlarının özellikleri arasındadır. Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın anıları ise daha önce yayınlanan politikacı, devlet adamı, hatta sanatçı, yazar anılarına hiç benzemiyor. Tepeyran, yarım yüzyıl süren devlet adamlığı süresince gözlemlerini birer öykü niteliğinde anlatmasını bildiği için anıları kişisel olmaktan çıkıp bir çeşit yaşam romanı niteliğini kazanmıştır. Niğde'de başlayıp OsmanlI İmparatorluğu’nun Hicaz, Bağdat, Beyrut, Manastır, Sivas, Ankara, Bursa, İstanbul vb. illerinde valilik, nazırlık, milletvekilliği ile geçen yarım yüzyıl! Abdülhamid, Reşad, Vahidettin'in saltanat yılları, istiklal Savaşımızın Anadolu’su; ardından Cumhuriyetin kuruluşu… Mütareke döneminde Divan-ı Harp önündeki duruşmalar sonucu idama mahkûm oluş, ardından aklanış… Ebubekir Hâzim Tepeyran'ın daha önce "Canlı Tarihler” dizisinde yayınlanan "Hatıraları”’nın ilk bölümü Niğde'deki çocukluk yıllarından İzmir, Edirne Vali Yardımcılığımdan Musul Valiliği'ne kadar geçen bir dönemi kapsamaktadır. Bir kaç cilt tutacak olan anıların büyük bölümü ise daha sonra yayınlanacaktır. I9. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın ortasına kadar geçen bir ilginç yaşamın, canlı öykülerden oluşan bir roman bütünlüğünde, aynı zamanda da birer belge niteliğindeki "Hatıralar” hem tarih, hem edebiyat açısından önemli bir yapıttır.

Ebubekir Hâzim Tepeyran
Hatıralar

HATIRALAR

Hafız Osman Mektebi Isparta, Antalya, Niğde Rüştiyeleri Niğde’de ve Konya’daki Memuriyetlerim
Biri benden büyük, öteki küçük iki oğlan kardeşim pek küçük yaşlarda ölmüş; üç kız arasında bir tek oğlan olduğumdan dolayı babamın, anamın; bilhassa babamın aşırı muhabbetleri, hoşgörüleri beni pek şımarık, pek yaramaz bir çocuk yapmıştı.
Malum olduğu üzere mezarın kenarına kadar ister istemez sürükleyip götürdüğümüz kötü huyların tohumları, özellikle beşik etrafında emeklediğimiz günlerden itibaren anadan, babadan gördüğümüz sevgiler ve hoşgörülerle canlanmaya başlar. Çocuklar, ana baba şefkatine muhtaçtırlar; fakat yaşamak için muhtaç olduğumuz su bile lüzumundan fazla olunca bizi boğar, öldürür. Çocukları sevmeli, fakat onlara bunu hissettirmeyerek sevmeli. Bu gizli sevgi çocuk terbiyesinin temeli gibidir.
Benim hatıra, hayale gelmez türlü şarkadalıklarımdan (o zaman Niğde’de çocuk yaramazlıklarına böyle derlerdi) annem pek bizar olduğundan daha beş yaşıma bile varmadan, def-i bela kabilinden bir tedbir olmak üzere beni evimizin karşısındaki mahalle mektebine devam ettirmek istedi. Ben de memnuniyetle gidiyor, yaramazlıklarımı orada biraz değiştirerek yapmaktan geri durmuyordum. Mektep gibi, hocası da komşumuz olduğu ve beni, -anamın, babamın ne kadar sevdiklerini bildiği için- gücendirmek istemeyerek pek hoşgörülü davranıyor; ben mekteple ev arasında mekik dokuyarak zamanımın çoğunu sokakta geçiriyordum. Harfleri birer işkence aletinin resmi gibi hiç sevmediğimden ne annemin maksadı hasıl oluyor, ne de ben mertek gibi “elif”, badem gözlü “sad”, kuzu başlı “kaf’, yay gibi “ye” diyerek vasıflarıyla öğretilen elifbayı öğreniyordum. Niğde’de bir buçuk saatlik mesafede bulunan Bor kasabası mekteplerinde o zaman elifba yerine bilinen ebced “elif, be, cim, dal…” diye okunuyordu.
Tahrirat müdürlüğünde bulunan babam geçici bir memuriyetle Aksaray Kazası’na giderek iki aydan fazla orada kaldığı için annem benim evle mektep arasında mekik dokumama nihayet vermek istedi. Beni kendisinin de okumuş olduğu, mahallemize hayli uzak bir mektebe gönderdi. Sabahları bir uşakla gidecek, akşamları yine onunla dönecektim. Evvelce hiç tanımadığım bu mektebe uşakla gittim; fakat öğleden sonra koşa koşa yalnız dönerek, benim yaramazlıklarımdan birkaç saat kurtulduğundan tabii memnun kalan annemin karşısına dikildim.
Muhterem okuyucular, beni mektep kaçaklığıyla suçlamadan evvel, bakınız kaçtığım nasıl bir mektep, korktuğum nasıl bir hoca idi:
İçini ilk defa gördüğüm bu mektep, yapı bakımından o zamanki Niğde çocuk mekteplerinin en iyisi olmakla beraber; Niğde gibi mutedil bir iklimde mektep değil, Küçük Asya’nın ortalarında, Kuzey Kutbu yakınlarındaki insan meskenlerine bir karşılık yapmak isteyenlerin o hâle konulmuş zannedilen “Hafız Osman” mektebidir.
Binaya oranla pek küçük olan kapısının tahta aralıklarına, cingi denilen kara taştan yapılmış sökelerine temas eden kenarlarına, ak ve kara koyun, keçi pöstekisi parçaları çivilenerek garip bir şekil verilmiş, pencerelerine üç ay evvel kaba kâğıt yapıştırılarak temiz havanın girmesinden, aydınlanmaktan pek zalimce menedilmiş bir mektep!
Her şeyden evvel yaşamak için havaya, ışığa muhtaç olduğumuz bilinmeyerek; birine giriş, ötekine çıkış bırakmayan bu yerde bir şey öğrenmenin imkânı düşünülür mü?
Kapıdan girince yalnız çocukların nefesleriyle ısınmış, rutubetli ve üç aydan beri temiz hava cereyan etmediği için kötü kokulu bir karanlık içinde kaldım.
Bereket versin ki Hafız Osman’ın gözlerindeki zayıflıktan dolayı yanındaki pencere, kâğıtların ötesine, berisine bezir yağı sürülerek biraz şeffaflaştırılmıştı. El kadar bir ayna kırığının sırı sıyrılarak şeffaflığı iade ile bu kâğıtlardan bir tabakasının ortası kesilip oraya yapıştırılmış olduğundan camdan eğik olarak giren güneş ışığı, mektebin havalanan tozlarını aydınlatıyordu. Bu tozlardan hasıl olan sarı kehribara benzer ince bir sütunun yardımı ile cüssece emsali nadir iriliği, insan şeklini bozacak derecede şişmanlığı, kirpikleri tamamen dökülüp, kapakları dışarı kıvrılarak etrafına kızıl kaytan geçirilmiş gibi duran küçük, sönük gözleriyle korkunç bir mahluk olan hocayı; sağ tarafta peliad denilen ve istirahat zamanlarında sekizi onu birbiriyle sarmaş dolaş olarak yatan yılan derneği gibi yığılmış ince, kalın kızılcık değneklerini, sol yanında köşeye dayanmış duran uzun sırığı, duvara takılan falakayı gördüm. O güne kadar öylesini hissetmediğim bir korku ile titredim.
Uşak, önüme geçerek beni hocaya şöyle takdim etti:
“Bekir Beyzade Hasan Efendi’nin oğludur. Annesi hanım ellerinizden öpüyor.”
Hoca yüzünü buruşturarak:
“Bekir Beyzade’nin oğlu mektebe böyle mi başlatılır?”
“Babası Aksaray’dan gelince tabii âdet yerine getirilir.”[1 - O zamanlarda mektebe başlattırılan çocuklar, ailelerinin durumu uygun ise, mektebin hocası, bütün çocuklarıyla birçok davetlilerden meydana gelen bir alayla, ilahiler okunarak götürülür ve mektep çocuklarına dağıtılacak kuru üzüm, leblebi sinileri güzel örtüler altında alayı, hocaya mahsus baklava veya sarığıburma tepsisiyle çamaşır bohçaları da bu sinileri takip ederlerdi.]
“O hâlde bu acele ne?”
“Çocuk okumaya pek meraklı da!”
Uşak bana dönerek:
“Haydi, Hoca Efendinin elini öp!” dedi ve gitti. Hoca Efendi, uşağa, giderken:
“Muhsine Hanım’a selam söyle!” dedikten sonra, “Öp bakayım!” diyerek elini bana uzattı.
Küçük çocuklar önünde Budha heykeli gibi görünen hocanın pürüzlü ve titrek eline, dişimi çekmek için ağzıma yaklaşan kerpetene bakıyor gibi korkarak baktığım için:
“Sen…” dedi. “Ne ürkek çocuksun!”
Titrek elini, titreyen dudaklarımla öptükten sonra:
“Otur.” diyerek, galiba bir enkazdan arta kalmış olan ve üzerinde birkaç demir çivi başı görünen kalın kalastan yapılmış rahlesinin önünü gösterdi. Ben, dizlerimin bağları çözülmüş gibi bir oturuşla oraya diz çökünce, Hoca Efendi güya benim korkumu gidermek için bir latife olmak üzere:
“Burada senin ananı da, dayılarını da ben okuttum. Lütfi Bey iyi çalışmadığı için onun kulağını buraya mıhladım!” dedi ve büyük çivi başlarından birini parmağıyla gösterdi. Ben bu şakayı hakikat olarak kabul ettiğim için, kulağım oraya çakılmadan önce kaçmak isterken hoca:
“Haydi!” dedi. “Başlayalım, ben ne söylersem sen onu tekrarla… Bismillah…”
“Bismillah…”
Ben bu besmeleyi ıstırapla çektiğim gibi “Rabbi yessir.” duasını da tekrar ettim. Bu duadan sonra mertek gibi “elif”ten, yay gibi “ye”ye kadar huruf-ı hecâvı hoca ile beraber söyledik. İlk ders nihayet bulmuş oldu. Çocukların bazıları evlerinden getirdikleri küçük minderlere oturuyorlar idi ise de ekserisi koyun, kuzu, keçi postları üzerinde idiler. Hoca, ikinci sırada sahipsiz bir kara postu göstererek:
“Hadi!” dedi. “Şimdilik oraya otur bahalım. Yarın sen de bir kuzu postu veya minderle gelirsin…”
Beni korkutan işkence aletleri iki saat içinde birer birer vazifelerini şiddetle yerine getirdiler: Sırık, hocanın: “Sarı giz (kız) dersine bak!” diye gürlemesinden sonra son sıradaki hastalıklı, zayıf bir kızın başına yıldırım gibi indi. Bu semavi bela yalnız o zavallı hasta kızla sınırlı kalmadı. Sırık havalanınca, üzerlerinde birer kartal dolaşan piliçlerin korkusunu andıran bir heyecan ile gözlerini önlerindeki kuzu başlı “kaf”lara, badem gözlü “sad”lara diken iki oğlan çocuğun yumuşak, ana eliyle okşanmaya alışık başlarını da incitti. Falaka, yeşil kâğıda insan şeklini andırır bir resim yapan çocuğun ayaklarına takıldı. Hoca: “Yaptığın bu adama can ver bahalım domuz!” diyerek bütün ihtiyatlı çocuklar gibi bu ressamın da tabanına koymuş olduğu keçe parçasıyla beraber çoraplarını da çıkartarak ciddi bir düşmanlıkla beş değnek vurdu.
Fazla olarak, memleketin ileri gelenlerinden birinin oğlu olup Kur’an’ı ezberlemeye; yani hafızlığa çalışan çocuğun bir sayfada dört yanlışından dolayı kulağını vahşice çekerek yarıya kadar yırttı ve “rı”ları “ırı” olarak söyleyen bir kızın burnuna kalem sokup kanlar fışkırttı. Fevkalade fırtınaları takip eden fevkalade sessizlikler gibi bu gürültülerden biraz sonra böyle bir küçük çocuklar topluluğuna hiç yakışmaz bir sessizlik hüküm sürmeye başladı. Çünkü öğleye doğra hoca oturduğu yerde, duvara yaslanarak uyumaya başlamıştı.
Çocuklar bu uykunun sonsuz olması arzusunu birbirine işaretle anlatırken ben, bizi binbir türlü yaşamak azabına mahkûm eden vücutlarımızdan çıkan ruhlar gibi kimseye görünmeden çıkıp gitmiştim.
Mektepte gördüklerimi anneme söyleyince beni bir daha o mektebe göndermeyeceğinden emin idim. Hâlbuki o, her nedense şu sözleri söylemekten kendini alamadı:
“Yavrum; ben de az çok ceza göre göre o mektepte, o hocada okudum. Bu cezalara kendi kusurumdan dolayı da uğramadım. Hoca, beni büyük dayına mektep kalfası yaptı. Yani derslerini ben öğretirdim. Onun kaç yanlışı çıkarsa hem onun ayaklarına, hem de benim avuçlarıma o kadar değnek vururdu. Hocanın vurduğu yerde gül biter. Dayıların, babam tarafından bu hocaya ‘Etleri senin, kemikleri benim!’ diyerek verilmişti. Ben öyle bir haber göndermediğim gibi, baban ise hiç öyle sözler söylemez. Sen dersine çalışır, yaramazlık etmezsen hiçbir ceza görmezsin.”
Bir kızın burnundan kanlar fışkırdığını, bir oğlanın kulağında kıpkızıl bir yara açıldığını kendi gözleriyle gören bir çocuk, hocanın vurduğu yerde açılacak gül sözünden ne kadar hakikat kokusu alabilir? Çocukları, şefkate en ziyade muhtaç, merhamete müstahak oldukları bir çağdan, onların ileride mesut yaşamaları sebeplerini hazırlamak için yapılmış olan mektepte böyle hissiz bir yobazın işkenceleriyle ağlatıp inletmek, zavallı masumlara Tuba ağacı gölgesinde cehennem azapları çektirmeye benzer.
Bu hoca beni mektepten, okuyup yazmadan son derece soğuttu. Evet, daha onlara hiç ısınmadan soğuttu, nefret ettirdi. Ertesi gün bu mektebe yine uşakla gönderildim; fakat uşakla yan yana, arkadaşça yürüyerek değil, onun sırtında tepine tepine, hüngür hüngür ağlayarak…
Yine hocanın uykusu gelince, ben dünyaya ağlayarak gelip, ahirete sakin olarak gittiğimiz gibi kaçtım ve doğruca beni çok seven, sayısız suçlarımda koruyan küçük amcam Ethem Bey’in evine sığındım. Onun korumasıyla bir daha Hafız Osman cehennemine gönderilmeyeceğime dair teminat almadıkça da evimize dönmedim.
Bir buçuk sene kadar serbest kaldım. Galiba yaramazlıklarıma yavaş yavaş annem de alışmış olmalı ki komşu mektebe de göndermekte ısrar etmedi.
Gerçi ben elime geçen her şeyi bazen bozmak, kırmak niyetinde bulunmadan bozuyor, kırıyor idiysem de; bir evde daima affedilen sabıkalı bir suçlu bulununca herkes masum kesildiğinden, başkalarının kaza ile kırıp bozdukları şeyler de bana yükletiliyordu. Emsalsiz yaramazlıklarımdan, ziyankârlıklarımdan bir ikisini söyleyeyim:
Babamın alacak verecek defterinde bazı rakamların etrafına mürekkeple daire hâlinde çizgiler çevrildiğini görmüştüm. Bunların her alacak alınınca makbuz; borç verilince ödenmiş işaretleri olduğunu bilmediğimden alınmamış bütün alacak, verilmemiş borç hesaplarını bu suretle kapatmıştım.
Mithat Paşa merhumun Yıldız Sarayı’ndaki bilinen muhakemesinde, hâkimler heyetine reislik eden Sururi Efendi, Niğde’de naip yani kadı iken her ne sebeple ise, onunla beraber mutasarrıf da dâhil olmak üzere, idare meclisinin bütün tabi ve seçim sonucu seçilmiş üyesi muhakeme altına alınmış, babam da tabi üyeden olduğu için o meselede kendisini müdafaaya yarayacak vesikaları toplamak üzere, haremdeki odasında bütün evrakını sedir üzerine yayarken, acele bir müzakere için selamlığa Kadı’nın geldiğini haber verdiklerinden, kâğıtları o hâlde bırakarak gitmiş. Arkadan ben girdim. O zamanlar şimdiki gibi damga pulları yoktu. Hüccet, mazbata, arzuhâl, senet gibi şeylere mahsus damgalı kâğıtlar vardı. Açık olan mazbataların yazıları altına basılmış sıra sıra mühürleri görünce, çarşıdaki bir hakkâkın böyle birçok mühürleri, küçük bir vitrinin camına yapıştırmış olduğu hatırıma geldi. Babamın tırnak makasını bulmakta gecikmedim ve hemen işe başladım. Beraat mazbatalarının, alacak senetlerinin damgalarını, mühürlerini birer birer keserek pencere camına yapıştırdıktan sonra, gelip yaptığım marifetleri görmesi için anneme koştum. Zavallı kadın, mazbataların, senetlerin feci hâlini; camdaki mühürleri, damgaları görünce, neye uğradığını bilemeyerek ben “Aferin yavrum ne iyi yapmışsın.” diyeceğini beklerken:
“Ulan ne yaptın?” diye bir çığlık kopardı. Soluğu amcamın evinde aldım. Amcam, suçlarımın ne olduğunu ve annemin çığlıklarından çok korktuğumu anlayınca: “Sen bu gece burada yat. Ben gider, ağabeyimle görüşür, suçunu bağışlatmaya çalışırım. Fakat bu seferki suçun çok kötü ve zararlı, sakın bir daha yapma.” dedi. Niğde’de o zaman bir ana mektebi bulunsa ben orada koşar, oynar, eğlenir; hiç farkına varmaksızın birçok şeyler öğrenir, böyle zararlı yaramazlıklarda bulunmaya vakit bulamazdım.
Bu hakkâk taklitçiliğinden bir müddet sonra babamın memuriyeti Isparta Livası’na değiştirilerek, mahfeler içinde oraya gittik. Isparta’da oturduğumuz mahallenin bir tarafına tabut, teneşir konulan mektebinin hocası Niğde’deki emsalsiz Hafız Osman gibi değil, bizim komşu mektebinin hocası gibi bir adam olmakla beraber ben, o mektebe de layıkıyla devam etmediğim için aylarca serserice gezdikten sonra, nihayet babamın ricası üzerine usule aykırı olarak “Mülazım sınıfı talebelerinden!” sıfatıyla rüştiye (ortaokul) mektebine kabul edildim.
Mektebin yazı hocası meşhur hattat (galiba ‘Bektaşi Hoca’ denilen mübarek adam) beni ayrıca okutacak, yazdıracak ve ben hükûmet konağı civarındaki bu mektebe her gün babamla beraber gidecek, onunla beraber dönecektim; öyle oldu. Bu hoca, kendini bana sevdirmenin ve bendeki okuyup yazma nefretini gidermenin yolunu buldu; babamla küçük amcamdan sonra en çok sevdiğim adam bu oldu. Benim sülüs yazılarım mektebin dördüncü sınıfı (birinci sene) talebelerinin yazılarından daha kötü değildi: Her sene mektebin gerçek talebelerinden sonra beni de imtihan ettiler ve onlara verildiği gibi, bana da her sene başka renkte kırmızı, yeşil ve sarı kâğıtlara basılmış tahsinnameler (takdirnameler) de verdiler. Çok yazık ki birkaç ay sonraki imtihanda sınıfa gireceğimden memnun oluyorken, babamın memuriyeti Antalya olarak değiştirildi.
Isparta’dan, şiddetli bir poyrazla savrulan karlar arasında, her tarafı keçelerle kapatılan mahfeler içinde ulu ve karlı dağlardan geçerek gittiğimiz Antalya’yı, limon ve portakal ağaçlarıyla zümrüt gibi bir cennet hâlinde bulmaktan çok memnun oldum ve ilk defa orada gördüğüm denizden pek heyecan duydum. Antalya’yı doya doya gezip her tarafını layıkıyla görmeden rüştiye mektebine verildim.
Birinci hoca; “Isparta rüştiye mektebinin mülazım sınıf talebelerinden Hâzim Efendi dersine çalışıp liyakat gösterdiğinden, işbu tahsinname ita kılındı.” yazılı matbu ve hocalar tarafından mühürlü vesikayı görünce:
“Tuhaf şey.” dedi. “Isparta mektebinde bir de mülazım sınıfı mı açıldı?”
“Hayır.” dedim. “Orada benden başka mülazım yoktu. Bu sene orada kalsaydım mektebin dördüncü sınıfına girecektim.”
Hoca efendi biraz imtihandan sonra:
“Burada da dördüncü (yani ilk) sınıfa kaydederiz, merak etme.” dedi ve öyle oldu.
Antalya’nın bence hepsi yeni, hepsi cazip birçok güzelliklerinden dolayı mektebe az çok muntazam devamım iki ay bile sürmedi.
Birkaç ay içinde erkek arkadaşlardan çok kız dostlarım, altıyı buldu. Ben onlarla birleşip oynamayı, onlarla gezip eğlenmeyi ve denize pek yakından; küçük limana biraz uzaktan hâkim olan yüksek bir yerdeki kayalar arasına oturarak, denizin değişik görünüşlerini seyretmeyi her şeye üstün tuttuğumdan, mekteple ilgiyi büsbütün kestim.
Babam, beni mektebe devam ettirmenin yolunu bulmakta çaresiz kalınca, hiç olmazsa Kur’an’ı bir defa olsun hatmetmem için, evimizde her sabah Kur’an okuduktan sonra, kendisiyle beraber gidip gelmek üzere beni tahrirat (yazı işleri) kalemine mülazım (stajyer) tayin etti. Ben, hoca ile beraber her gün birer cüz okumak suretiyle Kur’an’ı bir ay içinde bitirdiğimden, mübarek sayılarak bir hatim duası yapıldı.
Babamın fazlaca sevgisi neticelerinden biri olmak üzere on iki yaşıma kadar, o yaşıma uygun okuma ve yazma öğrenmediğim gibi, sünnetim de gecikmişti. Sünnet düğününde karyolamı altı kız arkadaşımın çevirmesi, davetli hanımların dikkatlerini çekmiş, manalı gülümsemelerini mucip olmuştu.
O yıllarda Konya valiliğinde bulunan sabık Sadrazam (Harbiye Mektebinde Softa lakabını alan) Esat Paşa devir ve teftiş suretiyle Antalya’ya geldi.
Paşa, vazifesi münasebetiyle babamı her gün görüyor ve diğer memurlardan fazla iltifat ediyordu. Her akşam belirli saatte atla deniz hamamına giderken bizim sokaktan geçtiği için, belki de babama iltifatından dolayı bir minnettarlık eseri olmak üzere, geçeceği saatte kapının önüne çıkarak el pençe divan durur, onun vakur selamını alırdım. Bu devamlı hürmetkârlığım bir akşam paşanın dikkatini çekerek atını durdurdu, kimin nesi olduğumu gülümseyerek sordu.
“Tahrirat müdürü bendenizin oğluyum.” dedim.
“Ya, öyle mi?” dedi. “Yabancı değilsin demek?”
Birkaç gün sonra bir akşam babam beni odasına çağırdı. Gülümseyerek girdim. Babamın yüzü her zamanki gibi güleç olmamakla beraber, yanında oturan annemin duruşu da hiç hoşuma gitmedi. Babam birkaç saniye düşünür gibi bir tavır aldıktan sonra, az çok öfkeye delalet eden bir sesle:
“Otur, sana söyleyeceklerim var… Fakat annene başladığım sözlerimi bitirdikten sonra söylerim…” diyerek yüzünü anneme çevirdi:
“Sözün neresinde kaldık? Ha…” Mühürdar Bey: “Vali Paşa hazretleri bugün öğleden sonra rüştiye mektebini şereflendirecek, öğretmenlerine bir haber gönderiniz.” dedi. Ben yalnız haber değil, İdare Meclisinin oldukça yeni koltuklarından, sandalyelerinden beş on tanesini de gönderdim. Vakit gelince paşa mektep yolunu tuttu. Mutasarrıf Bey, kadı, muhasebeci ve ben de peşine düştük. Bu paşa, pek fazla mektep meraklısı bir zat. Konya’da ilk defa olmak üzere yapılan muntazam dört ilk mektep de onun eserleridir. Konya’ya şimdiye kadar bu derece feyizli, namuslu ve dindar bir vali gelmemişti, özetle çok kıymetli ve mübarek bir zat. Mektebin dört sınıfından beşer talebeyi bizzat birer birer imtihan etti. Talebelerin her soruya uygun cevap vermelerinden paşa pek memnun olarak, kendilerine güzel saatler, yazı takımları gibi mükâfatlar verdi. Şu bizim komşu belediye çavuşunun cılız oğlu da, kara bakkalın kara çocuğu da mükâfat aldılar. Paşa imtihana başlamadan önce büyük dershanede saf saf dizilerek ayakta duran çocuklara bakarak: “Müdür Bey!” dedi. “Bunların arasında mahdum beyi göremiyorum.” Bu suale nasıl cevap vereceğimi şaşırdım; başıma kaynar su dökülmüşe döndüm: “Bu sabah birdenbire hastalandı, maalesef gelemedi.” diye yalan söylemek mecburiyetinde kaldım. Karşımda duran birinci muallim gülümsedi. Bilir misin Muhsine, paşanın suali kulağıma kızgın bir demir çivi gibi girdi. Bu yalanı söylerken kömür koru çiğniyor gibi ağzım, dudaklarım yandı. Belediye çavuşunun, hele şu kara bakkalın oğulları bir sabık sadrazamın, âlişan bir valinin mükâfata layık gördüğü kadar okusun yazsınlar da; bizimki mektepten kaçarak serserice şurada burada gezsin kızlar ağası gibi, daima kız çocuklarla düşüp kalksın, olur şey mi? Bundan daha fazla esef edilecek bahtsızlık mı olur?
Çok sevdiğim babacığımın sesi, son kelimeleri söylerken biraz değişir, gözleri yaşarır gibi oldu. Yüzünü pencereye çevirerek bir dakika kadar sustuktan sonra:
“Sana söylemekten vazgeçtim.” dedi. “Haydi, odana git!”
O söylerken benim yüzümün renkten renge girdiğine tabii dikkat etmişti.
Odamıza gelir gelmez, her biri bir yerde sürünen ders kitaplarını bulup toplamasını, gizli bir şey söylüyor gibi yavaşça ablamdan rica ettim.
“Kardeşim!” dedi. “Galiba mektebe gitmeye niyet ediyorsun! Bir iki gün içinde yine kaçacaksan hiç gitme, daha iyi…”
“Hayır!” dedim. “Artık kaçmayacağım!”
Ablam, ben, “Aman dur, söyleme!” demeye vakit bırakmaksızın babamın odasına koşarak, “Hâzim yarın mektebe gidecek!” diye müjdeledi. Babam bana işittirmek için:
“Gitmesin, gitmesin! Yarın, öbür gün yine kaçar, başkalarının çocuklarına da haylazlık örneği olur!” diye bağırdı.
Ben babama bir sürpriz yapmak için mektebe gideceğimi söylememek azminde idim, nasılsa ablama söylemiş bulundum. Artık mektepten kaçmadığımı, kaçmayacağımı ispat etmek üzere günlerin, haftaların, ayların pek çabuk geçmesini temenni ederek yattım. Fakat bir türlü uyuyamayarak erkence evden çıktım; mektebin kapısını o zamanlarda bevvap denilen kapıcı ile beraber açtık.
Kırk beş talebeden meydana gelen ilk sınıfın dümen neferi olmak üzere aylardan beri boş duran yerime oturdum.
Üç sene sonra ikinci sınıfın ikincisi olduğum hâlde, aynı memuriyetle yine Niğde’ye döndük. Sınıfın birincisi, evvelce biraz medrese tahsili görmüş, yirmi yaşlarında bir delikanlı idi. İki ay kadar hastalıkla mektebe devam edememiş olmakla beraber, on beş yaşında, sınıfın birincisi olarak diploma aldım.
Bu imtihanda hazır bulunan Mutasarrıf Hasan Mazhar Paşa beni beğenerek babama şöyle bir teklifte bulunmuş: “Bu çocuğun yalnız bir rüştiye tahsiliyle Niğde’de kalması doğru değildir, bunu İstanbul’a gönderelim. Benim orada evim var. Oğlum Memduh, Mülkiye Mektebine devam ediyor. Bir de kızım var, Hâzim Bey’i onunla nişanlayarak yahut nikâhlayarak gönderelim. Memduh’la beraber Mülkiye’ye devam etsinler. Kızım burada idi. Siz Niğde’ye gelmeden bir ay evvel İstanbul’a gittiler. Bütün akrabalarınız kendisini pek iyi tanırlar. Çirkin bir çocuk değil. Talim ve terbiyesine özen gösterilmiş sevimli bir kızdır; yaşları da uygundur. Babam razı olur gibi olmuş. Fakat annem, belki de beni dünyaya getirdiği gün, küçük hemşiresinin kim bilir ne zaman doğacak kızına hayalen nişanlamış, nikâhlamış olduğundan: “Bir tanecik oğlumu gözümün önünden bir gün bile ayıramam; mutasarrıfın kızı hem çirkin, hem de saralı imiş!” diyerek babamın meylini gözyaşı tufanları içinde boğmuş. Tabii bana bir şey söylenmemişti. O zamanlarda evlenmek kızın, oğlanın değil babasının, anasının keyiflerine tabiydi. Bu macerayı ben on altı yaşında, büyük teyzemin on üç yaşındaki kızıyla nişanlandıktan sonra öğrendim.
O sırada, yani rüştiyeden çıkar çıkmaz “Tahrir-i Emlak ve Arazi” namıyla ihdas olunan dairenin kâtipliklerinden birine üç yüz kuruş maaşla, yani “Muhaberat Kâtipliği”ne tayin edildim. Birkaç ay sonra rüştiyenin boş olan yazı hocalığı, memuriyet ilavesi olarak bana verildi.
O zamanlarda rüştiye mektepleri küçük bir darülfünun (üniversite) sayılabilirdi. Pek kısa da olsa okutulan metinlerin o derecelerden, fazlasını değil, o kadarını bile, otuz bin nüfuslu kasabalarda İstanbul’dan gönderilen başhocalardan başka bilir hiç kimse yok gibi idi. Memleketin en aydınları rüştiye mezunlarıydı.
Bu rüştiyelerde en fazla Arapçaya önem verilerek onun sarfı, nahvi (gramer ve söz dizimi) itina ile öğretilir ve ilk senede Farsçanın kısaca bir grameri gösterildikten sonra “Pend-i Attâr” adlı küçük bir risale ve bazı rüştiyelerde bunun yerine: (Sîb hurdem, yedim elmayı, ‘Ekeltuttuffâh’) gibi Türkçe, Farsça, Arapça manzum bir lügat kitabı olan “Tuhfe-i Vehbî” ezberletilir; üçüncü, dördüncü senelerde Sadi’nin, Gülistan’ından dört bölüm okutarak “Bâb-ı pençem der aşk-ı cevânî” başlıklı son fasla gelince Hoca Efendiler gülümseyerek: “Buradan aşağısının okutulması yasaktır.” dedikleri için talebe daha fazla dikkat ve her yasak şey gibi daha fazla lezzetle kendi kendilerine okurlardı.
Zavallı Türk dili, dün denilecek kadar yakın zamanlara değin olduğu gibi, Türk paralarıyla Türk toprakları üstünde yapılan, Türk vakıflarıyla yaşayan medreselere hiç giremediği gibi rüştiyelerde de Arapça ve Acemce derecesinde bir itinaya mazhar olamazdı.
Medreselerin müderrislerinden hiçbiri Farisi bilmediği gibi bunlar arasında: “Her kim okur Farisi, gider dinin yarısı.”[2 - Burada kullanılan “din” kelimesi, Farsçadaki “deyn” yani “borç” anlamına gelmektedir.] diyerek dünyanın en güzel ve en ahenkli dillerinden biri aleyhinde bulunanlar da vardı.
Herhangi bir dilden herhangi bir dinin zarar görmesi, sebebi anlaşılamaz ise de; aleyhtarlığın sebebi, bilinmeyen her şeye mahsus kör düşmanlıklardan başka ne olabilir?
Bununla beraber bu müderrislerin çoğu, bildikleri Arapça ile de dört beş kelimeyi doğruca birleştirip söyleyemedikleri gibi, iki satırlık bir mektup da yazamazlardı.
Liva tahrirat müdürleri, kaza tahrirat kâtipleri, vilayet gazetesinin resmî muhabirleri, vilayet matbaası gelirinin tahsil memurları olduklarından, gazete muhabirliği yükünden babamı kurtardığım gibi, muhtelif mevzuda makaleler de yazmaya başlamıştım.
Selanik’in son valisi Şair Mehmet Nâzım Paşa merhum o senelerde Konya’da mektupçu ve matbaanın nazırı olduğundan, yazdığım şeyleri teşvik maksadıyla beğeniyor, vilayet gazetesine yazdırıyordu.
İngiltere’de mükemmel bir tahsil görmüş ve tamamıyla İngiliz terbiyesi almış olmasından dolayı “İngiliz” lakabıyla şöhretlenen vali, Müşir Mehmet Said Paşa, teftiş için Niğde’ye geldi ve on beş gün kadar bizim evi hakiki manasıyla şereflendirdi.
Emsali nadir büyük bir matematikçi olmakla beraber, ahlak faziletiyle de ünlü bu pek mütevazı ve pek sade yaşayışlı vali; kendini debdebeli geliş gidişle binlik göstermeye çalışan valilerden olmadığı için, yanında bir yaver, bir uşak, bir aşçıdan başka kimse ve kâtip bulunmadığından yazı işlerini bana gördürdüğü gibi, Niğde Livası kazalarından bazılarına da götürdü. Konya’ya dönüşünden bir iki ay sonra (1882) vilayetlerde maarif meclisleri, livalarda maarif komisyonları teşkil olunduğundan Said Paşa, bu meclisin kâtipliği ile vilayet gazetesi muharrirliğini, telgrafla bana teklif ettirdi.
Babam, bu on beş günlük temas ile paşanın gerçekten büyük ve mükemmel bir adam olduğuna kanaat getirdiğinden, derhâl kabul etti. Gözleri önünden ayırmamak için İstanbul yollarını gözyaşı selleri ile kesen anam, beni Niğde’de çok sevdiği bir hayat yoldaşı ile bir yaşında güzel bir oğlan çocuğa ve birkaç gün yaşayan bir kızımın mezarına görünmez ve kırılmaz bir zincirle bağladığı için muhalefet etmedi. Esat Paşa merhumun yurt çocuklarını cehaletten kurtarmak yolundaki ciddi, azimli ve fiili teşviki olmasa; Esat Paşa’nın sorgusu babamın kulağına kızgın bir demir çivi gibi girdiğini söylemese; onun gözlerini yaşarır görerek ruhumun derinliğinde büyük bir fırtına kopmasa, şüphesiz mektebe gitmeyecek ve Said Paşa Niğde’ye gelmese orada mıhlanıp kalacak, uzun yıllar devlete ve memlekete hizmet şerefiyle bahtiyar olmayacaktım.
Allah Esat Paşa’ya da, Said Paşa’ya da, babama da bol bol rahmet etsin.

KONYA

Maarif Meclisi – Bu Meclisin Kâtipliğinde Vali ile Halef Selef Olmak – Fil Hikâyesi
Konya Valisi merhum Müşir Mehmet Said Paşa’nın Maarif Meclisi kâtipliği ve vilayet gazetesi muharrirliği ile beni Niğde’den Konya’ya getirdiğini söylemiştim.
Valinin reisliği altında toplanan bu mecliste, vilayetin idare, adliye ve maliye ileri gelenleriyle Konya Merkez Livası Mutasarrıfı, Mevlâna Celaleddin’in postnişini Safvet Çelebi ve diğer çelebilerin, eşrafın, ulemanın ileri gelenleri; hatta âyan azasından, Konya’ya sürgün edilmiş olan İngiliz Ali Bey (maruf Ahmet Rıza’nın babası) de aza sıfatıyla bulunduruldukları için, azanın sayısı otuza yakındı.
Ben meclisin teşekkülünden bir ay kadar sonra geldiğim için Vali Paşa kâtiplik ve sandık eminliği vazifelerini bizzat yapmış bulunduğundan kendisiyle halef selef oluyorduk.
Paşa, gerçekten mali bir müessese gibi gelirler, masraflar, yevmiye, kararlar hulasası vesaire için muntazam defterler hazırlayarak işe başlamış ve galiba kendi kesesinden verdiği birkaç bin kuruşu yardım adıyla gelir defterine ve dört ilk mektep hoca ve kapıcılarının maaşlarını, benim için yaptırılan yazı masası vesaire bedellerini de masraflar defterine bizzat yazarak, bunların makbuz senetlerini bir zarf içinde saklamıştı.
Paşa’nın önüne değil, sağ yanına konmuş olan küçük masa ancak yazı takımı ile bir sigara tabağı sığabilecek kadar küçük olduğundan, bu defterler odanın bir kenarını baştan başa kaplayan şeker renginde keten örtülü sedirin, paşanın sol yanındaki ucuna konulmuştu.
Konya’ya vardığım günün ertesi sabahında hükûmet konağına Paşa ile birlikte gittik. Kendisi koltuğuna oturmadan bana defterlerin yanını göstererek:
“Şuraya oturunuz.” dedi. “Halef selef, devir ve teslim muamelesini yapalım.”
Sedirin kenarına oturdum. Paşa birer birer defterleri açarak kendi yazdıkları gelir ve masrafları gösterdikten sonra, bana gözü önünde kaydettirmek üzere, deftere geçirmemiş olduğu bir iki küçük masraf makbuzunu zarftan çıkararak: “Bunları kaydediniz bakayım.” dedi. Ben defteri dizlerimin üstüne koyarak işe başladım.
Paşa:
“Durunuz!” dedi. “Defter ve her şey masa ve yazıhane üstünde yazılır. Fakat burada onlardan bir şey yok. Diz üstünde yazmak gerekli ise de böyle “siyakat vav”ı gibi bükülerek değil, bir bacağınızı ötekinin üstüne koyarak tabii masayı biraz yükseltirsiniz.”
Bu türlü oturmaktan sıkıldığım için tereddüt ettim, paşa:
“Şimdi önünüzde görülecek bir iş var.” dedi. “Bu iş siz nasıl oturursanız daha kolay, daha çabuk görülecek ise öyle oturmak lazım gelir; bunda edep ve terbiyeye dokunacak bir şey düşünülmez, düşünülemez.” dedi.
Öyle oturdum. Nezareti altında iki masrafı deftere yazdıktan sonra Paşa:
“Şimdi…” dedi. “Bunları yevmiye defterine de geçireceksiniz…”
O zamanlarda sabit mürekkep ve kurutma kâğıdı kullanılmadığından yazıyı kurutmak için elimi paşanın rîgdânına (yazı takımları teferruatından, içine gayet ince kum konulan delikli kap) uzandım. Paşa:
“Yok!” dedi. “Olmaz. Defterlerde kum kullanılmaz. Çünkü yaprakların arasında kalır, ciltlerini bozar; yazılar kuruyuncaya kadar defteri açık bırakarak başka işle meşgul olursunuz.”
Ben hesap işlerinden hiç hoşlanmadığım gibi, kabul ettiğim hizmetin hesapla alakası ihtimalini de düşünmemiş olduğumdan, işe rakamla başlamaktan biraz hayal kırıklığına uğramış gibi oldum. Bereket versin ki pek az ve ehemmiyetsiz şeyler.
Paşa defterlere arzusuna uygun olarak kaydedeceğime kanaat getirdikten sonra yaveri çağırarak, ona: “Bu defterleri Hâzim Bey’in matbaadaki odasına gönder.” ve bana: “Matbaada bir işiniz olmadığı zamanlarda mektupçu beyin yanında oturacaksınız. Biz kendisiyle konuştuk.” dedi.
Mektupçu, Şair Mehmet Nâzım Bey, Niğde’den gönderdiğim yazıları, beni teşvik için gazeteye geçirmekte bulunmasından dolayı, hakkında gıyaben hürmet ve muhabbetle duygulandığım için, daima onun yanında bulunacağıma pek sevindim. Matbaanın gazete nazırı, manzum ve mensur yazıları eksik olmadığı için gazetenin gerçekten muharriri de o demek olduğundan, tabii en ziyade görüşeceğim, irfan ve zekâsından faydalanacağım bir zat idi.
Nâzım Bey cidden çok sevimli ve necip ruhlu bir insan olduğundan üç sene kadar süren daimi yakınlıktan zevk aldım ve çok istifade ettim.
Gerek Said Paşa, gerek Nâzım Bey beni terbiye etmeyi ve aydınlatmayı kendilerine bir insanlık vazifesi saymış gibi hareket ettiler. Nâzım Bey’i Konya’ya vardığım günün akşamında ziyaret etmiştim. Mektupçu odasına girince: “Gel bakayım küçük mektupçu. İnşallah büyük mektupçu da olursun.” diyerek pek güleç bir yüzle beni kabul etti.
Hürmetle, muhabbetle elini öperek gösterdiği sandalyeye oturdum. Meclis; haftada bir defa pazar günleri valinin konağından başlayarak bütün azanın mevsime göre evlerinde, bağlarında, bahçelerinde, külfetli bir öğle yemeğinden sonra müzakereye başlardı.
Bu haftalık ziyafetin başlıca gayesi, hayır eserlerinin izlerinin kalmamış oldukları tetkiklerle anlaşılan ve yeniden yapılmalarına hacet olmayan çeşit çeşit eski zaviye (tekkelerin vesairenin; her kapanın elinde kalmış olan kilitlerini, ilk mektepler maarifine karşılık olmak üzere Maarif İdaresi adına zapt etmek olduğu hâlde, azadan birçoğunun uzaktan yakından alakadar oldukları bu meselenin meclisin umumi heyetinde müzakeresi, işi lüzumundan ziyade uzatmıştı. Aradan epeyce uzun bir müddet geçtiği hâlde bir şey yapılamaması, Vali Paşa’nın dikkatini celp ettiğinden, geceleri mektupçunun evinde toplanarak, yapacakları incelemelerin hulasasını pazar günü meclise arz etmek üzere heyetten bir komisyon seçildi.
Bu komisyon muntazaman devam ederek, altı gecede yaptığı inceleme neticeleri de, pazar ziyafetlerinin doldurduğu midelerle iki üç saat bile müzakereye tahammül edemeyen umumi heyette yine türlü türlü itirazlarla uzamaktan kurtulamıyordu.
O sırada İstanbul’da çıkarılan Tarik adlı gazetenin hoş üsluplu bir Konya mektubu, azanın, harap olmuş vakıflarla alakasız kısmını pek haklı olarak sinirlendirdi. Ben de tabii onlara katılıyordum.
Bu mektup, meclisin devam tarzı ve gördüğü işler hikâye edildikten sonra “İş için toplandılar, oturdular, konuştular; kalktılar.” manasına gelen meşhur Farsça beyte “konuştular” demek olan “guftend” kelimesi yerine “yediler” demek olan “hurdend” kelimesi konularak beyit:
“Pey-i maslahat encümen sâhtend
Nişestend-ü hurdend-ti berhâstend”
şekline ve manası da “İş için toplandılar, oturdular, yediler, kalktılar.” mealine konulmuş bulunuyordu. Bu vakıf meselesinin uzamasına başlıca bir sebep vardı. Kesin surette hatırlamıyorum. Ya Buğday Pazarı yahut Buğday Hanı adlı bir harap vakıf, talimat hükümlerince en evvel zapt edilecek ve geliri, nispeten, en ziyade iken çelebilerden birine veya bizzat postnişin Safvet Çelebi’ye ait olduğu için, onun ricası üzerine Vali Paşa her nasılsa müzakeresinin sonraya tehirini emretmişti. Gelirlerine el konacak vakıflar listesinde ilk isim, ehemmiyetinden dolayı bu Buğday Pazarı olduğu hâlde, el konmasının tehir edilmesi haklı itirazlara sebep oluyordu.
Vali Paşa’nın konağındaki bir toplu yemekten sonra mektupçu ve diğer bazı zevat başka bir odada sigara, kahve içtikleri sırada: “Buğday Pazarı listenin başında dururken, altındaki ehemmiyetsiz şeylerle uğraşmak gülünçtür. Birçok itirazlar da bundan doğuyor.” diye konuşurlarken İngiliz Ali Bey odaya geldi. Neye dair konuşulduğunu öğrenince:
“Ben…” dedi. “Bu meseleyi bir an evvel hallettirebilirim. Fakat Safvet Çelebi ile zaten aramız o kadar iyi değil, doğrudan doğruya ben açarsam aramız büsbütün açılır, iyi olmaz. Fakat içinizden birisi mecliste, yalnız bir Buğday Pazarı dese bile kâfidir, ben gerisini getiririm.”
Memurlardan hiçbirisi buna cesaret edemediklerinden “Ben açarım.” dedim. Ali bey:
“Bravo!” dedi. “Nasıl açacaksın?”
“Bu isim listenin başındadır.” dedim. “Okurum. Paşa bir şey derse yanlışlıkla okudum diyerek altındaki isme geçerim.”
Ali Bey:
“Bu çok iyi! Aferin. Fakat düşmanlığın yalnız bana yönelmemesi için içinizden hiç olmazsa bir ikisinin benim söyleyeceğim sözleri teyit yollu “Evet efendim; bu Buğday Pazarı meselesi neticelendirilse iyi olur.” gibi bir iki söz söylemesi de lazımdır. Siz bu yardımı bana kesin surette vaat ederseniz, bu mesele bugün hallolunur.”
Orada hazır bulunanlar kendisine katılacaklarını vaat ettikten sonra Ali Bey:
“Meşhur bir fil hikâyesi vardır, bilir misiniz?” diye sordu.
Hiç işitmediklerini söylediler ve hikâyenin nasıl olduğunu sordular. Ali Bey: “Onu şimdi söylemem.” dedi. “Şark Meselesi’ne dönen Buğday Pazarı meselesinin alacağı şekle göre söylerim. Yani Ahır-köy imamının yaptığını yaparım.”
Heyet salona toplanıp geçen içtima zaptı okunduktan sonra sıra vakıf listelerine gelince, ben listeye başlayarak:
“Buğday Pazarı!” dedim. Vali Paşa derhâl: “Bunun tehir edilmesini söylemiştim.” dedi.
“Listenin başında bulunduğu için yanlışlıkla okudum.” dedim, aff-ı devletlerini istirham ederim.”
Ali Bey:
“İntak-ı Hak diye bir söz vardır. Bu yanlış okuyuşta ilahî bir isabet olsa gerek. İlk mektepler acil yardıma muhtaçtırlar…”
Vali Paşa Ali Bey’in sözünü keserek:
“Bu vakfı biraz sonra tetkik etmeye karar vermiştik. Bugün başkalarını tetkik edelim.” dedi. Ali Bey kendisine yardım vaat edenlere manalı bakışlarla birer birer baktıktan sonra Vali Paşa’ya:
“Efendim!” dedi. Aff-ı devletlerini istirham ederim. Ben sözümü bir tecrübe maksadıyla söyledim. İlk mekteplerden ne çıkar? Asıl ilim ve irfan Mevlâna Celaleddin Rumi kuddise sırrehu hazretlerinin mesnevi şeriatıyla neşrettiği, dünya ve ahirette selamet ve saadeti mucip olan ilim ve irfandır. Binaenaleyh Mevlâna evlat ve ahfad-ı kiramının rızklarını ellerinden almak çok büyük bir günah olur…”
Ali Bey’e vaat ettikleri yardımda bulunmayanlardan başka Vali Paşa, bütün aza ve hatta ben gülümsemekten kendimizi alamadık.
Meclis işini bitirdikten, vaatlerini yerine getirenler ve Çelebi ile hocalardan bazıları gittikten sonra Ali Bey, fil hikâyesini şu suretle nakletti:
“Vaktiyle…” dedi. “Hint racalarından biri seyahat suretiyle İstanbul’a gelerek padişah tarafından hakkında gösterilen ağırlamadan dolayı Hindistan’a dönünce bazı kıymetli hediyelerle beraber bir de fil yollamış. Padişah ilk defa gördüğü bu hayvanı harem bahçesine bağlatmış. Padişahın çok sevgili cariyelerinden biri, hayvana çuvaldız batırdığı için hortumunun bir darbesiyle kolu incinmiş olduğundan hünkâr filin hemen saraydan ve İstanbul’dan uzaklaştırılmasını emretmiş. Başmabeyinci ‘Padişahtır bu, yarın yine ister.’ diyerek çok uzaklara değil, Edirne’nin sulu, hayvanlı Ahırköyü’ne gönderir. Başıboş bırakılan filin köyün yerdeki, ağaçtaki mahsullerine saldırmasını günden güne arttırdığı hâlde: ‘Padişah malıdır.’ diye ahali sabreder. Fakat bir iki sene geçtiği ve halkın sabrı tükenmeye başladığı sırada Rumeli’den muzaffer ordusuyla dönen sadrazam, Ahırköyü’nün geniş çayırları üstünde otağını kurdurur. Bunu gören köyün zeki imamı: ‘Ey köylü ağalar! Bu fil belasından kurtulmak için iyi bir fırsat peyda oldu. Hep birden şu paşaya gidip filin başka köylere gönderilmesi için yalvaralım. Ben yalnız da giderim amma, tehlikelidir.’ der.
‘Bak şu haddini bilmez imama, padişahımızın fili hakkında söze cesaret ediyor!’ diyerek beni asar, keser, her şeyi yapar. Fakat bir fil için bütün bir köy ahalisini öldürtemez. Ne dersiniz?’
Köylüler birleşerek kendisiyle birlikte gitmeye karar verirler. İmamın arkasına düşerler. Köyden çıkar çıkmaz paşanın otağı ve onun önünde oturan paşa göründüğü için zavallı imam arkasına bakamayarak ilerler. Paşaya yaklaşınca birkaç temennadan sonra durur ve önüne bakar. Paşa sorar:
‘Sen bu köyün imamı mısın?’
‘Evet efendim.’
‘Bir dileğin mi var?’
‘Evet efendim.’
‘Söyle.’
‘Efendim, bizim köyde bir fil var. Ahali kullarınız bu fil için…’ derken, arkasına bakıp da köylülerin birbirini korkutarak oraya gelinceye kadar birer ikişer sıvışmış olduklarını görünce beti benzi atmakla beraber:
‘Efendim!’ der. ‘Allah şevketli padişahımız efendimize bitmez tükenmez ömürler versin. Bizim köye iki sene evvel bir fil ihsan etti. Ne mübarek hayvanmış! O geldiği günden beri köyde bet bereket arttı; karılarımız, hayvanlarımız hep ikişer doğurmaya, mahsullerimiz kat kat çoğalmaya başladı ve hâlâ öyle gidiyor. Bu fil erkektir. Canlı hayvan, Allah esirgesin ölüverirse köyün hâli harap olacak. Bu kötü neticeyi düşünen köylüler öyle büyük bir musibete yer kalmadan köyde daimi bir fil damızlığı bulunması için bir de dişi fil ihsan buyurulması hususunda taraf-ı devletlerinden delalet ve inayet buyurulmasını niyaz etmek üzere geliyorduk. Köylü aklı bu ya! Efendimizin heybetinden korkarak arkadan kaybolmuşlar.’
Hakikati keşfeden paşa imamın böyle bir an içinde maksadın aksini söyleyebilmek zekâsını takdir ederek, kendisine hilat giydirip bolca para da vererek:
‘Bütün köylülere benden selam söyle.’ der. ‘Padişahımızın fili hakkında gösterdikleri muhabbetten hoşnut oldum. Bundan, tabii, şevketli hünkâr daha ziyade memnun olur ve filin dişisini de bir an evvel buraya gönderir. Cümleniz bundan emin ve müsterih olunuz.’
İmam, kırmızı kaftanıyla sapından kopup yel önüne düşmüş bir gelincik çiçeği gibi koşarak köye döner ve ilk sokakta kendisini bekleyenlerin yanına gelince:
‘Hoca Efendi, inşallah iyi haberle döndün?’ diyen köylülere:
‘Çok iyi. Yakında filin dişisi de gelecek…’ cevabını vermiş.”
Oğlu Ahmet Rıza Bey gibi uzun boylu olan Ali Bey emsali az bulunur bir komik ve mukallit idi.
Son senelerde “Aristocratie de l’Islam” = “İslam Aristokrasisi” adlı Fransızca bir kitapta, bu hikâyenin aynı denilecek derecede bir masal okudum. Padişah filinin rolü, Tunus sultanının katırına oynatılıyordu.
Şiir yazmaya nasıl sevk edildim? Birkaç parça yazdıktan sonra niçin menedilerek kırk beş sene Türkçe şiir yazmadım?
Niğde’den Konya’ya Maarif Meclisi kâtipliği ve vilayet gazetesi muharrirliği ile nasıl götürüldüğümü evvelce söylemiştim.
Konya’ya gelir gelmez, mektupçu merhum Nâzım Bey şiir yazmak için beni ısrarla teşvike başladı.
Günün birinde şiir yazacağım hiç hatırıma gelmemekle beraber okuyacağım şiirlerin vezinlerini anlamak için Niğde’de iken İstanbul’dan bir aruz kitabı da getirtmiş olduğum hâlde, okumaya vakit bulamamıştım. Nâzım Bey’e:
“Şiir yazamam, hatta aruzu da hiç bilmem.” diyerek özür diledim. Nâzım Bey:
“Aruzu hatta ben de layıkıyla bilmem. Fakat yazdıklarım ona uygundur. Bu bir dikkat ve alışma meselesidir. Bir müddet devamlıca şiir okursanız vezinli yazmak kabiliyeti sizin haberiniz olmaksızın hasıl olur.” dedikten sonra kendi gazellerinden birini bana okutturarak “Pekâlâ okuyorsunuz.” diyerek geceleri okumak üzere Ziya Paşa’nın “Harabat” isimli eserinin bir cildini bana verdi.
Hâlbuki Ziya Paşa Adana’da vali iken bastırıp parasız dağıttığı şiir mecmuası o sıralarda Niğde’ye geldiğinden, onun muhteviyatını ve “t” kafiyesinin nihayetine kadar Hâfız Divanı’nı ezberlemiş olduğum hâlde, aruz vezinlerini anlayamamıştım. Nâzım Bey’in vilayet gazetesine konan şiirleri ve onun devamlı teşvikleri Konya’da ve vilayete bağlı yerlerde birçok şair meydana çıkarmış. Bunlar arasında, daha doğrusu başında:
“Gel, ne korkarsın ecel, simâ-yı zerdimden benim,
Kurtar Allah aşkına dünyayı, derdimden benim”
matlalı gazeli gramofon disklerine alınan, istinaf müddeiumumisi (İkinci Meşrutiyet âyanından) merhum Mehmet Galip Bey bulunuyordu.[3 - Bu tarihten 25 sene kadar bir müddet sonra Galip Bey, Taksim’deki Fransız Hastanesi’nde vefat etti. Ecelle boğuşması üç gün sürdü. Zavallı şair bir türlü ıstıraptan kurtulamadı. Ben her gün birkaç saat onun başı ucunda bulunarak Azrail’i çağıran bu iki mısrasını teessürle hatırladım, durdum.]
Nâzım Bey zorla beni bu şairler arasına soktuğundan hece sayarak gazel ve mesnevi tarzında manzume taslakları yazmaya ve vilayet gazetesinde bastırmaya başladım.
Namık Kemal merhumun arkadaşlarından, Nafia muhasebecisi Mahir Bey sürgün olarak Konya’da bulunuyordu. Haftada bir kere şairler, edebiyat heveskârları Mahir Bey’in evinde toplanır, her biri bir yemek getirmek suretiyle orada yenir, içilir, gece yarılarına kadar eğlenilirdi. Bu ev, şiir ve edebiyat dergâhı ve Mahir Bey, Namık Kemal’in arkadaşı ve hatta hatırımda yanlış kalmamış ise onun bir eserinin “Mahir” imzasıyla neşredilmiş olması münasebetiyle dergâhın postnişini sayılarak kendisine:
“Neşve-bahş-ı bezmi sahba
El-Fakir Mahir baba”
yazılı büyük bir mühür yaptırılmıştı. Fevkalade toplantılara bu mühür basılmış davetiyelerle çağırırdı. Bu toplantılardan birinde Acemlere yakışırcasına mübalağalı bir gazel müsabakası yaptılar. Ben de ister istemez iştirak ederek:
“Ol kadar ettim teâlî lâmekân-ı aşka”
Arş-ı âlâ en peşin bir âstânımdır benim
diye garip bir beyti bulunan bir gazel yazdım. Mahir Bey’le eşraftan Tahir Paşa, Galip Bey hakem oldular. Bu beyitteki mübalağadan dolayı müsabakayı bana kazandırarak mükâfatı olan Murat Bey’in Umumi Tarih’ini verdiler.
O senelerde Konya kadılığında İstanbul payelilerden Emin Efendi namında bir zat bulunuyordu. Maarif Meclisi azasından olduğu için haftada bir defa görürdüm. Derecesini takdire muktedir olmadığım ilminden ziyade yüzünün heybetli güzelliğinden, pek iyi ve temiz giyinmesinden dolayı kendisini çok sever ve hürmet ederdim. Bu gazel vilayet gazetesinde yayınlandığı gün Emin Efendi beni şeri mahkemeye davet ederek güzel yüzünde az çok kırgınlık eseri görüldüğü hâlde:
“Oğlum!” dedi. “Eski kadılar olsa seni bu mahkemeye ‘şer-i had’ ile cezalandırmak üzere getirtirlerdi. Ben muhakeme ve ceza için değil, babaca nasihatle seni ikaz maksadıyla çağırdım. Gazetede bir gazelini gördüm. Çok teessüf ettim; hem arş-ı âlâya: ‘Benim en alçak bir eşiğimdir.’ denir mi? Hemen tövbe ve istiğfar et. Bundan sonra böyle şeyler yazma.”
“Halisane ihtar buyurmanıza teşekkür ederim.” dedim. “Fakat bu arş-ı âlâ aşk lâmekânının arş-ı âlâsıdır; asıl arş-ı âlâ ile bir münasebeti yoktur.”
Emin Efendi:
“Ne olursa olsun!” dedi “Arş-ı âlâ, arş-ı âlâdır. Bunun hakikisi, mecazisi filanı olmaz…”
Bir iki ay sonra, bir hadisenin ilhamıyla ve kadıya verdiğim söze rağmen Allah’a hitaben yazıp gazetede yayımlanan bir gazel, İkinci Abdülhamid devrinin matbuat sansürü veya jurnal edilmek korkusu henüz başlamamış veya taun mikrobu gibi vilayetlere yayılmamış bulunduğuna şahit olduğumdan hatırda kalan mısralarından yalnız matla beytini buraya nakledeceğim:
“Zâlimleri ikdâr ile sen azlem edersin
Mazlumu tazallümde dahi ebkem edersin”
Bu gazel, gazetede çıktığı gün akşamüzeri Vali Paşa’nın odası önünde muhteşem kadıya rastladım. Görünmemeye, kaçmaya imkân yoktu. Kadı hemen kolumdan sımsıkı tutarak:
“Sen!” dedi. “Çok sevimli, terbiyeli bir çocuksun; fakat kaleminde garip bir azgınlık var. Ben mahkemede sana ne dedim? Sen bana ne yolda söz verdin? Günleri ne çabuk unuttun? Bugünkü gazeteye gazel diye bastırdığın o hezeyanlar nedir? Bu evvelkinden de berbat! Onda hiç olmazsa arştan, lâmekândan dem vuruyordun, bunda arşı farşı da bırakarak doğrudan doğruya Vacip Teâlâ hazretlerinin (Tanrı’nın) tasarrufat-ı samadaniyesine (ilahî tasarruflarına) karışıyorsun. Bu ne cüret! Bu ne kadar haddini bilmezlik! Böyle kötü, dünyada ve ahirette zararlı şeylerden başka yazacak mevzu bulamıyor musun?”
Konuşmayı kısa keserek kadının elinden kurtulmak için:
“Bu nasılsa yazıldı.” dedim. “Bundan sonra böyle şeyler yazmam.”
Emin Efendi, vaadime inandığına hiç de inanmayan bir tavırla kolumu bıraktı ve: “Allah ıslah etsin!” demek ister gibi başını iki yana çevirerek gitti.
İlmî rical içinde bağnazca değil, büyüklükçe bir benzeyenini görmediğim bu heybetli kadının ruhu şad olsun. Bu gazelden sonra galiba suya sabuna dokunmaz bir iki manzume yazarak şairliğe yahut nâzımlığa nihayet verdim.
Bundan bir iki gün sonra Vali Müşir Mehmet Said Paşa:
“Bugün sizinle mühim bir mesele hakkında konuşacağım…” diyerek beni yanına oturttu ve devam etti:
“Gazetede şiirlerinizi görüyorum. Ben, bizim İran taklidi şiirlerden hiçbir lezzet almam; hatta layıkıyla anlamam bile. Yazdığınız şeyler iyi olabilirler. Nasıl olursa olsun, onları yazmak için harcadığınız zaman kaybını karşılayamazlar. Maalesef itirafa mecburuz ki, bu memlekette güzel sanatlar zevki, henüz sayılı birkaç kişiye münhasırdır. Şimdiye kadar biz Türklerden refaha kavuşmuş bir şair, bir ressam, bir musikişinas görmedim, duymadım. Hele şairlerimiz hiç istisnasız zaruret içinde yaşamaya mahkûm bulunuyorlar. Bu yüzden de kendilerini içkiye vererek üstelik sıhhat nimetinden de mahrum oluyorlar. Bütün ömürlerini sefalet içinde ve “felek” namıyla icat ettikleri hayali bir musibet amiline sövmekle geçiriyorlar. Sizin de bu bedbaht zümreye katılmanıza gönlüm razı olmuyor. Yaşınız her şeyi öğrenmeye müsaittir. Bir fenne bile bağlanabilirsiniz: Onunla beraber memur mesleğinde kalsanız bile, idari, adli veya mali mesleklerden ihtisas sahibi olmanız lazımdır. Bu ihtisası peyda edebilmek için mutlaka Avrupa dillerinden birini öğrenmek mecburiyeti var. Çünkü herhangi bir meslekte ilerlemeye yarayacak kitap yok. İnsan şimdiki kitaplarımızdan ne kadar çok okursa okusun, gözü bağlı olarak kuyu dolabına koşulmuş bir at gibi, küçük bir daire içinde döner durur. İlerleme ve olgunlaşma yolunda bir adım mesafe ilerleyemez.”
Müşir Paşa’nın bu samimi ihtarı beni son derece duygulandırmıştı. Gözlerim yaşardı:
“İkaz ve irşad-ı devletlerine kemal-i minnetle teşekkür ederim; bundan sonra hem şiir yazmayacağım, hem de mutlaka bir ecnebi dil öğreneceğim.”
Bugün, yani bu konuşmadan aşağı yukarı yarım asır kadar sonra bu satırları yazarken hatırıma geldi: Acaba paşanın beni şiir yazmaktan vazgeçirmek istemesinde Kadı Emin Efendi’nin de tesiri olmuş muydu? Kadının gazetede gazeli okur okumaz soluğu vali makamında alarak, paşaya: “Bu çocuk şiir namıyla küfürler savurup duruyor. Bu gidişle mutlaka başına bir bela getirecek, yasaklarsanız iyi olur.” demiş olması muhtemeldir. Zira kadı, paşanın hakkımdaki teveccühünü yakından biliyordu. Hatta bu gazelin yayınından birkaç hafta evvel paşa Maarif Meclisinde bana bir talimat not ettirmişti. Ben bu uzun talimatı bir hafta sonraki toplantıda okuyunca paşa, heyete:
“Bakınız!” demişti. “Hâzim Bey söylediklerimi ne kadar iyi kaleme almış.”
Bu iltifatı ilk tasdik eden Kadı Emin Efendi idi.
Fransızcayı öğrenmeye karar verdim; fakat Konya’da basılı bir alfabe bulamadım.
Bir müddet sonra Osmanlı Bankası müfettişlerinden Mihran Efendi Konya’ya geldi. Kendisiyle tesadüfen görüşülerek Fransızca bildiği anlaşıldığı için ona yazdırdığım alfabe ile işe başladım.
İngilizce öğrenmek istesem Said Paşa bana muntazaman İngilizce ders vermek lütfunu da esirgemezdi. Kendisi yıllarca İstanbul’daki askerî mekteplerde riyazi ilimler okutmuş olduğundan öğretmenliğe alışıktı. Yazık ki ben utanarak kendisine bir şey söyleyemedim.

Maarif Müdürlüğü ve Maarif Müdürü
1882 yılında vilayet, liva, kaza merkezlerinde maarif meclisleri teşkil olunduktan bir müddet sonra bazı vilayetlere maarif müdürleri tayin edileceğini gazeteler yazdı. Konya Vilayeti Müdürlüğüne tayinim Vali Paşa tarafından Maarif Nezaretine teklif olunarak: “Şimdilik tecrübe maksadıyla yalnız üç vilayete müdür tayin olunacağı ve Konya’nın bu vilayetler arasında bulunmadığı…” şeklinde cevap verildiğini mektupçu Nâzım Bey’den duymuştum. Konya’ya bir müdür gönderilecek olsaydı bile, benim gibi rüştiyeden yeni çıkmış bir gencin tayini doğru olmazdı. Teklifin reddinden ziyade, paşanın bu yolda yüzsuyu dökmüş olmasına üzüldüm.
Fakat bir sene sonra Bursa Rüştiyesindeki muallimliğinden, kötü huyları sebebiyle azledilmiş bir adam Maarif Müdürü olarak Konya’ya gönderildi. Paşa bu adamdan hiç hoşlanmamıştı. Mamafih paşanın başkanlığındaki büyük meclis devam etmek üzere, müdür efendinin reisliğinde, dört azadan mürekkep küçük bir meclis kurularak kâtipliği bana yükletildi.
Hükûmet konağı yandığından dolayı hükûmet dairelerinin her biri bir yerde bulundukları gibi, vali ve mektupçu da küçük bir evde bulunuyorlardı. Bununla beraber onlardan ayrılmamam için aynı binanın küçük bir odası, bu küçük Maarif Meclisine verildi. Koltuklar ve yazıhaneler ısmarlandı. Müdür, marangoza kendi koltuğunun ve yazıhanesinin ötekilerden on parmak yüksek ve geniş yapılmasını istemiş, geldiği zaman koltuğu ve yazıhanesini sokabilmek için kapının sövelerinden birinin sökülmesi lazım gelmiştir.
Hâzim Tepeyran bunları odanın enine ve boyuna en uygun şekilde koydurttuğu hâlde Müdür Efendi bu tertibi bir türlü beğenmeyerek Hâzim’in koltuğunu kapı yanına koydurttu. Hâzim Tepeyran:
“Sadr-ı izzet görünür saff-ı meal olsa yerim
Kasr-ı devlet sanılır ca-yı melal olsa yerim”
diye başlayan bir gazel yazıp mektupçuya gönderdi. Bu sırada Müdür Efendi gelerek defterleri istedi. Sonra evrak-ı müsbite sordu. Bu gazel üzerine iş Vali Paşa’ya aksetmiş ve Maarif Müdürü kâtiplik hizmeti kendisine verilmiş bulunan Hâzim Bey, riyaseti altındaki meclisin azasından olduğundan hakkında ona göre muameleye “dikkat olunmasını” bildiren bir ihtar almıştı. Ne yapacağını bilemez bir hâl ile masraf defterinin ilk sayfasındaki masrafların senetlerini istedi.
“O masraflar bizzat Vali Paşa tarafından, ben Konya’ya gelmeden evvel kaydedilmiştir, bana verdikleri evrak-ı müsbite arasında yoktu, ben de kendilerine soramadım.” dedim.
Müdür Efendi: “Ben isterim.” diyerek, usulsüz bir muamele keşfi sanarak âdeta sevindi.
“Sizin kefalet senedinizi de bu evrak arasında göremiyorum!” dedi.
“Benim kefalet senedimi ben saklayacak olursam onun manası kalmazdı.” dedim. “Bununla beraber bir kefil bulmak ve senet yaptırmak hatırıma gelmediği gibi benden kefil ve senet isteyen de olmadı. Bu külfete değecek kadar meydanda büyük bir para da yoktur.”
“İsterse beş para olsun, kefil lazımdır.”
“Bu vazifenin kefilli bir hesap işi olduğunu bilseydim kabul etmezdim. Bununla beraber meclis toplanınca bu meseleyi açarım, lüzum görülürse azadan biri kefil olur.”
Bu konuşmadan sonra Müdür soluğu Vali Paşa’nın odasında almış. Orada evrak mühürletme vesilesiyle bulunan evrak müdürünün bana ertesi gün söylediğine göre, Müdür Efendi, Vali Paşa’ya kefalet senedinden bahsedince:
“Kefili benim!” cevabını aldığı hâlde:
“Senet de ister efendim!” demiş, Vali Paşa kızmış;
“Hoca artık çok oluyorsun, haydi git makul işlerle uğraş!” diye herifi haşlamış.

Konya’da Son Günlerim
Abdurrahman Paşa’nın telgrafla beni Kastamonu’ya çağırdığını Konya valisi Mehmet Said Paşa’ya söylemek benim için çok ağır bir iş oldu. Bu davetin benim dileğimle olmadığını; benden önce Said Paşa’ya arz ve izah etmesini Nâzım Bey’den rica ettim. Paşaya söylemeden evvel bu teklif hakkında babamın fikrini sormuştum. Bana: “Vali Paşa hazretleri ve Mektupçu Bey muvafık görürlerse kabul et.” demişti. Mektupçu Bey de Paşa’ya arz ettikten sonra:
“Haydi, paşa seni bekliyor!” dedi. Said Paşa’dan ayrılmak, tıpkı çok sevdiğim babamdan ayrılmak gibi olduğundan büyük ve heyecanlı bir hüzünle odaya girdim. Paşa yüzümün bozukluğundan o andaki ruhi hâlimi anlayarak, pek güleç bir sima ile beni kabul etti:
“Kastamonu seyahatinizde…” dedi. “Sizin parmağınızın olmadığını Mektupçu Bey anlattı. Teşebbüsünüzle bile olsa buna gücenmeye hakkım yoktur. Her nerede olursa olsun ben sizin hakkınız olan ilerleyişe kavuşmanızı görmekle sevinirim. Göğsümden ne kadar rahatsız olduğumu ve buradan gitmek, İstanbul’daki evimde uzunca istirahat etmek ihtiyacında bulunduğumu bilirsiniz. Kalacak olsam gidişinize mani olmak büsbütün imkânsız değildi. Ben gidince yerime kimin geleceğini Allah bilir. Abdurrahman Paşa’yı yakından tanımıyorum. Eğer onun şöhreti, rivayetlere göre yalnız kibirli olmaktan ibaret bulunsa, Kastamonu’ya gitmenize razı olmazdım. Zira küçük yaratılmış olmanın en görünen taraflarından biri, kendini büyük sanmak deliliğidir. Hâlbuki Abdurrahman Paşa aynı zamanda bükülmez bir namus ve doğruluk gibi mükemmel insanlığa delâlet eden meziyetlerle beraber gerçekten de kibirli ise zararı kendisine ait olur. Siz doğruluğundan ahlakça faydalanırsınız. Binaenaleyh gidiniz ve her nerede bulunursanız bulunun, benim babaca sevgilerimden emin olun. İnşallah İstanbul’da yine birleşiriz.”
Elini öperek çıktım. Her bayramda kendisine tebrik telgrafı çektiğim gibi, rütbem “saniye”ye terfi edilince bunu ona borçlu olduğumu teşekkürle yazdım. Aldığım cevap:
“Rütbe ve nişan gibi takdir edici şeyler hep memleketin malıdır. Memlekete hizmet edenlere ve edeceklere verildikçe herkes memnun olur.” diye bitiyordu. O devirlerde rütbe, nişan gibi şeyler padişah hazretlerinin âleme şamil lütuflarından diye vasıflandırıldığı hâlde Said Paşa’nın bu klişeyi kullanmayarak terfi hakkını millete mal etmesi dikkate değer.
Kastamonu seyahati kararlaşınca halefime yani Maarif Meclisi kâtibine devir ve teslim muamelesine başladık. Maarif Müdürü ayıp arayıcı gözlerle bize nezaret ediyordu. Ben alacağım çıkacağından eminken hesap sonunda dokuz yüz kuruş borçlu görünmeyeyim mi? 36 yıl sonra Kürt Mustafa Paşa Divanıharbi’nin idamıma karar verdiğini, Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah gazetesiyle neşredilen ilandan öğrendiğim andaki derin hayrete benzer bir şaşkınlıkla gözlerim karardı. Evde tetkik etmek üzere masraf defterlerini aldım. Sabaha kadar uyuyamadım. Nihayet mal müdürlüğünden azledilmiş olan Niğdeli Veli Efendi aklıma geldi. Eve davet ettim. Defterleri önüne koydum. Yarım saat sonra bu zimmetin gelir defterine iki kere yazılmış bir dokuz yüz kuruştan çıktığı anlaşıldı. Kendi evrakımı temizlerken cüzdanımda iptidai mektebi kapıcılarından ikisine şahsen verdiğim ikişer aylık hesabına ait dört yüz kuruşluk bir kâğıt çıktı. Zimmet yerine alacağım çıktığından memnun olarak beraat ve zimmet tutanağında bu dört yüz kuruşu masarif sandığına bağış olarak kaydettirdim. Vali Paşa tutanağı hazırlarken buna dikkat etmiş ve Maarif Müdürüne:
“Gördünüz mü Müdür Efendi, kime kefil idim?” demiş. Bu olaydan, sonra hesapla ilgisi olan hiçbir vazife almadım.

Fransız Dilini Kendi Kendime Öğrenmeye Ne Zaman, Nerede Başladım? İğne ile Kuyu Kazar Gibi Nasıl Çalıştım?
İngiliz lakabıyla meşhur olan ve beni Niğde’den Konya’ya getiren vali merhum Müşir Mehmet Said Paşa’nın tavsiyesiyle şiir yazmaktan vazgeçtiğim hâlde kırk beş sene kadar sonra, acı bir vazife sebebiyle tekrar şiire başladım.
Said Paşa’ya bir yabancı dili öğrenmeye çalışacağımı vaat ederken: “İngilizce öğrenmek istiyorum, ama Konya’da bunu öğretecek kimse yok.” desem o mübarek adam İngilizce dersi vermek lütfunu da esirgemezdi.
O zamana kadar Fransızcadan başka dillerden tercüme edilmiş hiçbir kitap okumadığım için Fransız dilini öğrenmeye karar verdim.
Çünkü Şemseddin Sami, Ahmet Mithat ve Recaizade’nin Fransızcadan tercüme edilmiş eserlerini okumuştum. Konya’da ne matbu bir alfabe, ne de onu yazacak bir kimse bulabildim. İyi bir tesadüf olmak üzere, o günlerde Konya’ya gelen, Osmanlı Bankası müfettişlerinden Mihran Efendi’ye bir alfabe yazdırdım.
Bir müddet sonra elime Olendorf namında bir Türkçe – Fransızca konuşma kitabı geçti. Bundan hayli faydalandım.
On bir sene evvel, bir kısmını Les Fleurs Degenerees adlı bir kitap hâlinde neşretmek cesaretini gösterdiğim Fransızca şiirlerim, ecnebi şairlerin Fransızca şiirleri arasında ve Paris’te yapılan müsabakada her nasılsa iltifatla karşılandığından, bu dili ne zaman ve ne sürede öğrendiğimi soranlar çoğaldı. Bunu anlatmanın, ne şartlar altında çalışmak icap edeceğine bir örnek vermesi itibarıyla, yeni yetişenler için faydalı olacaktır sanırım.
Hayli uzun olan memuriyet hayatımda, Fransız dili de okutulan Mülkiye Mektebi mezunlarından, arkadaşlık ettiğim birçok genç kaymakamlar içinde yalnız ikisinden başka Fransızca bilir denilebilecek kimseye rastlamadığımdan hâlâ müteessirim. Hangisine sorduysam vakit bulamadıkları cevabını almıştım. Bunların bir kısmı vazifeleri için bilmeleri lazım olan kanun ve nizamları da pek az okumuşlardı. Bir kısmı ise av ve tavladan vakit ayıramıyorlardı. Bunların birinin kalın bir toz tabakasıyla örtülü yazı masasına parmağımla, “En-nezâfetu mine’liman.” hadisini yazdığımı hatırlarım ki, o adam da bana vakti olmadığını mazeret diye ileri sürmüştü. Bence öğrenilmek istenen şeyin kabiliyet nispetinde öğrenilmesine tembellikten başka bir engel yoktur.
Vali Abdurrahman Paşa ile mühürdarlığı, mektupçu kalemi mümeyyizliği, Vilayet gazetesi muharrirliği ve bir müddet sonra idadi mektebinin Mecelle ve Mülkiye kanunları hocalığı da ilave edildiğinde Kastamonu’da altı; mektupçu mümeyyizliği ve mektupçulukla İzmir’de iki; vali muavinliğiyle Edirne’de iki; yani hepsi on sene onunla birlikte gece gündüz çalışmakla beraber Fransızca öğrenmeyi de ihmal etmedim.
Kastamonu’ya geldiğim sıralarda Isparta Rüştiyesi arkadaşlarımdan İstanbul’da bulunan merhum Halil Edip Bey’e Fransızcaya çalıştığımı yazarak bir gramer, lügat ve ileride okumak üzere manzum, mensur bir iki kitap göndermesini rica ettim.
Halil Edip, Vizantapin grameriyle Şemseddin Sami’nin küçük Kamus-ı Fransevi’sini, Tresor Poetique adlı antolojiyi; meşhur Paul et Virginie hikâyesiyle Lamartine’in Graziella’sını yolladı.
Sadrazamlıkta bulunduktan sonra valilikle Kastamonu’ya gönderilen rahmetli Abdurrahman Paşa kar gibi beyaz sakalıyla, sanki iyi çalışırsa mutasarrıflığa terfii vaat edilmiş genç bir kaymakam gibi çalışır ve kâtipleri, memurları da öyle çalıştırırdı. Kendisi çalışırken yanındakilerin boş durmaları onu rahatsız ettiğinden mutlaka başka bir iş bulurdu. Az çok ehemmiyetli yazı müsveddeleri paşa tarafından düzeltilerek, iki üç defa müsvedde yollu yazıldıktan sonra temize çekilebilirdi. Hele gazete müsveddelerini, ben de mutlaka yanında bulunmam şartıyla, çok dikkatli bir sansür gibi kelime kelime tetkik etmedikçe bastırmazdı. Kastamonu’daki işlerim yalnız mektupçu mümeyyizliğiyle, gazete muharrirliği ve kanun hocalığından ibaret değildi, ikişer gece satranç oynamak, çeşitli şerhlere müracaatla Mesnevi okumak da vazife hâlindeydi.
Bunlardan başka paşa, iki seneden ziyade süren bir iş daha bulmuştu. Haftada iki geceyi de eski Arap âlimlerinden Keşşaf’ın “Muhâdarât” kitabından manzum, mensur güzel sözler seçerek tercüme ile gazeteye tefrika ediyorduk. Seçim birlikte yapılıyordu. Ben tercüme ediyordum, paşa karşılaştırıp tashih ediyordu. Hatta bu tercümelerden birinde “bahîl” kelimesini “pinti” diye çevirmiştim: Ertesi gün gazetenin tirajı yarıyı geçtikten sonra paşa fevkalade telaşla makineyi durdurttu. Pinti sözü meşhur “Pinti Hamit” hikâyesini hatıra getirir düşüncesiyle kelimeyi “hasis”e çevirdi ve basılmış 1500 nüshadaki “pinti”leri birer birer kazıtarak düzelttirdi. Galiba o yıllarda “Ahterî-i Kebîr” isimli lügat kitabında “Ebu Hamit” kelimesi “ayı denilen canavar” diye tercüme edilmiş ve kitap İstanbul’da toplattırılmıştı. Herhâlde paşa bundan kuşkulanmış olsa gerektir.
Hem çok, hem de paşanın her işte vesvese derecesine varan itinasından dolayı ağırlaşan vazifeler, Fransızcaya çalışmak için bana ancak geceleri bir saat zaman bıraktığından, birer saat de uykularımdan kesmek zorunda kaldım. Halil Edip’in gönderdiği kitaplardan, tabi olduğu üzere, en evvel gramere başladım: O vakit Arap gramerlerine ait bilgim kuvvetlice olduğundan Fransız gramerine ait bilgileri kolaylıkla öğrenebiliyordum. Birkaç ayda bunu bitirdim. O sıralarda merhum Beşir Fuat’ın neşrettiği daha mufassal gramerden çok faydalandım. Bazı sigalarla (kip) kaideye uymayan fiilleri cep defterime yazarak ara sıra bakmak suretiyle ezberledim. Diğer üç kitabımdan birini tercih ile muntazaman okumaya cesaret edemeyerek, gramer okurken ara sıra bunları da karıştırıyor, bilhassa “Şiir Hazineleri”ndeki kısa manzumeler üzerinde biraz durarak, kendisiyle konuşmak istediğim hâlde dilini bilmediğim sevimli bir yabancı ile karşılaşmış gibi oluyordum. Nihayet, bu kitaplardan birine başlayarak lügate baka baka okumaya karar verdim. Fakat hangisine başlamalı? Paul et Virginie, küçük formada, pek ufak harflerle basılmış olduğu için hecelemek zor geldi. Kıtası ve harfleri büyük olan Graziella’ya başladım. Paul et Virginie sade bir hikâye olduğu hâlde, Lamartine’in yüksek bir üslup ile yazılmış olan kitabına, bilmeyerek başlamış oldum. Cehalet cezası olarak anlamak güçlüğüne rağmen devam ettim.
Kelimelerinin belki onda birini bile bilmediğim ilk yarım sayfayı zorlukla okudum. Bazen hem lügate bakmak, hem de gramere müracaat etmek ihtiyacı da hasıl oluyordu. Bu suretle okuduğum sayfalar çoğaldıkça lügate bakmak mecburiyeti azalıyordu. Her cümlenin manasını anlar gibi oldukça büyük bir kale fethetmişçesine seviniyordum. Lügat yardımıyla kitap okumak cüreti bana Abdurrahman Paşa’dan geçti sanırım. Çünkü o, yıllardan beri abone olduğu Le Temps gazetesini en ziyade lügat yardımıyla okurdu. Mamafih siyasi mevzularda kullanılan Fransız kelimelerinden birçoğunu bilirdi. Graziella’da lügate baktığım kelimelerin Türkçelerini sayfa kenarına yazmış olduğumdan, bu kitabın yarılarına kadar devam eden bu müracaat, sayılarak, her sayfada ortalama kırk defa lügate baktığım anlaşılmıştı.
Fransızcayı ilerletmek için İzmir’den daha uygun bir muhit olamazdı. Fakat ben, birçok vazifelerle gece gündüz meşgul olduğumdan, her kimse ile görüşmek fırsatını pek az bulabiliyordum. Aziz dostum Uşşakîzade Halit Ziya Bey oradaki Osmanlı Bankası şubesinde kâtipti. İlk fırsattan istifade ederek, vilayetin ecnebi işleri başkâtipliğine tayini için delalet ettim. Yakın bir gelecekte müdür olmasına çalışacaktım. İzmir’de Fransızcayı iyi bilen ve Türkçede olduğu gibi bu dili de pek itinalı söyleyen bir gençti. Fransızcada kendisinden çok yardım göreceğimden memnun olmakta iken, kısa bir müddet sonra tütün rejisinden teklif olunan bir memuriyeti kabul ederek İstanbul’a gitmesi beni çok meyus etti. Bu sebeple İzmir’de ve sonra yine Abdurrahman Paşa’nın arkasından vali muavinliğiyle gittiğim Edirne’de arttıkça artan vazifelerden dolayı Fransızcam büsbütün bırakılmış değil idiyse de, Kastamonu’daki derecesinden pek az yükseltebildim. İki sene sonra Dedeağaç’a mutasarrıf oldum.
Birkaç ay sonra mutasarrıf muavinliğine tayin olunarak oraya gelen Kalaisaki isimli ihtiyar Rum, arayıp da bulamadığım âlim bir adamdı. Fransızca ve Latinceyi tamamıyla bilmesinden başka Türkçeyi de oldukça iyi konuşuyor ve anlıyordu. Canlı bir şiir hazinesiydi. Bu dillerin Türkçeden gayrı olanlarında birçok manzumeleri su gibi ezbere okurdu.
Ben, Fransızca yazmayı hiç hatıra getirmemekle beraber, üç kelimeyi birleştirerek söyleyemediğim gibi bunları doğruca ve kolaylıkla telaffuz edemiyor, başkasının söylediklerini ise hiç anlayamıyordum. Çünkü daima sessiz okuduğum için kelimeleri yalnız gözlerim tanıyor, dilim ise kolaylıkla dönmüyordu.
Kalaisaki’nin Fransızcaya vukufu anlaşılınca, kendisinden istifade hususunda acele ederek, bu dile nasıl başladığımı, nasıl çalıştığımı anlattım. Beni gramerden imtihan etti. Kendisinden ders almaya muhtaç olmadığımı, fakat en yüksek kelimelerden tahminen iki üç bin kelime bilip de konuşmada kullanılan bayağı sözleri bilmediğime ve kulaktan anlamadığım gibi kelimeleri kolayca telaffuz etmediğime şaşarak:
“Sizin için yapılacak şey…” dedi. “Dili söylemeye ve kulağı anlamaya alıştırmak üzere Fransızca konuşmak ve şiir ezberleyerek daima yüksek sesle okumaktır.”
Kendisinin ezber bildiği manzumelerden birkaçını yazarak bana verdi. Benim bunları yazıp bir iki defa okumayla ezberlediğimi görünce, manzumelerin sayısını arttırdı. Ezberlediğim şeylere mahsus olarak dilim ve kulağım biraz yola gelir gibi oldular. Fakat söylemek istediğim sözleri söylerken cümlelerin tertibini koruyordum. Hiçbir şey yazmak tecrübesinde bulunmayarak, bir buçuk sene kadar bu suretle yalnız okumaya ve ezberlediğim şiirleri tekrara devam ettim. Çünkü bir gün gelip de nazım değil nesir bile yazabileceğimi hiç ummadığım için yazı egzersizlerini boşuna zahmet sayıyordum.

Konya’dan Kastamonu’ya
1885 Şubat’ının on yedisinde, şiddetli bir poyraz, yerdeki karları savururken Konya’dan ayrıldım.
Bindiğim araba, o zamanlarda “Tatar arabası” denilen, kaba hasır ve Amerikan beziyle örtülmüş, yaysız bir yük arabasıydı.
Konya’dan Niğde’ye, en kestirme yol olan İsmail, Karapınar ve Ereğli yoluyla mahfe veya hayvan sırtında, altı yedi günde gidilirken, Tatar arabaları, bu mesafeyi dört günde aldıkları için, onlara “Hasret kavuşturan!” derlerdi. Konya’da, Bursa’da arabacılık, şekercilik vesaire bazı sanatları, 1878’deki meşum harpte Rus istilasına uğrayan memleketlerimizden hicret eden Türkler ve Tatarlar getirmişlerdi.
Yedi ay evvel, yani temmuz ayında izinli olarak Niğde’ye giderken, daha kestirme diye tuttuğumuz bu yolda başımızdan geçenler bende unutulmaz intibalar bırakmıştır.
O zaman, Konya’dan çıktığımız günün ertesi öğle zamanında vardığımız bir köyde hiç kimseyi bulamayarak, ben araba içinde yemek; araba beygirleri, koşumları çözülmeksizin başlarına takılan torbalarda saman yerken, hiçbir şey düşünmeyerek arabadan indim. Yemeği bir duvarın gölgesinde tamamlıyordum. Bir aralık araba beygirleri kulaklarını oynatıp torbalarını sallayarak birbiriyle şakalaşmaya başladılar. Fakat bu şaka birdenbire ciddi ve tehlikeli bir şekil aldı. Galiba arabaya koşumlarla bağlı olduklarını unutarak birbiriyle bir koşu müsabakası yapmaya kalkıştılar. Köyün önündeki çok geniş sahada iki üç devir yaptılar. İlk devirde araba devrildi. Onlar arabayı sürüklemeye devam ettiler. Tekerlekler fırladı; arabanın üstü uçtu, bizim eşyanın her biri bir yerde kaldı. Nihayet arabacı, uşak, zaptiye zorlukla durdurabildiler.
Kılavuzluk etmek üzere Konya’dan bize yoldaş edilen zaptiye süvarisinin, bu yolu hiç bilmediği hâlde, sırf Ereğli’deki ailesiyle görüşmek için bu vazifeyi üzerine aldığı anlaşılarak, onu Konya’ya döndürdükten sonra biz işe başladık. Temmuz güneşinin altında arabacı, uşak ve ben tam iki saat çalışa, çabalaya arabanın kırıklarını, söküklerini urganla, kayışla ve zincirle şöyle böyle bağlayarak, gideceğimiz yöne yılankavi uzanan bir yolu tuttuk.
Biz ıssız köyden ayrıldıktan biraz sonra havada kapkara bulut sürüleri birbirini kovalamaya başladılar. Bu esnada araba, kağnı tekerleklerinin açtıkları ve asırlardan beri gelen geçenin çiğneye çiğneye otuz santimden ziyade derinleştirmiş oldukları iki paralel çukur yola girmişti. Bu, bütün parçaları kırık, dökük araba ile bu yoldan çıkmak için sağa sola sapmak imkânı yoktu.
Kaderin çizdiği görünmez hayat yolu gibi nereye varacağını bilmeyerek bu çift ve derin yolu takibe mecburduk. Ettik. Temmuzda eşini görmediğim, şiddetli bir yağmur başladı. Doğu ve güney ufuklarının nihayetindeki birkaç mor, mavi dağ tepelerinden başka bir şey görünmeyen Konya çölü, yarım saat içinde bir deniz hâlini aldı. Çukur yollar doldu. Sular beygirlerin diz kapaklarına çıktı. Araba altı düz bir sandala yahut yandan çarklı bir vapur yavrusuna döndü. Nihayet zifiri bir karanlık ve hudutsuz bir su içinde kaldık. Bir tufan başlangıcında bulunuyoruz gibiydi. Bela bu kadarla kalmadı. Kulak zarını patlatacak derecede müthiş tarrakalarla şimşekler, yıldırımlar birbirini takip etti; ikisi pek yakın olmak üzere etrafımıza tam on dört yıldırım düştü.
Kötü bir tesadüf olmak üzere, beş on gün evvel yağmurdan kaçarak bir ağaç altına sığınan dört köylüden üçünün yıldırımla ölmüş olmaları münasebetiyle, Vali Said Paşa, yıldırımlara, bunların acayipliklerine, korunmak için lazım gelen tedbirlere dair, o güne kadar bilmediğim şeyler söyleyerek, bu parlak belalar hakkında beni aydınlatmıştı. Keşke etmeseydi. Mademki korunmaya imkân yok, “Külli câhilun cesur.” dedikleri üzere, cehalet cesaretiyle daha az korkardım.
Şimşeklerin, yıldırımların ani ışıkları ve yalnız iki beygirin sırtlarıyla kulaklarında, sayısız billurdan teller gibi ışıldıyan yağmurdan başka önümüzde hiçbir şey göremiyordum.
Bir aralık bir köpek sesi işitir gibi oldum. Kurtuluş müjdesi gibi gelen bu sesi can kulağıyla, bir daha duymak için boşu boşuna bekledim. Biraz daha su içinde gittikten sonra beygirlerin susuz yere bastıklarını hissettim. Araba hafif meyilli bir bayırı çıkmaya başladı. Koyu karanlığı ani de olsa yırtan şimşekler, yıldırımlar durdu.
Araba, meyli gittikçe ziyadeleşen bir yokuşu tırmanıyordu. Nihayet bir düzlüğe çıkar çıkmaz sola döner gibi oldu ve gıcırdadı. Bu anda beygirlerin bastıkları yerin altı boşmuş gibi derinden kaba sesler ve onların ardından da bir gürültü, anlaşılmaz bağrışmalar, çığlıklar duyulmakla beraber, tekerlekler taşa çarparak, araba irkildi ve yorgun hayvanlar durdular. Ben kâbusa tutulmuş gibi oldum. Meğer bu koyu karanlık içinde beygirler köy odasının damına çıkmışlar!
Büyük bir tepenin yamacına kurulmuş olan bu köyü ufki olarak ikiye bölen bir yolun seviyesine kadar yükselen bu odanın damını, yalnız bir sıra taşla yoldan ayırmışlar. Köpek sesi gelen tarafa gitsek, gidebilsek köyün önüne gelirmişiz. Köy evlerinin damları seyrek seyrek hezen denilen cılız ağaç direkler uzatılıp üstlerine çalı, çırpı, buğday, arpa sapları gibi şeyler döşenerek toprakla örtüldüğü için, eğer bu bir sıra taş tekerlekleri durdurmasaymış araba dam üstüne çıkacak; bizim ne olacağımız belli değilse de, damı çökerterek teravih namazı kılan köylüleri ezeceğimiz veya damdan aşağı uçacağımız muhakkakmış!
Köylü cemaat de biz de büyük ve müthiş bir tehlike geçirmiş olduk. Birbiri ardınca on dört yıldırımdan dehşete düşmüş olan köylüler, sükûn ve huzur ile kıldıkları namaz esnasında, damın üstünde atların tepindiğini ve araba gürültüsünü duyunca can korkusuyla birbirini çiğneyerek sokağa fırlamışlar. Bu korkunç ve feci tehlikeyi atlattığımız için onlar bizi, biz onları tebrik ettik. Köylüler, kurtulduklarına teşekkür için teravih namazını iki rekât fazla kılacakları yerde, şaşkınlıkla asıl namazı tamamlamayı unuttular.
Abdurrahman Paşa’nın bir gün evvel Kastamonu’ya varmamız lüzumunu bildiren telgrafı üzerine, Niğde’de yalnız bir hafta kalarak, on dokuz gün sonra Kastamonu’ya vardık.
Atla, araba ile gittiğim bu uzun yolda çektiğim zahmet ve güçlüğü yazmayarak; yalnız Nevşehir, Yozgat, Çorum, Osmancık, Hacıhamza ve Tosya kasabalarındaki eşraf ve memurlarımızdan gördüğüm misafirperverlik Türk geleneğine tamamıyla uygun olduğundan yarım asırdan ziyade bir müddet sonra olsa da, bundan iftiharla bahsetmek benim için pek lezzetli bir vazifedir.

KASTAMONU

Vali Abdurrahman Paşa
1885 senesi Mart’ının başlangıcında Kastamonu’ya vardım. Kışın en şiddetli bir zamanında Konya’dan Niğde’ye kadar olan dört günle beraber on dokuz gün kadar süren bir yolculukta kardan, soğuktan ziyade muntazam yol olmayışından; nakil vasıtalarının ilkelliğinden; kasabalara tesadüf etmeyen konaklarda, köy odalarında yahut ahır kabilinden hanlarda gecelemek sefaletinden çok rahatsız olmuştum.
Meşhur Germiyanoğlularından Vezir Hacı Ali Paşa’nın oğlu olan Abdurrahman Paşa beni umduğumdan ziyade kibarca iltifatlarla kabul etti ve aile getirmediğim için vali odasının yanında bana bir oda ayırttı. O zaman takriben kırk beş, kırk altı yaşlarında bulunan paşa, vücutça gürbüz ve siyah kaşlarıyla kirpiklerine rağmen saçı, sakalı, bıyığı tamamıyla ağarmış; pembe yanakları, etrafına kar yağmış kış elmasına dönmüş, yüzü vakur bir güzellik almıştı.
Görenlere mutlaka hürmet hissi veren yüzünün mehabetini, eski başvekil (sadrazam) unvanı da arttırmaktan geri kalmıyordu sanırım. O zamanlardan beri düşlerimde en ziyade gördüğüm üç insandan biri Abdurrahman Paşa, biri babam ve biri Said Paşa’dır ve bunlar birbirine uyum sağlarlar.
Konya’dan Kastamonu’ya kadar uğradığım nahiye, kaza ve liva merkezlerinde Abdurrahman Paşa’nın namusluluğu kadar azametinden de bahsedilerek: “Allah yardımcınız olsun.” diyenler eksik olmamıştı. Bu yüzden yalnız ilk gördüğüm günde değil tamamıyla alışıklık hâsıl oluncaya kadar kendisine yaklaştıkça yüreğimde bir çarpıntı peyda olurdu.
Paşanın eski adamlarından olan, Defter-i Hakani Müdürü Reşit Bey’in ikide birde: “Allah selamet versin, paşamız demir leblebidir. Üç senede dört mühürdar kaçırdı.” demesi de beni dehşete düşürüyordu.
Paşa yalnız uyumak veya abdest almak için harem dairesine gider, namazı ekseriyetle vilayet dairesindeki mescitte cemaatle kıldığı gibi sabah kahvaltısından başka yemekleri de cemaatle yerdi.
Sofrada en az sekiz on kişi bulunurdu. “Vekilharç” demek olan daire müdürünü, daire imamını ve halayıklarından biriyle evlendirdiği uşağını da sofrada bulundurduğuna bakarak, ben onun meşhur kibir ve azametinden her gün bir miktar indiriyordum.
Ben yalnız sofra cemaatine değil namazların bazılarına da iştirak ediyor, Konya’daki namaz borçlarımı bitmez tükenmez tespih namazlarıyla ödüyordum.
Paşanın meşhur kibri, azameti bir vali, hatta bir insan için vazife esnasında gösterilmesi lazım olan ağırbaşlılığından ibaret gibidir. Mesela satranç oynadığımız, çeşit çeşit güldürücü fıkralar söylediğimiz bir gecenin sabahında, makamına siyah setre (ceket) ile girmek mecburi gibiydi.
Abdurrahman Paşa yalnız gündüzleri değil, geceleri de ezani saat dörde, beşe kadar çalışırdı. Büyük devlet adamlarından tanıdıklarım arasında onun kadar bütün fikir ve zamanını vazifesine hasretmiş bir zata rast gelmedim.
Başvekâlette bulunduktan sonra Kastamonu’ya gönderilen Abdurrahman Paşa’da benzerlerindeki küskünlükten eser görünmezdi.
Mektupçu akşamdan sonra yazı işleriyle uğraşabilmek kabiliyetini kaybettiğinden, o müstesna olmak üzere beni ve idare meclisinin ikinci kâtibiyle mektubi kalemi müsveddecilerinden Ahmet Rıfat Bey’i[4 - Ahmet Rıfat, İzmir mektupçuluğundan emekli olarak İzmir’de idi.] pek ziyade çalıştırırdı.
Haftada iki gece, ders yapar gibi muntazaman Mesnevi okunur ve nispeten işsiz gecelerde satranç oynanırdı. Bilip bilmediğimi sorduğu zaman olumsuz cevap vermediğime pişman olmuştum. Çünkü satranç oynadığım gece uykumdan mahrum olurdum.
Resmî, hususi evrakın fevkalade olarak fazlaca bulunduğu bir posta günü sabahtan akşama kadar ben, idare meclisi kâtipleri ve Ahmet Rıfat Bey, hiç dinlenmeden çalışarak hepsini cevaplandırmıştık. Paşa sofrada:
“Bugün çok çalıştınız.” dedi. “Bu geceyi sohbetle geçiririz!”
Paşanın işsiz duramayacağı gibi yanında bulunanları da işsiz bırakmayacağını hepimiz bildiğimizden, manalı bakışlarla birbirimize baktık. Sofradan kalkınca, bana:
“Aziz!” dedi. “Sigarayı içeride içersin.”
Paşa bana “Aziz!” diye hitap ederdi. Bir sigara içecek kadar da uzaklaşmamı uygun görmediğinden, fevkalade bir imtiyaz olarak, yanında sigara içmeme müsaade etmişti. Paşa odasına girince arkadaşlara:
“Bu geceyi sohbetle geçireceğinize inandınız mı?” dedim.
İkisi gülerek:
“Mümkün mü?” dediler.
Ahmet Bey:
“Öyle ama…” dedi. “Ne iş bulacak? Posta gitti, okutacak, yazdıracak bir şey de kalmadı.”
Ben:
“Paşa isterse yazdıracak da, okutacak da bulur, bulamazsa icat eder…” dedim.
Paşa odasında bir iki lakırdı ettikten sonra, yazıhanesinden bir mektup çıkardı:
“Sırr-ı Kuran’ isimli eserinden bir nüsha hediye ettiğine dair Sırrı Paşa’nın mektubu. Bir cevap müsveddesi hazırlayın!” dedi.
Ben yazarken, meclis kâtiplerine, o gece sabahlara kadar da bitiremeyecekleri yazılar buldu. Fakat Ahmet Bey’e bulamadığı için canı sıkıldığını hissediyordu. Nihayet:
“Ahmet Bey, teneffüs odasının masası üstünde Abidin Paşa’nın gönderdiği altı cilt Mesnevi şerhi vardı, onları getiriniz.” dedikten sonra fildişi kâğıt keseceğini alarak evirip çevirmeye başladı. Kitaplar gelince:
“Bunları açın!” diye keseceği Ahmet Bey’e verdi.
Benim işim beş on dakikada bitti. Paşa ile konuşuyorduk. Üç arkadaş işlerine devam ettiler. Ahmet Bey, paşanın icat ettiği işi bitirince, kâğıt keseceğini gülümseyerek onun önüne koydu. Paşa derhâl saatine baktı:
“Dört!” dedi. “Daha bir saatimiz var. Kuzum Ahmet Bey, arada açılmamış yapraklar kalmışsa, ben onları okurken sabredemeyerek parmakla yırtmaya mecbur olurum. Baştan başlayarak bir yoklama yapınız…”
Zavallı Ahmet Bey, altı cildin bütün yapraklarını birer birer yoklamaya mahkûm olmuştu.
Abdurrahman Paşa’nın kendine mahsus olan yazı tarzı için numune olmak üzere, Çankırı Livası’ndan dışarıya, meydana çıkarılmasını, mahalli idare meclisinin kararıyla menettiklerine dair mutasarrıf vekilinden gelen telgrafa bizzat kendisinin yazdığı cevabı harfi harfine buraya yazıyorum:
“Heyet-i meclisle zatınız ne malumatsız, saygısız adamlarsınız. Böyle zahire ihracı memnuiyetine istizan ve iradesini istihsal etmedikçe vilayet de mezun değildir. Öyle had ve salahiyetiniz haricinde bir harekete nasıl cesaret ettiniz? Eğer ki liva mutasarrıfıyla muhabere ettiniz de o da tecviz ettiyse, cehalette sizden geri kalmıyormuş demektir. Serian iptal ilan ediniz ve halka telaş vermeyiniz…”

Abdurrahman Paşa – Dağıstanlı Takiyüddin Efendi – Dümtekli Namaz
Ben Kastamonu’da iken Kastamonu mebusu merhum Hafız Mahir Efendi, zamanın genç âlimlerinden ve Kastamonu şairlerinin ileri gelenlerinden olduğu için Abdurrahman Paşa’nın teveccühünü kazanmıştı. Evvela Bidayet ve sonra İstinaf Mahkemesi azalığına tayini; sonra Kastamonu’da Kâbe anahtarını taşımak vazifesi kadar mühim olan Nasrüddin Cami hatipliğine seçilmesi bu teveccühün eserleriydi.
Mahir Efendi haftada iki gece muntazaman vilayet dairesine gelerek hoca sıfatıyla, bununla beraber muhtelif şartlara müracaat edilerek Mesnevi dersine iştirak ve Abdurrahman Paşa’nın hususi imamı varken, bulunduğu zamanlarda kendi imamlık ederdi.
Bir akşam, beş on gün evvel Çorum’dan gelip bir medresede oturan Dağıstanlı Takiyüddin Efendi ile görüştüğünü, âlim ve münzevi bir zat olduğunu söylediğinden, Abdurrahman Paşa:
“Yarın akşam yemeğine getiriniz de görüşelim.” dedi ve öyle oldu.
Cidden pek vakarlı ve sözü düzgün olan Takiyüddin Efendi, temiz bir hoca kılığında geldi. Beyaz sarığı altında simsiyah sakalı, bıyığı, yüksek boyu, nüfuzlu bakışları, keskin zekâsı, geniş malumatı, bilhassa hafızasının eşi bulunmaz kuvvetiyle paşayı derhâl büyüledi.
Paşa bu zatta ilim ve irfanın üstünde bir velilik kuvveti bulunduğunu zannederek nasıl hürmet edeceğini bilemiyordu..
Takiyüddin Efendi, İslam âleminin uzak, yakın her tarafını tekrar tekrar dolaşmış, nerede bir kütüphane ve kütüphanede Arapça, Acemce ne kadar kitap bulmuşsa okumuş, ezber ederek ayaklı bir kütüphane olmuştu. Yalnız Kur’an’ı, Mesnevi’yi değil, Arap’ın, Acem’in en büyük âlimlerinin, şairlerinin en seçme eserlerini, dolmak bilmeyen hafızasına nakletmişti.
Ertesi sabahtan itibaren Takiyüddin Efendi’nin medrese hücresindeki biri seçme kitap, diğeri esvaplarını havi olan iki heybesi daireye nakledildi.
Ne olduysa zavallı Mahir Efendi ile bana oldu. Mahir Efendi daireye âlim bir adam değil, kendi ayakları altına konacak bir karpuz kabuğu getirdi. Çünkü paşa, Mesnevi’yi muntazaman ve yalnız başına Takiyüddin Efendi’den okumaya karar verdi. Bana gelince, odam Takiyüddin’e ve “Aziz” unvanım da, manası büyültülerek ona verildi. Birkaç gün sonra Takiyüddin’le dost olduk.
Paşa ile Mesnevi dersine başladıklarından üç dört gün sonra, memuriyet ilavelerinden biri eksildi diye memnun olarak odadan çıkmak isterken, Takiyüddin Efendi, paşaya:
“Hâzim Bey daima birlikte bulunsun.” dedi.
Takiyüddin Efendi’nin her sözünü paşa yerine getirilmesi lazım bir emir şeklinde kabul ettiğinden, derhâl:
“Çok iyi olur.” dedi.
Fakat iyi olmadı. Çünkü bir müddet sonra paşa bir iki mısrayı vezne uygun okuyamadığı için Takiyüddin kızarak, küçük bir çocuğa ders veriyor gibi homurdanmasından dolayı paşanın gözleri yaşardı. Baba gibi sevdiğim paşanın yanımda böyle hırpalanmasına tahammül edemediğimden bir vesile ile oradan çıkmış ve paşanın değil, Takiyüddin’in ısrarına rağmen: “Benim için her sohbetiniz bir derstir. Mesnevi dersinden beni affediniz; işlerim de buna müsait değildir.” diye itiraz etmiştim.
Bir daha da bulunmadım. Paşanın kibrinden, azametinden bahsedenler, onun Nakşibendiliğin Haliti koluna mensup bir derviş olduğunu ve hususi hâlini bilmeyenlerdir.
Paşanın kendisinde bir veli kuvveti var sandığı Takiyüddin’le dostluğumuz ilerleyince kendisine Fransızca öğretmemi arzu etmiş ve yazdığım alfabeyi iki üç günde öğrenerek okumaya, yazmaya başlamıştı. Dünya siyasetine dair cidden dikkati çeken mülahazalar ileri sürer, büyük siyasilerden bilhassa Prens Bismark’ı sever; bizimkilerden yalnız Büyük Reşit Paşa ile Ali Paşa’yı beğenirdi.
Hükûmet mescidinde cemaatle kıldığımız bir namazda Mahir Efendi imamlık ediyor, Takiyüddin Efendi, Paşa ile benim aramızda bulunuyordu.
Kıyam hâlinde iken Takiyüddin Efendi hiddetle homurdanarak namazı bozdu ve gitti. Namaz biter bitmez paşa:
“Aziz niçin namazı bozdu?” diye sordu.
“Bilmem.” dedim. “Belki abdestinin devamında şüphe etmiştir.”
“Aman, şunu anlayıver, acaba rahatsızlandı mı?”
Takiyüddin’in odasına giderek:
“Namazı rahatsızlık yüzünden mi bıraktınız? Paşa merak ediyor.” dedim.
“Hayır.” dedi. “Hiçbir rahatsızlığım olmadığı gibi namaza devam için bir mâni de yoktu. Fakat ben dümtekli namaz kılmam.”
“Anlayamadım.”
“Dikkat etmediniz mi? Mahir, sureyi Hüseyni makamından okuyacağım diye boyuna ayaklarını oynatıp duruyordu.”
Takiyüddin Efendi, Kastamonu’da aylarca ve her bakımdan değer verilen bir misafir hayatı yaşadıktan ve iki üç ay da İnebolu’da bize arkadaşlık ettikten sonra: “Seyahat iktiza etti.” diyerek bir müddet sonra gelmek üzere İstanbul’a gitmişti. Bir medrese çömezi hâline getirdiği Abdurrahman Paşa’dan kat kat fazla azametli ve sert yüzlü olan Takiyüddin’in bu gidişi, paşanın çok sevgili oğlu Arif Hikmet Bey ve ben de dâhil olduğumuz hâlde, bütün daire halkını sevindirdiği gibi, her ne kadar ima yoluyla olsun bir itirafta bulunmamışsa da, paşada da ağır bir yük altından çıkmış olanlara mahsus bir rahatlama eseri hissediliyordu.
Bir sene kadar sonra, Abdurrahman Paşa, İzmir Vilayeti Valiliğine tayin ve benim memuriyetlerim de oraya tahvil olunduğundan, Takiyüddin Efendi İzmir’e geldi ve birkaç ay dairede kaldı. Her nedense Mesnevi dersine devam edilmedi. Takiyüddin Efendi’yle münasebetim pek dostça devam ettiği hâlde, Mesnevi’nin bırakılışı sebebini ondan ve paşadan soramadım. Yalnız gece konuşmalarına iştirak ediyordum. Fırsat buldukça bu esnada bile Takiyüddin, paşayı sıkmaktan geri kalmıyordu.
Takiyüddin Efendi, Gürün Kasabası’nda iken ara sıra mektuplaşırdık. Mektupları, Arap âlimlerinden meşhur Cahiz’in bir mektubunu uzun yazmasından dolayı, kısa yazacak kadar bol vakti olmadığı yolundaki itizarını hatırlatacak kadar kısa idi.

Patates ve Haşhaş (Afyon) Ekimi Bir Cehalet Garibesi
Memleketimizde yerleşmiş bir alışkanlığın zararlı olsa bile giderilmesi, yeni âdetlerin ne kadar faydalı olursa olsun yerleştirilmesi pek güçtür.
Kastamonu’da ve oraya bağlı yerlerin büyük bir kısmında arpa, buğday ekiminden, en verimli yıllarda bile ancak yüzde altı, yedi ve nadiren sekiz nispetinde mahsul alındığından, Vali Abdurrahman Paşa, daha bereketli ve kıymetli şeyler, bilhassa haşhaş ve patates ekilmesini istemişti. O sırada galiba yalnız Bolu Livası’nda biraz haşhaş ekiliyordu.
O zamanlarda (1888) yabancı memleketlerden getirilen patateslerin okkası Kastamonu’da iki kuruşa satılıyordu. Hâlbuki mütehassıslar, okkası on paraya satılsa bile, iyi ekilip iyi bakıldığı takdirde patatesin her dönümde iki bin kuruş kâr bırakacağını hesap ediyorlardı.
Dokuz on yaşlarımda Isparta’da haşhaş ekimini ve afyon çıkarılarak eğitimini gördüğüm için bu iş bana havale edildi. Ben de patates işini, Almanya’da ziraat tahsil etmiş olan, İdadi Mektebi Müdürü (eski Dâhiliye Nazırlarından) Celal Bey’e yüklettim.
Çalışıp uğraşarak, bütün köylünün anlayacağı sadelikte birer talimatname yazdık ve vilayet gazetesiyle neşrettikten başka üçer bin nüsha bastırarak bütün köylere gönderdik. O zaman Sinop, Bolu ve Çankırı, liva hâlinde Kastamonu’ya bağlıydı. Talimattan başka haşhaş kozalarını çizecek hususi çakılar yaptırdık ve kaza, nahiye merkezlerine birer örnek gönderdik. Afyonkarahisar ve diğer yerlerden tohumlar getirterek her tarafa bedava yolladık.
Kastamonu’da da yarım dönüm kadar birer sahaya bu iki mahsulü ektik. Neticeler muntazaman gazeteye yazılıyordu.
Kastamonu’da altmış kuruşluk buğday ve arpa alınan yerden altı yüz kuruşluk afyon ve buna yakın nispette patates elde ettik. Bağlı yerlerden bazılarında umduğumuzdan fazla mahsul elde edildi.
İkinci sene için gazete ile teşviklerde bulunduk. Ekim zamanı gelince, nerelere ne kadar ekildiğini sorduk. Hiçbir yerden memnun edici haberler alamadık. Hele Taşköprü Kazası’ndan gelen cevap şaşırtıcı ve esef verici oldu. Abdurrahman Paşa’nın hiddetinden korkarak, kazanın kaymakamı, bu haberi yalnız başına yazmaya cesaret edememiş, İdare Meclisi mazbatasıyla bildirmişti. Mazbatada:
“Afyon ziraatı külfetli ise de patates yetiştirilmesindeki kolaylıktan dolayı bu havaliye ve ahalinin kabiliyetine pek uygun ve diğer ekinlere nispetle çok kârlı olmakla beraber; babadan, dededen görülerek alışılmamış olduğu için geçen sene teşvik ile ve hatta zorla ekenlerden birçoğunun bu yıl ekmemiş oldukları maalesef bize bildirilmiştir.”
Ben her taraftan gelen cevapları ve bilhassa bu mazbatayı Vali Paşa’ya okumak üzere iken yaveri içeriye girerek:
“Tosya Kazası’ndan bir köylü geldi. Efendimize maraza varmış.” dedi.
Abdurrahman Paşa, Kastamonu’nun ileri gelen eşrafını az çok misafir odasında beklettiği hâlde, fakirleri, bilhassa köylüleri derhâl kabul eder ve sözlerini pek dikkatle dinlerdi.
Şaşılacak bir hafızası olan Paşa, Kastamonu’da dokuz sene kadar kalarak her tarafı birkaç kere dolaştığı için, köylerin birçoğunu ve ahaliden ileri gelenleri tanır, bir iş için kendisine müracaat edenleri ahbapça kabul eder, işlerini süratle takibettirirdi. Abdurrahman Paşa, Tosya’dan gelen köylüye, kendisine müracaatının sebebini sordu. Köylü:
“Efendime teşekkür için geldim.”
“Hayrola?”
“Bıldır, bizim kazaya afyon tohumu yollayıp bunları köylüler eksinler buyurmuşsun…”
“Evet…”
“Kaymakam, bu tohumlardan Kargı Nahiyesi’ndeki bizim köye de gönderdi. İmam kâğıdını okudu. Birkaç kişi ektik. Askerden dönen kayınbiraderim Mehmet, kura memura bir binbaşıyla Afyonkarahisar’a gitmiş, afyon ekimini, dikimini ve kozalakların çizimini biliyormuş. Bizim su basan büyük tarlaya ektik. Tosya’da birkaç çakı yaptırdık. Allah verdikçe verdi. Haşhaşlar büyüdü, çiçeklendi, kozalaklarını çizdik. Suları çıktı ve bal gibi koyulaştıktan sonra, efendime söyleyeyim, topladık. Bunlar afyonmuş. Mehmet bunlardan yuvarlaklar yaptı. Tosya’ya götürüp sattık, biraz ucuz sattığımızı sonradan anladık. Fakat çok şükür buğdaydan ziyade kâr ettik. İşte bu afyon kârıyla, İstanbul’da börekçilik yapan biladerimi görmeye gidiyorum.”
Paşa pek sevinçli bir yüzle:
“Çok memnun oldum. Mademki faydasını anlamışsınız, bundan sonra hükûmetin emrine, teşvikine hacet kalmamış demektir.” dedikten sonra bana:
“Bu haberi kim bilir nasıl canlandırarak gazeteye yazacaksınız!” diye ilave etti.
Zahmetlerimin biricik mükâfatı karşısında ben de çok sevindiğim için:
“Evet efendim.” dedim. “Nasıl yazsam hakkımdır.”
Söz bitti, fakat köylü sandalyeden kalkmıyordu.
“Baba!” dedim. “Daha bir diyeceğin var mı?”
Köylü, kulağının arkasını kaşıyarak:
“Yok. Fakat Paşa Efendi’nin emrini tutarak yolladığı tohumlan ektik. Hazır İstanbul’a da gidiyorum, bahşiş filan yok mu?” demesin mi?
Fena hâlde kızan paşa bir “lahavle velâ…” dan sonra bana:
“Bunun cevabını siz veriniz!” dedi.
Utanmaz köylü, sanki paşada bir alacağı olduğu hâlde verilmemiş gibi asık bir suratla çıktı, gitti. Şüphesiz bu, köylünün cahil oluşundan ileri geliyordu.
Cahil deyince koyu ve umumi gibi bir cehalet olayı hatırladım.
1305 (1888) Zilkade’sinin (Aralık) yirminci gecesi alaturka saat altı sıralarında Kastamonu’nun kenar mahallelerinden birinde, bir sarhoşun havaya attığı birkaç el silah, halkın uykusunu başına sıçratmış ve ayın kaçı olduğunu düşünemedikten başka gökyüzüne bakmayı bile akıl edemeyenler veya koyda ayı biraz küçülmüş görenler “Tutuldu.” sanarak silah atmaya, lenger, tencere kapağı çalmaya başlamışlardı.
Bir buçuk saat kadar süren bu cehalet garipliği, şehrin muhtelif semtlerinde atlı jandarma gezdirip:
“Ay yirmi günlük olduğu için yarımdır, tutulmamıştır!” diye bağırtmak suretiyle önlenebilmişti.

Abdurrahman Paşa ile Müşir Said Paşa Arasında Bir Mukayese
Karakterinden evvelce bahsettiğim Abdurrahman Paşa ile Konya Valisi Müşir Said Paşa arasında, şahsımla olan münasebetleri bakımından, kayda değer bir hatırayı nakledeceğim. Bu hatıram, aynı zamanda Konya’dan Kastamonu’ya ne suretle çağırıldığımı da aydınlatacaktır.
Bir gün, Konya’da Mektupçu Nâzım Bey, yazdığı bir müsveddeyi bana vererek:
“Vali Paşa acele ediyor.” dedi. “Ben İdare Meclisine gitmek mecburiyetindeyim. Bunu siz takdim ediniz.” Müsveddeyi götürdüm. Paşa vilayet mühendisiyle bir şose ve köprü projesini tetkik etmekte olduğundan, girdiğimi görmedi. İki üç dakika kadar ayakta ve kapının yanında durdum. Paşa mühendise bir şey söylemek için başını çevirince beni görerek sordu:
“Hemen şu anda mı geldiniz, yoksa biraz evvel kapının açıldığını duyar gibi olduğum zaman mı girmiştiniz?”
“Evet efendim. Biraz evvel girmiştim.” dedim.
Eliyle hemen yer gösterdi:
“Bakınız.” dedi. “Burada iki kanepe, iki koltuk, altı sandalye ve fazla olarak da upuzun bir sedir var. Bunların yalnız ikisini Mühendis Efendi’yle ben işgal ediyoruz. Ötekiler hep boş ve her biri oturmak için önceden verilen birer izindir. Böyle olduğu hâlde, ‘Oturunuz.’ demek gibi bana, meşguliyet arasında ihmal edebileceğim bir vazife yüklemeniz doğru değildir. Benim müşir ve vali olmam, sizden çok yaşlı bulunmam, sizin genç ve bir meclis kâtibi bulunuşunuz bana karşı insanlık hak ve şerefinizden bir şey azaltamaz. İçeri girince mademki ben meşgul olduğum için sizi görmedim; ya çıkıp giderek tekrar gelmeli veya elinizdeki kâğıt her ne ise onu yaverle göndermeli yahut boş sandalyelerden birine oturmalıydınız. Bu hâl bir kere daha tekrarlanırsa gerçekten gücenirim.”
“Mektupçu Bey’e emir buyurmuş olduğunuz acil olan müsveddeyi getirmiştim.” dedim.
Kâğıdı aldı, okudu:
“Pek güzel yazılmış!” diyerek iade etti.
O günlerde benimle görüşmek için matbaaya sarışın bir topçu mülâzımı geldi (Damat Ferit’in son kabinesi zamanında İstanbul muhafızlığında bulunan ve Harbiye Mektebinde “Tatar Seyit” lakabını almış olan Mirliva Seyit Paşa). Konya gazetesindeki bir makalem nasılsa hoşuna gitmiş olduğundan benimle tanışmak için geldiğini söyledi. Ahbap olduk. Onun İstanbul şivesiyle konuşması ilk görüşmede hoşuma gittiği için bundan faydalanarak Niğde, Isparta ve Antalya şivelerinin bir karışımı olan dilimi mümkün mertebe düzeltmek için bir evde oturmamızı teklif ettim. O da memnuniyetle razı oldu.
Seyit Efendi, iki üç ay sonra İstanbul’a döndü. İyi bir tesadüf olmak üzere o senelerde ihdas olunan Konya Aşar Nezareti Kâtipliği ile oraya gelen Nazif Bey de İstanbullu şen bir genç olduğundan, Seyit Efendi’nin bizim evde boş bıraktığı yeri doldurmakta gecikmedi. Mektupçu Nâzım Bey’le haftada üç dört gece birlikte bulunduğumuz gibi bazen de sabahları evine uğrayarak hükûmet konağına onun arabasıyla giderdik. Bir sabah kendisini bir şey yazmakla meşgul buldum.
Arkamdan vali yaveri gelerek mühim bir meselenin müzakeresi için hemen vali konağına gelmesini bildirdiğinden Nâzım Bey elindeki kâğıtla beraber bir telgraf uzatarak, bana:
“Bundan senin hiç haberin olmayacaktı; fakat Vali Paşa’nın müzakere için çağırdığı meseleyi biliyorum. Uzun sürer. Hâlbuki mektubun bugünkü postaya yetişmesi mutlaka lazımdır. Artık sen temize çek, benim imzamı atarak postaya gönder.” dedi ve gitti.
Telgraf şöyle idi:
“Konya Mektupçusu Nâzım Beyefendi’ye, Buraya gelmek ister misiniz?
14 Teşrinisani 1301 (26 Kasım 1885)
Ahmet
O günlerde Kastamonu mektupçusunun vefatını gazeteler yazmış olduğundan Nâzım Bey’e mektupçuluk teklif ediliyor demekti.
Nâzım Bey’in bu telgrafa yazdığı cevapla kendisine teklif olunan bir memuriyeti küçük bir kâtibe devretmek istemesi, büyük bir alicenaplık olduğundan, müsveddesini aynen sakladığım bu mektubun sonunu buraya naklederek, onun necip ruhuna karşı minnettarlık vazifemi açıkça yapmak istiyorum.
“…Buraya geldiğimden beri Vali Paşa hazretlerinden fevkalade iltifat, pek ziyade emniyet görmekteyim. Başka ne olsun? Adı geçenin şu inayetlerine karşı kendilerini bırakmak elimden gelmiyor. Sen de razı olmazsın değil mi?”
“Ahmet, sana bir genç tavsiye edeceğim. Konya’nın Maarif Başkâtibi’dir. İsmi Hâzim’dir. Bu çocuk işine düşkün, doğru, becerikli, dirayetli, söz anlar bir gençtir. Lütuf gördüğü yere ilelebet minnettar olur; sadakat gösterir, sebat eder. Mesleği, kalbi, namusu var. Mümkünse Kastamonu’ya bunu alınız; delaletinden mahcup olmazsın. O memnun olursa ben de memnun olurum. Baki var ol, mektubunu eksik etme.
16 Teşrinisani 1301 (28 Kasım 1885) ”
Usule, kanuna son derecede riayetkâr olmakla nam kazanmış olan Abdurrahman Paşa’nın yirmi iki yaşında bir genci mektupçu yaptırmak istemeyeceği malum olduğundan, benden daima çok uzun mektuplar isteyen babama yazmadığım gibi, birlikte oturduğumuz Nazif Bey’e de bunu söylememiştim. Bundan bir ay kadar sonra Nazif Bey İstanbul’daki kayınbabası Sabit Paşa’dan bir mektup aldı. Bana da okudu. Sabit Paşa, vaktiyle Abdurrahman Paşa Bağdat Valisi iken Vali Muavini sıfatıyla orada bulunmuş. Nazif Bey Kastamonu Vilayeti’ne bağlı Çankırı Livası muhasebeciliğinden, Konya Aşar Nezareti Başkâtipliğine tayin olunarak İstanbul’a dönerken Kastamonu’da Abdurrahman Paşa’yı ziyaret ettiği esnada paşa:
“Ehliyetli bir kâtibim, mühürdarım bulunmamasından dolayı çok sıkılıyorum. Kayınpederiniz paşaya selamımla beraber söyleyiniz. Bana İstanbul’da, Fransızca da bilir iyi bir kâtip bulsun…” demiş olduğundan, Sabit Paşa bu hususta Abdurrahman Paşa ile cereyan etmiş olan muhaberesini şöyle hikâye ediyordu:
“Bana tebliğ ettiğiniz emirleri üzerine İstanbul’da iyi bir kâtip bulduğumu ve ayda yirmi lira maaşla geleceğini Abdurrahman Paşa’ya yazmıştım, aldığım cevapta bütçem o kadar aylık vermeye müsait değildir.” diyor.
Ertesi sabah Nazif’i, müşterek yazı ve kitap odamızda buldum. Ben merdivenden inerken, o, hizmetçimiz Ermeni kadınla postaya bir mektup gönderiyordu.
“Nazar değmesin.” dedim. “Bu sabah benden daha erken kalktınız, mektup bile yazdınız ha?”
“Evet.” dedi. “Yüzde doksan semeresini umduğum bir mektup.”
“Kayınpederinize mi ?”
“Hayır, onun o kadar acelesi yok. Kastamonu Valisi Abdurrahman Paşa’ya… Kayınpederin mektubundan bahsederek paşaya seni anlattım. Bir sene kadar önce başladığı Fransızcası tabii zayıfsa da çalışmasına nazaran süratle kuvvetlendireceğinde şüphe yoktur.” dedi.
“Niçin?” dedim. “Evvela bana açmadın; niçin mektubu göstermeden gönderdin?”
“Açsam ‘Said Paşa ve Mektupçu Bey gücenirler mi?’ gibi düşüncelerle tereddüt edersin. Mektubu göstersem, ‘Beni çok uçurmuşsun.’ diyerek baltalamak istersin de ondan göstermedim.”
Nazif’e, evvelce Mektupçu Nâzım Bey’in yazdığı mektubu söyledim.
Bu mektuptan galiba on beş yirmi gün sonra Nazif Bey, Abdurrahman Paşa’dan şu telgrafı aldı:
“Vilayet Mektubi Kalemi Mümeyyizliği ile ilave-i memuriyet olan Gazete Muharrirliği açıldı. Bin kuruş maaşı vardır. Yazdığınız efendi kabul ederse hemen gelsin.
26 Kânunusani 1301(7 Şubat 1886) ”
Bir gün sonra da Abdurrahman Paşa’nın eski bir adamı olan Defter-i Hakani Müdürü’nden, yine Nazif Bey’e gelen telgraf şöyle idi:
“Gönderilecek efendi bekâr ise dairede alıkonulacak ve rızası alınırsa hakkında hayırlı olacaktır.”
Birkaç gün sonra Niğde’ye uğrayarak Kastamonu’ya gitmek üzere Konya’dan ayrılmıştım. Niğde’ye vardığımdan iki gün sonra, Said Paşa’nın telgrafla teklifi üzerine salise rütbesiyle lütuflandırıldığımı yani “Rif’atlû Hâzim Efendi” olduğumu öğrendim.
Kastamonu’ya vardıktan birkaç ay sonra, Abdurrahman Paşa, İstanbul’a acele bir telgraf yazılmasını emretti. Müsveddesini yaptım, getirdim. Paşa yalnız değildi, defterdar (maruf matbaacı ve Servet-i Fünun mecmuası sahibi dostum merhum Ahmet İhsan’ın babası) Halit Bey’le konuşuyordu. Konuşmanın bir ara kesilmesini bekleyerek kapının yanında beş altı dakika ayakta durdum. Said Paşa’nın sözleri hatırıma geldi. En aşağıdaki sandalyenin kenarına oturdum. Defterdar gitti. Takdim ettiğim müsveddeyi, paşa, dargın gibi görünen bir çehre ile aldı ve aynı zamanda:
“Defterdar!” dedi. “Evvel-i ûlâ rütbeli (saadetlû beyefendi hazrederi unvanlı) olduğu hâlde ben izin vermedikçe oturmaz. Sen sellemehüsselam (patavatsızca) oturuverdin!”
Kulaklarıma şiddetli bir tokat gibi çarpan bu sert sözden son derecede müteessir olarak paşanın yazıhanesiyle büyük oda, bütün sandalyeleriyle dönmeye başladı. Tabii betim, benzim de atmış olacaktı:
“Müsaade buyurulmadıkça oturmuyordum.” dedim. “Bugün ayakta dururken birdenbire başım döndü, gözlerim karararak bir fenalık hissettiğim için ihtiyatsız oturdum. Afv-ı fahîmanelerini istirham eylerim.”
Paşa dikkatle bakarak, yüzümde pek belli olan bozukluğu görünce, bunun sözlerinden ileri geldiğini anlayamayarak gerçekten bir hastalık başlangıcı sandı ve hayli telaş etti. Yanındaki sandalyeyi göstererek, “Otur, otur.” demekle beraber zile bastı ve gelen uşağa, “Çabuk bir bardak su getir.” dedi.
Abdurrahman Paşa ile İngiliz Said Paşa arasındaki fark, birinin dindar, diğerinin din hususunda biraz saygısız olmasından ibarettir.
Namusluluk, doğruluk, devlet ve memleketi bilerek zerre kadar zarara sokmamış olmakta bu iki muhterem zat arasında hiçbir fark yoktu. Yalnız Said Paşa’nın tevazusu sonsuzdu.
Güya Abdurrahman Paşa’nın yanında bir memur, “Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler.” darbımeselini söylemiş olmasından dolayı hiddetlenerek kovduğunu söylerler ki tamamıyla uydurmadır. Bu söz bir defa benim ağzımdan çıkmak üzere iken yarım kaldı. Paşa menetmedi. “Koyunun bulunmadığı…” derken alt tarafı aklıma geldi, kızararak sustum. Kendisi sözü tamamlayarak: “Bunda kızaracak ne var? Darbımeseldir, dünyada Abdurrahman adlı adam yalnız ben değilim…” demişti. Uzun memurluk hayatımda, talihimin teşekküre en ziyade değer lütfu, beni, her çeşit fena huylara, âdetlere alışmak ihtimali ziyade olan gençlik çağımda Said Paşa, Abdurrahman Paşa, Hasan Fehmi Paşa gibi her manasıyla temiz adamların yanına sevk etmiş olmasıdır.
Aralarındaki muamele farkı ise terbiye hususundaki prensiplerinin bir neticesiydi.

Akbabalara Ciğer Ziyafeti
Kastamonu’ya gittiğim senenin ilkbaharında, hükûmet konağında yattığım odanın penceresi altında birdenbire kopan bir gürültü ile uyandım.
Birkaç kişi, “Hopoya ciğer, hopoya ciğer!” diye bağrışıyorlardı. Hoponun ne demek olduğunu bilmediğimden, bu bağrışmanın sebebini anlamak için hemen kalkıp pencereyi açtım.
Bağıranların, Vali Paşa’nın uşakları, aşçıları, arabacılarıyla iki jandarma olduklarını ve geniş avludaki çimenler üstünde tepsilere kuşbaşı doğranmış ciğerler bulunduğunu gördüm. Bu adamlar hem sesleri çıktığı kadar bağrışıyor, hem de havaya bakıyorlardı. Ben de baktım, çok yüksekte iki akbaba göründü. Bağıranlar, “İşte geliyorlar!” dedikleri için ziyafete çağrılanların bu kuşlar olduğunu anladım. İki akbaba gittikçe inmek üzere devamlı süzülerek kısa devirler yapıyorlar ve sağdan, soldan, havada beliren akbabalar çoğalıyorlardı. On beş dakika kadar sonra avludaki çimenler ve yollarda kaz sürüleri gibi, yüz elliden fazla akbaba ciğer yiyorlar, bazıları adamların yanlarına kadar gelerek yerdeki tepsiden alıyorlardı.
O sırada bizim odaya gelen daire müdürüne bu ziyafetin sebebini sordum:
“Hani…” dedi. “Bazı yerlerde fukaraya sadaka vermek kabilinden mahalle ve çarşı köpeklerine ekmek dağıtmazlar mı? Burada da aynı maksatla akbabalara ciğer yedirirler. Paşa efendimizin bir tanecik kerimeleri bir hastalıktan kurtulduğu için buranın âdeti üzerine şükran makamında bu eğlenceli ziyafeti emrettiler.”
Akbabalar tamamıyla doyduktan ve çimenler üstünde, hatta gelen geçenlerden korkmayarak salına salına biraz gezindikten sonra ikişer, üçer uçup gittiler.
Bizde iyi, kötü âdetler “ölmez” oldukları için bu zararsız âdetin Kastamonu’da hâlâ devam ettiğinde şüphe yoktur. O zamanlarda Kastamonu’da bir ciğer otuz paradan fazlaya satılmazdı. Akbabaların ehli ve sevimli hayvanlar gibi çağırışa koşmaları o zaman beni hayli düşündürmüştü. Bu alışıklığa göre, âdet epey eski olsa gerekti.
Gerek Abdurrahman Paşa maiyetinde, gerek arkadaşlarımla gittiğim kır ziyafetlerinde, on beş, yirmi kuruşa alındıkları için, mutlaka bir iki kuzu kesilerek, Kastamonu’nun meşhur ve şöhretine layık tandır kebapları yapıldığından her ziyafete akbabaları da iştirak ettirirdim.
Paşa, bir yaz mevsimini, Kastamonu’ya iki saat mesafede bir yerde, çamlar arasında bulunan bir çiftlikte geçirdi. Ben her sabah, akşam kendisiyle birlikte gittim, geldim. Bir sabah çiftlikte bir dana kesilecekti. Dürbünü alarak yüksek bir tepeye çıktım. Yalnız bir tarafı orman ve üç tarafı ise göz alabildiğine düz, seyrek ağaçlı bir ova olan sahayı dikkatle muayene ettim. Uzakta, yakında bir tane bile akbaba göremediğim için, hiç kimseye “Hopoya ciğer!” ilanı yaptırılmaksızın dana kesildi. Yarım saat kadar sonra sağda, solda, havada beliren kırk, elli kadar akbaba dananın kendilerine bırakılan işkembe ve bağırsaklarını bekliyorlardı.
Akbabaların koku alma duyusu pek kuvvetli olduğu için, ciğer, et ve kan kokusunu uzaktan alıyorlar denilemez. Çünkü Kastamonu çarşısının her tarafında birçok kasap dükkânları varken önlerine bir tek akbabanın gelip konduğu görülmezdi. İçgüdünün bu cilvesine şaşırıp kalmıştım.

Garibeler: Bir Hüküm – Garip ve Öldürücü Bir Tedavi – Garip Bir Ölü Gömme Âdeti – Tabi Bir Hadisede Garip Bir Tesadüf
İnebolu eşrafından biri alışveriş esnasında kendisine verilen ve kezzapla gümüşü biraz çalınarak yazısı, tuğrası iyice okunmayan bir mecidiyeyi almamasından dolayı söze karışan üçüncü şahıs:
“Biraz silikçe ise de besbelli ki bir padişah parası. Hiç almamak olur mu?” demesi üzerine, mecidiyeyi kabul etmeyen adam kızarak:
“Sen ne karışıyorsun? Padişahın sol … mısın?” demiş. Polis bunu duyarak, o zamanki tabirle “Bu bir dil ile tecavüzdür, yani padişaha hakarettir.” diye jurnal vermiş ve zavallı adam Bidayet Mahkemesi tarafından uzun bir müddet hapis cezasına mahkûm olarak hapishanede ölmüştür. Bu sözde ise edep ve terbiye noksanından başka bir suç, hele bir hakaret maksadı olmadığı meydandadır.
***
O sıralarda yine İnebolu Kazası içinde bir köyde, bir kaynananın on sekiz yaşındaki gelininin, güya kısırlığını gidermek için, zorla kızgın ekmek fırınına sokularak kömür hâlinde çıkarıldığını oranın kaymakamı bildirmiş ve hadise vilayet gazetesinde yazılmıştı.
***
Ben bu hadiseyi anlatan fıkranın altına, “Kaynanalarla gelinler arasında hakiki sebebi henüz keşfedilmemiş ezeli ve ebedi bir düşmanlık bulunduğuna göre, İnebolu adliye memurlarının ehemmiyetle tahkik etmeleri lazım gelen bir hadisedir.” diye yazdığım hâlde, gazetenin bütün müsveddelerini pek dikkatle okuyan Vali Paşa, her nedense çizmiş olduğundan bu cehalet garibesinin mahiyeti meçhul kalmıştı.
***
Kırk, elli yıl önce Kastamonu’da ölüleri yalnız gündüz değil geceleri de, ekseriyetle tepe sırtlarında ve yokuşlu yerlerde bulunan mezarlıklara meşalelerle gömmek garip bir âdetti. Eğer hiçbir yerde görülmeyen bu âdet hâlâ bırakılmamışsa, âdet kadar devamı da bir gariplik teşkil eder.
***
Bir gün mektupçu kaleminde meşgul olduğum esnada postacı, kuyruğundan tutulmuş bir fare ölüsü gibi iğrenerek, zarfının bir köşesinden tuttuğu kirli bir mektup getirdi. Soba küreğinin içine koyarak odacıya açtırdım. İçinden bir mektupla, beze sarılmış bir hamsi balığı çıktı. Gazetenin resmî muhabiri olan Bartın Tahrirat Kâtibi tarafından gönderilen bu mektup şöyle idi: “Evvelki gün Bartın kasabasıyla bazı köylere şiddetli yağmurlar yağdığı esnada, Bartın’a sekiz saat mesafede bulunan Laz köyüne sayısız hamsi balıkları yağmış olduğundan bunlardan iki tanesi ekli olarak takdim kılınmıştır.”
Bu normal hadiseyi gazeteye yazarak, “Hortumların; denizlerden, göllerden çektikleri sularla beraber rast geldikleri balıkları ve kurbağaları kaldırarak uzak mesafelere kadar götürüp aşağıya bıraktıkları her zaman görülen bir hadise olup, bunda bir gariplik yoktur. Asıl tuhaflık, hamsilerin o havalideki yüzlerce Türk köylerinden hiçbirine yağmayarak Laz Köyü’ne dökülmesindedir.” demiştim.
***
Kastamonu’da, garip görülecek, fakat çok zararlı bir âdet daha vardı ki, son defa öğrendiğime göre hâlâ devam etmekte olması da ayrıca hayret edilecek şeydir.
Bu âdet, genç çam ağaçlarının her sene peyda olan iç kabuklarını soyarak reçel yapmaları veya şekerli sütle yemek alışkanlığıdır ki kabukları soyulan zavallı genç çamların kurumalarına sebep oluyor. Yaş ve biraz yumuşak kayış yemeğe benzer olan bu “soymuk”ta, sinirleri harekete getirmek gibi bir özellik olduğu sanılıyor. Az çok doğru olsa bile, bu maksadı temin edecek pek çok ilaç varken, çamları genç yaşında kurutup öldürmek, bu suretle memleketi zarara sokmak gibi bir kötü âdete son verilmesi lazımdır.

Bir Rum Keşişi ve Pek Şişman Bir Kaymakam
Kastamonu Valisi Abdurrahman Paşa, her sene üç ay, vilayete bağlı yerleri dolaşıp teftiş etmekle beraber, İnebolu’da uzun müddet kalırdı. Bunun sebebi, orada bir liman bulunmamasından ileri gelen tehlikeli güçlüklere ve facialara bir nihayet vermek istemesiydi. Bu maksatla kâfi tahsisat almak için padişaha, Babıali’ye, Maliye ve Bahriye Nezaretlerine yıllarca o kadar çok yazmış ve emri altında sarf edilen az çok tahsisatın bir parası bile boşa gitmemesi için, sanki kendine bir apartman yaptırıyormuş gibi, mutlaka İnebolu’ya giderek güneş altında işlere nezaret ederdi.
Abdurrahman Paşa, bütün vilayet ahalisi üzerinde “velâyet-i amme”siyle (herkesin velisi) kalmaz; din ve ırk farklarına bakmadan her ailenin, her ferdin velisi, babası gibi hareket ederdi. Bundan dolayı herkes de onu candan severdi. Kastamonu’da, Sinop’ta, Bolu’da, Çankırı’daki idadi mektepleri, zührevi illet hastaneleri, şoseler hep onun gayretiyle meydana getirilmişti.
İşte bu umumi sevgi; yüksele yüksele, İnebolu Kasabası’nı zümrüt gibi etekleri üstünde büyüten dağın tepesindeki Rum Manastırı’na çekilen; kasabaya nadiren, fevkalade bir ihtiyaçla inen ihtiyar keşişin dünyadan ve dünyadaki her şeyden alakasını kesmiş olan yüreğine kadar vardığı için, evvelce kendisinden bahsettiğim Takiyüddin Efendi gidip de İnebolu’da biz bize kaldığımız günlerden birinde, satranç oynarken yaver, paşaya:
“Dağdaki manastırın ihtiyar papazı geldi, efendimizi ziyaret etmek istiyor!” dedi.
Paşa, beni yenmek üzere olduğu sevgili oyununu bırakarak ihtiyar ziyaretçiyi kabul etti. Fakat keşiş yalnız bir selamla kalmadı, paşanın elini sıkmak için ilerledi. Paşa sol elini uzattı.
Kısa boylu ve çok sevimli keşiş gülümseyerek, düzgün bir Türkçe ile:
“Paşa!” dedi. “Sağ el sapsağlam dururken sol el verilmez… Ötekini veriniz. Neden sakınıyorsunuz? Yüreğim de elim gibi temizdir. Galiba kıyafetim hoşunuza gitmedi. İnsanları yalnız kılıkla tanımak isteyenler aldanmaktan kurtulamaz. Sizi ziyarete gelen kıyafetim değil, bizzat benim.”
Paşa, “Sol elimi dalgınlıkla uzattım.” diyerek sağ elini verdi. Keşişle benim hafifçe gülümsememiz bir oldu. Keşiş sözüne devam etti:
“İnsanların yaptıkları paçavralara o kadar kıymet vermeyiniz. Allah’ın yarattıklarını oldukları gibi görmeye çalışınız…”
Paşa, keşişi kendisine en yakın bir koltuğa oturtarak iki saat kadar muhtelif mevzularda konuştular. Keşiş gitmek istediği hâlde paşa sözlerinden pek hoşlandığı için bırakmak istemedi; hatta yemeğe alıkoymak arzu ettiği hâlde keşiş, “Ben başka saatlerde yerim.” diyerek kalktı ve bir iki adım attıktan sonra dönerek:
“Bizim manastırın yeri çok güzeldir. Teşrif ederseniz memnun olur ve ibret alacak şeyler de görürsünüz.” dedi.
Paşa, “İnşallah bir cuma günü gelirim.” cevabını verdi. Cuma uzak değildi.
O sırada İnebolu’da Nahifi (nahif: zayıf) adında çok iri ve şişman bir kaymakam vardı. Hamamda peştamal yerine yatak çarşafı kullandığı söyleniyordu.
Cuma sabahında biz manastıra gitmeye hazırlanırken bir Rum kadını gelerek, kunduracı olan kocasını Kaymakam Bey’in dün akşam hiç suçsuz hapsettirdiğinden şikâyet etti. Sebebini sordum.
“Kaymakam Bey!” dedi. “Kocama bir iskarpin yaptırmak istedi. Tabii yapacaktı. Lâkin ayakları çok büyük. Yalnız bizim dükkânda değil, bütün esnafta öyle kalıp ve burada uygun kalıp yapacak kimse de bulunmadığından kocam, ‘Ben yapamam.’ demiş. Kaymakam Bey kızmış, kötü kötü sövmüş. Kocamı da, müteessir olarak, ‘Ben kalıba sığmaz, kayık gibi ayakkabıyı nasıl yapayım?’ dediği için hapse attırmış.”
Bu tuhaf vakayı paşaya anlattım; güldü ve kaymakamın, kendisi de İnebolu’da iken, böyle keyfine göre adam hapsetmeye kalkışmasına kızdı. Yavere:
“Hadi!” dedi. “Hemen hapishaneye git, kunduracıyı salıver ve kaymakamı buraya çağır.”
Yaver gidince, paşa: “Akıllı, uslu bir adam gibi görünen Nahif şişkosuna ne ceza verelim?” diye bana sordu.
“Meşru olmayan hapis, cezayı icap eder. Bir daha böyle derebeyliği etmemesi için kendisini tekdir ve bu gibi hareketi tekerrür ederse büyük cezaya uğratılacağını ihtar buyurup, bir de para cezası olarak kunduracıya bir lira vermesini emrederseniz iyi olur, Mamafih bir lira para cezasıyla kalarak, eğer onu taşıyacak kuvvette hayvan bulunursa kendisini de manastıra götürerek bir de maddi ceza verilebilir.”
“İyi.” dedi. “Fakat iki ceza çok olur. Bir lirayı biz kunduracının karısına vererek kaymakamı ihtar ve maddi ceza ile cezalandıralım.”
Öyle oldu. Kaymakam için kepekle semirtilmiş bir ekmekçi beygiri buldular. İnebolu’dan kalabalık bir kafile hâlinde hareketle dağa tırmanmaya başlayınca beygirin terleri sabun köpüğü gibi yolları suladığından, paşaya:
“Efendim!” dedim. “Biz kaymakama ceza verelim derken zavallı suçsuz hayvanı tahammül edilmez bir azaba soktuk.”
Paşa, hayvanın hâline baktı:
“Doğru.” dedi ve kaymakamı geriye çevirdi.
Yol, üzerlerinde meyveleri pırıl pırıl yanan elma ağaçlarıyla iki tarafı çevrili bir keçi yoluydu. Yoksa insan yolu olsa, sonunda Rum Manastırı değil, Hz. Muhammed’in cennetini bulacağız zannettirecek kadar güzeldi. Karadeniz’i seyrederek iki saatte manastıra vardık. Elma ağaçları alandan geçerken, Abdurrahman Paşa, katırının üstünden bazen öne, bazen arkaya eğilerek, uşaklar veya jandarmalar elma koparıyorlar mı, diye bakınıyordu.
Denizden, yeşil dağın tepesine konmuş birkaç akbaba gibi görünen oldukça büyük manastırın kapısı önünde paşayı karşılayan ve avluya girer girmez de senelerden beri hazırlanmış olan kendi mezarını göstererek paşanın ziyaretini iadesinden pek sevinen keşiş:
“Dünyanın en bahtiyar mahlûklarından biriyim!” dedi. “Çünkü Allah ne kadar ömür vermişse onu, kanaatli insanlara mahsus bir gönül rahatlığıyla, böyle cennet gibi güzel ve yüksek ormanlar içinde geçirmiş olacağım. Ölünce de, her gün, göre göre senelerden beri bir yatak gibi alıştığım, şu mezara gömüleceğim. Sen büyük bir paşa, bir vali olduğundan, ne kadar uzasa yine pek kısa olan ömrünü binbir dağdağalar içinde geçirecek ve nerede öleceğini, nereye gömüleceğini bilmeyeceksin. Seni Kastamonu’ya vali, beni burada küçük bir keşiş yapan Allah’ın hangimize daha büyük lütuf etmiş olduğunu anla!”
Paşa, düşünceli bir tavırla dinlediği bu sözler bitince:
“Çok doğru söylüyorsunuz.” dedi. “Lâkin Cenabı Mevlâ bizi dünyaya ne olmak, ne yapmak istediğimizi sorarak göndermiyor ki… Alnımıza ne yazmışsa, bilir bilmez mutlaka ona uyup gidiyoruz.”
Keşiş efendinin kızarttırıp hazırladığı piliçlerle bizim getirdiğimiz bol yemekleri, insanın hangisine bakacağını bilemeyeceği kadar güzel manzaralar karşısında, serin çam gölgesinde mükemmel bir iştahla yedikten sonra, biz biraz gezdik. Paşa ile keşiş konuştular.
Paşa, Keşiş Efendi’nin her nedense bu kıyafet içinde gizlenmiş bir Müslüman ve hatta hiç olmazsa bir veli namzedi olduğuna galiba inanmıştı. Kendisi İnebolu’da iken, keşiş oraya geldikçe görüşülmesi arzusunu gösterdiği ve daha bir ay kalındığı hâlde keşiş, tek başına hâkim olduğu yeşil dağdan bir daha aşağı inmeye tenezzül etmedi.
Bir fırsat bulup da kendisine nereli olduğunu soramadım. Fakat düzgün Türkçesine bakılırsa Anadolulu olsa gerekti.

Angarya Kabilinden Bir Araştırma Memurluğu
1890 yılında Çankırı Redif Kaymakamlığına tayin olunarak İstanbul’dan Kastamonu’ya gelen Talat Bey, orada birkaç gün kalarak, Vali Abdurrahman Paşa’nın sevgisini kazandıktan sonra Çankırı’ya gitmişti. Talat Bey, Plevne Muharebesi’nde Gazi Osman Paşa’nın maiyetinde bulunmuş ve Plevne Tarihi adında bir kitap da yazmıştı.
Bir müddet sonra açılan Çankırı Mutasarrıflığına, adliye müfettişlerinden Faham Paşa isminde bir zatın tayini için, Dâhiliye Nezareti, Abdurrahman Paşa’nın fikrini sordu. Paşa:
“Ben Tuna Valisi iken…” diyordu. “Rusçuk Ticaret Mahkemesi’nde bu isimde bir kâtip vardı. Bu Faham o ise, Dâhiliyeye müspet cevap vermek istemiyorum; çünkü hatırımda kaldığına göre huysuz bir adamdı.”
“Efendim!” dedim. “Birkaç sene evvel bu adam Konya’da adliye müfettişiydi. Niğde adliye memurları onun doğruluğundan, namusundan bahsediyorlardı. Aynı memuriyetle Sivas’a giderken Niğde’ye uğradı ve on beş gün kadar bize misafir oldu. O sırada Niğde Mutasarrıflığından ayrılmış ve ailesini babamın himayesine bırakarak İstanbul’a gitmiş olan Gürcü Kâmil Bey’in kızıyla evlendirilmişti. Emirül Ümera rütbesini, yani İzzetli Paşa unvanını sonradan almış, o zaman Faham Efendi deniliyordu. Mademki namuslu bir kanun adamıdır, Çankırı’ya tayinine muhalefet buyurulmasa iyi olur sanırım.”
“Pekâlâ, o hâlde Nezarete müspet cevap verelim.” dedi.
Öyle bir telgraf yazıldı.
Faham Paşa Kastamonu’ya geldi. Hafız Mahir Efendi’nin evine misafir edildi. Eski tanışıklıktan dolayı kendisini ziyaret ettim. Beni hürmetle kabul etti ve Mahir Efendi’ye:
“Hâzim Bey evladım sayılır.” dedi. “Muhterem babası benim velinimetimdir. Konaklarında uzunca zaman misafir oldum. Hatta orada evlendirildim. Sivas’a giderken kendilerinden ödünç aldığım birkaç bin kuruşu da iki sene kadar sonra gönderebildiğim için hâlâ utanırım.”
Namusu ve doğruluğu hakkındaki şahitliğimden dolayı, doğru adamları pek seven Abdurrahman Paşa, kendisini iyi karşıladı. Çankırı’da bulacağı Askerî Kaymakam Talat Bey’in dirayetinden bahsederek, kendisiyle samimi bir münasebet kurmasını ve onun fikirlerinden faydalanmasını tavsiye etti.
İzzetli Faham Paşa üç günde dört defa vilayet dairesine gelip gittiği hâlde bizim odanın kapısından bir defa bile bakmaya tenezzül etmeksizin Çankırı’ya gitti. Dairede bizim Ahmet Rıfat Bey’le tanışıp Sofyalı Osman Paşa’nın oğlu olduğunu öğrenerek, hemşehrilik münasebetiyle, her geliş gidişinde onunla görüşüp konuşmuş, onun da Vali Paşa’ya mensup olduğunu görerek artık bana iltifat etmeyi bir israf saymış olduğu anlaşılmıştı.
Çankırı’ya varınca, Vali Paşa’nın tavsiyesini pek fazla bir itaatle yerine getirerek, mutasarrıflığın idaresini ve kendi iradesini Talat Bey’in keyfine, arzusuna teslim etmişti. Çankırı’dan gelenler Talat Bey’in her işe karıştığını, mutasarrıfın onun bir gölgesi hâlinde kaldığını söylüyorlardı. Böyle tabi derecesini aşan hâller ne kadar sürebilir? Bir sene kadar sonra ve birdenbire Faham Paşa ile Talat Bey’in birbiri aleyhinde velveleli şikâyetleri başladı.
Talat Bey, telgrafla: “Attal, battal mutasarrıf, cülus-ı hümayun gibi mesut bir günde, asker dairelerinin sularını keserek Kerbela çölüne çevirdi.” diyor ve mutasarrıf: “Redif Kaymakamı’nın yeniden yapılan birçok asker binalarında ve nezaret ettiği idadi mektebi yapılışında para yediğini ispat edeceğinden asker ve sivil karışık bir araştırma heyeti gönderilmesini…” istiyordu.
Bu şikâyetler üzerine, Serasker ve Dâhiliye Nazırı’nın emirlerine dayanarak, Askerî Kaymakam Cerrah Kadri Paşa oğlu Salih Bey’le iki yüzbaşı ve sivil olarak da maarif müdürü, iki nafia mühendisi ve ben, bu heyeti teşkil ettik.
Eşimin hastalığını ve Faham Paşa’nın beni arayıp sormamasından gelen kızgınlığımı ileri sürerek kabul etmek istemedimse de paşa, saniyye rütbem dolayısıyla heyetteki askerî mümessillere üstünlük ve vazifeyi yaparken taraftarlık etmeyeceğime emniyet gibi sebepler göstererek ısrar edince, mutasarrıfı makamında ziyaret etmeyerek, kendisinden sorulacak şeyleri yazılı olarak sormak şartıyla kabul ettim.
Bir yük arabasına binerek Çankırı yolunu tuttuk. Akşamüstü Ilgaz Dağı eteklerinde bir hana vardık ve Vali Paşa için döşenmiş temiz bir odayı açtırdık.
Kastamonu ile İnebolu arasında Kûre-i Nuhas yani bakır maden ocağı nahiye merkezinde bilinmeyen bir zamandan beri, vaktiyle işletilip bırakılmış ocakların bakırları pek meşhurdu. Bunlardan yapılmış olan sini, tepsi, kazan gibi şeyler bozularak başka şeyler ve bilhassa sefer tasları yapıldığından, Kastamonu’ya her giden mutlaka bir sefer tası edinir; yemeğini onun içinde taşırdı. Biz de bu muhtelif sefer tasları içinde klasik yol yemekleri getirmiştik. Bunları mükemmel bir iştahla yedik. Yattık. Az sonra, hancılar, arabacılar da dâhil, hepimizin zehirlendiği anlaşıldı. Sefer tasları yeni kalaylı olduğu için, daha evvel kalaysız kaplarda kalmış olan yaprak dolmalarından zehirlendiğimiz şüphesizdi. Aramızda hekim yoktu. Kastamonu’ya da dönülemezdi. Tevekkülle bildiğimiz kadar tedavi olunmaya çalıştık.
Handa gürültülerle kusmaya çalışırken hava da dönmüş, yıldırımlı, şimşekli, şiddetli bir yağmur başlamıştı. Hepimiz hasta hasta, tabut gibi arabalara dolarak handan uzaklaştık. Yolda, şosenin düzgün olmasına rağmen, yağmur sonucu hasıl olan güçlükleri yenmeye çalışarak, Çankırı bahçeleri arasında bizim için hazırlanan köşke, güneş battıktan iki saat sonra ancak varabildik.
Bizim heyette Salih Bey, her nedense, Talat Bey’in aleyhinde düşmancasına hareket etmek istiyordu.
Asker binalarının yapılışında ve tamirinde hakikaten mutasarrıfın iddia ve Salih Bey’in temenni ettiği şekil görüldüğünden, mühendislerin muayeneleri ve keşifleri bu hususu açıkça meydana koymaya kâfi geliyordu. Günden güne çatlaklar, sağa, sola çarpılmalar artıyordu. Bir aydan fazla süren bu araştırma mutasarrıfın, Talat Bey için söylediği her şeyi doğru çıkardı. Fakat gerek müteahhitlere ihale suretiyle, gerek hükûmet tarafından yaptırılan her şeyin; kereste, taş, kireç ve diğer malzemesine ait eksiltmelerin hepsi Belediye ve İdare Meclislerinin kabul ve kararlarına dayandığı ve kararların hemen hepsi Talat Bey tarafından yazdırılmışsa da belediye ve idare azalarıyla beraber mutasarrıf da imzalamış bulunduğu için, usulsüz muamelelere karşı vaktiyle susmak, sonradan her şey artık telafisi imkânsız bir hâle gelince haber vermek mutasarrıfın da suçta iştirakine delil olduğundan, vaktiyle niçin sustuğu hakkındaki yazılı sualime:
“Devletin yüksek bir mektebinden çıkmış bir zatın bu türlü kötü muamelelere kalkışabileceği ihtimali aklıma gelmedi!” diye garip bir cevap vermişti.
Mutasarrıfın Talat Bey aleyhindeki şikâyetlerinden biri de onun asker daireleri arasındaki arsanın bir kısmına kavun, karpuz ektirmiş olmasıydı.
Hükûmet konağında, mutasarrıfın odasında bulunduğumuz sırada pencerenin altında avlunun bir kısmına ekilmiş olan arpayı görerek:
“Bu tarla kimindir?” diye sordum.
Mutasarrıf:
“Tarla değil, hükûmet avlusudur.” cevabını verdi.
“Avlunun bir kısmını kiraya mı veriyorsunuz?” diye sordum.
“Hayır.” dedi. “Kiraya vermiyoruz. Bizim araba hayvanları için ben ektirdim.”
“Talat Bey’in kendi ailesi için asker daireleri arasına bostan ektirmesiyle, sizin, araba hayvanları için hükûmet konağı avlusuna arpa ektirmeniz arasında ne fark vardır? Bu pek ehemmiyetsiz şeyden keşke hiç bahsetmeseydiniz.” dedim.
“…”
Bu çok sıkıcı ve saatte beş kuruş hesabıyla yalnız iki yüz elli kuruş gidiş geliş ödeneceğinden başka ücret de verilmeyen araştırma işini bir ayda bitirerek döndük.

SİNOP

Sinop’un Derviş Mutasarrıfı – Şaşılacak Derecede Muhtelif Hırsızlıklar ve Bu Yüzden Zavallı Bir Mahkûmun Bacağının Kesilmesi
1889 yılında Sinop Mutasarrıflığına tayin edilen bâlâ rütbeli ve yetmiş, yetmiş beş yaşlarında bir zat, Vali Abdurrahman Paşa İnebolu’da bulunduğu sırada oraya geldi. İki üç gün kalarak, elinde 99’luk tespih, dilinde Allah, peygamber ve namus sözleri; hâlinde dervişlik tavrıyla Abdurrahman Paşa’nın emniyetini kazanarak Sinop’a gitti.
Birkaç ay sonra hırsızlığa vesileler icadında pek usta bir adam olduğu anlaşılarak, Vali Paşa iki sebepten kızdı: Birincisi zavallı Sinop Livası’nın her vesile ile halkını ve devlet hazinesini hiçbir şeyden çekinmeden soyan bir mutasarrıf elinde kalması, ikincisi yalancılığıyla kendisini aldatmasıdır.
Sinop’tan imzalı, imzasız gönderilen ihbar mektupları birbirini kovalamaya başlamıştı.
Bunlar, yapılan kanunsuz hareketleri delilleriyle bildirmekte olduğundan Abdurrahman Paşa her birini yazı ile sorguya çekmek kabilinden mutasarrıfa soruyordu. Muamelenin gidişine dikkat eden kurnaz mutasarrıf, çok geçmeden foyası büsbütün meydana çıkarak yakayı ele vereceğini ve valinin hırsızlar, rüşvet alanlar hakkındaki nefes aldırmayan takiplerinden kurtulmanın mümkün olmayacağını anlayarak doğruca İstanbul’dan aldığı izinle Sinop’tan savuşmuştu. Bunun üzerine hem vekillik, hem de sayısız suçlarını araştırmak vazifesiyle Sinop’a gönderildim.
Bir sene evvel, Abdurrahman Paşa’nın yanında bir ay kadar Sinop’ta bulunduğumdan kasabayı ve memurları az çok tanıyordum.
Sinop’ta her sınıftan memur, asker, sivil sürgünler bulunduğu gibi muhtelif cezalara mahkûm dört yüzden ziyade, her din ve mezhepten insan da vardı. Bunlar arasında marangoz ve kalpazanlık suçlusu, kuyumcu gibi birçok sanatkârlar da bulunuyordu. Sürgün askerî ve sivil paşalar müstesna, bu mahkûmlar, topuklarında görünür görünmez birer demir halka ile kasabada serbestçe yaşarlar, sanatlarını yaparlardı. Hapishane müdürünün bu dört yüz küsur işçiye yalnız tütün parası bırakarak bütün kazançlarını alıp büyük kısmını muntazaman mutasarrıfa takdim ettiği ve bu şartla çalışmayanların hapishaneden çıkarılmadıkları evvelce yapılan ihbarlardandı. İlk işim, Umumi Hapishane denilen, sur içindeki kale zindanlarını ziyaret etmek oldu.
Birinciden beşinciye kadar koğuşlarla yani kale zindanlarıyla diğer yerleri birer birer gezdiğim sırada, vilayetin sıhhiye müfettişi de yanımda idi. Yüksekteki küçük ve bir tek penceresi taşlarla kapatılmış olan beşinci koğuşun önüne gelince, hapishane müdürü, yani mutasarrıfın Rize taraflarından getirterek bilhassa bu işe tayin ettiği herifin benzi atarak:
“Bu koğuşta kimse yoktur!” dedi.
Bu sözü, zindan içinden kopan:
“Vardır efendim, vardır!” sözü derhâl yalanladı.
Anahtarları taşıyan gardiyan, elleri titreyerek kapıyı açtı. Cidden tahammül edilmez fena bir koku hücumuyla karşılaştık.
Pencereyi açtırdım. Güneş ışığında duvar dibinde inleyen mahpusu gördüm.
Zavallı biri, altındaki toprakla bir renkte görünen ekmek parçalarına; diğeri abdest etmeye mahsus iki çanak arasında rutubetten çürümüş bir hasıra yan yatmış, zayıf sesiyle devamlı, “Vardır efendim, vardır!” diye mırıldanarak, boynunda ve topuklarındaki zincirleri şakırdatmaya çalışıyordu. Mosmor bir renk bağlamış olan sağ bacağını hiç kımıldatamıyordu.
Lalesi ve zincirleri derhâl çıkarılarak dışarıya taşınan mahpus:
“Oh, dünya varmış, hava varmış, güneş varmış!” diye durmadan, kamaşan gözleriyle etrafına ve bana bakarak:
“Hızır mısın nesin? Gözlerime inanamıyorum…” dedi.
Zavallının kangren olduğu anlaşılan bacağı hekimlerin lüzum göstermesi üzerine kimsesizler hastanesinde kestirilmişti.
Bu mahkûma böyle pek zalimce işkence edilmesinin sebebi, mutasarrıfın hiddetine uğramasıydı: mutasarrıf, şahsına fayda vesilesi olsun diye, Sinop halkından üçer kuruş toplatarak kasabadan Seyit Bilâl Türbesi’ne bir şose yaptırmıştı. Bu yol iki tarafında açılan hendekten ne çıkmışsa üzerine atılmak suretiyle, mahkûmlardan bir pehlivana ihale edilerek yaptırılmıştı. Bu şosenin bir kısmını yapmayı üzerine alan bu zavallı mahkûm da benzeri gibi bir tütün parasından başka kendisine bir şey verilmemesinden dolayı mutasarrıfa müracaatla herkesin iç yüzünü bildiği bir işi açığa dökmesinden dolayı zindana atıldığı anlaşılmıştı.
Biz zindana girer girmez bir kayıkla kaçan hapishane müdürünü, Trabzon Valiliğine ve Rize Mutasarrıflığına telgrafla bilgi verdiğimiz hâlde yakalatmak mümkün olamadı.
Mahpus, öldürme suçundan on beş sene küreğe mahkûm olmuş ve cezasının büyük bir kısmını da geçirmişti. O zamanlarda padişahın tahta çıkması, şehzadelerin doğması günlerine ve bayramlara hürmet olarak mahkûmların ceza müddetlerinden üçte ikisini bitirenler salıverildiğine göre; bu da, bir iki sene sonra affedilecekti. Mahkûmiyetine sebep olan hadise, askerde iken nişanlısına taarruz eden bir adamı öldürmüş olmasıydı.
Mahkûm, bunu yana yakıla anlattıktan sonra:
“Böyle bey.” demişti. “Sen benim yerimde olsan ne yapardın?”
Dayanamadım :
“Belki de senin yaptığını!” dedikten sonra, sordum:
“İnşallah cezan affedilir. Nişanlına kavuşursun yine.”
İçini çekti:
“Uyuz köpek dalayalı bu kadar sene geçti. Başına bir tas su dökerek tekrar alırdım. Ama zavallı Ayşe başına gelenlerden içlenmiş, ince hastalığa yakalanmış, bir sene babasının evinde yattıktan sonra vefat etmiş…” diye ağlamaya başladı.

Hokkabaz Kutuları Gibi İç İçe Hırsızlık Vesileleri
Sinop’a vardıktan iki gün sonra, kale kapılarından, “Meydan Kapısı” denilen kapı ile onun üstündeki burcun korunması lazım eski eserlerden olduğu hâlde yıkılmış ve kapının yıkılmasının da kararlaştırılmış bulunduğunu esefle görerek işi derhâl durdurup sebebini araştırmaya koyuldum. Anladım ki bu iş akla sığmaz hırsızlık ağlarının düğümü imiş.
Pek işlek bir yerde bulunan bu burcun “Tamir kabul etmez derecede haraptır.” diye günün birinde ansızın yıkılarak bir felakete sebep olacağını ileri sürerek mutasarrıf doğrudan doğruya Tophane Müşirliğine yazmış. İstihkâm işlerine yarayacak olan taşların istihkâm memurluğuna teslim edilmesi şartıyla, tehlikenin kaldırılmasına irade çıkmış. Zira o zamanlarda kalelere ait parçalar padişahın izni olmadan yıkılamazdı. Mutasarrıfın doğrudan doğruya üst makama müracaat sebebi ise açıktı: daha bir buçuk sene evvel o kapının altından birçok defa geçmiş olan vali, tabii bulunan bahanelere inanmayacaktı. Kendi kendine yıkılacağı iddia olunan burç, kazma ve kürekle bile yıkılamayarak nihayet barut kuvvetine başvurulmuş ve atılan lâğımlardan fırlayan taşlar mutasarrıfın başına düşeceği yerde, sura bitişik ve iptidai mekteplerine ait bir eczane ile birkaç dükkânı; sur içindeki umumi hapishanenin hastanesiyle galiba bir de gaz deposunu kısmen veya tamamen harap etmiş.
Bu kapının ve burcun yıktırılmasındaki maksat da şu idi:
Asırlardan beri devam eden kale zindanları işkencelerine artık bir nihayet vermek maksadıyla Vali Abdurrahman Paşa’nın ilk temel taşını bizzat koyduğu büyük bir Umumi Hapishane yapılmakta idi.
Bu binanın yapılması bir müteahhide verilmişti. Keşfinde, kasaba dışındaki uzak ocaklardan getirilecek taşlar için tabii yüksek bir fiyat konulmuştu. Müteahhitle uyuşularak ona bedava taş bulmak için zavallı burca ve kapıya iftira etmeyi mutasarrıf düşünmüş ve başarmak yolunu da bulmuş. Hâlbuki bu mutasarrıf, kalenin hakikaten yıkılmak üzere olan başka iki kapısını, mühendis raporlarına rağmen ne yıktırmış, ne tamir ettirmişti. Çünkü o kapıların üstünde taşlarından faydalanılacak burç yoktu.
Bu hapishaneyi, birinci katının taş kısmını yapılmış olarak buldum. Duvarın üstünde, duruşları gözüme çarpan iki taşı altından, üstünden bastonumla kurcalamaya başladım. İkisi de oynadı. Çektim, çıkardım. Bunlar çıkınca yerlerinden burcun molozları ve çakıllar akmaya başladı. Binanın kum duvar hâlinde yapıldığı anlaşıldığından, keşfe göre bunların harçla yapılmak üzere hemen yıktırılmasını emretmekle beraber, tetkik ettiğim mukavele evrakı arasında kefaletnamenin kefile imza ettirilmediğini de görerek, bir köye gittiği anlaşılan kefili derhâl getirttim ve imzalattım.
Bu tarihten otuz sene sonra, yani “Nemrutperest” lakabı ile bilinen Mustafa Paşa Divanıharbi’nde yüzüme karşı verilen idam hükmünden kurtulduktan sonra, İstanbul’dan firar yoluyla Ankara’ya giderken vapur fırtına yüzünden İnebolu’ya uğrayamayarak Sinop’u tutmuştu. Orada iki gün kalmış ve benim gibi mahkûm olduğu haksız idamdan kurtardığım kapının hâlâ sapasağlam durduğunu görerek, altınperest mutasarrıfa bir kere daha lanet etmiştim.

Hırsızlık Koleksiyonundan Parçalar
Sinop Mutasarrıfı’nın kısa bir zamanda icat ettiği ve becerdiği hırsızlıkların her biri ayrı ayrı hikâyeye değerse de, okuyucularımı sıkmamak için bunların türlü nevilerinden birer örnek alarak burada özetlemeyi faydalı buldum:

İdadi Mektebi
İlk temel taşını Vali Abdurrahman Paşa koyarak yaptırılmasına başlanan idadi mektebi; keşfi gereğince verilen para ile bitirilemedi. Buna iki defa para ilave edildiği hâlde, Sinop’a vardığımda mektebi üstü bile kapanmamış buldum. Hâlbuki bu mektebin yapılmasına memur edilen komisyon azasından üçünün mükemmel birer ev yaptırıp içine kuruldukları anlaşılmıştı.

Hastane
Frengi ve Guraba Hastanesi de Abdurrahman Paşa’nın eserlerinden biridir.
Bu hastane yalnız Sinop’un değil, bütün liva halkının hakikaten pek cömertçe yardımlarıyla yapılmıştı. Bu yardım yalnız para değildi. Daha çok kazalardan, nahiyelerden, köylerden gönderilen ve getirilen her nevi kereste ile olmuştu. Bu keresteler gümrük vergisinden muaf tutulduğu için büyük kısmı Sinop’a, gümrük dairesi bulunan küçük limandan değil, hiçbir suretle kontrol altında bulunmayan büyük limandan çıkartılmıştı. Gümrük müdürü yalnız bu limandan karaya çıkarılan kerestelerin en az böyle iki hastane vücuda getirecek miktarda olduğunu söylemişti.
Hastane yapısı için teşkil olunan komisyona abdestli, namazlı, kaba sakallı bir zat olan tersane kereste memuru, vali tarafından reis tayin edilmişti. Hastanenin yapısı tamamlanınca, hac için Hicaz’a gitmiş olan bu zat, ben Sinop’a vardıktan bir müddet sonra dönmüş ve hacılara mahsus kokusu baş döndürecek derecede tüterek beni ziyaret etmişti. O sırada idadi mektebi meselesiyle uğraştığım için bu hacının hastane komisyonu reisi olduğunu her nasılsa unutarak, bu idadi mektebi ve hastane hakkında çok kötü şeyler söylendiğini ağzımdan kaçırdım.
İzzetli Hacı Bey sakalını avuçlayıp bir tutamdan fazla artan ucuna baktıktan ve bir şey düşünüyor gibi bir tavır aldıktan sonra:
“Efendim!” dedi. “Meşhur meseldir: ‘Bal tutan, parmağını yalar.’ idadiyi bilmem; fakat hastanenin hesabı gümüş gibi tertemizdir.”
Kaba sakalının telleri kısmen gümüşlenmiş olan kereste memurunun, hastane balını tuttuktan ve parmaklarını bol bol yaladıktan sonra zemzemle yıkamak için Hicaz’a gittiği anlaşıldı!

Orman Müfettişi Kalyas Efendi
Orman Müfettişi Kalyas Efendi, Mutasarrıf Bey’in mensuplarından sayılıyordu. Kötü ve rüşvetli işlerin çorap söküğü gibi birer, ikişer açığa çıkmaları üzerine mutasarrıf, Kalyas’a yolladığı ve onun bana gösterdiği bir mektupta: “Sıkıntılı Sinop rüyaları görmekte olduğunu ve kendilerine evlat gibi emniyet ettiği bazı memurların, sadakat ve vefakârlıkla uyuşturulamayacak hâl ve hareketlerinin büyük esef ve hayretle işitildiğini söyledikten sonra, geçici fırtınalar kabilinden olan hâlin (yani teftişlerimin) çok devam etmeyeceğini ve yerine tayin edilecek mutasarrıfla görüşerek kendisini ona tavsiye edeceğini yazıyor ve kendisine bağlılıktan ayrılanların sonra pek çok zarar edecekleri ihtarla tehdit ediyordu. Kalyas Efendi bu tehditten dolayı kızarak:
“Beyefendi!” dedi. “Ben daha evvelki mutasarrıf zamanında da bu memuriyette bulundum. Araştırın. O zamanlarda kanuna aykırı en küçük bir muamelemi bulabilirseniz beni en ağır cezalara çarptırın. Ormanları tahrip ettirmemek için her rast gelen yerde hızar yaptırılması yasaktır. Fakat bu adamın ısrarlı emirleri karşısında beş yerde hızar yapıldı ve üçü işlemeye başladı, ikisi de başlamak üzeredir.
Giden mutasarrıfın ellişer ve yüzer lira rüşvet alarak müsaade ettiği bu hızarların yapılmasına mâni olamadım. Büyük rütbeli mutasarrıftan korktum. İlk fırsatta yıktırmak üzere müsaadeye mecbur oldum. Çünkü beni vaktiyle Denizli, Menteşe, Manisa ve Aydın ile İzmir livalarından mürekkep Aydın Vilayeti’ne orman müfettişliğine tayin ettiler. Orman Nazırı’na teşekkür ve veda için gittim. Beni iyi kabul ettikten sonra, “Müsteşarla da görüşün.” dedi. “Tabii.” cevabını verdim. Nazır da, müsteşar da Ermeni idiler. Müsteşar bol bol iltifattan sonra en iyi neviden üç Uşak halısı ölçüsünü gösteren bir kâğıdı vererek, bunları mümkün olan süratle alıp göndermemi emretti. İstenilen halılar ufak tefek şeyler değildi. İkisi 6x7, birisi 9x10 metre ebadında idi. Bunların benden rüşvet suretiyle istendiği hiç hatırıma gelmedi. Seçim ve pazarlıkta bilgililerin fikirlerinden faydalanarak bedellerini borç alıp ödemek suretiyle satın aldım. Tutarını ve nakil masraflarını gösteren mühürlü faturayı bir mektupla müsteşara gönderdim. Aylar geçti, paradan haber yok. Bir daha yazdım. Para tamamen geldi, fakat aynı posta, ‘Tahakkuk eden ehliyetsizliğimden dolayı azil’ edildiğimi bildiren resmî bir kâğıdı vilayete getirdi. Tam on beş sene memuriyetten mahrum kaldım; aç ve sefil, süründüm…”
Bir hafta sonra bu beş hızarın yerlerinde yeller estiğini söylemeğe hacet yok…

Eski Mutasarrıfın Mektubu – 108 Yaşında Bir Naip (Kadı) – Yeni Mutasarrıf – Bir Müftü – Sinop’ta İçkiye Düşkünlük
Sinop’un eski mutasarrıfı izinle giderek dönemediği İstanbul’dan bana bir mektup yolladı. Bunda: “…zatıalileri gibi ezkiyâ-yı şübbân-ı üdebâdan ve ahlâk-ı hamide ashabından birinin, vekâlet suretiyle olsun bana halef olması mucib-i mefharettir.” (…zatıalileri gibi genç, faziletli ediplerden ve övülmeye değer ahlak sahiplerinden birinin, vekâlet suretiyle olsun yerine gelmesi iftihar etmeyi gerektirir.) diyerek pek cömertçe iltifatlarla beni lütuflandırdığı hâlde, kötü muameleleri birer ikişer meydana çıkarılarak, Vali Paşa tarafından her biri hakkında izahat istenilmeye başlanınca, ona yazdığı cevapta:
“… Mutasarrıf Vekili diye Sinop’a gönderilen tecaribi umurdan bihaber bir nevrestenin tahkikat ve işaratı üzerine bu suretle istizahlarda bulunulması esefi muciptir…” (…Mutasarrıf Vekili diye görev tecrübelerinden habersiz bir yeni heveslinin araştırma ve bildirmesi üzerine bu şekilde açıklanma istenmesi esef vericidir…) demişti.
Sinop’a gönderilen büyük memurlar sanki yaş fazlalığıyla tayin olunuyorlar gibi, ben orada iken gelen bir naip: “Elli dört yaşında olduğum sırada, 1254 (1838) senesinde Kıbrıs’ta naip idim; Osmanlı lirasıyla yaşıtım.” dediğine bakılırsa (O zamanlar Osmanlı lirası 108 kuruşa bedeldi.), hırs-ı pilisinden Sinop’un hayli zarar gördüğü mutasarrıfın büyük babası yerinde idi.
Naip Efendi, uzun boyu, nispetli azası, kar gibi beyaz bir sakalın çevrelediği yüzüyle sevimli bir Arnavut’tu. Yüz sekiz yaşında olduğunu söyleyince:
“Maşallah!” dedim. “Yetmiş yaşında bile görünmüyorsunuz…”
“Hamdolsun!” dedi. “Öyle ama ne de olsa çok ihtiyarım. Geçmiş bir asrın mahlûkatındanım. Artık rahat etmeliyim. Hatta buraya gelirken veliyyünniam şeyhülislam efendimize: ‘Beni artık naipliğe göndermeyiniz, emekli ediniz.’ dedim. ‘Siz naiplerden emekli edilmiş kimse gördünüz mü?’ buyurdukları için, ‘Zât-ı meşihatpenahîleri de dâîleri gibi Nuh Peygamber zamanından kalma bir naip gördüler mi?’ diye sordum. Güldü ve ‘Sinop’a da gidiniz bakalım.’ buyurdu.”
Naip bazen böyle düzgünce konuşur, hoş tabiatlı bir adam olmakla beraber, bazen küçük yaştaki bir çocuk hâli alırdı. Herhâlde Urfa, Maraş taraflarında kim bilir kaç yıl önce edindiği mor kadife kaplı ve gümüş pullarla saçaklı bir palanla bindiği pek cılız bir kira beygiri üzerinde, Haremeyn payesine (rütbesine) mahsus binişini (cübbesini) giymiş ve bilinen sırma şeriti de ak sarığı üstüne dolamış olduğu hâlde ilk defa hükûmet konağına gelirken her rastladığına selam verişiyle gülünç bir bunaktı.
İzinle kaçan mutasarrıfın yerine tayin olunan Gürcü Yahya Dede ise başka bir “pîr-i fani” idi. Vali Paşa’nın şifreli emrine uyarak, geldiği zaman hemen dönmeyip liva ve memurları hakkında kendisine malumat verecektim. Bu mutasarrıf eskisinden daha genç olduğu hâlde, içkiye düşkünlüğünden dolayı vücudu, ölmeden önce çürümeye başlamıştı.
Şimdiki hâlini bilmiyorum; fakat o zamanlarda Kastamonu Vilayeti’nde içkinin en çok insan zehirlediği yer Sinop’tu. Memurlarımızdan, kâtiplerimizden ve iş sahiplerinden öğle yemeğinden sonra rakı, şarap kokmaksızın yanıma gelen kimseler pek azdı. Şu tehlikeli düşkünlükten Babıali’nin haberi olsa, içkinin insanı ne hâle getirdiğini Sinop ahalisine ve memurlarına göstererek kendilerini uyandırmak için bu alkolik mutasarrıfı kasten gönderdiği sanılacaktı.
Bu gece gündüz sarhoş mutasarrıfın akrabasından daha evvel ismi geçen Kâmil Paşa da; Niğde Mutasarrıfı ve bu Dede’nin tam zıddıydı. Geceleri bir hasır üstünde yatar ve sabahlara kadar ibadet eder, Niğde sokaklarında at koştururdu. Mutasarrıflık makamındaki yazıhanesinin çekmelerini fişekle doldurarak daima yanında bulundurduğu otomatik bir tüfekle hükûmet konağı civarındaki çayırlığa koydurduğu testilere kurşun atarak nişan egzersizi yapardı. Konya Valisi’nin hırsızlık ve rüşvetçiliğinden Babıali’ye ettiği şikâyetlere kulak asılmayınca, İngiltere Sefiri’ne telgraf çekmekteki çirkinliği takdir edemeyen bir budala idi. Kâmil Paşa’dan sonra Niğde’ye gelen mutasarrıfların çoğu kötü itiyatlarıyla bu nişancı mutasarrıfı aratmışlardı.
Yahya Dede Paşa, ilk cuma namazını Seyit Bilâl Türbesi’ndeki camide kılmıştı, ben de beraberdim.
Namazdan sonra türbenin misafir odasında kahve, şerbet içerken Sinop’un Kastamonulu müftüsü, Mutasarrıf Paşa’ya:
“Efendim!” dedi. “Biraz gabadur emme, doğrudur: ‘Çıralı dibine karanlıhtır.’ derler.”
Ben, müftünün sözünü keserek:
“ ‘Mum dibine ışık vermez.’ bir darbımeseldir, (söyleyişindeki kabalığa işaretle) manasında bir kabalık yok.” dedim.
Müftü sözüne devam etti:
“Bir tarihte Kastamonu’dan İstanbul’a gitmiştim. Evkaf Nezaretinde bir işim vardı. Nezaretin büyüklerinden birini görerek işimin çabuk görülmesini rica ettim. O zat, “Eğer Kastamonu’ya dönüşünde Şaban Veli’nin türbesinde benim için bir ‘Yasin’ okuyacağını vaat edersen işini derhâl yaptırırım.” dedi. Hâlbuki ben Kastamonu’da doğmuş, büyümüş olduğum hâlde İstanbul’a giderken bile Şaban Veli’nin ruhuna bir Fatiha okumak hatırıma gelmemişti. Bu kabilden olmak üzere Seyit Bilâl’in camisine cuma namazı için iki seneden beri hiç gelmemişken bugün sırf efendimle onur duymak için geldim.”
Böyle mutasarrıflar, kadılar, müftüler ve bunlara uygun her çeşit memurlarla idare olunmak musibetine asırlarca mahkûm olan Osmanlı İmparatorluğu’nun feci sonu görünür bir hâlde idi.
Sırası geldikçe yazılacağı üzere, yirmi kadar vilayette Sinop Mutasarrıfı’na az çok benzeyen memurlar görmek talihsizliğine uğradığımı söyleyerek Sinoplu kardeşlerimizi teselli etmeyi, insani bir vazife saydım.

“Cüret-i Lisaniye” Suçundan Mahpus Hamlacı Bekir
Umumi Hapishane denilen kale zindanlarından sonra Liva Hapishanesi’ni ziyaret ettim.
Bugün bile hapishanelerimizin hemen hepsinde ilk göze çarpan ve insana hüzün veren, içindekilerin büyük bir ekseriyetle küçük yaşlardan otuz, otuz beş yaşlarına kadar gençler olmasıdır. Bunlar arasında maddi ve manevi bir sefalet yerinde sıhhat ve tazeliğini korumuş yetmiş yaşlarında bir mahpus, bu sebeple dikkatimi çekti. Böyle temizlikten, düzenden pek mahrum bir hapishaneye değil, dünyanın en mükemmel bir hapishanesine de konulmayı hak etmiş görünmeyen bu çok sevimli ihtiyara yaklaşarak niçin hapsedildiğini sordum:
“Buraya getirileli üç ay oldu sanırım. On gün de kazamız olan Boyabat’ta hapsedildim. Bana ne iftira ettiklerini söylemeye dilim varmıyor. Parmağıyla yanımda bulunan Müddeiumumi Muavini Ali Rıza Efendi’ye işaret ederek: “Suçumu bu efendi bilir. O söylesin.” diyerek kederle başını önüne eğdi.
Ali Rıza Etendi:
“Burada açıklaması uygun olmayan bir cüret-i lisaniye meselesinden suçludur.”
“Fazahat-i lisaniye” tabiri Allah’a, peygamberlere karşı savrulan küfürlere tahsis olunduğu için, hamlacı emeklilerinden olduğu anlaşılan ve ömrünün uzun bir kısmını İstanbul saraylarında geçirmiş olan bu muhterem ihtiyarın, padişah aleyhinde bir söz söylemiş olmakla suçlandırıldığını anladım.
Müddeiumumi, o gün akşamdan sonra, bu meseleye dair evrakın dosyasını gönderdi. Baştan başa okudum ve daha ilk satırlarda meselenin başlangıcını hatırladım.
Boyabat Kazası’ndaki bir köyden, o senelerde “Beşiktaş Zabıta Amiri” ünvanıyla bilinen Müşir Hasan Paşa’ya bir jurnal gönderilmişti.
Koskoca bir Müşir Paşa’nın bir semt karakoluna, yani Zabıta memurluğuna tayin edilmesindeki tabi yakışıksızlıktan dolayı “Zabıta Amirliği” tabiri ilk defa kullanılıyordu. Hasan Paşa, “araştırılarak icabının yapılması ve neticesinin bildirilmesi” için bir mektupla vilayete ve oradan da aynı sözlerle Sinop Mutasarrıflığına göndermişti. Hamlacı Bekir’in kardeşinin oğlu tarafından gönderildiği anlaşılan jurnalin hülasası:
“Hamlacılıktan emekli Bekir, maaşlarının birkaç ay verilmemesine kızarak ‘bu pinti Hamit’ memleketi Moskoflara satmıştır; artık bundan bize hayır gelmez.” dediğinin ahmak bir köylüce açıklanmasından ibaretti.
İlk araştırmadan, Bekir’le onun kardeşinin oğlu olan bu jurnalci arasında bir manda meselesinden dolayı düşmanlık ve bu sözlerin söylendiği zaman da anlaşmazlık mevcut olduğundan, bunun pek açık bir iftira olduğuna kanaat hasıl etmiştim. Müspet bir suç olsa bile Boyabat Bidayet Mahkemesi’nde muhakeme edilmesi lazım gelen Bekir’in Sinop’a getirilmesi kanuna aykırıydı. Bu meselenin takibe değmediğini vilayete arz ettim. Vali Paşa, benim Bekir’i kurtarmak istediğimi anlayarak, bu maksatla kendi kendimi bir belaya-uğratmam için, “Adı geçen Bekir’in kanun dairesinde behemehal cezalandırılmasını” emretti.
Emekli Bekir Ağa ve araştırma evrakı Boyabat’a iade edildi. Her ne kadar şahsen kendisini tanımıyorsam da genç ve mektepli bir kaymakam olmasına güvenerek, Boyabat Kaymakamı’na hususi bir mektup yazdım:
“Bekir ve evrakı kanunen ait olduğu Boyabat Mahkemesi’ne iade olundu. Evvelki ihbar ile sonraki ifade birbirine uymamakla beraber, Bekir ile yeğeni arasında bulunduğu anlaşılan düşmanlığa göre isnadın iftira olduğunda şüphe yoktur. Bu işi takip edip hızlandırarak masumiyetinin bir an evvel meydana çıkarılmasını…” gizlice tavsiye ve temenni ettim. Kaymakam, birkaç gün sonra kaza mahkemesi düşmanlık sebebiyle iftira ettiğini bildiren jurnalcinin altı ay hapis cezasına ve Bekir Ağa’nın beraatine karar verdiğini telgrafla bildirdi. Bu neticeyi de Vali Paşa’ya arz ettim ve “Bekir’in behemehâl cezalandırılması için ilk hükmün üst mahkemeye götürülmesi…” cevabını aldım. Müddeiumumi Yardımcısı ile müzakere ederek, Bekir’in yeğeninin hem bu dedikoduları uydurması, hem de diğer bir masuma yüklemesi gibi katmerli bir suç işlemiş olduğu için, suçuyla cezası arasında nispet bulunmadığı iddiasıyla cezanın artırılması için dava üst mahkemeye intikal ettirildi. Meseleyi tetkik eden Sinop Bidayet Mahkemesi, iftiracının bir buçuk sene hapsine hükmetti.
Hapishanede birçok genç suçlular içinde büyük, küçük günahlar arasına nasılsa karışmış sevaplı bir hareket gibi görünen zavallı İhtiyar Bekir böylelikle bu haksız cezadan kurtuldu.

Kömür İnhisarı
Kömür Kazancının Mutasarrıfla Belediye Reisi Arasında Paylaşma Pusulası Rusya Konsolos ve Sefirinin Yangından Zarar Görenlere Yaptıkları Para Yardımının Saklaması
Şahsi istifade için Sinop Mutasarrıfı tarafından icat edilen vesilelerden biri de, ağaç kömürü yapılmasının ve satılmasının belediye tekeline aldırtmasıdır.
Bu tekel yalnız mutasarrıfın belediye reisine yazdığı iki satırlık bir tezkere ile başlamıştır. Doğru veya yanlış Belediye ve İdare Meclislerinin bilgileri ve bir kararı bulunmamakla beraber; kömür gibi bütün Sinop ahalisinin muhtaç oldukları bir şeyin, tekel altına alınması ve bu suretle yalnız kömür yapmak ve satmakla geçinen beş köy halkının geçim sebeplerinden mahrum edilmesi gibi mühim bir meseleden vilayetin de haberi yoktu. Sinoplu tahrirat müdürünün akrabasından olan belediye reisi, bu vazifeye seçilip ve tayin ettirilir ettirilmez, un ve petrol ticaretine başlayarak ekmekçilerle anlaşmış olduğu gibi, kendi petrollerini belediye deposuna ücretsiz koyduğu için diğer petrol getirip satanlara kendisine rekabet edememeleri yüzünden çok istifade etmiştir. Pek iyi bir tesadüf olmak üzere, bir sene kadar önce belediye mallarının devlet malı mahiyetinde bulunduğundan çalan ve çaldıranların devlet malı çalmış gibi cezalandıracaklarına dair bir kanun yayınlamıştı.
Bu kömürün elde edilmesi ve sattırılması tekelini belediye reisi kendi başına tatbike başlayarak kimsenin haberi olmaksızın tayin ettiği adamlarla yaptırdığı ve kırk beygir satın alarak taşıttığı, sattırdığı anlaşılmıştı.
Ben bu muameleyi incelemeye başlayınca, verdiği deftere göre koskoca bir kasabanın kömür ihtiyacını temin eden ve beş köyün kömürcülerinin kârlarını alan belediyenin bir sene içindeki geliri ambarda mevcut denilen üç bin okka (bin beş yüz kuruşluk demek) kömürden ibaret görünmüş ve ambar açtırılarak içinde bir okka bile kömür bulunamadığından, onların da reisin evine taşıtıldığı meydana çıkmıştı.
Bunlardan ve diğer kanuna aykırı ve ağır cezayı gerektiren suçlarından dolayı tevkif edilerek usulünce evinde yaptırılan araştırma da kâğıt çantasında bulunan ve kendi yazısıyla yazılmış bir pusulada kömür kazancının hesabı mutasarrıfa şöyle bildiriliyordu:
1000 Osmanlı lirası, zatıalilerine parça parça takdim


Bir yıl içinde Sinop’ta sarf edilen kömürlerin yalnız 1800 lira kâr bırakması da gülünç bir hesaptır. Bu kömürler yalnız bir kapıdan girdikleri için gelecek senenin aynı iki ayında kasabaya giren kömürlerle mukayese edilerek mutasarrıfa gösterilen miktarın üçte bir nispetinde noksan olduğu anlaşılmıştı.
O senelerde İstanbul’da ortaya çıkan, Yıldız Sarayı’na intisap eden ve Malumat adıyla gazete çıkaran “Baba Tahir” namındaki adam, Sinop Mutasarrıflığında bulunduğu esnada bu belediye reisinin, biz Kastamonu’dan İzmir’e gittikten sonra galiba bir seneden ziyade hapis cezasına mahkûm olduğunu (aramızda başka bir muhabere geçmediği hâlde) bir mektupla bana bildirmişti.
Ben bu kapkara kömür hesaplarını tetkik ederken ziyaret için gelen Rusya Konsolosu, Sinop’un son yangınında evleri yananlar için belediyece yardım topladıkları sırada kendisi ve sefaret tarafından verilen yardımlardan kimseye hiçbir şey verilmediği gibi, bu yardımların belediyece tutulan deftere bile geçirilmediğini hayretle işittiğini söyledi. Belediye reisinin akrabasından olup yanımızda bulunan tahrirat müdürü hemen söze karışarak:
“Öyle şey mi olur?” dedi. “Emrederseniz hemen kendim belediyeye giderek defteri alır getiririm. Yardımların deftere geçtiğini Konsolos Bey de görürler.”
“İsabet olur.” dedim. “Çabuk gidip geliniz.”
Sinop’a varışımı takip eden günlerde, yaşlıca bir adam olan bu Tahrirat Müdürü’ne, “Benim babam da tahrirat müdürü idi; bundan dolayı bütün tahrirat müdürleri hakkında bir nevi akrabalık hissiyle ve hürmetle duygulanıyorum.” demiştim.
Tahrirat Müdürü birkaç dakika sonra dönerek getirdiği defteri titrek bir elle açtı. Defter baştan başa sabit mürekkeple yazılmış olduğu hâlde Rusya Konsolosu’nun ve Sefiri’nin yardımlarının kurşun kalemle satırlar arasına ilave edilmiş olduğunu hayretle gördüm. Tahrirat Müdürü’nün yazısını tanıdığım ve yeni yazdığını bildiğim hâlde Konsolos’a, yardımların deftere geçirilmiş olduğunu söylemek zorunda kalarak, defteri hemen kapatıp müdüre verdim. Bu yardımları, yangın felaketine uğrayanlara yarın dağıttıracağımı, Konsolos’a söyledim.
O gittikten sonra Tahrirat Müdürü’nü çağırtarak, pek kötü olan şu muameleden dolayı kendisini azarlayınca:
“Yardımların deftere geçirilmemesi ecnebi bir konsolosa karşı pek çirkin olacağından çaresiz kalarak ilave ettim.” dedi.
“Kendimize karşı da çirkin değil mi?” dedim.
Sualime cevap vermeyerek:
“Babam tahrirat müdürü olmasından dolayı bütün tahrirat müdürlerini akrabadan sayar, hürmet ederim, buyurmuştunuz.” dedi.
“Evet, öyle söylemiştim ve öyledir. Fakat Sinop’u babalarından kalma bir çiftlik, Sinopluları o çiftliğin işçileri sayarak hareket eden devlet ve belediye mallarını çalmak için vesile yaratanları değil…” cevabını vermiştim.

Rusya Konsolosu Mösyö Suhetin – Masum Fakat Tehlikeli Bir Sevgi
Sinop’ta tek konsolos olan Rusya Konsolosu Mösyö Suhetin’le ilk görüşmede gerçekten dost olduk. Bu dostluğun sebepleri, onun aydın bir adam olması ve Türkçe bildikten başka memleketimiz için hayırsever görünmesidir. İkinci konuşmamızda bir münasebetle: “Ben size çok yakınım; anam Türk ve Müslüman’dır.” demişti.
Konsolosluk salonlarında resim ve tablolardan ziyade “Ve mâ tevfikî illâ billâh.” ve “Avnullahı aleyk.” gibi yazılı levhalar vardı.
Ağırbaşlı ve iyi yürekli bir kadın olan Madam Suhetin astronomiye hevesliydi.
O senelerde Kastamonu’da İdadi Mektebi Müdürü bulunan merhum Celal Bey, Almanya’da herkesin anlayabileceği surette yazılmış bir astronomi kitabını, Türkçe’ye çevirerek Vilayet gazetesinde tefrika ettiriyordu. Bu kitabın Türkçesi’ne az çok yardımda bulunarak faydalandığım ve evvelce Konya’da Vali İngiliz Said Paşa tarafından da bu ilme dair her münasebetle biraz aydınlatılmış olduğum için astronominin büsbütün cahili değildim.
Madamla buna dair konuşmalarımızda, Mösyö Suhetin tercümanlık ediyordu. Ayın hayli büyütülmüş bir fotoğrafını bana ilk defa bu madam göstermişti.
On sekiz yirmi yaşlarında olan Matmazel Suhetin’e gelince, onunla, vaktiyle Rum mekteplerinde Fransızca hocalığı etmiş olan bizim Orman Müfettişi Kalyas Efendi’nin tercümanlığıyla Fransızca konuşuyorduk (o zaman hayli kelime bildiğim hâlde bunları muntazam kullanamazdım). Matmazelle konuşma mevzularımız, fotoğraf, resim, edebiyat olmakla beraber, her ikimizin de genç olmamız karşılıklı sempati için başka vasıtaya, hatta birbirimizin dilini anlamaya da hacet bırakmayan bir sebepti.
Orta boyu, düzgün vücudu, beyaz rengi, altın gibi sarı saçları, masum bakışlı yeşil-mavi gözleriyle bu kızın beni büyüleyeceğini anladığımdan kendisiyle mümkün olduğu kadar az konuşmaya karar verdim.
Orada yalnız matmazel değil, her şey beni şaşırtıyordu. İlk defa bir ecnebi aile içinde bulunuyor, bizlerden büsbütün başka bir yaşayış tarzını ilk defa görüyor, münevver ve üstelik güzel bir genç kızla ilk defa konuşuyordum.
Bir gün Kalyas, önümüzdeki cuma gecesi Mösyö Suhetin’in beni akşam yemeğine davet edeceğini söyledi. Hakikaten konsolos dostumuz bizzat hükûmet konağına gelerek beni çağırdı.
Sofrada ben madamın sağına, tercümanım Kalyas soluna oturtulduk. Konsolos, kızıyla karşılıklı, ortaya oturmuşlardı. Matmazelle aramıza giren çiçek demeti birbirimizi görmemize tamamen engel olamıyordu. Böyle çiçekler, şamdanlar vesaire ile süslenmiş; etrafına, aralarına siyah elbiseli erkekler oturtularak sıralananan genç ve dekolteli kadınlar dizilmiş alafranga bir sofrada ilk defa bulunduğum gibi votkayı ilk defa içiyor, renk renk şaraplarla şampanyayı ilk defa görüyordum. Bunlardan içmesem daha az sıkılgan olacağım muhakkaktı. Beni cesaretlendiren sadece bunlar değil, matmazelin çiçekler arasından yeşil ışıklı bir çift dişi ateş böceği gibi parlayan gözleriydi.
Sıra meyve vesaireye gelince konsolos, beni metheden bölümleri şiddetle alkışlanan bir nutuk söyledi. Sonra ben ayağa kalktım. Daha söze başlamadan uzun bir alkışla karşılandım. Nutkum bölüm bölüm madam ve matmazele Fransızca tercüme edilecekti. Ancak rüyalarımda başarabildiğim bir kolaylıkla nutkumu söyledim. Bazı yerleri birkaç defa tekrarlatıldı.
Bu fevkalade cüret ve rahat konuşmamın sebebi, mayası kaynamaya başlayan münasebetsiz bir sevginin mucizesi olduğunu ve bunun ilk önce matmazelin masum kalbinde başladığını sonra anladım.
Yemekten sonra kimsenin bulunmadığı sigara içme salonuna geçtik. Matmazel, nutkumdan çok hoşlandığını heyecanlı bir tavırla söyleyip orada duran bir büyük albümü aldı. İçine o andaki hislerimi yazmamı rica etti. Albümün yapraklarını rast gele açarak, Sinop’a geldikleri günden beri uygun gördükleri kimselere uzun, kısa birkaç satır yazdırdıklarını anladım. Bu arada eski mutasarrıfların yazdıkları saçmaları okuduktan sonra:
“Ben bu albüme bir şey yazmam; mamafih şu anda yazılması istenilecek hislerle de duygulanmış değilim.” dedim.
Matmazel hemen odadan çıkarak çok süslü ve büyük bir albümle döndü. Yanıma gelerek albümün şifreli kilidini açtı:
“Buna yazınız.” dedi. “Bu albümü benden başka hiç kimse, hatta annem bile açamaz ve içindekileri okuyamaz…”
Israrlı ricası üzerine, içinde okumadığım beş altı satırlık Fransızca bir yazıdan başka bir şey bulunmayan bu güzel albüme şu satırları yazdım:
“Şu andaki hislerimin bu sayfada tasvirine memur oldum. Büyük hürmete layık, hassas bir kalbin ilham ettiği bu emri derhâl yerine getirmek için hislerimi ve fikirlerimi yokladım. Yazık ki onları tasvir edebilsem bile o kudreti, kullanamayacağım kadar başka türlü buldum. Ara sıra pek latif bir yaratığın ellerini öpmek şerefini kazanacak olan bu albüme şu andaki düşüncelerimi yazmak, hiç çekinmeden, okşanıp koklanacak bir çiçek demeti arasına zehirli iğneler gizlemeye benzer. Susmalıyım. Hislerim henüz taşma hâline gelmemiş yanardağ lavları gibi dimağımda, bilinmezlik içerisinde kaynasın.
13 Teşrinisani 1306 (Kasım 1890)”
İki tercüman, benim karşılıklarını söyleyerek yardım etmemle beraber, bunu Fransızcaya kolayca çeviremediler. Matmazel Suhetin, yüzünde uçuşan renklerden belli bir heyecanla tercümeyi okudu, Türkçesini ayrı ayrı iki tercümana ve bana okuttu. Tercümeyi inceleyip düzelttirerek albümdeki aslının altına bizzat yazdıracağını söyledi. Benim davetim lazımken o beni dansa davet etti. Bilmediğime inanmadı. Fakat bilmediğim kendi hesabıma çok isabetli oldu.
Hafta içinde bu ziyaretin, “hazım ziyafeti” için konsolosluğa gidince, anası ve babası gibi matmazel de beni daha samimi kabul etti ve bana, Rus gelinlerinin millî kıyafetleriyle çektirdiği renkli bir resmini gösterdi.
“Bu resim aslı kadar güzel renklendirilmiş.” dedim.
Yavaşça:
“Bunu size hediye edeceğim…” diye cevap verdi.
Ben, pek kıymetli bir yadigâr olacağını söyleyerek teşekkür edince biraz kızarır gibi oldu. Kalyas, bu zeki Rum, belli belirsiz gülümsedi.
Kısa bir müddet sonra Kastamonu’ya dönüyordum. Veda için ertesi gün konsolosluğa geleceğimi söylemek ve evvelce Sinop’ta çektirdiğim fotoğrafı takdim etmek için Kalyas Efendi’yi Mösyö Suhetin’e gönderdim. Gelince, matmazelin de orada bulunduğunu ve dönüş sözünü duyar duymaz resime bakmadan salondan çıktığını söyledi.
Ben gittiğim zaman ise matmazel hiç görünmedi, gelin kıyafetli resmini de vermedi. Beni bekâr sanıyordu. Hâlbuki ben o zaman iki çocuk babasıydım; üçüncüsü de son ayını bekliyordu.

Aslan Vapuru
Sinop’tan İnebolu yoluyla Kastamonu’ya döneceğim gün limanda üç vapur vardı: Osmanlı, Rus ve Nemçe.
Rusya Konsolosu Mösyö Suhetin dostumuz, Rus vapuruyla gidersem her bakımdan daha rahat ve iyi bir seyahat etmem için kaptana tavsiyede bulunacağını söyledi. Fakat limanda bir Osmanlı vapuru dururken bunu hoş görmedim. Daha evvelden bu vapur için bilet aldırdığımı söyleyerek özür diledim.
Osmanlı vapuru, vaktiyle bir İngiliz gemisi iken hayli yaşlanıp adına yakışan sağlamlığı kaybettikten sonra bize satılmış, “Aslan” ismi verilmiş, daha doğrusu, her tarafını süsleyen madeni aslan resimlerine bakılınca, İngilizce’den tercüme edilmişti.
İhtiyar Aslan, Sinop Limanı’ndan hareketinden bir iki saat sonra, bilmem neresinde ortaya çıkan arızanın tamiri için, bir buçuk saatten fazla yolundan kalmıştı.
Birinci kamara salonunda benden kısa boylu ve yaşlıca olan birinci kaptandan başka kimse; kamaralarda ise ısıtma vasıtasına benzer hiçbir şey yoktu.
Çok şükür hava durgundu; fakat soğuktu. Salondaki soba her tarafından tütüyor, kaptan babanın durmadan içtiği sigara dumanları bulut hâlinde salonu dolduruyordu.
Onun yarı açık gözlerle uyku ve uyanıklık arasında bir uyuşuklukla esnemekten söz söylemeye vakti olmadığı gibi benim söyleyeceklerimi de anlamaya kabiliyeti kalmadığından:
“Kaptan Bey, müsaadenizle yatacağım.” dedim ve kamarama girdim.
O da, benimkinden uzak olmayan kamarasına girdi. Beş on dakika sonra horul horul uyumaya başladı. Pervanenin ve onu bastıran horultunun tesiri uyumamı imkânsız bir hâle koydu. Bu kötü işkencenin ne kadar sürdüğünü bilmiyorum.
Birdenbire vapurun pervanesi durdu, makinelerin sesleri kesildi. Kaptanın korkunç hırıltısından başka gürültü kalmadı. Bir iki dakika sonra güvertede ayak sesleri duyulmaya başladı. Bir kibrit yakarak saate baktım. Sinop’tan kalkalı beş buçuk saat olmuştu. İnebolu’ya geldiğimizi zannetmeye imkân yoktu. İkinci bir arıza ihtimaliyle paltomu giyip güverteye çıktım.
İkinci kamara yolcuları yarı çıplak bir hâlde, telaşla yukarıya çıkıyorlardı. Bu duruşun sebebini birine sordum:
“Vapurda hamdolsun bir arıza yok.” dedi. Fakat Sinop’tan kalkalı beş buçuk saat olduğu hâlde vapurun gidişine göre bilmem nerede bulunmamız lazımken bulunmuyormuşuz. Birinci, ikinci kaptanlar meydanda yok. Hava bulutlu olduğu için yazıcı, mevki tayin edemeyerek “Acaba karaya mı düşüyoruz?” diye vapuru durdurmuş.
Yazıcının yanına gittim. Hakikaten, “Sinop’tan hareket edeli beş buçuk saat oldu.” diye hesap ediyordu.
“Sinop’tan biraz uzaklaşınca vapurdaki bozukluğun düzeltilmesi için bir saatten ziyade durmuştuk. Bunu da hesaba katıyor musunuz?” diye sordum.
Yazıcı:
“Hay Allah cezasını versin!” dedi. “Öyle ya, bir buçuk saati hesaptan düşmek lazım!”
Yazıcı da sarhoştu. Aslan’a biraz daha hızlı gitmesi emri verildi. Bundan sonra uyumak mümkün olmayacağından giyinerek ikinci kamara salonuna gittim. Orada yedi sekiz yolcu vardı. Bunların her biri bu Aslan’la, “Şark” adlı diğer bir vapurda şahit oldukları bu gibi hadiseleri anlattılar.
İnebolu’ya çıkarken birinci kaptanı bulup veda etmek ve utandırmak niyetiyle geceki olaydan bahsettim; mübarek hiç istifini bozmayarak:
“Böyle şeyler karada da, denizde de olağandır.” dedi. “Selametle geldik ya, sen ona bak!”

İZMİR

İki Memleket Arasında Kırk Sene Evvelki Fark – Kısraklar Kuskun Taktırmazlar, Takılırsa Çifte Atarlar
İkinci Abdülhamid devrinde uygulanan usule göre, yabancı memleketlerden gelen kitaplar, gümrük ve postanelerden mahalli idarelerine gönderilerek tetkik edilip memleketimize girmesinde mahzur olmadığı resmen bildirilmedikçe sahiplerine verilmezdi.
Bu usul yüzünden kim bilir hangi meraklı bir zatın itina ile seçerek topladığı dört-beş yüz cilt Fransızca kitabın tetkik olunmak üzere yedi-sekiz sandık içinde Dedeağaç ambarlarında ve hükûmet konağı koridorunda senelerce bekleyerek maalesef nasıl çürüdüğünü sırası gelince anlatacağım.
İzmir’de bulunduğum esnada (1892) Londra’dan İzmir’deki bir kitapçıya gönderilen İngilizce kitaplardan biri Umur-ı Ecnebiyye Müdürü’nün mütalaası üzerine vilayetçe mahzurlu görülerek geldiği yere iade ettirilmişti. Kitabın ve yazarının isimlerini unuttumsa da çok enteresan olan mevzusunu bu kadar yıldan beri unutmadım. Çünkü unutulması mümkün olmayan bir hadisedir. İngiliz yazarlarından biri, İngilizler’in bir Tanrıça gibi sevdikleri ve öyle hürmet ettikleri Kraliçe Viktorya (o zaman sağdı) aleyhinde yine bir İngiliz gazetesiyle pek şiddetli yayında bulunmuştu. İngiltere hükûmetince gösterilen lüzum üzerine Londra’da yapılan açık muhakeme neticesinde suçlu yazarın beraatine karar verilmişti. Mahkemenin adaletinden faydalanan yazar, suç sayılan makaleleriyle muhakemenin tafsilatını ve beraat hükmünü birleştirerek bir kitap hâlinde ve yine Londra’da neşretmişti. İşte bizim hükûmetin mahzurlu görerek memlekete girmesine izin vermediği kitap buydu. Umur-ı Ecnebiye Müdürü Armanak Efendi’nin gördüğü mahzur iki türlüdür: Biri, tebaasından fani bir mahlûk, tabi olduğu hükümdar aleyhindeki fikirlerini yayına nasıl cüret edebilir? İkincisi bu cüret bizim yazarlara da örnek olabilir. Müdür, bu kitabın memleketimize girmesine göz yumarsa vay hâline! Çünkü derhâl Yıldız Sarayı’na bir jurnal uçar, kendisi azlolunurdu.
İngiliz yazarının makaleleri gazetede ancak bir iki gün yaşayacakken kitap hâlinde kütüphanelere girerek sonsuz bir hayata kavuşmuştu. O devirlerde şu iki memlekette yaşayan insanların hürriyet ve mukadderatı arasındaki baş döndürücü farktan pek fazla kederlenmiştim.
Vali Abdurrahman Paşa, birçok meziyetlerine, hususiyle medeni cesaretine rağmen bazı hâllerde pek vesveseli hareket ederdi.
Umur-ı Ecnebiyye Müdürü, bu İngiliz kitabı hakkında mütalaa beyanıyla dikkati celp etmese, vesvese uyandırmasa paşa: “Neme lazım, bir İngiliz, kendi hükümdarı aleyhinde yazı yazmış, mahkemeye verilmiş, beraat etmiş, aynı memlekette o yazılar kitap şeklinde bastırılmış.” diyerek yasaklamazdı.
***
Vali Abdurrahman Paşa günün birinde İstanbul’dan, Yenicami merkezinden kendisine çekilmiş olan şu telgrafı aldı:
“Kısraklar kuskun taktırmazlar, takılırsa çifte atarlar, ferman.”
İmza: Mehmet Kör
Bu tuhaf telgraf Paşa’yı büyük bir telaşa düşürdü. Çünkü vesvese ile türlü türlü manalar verdi ve çok sıkıldı. Nihayet Dâhiliye ve Zaptiye Nezaretlerine “acele” işaretli telgraflar çekti. Kör Mehmet yakalatılarak bu telgrafla ne demek istediğinin araştırılmasını, neticenin de bildirilmesini rica etti.
Meğer paşa, bir hafta evvel İstanbul’daki kâhyasına, bir çift araba beygiri satın alarak ilk vapurla İzmir’e gönderilmesini emretmiş. Bu ısmarlamadan haberim olsa, Kör Mehmet telgrafının sırrını belki çözebilirdim. Kör Mehmet at tellallarındanmış; kâhya, onun gösterdiği beygirleri almayarak başka bir tellalın getirdiği iki kısrağı tercih ettiğinden, kızarak paşaya bu kısrakların ayıplarını haber veriyormuş.

Sivrihisar Kaymakamı ve Makamıyla Marifetleri Marangoz Bir Kadı – Jandarma Neferi İhtiyar Mahmut
İzmir’de Mektupçu Kalemi mümeyyizi iken (1892) Aşar Artırma ve İhale Memurluğu ile Sivrihisar’a gitmiştim. Bu kazanın ismi Sivrihisar’dır. Eskişehir dâhilinde de bir Sivrihisar bulunduğundan, postanelerce yanlışlığa yer verilmemek ve mektup zarflarına İzmir Vilayeti’ndeki Sivrihisar’ı anlatmak için Sifrihisar diye yazılması o senelerde kararlaştırılmıştı. İzmir ve civar ahalisi hâlâ Sifrihisar derler. Gazetelerde Seferihisar yazılmasının sebebini keşfedemiyorum.
Varışım cumaya rastladığı için hükûmet konağında ve bunun önündeki, yapraklı ağaç dallarıyla yapılmış bir gölgeliğin altında bulunan jandarma yatakları yanında kimse yoktu. İki jandarma atlısı ile İzmir tarafından bir memur geldiğini konağın penceresinden gören ak sakallı ve gözlüklü bir jandarma neferi, hemen gözlüğünü çıkarıp cebine koyarak beni karşıladı ve yukarı kata çıkardı.
Birkaç ay evvel İzmir’den gelen bir jandarma müfettişi: “Hiç gözlüklü jandarma olur mu?” diye, kendisini emektar olduğu bu meslekten çıkarmak istediği için, beni sivil giyinmiş bir müfettiş sanarak gözlüğünü sakladığını az sonra kendisi söyledi.
Giritli olan bu jandarma, uzun müddet Mısır’da, Anadolu’nun birçok şehir ve kasabalarında bulunmuş; zeki, sözü, sohbeti düzgün ve alaycı bir adam olduğundan, Sivrihisar’da kaldığım on gün içinde ve bilhassa geceleri onunla konuştum.
Hükûmet konağının üst katına çıkınca, kaymakamın odasını sordum. Gülünç bir tavırla:
“Ne yapacaksınız?” dedi.
“Oturmak için!”
“Orada oturulmaz ama bir kere görün!” diyerek bina cephesinin ortasındaki alanın kapısını açtı ve “İşte bizim Kaymakam Ağa’nın odası budur!” sözünü ilave etti. Mahmut’un kaymakama “ağa” demesine şaşmadım. Çünkü “Cahilse de işgüzardır.” denilerek sekiz dokuz sene önce bilmem hangi Vali veya Dâhiliye Nazırı tarafından bu kazaya musallat bir bela olduğunu Urla Kaymakamı’ndan duymuştum. Sordum:
“Okuyup yazması yok mudur ki ağa diyorsun?”
“Ancak bizim kadar okur.” dedi. “Fakat biraz yazar, yani kâğıtları bir daireye havale edecek kadar yazar. Ama bilmeyen yazısını okuyamaz. Tahrirat Kâtibi kâğıtları, içlerinde söylenen işten, nereye gideceğini anlayarak oraya yollar. Eski sadrazamlardan Hüsrev Paşa’nın kölelerindenmiş.”
Kaymakamın odasına girdim. Galiba on sene evvel bu konak kurulduğu zaman yapılmış olan döşemeler garip bir surette eskimiş olmakla beraber her şey kalın bir toz tabakasıyla örtülü kaldığından, senelerdenberi içine insan ayağı basmamış, hiçbir yerine insan eli değmemiş gibiydi. Jandarmaya:
“Bir yanlışlık olmasın.” dedim. “Burası kaymakam odasına değil, içinde insan oturan bir yere bile benzemiyor!”
“Yanlışlık yok.” dedi. “Kaymakam buraya ayda yılda bir ya girer, ya girmez. Vaktini ya memur odalarında yahut aşağıdaki gölgede gördüğünüz jandarma yatakları üstünde geçirir. İşleri olanlar, ellerindeki kâğıtlarla odadan odaya kaymakamı ararlar. Bu yazı takımının hâline bakın! Hokkada mürekkep kurumuş, içindeki lika, maden kömürüne dönmüş.”
Mahmut, kaymakamın koltuğuna önden, arkadan birkaç yumruk indirerek ötesinden berisinden fırlayan fareleri gösterdi:
“Kaymakam sandalyesi değil, sıçan mahallesidir. Bu koltukta insan otursa fareler böyle yerleşebilir mi?”
“Konakta başka bir temiz oda yok mu?” dedim. Mahmut:
“Kadı’nın odası temizdir, oraya buyurun!” diyerek önüme düştü. Şeri Mahkeme odası hakikaten temizdi. Kadı sandalyesinin yanındaki pencere içinde birçok marangoz alet ve edevatı gördüğümden, sordum:
“Bunlar nedir, odada tamir mi var?”
“Hayır.” dedi. “Bizim Kadı mükemmel bir marangoz ustasıdır. Pek güzel şeyler yapıyor. Hatta siperli bir top arabası modeli yaparak Serasker Paşa’ya yolladı. Beğeneceğinden emin. Cevap ve mükâfat bekliyor…”
Bu sırada, Mahmut:
“Bakınız, bakınız!” diyerek eliyle konağın karşısındaki dükkânlardan birinin önünde duran bir adamı gösterdi. “İşte Kaymakam Bey’imiz budur. Bundan sonra her şeyi siz kendiniz anlarsınız!” dedi. Önü açık ve iki yandan yırtmaçlı beyaz gecelik entarisi; püsküllü örme kuşağı, arkası yatırılarak pantuflaya (aba terlik) çevrilmiş kundurası; ak çorapları ve kollarına geçirmeyerek omuzlarına attığı sarı, bilinen Şam hırkası; koyu mor ve sivri kalıplı fesi; elinde tüten iki karış kadar uzun ağızlığı ile çok tuhaf bir kılık almış olan Kaymakam, konak önünde terli atlarını gezdiren iki jandarmayı görerek el işareti ile nereden geldiklerini sordu. Jandarmalardan biri yanına giderek, beni getirdiklerini söyleyince, konak pencerelerine baktı ve Kadı’nın odasında bulunduğumu gördü. Bu kıyafetle mi, yoksa evine giderek giyinip de mi geleceğinde tereddüt ediyor gibi ileri, geri bir iki küçük adım attıktan ve bana bir temennadan sonra giyinerek geleceğini işaretle anlattı. Pencereden başımı çıkardım: “Böyle geliniz!” dedim. Hırkanın kollarını geçirip, önünü kavuşturarak ve “Bizim oda da var ama burası daha serindir.” diyerek geldi. O güne kadar bu kaymakam kadar uzun boylu adam görmediğimden, merhabadan sonra:
“Kaymakam Bey, maşallah boyunuz, hayli uzun!” dedim.
“Öyle efendim.” dedi. “Bundan on beş sene kadar evvel İstanbul’da Karaköy Köprüsü’nden Galata’ya giderken peşime bir Frenk takıldı. İngiliz olduğunu sonradan öğrendim. O zaman, bütün dünya yüzünde benden ancak bir santimetre uzun yalnız bir adam varmış, o da yakınlarda ölmüş. Bu İngiliz, Türkçe biliyordu. Beni Köprübaşı’nda bir kıraathaneye götürdü. Boyumu ölçtü. Uzun boylu konuştuk. Beni İngiliz başkentine götürmek istiyordu. O sıralarda İstanbul’da belli başlı bir işim de olmadığından, bu teklife razı olur gibi yaptım. Gidiş dönüş masrafımdan başka, orada kalacağım müddetçe otel, lokanta vesaire hesaplarını da görecek ve günde iki İngiliz lirası harçlık verecekti. Oldukça kârlı bir seyahat olacaktı. Derhâl bir kontrat hazırlayarak mukavelat muharririne (Notere) tasdik ettirmek istedi. Fakat ben, önce düşünüp sonra kesin kararımı vermek üzere ‘Ertesi gün aynı kıraathanede birleşelim.’ dedim. Kabul etti. İş bitmiş demekti. Ben hemen oradan kalkarak eski bir dostumu buldum ve meseleyi kendisine hikâye ederek fikrini sordum. Dostum gülerek:
‘İngiliz seni görülmemiş bir hayvan gibi camekân içine koyarak ücretle halka seyrettirecek demek!’ dediği için bu seyahatten vazgeçmiştim.”
Aşar işlerine, kasabadaki mekteplere ve diğer meselelere dair kendisiyle biraz konuştuktan sonra:
“Bu odadan çok bir şey görünmüyor. Konağın hangi odası manzaralı ise, biraz etrafı görmek üzere oraya gidelim.” dedim.
“Manzaranın en güzeli arka taraftadır.” diyerek önüme düştü. Bir odaya girdik.
“Şu pencereden bir kere bakınız, ne güzel bir manzara!” dedi.
Konağın arkasında geniş bir sahanın fena bir bataklık hâlini almış olduğunu hayretle görerek:
“Kaymakam Bey, bu nedir?” diye sordum.
Kaymakam, bizim bu hayret sualini takdir manasına alarak:
“Garip kuşun yuvasını Allah yapar derler. Bu da benim için öyle oldu. Burada yakın gezecek yerler olmadığından, pek sıkılıyordum. Günün birinde eşraftan bir zat (galiba Ahmet Bey yahut Ağa) konağın sağ tarafında yaptırdığı evin kerpiçlerini burada hazırlaması sebebiyle çukurlar peyda oldu. Ona bakarak ahaliden bazıları da kerpiç ihtiyaçlarını oradan temin ettiklerinden, çukurlar çoğaldı ve birbirine bitişerek büyüdü. Bir müddet sonra günlerce süren pek şiddetli yağmurlar bu çukurları doldurarak güzel bir gölcük meydana getirdi. Bir çeşmenin ayağını da buradan akıtıverdik. Bakınız; hele şu ortaları nasıl zümrüt gibi yemyeşil, ne kadar güzel! Sabah, akşam yüzlerce kurbağanın ince kalın sesleriyle ötüşleri çok hoşa gider bir şeydir…” dedi.
Bu sözleri, hiç istifimi bozmadan dinledikten sonra:
“Burada sıtma hastalığı var mıdır?” diye sordum. Kaymakam:
“Vardır, hem de pek çoktur. Serçeleri bile tutar.” cevabını verince:
“İşte!” dedim. “Sıtmanın sebebi bu durgun ve pis sulardır. Hükûmet konağının yanında böyle bir bataklık vücuda getirdiklerini Vali Paşa duyarsa, boyunuz ne kadar yüksek olursa olsun sizi bu pis sular içinde boğdurur…”
Kaymakamın beti benzi attı. Gözlerini açarak ve uzun burnunu kaşıyarak:
“Gerçek mi söylüyorsunuz?” diye sordu.
“Gerçeklerin gerçeği!” dedim.
“Efendim!” dedi. “Her hastalık gibi sıtma da Allah’tan gelir. Kurbağalı suların sıtma yaptıklarını ilk defa zatıalinizden işitiyorum.”
“Kurbağa değil, böyle durgun sular içinde yaşayan bir nevi sivrisinek sıtma aşılar.”
Kaymakam düşünür gibi biraz durduktan sonra:
“Bununla beraber…” dedi. “Memleketin eşrafından biri burada kerpiç kestirmiş, onu gören ahali de öyle yapmışlar, meydan çukurlaşmış. Allah’ın yağmurları dolarak, bir gölcük meydana getirmiş, yine Allah’ın yarattığı kurbağalar içinde toplanarak ‘Vırrık, vırrık!’ diye ötüyorlar. Bunda benim suçum, günahım ne?”
“Sonra anlarsın.” diye cevap verdim.
Konağın sağ tarafındaki bir odanın pencereleri bütün bütün kapatıldığından, kapıdan başka hiçbir yerden ışık sızmadığını gördüm. Sebebini Kaymakam’a sordum:
“Evvelce aydınlıktı.” dedi. “Pencereler kapatılınca böyle oldu.”
“Niçin kapattınız ?”
“Şimdi öteki odada söylediğim kerpiçlerle yapılan ilk evin avlusu bu pencerelerden görüldüğü için…”
“Arada yol yok mu?”
“Var.”
“O hâlde ev sahibi duvarını yükselterek yahut tahta perde çekerek görülmeye engel olabilirdi.”
“Evet efendim. Naip (Kadı) Efendi de mecliste böyle söylediyse de meclis azaları, ev sahibine kale suru gibi bir duvar yaptırtmaktan veya tahta perde çektirmektense konağın iki penceresini kapatmanın daha uygun olacağını söylediler. Ben de, sırf taraf-ı şahaneye hayır dua almak maksadıyla razı oldum.”
Kaymakam odasını mümkün mertebe temizlettirdikten iki hafta sonraki cuma günü, orada gazete okurken Jandarma Mahmut geldi:
“Şu pencere perdesini biraz açarak aşağıya bakarsanız, Kaymakam Efendi’nin ne yapmakta olduğunu görürsünüz!” dedi.
Baktım: Kaymakam, yanında dört beş yaşlarında güzel bir oğlan çocuk ile oturuyor ve diğer bir yatak üzerinde diz çöken uzun saçlı, uzun siyah sakallı ve pek pejmürde kılıklı bir adam; elinde, içinde sarı bir sıvı bulunan bir kahve fincanını tutarak ve başını sağa, sola sallayarak yavaş yavaş mırıldanıyor, yani dualar okuyor ve fincandaki sıvıyı tamamıyla ağzına alarak bir iki saniye sonra yine fincana boşaltıyordu.
Dervişin önündeki pis görüntülü bir torba içinde, canlı bir hayvan bulunduğu, yer yer kabarıp alçalmasından anlaşılıyordu. Jandarma Mahmut’a sordum:
“Ne yapıyorlar orada?”
“Kaymakamın torununa yılan şerbeti içirecekler. Nereden geldiğini bilmediğim bu yabancı dervişin okuyup üflediği ve ağzına alıp yine fincana tükürdüğü şerbeti içirecekler. Artık bu çocuğu bütün ömrünce yılan, akrep sokmayacak ve kendisi arzu ederse yılan ve akreple bir oyuncak gibi oynayacak!”
Bu murdar şerbeti çocuğa içirmek sırası gelince, çocuk içmek istemedi; zorla ağzını açarak boşalttılar. Ben yukarıdan bağırdım:
“Kaymakam Efendi, yaptığınız şey pek kötü, ayıptır. Bu yalancı, dolandırıcı serseriyi de hemen defedin!”
Zavallı çocuk, bir jandarma kucağında, şiddetle kusarak kaymakamın evine götürüldü.
Kaymakamı yukarı çağırarak bu iğrenç işlemin sebebini sordum:
“Çocuk en küçük torunumdur. İçirilen şey zeytinyağıdır. Akrep, yılan şerbetidir. Bundan sonra onu ne yılan sokar, ne de akrep. Bu dervişi on beş seneden beri tanırım. İstanbul’da küçük bir evim var. Tahtakuruları karınca yuvası gibi kaynardı. Allah razı olsun; dostlardan biri bu dervişi tanırmış. Bir gün bize getirdi: “Bu belanın biiznillâh (Allah’ın izniyle) defi pek kolaydır.” diyerek bir yumurta istedi, getirdik. Okudu, üfledi ve üstüne bir şeyler yazdıktan sonra sokağa çıkarak: “Yâ Kaadiri kayyûm!” diye bağırdı, yumurtayı kapıya şiddetle çarptı. Bir müddet sonra evdeki bütün tahtakuruları irili ufaklı, sürü sürü kapıdan çıktılar, gittiler!”
“Mademki…” dedim. “Sizin derviş, tahta bitlerini yumurta ile evden sürüp çıkarıyor; bu çok kıymetli sanatına bizim memlekette devam etse pek zengin olurdu.”
“Öyle ama efendim, bu adam zengin olmak istemez. Ben bir lirayı bile kendisine zorla kabul ettirebildim. O arzu etse altın da yapar elmas da…”
Bu sözler, kaymakamın aklındaki yufkalığı büsbütün meydana çıkardığı için, zavallı Sivrihisar’ın bu kadar uzun bir müddetten beri bu derece cahil ve hatta bunak bir adam tarafından idare edilmek belasını bir an evvel sona erdirmek kararıyla sustum.
Sivrihisar’dan başka kim bilir daha hangi bahtsız kazalarda kaymakamlık etmiş olan bu eski kölenin garip, gülünç hâlleri bunlardan ibaret değildi. Fakat bu kadarını yazmak azabıyla kalacağım. Çünkü o, çoktan ölmüş, çürümüş ve onu bu makama çıkaran devir, tarihin dipsiz mezarına gömülmüştür.
İzmir’e dönünce ilk söz olarak bu kaymakamı ve marifetlerini Vali Paşa’ya anlattım. Bataklık hakkındaki sözlerine güldü. Belki de eski bir paşanın kölesini incitmeyi paşalık şanına uygun bulmadığı için onun derhâl Sivrihisar’dan kaldırtılacağı yolundaki ümidim boşa çıktı. Kaymakama şöyle bir mektup yazmakla kaldım:
“Devir suretiyle yakında oralara geleceğimden, hükûmet konağının yanı başında meydana gelmesine imkân verdiğiniz teessüf ve hayretle haber alınan bataklığın tamamıyla kurutulmamış olduğunu görürsem; bu hâlin azliniz için kâfi bir sebep teşkil edeceği ihtar olunur. ”
Jandarma Mahmut’tan, eski bir dost gibi ayrıldım. Sivrihisar’dan döneceğim sabah Mahmut:
“Bey!” dedi. “Ben çok bey gördüm; büyük küçük birçok memurlar tanıdım. Çünkü çok gezdim ve hayli yaşadım. Senin gibi bir köylü ile bir jandarma ile ahbapcasına görüşen, konuşan alçak gönüllü bir memura rastlamadım. Allah gönlüne göre versin.”
“Benden hoşlandığın anlaşılıyor.” dedim. “Hoşuna gitmeyen bir hâlim yok mu?”
“Var.”
“Nedir?”
“Bazen yalnız kalınca gezinerek ıslıkla hava çalıyorsun; bu senin gibi bir beye yakışmaz, terk et…”
“Peki, bundan sonra çalmam.”
Jandarma Mahmut’a verdiğim sözü tamamıyla yerine getiremedim. Şimdi bile bazen yazmaktan, okumaktan yorularak odamda, bahçemde gezinirken yine ıslık çaldığım olur ve derhâl Mahmut’un tavsiyesini hatırlayarak vazgeçerim.
Jandarma Mahmut’a, İzmir’deki, jandarma alayının kumandanı vasıtasıyla iyi bir gözlük göndermiş ve ondan teşekkürlü, dualı bir mektup almıştım.

Bir Hukuk Meselesinin Halli – Nafia Nezaretine
İzmir’de Mektupçu Kalemi Mümeyyizi iken Urla ve Sivrihisar kazalarına aşar satmak için gitmiştim. Dönüşümde Vali Abdurrahman Paşa’nın yüzünü pek bozuk buldum.
“Efendimizi neşesiz görüyorum.” dedim. “Başınız mı ağrıyor?”
“Hayır.” dedi. “Çok şükür vücutça hiçbir rahatsızlığım yok; fakat son derecede canım sıkılıyor.”
“Niçin?”
“Bir hafta evvel Belediye Meclisinin bir kararını getirdiler: Birinci Kordon’dan ikincisine bir yol açmaya lüzum görmüşler. İdare Meclisine havale ettim; bu meclis de belediyenin kararına uyduğundan, “mucibince” dedim. Belediye, derhâl işe başladı. Şirketin direktörü Kifre, Nafia Nezaretine şikâyet etmiş. Nazır Mahmut Celaleddin Paşa’dan aldığım telgrafta şirketin doldurduğu arazinin kendisine ait bulundukça, orada belediye kanunlarının hükmünün yürüyemeyeceği şirketin mukavelesinde açıkça yazılı olduğundan; belediyede başlanılan işin bırakılması lüzumu bildirildi. Bu iki meclisin kararını “mucibince” diyerek ben de kabul etmiş olduğum için şu izine geri dönme mecburiyetinden üzüldüm. Belediye Reisi olacak hımbılı çağırtarak, lüzumundan fazla haşladım. Bütün İdare Meclisi azasına da söylemedik söz bırakmadım. Fakat kızgınlığım ve üzüntüm bir türlü geçmiyor.”
“Nafia Nazırı’nın telgrafı belediyeye tebliğ buyuruldu mu?”
“Üstüne hiçbir şey yazmadan reise gönderdim. Çünkü bu iş ilerledikçe bizim hezimetin ağırlığı artacak.”
“Müsaade buyurursanız…” dedim. “Bu evrakın dosyasını belediyeden getirterek bir kere de bendeniz tetkik edeyim.”
Paşa ümitsiz bir tavırla:
“İşte uğursuz dosya, alay eder gibi karşımda; tetkik için hazine avukatı almıştı. Şimdi getirdi ve bir şey yapmak imkânı olmadığını söyleyerek defoldu, gitti. Bununla beraber bir kere de siz okuyunuz. Fazla tetkikten bir zarar gelmez. Yerin krokisi ve şirketin mukavelesi, şartnamesi filan da, bu zarftadır…”
Dosyayı aldım. Evrakı yine dikkatle okudum: Bunlardan anlaşıldığına göre şirket, denizden doldurduğu sahada rıhtım yaptıktan sonra arsaları parça parça ve metresi kırk kuruştan satmaya başlamış; gördüğü rağbetten istifade ederek kırk kuruşa sattığını elliye alıp seksen kuruşa, seksene aldığını yüz kuruşa ve bu suretle bazı yerlerde bir metresini on dört liraya kadar satmıştı. Binaenaleyh belediyenin yol açmak istediği arsa birkaç defa şirketin imtiyazlı malı olmaktan çıkmış, şahısların malı olarak belediye hükümlerine tabi bir hâle geldikten sonra tekrar satın alma yoluyla şirkete geçmişti. Yani bu arazi, artık şirketin imtiyazlı malı değil, sadece şahıslardan satın aldığı bir maldı. Arsanın imtiyazlı mahiyeti kalmamıştı. Burada, Kastamonu’daki Mecelle [Medeni Kanun] hocalığım imdadıma yetişti:
“Bir şeyde sebeb-i temellükün tebeddülü o şeyin tebeddülü makamına kaimdir.” yolundaki fıkıh kuralını hatırlayarak davayı kazanacağımızı anladım. Ertesi sabah dosyayı ve Mecelle’yi alarak erkenden hükûmet konağına gittim. Paşa, vilayet makamına bitişik olan harem dairesinden henüz çıkmamıştı. Haber verdirdim. Biraz sonra “Hayrola?” diyerek kapıdan girdi. O gece hiç uyumamış. Kendisine vaziyeti anlatmaya çalıştım. Fakat mesele fıkıh kuralına gelince bu noktayı evvela kavrayamadı. O zaman kuralın çıktığı rivayet olunan şu hikâyeyi naklettim:
Hazreti Peygamber, galiba damadı Osman ile Medine sokaklarından birinden geçerken, önüne bir adam çıkarak oradaki evini şereflendirmelerini rica etmiş. Pek mütevazı olan peygamber, adamcağızın evine girmiş ve Osman da kendisini takip etmiş. Ev sahibi fazlasıyla sevinerek büyük misafirlerine hurma takdim etmiş. Peygamber hemen yediği hâlde, Osman’ın evvela durakladığını farketmiş ve sonradan sormuş:
“Ya Osman, ev sahibinin ikramını kabulde neden tereddüt ettin?”
“Tereddüt ettimse de, sizin yediğinizi görerek ben de yedim. Tereddüdümün sebebi, bu adamın dilenci olduğunu bilmemdir. Şeriatımızda muhtaç olmayanların sadaka yemesinin haram olduğunu ve bu hurmaların o adama sadaka olarak verildiğini hatırladım.”
Peygamber:
“Sözün doğrudur. Fakat o hurmalar sadaka olarak o adama verilmiştir. Bize ise ikram ediliyor. Yani o sadaka suretinde, biz ise ikram şeklinde sahip oluyoruz. Sahip olmak şekli değişince hurmaların mahiyeti de değişmiş oluyor.”
Abdurrahman Paşa bu hikâyeyi dikkatle dinledikten sonra:
“O hâlde, ne yapacağız?” diye sordu.
“Yol açılmasına devam etmelerini belediyeye emretmekle beraber Nafia Nezaretine de şu mealde bir cevap yazmak gerekir.” diyerek gece hazırladığım telgraf müsveddesini takdim ettim.

Nafia Nezaretine
“C. 5 Eylül 1308. (1892) Mösyö Kiffe’nin şikâyeti haksızdır. Yol açılmak istenen arsa, fiyatı gittikçe arttırılarak birkaç defa şirket tarafından muhtelif şahıslara satılıp tekrar alınmak suretiyle senelerden beri şehir arazisine karışmış ve belediye kanunları hükümlerine girmiştir. İmtiyazla ilgisi kalmadığından, belediyece yol işine devam edilmektedir…”
Paşa müsveddeyi birkaç defa okuduktan sonra galiba içinden “Ne olur ne olmaz, ihtiyatı elden bırakmayalım!” diyerek sonunu çizdi, yerine “Şu hâle nazaran icap eden muamelenin bir an evvel yazıyla bildirilmesi dileğimizdir.” diye yazdı.
İki gün sonra paşa, aşağı kattaki odamın elektrik zili ile beni çağırdı. Bu meselede beklenen telgraf hiç hatırıma gelmedi. Merdiven basamaklarını ikişer ikişer çıkarak paşanın odasına girdim. Meğer hemen kapıda gülerek beni bekliyormuş. Girer girmez Nafia Nezaretinin şu telgrafını elime tutuşturdu:
“C. İta buyurulan izahata nazaran şirketin şikâyeti haklı olmadığı anlaşıldığından, belediyece başlanan ameliyata devam ettirilmesi irade-i fahimanelerine menuttur.” (Verilen bilgiye göre şirketin şikâyetinde haklı olmadığı anlaşıldığından belediyece başlanan işlere devam ettirilmesi padişahın iradelerine bağlıdır.)
Ben telgrafı okuduktan sonra “Berhudar ol!” diyerek, iki eliyle yüzümü okşadı.
On yıl geceli gündüzlü ve birkaç yıl da uzun ve kısa aralarla, yani o Adliye Nezaretinde, ben ayrı yerde yahut Şûrayı Devlet azalığı ile İstanbul’da bulunduğum müddetçe yazılarını yazdığım hâlde bu duaya ilk ve son defa İzmir’de muhatap oldum.
Paşa:
“Gördünüz mü?” dedi. “Size zorla kabul ettirdiğim İdadi Mektebi Mecelle ve Kavanin-i Mülkiye hocalığı şimdi ne kadar işimize yaradı!”

Tavas Kaymakam Vekili ve Sırtlan Tutan İsa Dayı
Elli yıl kadar önce Mülkiye Mektebi mezunlarını üçer yıl valiler yanında kaymakamlık stajına gönderirlerdi. Bu stajyerlerin sayısı İzmir Valiliği’nde on ikiden aşağı düşmezdi. Bunlar arasında zeki ve iyi tahsilli olanlar bulunduğu gibi mektebin neresinden çıktığı anlaşılamayanlar da vardı. Ben son derece cahil kaymakamların memlekete pek zararlı ve garip hareketlerini gördüğümden, mektepli kaymakamların çoğalmasını candan arzu ederdim. Birçoğu hayatta bulunan bu efendiler de pekâlâ şahitlik edebilir ki, Mülkiye mezunlarını kardeş gibi, evlat gibi sevdim ve korudum.
İzmir Valiliği Mektupçu Kalemine memur edilen bu on iki Mülkiye mezunu arasında arkadaşlarından daha akılsız biri vardı. Vali Paşa’nın dikkatini çekmek ve hoşuna gitmek için mevsimsiz olarak bıraktığı sakalını uzattıkça uzatmıştı. Bunlar, bütün dairelerde birer müddet çalıştırılarak muameleye alıştırılır, açılan kaymakamlıklara vekillikle gönderilirlerdi.
Bir gün Denizli Livası’na bağlı Tavas Kaymakamlığı memuriyeti boşaldı. Müddetleri dolmaya yaklaşmış olanlardan birini vekilliğe göndermek üzere paşaya arz ettim. O, zihninden bunları bir geçirdikten sonra:
“Giritli Ethem (mutasarrıflıklarda bulunduktan sonra emekli edilerek şimdi Kadıköy’de bulunan Ethem Bey) gibiler olmaz. Çok gözü açık ve terbiyeli olmakla beraber yüzünde tüy tüs yok. Pek genç görünüyor. Halk, kaymakamı saçlı sakallı umar. Bir kaba sakal var. Sorun da arzu ederse onu gönderelim.”
Sakallı memnuniyetle kabul etti. Tavas’a vardığından kısa bir zaman sonra Denizli Mutasarrıflığından şu telgraf geldi:
“Tavas Kaymakam Vekili’nin telgraf sureti aşağıya nakil ile takdim edildi. Yapılacak muamelenin bildirilmesi arz olunur. ”
Tavas Kaymakam Vekilinin telgrafı şu idi:
“Bir müddetten beri bu havalide türeyip mezarlardan ölüleri çıkararak yemekle geçinen iri cüsseli bir sırtlan; bu gibi hususlarda mahareti bilinen İsa Dayı’nın, hazreti padişahın olan başarısı sayesinde, bu gece canlı olarak derdest edildiğinden hakkında yapılacak muamelenin bildirilmesi.”
Vali Paşa bunları okuduktan sonra:
“Bizim gönderdiğimiz kaba sakal da şişman mutasarrıf da birbirinden akılsız birer hayvan! Mutasarrıf olacak herif sadece Kaymakam Vekili’nin telgrafını göndermiş olsa, ‘Kaymakam diye gönderdiğiniz aptal ne biçim şey bakın!’ demek istediğini zannederdik. O ise ne yapacağını sorarak ahmaklığını gösteriyor. Gebertsinler…” dedi.
“Efendim!” dedim. “Sırtlan hakkında bir şey bilmedikleri anlaşılıyor. Eğer bu hayvan nadir bir hayvansa ve Yıldız Sarayı’na hediyeye değerse belki kendilerine rütbe ve nişan verilir ümidiyle sormuş olacaklar…”
Paşa, buna şaştı:
“İyi buldunuz. Vay habisler vay. İsa Dayı’nın tuttuğu sırtlandan şahsi menfaat gayretine düşmüşler. Azarlama yollu cevap yazın.”
Mutasarrıfa şu cevabı yazdık:
“Sırtlan menfur bir hayvandır. Hiçbir tarafa gönderilemez. Öldürün!”
Bu Kaymakam Vekili, yıllar sonra Bağdat, Beyrut Valiliklerinde ve Şûrayı Devlet Mülkiye ve Maarif Dairesi Başkanlıklarında bulunduğum esnada, yani üç defa muhtelif suçlarla karşıma çıktı. Cidden hayrete şayan olan bu suçları sırası gelince yazacağım.

Halit Ziya Uşaklıgil – Tevfik Nevzat – Şair Şekip – Tahir Kenan ve Garip Bir Jurnal
İzmir’de ilk tanıştığım ve gerçekten dost olduğum gençler, başta Halit Ziya olmak üzere Tahir Kenan; şair, merhum Şekip ve Nevzat’tı. Maarif Müdürlüğünde bulunan Emrullah Efendi ile Hizmet gazetesi matbaasında Halit Ziya’yı görmeye gittiğim zamanlar, tesadüfen görüşürdüm.
Halit Ziya ile çok görüşmemin sebebi benimle beraber Tahir Kenan’a da Fransızca okuma dersleri vermesi idi. Tevfik Nevzat’la da, Halit Ziya münasebetiyle görüşürdüm.
Şair Şekip’le en çok Birinci Kordon’daki Kremer ve Luka Gazinolarında buluşarak uzun konuşmalar yapardık.
Tahir Kenan, Mülkiye Mektebinde padişah aleyhinde sözler söylemesinden dolayı, o mektebin mezunları gibi Vilayet Maiyetine memur edilerek İzmir’e sürülmüştü. Halit Ziya, Osmanlı Bankası’nda kâtipti.
Vilayet Yabancı İşleri (Umur-ı Ecnebiyye) Kalemi Başkâtipliği açıldığından, bir müddet sonra o kalemin müdürlüğüne tayin edilmesine çalışmak üzere Halit Ziya Bey’i bankadan almıştık.
Halit Ziya ile daima beraber bulunmak için bu tasavvur bence aziz bir emeldi. Çünkü Yabancı İşleri Müdürlüğü ile Mektupçu odaları bitişik olduktan başka, vazifelerinde de alaka vardı.
Abdurrahman Paşa’nın, haklı olsa bile her rast geldiğine ve bilhassa sıra bozarak, rütbe, nişan verilmesinin şiddetle aleyhinde olduğu, benim Konya’da iken verilen “Sâlise” rütbemi beş yıl sonra terfi ettirmesiyle sabittir. Böyle iken her fırsattan istifade ederek Halit Ziya’yı, Vali Paşa’ya, layık olduğu derecede sevdirdim ve deveye hendek atlatmak derecesinde güçlükle paşayı, rütbe sırasına bakmadan benimle bir rütbede bulunması için ona “Hamise”, “Râbia” ve “Sâlise” rütbelerini atlatarak “Sâniye Sınıf-ı Sânisi” rütbesini Babıali’ye teklifi için razı ettim. Bu rütbenin bir de “Sınıf-ı Mütemayizi” vardı.
Aldığım emir üzerine Sadrazam Müşir Cevat Paşa’ya pek taraftar bir yazı hazırladım. Evvelce hiç sözü geçmediği hâlde paşa, benim rütbemin de sâniye sınıf-ı mütemayizine terfisi hakkında ayrıca bir yazı yazılmasını istedi. İki hafta sonra gazetelerde Halit Ziya’ya hâmise rütbesi verildiğini esefle okuduk. Benim rütbeye gelince, Cevat Paşa da sırasız ve hak edilmemiş rütbe ve nişan dağıtılmasına taraftar olmadığından, bana dair olan yazıya “Adı geçenin yaşına ve devlet hizmetindeki kıdemine nazaran şimdilik hıfzedilmesi…” diye yazarak evrak odasına gönderdiğini öğrendik.
O sıralarda İzmir’de hâmise ve hatta râbia rütbeli hiç kimse bulunmadığından, Halit Ziya elinden tutularak “Şuraya buyurun.” diye yukarı oturtulacağı yerde ayaklarından aşağıya çekilmiş gibi oldu. Delaletimden pek mahcup olarak onu tebrik değil, teselliye mecbur oldum. Hâmise rütbesi, rütbelerin en küçüğü olmakla beraber, hamiyetli unvanı hepsinden daha şerefli idi.
İzmir’den ayrıldıktan sonra bahtsız Şair Tokadizade Şekip Bey’i bir daha görmemin nasip olmadığına pek müteessirdim. Mektuplaşıyorduk. Son mektubunu, feci ölümünden beş on gün önce almıştım.
Ben İzmir Mektupçuluğumdan Vali Muavinliği ile Edirne’ye gittikten sonra Emrullah ve Tevfik Nevzat’la diğer birkaç İzmirli gencin Avrupa’ya kaçmaları için güya tarafımdan yardım yapılmış olduğuna dair İzmir’den Yıldız Sarayı’na bir jurnal gönderilmiş; keyfiyet Vali Hasan Fehmi Paşa’dan sorulduğunu ve paşanın, benim bu efendilerle hiçbir münasebetim bulunmadığı yolunda cevap verdiğini, onun emriyle Mektupçu Ahmet Rıfat Bey bana gizlice bildirmişti. Jurnalcinin Meclis-i İdare Başkâtibi, sebebinin de haset olduğu anlaşılmıştı.
İzmir’den kaçarken, Emrullah Efendi, Maarif Sandığı’ndan bin Osmanlı lirası almış olduğundan, Meşrutiyet’ten sonra Mebusan Meclisinde bu para uzun münakaşaya sebep olmuştu. Fakat geri alınmasına karar verilip verilmediğini hatırlayamıyorum.

Bütün Büyük Devletlerin Donanmaları İzmir ve Urla Limanlarında – Bir Aşk Faciası – Selam-ı Hümayun
1887 senesinde Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Avusturya devletlerinin en büyük ve modern harp gemilerinden tertip edilmiş olan donanmaları bir yaz mevsimi geçirmek üzere İzmir ve Urla Limanlarına gelmişlerdi. Sayıca en azı Avusturya donanması olduğu hâlde galiba on beş gemiden ibaret olduğuna göre, hepsi yüzden fazla harp gemisi tayfasının iki ay yiyip içme masrafları tahmin olunabilir. Sahilden bunlara her gün mavnalarla her türlü erzak taşınıyor, onlardan İzmir’e ve Urla’ya muhtelif, resimli, kıymetli altın sikkeler akıyordu. Efradın sürü sürü İzmir’e, Urla’ya çıkarak getirdikleri altınlar, götürdükleri yerli mal ve mahsuller de mühim yekûnlar teşkil ediyordu. Sarhoş İngiliz askerlerinin bindikleri eşeklerle o zamanlarda çok kalabalık olan İzmir Kordonu üzerinde yarış yapmaları çok tuhaf oluyordu. Ve bu yarışçılardan çok sarhoş birinin, bindiği eşeği büyük bir kayığa koydurup yine binerek, mensup olduğu zırhlıya vinçle çıkartıldığını işitmiştim.
Her donanmanın amiral ve zabitlerine ayrı ayrı ve devletlerinin alfabe sırasına göre hükûmet konağında padişah tarafından emredilen birer ziyafet verilmişti. Bunlara karşılık altı amiral üçer, dörder gün ara ile zırhlılarında fevkalade muhteşem birer balo vererek Vali Paşa’yı davet ettiler. Fakat muhterem Vali Paşa, siyasi memurların davet kabul etmek istemedikleri zamanlar için bulunmaz bir uydurma hastalık sermayesi olan romatizma, siyatik gibi bir özürle, kendisi gitmedi; oğlu Arif Hikmet Bey’le beni gönderdi.
Yüzden fazla geminin en moderni ve en büyüğü olan, uzaktan kaleli, burçlu, kuleli Orta Çağ şatoları gibi görünen Hoche adlı Fransız zırhlısındaki balo hepsinden parlak oldu. İki yüzden fazla çiftin dansettiği geniş güvertenin üstü ve yanları kıymetli İzmir halılarıyla kapatılmış; kumaşlarla, bayraklarla cidden pek güzel süslenmişti. Altı donanmanın genç zabideri İzmir’in üç yüzden fazla genç kadını ve genç kızıyla güneş çıkıncaya kadar dans ettiler.
Altı donanmadan en yakışıklıların seçilmiş gibi göründüğü beyaz zabitler arasında, on kadar da gerçekten sevimli zenci vardı. İzmir’in lâtif cinsleri beyazlardan çok siyahlardan hoşlanıyor gibiydiler.
Bu balodaki temaslarla Fransız şampanyalarının tesiri; tatmini mümkün olmayan pek hızlı bir aşk meydana getirmişti. Bu aşk, yıldırım gibi, genç bir Fransız zabitinin başına düşerek hemen ertesi gün intiharına sebep oldu. Zabitin İzmir’deki Katolik mezarlığına gömülmesi merasimi ortaya bir devletler hukuku meselesi çıkardı.
Malum olduğu üzere ölen zabitlerin mezarlarında son hürmet alameti olarak bir asker müfrezesi tarafından toplu ateş açılır. Zamanımızda adı bile ortadan kalkmış gibi görünen devletler hukukunda az veya çok sayıda silahlı asker bir yabancı memlekete ancak harp ve istila suretiyle girebilir.
Polis Müdürü, bu intiharı Vali Abdurrahman Paşa’ya söylerken ben de orada bulunuyordum. Paşa:
“Ne yapalım?” dedi. “Eğer aşk, tatmini mümkün olup olmadığını bilerek doğmuş olsa, insan iradesini bu derece alıp götürmez; böylelikle bu kadar da çok facia doğmazdı.”
Ben:
“Bu saygısız aşk bizim için de hoş olmayan bir iş doğurabilir.” dedim. Paşa hayretle:
“Ne gibi?” diye sordu. Dinî ilimlere bir medrese hocası kadar vâkıf olduğu gibi hafızası da kuvvetli olan ve siyaset hakkında Türkçe kitapları da vakit buldukça okuyan; okutup dikkatle dinleyen paşa bu bahiste cahil sayılamazdı.
“Yarın bu zabiti gömdükten sonra mezarı üstünde silah atmak üzere zırhlıdan, bir asker müfrezesi çıkarmaları mümkündür. Bildiğiniz gibi bir yabancı memlekete silahlı asker çıkarılamaz.” dedim.
“Evet, evet.” dedi. “Galiba Hasan Fehmi Paşa’nın Telhis-i Hukuk-ı Düvel kitabında da böyle deniyordu. Öyle bir teşebbüse karşı ne yapacağız?”
“Onlar buna kalkıştıktan sonra mâni olmak tatsızdır.” dedim. “Biz onlardan evvel davranıp bu teşebbüse engel olmalıyız.”
“Nasıl?”
“Vakit geçirmeyerek Umur-ı Ecnebiyye Müdürü bir kartvizitle Amiral’e gönderilse, taraf-ı fahimanelerinden taziye ile beraber, asırlar görmüş Türk-Fransız dostluğuna nazaran Türk toprağına sonsuz bir emanet olacak bu zabit için son hürmet merasiminin, bizim asker tarafından yapılmasından sevineceğimiz söyletilse iyi olur sanırım; Amiral de bu iyi niyetteki maksadı anlamakla beraber iyi karşılayarak teşekkür zorunda kalır.”
Paşa bu fikri uygun buldu. İki saat sonra Polis Müdürü, Amiral’in Vali’nin bu nazik düşünüşünden (pensee delicate) pek çok mütehassis olduğuna dair teşekkür mektubu ile döndü. Fransız Konsolosu bizzat gelerek de teşekkür etti.
Bu tedbirden pek mahzuz olan padişah da valiyi selamıyla (Selam-ı hümayun) lütuflandırdı.

Vali Hasan Fehmi Paşa
Aydın Vilayeti Valiliğinde Abdurrahman Paşa’ya, Hasan Fehmi Paşa halef olmuştu.
Hasan Fehmi Paşa, yaşadığı zamanın sayılı hukukçularından olmakla beraber idare işlerindeki tecrübesizliği, vukufsuzluğu derhâl anlaşılırdı. Aşırı dalgınlığı ile de bazen gülünç oluyordu. Mesela aşar artırmalarına dair livalardan, kazalardan gelen telgraflarda her köyün eski ve yeni aşar bedelleri gösterildiği için bu rakamları şifre zannederek çözülmek üzere bana, şifre telgrafları da aşar arttırmasına ait evrak sanarak muhasebeye gönderdiği çok olurdu.
Hasan Fehmi Paşa, Türk Galip lakabı ile bilinen birçok livalarda mutasarrıflık etmiş olan Galip Paşa’nın kölesi veya evlatlığı iken sonradan damadı olmuştu, Türk Galip şöhreti, Kastamonu şivesiyle yazdığı şiirleri Mutayebât-ı Türkiye adlı bir kitapla neşretmesinden ileri gelse gerektir.
Bu Galip Paşa, Antalya’da bir, Niğde’de iki defa mutasarrıflık etmiş ve babamın, Tahrirat Müdürlüğü ile bu iki livada kendisiyle birlikte bulunmuş olduğunu ve bu sebeple Galip Paşa ve ailesiyle münasebetimizin akrabalık derecesine vardığını Hasan Fehmi Paşa bilirdi.
Paşa, Selanik’te Bu sebeple evvelce uzaktan, yakından tanışmadığımız hâlde İzmir’e geldiği günden itibaren hakkımda büyük bir emniyet eseri gösterdi. Kısa bir müddet sonra münasebetimiz baba evlat münasebeti şeklini aldı. On sene kadar sonra Gümrük İdaresi Eminliği ile İstanbul’da bulunduğu müddetçe, Galatasaray Lisesine devam eden oğlum Celal’in mektep velisi idi.
Hasan Fehmi Paşa, Aydın Vilayeti’nde bilhassa yol yaptırmak, iptidai mekteplerini çoğaltmak için çalıştığı gibi, zeybeklerin kıyafetini düzeltmek, uzun püsküllerini kestirerek kısaltmak ve paçaları diz kapaklarına kadar inen poturlarını uzatarak, baldırı çıplaklığa nihayet vermek için de uğraşmıştı.
Hasan Fehmi Paşa’nın valilik bakımından hakiki kıymeti, en çok Selanik’te çıkan çetin ve cidden tehlikeli olaylar sırasındaki metaneti, her hususta beliren ahlaki faziletleri ile umumi dikkat ve takdiri celp etmiştir. Kendisinden evvel ve sonra hiçbir vali, Hasan Fehmi Paşa kadar Selaniklilerin hürmet ve muhabbetini kazanamamıştır, demekte tereddüt edilemez.
Paşa, Selanik’te nasıl samimi ve umumi bir sevgi, hakiki bir baba saygısı kazandığını bildiğinden; trenler Selanik’ten gece yarısı hareket ettirildiği için, sırf kendisini uğurlamak maksadıyla Selaniklilerin, öyle münasebetsiz bir saatte rahatsız olmalarını istemeyerek Serez’e kadar hususi bir trenle gelmiş ve ücretini kesesinden vermişti. İstanbul’a giden trene bir gün sonra binmişti.
Bizzat kendisinin bana anlattığına göre, İstanbul’a vardığından birkaç gün sonra padişahın ikinci kâtibi Arap İzzet Paşa tarafından Yıldız Sarayı’na çağırılmış. İzzet Paşa:
“Selanik’ten niçin umumi trenle hareket etmeyip de Serez’e kadar hususi bir trenle gelmiş olduğunuzu Şevketpenah Efendimiz soruyorlar.” demiş. Hasan Fehmi Paşa şaşırmış:
“O senelerde bütün büyük devletler hesabına Rusya ve Avusturya tarafından Rumeli’ye sivil memurlar göndererek memleketimizin iç işlerine karışmaları göz önünde olduğuna göre, Rumeli’den henüz gelen ihtiyar bir hukukçu olduğum için, bu ağır musibet hakkında fikrimi sormak üzere çağırtıldım, sanmıştım. Siz ise Serez’e niçin hususi trenle geldiğimi soruyorsunuz. Ne garip sual! Allah Allah… Allah Allah!”
Hasan Fehmi Paşa, belki son defa bu “Allah Allah!”ları tekrar etmekten başka hiçbir şey demediğinden, İzzet Paşa da söyleyecek bir söz bulamayarak sessizce odadan çıkıp gitmiş.
***
Hasan Fehmi Paşa İzmir’de bulunduğu esnada Mabeyin Başkâtibi’nden şu telgrafı aldı:
“Telhis-i Hukuk-ı Düvel namında bir kitap yazmış ve neşretmiş olmanız, nezd-i şahanede büyük esefi mucip olduğu bâ irade-i seniyye tebliğ olunur.”
Paşa, damdan düşer gibi gelen bu esef tebliğinin sebebini bulamayarak, yalnız şu yolda cevap yazmakla kaldı: “Bütün dünyaca kabul edilen hukuk-ı düvel kurallarını en muteber Avrupa kitaplarından özet ile tercüme etmekten ibaret olan bu kitap, bu abd-i âcizin, eseri olmamakla beraber, basıldığı zaman bir nüshasını Zat-ı Şahane’ye takdim etmiştim. Lütfen manzur-ı âli buyurularak hoşlanılmasından dolayı, diğer bir nüshanın daha takdimi irade buyurulmak suretiyle taltif edilmiştim. Neden dolayı esefi mucip olduğunu bilmediğim için müdafaa yolunda maruzatta bulunmama imkân olmadığı maruzdur”.
***
Bir müddet sonra paşanın İstanbul’daki dostları tarafından verilen hakiki malumat ile padişahın neden dolayı esef ettiği anlaşıldı.
O yıllarda “İstanbul’da emniyet ve asayiş yoktur.” diye icat edilen bir bahane ile gereğinde kendi vatandaşlarını korumak üzere büyük devletler, İstanbul’a “İstasyoner” adıyla birer harp gemisi göndermişlerdi.
Maarif Nezareti memurlarından jurnalcılıkla bilinen biri padişaha takdim ettiği jurnalda şöyle demiş:
“Aydın Valisi Hasan Fehmi Paşa’nın vaktiyle neşrettiği Telhis-i Hukuk-ı Düvel adlı kitapta: ‘Hiçbir devletin iç işlerine karışmak suretiyle, diğer bir devletin bağımsızlığına tecavüz edilmesine devletler hukuku asla izin vermez. Fakat bir devlet kendi ülkesi içinde emniyet ve asayişi korumaktan âciz kalır da bu hâl, komşu devletlerin rahat ve emniyetini bozacak olursa, diğer devletler bu hâli gidermek için müdahale edebilirler.’ Ve yine o kitapta ‘Devletler arasında devletler hukukunda geçmeyen bir olay çıkarsa tanınmış devletler hukuku âlimlerinin fikirlerine müracaat edilebilir.’ yolunda sözler bulunması ve Hasan Fehmi Paşa’nın bizim en ileri hukukçularımızdan olması, İstanbul’a bu istasyonerlerin gönderilmelerine sebep olduğu hasbessadâka maruzdur.”
Hasan Fehmi Paşa, İzmir mahkemelerini ziyaret ettiği bir günün akşamında, bunların tamamında döşeme itibariyle gördüğü sefaletten esefle bahsettiği sırada:
“İfrat derecesine varmamak şartıyla mahkemelerin iyi döşenmiş olması; jandarma neferinden valiye kadar, bütün hükûmet memurlarının, kıyafetlerinin düzgünlüğü, halk üzerinde iyi bir tesir yapmak suretiyle memleket için faydalıdır.” demişti. O gece kendisinden ayrılırken not defterine bakarak:
“Ha!” dedi. “Yarın saat dokuz buçukta Kordon önünde kayık yarışı var. Siz saat sekiz sıralarında geliniz de acele bir işimiz varsa onları gördükten sonra birlikte yarışa gidelim.”
Ertesi sabah hükûmet konağı kapısından girerken paşanın eşi, tek arabaları olan faytonla sokağa çıkıyordu. Biraz çalıştıktan sonra paşa, yaveri çağırarak:
“Yarım saat vaktimiz var, arabayı hazırlatsınlar.” dedi. Arabanın gittiği anlaşılınca bir araba buldurulmasını söyledi. Yarışı seyretmek için Birinci Kordon’a bakan evlerin balkonları ve pencereleri bile kiraya verilmiş olduğundan, hiçbir araba bulunamadı. Polislere bütün ahırlar aratıldı. Nihayet senelerden beri bırakılmış pek eski ve kötü bir araba bulundu. Fakat biz içine girince atlar on adımdan fazla gidemediler. Hiçbir gayret de fayda vermedi. Üstelik arabacı da don gömlekti. Nihayet yarış yerine yaya gidilmeye karar verildi ve öyle yapıldı. Vali Paşa’nın, kendisine hazırlanan yere yaya gelişi pek çok alkışlandı!

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ebubekir-hazim-tepeyran/hatiralar-69428491/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
O zamanlarda mektebe başlattırılan çocuklar, ailelerinin durumu uygun ise, mektebin hocası, bütün çocuklarıyla birçok davetlilerden meydana gelen bir alayla, ilahiler okunarak götürülür ve mektep çocuklarına dağıtılacak kuru üzüm, leblebi sinileri güzel örtüler altında alayı, hocaya mahsus baklava veya sarığıburma tepsisiyle çamaşır bohçaları da bu sinileri takip ederlerdi.

2
Burada kullanılan “din” kelimesi, Farsçadaki “deyn” yani “borç” anlamına gelmektedir.

3
Bu tarihten 25 sene kadar bir müddet sonra Galip Bey, Taksim’deki Fransız Hastanesi’nde vefat etti. Ecelle boğuşması üç gün sürdü. Zavallı şair bir türlü ıstıraptan kurtulamadı. Ben her gün birkaç saat onun başı ucunda bulunarak Azrail’i çağıran bu iki mısrasını teessürle hatırladım, durdum.

4
Ahmet Rıfat, İzmir mektupçuluğundan emekli olarak İzmir’de idi.
Hatıralar Ebubekir Hâzim Tepeyran

Ebubekir Hâzim Tepeyran

Тип: электронная книга

Жанр: Памятники истории и культуры

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Benim hayatım bir romandır.” diyenler pek çoktur. Öyledir de! Kişi, yaşantısı boyunca neler görür, neler öğrenir! Bu açıdan, anılar en çok ilgiyle okunan kitaplardır. Önemli olan yazılışlarındaki özgünlük, değişiklik, okuru kendine bağlayabilme yetisidir. Dünyanın pek çok ülkesinde devlet, politika, sanat ve edebiyat adamlarının anılarını yazdıklarını biliyoruz. Bu anılar, o kişilerin yaşadıkları dönemin de belgesel anlatımıdır. Geçmiş yüzyılların gerçek yaşantısını bize bu anılar öğretir. Ülkemizin, politikada, sanatta etkin olan kişileri arasında anılarını yazıp gelecek kuşaklara bırakanların sayısı ne yazık ki, pek azdır. Gerçi her anıya, her anı yazısına inanmak da aldatıcı olur. İnsanlar yaptıklarını, ettiklerini büyük birer üstünlük, birer başarı gibi göstermeye eğilimlidirler. Yanılgılarını, aldanışlarını, hatta işledikleri suçları kendilerine göre yorumlamak, değiştirmek bu gibi anı yazarlarının özellikleri arasındadır. Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın anıları ise daha önce yayınlanan politikacı, devlet adamı, hatta sanatçı, yazar anılarına hiç benzemiyor. Tepeyran, yarım yüzyıl süren devlet adamlığı süresince gözlemlerini birer öykü niteliğinde anlatmasını bildiği için anıları kişisel olmaktan çıkıp bir çeşit yaşam romanı niteliğini kazanmıştır. Niğde′de başlayıp OsmanlI İmparatorluğu’nun Hicaz, Bağdat, Beyrut, Manastır, Sivas, Ankara, Bursa, İstanbul vb. illerinde valilik, nazırlık, milletvekilliği ile geçen yarım yüzyıl! Abdülhamid, Reşad, Vahidettin′in saltanat yılları, istiklal Savaşımızın Anadolu’su; ardından Cumhuriyetin kuruluşu… Mütareke döneminde Divan-ı Harp önündeki duruşmalar sonucu idama mahkûm oluş, ardından aklanış… Ebubekir Hâzim Tepeyran′ın daha önce "Canlı Tarihler” dizisinde yayınlanan "Hatıraları”’nın ilk bölümü Niğde′deki çocukluk yıllarından İzmir, Edirne Vali Yardımcılığımdan Musul Valiliği′ne kadar geçen bir dönemi kapsamaktadır. Bir kaç cilt tutacak olan anıların büyük bölümü ise daha sonra yayınlanacaktır. I9. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın ortasına kadar geçen bir ilginç yaşamın, canlı öykülerden oluşan bir roman bütünlüğünde, aynı zamanda da birer belge niteliğindeki "Hatıralar” hem tarih, hem edebiyat açısından önemli bir yapıttır.

  • Добавить отзыв