Hatemü'l Enbiya
Celal Nuri İleri
Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş döneminde öne çıkmış siyasetçi ve devlet adamı Celal Nuri, Türk düşünce tarihinin önemli gazeteci ve fikir adamlarındandır. Pozitivist bir düşünceye sahip olan yazar, Hatemü’l Enbiya’yı İslamiyet’e karşı Avrupai düşmanlığın irdelenmesi ve Hazreti Muhammed’in eksik ve yanlış değerlendirilmeleriyle vücuda gelmiş siyerlerin genel tarihte büyük bir boşluk oluşturduğu gerekçesiyle kaleme almıştır. “Muhammed el-Mustafa hem fikir hem eylem adamıydı. Hem irade hem de hikmet sahipliğinin birleştiği oldukça nadirdir. İşte Zamanın Son Elçisi, bu yaradılıştaydı. Azim ve iradat peygamberi hiçbir yeis ve ümitsizlik ile bozulmuş değildir.”
Celal Nuri İleri
Hatemü’l Enbiya
Özlem Çekmece, Antakya’da doğdu, ortaöğrenimi burada tamamladı. İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu, askerî ve iktisadî tarih alanında çalışmaları vardır. Ulusal ve uluslararası araştırma merkezlerinde görev yaptı. Hâlen bağımsız editör olarak Türkçe, Osmanlıca, İngilizce ve Arapça dillerinde yazılmış kitaplar üzerinde çalışmaktadır.
CELAL NURİ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
1887 yılında Gelibolu’da doğan Celal Nuri, Ayan Meclisi üyelerinden Mustafa Nuri Efendi’nin oğludur. Ana tarafından da Abidin Paşa’nın torunu olan Celal Nuri, aileden gelen kültür birikiminin ve merakının da tesiriyle çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim almış, hayatı boyunca sürekli bir araştırma ve öğrenme çabası içerisine girmiştir. Galatasaray Mekteb-i Sultanisi ve İstanbul Hukuk Mektebini bitirmiştir. Bir süre Hariciye Nazırlığında görev yapıp bu arada Fransızcasını ilerletmiştir. Bundan sonra kısa bir süre avukatlık yapan Celal Nuri devlet memurluğunda fazla çalışmayarak uzun sürecek olan gazetecilik mesleğine başlamıştır.
Yazar, gazetecilik mesleğini hayatı boyunca devam ettirmiş ve çeşitli gazete ve mecmualarda 2500’e yakın makale neşretmiştir. Çok sayıda basın organında yazı yazmakla beraber Âtî-İleri, Hürriyet-i Fikriye ve Edebiyât-ı Umûmiye müellifin kendi çıkardığı gazete ve mecmualardır. Gazetecilik hayatı oldukça hareketli geçen Celal Nuri çeşitli vesilelerle dünyanın bir çok ülkesini ziyaret etmiştir. Yunanistan, Belçika, Rusya, Finlandiya, İsveç, Norveç, İzlanda ve ABD gibi ülkelere daha ziyade araştırma ve inceleme yapmak amacıyla seyahat etmiştir. Gezi izlenimlerini kitap olarak yayımlamış ve bu eserlerin birçoğu Latin alfabesiyle sadeleştirilmiştir.
Celal Nuri gazetecilik hayatının yanı sıra milletvekilliği görevinde de bulunmuştur. 1919 yılında Mebusan Meclisinde görev almış ve ardından TBMM’de Gelibolu’dan I. ve II. Dönem, 1935 yılında da Tekirdağ’dan III. ve IV. Dönem milletvekilliği yapmıştır. 2 Kasım 1938’de vefat eden Celal Nuri basın ve fikir hayatımızda önemli simalardan biri olarak yer almıştır.
ESERLERİ
Celal Nuri, ellinin üzerinde kitap ve yüzlerce makale yazarak dönemin olaylarına ve fikir hayatına ışık tutan bir şahsiyettir. Celal Nuri hemen hemen her konuda bir şeyler yazmış, siyasi ve toplumsal her konuya el atmıştır. Zaman zaman mevcut iktidarla ve çağdaşı aydınlarla tartışmalara girmiştir. İlmî yetersizliğinden değil de, muhtemelen gazeteci olması sebebiyle ele aldığı konulara teferruatlı olarak değinmemiştir. Ama onun yüzeysel çalışmaları bile güncel sorunlara ışık tutacak niteliktedir ve en azından dönemin problemlerini anlamamızda vazgeçilmez başvuru kaynaklarımızdan sayılır. Celal Nuri, kaleme aldığı yazılarında adı geçen yılların yaygın metoduyla müstear isimle de yazılar yazmıştır. Türkçe eserlerinde Helvacızade, Afife Fikret, Haydar Kemal, Tarık Celal, Mehmet Cemal, Fransızca eserlerinde Djelal Noury ve N. D. Helva gibi müstear isimleri kullanmıştır.
Eserlerinde ve makalelerinde ülkenin hemen hemen her problemine değinen Celal Nuri, kitaplarında daha ziyade Osmanlı’nın gerileme sebepleri, kadınların sosyal sorunları, Batılılaşmak, milliyetçilik, İslam birliği, Avrupa’nın Osmanlı’ya bakışı gibi ana başlıklar altında verebileceğimiz konuları işlemiştir. Adı geçen konulara sadece kitaplarında yer vermemiş aynı zamanda yazdığı çok sayıda makalede çeşitli vesilelerle bu mevzulara değinmiştir. Kendisi Meşrutiyet Dönemi’nin Batıcı aydınları arasında yer alıp her ne kadar bazı düşüncelerinden dolayı materyalizmle ve inkârcılıkla suçlanmış olsa da, Abdullah Cevdet’in İslam’a karşı açık düşmanlığından dolayı, Abdullah Cevdet’le arası açılmış ve Batıcıların yayın organı İçtihat dergisinden ayrılmıştır. Nitekim Celal Nuri, Batı’ya tamamen teslimiyeti değil, işimize yarayacak taraflarının, bilhassa teknik konuların alınıp diğer yönlerinden uzak durulması taraftarıdır.
Müellifin Türkçe ve yabancı dilde yazdığı eserler şunlardan oluşmaktadır:
1327 Senesinde Selanik’te Mün’akid İttihat ve Terakki Kongresinde Celal Nurî Bey tarafından Takdim Kılınan Muhtıradır, Müşterekü’l-Menfe’a Osmanlı Şirketi Matbaası, İstanbul, 1327.
Ahir Zaman, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, İstanbul 1919.
Anarşizm Hükûmetsizlik Meslek-i Felsefesi, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi İstanbul 1908
Coğrafya-i Tarihi, Mülk-i Rum, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Kostantiniye 1917.
Devlet ve Meclis Hakkında Mütalaalar, TBMM Matbaası, Ankara 1932.
Gramer, İlk Mekteplerin Beşinci Sınıfları İçin, İleri Kütüphanesi, İstanbul 1929.
Harpten Sonra Türkleri Yüceltelim, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Kostantiniye 1917.
Hatemü’l Enbiya, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1332.
Havâic-i Kanûniyemiz, Matbaa-i İçtihat, İstanbul 1331.
Hiç Bilmeyenlere Türkçe Alfabe ve Hece, Sühulet Kütüphanesi, İstanbul 1928.
İştirak Etmediğimiz Harekât, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Kostantiniye 1917.
İttihat-ı İslâm ve Almanya, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1333.
İttihat-ı İslâm-İslâm’ın Mazisi, Hâli, İstikbâli, Yeni Osmanlı Matbaası, İstanbul 1331.
Kadınlarımız, Matbaa-i İçtihat, İstanbul 1331.
Kara Tehlike, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Dersaadet 1918.
Kendi Noktainazarımdan Hukuk-i Düvel, Müşterekü’l-Menfe’a Osmanlı Şirketi Matbaası, İstanbul 1330.
Kutup Müsahebeleri, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1331.
Memalik-i Osmaniye’de Emval-i Gayr-i Menkule ve Evkaf Hakkında Celal Nuri Bey Tarafından Evkaf-ı Hümayun Nazırı Ekrem Beyefendi ile Defter-i Hakani Nazırı Abdurrahman Beyefendi Hazerâtına Hitaben Yazılmış Açık Mektup, Tarih Yok.
Merhume, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Kostantiniye 1918.
Mukadderat-ı Tarihîye, Matbaa-i İçtihat, İstanbul 1330.
Müslümanlara Türklere Hakaret; Düşmanlara Riayet ve Muhabbet, Kader Matbaası, İstanbul 1332.
Ölmeyen, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Kostantiniye 1917.
Perviz O, Yine O, Hep O- Bir Şi’ri Manzum, Zarafet Matbaası, İstanbul 1332.
Rum ve Bizans, Efkâr-ı Cedide Matbaası, Kostantiniye 1917.
Şimal Hatıraları, Matbaa-i İçtihat, İstanbul 1330.
Taç Giyen Millet, Kütüphane-i Cihan, İstanbul 1923.
Tarih-i İstikbal I, (Mesail-i Fikrîye), Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1331.
Tarih-i İstikbâl II, (Mesâil-i Siyasiye), Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1331.
Tarih-i İstikbal III, (Mesâil-i İctimaiye), Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1332.
Tarih-i İstikbâl Münasebetiyle Celal Nuri Bey, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1331.
Tarih-i Tedenniyat-ı Osmaniye, Matbaa-i İçtihat, İstanbul 1330.
Tarih-i Tedenniyat-ı Osmaniye-Mukadderat-ı Tarihîye, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1331.
Türk İnkılabı, Sühulet Kütüphanesi, İstanbul 1926.( Türk İnkılabı, Haz: Recep Durmaz, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 2000.)
Türkçemiz, Mesail-i Hazıra Hakkında Musabahat, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, İstanbul 1917.
Türkçenin Sarfı Hakkında Tecrübe-i Kalem (Basılmamış), 1921.
Vatandaşlık, İlk Mekteplerin Beşinci Sınıfları İçin, İleri Kütüphanesi, İstanbul 1931.
Yeni Alfabe İmla Dersleri, Sühulet Kütüphanesi, İstanbul 1928.
Le Diable Promu “Dieu” Essai Sur le Yezidisme İmprimerie du “Jeune Turc” Constantinople 1910.
Le Droit Public et l’İslam, (İmprimerie du “Courruer d’ Orient”), Constantinople 1909.
N De Helva, La Science İmperiate Des Songes et Distionnaire Onirique İntime et Secret Des Cesars Byzantins Des Califes Arabes et Des Sultans Ottomans,Editions Eugene Fıgiere, Paris 1935.
The Sultan a Romance of The Harem of Abdülhamid, London 1912.
Une Anee de Liberte 1908-1909 ( İmprimerie du “Courruer d’ Orient” ), Constantinople 1909.
HATEMÜ’L ENBİYA
II. Meşrutiyet Dönemi’nde kurulan Tarih-i Osmani Encümeni ülkede bilimsel tarih yazıcılığının başlamasında etkili olmuştur. Bunun sonucu olarak İslam tarihi yazıcılığının da nasıl olması gerektiği tartışılmış ve bu yeni anlayıştan etkilenmiştir. Celal Nuri, Hatemü’l-Enbiya adlı eseri ile siyer kitaplarının nasıl yazılması ve Hz. Muhammed’in zamanın şartlarına göre nasıl anlaşılması gerektiği konusunda fikirler ileri sürmüştür. Bunu yaparken daha ziyade Hz. Muhammed’in karakteri, mizacı, devlet adamlığı, komutanlığı, dehası gibi sosyal ve beşeri yönlerini geniş olarak değerlendirmiştir. Buna ilaveten dünya tarihine yön vermiş önemli şahsiyetlerle karşılaştırma yapmaktadır. Celal Nuri’nin söz konusu görüşleri yakın dönem fikir hayatımızı bir yönüyle aydınlatması bakımından önem taşımaktadır.
Osmanlı Devleti, 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya karşı üstünlüğünü yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır. Devlet erkânı bu durgunluğun sebeplerini büyük ölçüde askerî alanda aramış, çözümü yine askerî sahada yenilik yaparak bulmaya çalışmıştır. Zamanla askerî ve sivil alanda idari ıslahatlar yapılmışsa da gerileyişin asıl nedeni üzerinde durulmamıştır; Avrupa’nın ilmî ve teknolojik gelişmeleri takip edilemeyerek devlet yıkılma sürecine girmiştir. Tanzimat’ın ilanından itibaren Batı’nın her türlü üstünlüğünü kabul eden Osmanlı, artık yavaş yavaş gerek kurumsal gerek düşünce alanında Batı kültür ve medeniyetinin etkisi altına girmiştir. Bundan sonra devleti kurtarmanın yolları aranmaya başlamıştır. Modernleşme ve devleti kurtarma uğrunda yapılan her atılım sonuçsuz kaldı ve süregelen çöküntüyü engelleyemedi. Ancak yapılan ıslahat hareketleri sonradan gelecek gelişmeler için bir zemin hazırlamış olması bakımından hiçbir zaman boşa gitti denilemez. Cumhuriyet Türkiye’sinin oluşmasında şüphesiz önceki yenilik hareketlerinin etkisi olmuştur. Tanzimat’ın getirdiği ortam 1856 Islahat hareketlerine zemin hazırlamış, bu gelişmeler de Meşrutiyet ve Cumhuriyet’e giden yolda birer altyapı oluşturmuşlardır. Her ne kadar Türk modernleşmesini sadece Tanzimat’la başlatmak doğru olmayıp, bu süreci 17. yüzyıla kadar götürmek mümkün ise de Cumhuriyet Türkiye’sinin oluşumunda II. Meşrutiyet Dönemi’nin tesiri daha fazladır. Zira bu devirdeki siyasi ve fikri tartışmalar aynen günümüze de yansımıştır.
II. Meşrutiyet Dönemi Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık fikirlerinin tartışıldığı ve her birinin önemli temsilci bulduğu hareketli bir ortamdı. Bunlardan Batıcılık ve Türkçülük ideolojilerinin yeni kurulan Türk Cumhuriyeti’nin oluşumunda mühim tesirleri vardır. Burada bazı görüşlerini ele alacağımız Celal Nuri de yeni devletin fikrî ve siyasi teşekkülünde etkili olan aydınlardan biridir.
Batılı araştırmacılar İslam dünyasında 1924’ten sonra meydana gelen dinî modernleşme hareketlerinin yansımalarını ele alırken konuyu Mısır, Hindistan, Kuzey Afrika ve İran ile sınırlı tutmuşlar, son dönem Osmanlı aydınlarının bu meseleye yaklaşımlarını göz ardı etmişlerdir. Bu ihmal aynı zamanda Türkiye’deki çalışmalar için de geçerlidir. Burada modernleşmeyle dini bir arada kullanıyoruz çünkü adı geçen yıllarda devletin kurtarılması ile dinin kurtarılması aynı şekilde yorumlanmıştır. Birçok yerde dinin ihya edilmesiyle devletin de düzene gireceği savunulmaktadır. Dinin tekrar dinamik hâle getirilmesi, İslam’ın tekrar yorumlanması, asrısaadet olarak nitelendirilen Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn döneminin hemen her konuda örnekliği dönemin sıkça tartışılan konularıdır. Bu bağlamda sıkça dile getirilen argümanlardan biri de Hz. Muhammed tasavvurudur. Celal Nuri bu konuda hatırı sayılır fikirler ortaya koymasına rağmen Cumhuriyet Dönemi’nde ülkemizde ihmal edilen aydınlardan biri olduğunu düşünüyoruz. Müellifin hemen hemen her konudaki yaklaşımları farklı ortamlarda mevzubahis edilmiş ancak Hz. Muhammed tasavvuru ve siyer yazıcılığı hakkındaki görüşleri dikkatten kaçmıştır.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yapılan tartışmalara baktığımızda Batıcı olsun İslamcı olsun bazı aydınlar İslam dininin kendisinin değil yaşanılan İslam’ın yanlış olduğunu, İslam’ın yeniden yorumlanması gerektiğini ileri sürmektedirler. Özellikle içtihat kapısının açılması, İslam’a yeni bir dinamizm kazandırılması savunulmaktadır. Bu konuda İslam tarihinin de objektif bir biçimde yeniden yorumlanması, genel bir İslam tarihi yazımı ileri sürülen görüşler arasındadır.
Döneminin önemli şahsiyetlerinden biri olan Celal Nuri aynı zamanda Cumhuriyet’in fikrî mimarları arasında olması ve yeni devlette değişik görevler alması itibariyle de önem taşımaktadır. Celal Nuri eserini yazdığı yıllarda birtakım eleştiriler alması, dönemin tarih anlayışını ve peygamber tasavvurunu ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır. Bununla birlikte ortaya attığı bazı görüşlerin günümüzde yeniden popüler olması ve eserinde ana hatları ile ele aldığı konuların son yıllarda gündeme gelmesi meselenin önemini ortaya koymaktadır. Örneğin Hz. Muhammed’in mucizevi hayatından ziyade sosyal ve beşeri yönlerinin vurgulanması, topluma örnek bir insan modeli sunmak çabaları, Celal Nuri’nin adı geçen eserinde varmaya çalıştığı hedeflerden biridir.
Celal Nuri, Hz. Muhammed ile ilgili görüşlerini derli toplu olarak Hatemü’l Enbiya adlı eserinde ortaya koymuştur. Her şeyden önce şunu belirtelim ki adı geçen çalışma Hz. Muhammed’in hayatını ve savaşlarını anlatan alışılagelmiş bir siyer kitabı değildir. Celal Nuri bu eseriyle zamanın şartlarına göre bir siyer kitabının nasıl yazılması gerektiğini, buna paralel olarak peygamberin mevcut ortamda nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Hz. Muhammed’in hayatının yeniden yorumlanması, aşırı mucize edebiyatından kurtarılıp beşeri ve sosyal yönlerinin öne çıkarılarak halka anlatılması müellifin en önemli hedefleri arasındadır. Bunun yanı sıra İslam’da içtihat kapısının açılıp yeni hükümlerle dinî yaşamın kolaylaştırılması zaman zaman değindiği konular arasındadır. Dinde içtihat veya yenileşme konusu o yıllarda büyük bir hararetle hemen her zeminde tartışılan meseleler arasındadır. Celal Nuri de bu bağlamda, Hz. Muhammed’in hayatını ve sahabe ile olan diyaloglarını dikkate alarak peygamberin yeni fikirlere açık olup, istişareye önem verdiğini belirtmektedir. Bundan hareketle İslami yenileşmede, her şeyden önce Hz. Muhammed’in hayatının yeniden anlaşılması ve yorumlanması gerektiğini savunmaktadır. Celal Nuri gibi Batıcılık fikrini savunan yazarların yanı sıra, İslamcı birçok yazarın adı geçen yıllarda ortaya attığı bir görüş de meşveret ve demokrasinin İslam’ın özünde olduğu demokratik hayatın İslam dinine ters düşmediğidir. Uzun yıllar baskı ve monarşi düzenine karşı mücadele eden aydınlar Meşrutiyet’le birlikte her ortamda meşruti sistemi meşrulaştırmak için bu argümanı kullanmışlardır. Bütün bunlarla birlikte Celal Nuri bu eseri yazmakla aynı zamanda müsteşriklerin İslam’a ve Hz. Peygamber’e karşı saldırılarına da bir cevap vermek eğilimindedir. Nitekim kendisi amacını “Garazkarân-ı garp ve hurâfât-ı perestân-ı şark’a karşı mevki-i târihiyye-i ahmediyye’yi muhafazan yapılmış ecrübe-i kalemiyyedir.” diye ifade etmektedir”.
Müellif eserinde, ilk olarak klasik İslam tarihi kaynaklarını tenkit ederek meseleyi ele almaktadır. Müslüman Araplar binlerce ciltlik eserlerinde, beşer olarak övünen peygamberi insanüstü bir varlık gibi değerlendirerek, kendisine binlerce mucize yüklemişlerdir. Celal Nuri’ye göre Kur’an gibi bir düstur metin bırakmış iken bunun dışında peygamberin hayatında başka hakikat aramak pusulayı şaşırmaktır. Müellif, İbn İshak ve İbn Hişam gibi ilk siyercilerin hakikate daha yakın olduklarını, mitolojik meraklarının olmadığını, sonradan gelen siyer yazıcılarının ise eserlerinde peygamberi Cebrail’in kontrolünde sanki bir sadanüvis olarak takdim ettiklerini söylemektedir. Hâlbuki peygamberimizin bir insan olarak muhakeme edilmesi halinde daha da yüceleceğini, ancak bunu şimdiki siyercilerin, bırakın yazmayı hayal bile edemeyeceklerini ifade etmektedir. Celal Nuri her ne kadar zamanının bütün müelliflerini aynı şekilde değerlendirse de bazı yazarlar Hz. Peygamberin beşerilik vasfını ihmal etmemişlerdir.
Avrupalı yazarlara gelince içlerinde samimi olanlar bulunmakla birlikte çoğunluğunun çalışmalarında Hz. Muhammed’i Hristiyanlık taassubu içinde ele aldıklarını, dünya tarihlerinde peygamberin hak ettiği yeri almadığına inanmaktadır. Çünkü bu genel tarihlerin bir Yunan, Roma, Bizans ya da Hristiyanlık tarihi olarak ele alındığını, İslam tarihini ve Hz. Muhammed’i yeterince içine almayan bir tarihin hiçbir anlam ifade etmeyeceğini kabul etmektedir.
Celal Nuri, Hz. Muhammed’in beşeri özelliklerini ele alırken peygamberin, daha ziyade karakteri, mizacı, devlet adamlığı, komutanlığı ve dehası gibi yönlerini izah etmektedir. Bunları yaparken bazen tarihin ünlü şahsiyetleri ile kıyaslama yapmayı da ihmal etmemektedir. Peygamberin sosyal ve beşeri yönlerini ele alırken uzun uzun örnek olaylar vermekten kaçınmakta, bir iki örnekle yetinip daha ziyade genel tahliller yaptığını görmekteyiz. Kendisi, bir İslam tarihçisi olmadığı için teferruata inmek istemediğini, bunu yeni nesillere bıraktığını, siyer kitaplarında kendi iddialarını destekleyen çok sayıda örnek olayın mevcut olduğunu açıklayarak sadece fikrî bir açılım getirmek istediğini belirtmektedir.
Celal Nuri, eserinde peygamberimizi değerlendirmesinde psikolojik tahlillere de başvurmuştur. Bunu yaparken bir taraftan onun insani üstünlüklerini ortaya koymaya çalıştığı, bir taraftan da sanki müsteşriklere cevap verme eğiliminde olduğu gözlenmektedir. Zira bilindiği üzere birtakım müsteşrikler peygamberimizin psikolojik bozuklukları olduğunu iddia ediyorlardı. Celal Nuri’ye göre âlemde Seyyidü’l-Beşer kadar büyük bir psikolog görülmemiştir. Her yerde ve her zaman halkın onun tesirinde kalması, halkın zihninden çok kalbine tesir etmesi, çarpıcı vaaz ve nidaları ile ruhları etkisi altında bırakması bunun en büyük delillerindendir. Müellife göre, baba ile oğulun, kardeş ile kardeşin inançları uğruna kanlarını akıtacak şekilde karşı saflarda mücadele etmeleri, peygamberin psikolojik dehasının en güzel örneklerindendir.
Yine müellife göre, peygamberimizin etrafındakilerin ruhlarına tesiri, onların şahsiyetlerindeki gizli kuvveti ortaya çıkarmıştır. Örneğin Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Aişe ve Sad b. Ebi Vakkas gibi mümtaz şahsiyetlerin ortaya çıkmasında en önemli etken Hz. Peygamber’di. Aynı şekilde Celal Nuri, peygamberin sağlığında sahabe arasında ciddi münakaşanın çıkmayışı, haset ve anlayışsızlık gibi şeylerin görünmemesini büyük bir mucizenin eseri olarak telakki etmektedir.
Celal Nuri, Hz. Muhammed’i bir komutan olarak değerlendirirken alışılagelmiş savaş taktiklerinin dışına çıkmasını önemli bir zekâ ürünü olarak kabul etmektedir. Selman-ı Farisi’den hendek tekniğini almasını, mancınık kullanmasını, askeri celp ve cezp etmesini buna örnek olarak vermektedir. Buna benzer davranışların bazı devlet adamlarında da görüldüğünü bildiren Celal Nuri bu konuda da Napolyon’u örnek olarak vermektedir. Bütün Fransa’nın onun arkasından gidip ordusunun Moskova’ya kadar dayanmasını, büyük fetihler yapmasını, Napolyon’un karizmatik özelliği, güçlü otoritesi ve askerî motivasyon gücünden kaynaklandığını belirtmektedir. Ancak Napolyon’un zamanla dünya nimetlerine daldığını ve iktidarını nefsi arzularına heba ettiğini, bu noktada peygamber ile arasında büyük farklar olduğunu ifade ederek Seyyidü’l-Beşer’in ise hiçbir zaman dünya nimetlerine özenmeyip mesaisini görevi uğrunda harcadığını vurgulamaktadır. Yine müellife göre, “Cenab-ı Seyyidü’l-Beşer telkin ettiği kuvvetli iman, tebliğ ettiği müjdeler ve şehitlerin mazhar olacakları nimetleri mücahitlere heyecanla benimsetmesi sayesinde askerin moral kuvvetini en üst seviyeye çıkarmıştır.” Celal Nuri, ikinci halife Ömer b. Hattab’ın celadet sahibi olmasının bütünüyle kendi karakterinden değil de, Hz. Muhammed’in onun iç dünyasını derinden etkilemesinden kaynaklandığı kanaatindedir. Ayrıca peygamberimizin devlet başkanlarına gönderdiği elçileri ve mektupları hükümdarların kişiliğine göre ayarlamasını da onun diplomatik dehasının bir ürünü olarak görmektedir.
Celal Nuri’nin eserinde geniş olarak yer verdiği ve eleştiriler aldığı noktalardan biri de Hz. Muhammed’i tarihteki meşhur devlet, din ve fikir adamları ile mukayese etmesidir. Örneğin Hz. İsa ile Hz. Muhammed’i karşılaştırırken gerçek manada furkân-ı mübin olan Hz. İsa’yı değil Hristiyanların tasavvurundaki Hz. İsa’yı değerlendireceğini de ayrıca belirtmektedir. Bu yüzden Allah’ın peygamberi Mesih ile Hristiyanların anladığı Mesih’in asla bir olmayacağını beyan etmektedir. Bu konu ile ilgili olarak esas amacı olan mukayeseye geçmeden önce Hz. İsa’nın Batı âleminde nasıl anlaşıldığını, Hz. İsa üzerine yapılan teolojik tartışmaları özetlemektedir. Netice olarak da Batılıların tasavvurundaki İsos Hristos’un ne bir hükûmet nizamı kurduğunu, ne bir devlet reisi, ne de bir nizam koyucu olduğunu belirtmektedir. Bu anlayıştaki kişinin olsa olsa, hayatı masallar ve hurafe ile dolu, vasıfları papazlar ve konsillerce belirlenmiş bir derviş olacağını ifade etmektedir.
Celal Nuri’nin karşılaştırmalı olarak değerlendirme yaptığı diğer bir peygamber de Hz. Musa’dır. Yazar, her iki peygamberin de tebliğ ettiği dinin dünya ve ahirete ait işlere dair hüküm verdiğini, her ikisinin de din vaz’ı ve devlet adamı olduklarını belirtmektedir. Ancak Hz. Muhammed’in getirdiği dinin Yahudilik gibi belli bir millete has olmayıp, bütün insanlığa hitap ettiğini beyan etmektedir.
Müellif, Buda ile de bir karşılaştırma yaparak Buda’nın dünyadan uzak, insanın azim ve arzularını yok edecek kadar pasif bir felsefeye sahip olduğunu ifade etmektedir. Öyle ki, Hz. Muhammed’i hayat, Buda’yı ölüm dininin tebliğcisi olarak nitelemekte ve aralarındaki farkı ölüm ile hayat arasındaki fark olarak ifade etmektedir. Budizm’in de psikoloji ve insanın ruh hâlini etkilemesi itibariyle bir değeri olabileceğini, ancak dinî, hukuki ve siyasi olarak bir ehemmiyetinin olamayacağını iddia etmektedir.
Celal Nuri bu fikirlerini ortaya attığı yıllarda ülkede gayet hareketli bir fikir ortamı vardı. Bilhassa Batıcılar ve İslamcılar arasında İslam söz konusu olduğu zaman ciddi tartışmalar meydana gelmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak aynı yıllarda Celal Nuri’yi olumlu ve olumsuz yönde tenkit edenler olmuştur. Müellifin bu fikirlerini daha ziyade Batıcı yazarların beğendiğini görmekteyiz. Batıcı yazarların en keskin kalemlerinden olan ve genelde softalık ve hurafelere karşı mücadelesiyle tanınan Kılıçzade Hakkı, Celal Nuri’nin Hz. Muhammed tasavvurunu oldukça beğendiğini, gelecek nesiller için yeni ufuklar açacağını ifade etmekte ve Celal Nuri’yi cesaret göstererek bu gibi mevzuları işlediği için tebrik etmektedir. Ayrıca Renan’ın Hz. İsa’nın hayatını yazdığı dönemdeki gibi bizde de bugün okuryazar oranı çok olsaydı, aynı Renan’ın eseri gibi Celal Nuri’nin eserinin de meşhur olacağını söylemektedir. Kendisinin mucizeye karşı olmadığını, ancak akıl ve bilim çağında yeni nesillere peygamberin sadece mucizeyle anlatılamayacağını, bu bakımdan Celal Nuri’yi takdir ettiğini belirtmektedir.
Hüseyin Hayri ise daha da ilginç bir iddiada bulunarak bu tür bir çalışmanın İslam dünyasında ilk örnek teşkil ettiğini ve yeni nesle Hz. Muhammed’i anlatmakta faydalı olacağını ifade etmektedir.
Celal Nuri’yi övenlerin yanında, onun görüşlerini benimsemeyenler de bulunmaktadır. Bunlardan biri de Musa Carullah’tır. Carullah, Celal Nuri’nin Batılı araştırmacıları övüp, İslam ulemasını küçük gördüğünü ve bu tavrıyla Batı taklitçisi olduğunu gösterdiğini iddia etmektedir. Bununla da yetinmeyerek Celal Nuri gibilerin İslam toplumunda imansızlık ve güvensizlik aşılamaya çalışan eski mollalardan ve misyonerlerden daha tehlikeli olduklarını söylemektedir. Başka bir değerlendirmede de, Celal Nuri’nin Hz. Muhammed’in insani özelliklerini aşırı bir şekilde işlediğini, vahiy alan bir peygamber vasfının neredeyse ortadan kalktığı vurgulanmaktadır.
“Peygamber her ne söylerse onun şahsiyetine hâkim olan Zat-ı Hakk’tan telakki etmelidir… Hatemü’l Enbiya nam-ı ilahîye mütekellim olur ve levh-i ruhuna münakis olan kelâmı hak lisaniyle ifade ederdi.”
Ayrıca yazarın bu ifadelerini, zamanın peygamber anlayışına ve mucize edebiyatı yapan siyer kitaplarına tepkiden doğan aşırı bir yaklaşım olarak da kabul edebiliriz.
Hatemü’l Enbiya adlı eserin tanıtım bahsine son vermeden önce tenkitlerde söz konusu olan birtakım fikirlerin üzerinde durmak istiyoruz. Tenkitlerde, eserin türünün ilk örneği olduğu, bu eserden sonra benzer muhtevada kitap yazacakların örnek alması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Eserin İslam dünyasında ilk örnek olması fikri, incelenmesi gereken ayrı ve önemli bir konu olarak görünmektedir. Ancak şu da bir gerçektir ki, bilhassa ülkemizde, II. Meşrutiyet’ten sonra ilim hayatımızda, Hz. Muhammed’in beşeri özelliklerini öne çıkararak yazılan eserlerin görüldüğünü söylemek pek mümkün görülmemektedir. Bu tür eserlerin daha ziyade 1980’li yıllardan sonra yayın hayatımıza girdiğini görmekteyiz. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan ilmî derginin özel sayısı âdeta Celal Nuri’nin eserini tamamlar mahiyettedir.
Prof. Dr. Zekeriya Akman
ÖN SÖZ
Kusursuz Hoca Mahmud Esad Efendi Hazretlerine[1 - Hocaların hocası ismiyle de bilinen, Profesör Mahmud Esad Efendi. Konya Seydişehir’de doğdu. Adı Mahmud Esad’dır. Birçok hukukçu yetiştiren Çopur Kadıoğulları ailesinden olan babası Güzelzade Emin Efendi’ye nispetle İbnülemin Mahmud Esad diye tanınmıştır.]
Yedi Bilge’nin adlarını çoktan unutmuştuk.[2 - Yedi Bilge ya da diğer adıyla Yunanistan’ın Yedi Bilgesi, Antik Yunan uygarlığının altın çağı olan MÖ 7. ve 6. yüzyıllara damgasını vurmuş yedi filozof, devlet adamı ve kanun koyucuya verilen isimdir. Lindoslu Cleobulos, Atinalı Solon, Spartalı Chilon, Prieneli Bias, Korinthli Periander, Midillili Pittacus, Miletli Thales.] Akropolis’in üzerine bir taç gibi kondurulan Parthenon, Bakire Tapınağı, Nasranilerin hükümdarı Roma istilasıyla, maalesef kiliseye dönüştürülmüştü. Hristiyanlar, İktinos gibi mükemmele ulaşmaya çalışan bir mimar ve Fidias gibi bir heykeltıraşın bu büyük sanat eserini tarumar etmişlerdi.
İsevi üçüncü asırda, Lakaros, Minerva-Athena’nın, bu iffetli kadının bulunduğu tapınakta zevk ve sefa âlemlerine dalmak, sarhoş olmak için toplanılacak eğlence yerine çevirmekten çekinmemişti. Fidias’ın dünya harikaları arasına girmiş olan meşhur Minerva heykeli o hengâmede, her nasılsa nankörlerin satırları, baltaları ile yıkılmıştı. Altı yüz otuz tarihine doğru kültür abidelerinin tapınağı yeni saldırılara uğradı. Ondan sonra Türkler bu genç kız ve çevresini idareleri altına aldılar. Tabii ki Bizans’ın kilisesi Müslüman mescidine dönüştürüldü. İnşa edilen Minerva’nın üzerinden “Muhammed” mübarek sözü, belki de yaralı ve hâlsiz düşmüş Athena’nın, o akıl perisini ve bilgeliğin bile işitme kabiliyetini neşelendiriyordu. 1687’de Venedik Amirali Sebastiano Mocenigo, Atina’yı denizden kuşatma altına aldı. Şanı büyük bakire mabedi, bir hayli süre, Venedik kâfirinin güllelerini yedi. Türklerin orada sakladıkları barutun ateş almasıyla zavallı Parthenon bir kül bahçesine dönüştü. Morosini, bununla da yetinmeyerek kutsal eşyaların da yağmalanmasını ferman buyurdu! Nihayet, yüz sene önce, Lort Elgin, milletinin zorla ele geçirme hırsının örneği olarak bilgeliğin tapınağını, savaş yıkıntıları arasında her ne bulduysa çalıp, “British Museum”a naklettirdi…
Antik Yunan artık ölmüştü. Ölmez de yalnız, o asırların kendisine mal ettikleri olmak üzere, o mirasın korku veren, güzel, bağışlanmış, zarif, korkunç ve garip, iki farklı çizginin yan yana gelmeyeceği, dünyaya nam salmış destanları gibi güzel ve sanatsal eserleri bulunuyordu.
Bundan dört sene önce, son defa Atina’dan geçtiğimde, akıl meleği ve hikmetin kutsal mekânını ziyaret ettim. Müzelere taşınamayan enkaz ve sütunlar ile Parthenon, imkânlar dâhilinde olabildiğince yeniden canlanmıştı. Tarihçi ve bilim insanları, konumları mümkün olduğu kadar belirleyebilmişler. Mevcut olmayan taşlar, sütun başları, süslemeler yeniden yapılmış. Hatta bir iki heykeltıraş bizim ziyaretimiz esnasında “şapito” (sütun başlığı) ve devrik üslubunda bir taş yontuyorlardı. Karşıdan, tarih uyanmış, antik çağlar canlanmış, Perikles çağı hâlâ devam ediyor zannedilirdi. Doğrusu, Akropolis zirvesi, karyatidlerin[3 - Karyatid/Caryatid: Mimari bir unsuru insan vücudu ile birleştirme hâlidir. Bir karyatid, başındaki bir plakayı destekleyen bir sütunun veya bir sütunun yerini alan mimari bir destek görevi gören heykeltıraş bir kadın figürüdür. Yunanca karyatides terimi tam anlamıyla antik bir Mora Yarımadası kasabası olan “Karyai kızları” anlamına gelir.] güzellik saçan sütunları cidden Ernest Renan’a[4 - Ernest Renan: Fransız filozof, tarihçi ve filolog. Erken Hristiyanlık tarihi ve siyasi teoriler üzerine etkili, tarih araştırmaları ile tanınmıştır.] ilham kaynağı olacak bir durumdaydı. Parthenon’dan ayrılıyordum, fakat düşüncelerim ve hayal gücüm asla Athena’nın kutsal tapınağını bırakmıyordu.
Mabedi yeniden canlandıranlar çok doğru bir iş yapmışlar. Bu tarihsel “restorasyon” sayesinde, aşağıya doğru inerken, Minerva rahip ve rahibelerinin seslerini duydum. O ruhani terennümler, kavrayış perisine ithaf olunan sıralı sözleri hep ruhumda işittim. O Yunan güzel sanatlar mezhebinin ileri gelenlerini, Fidios’un heykeli civarında, gözlerimle gördüm. Biraz ileriye gitseydim herhâlde Solon’un[5 - Atinalı Solon: Yedi Bilge’den biri. MÖ 640-560’ta yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair. Yaptığı reformlarla Atina demokrasisinin temelini attığı kabul edilir.] sütunuyla görüşecek ve ısrarla baktığımda görebildiğim mavi gözler karşısında bir sanat heykeline dönüşecektim. Akropolis yoluyla her yere gidebilirdim: Biraz gayret etsem “Salamis”e hâkim bir noktaya çıkar ve oradan İran’ın askerlerini, donanmalarını, Asya halkının Yunanistan’a akınını bile görebilirdim.
Ey Parthenon’u yeniden uyandıran ve canlandıranlar! Size samimi kalbimden selam ve ihtiram ederim. Sizin sayenizdedir ki ben Yunan halkının hicviyelerini kulağımla duyuyorum ve geçmişe giderek o zarif asırlarda yaşayabiliyorum.
***
Zannederim ki Avrupalı tarih yazıcıları, kıskançlık veya yaradılışlarındaki, atalarından aktarılagelen, kayıtsızlık karakterinden dolayı, asrısaadette, Müslüman siyer yazıcılarının kaba abartılarıyla, Venedik gemilerinin bombardımanı sonunda Parthenon’un küller altında kalması gibi, üstlerindeki bilinmezlik örtüsünün bugün kaldırılmasına muhtaçtır. Akropolis ve Pompei çağları, devirleri boyunca üzerlerine yığılan toprakların altından gün yüzüne çıkarıldıkları gibi, nebiler çağının da hurafelere dayandırılan tarihsel yöntemlerle hikâyeler veya hakaretlerle gizlendikleri karanlık diplerden açığa çıkartılması elzemdir.
Hazreti Peygamber’in tarihini yazmak çoktan beri, benim için son bir arzu derecesindeydi. Bilimsel koşullar çerçevesinde fahr-i kâinatı[6 - Kâinatın övgüsü, şerefi; Hazreti Peygamber. (e.n.)] karşılaştırmalı olarak inceleme arzusu bende ortaya çıkınca âdeta aklım, bir fikir ve his çığı altında kaldı. Zannetmem ki bu konuda düşündüklerimi ve hissettiklerimi yazmaya ömrüm yetsin.
Seyyid-i beşer,[7 - İnsanların efendisi.] tarihsel görüş nedeniyle mağdur konumdadır. Müslüman olmayan tarih yazarları, en özgür düşünceliler dahi olsa, taşıdıkları mirasın getirdiği büyük bir kıskançlığın zayıflığındadırlar. Onun için Avrupa’da hiçbir üstün zekâlı tarih yazarı, hiçbir Renan, hiçbir Mommsen (Theodor), hiçbir Macaulay, Peygamber’in üstün vasıflarını içeren bir siyer yazmamıştır. Elimizde bulunan eserler ya alelade ve günlük olayların yazıldığı eserler ya da Muhammed’in şeref ve haysiyetini eksiltmek amacıyla kaleme alınmış taraf tutan kitaplardandır.
Üstün zekâsıyla tarihte ayrı bir yer tutan ve önemli bir iz bırakan Voltaire bile Ahmedî çağının önemini kavrayamamıştır. Döneminin papasını gücendirmiş, memnun etmek için “Mohammet” isminde pek kaba ve ruhsal açıdan oldukça etkisiz olan bir tiyatro oyunu ile kendi yüksek derecesini düşürmüştür.
Gariptir ki bu bilgin, Carlyle’in dediği gibi Katolik Kilisesi’ni zayıflatmak için, kâinatın engin azametini ve varlığın kökenini bile göremeyecek derecede gözlerini kapamıştır.
İleri gelen Müslüman yazarların kalemine gelince, binlerce teessüf ki bunlar, “insanların en yücesi”ni bir insan olarak inceleyememişlerdir. Ciltlerce kitabı doldurdukları eserlerde, insanoğlu insan olması ve beşeriyeti ile iftihar eden Peygamber’i, bütün insanların üzerinde görerek kendisinde var olan akıl ve mantığın ötesinde, kanıtlanmış doğa kanunlarına karşı gelerek, karşılaştırma yapıldığında bir sözün ötekini tutmadığı kaba mucizeleri dayanak göstermişlerdir. Siyer yazıcılarımıza teessüf ederim. Peygamber bugün bile cihanın önemli bir kısmına hâkim bir din, Kur’an gibi kanunları içeren bir metin bırakmışken, bunların dışında doğaüstü olaylar aramak cidden pusulayı şaşırmaktır. Özellikle yeni siyer yazıcılarına müracaat edilecek olursa, maalesef, Nebi’nin şanı oldukça eksiklik gösterecektir. Hazreti Fahr-i Kâinat, onların görüşlerinden, güvenilir Cebrail’in eliyle kurulan altından yapılmış bir “sadanüvis”ten[8 - Sesleri kayıt ederek, tekrar edilmesini sağlayan makine. Edison tarafından 1877 tarihinde icat edilmiştir.] başka bir şey değildir. Hâlbuki azameti büyük Muhammediye bunun oldukça yücesindedir. İnsanların yüce efendisi, insan özellikleri itibariyle detaylı olarak incelenirse pek büyür. Siyercilerin hayal dünyası oralara çıkamaz.
Şurasını en açık ibare ile ifade ederim: Tarihin son kertede cahili değilim. Azim ve irade geliştirilen durumlarda, kesin ve net fikirleri ile metanet gibi birçok ruhsal kuvvete sahip olmak gibi durumlar üzerinden değerlendirebileceğimiz birkaç büyük sima gözümüze çarpar: Konfüçyus, Buda-Sakyumani, İskender, İsa bin Meryem, Pavlus, Luther, Cromwell, Napolyon-Bonapart, Bismark ve buna benzerleri. Bu isimler hakkındaki makaleleri az çok okudum. Yalnız okumakla yetinmediğimi belirtmeliyim. Bunlar hakkında kendime özgü değerlendirme yürüttüm. Tarafsızlık gösterebilmek için kişisel görüşümden önemli bir ölçüde çıktım. İslamiyet’ten sıyrılarak sizlere itiraf ederim ki adları andığım bu erkek tarihi içinde Muhammed el-Mustafa’dan daha yüksek bir derecede büyük bir adam görmedim.
On dokuzuncu yüzyıl tarih yazarlarının birkaçı İnsanların Efendisi’ni isteri, sinirsel kas hastalığı, epilepsi, melankoli hastalıklarına yakalanmış biri olarak görüyor ve kendisini birtakım mezhepleri kuran dervişler ve mutasavvıflara benzer bir portre olarak tarif ediyorlar. Yine inceden inceye gerçekleştirdiğim kişisel araştırmalarıma dayanarak iddia ederim: Hazreti Peygamber, bunlardan hiçbiriyle bilinmediği hâlde öyle güzel düzenlenmiş, öyle akli uygulanmış bir yüksek kurum vücuda getirdi ki bunun benzerini tarih, şimdiye kadar kaydetmemiştir.
Bundan dolayı evrensel bakış açısıyla, genel tarih eksiktir. Tarihin en büyük şahsı, tarih yazarlarının gündemine gelmemiştir. Tarih henüz, taraftarlık ve aleyhtarlığın ortasını bulamamıştır.
Hazreti Muhammed, zamanını, çevresini, ırkını değil; zamanları, çevreleri, ırkları değiştirmeye gücü yetebilen kişi olmuştur. Tarih biliminin yeni kuralları gereğince bir adam, velev bir dâhi olsun, zaman, çevre ve ırk gibi unsurlardan meydana gelir. Ve onların çizdiği sınırlar dâhilinde iş görebilir. Yanlış olmayan ve Hypolyte Taine[9 - Hippolyte Adolphe Taine, 19. yüzyıl Fransız olguculuğunun önde gelen isimlerinden düşünür, eleştirmen ve tarihçi.] tarafından güzel ve açık bir şekilde kaleme alınarak açıklanmış olan bu kurallar tarihi, Muhammed el-Mustafa çağını incelerken biraz şaşkınlığa uğrar. Hele birçok açıdan doğru olan Doktor Gustave Le Bon, kitlelerin toplumsal evrimini açıklarken geliştirdiği duygusal kurallar konusunda baltayı taşa vurur. Bütün bunların aksine, tamamlanma ve mükemmel hâle gelme, kişisel beceri ve kahramanların cesaretlerine atıfta bulunarak ve her bakış açısından doğruluğu kabul edilmese de İskoçyalı Carlyle’in görüşleri parlak bir örnek ile onaylar.
Tarihimde, gerçekleşen, ara sıra Renan’ın bir mutasavvıf yaklaşımıyla alay etmesine, Taine’in hesaplı analizlerine, Carlyle’in ahmaklık derecesindeki dehalığına, Macaulay’ın eylemsel fikirleriyle karşılaşılacak ise de, peşinen başlamadan önce söyleyeyim ki eserimin yazarı, herkesten fazla, benim. Bir tarih yazarı, geçmişte gerçekleşen bir olayı veya bir milletin ruhsal durumunu incelediği sırada, kişilik özelliklerinden sıyrılmalıdır. Bilimsel görüşleri, son zamanlarda yazarlar arasında başlı başına bir konu olmuştu. Hatta edebiyatta bile Gustave Flaubert, bu yolu düzenlemişti. Fakat bu, kesin bir çerçevede uygulanan bir yöntem midir? Tarih, tam anlamıyla, bir kimya laboratuvarı olabilir mi? Herhâlde geçmişi eleştirmek ve analiz etmek isteyen bir tarih yazarı, eğer bu liyakate hak kazanacak bir değer ortaya koymak istiyor ve bir siyasi maksada hizmet umudu taşımıyorsa, hakikati görmek üzere bir yüksek basamağa çıkmalıdır. Tarih, hakikati keşfetmek için yazılır. Yoksa tarih, sadece kendinden öncekilerin yazdıklarını, kendisinden sonra gelenlere nakletmek üzere kaleme alınmaz. Bugününü, kişisel itibarını arttırmak gibi maksadı olan bir adam, isterse büyük bir iktidar sahibi olsun, tarihçi olamaz. Bu nedenle, Cesare Cantu tarihçi değildir.
Fakat şurası da unutulmamalıdır ki tarih, aynı zamanda bir bilim ve bir sanattır. Etkili olan sanatta ise yazar, bir şeyleri örtme, saklama kurallarına bağlı kalamaz. Geçmişi iade, çağına hak ettiği değeri vermek, sanatın emridir. En hassas ayrıntılarıyla harabeye dönmüş bir sarayı restore etmek, herhangi bir binayı inşa etmekten daha fazla sanat yetkinliğini gerektirir. Birebir kopya etmekte bile, kopya edenin kişisel özelliklerini fark etmek mümkündür.
Bu itibar ile Ernest Renan’ın Hayat-ı Yesu’sunda genel maceraları okunan kişi, Hazreti İsa mıdır, yoksa bizzat Renan’ın kendisi midir? İnsan bazen bu özellikler karşısında tereddütte kalır. Tuhaflık açısından iki fotoğraf klişesini aynı kâğıt üzerine baskı yaparlar. Kopya edilen resimde iki kişinin farklılık işaretleri görülür. Tarih de bunun gibidir. Lort Byron’dan bahsederken, Taine, ne kadar nefsini zorlamaktaysa, kendini biraz da olsa gösterir.
İşte o yüzden, şu tercümeihâl nebeviyyede biz Muhammedî azameti, tarif ettiğimizde biraz da ona olan hayranlığımızı ilave edersek bu eserimizin özrüdür.
Bir besteyi biri alelade çalar ve bir diğeri bu müzik parçasını dâhiyane, benzeri görülmemiş şekilde piyano üzerinde çalarak gösterir. Beste kime ait olursa olsun, duyulan sesin notaları, besteciye özgü ihtiras gibi şiddetli duygularıyla beraber çalanın da kişisel özelliklerini görmek mümkündür. İşte bunun gibi, inceleme sürecimizde, biz ruhsal açıdan da değerlendirmelerimizden asla ayrılmayacağız.
Zaten bütün bütün yalınlaştırılmış, nesnel kalmak uğruna yüksek bir dereceden bakan bir görüşten tarih yazmak imkânsızdır. Taine’in dediği gibi insanı kötülüğe zorlayan öfke, hırs gibi duygusal sorunları içerse de tarih yazmak için ruh, yine kendisine muhtaçtır.
Bu kitapta Hazreti Peygamber’in zamanını, çevresini, soyunu, fikirlerini, duygusal durumunu, dostlarını inceledikten sonra birtakım ruhsal açıklamalara girişeceğiz. Askerî kumandan, hükûmetin reis ve imamı, kanun yapıcı, devletin diplomasi temsilcisi, siyasi yöneticisi, müdür “direktör” ve tedbir alan, ahlaki kuralları düzenleyerek bir araya getiren, kelimenin Kur’an’da kullanılan şekli dışındaki anlamıyla şair, hâkim, birey ve buna benzerleri olmak üzere Muhammed el-Mustafa’nın bütün yönleriyle imkânlar dâhilinde bir portresini çıkartacağız. Bütün bu önemli özelliklerin sahibini tariften sonra en temel noktaya geleceğiz: İnsanlığa kesin sınırları olan dini tebliğ eden Hazreti Muhammed’i inceleyeceğiz. Şurasını söyleyelim ki bu kadar büyük ve birbirinden farklı özellikleri içine alan bir fikir, tarihte hiçbir büyük adamın düşünce dünyasını meşgul etmemiştir. Bu itibar ile Nebi’nin siyeri olağanüstü bir öneme sahiptir. Ve zannetmem ki hiçbir tarihsel zemin bu derecede kendine çeken görüşleri fark edip bunların temeline varma düzeyinde olsun.
Kişisel özellikleriyle Muhammed’i açık olarak anlatmak için biraz da karşılaştırmalı tarihe yöneldik: Hazretlerin övünülesi varlığı, Konfüçyüs, Sakyamoni-Buda, İsa bin Meryem, Pavlus, Luther vesaire ile karşılaştırdık. Bütün bu karşılaştırılan özellikler bir araya getirildiğinde Hazreti Peygamber, vazifesini yerine getiren en iyi süvari nitelikleriyle bütün bu isimlerin arasından sıyrıldı.
Hazreti Peygamber’in uluhiyet hakkındaki fikirlerini inceledik. Nebi’nin genel anlamda samimiyetle ve şahsına ait olan ve özel olmayan resmî fikirlerini karşılaştırmak istedik. Sonuçta Ebu Kasım, ruh bilimcilerin, psikologların belki de ilki olacak şekilde hayretle açılmış gözlerimizin önünde durdu.
Sonuç olarak şakk-ı kamer,[10 - Parmak işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi şeklindeki mucize.] miraç ve buna benzeyen her bir harika olay ile yüce kudreti görülen İnsanların Efendisi, insan olmak üzere incelenince pek büyüdü ve o vakit, yüce karakterinin insan özelliklerine atıfta bulunulmasının önemi anlaşıldı.
***
Teessüfle belirtilmelidir ki, Türkçemizde, şimdiye kadar belgelere dayanarak kaleme alınmış birkaç eser dışında, bizim anladığımız tarzda tarih kitabı yoktur. Basılı eserlerin eski olma özelliği, onların belge niteliğinde bir önem taşıdığını göstermez. Yeni eserler de sadece birer evrak koleksiyonu şeklindedir. Cevdet Tarihi[11 - Abdullah Cevdet, Cevdet Tarihi, 1882-1884.] ruhsuz bir cisim gibidir. Kemal Bey’in basım tarihçesi ise bir hükümdar biyografisi özelliği taşır. Netâyicü’l-vukuât[12 - Mustafa Nuri, Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, 1873-1881.] onlara nispeten biraz canlıdır.
Hâlbuki geçmişi gözümüzün önünde canlandıracak şekilde kaleme alınmış, tarihteki toplulukların tamamlanma sürecine ne şekilde girdiğini, ne gibi hâllerde reddiyelerde bulunduğunu, bir araya gelme şartlarını öğretecek, değerlendirmelere dayalı tarihçiliğe, millet olarak büyük ihtiyacımız vardır.
Pozitif bilimler ve sanat tarihi ancak, on dokuzuncu yüzyılda layık olduğu önemi kazanmıştır. 1800 senelerine doğru Fransa’da yazılan tarihler genel olarak bir başlangıç özelliği taşıyordu. Ancak Chateaubriand’dan[13 - François-René de Chateaubriand (1768-1848), Fransız yazar, politikacı ve diplomat.] sonra Fransa’da tarih yazıldığı kabul edilmektedir. Tarih sahnesinde, Almanya ve İngiltere’de de aynı zamanda bir devrim yaşandı. Nuhustin-şinasi olarak dönemince adlandırılan arkeoloji, son zamanların ürünü bir bilimdir. Mısırbilim “Ejiyptoloji”, Asuriyan “Asuriloji”, Hindoloji “Endiyanizm” bu zamanda gerçekleşen önemli keşiflerdendir. Dil bilimine yönelik bilim “linguistik” ve genel olarak pozitif bilimlerdeki ilerlemeler, eski tarih bilimini altüst etmiştir. Bilimin yaslandığı saflık derecesinde düşüş meydana gelmiştir.
Keza, pozitif bilimlerde yeni ortaya çıkan önemli değişiklikler, günümüz tarih yazıcılarını da eskisinden farklı yöntemleri tasarlamasına, yenilikleri kabul etmesine mecbur ediyor.
Bizden önceki tarih yazarlarının, saf eserler meydana getirmelerini bekleyemiyoruz. Bu onlarda bilinen bir kusurdur. Bugün tarih, bir psikoloji meselesi olmuştur. Psikoloji ise genel manasıyla, anatomi ve fizyoloji bilimlerini dayanak alır. Bizden önceki tarih yazarlarımız bunları pek bilemezdi. Latif Efendi ise “zannederim” adı geçen bilimlerin isimlerini dahi duymamıştı.
Bütün engeller ve tarihin ne kadar zorlaştığı, ileriki sayfalarda dikkatli gözlerden kaçmayacak olası hatalardan dolayı, okurlarımızın affını ve geniş hoşgörülerini kazanmış oluruz. Eserde, gerçekleşmiş olaylar ve meydana gelen işler, mümkün mertebe ihmal edilecektir. Bizim için önemli olan hareketlerin tarihidir. Keza bütün hurafeler ve mucizeler kasıtlı olarak terk edilmiştir. İlk önce söylediğimiz üzere eserimizin konusu bir kişilik tarifi olmak üzere Hazreti Muhammed el-Mustafa’dır.
Eğer kitabımızın sonuna gelindiğinde, bu titizlikle gerçekleştirdiğimiz çalışmamıza önem veren itibar sahibi okurlarımız, yazdıklarımızın genel toplamından bir hüküm çıkarmak için zihinlerinde inceledikleri vakit, kalplerinde peyda olacak veya olanı arttıracak Nebi sevgisiyle, bir dakikalığına da olsa dünya nimetlerinden sıyrıldıklarında, güzelliğin ve büyüklüğün bir araya geldiği Muhammedî bir şekil görecek olursa, gücümüz ve mesaimizin yettiğince çalışmamızın en büyük ödülünü görmüş oluruz.
10 Zilhicce 1331 (10 Kasım 1913)
Celal Nuri
İKİNCİ ÖN SÖZ
Doğu tarihi yazıcıları, peygamberlik tarihi kaynaklarını gözden geçirmek zahmetinden kendilerini kurtarmışlardır. Zaten siyer sahipleri, eserlerini herhangi bir tarih olması için yazmamışlardır.
Siyerlerin en yenisine dahi, doğal olarak, aslı olmayan söylenceler, hurafeler bulaşmıştır. Ve Hicret’ten sonraki beşinci asırdan sonra yazılan biyografi türü tarihler de beklendiği kadar önemli olamaz. Çünkü bunlar, yeni belgeler ve kaynakları keşfetmek yerine, eski rivayet ya da olayları farklı bir üslupla yazmışlardır.
Bundan dolayı, yeni siyerlerin edebiyat dünyasında bir değeri olabilir. Ancak tarihsel önem ve bilimsel değerleri yoktur. Teessüfle belirtmeliyim ki tarih bilimciler, İslam eserleri ile temel tarih eserlerini birbirinden ayırt etmemişlerdir. Bu esas nedenden dolayı, bunların eserleri yöntem, bölümler, değerlendirme, karşılaştırma, tarafsızlık gibi bazı bilimsel meziyetlerden mahrumdur.
İslam tarihi yazarları, siyer söz konusu olduğunda, yalnız olağanüstülükleri görmüş ve tarihsel hakikatleri büsbütün unutmuşlardır. Bununla beraber eski siyer yazıcıları, yenilere nispetle, daha doğru görebilmişlerdir.
Üzülerek belirtilmelidir ki, ilk peygamberlik tarihini yazan Ebu Bekir’in torunu Urve[14 - Urve: (ö. 94/713). Medineli meşhur yedi fakihten biri, hadis ve siyer âlimi.] ile Zühri’nin[15 - Zühri: (ö. 124/742). Hadisleri, Emevî Halifesi Ömer bin Abdülazîz’in emriyle resmen tedvin eden âlim.] -her ikisi de içeriden yazmışlardır- eserleri mahvolmuştur. Eğer bunlar elimize ulaşsaydı, hakikatler hakkında oldukça kuvvetli bilgileri elde etmiş olacaktık. Zannederim ki bu iki tarih yazarının eserleri birçok doğruluğu kabul edilmiş sözler içerdiğinden, hurafeleri taparcasına seven karşıtlar onları ortadan kaldırmışlardır. Bahsi geçen eserlerden birçok bölüm, gecikmeli olarak aktarılmışsa da bunlara güvenmek mümkün mü? Bu hususta kesinlikle bir şey söyleyemem.
Bunlardan sonra İbn İshak[16 - İbn İshak: (ö. 151/768). Siyer ve meğazi müellifi, muhaddis.] ile İbn Hişâm’ın[17 - İbn Hişâm: (ö. 218/833). Es-Sîretü’n-nebeviyye adlı eseriyle meşhur olan tarihçi, dil ve ensab âlimi.] eserleri tarih açısından oldukça dikkat çekicidir.
Bu iki siyer yazıcısının eseri, seçtikleri yöntem, kullanılan kaynaklar ve zamansal öncelikleri nedeniyle önemli bir dayanak meydana getirmektedir. Şu kadarını belirtmek gerekir ki, biz bu iki yazara da bir güven ile başvurmaktayız. Çünkü özellikle İbn Hişâm, eserinde, Nebi’nin zatına uygun olmayan, ona atfedilen sözleri atladığını söylüyor.
William Moir[18 - Sir William Muir: (1819 – 1905). İskoçyalı oryantalist.] bunların lehinde, Doktor Sprenger[19 - Aloys Sprenger: (1813- 1893). Avusturyalı oryantalist.] ise aleyhlerinde yazılar yazmışlardır.
Bununla beraber, Avrupalı bilginler, siyer kaynaklarına itiraz etmemektedir. Peygamberlik tarihi çalışmalarına doğru bir görüş geliştirmişlerdir. Biz ise Müslüman ve Batı tarih yazarlarının sözlerine rağmen peygamberlik tarihi kaynaklarının eksikliğini iddia edeceğiz. Zira delillerimiz ihmal edilecek bir derecede değildir.
İlk olarak, siyerlerin aslında resmî bir tarafı vardır. Hakikat, olanca açıklığıyla, özellikle tarafsızlıkla bu küçük kitapta yazılamazdı.
İkinci olarak, siyer yazıcıları tarih yazmak niyetiyle eserlerini kaleme almamışlardır. Bundan dolayı tarih bilimcilere özgü yöntemlerle donanmış değillerdi. Bunların yazdıkları eserler, edebiyat açısından güzel birer hükümdarlık biyografisidir.
Üçüncü olarak, siyerler, dünya eseri olarak kitap hâline getirilmişlerdir. O vakitler ise din ile donanmış olmanın uygun düşmeyeceği görüşler “İslam dışılık” ile suçlanıyordu.
Dördüncü olarak, bir tarih önermesini bilimsel ciddilikte ve konu edinmek için yalnız taraf tutanların ve hatta şiddetli bir sevgi hissedenlerin yazılarına başvurmak her zaman doğru değildir. Hâlbuki taraftarlardan başka hiç kimse, peygamberlik zamanında, Resul’ün tavırları ve ahlakı hakkında bir şey yazmamıştır. Yazılan olumsuz eleştiriler hep ortadan kaldırılmıştır. Tabii ki bunlar herhangi bir öneme de sahip değildir. Başka bir eser mevcut olup olmadığı hakkında bilgi sahibi değilim. Ve zannederim ki o dönemin ileri gelenleri böyle şeyler yazmak konusunda da pek becerikli değillerdi. İslam öncesi Arap Yarımadası tarihine dair elde edilen eserler bile tarih açısından pek o kadar güvene layık görülemiyor.
Beşinci olarak, Hazreti Peygamber’e, vaktiyle yalancı anlamına gelen sıfatlarla iftirada bulunulduğu bilinmektedir. Bu iftiralar nasıl oldu? Ne gibi karıştırma teşebbüsleri gerçekleşti? Peygamberliğin üstünlüğüne ait fikirler ve iddialar nasıl “formüle” edildi? Ne gibi olaylardan sonra sadık Nebi, yalancı olduğuna dair söylentilerin, iftira ve yaylım oklarından kurtuldu? Gerçekleşen olaylara dair siyerlerde tek tük konular açılmışsa da aleyhte iddialarda bulunanların hepsi, aşağı yukarı doğaüstü ve basit hamlelerle üstesinden gelinerek bir yana atılıyor. Bunlara harfi harfine güvenmek bir tarih yazarı için kabul edilemez. Mesela Hazreti Ömer bin Hattab’ın, İslam dinini kabul etmesine dair kısa kronikte her bakımdan şüpheli görülebilecek anlamlar çıkabilir.
Altıncı olarak, nebilik süreci, Peygamber’imizin gönderilişi, vahiy vesaire genel olarak ruh bilimi “psikoloji”ye bağlı konulardır. Ve bundan dolayı herhangi bir kitaptan ziyade, siyer, yücelik konumundan bir ruh bilim tarihi olmalıdır. Hâlbuki hâlihazırdaki siyer, karşıtların ve küffarın miraca ve fikirlere, peygamberlik telkinlerine dair psikolojik büyük bir şeyle karşılaşmıyoruz. Mesela uzun konuları tartışmalar, düzenlemeler sonucunda olduğuna şüphe duyulmayan Ebu Bekir es-Sıddık gibi akıl ve ince fikri ile ruhsal olarak benzer ve tedbir almakta usta bir kişinin İslam dinini kabul etme süreci hakkındaki söylentilerin bize emanet edilen makaleler, doğrusu vicdanımızı tatmin edemiyor. Onun içindir ki kaynakların eksik aktarıldığını iddia ediyoruz.
Vâkidî, kâtibü’l-Vâkıdî (İbn Sa’d), Taberî ve sonrasındakilerden bahsetmeyeceğiz. Bunların İbn İshak ve İbn Hişâm’dan fazla bir belgeye sahip olmaları imkânsızdı.
Bütün bu eleştirilerimize rağmen, söyleyelim ki ilk siyerlerde hakikatin kapladığı alan büyüktür. Heyecanlı karakter yapıları ve dinî coşkunlukları göz önüne alınmazsa, İbn İshak ve İbn Hişâm hakikate oldukça yaklaşmışlardır. Yeniler kadar, kendilerine aktarılan eserlere ve metinlerdeki şiirselliğin tutkunu olmamışlardır.
Yeni siyerler, çevresel koşullar, zaman ve yazarların değişmesiyle çeşitleniyor. Bunların tarih açısından incelenmesi kayıp bir zahmettir.
Yeni hadisler de, bilginler tarafından, peygamberlik çağının tarih kaynaklarından sayılmaktadır. Hadislerin sağlıklı olduğuna ne derecede güven duyulmalıdır? Buhari hazretleri altı yüz bin hadis karşısında bulunmuştu. Üstlendiği koruma duygusuyla Peygamber’i ve konumunu himaye gibi yüksek bir amaçla yola çıkan bu bilgin, engin denizler, çöller demeyip uzun seneler dolaşarak hadisleri inceleme imkânı bulmuştur. Çabalarının sonucunda yarım milyonu geçen hadislerin ancak 7.275’ini kabul edebilmiştir. Bizim ise bunlara dahi kesin bir güvenimiz yoktur. Buhari hazretleri, değerlendirmesinde, aktarıcıların (râvî) güvenilirliğini, dikkatli bir şekilde incelemiştir. Ancak hadis olduğu iddia edilen cümlelerin, nitelik bakımından önemine sadece göz atmıştır. Böyle bir söz, hadis olabilir mi, olamaz mı? Bu açıdan düşünsel bir emek vermeden Buhari, yalnız okuyucu ve aktarıcılara bakmıştır. Onun içindir ki eldeki hadisler gerek üslup, gerek anlam itibariyle birçok eksiklikleri içerir.
Bundan başka, Buhari hazretleri bazı doğaüstü hikâyelere ait uydurma olduğu düşünülen hadislere de kulak asmamıştır ki bu da kabul ettiği yöntemin pek de tarihsel olmadığını gösterir.
Buhari’nin, incelemelerinde çeşitli hadisler olduğu doğrudur. Hâlbuki bunlar, aklen imkânsız şeyler üzerinden kendilerine dayanak bulur. Harika olarak kabul edilen doğaüstülükleri reddeden, insana ait özelliklere, sıfatlara bu kadar önem veren İnsanların Efendisi’nin ağzından böyle doğa kanunlarını reddedecek sözler çıkamazdı. Bunların hadis olarak kabul edilmesini akıl kabul edemez. O hâlde Buhari hazretleri, kabul ettiği yöntemde bazı düzenlemelerde yanılmıştır.
Siyer, birtakım hurafe, uydurma hikâyelerle karışmıştır. Biz, tarih yazdığımızdan, tabii ki bunlara asla önem veremeyiz. Bunlar bir kavmin, bir topluluğun belirli bir dönemdeki zihin yapısını gösterir. Onun için İslam eserlerinin esasını, kökenini incelemenin yerleşik bir mesele olduğunu yalnızca ifade ederek bu konu hakkındaki sözü kısa keseceğiz.
Gelelim Avrupa eserlerine:
Bizde, defalarca belirttiğimiz gibi, tarih yoktur. Avrupa’da ise, özellikle geçen yüzyılda, güven uyandıracak tarih, kullanılan yöntemler itibariyle hak ettiği değere ulaştı. Bilimsel ve hatta matematiksel bir biçimde belgelerin incelenmesi, değerlendirme kuralları artık tarih bilimine de dâhil oldu. Bundan altmış, yetmiş sene önce eski belgeleri dayanak kabul etmek ve onları incelemek oldukça modaydı. Mısırbilimi ve Asuriyun ileri gelenleri hep o dönemin evladıdır. Teessüfle belirtilmelidir ki bu üstünlükte veya onlara benzeyen bilim insanları artık ortaya çıkmıyor. İşte o dönemlerde Siyer-i Resul kaynaklarına dair incelemelerde bulunan dört bilim insanı yetişmiştir:
Bunlardan Muir İngiliz; Sprenger Alman; Weil Alman Yahudi’si;[20 - Gustav Weil (25 Nisan 1808 – 29 Ağustos 1889) Alman Doğu bilimcisi.] Caussin de Parceval Fransız’dır.[21 - Armand-Pierre Caussin de Perceval (1795–1871) Fransız Doğu bilimcisi.] Adalete hakkını teslim etmek gerekirse bu dört bilim insanının incelemeleri son derece önemlidir. Bunların ayarında Muhammed dönemine dair belgeleri etraflıca inceleyen Müslüman bilim insanı yoktur.
Şu kadarını belirtmek gerekir, genel düşünce itibariyle bu gibi bilim insanlarının hakikatin belirlenmesi konusunda oldukça donanımlı olması mümkün değildir. Bütün Hint kütüphanelerini, Suriye mescitlerini, en ince ayrıntılarına kadar, ufacık şeyleri dahi görerek değerlendirmek, etraflıca inceleme ve ömrünü bu yolda tüketmek cidden takdire şayan bir harekettir. Fakat çoğunlukla böyle sebatlı bilim insanları iyi değerlendirme yapamıyor olabilir. Karşılaştırma yaparak değerlendirme kabiliyetini, içeriğini anlamaya uğraşı, daha geniş bilgi edinmeye olan meyil mahvediyor. Onun için iddia edebiliriz ki belge bilimi itibariyle büyük öneme sahip olan bu dört yazarın fikir ve değerlendirme açısından değeri hemen hemen hiçtir.
Bunların mesailerinin sonucundaki çalışmalar üzerine Fransalı J. Bartheloémy-St. Hilaire,[22 - Jules Barthélemy-Saint-Hilaire (19 Ağustos1805 – 24 Kasım 1895) Fransız düşünür, gazeteci.] değerlendirme yürütmüştür. Eseri hakikaten oldukça büyük öneme sahiptir. Ve genel itibariyle Hazreti Peygamber’in lehinedir. Bütün bu meziyetlerine rağmen bu yazarın, Hristiyanlık bakış açısından kurtaramadığı eseri, peygamberin zatına, tarihte hak ettiği dereceyi vermemiştir. Bartheloémy-St. Hilaire, Hazreti İsa’yı değerlendirme yeteneğinden yoksun derecede İbn Meryem’e şiddetli bir sevgiyle taptığını söylüyor.
Örnek olması için bu yazarın, Muhammed ve Kur’an ismini taşıyan kitabından önümüzdeki bölümü aktarıyorum:
“Hristiyanlık din duygusu, bizim için dinlerin en kutsalı, en hayırlı olanı, en doğrusu olarak kalmalıdır. İslamiyet’i ona benzetmek hem bir haksızlık hem de bir küfür ve hakaret olur. Böyle kılavuzu olan bir fikri reddetmek için en açık hadiselere şahit olmak aslında yeterlidir. Nasrani halkı ile İslam toplulukları yüz yüze geldiğinde, ne olduğunu görmek ve hatta onların ne gibi bir sonla karşılaşacaklarını düşünmeyerek sadece görmek de, bu fikri reddetmek için yeterlidir. Şu kadarı var ki İslamiyet’in dünyada tek ilahî yaratıcı esasına dayanan bir din olduğunu iddia etmek, İsevi ve Yahudi’nin dinî kanunlarının derecesini indirmek değildir. Temel inanış itibariyle, İslam’ın tapındığı Allah, aynı Hristiyan ve Yahudi’nin taptığı, Allah hakiki değilse de hiç olmazsa yaratıcı olarak Allah’tır.”
Keza, William Muir’in şu sözü de bir tarih bilimcisi için düşündürücüdür:
“Muhammed’in kılıcı ve Kur’an, tarihin şimdiye kadar karşılaştığı en lanetlenecek medeniyet, hürriyet ve iman düşmanlarıdır.”
Görülüyor ki, din düşmanlığı, içerik ve alışkanlık itibariyle, düşmanlık mirasını atalarından alarak, dededen evlada, evlattan çocuklarına, kardeşten kardeşe geçerek sürdürüldüğünden, Muir gibi Doğu kültür ve tarihini araştıran bir bilim insanını dahi doğruyu görmekten men ediyor.
Biz bu bölümde, sözü uzatacak değiliz. Yalnız şu kadarını söyleyeceğiz ki, Avrupa’da tarih, hakikaten eksiktir. Belki Frenkler, uygulama açısından biraz ilerlemişlerdir; fakat tarafsızlıkla değerlendirme açısından oldukça geridedirler.
Felemenk’te Leiden Üniversitesi öğretim üyelerinden Dozy, kısaltılmış olarak fakat itibarını yükselten bir kitap bırakmıştır. Bu yazar da yüksek bir zekâ sahibi olmadığından, Muhammed’in tarihteki hakiki yerini görememiştir. Kitabımızın ileriki bölümlerinde, yazarın birçok görüşüne yer vereceğiz.
Düşünce ve değerlendirmeler tarihi ile şöhret bulan bilim insanları, teessüfle belirtmeliyim ki Peygamber’in şerefli tarihini anlayamamışlardır. Voltaire’i hiç affedemem. Bu şekilde İslamiyet’i çok iyi bilen Ernest Renan’ın gerek Hazreti Muhammed’in gerek İslamiyet’in tarihteki yerini belirtmeden geçmeleri tarihin unutulacak ihmalkârlıklarından değildir. Dâhiler arasında yalnız Thomas Carlyle risalet zamanını biraz da olsa anlayabilmiştir. Bu tarih yazarı, deha sahiplerinin, tarihte meydana gelen en önemli olağanüstü eylemleri gerçekleştiren şahıslar olduğunu görerek bunlara kahraman diyor. Kahramanlar neyle uğraşırsa uğraşsın, aynı kumaştan biçilir. Bunlar, oldukça eski zamanlarda, yaratıcı olarak kabul edilirdi. İskandinavya ilahlarından Odin gibi. Sonraki zamanlarda “kahramanlar” artık “nebi” şeklinde belirdiler. Hazreti Muhammed gibi. İlerleyen zamanlarda kahramanlar, Dante gibi şair, Napolyon gibi hükümdar olmak üzere göründüler.[23 - Bu pasajı kendilerine aktardığım zaman, Abdülhak Hamit Bey, “Şimdi de kahramanlar, ‘sarraf’ şeklinde görünüyorlar.” demiştir. (y.n.)]
Arap Peygamber’i, yalancı değildir. Milyonlarca halk, bir yalancıya “nebi” demez. Muhammed, gönül tabiatından ilham edilmiş hak peygamberdir. İşte Thomas Carlyle, böyle söylüyor. Şu kadar ki, Hazreti Muhammed’i en büyük peygamber olmak üzere tanımıyor.
Bartheloémy-St. Hilaire ise İnsanların Yüce Efendisi’ni, Hazreti Musa ile karşılaştırıyor ve onu, İsrailoğullarının peygamberinden küçük görüyor. İşte, değerlendirme, hep bu karşılaştırma merkezindedir.
Sözün sonunda, Batı ve Doğu Hazreti Muhammed’e tarihteki yerini verememiştir.
Genel tarih işleyişinde büyük bir boşluk vardır. İşte bunun içindir ki, değerlendirmelerde zincirleme bir gidiş görülemiyor. Avrupa’nın miras aldığı düşmanlık, İslam dünyasının şiddetli sevgisi, akıl dışı anlaşılabilecek bu hâli doğurmuştur. Birbirine tamamen zıt olan iki uç arasında kâinatın övgüyü hak ettiği tarihi kaybediyor.
Bu eserin, yazılmasındaki ilk amaç hak edilen bu yeri düzenlemektir. Kitabımızın tamamlanmasında söylenmesi gereken genel fikri ön sözde uygun bir şekilde söyleyelim. Değerlendirme tarihimize atıfla, iddia ederiz ki, Hazreti Muhammed bin Abdullah tarihin en büyük insanıdır. Yaradılıştan beri tarih bu kadar büyük bir sima görmemiştir. Şurası unutulmasın ki burada belirtilen fikirleri, İslami karakterimize atfen oluşan hislerimize dayanarak iddia etmiyoruz. Bizi asla, eski siyer yazıcılarının tarzında kabul etmeyiniz. Eğer ortaya çıkaracaklarımız, Veysiler[24 - Siyer-i Veysî diye meşhur olan eserin tam adı Dürretü’t-tâc fî sîreti sâhibi’l-mi‘râc’dır. İlk Türkçe telif siyer kitabı olarak kabul edilmektedir. Dürretü’t-tâc’a birçok zeyl şeklinde siyer kitapları da yayınlandığından, yazar, çoğul ekiyle genel bir yazarlıktan bahsetmektedir. (ç.n.)] gibi övgü yazıcılığı olsaydı, biz de oldukça tumturaklı ve hoş sözlerle bir siyer yazabilirdik. Hâlbuki amacımız, Muhammed döneminin hakkını, hem Batı’nın dikkatli araştırıcıları ve tarih yazarlarına hem de özellikle, yanlışları seven, koruyan Müslümanlara karşı savunmadır.
Evet! Muhammed el-Mustafa tarihte en büyük simadır. Bunu karşılaştırmalı tarihimiz açık olarak ifade edecektir. Peygamber, Doğu’dan, duyulmuş olan hurafelerden, Batı’da değer gören ortaya çıkmış düşünceler ve eksiltici fikirlerden kurtuluyorsa, tarihteki yüce yerini geri almayı hak edecektir. İşte, önce ve sonrasındaki amaç ve umudumuz budur.[25 - Doğu’da bilimsel araştırmalar neredeyse yoktur. Her ne biliyorsak Doğu bilimcilerine (oryantalistlere) borçluyuz. İslami bilimler, “menkul” (nakledilmiş) temeline dayanır; akla uygunluk ile alışveriş oldukça düşüktür. Hele tarih, Doğu’da son derece sessizdir. Onun için yukarıda isimleri geçen kişilerin eserlerinin dilimize aktarılması için tercüme edilmesini en temiz niyetimizle hükûmetimizden rica ederim. Doğrusu bunların Türkçeye tercüme edilmemesi kayıptır. Zamanında hükûmet yardım eder ve birçok büyük kitaplar basılırdı. Matbaa-i Amire fikirlerimizin açıklığına oldukça hizmet etmiştir. O zamanın ileri gelenlerinin çabaları, dönemimizin hâlihazırdaki vekilleri tarafından örnek olarak kabul edilmelidir.Yukarıda bahsettiğimiz dört yazarın eserlerinin tümünün İslam tarihiyle ilişkili birçok Doğu bilimcisinin eserleri vardır ki lisan veya lisanlarımıza tercüme edilerek aktarılması bir görevdir. Bundan sonra biz Müslümanlar da, biraz bilimsel yöntemlerle incelemelerde bulunmaya çalışmalıyız. Bizden de, örneğin Doktor Sprenger çıkabilmelidir.Bu şekilde, Kur’an’ın mana bakımından izahı bilimsellikten uzaktır. Bir Exégése (Kutsal Kitap Yorumu) çalışmasına şiddetle ihtiyacımız vardır. Şurası da unutulmasın ki, Kur’an’ın anlam itibariyle izahı, bilimde yetersizdir. Halkın yeni tarz imanını güçlendirmek için herkese elverişli olacak şekilde, Kur’an anlamını izah da lazımdır. (y.n.)]
PEYGAMBERLİK MESELESİ
Her çeşit uzmanlığın, tarihte bir devri vardır. Zamanında nebilere ihtiyaç aşikârdı. O ihtiyaç olmasaydı, nebiler ortaya çıkmazdı. Peygamberlerin gönderilişi, bu mecburiyet ve ihtiyacı gösterir. Bir enbiya dönemi geçtikten sonra dünya başka bir şekil aldı. Artık peygamberliğe lüzum yoktu. Bu hakikati en fazla anlayan ve hakkı gereğince hareket eden Hazreti Muhammed Mustafa’dır. Kendisinden sonra insanlığın nebilik kurumuna muhtaç olmadığını, Son Peygamber parlak bir biçimde ümmetine bildirmiştir.
İnsanların belirli bir dönem nebilere ihtiyaçları olduğunu, sonraki zamanlarda ise, kahramanların nebiden daha farklı bir şekilde ortaya çıktıklarını tarih yazarları içinde Thomas Carlyle oldukça iyi bir biçimde kavramıştır.
Peygamberlik bir görevdir. Bir nebinin elinde olağanüstü mucizeler aramaya gerek yoktur. Çünkü ilk olarak, kâinatta harikuladelik yoktur; ikinci olarak sadık peygamberlik hakikatin varolma derecesinde ispata gerek olmayan hakiki bir açık olma hâlidir. Bundan dolayı iddia edilen sadık ifadesini hazırlayanın, mucizeler ve ilahî olaylar talebi gereksizdir. Nebi zaten bellidir.
Cenabıhak ki halis, katkısız Hak demektir. Her kimin zihnini kaplarsa, onun lisanı ile konuşur. Ve bu kişi de görevini yerine getirirken başarılı olursa o, nebidir. Bu tabiat ile yaratılanlar Hak peygamberidirler. Nebiler bizzat, ilham edilmişlerdir. İlham vasıtası olmak üzere gösterilen seferâ (haberci, yolcu) ile melekler aklın simgelediği şekillerdedir.
Mevcut olan nesnelerin hakikati, gizlilik sırrı, hakikatin saflığı, ulu nebilerin zihninde mevcuttur. Hakk’ın zatı orada yerleşmiştir. Her türlü hakikat nebinin şahsiyetinin aynası olarak yansır. Peygamber her ne söylerse onu şahsiyetinde hâkim olan Hakk’ın zatından kabul etmek üzere iman gereklidir. Nebiler, Hazreti İsa bin Meryem gibi aracı olarak bir hatibe başvurmadan, daha doğrusu düşünmeden bildirme şeklindedir. Kimi zaman da Hazreti Mustafa gibi her ifadeleri derin bir akla ve mantığa uygun düzenlenmiş bir şekildedir. Son peygamber, İlah namına konuşur ve tertemiz, parlak ruhuna yansıyan sözleri düzgün, katkısız lisanıyla ifade ederdi.
Tarihte, nebiler döneminde gördüğümüz kişiler hep bu özellikleri taşırlardı. Bunların nasıl, hangi biçim ve aracı ile vahiyle şereflendiklerini araştırmak gereksizdir. Vahiy, nebilerin kalbindendir. Bir varsayım olarak nebiler birer alettir: Sır, en saf hâliyle, katkısız olarak kendilerine görünmez bir şekilde vazife verir. Onlar da insanların anlayacağı sözlerle, yüce rütbeleri, akılları ve anlayışları gereğince söylerler. İkinci varsayım olarak nebiler “motor” anlamına gelecek şekilde harekettirler: Tabiatları gereği bir söz veya işten gizli bir mana çıkararak emirleri tebliğ ederler. Fakat bu iki varsayım da aynı sonuca götürmüş olur.
Din ile bilimin arasını bulacak olan ancak tarihtir: Tarih, ruhsal meselelerin içindedir. Bugün yüzeysel bir bakışa sahip bir adam fen ve mantık sayesinde dinde aklın kabul etmeyeceği şeyler görebilir. Özellikle dinsizliğin fanatik taraftarları pek yaman olduğundan dini önemsememeye, küçük görmeye başlar. Bir din seven ise doğaüstü hâllerden doğal bir şey göremez.
Bu iki görüş de boş ve beyhudedir. Dine, özellikle dinlerin kökenlerine, nebilerin siyerlerine tarihsel bir gözle bakılmalıdır. Her şeyin bir psikolojisi olduğu gibi nebiliğin de ruhsal bir tarafı vardır. Üzülerek belirtmeliyim ki birçok tarih yazarı bu nebilik psikolojisini derinleştirmemişlerdir. Nebinin kişiliği ilhamın pınarı demektir. Ruh bilgisine pek uzak bulunan birtakım bilim insanı geçinen cahiller ise nebilere âdeta birçok vasıf ve özelliği yüklemişlerdir. Kimi bilim insanları, aynı hızla, İsrâiliyat’a ait kimi rivayetlerdeki simgesel unsurlar ve benzetmelere dayanarak şaka anlamına gelen eğreti hikâyeleri anlamadan, burada geçen her söze nesnel anlamlar yüklemekten çekinmemişlerdir. Belagat kuralları,[26 - Belagat: Sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve kişisine göre söylenmesini öğreten bilimin adı.] birçok toplantıda kendine yer bulamamıştır. Anılan bilim insanları, her nedense sanattan anlamıyormuş. Örneğin bunlara:
Ey şi’-i terim, eşkim ile hem-cereyân ol
Sinemdeki nîrân-ı gama reşha-feşan ol[27 - Bu mısralar, Muallim Naci’nin Fransızcadan dilimize tercüme ettiği bir şiirdendir. Fransız şiirindeki vezin tertibini korumak amacıyla aynı düzen içerisinde çevirdiği anlaşılmıştır.]
gibi bir beyit gösterilse, öncelikle okurlarını ve onların hâl ve hareketleri ile ahlakını güzelce inceden inceye araştırdıktan sonra diyecekler ki: “Şiir, vaktiyle su gibi akarmış ve emre tabii imiş. Muallim Naci Efendi merhum şiirine ferman etmiş, ayniyle gözyaşı ile akmaya başlamış ve doğruca karnı ile başı arasında ortaya çıkan Farsça lisanında sine, Türkçede ‘göğüs’ denilen bölgede vücudundaki cehenneme gitmiş.”[28 - Yazar burada, edebiyat ve söz söyleme sanatları, dil bilgisi hakkında dahi bilgisi olmadığı hâlde söz sahibi olan kişilerin yaklaşımlarına eleştiri getirmektedir. “Ayn” kelimesi, hem göz hem de aynı anda anlamlarında kullanılmıştır. Gözyaşı ve sine kelimelerindeki söz sanatlarından hareketle, şiir ve söz sanatlarına göndermede bulunmaktadır. Alıntılamış gibi yaparak, söz konusu şiirle ya da edebiyat alanında herhangi bir anlam içermeyen cümlelerle eleştiri yapılmasıdır. (ç.n.)]
Ondan sonra daha da saf bir şekilde duran ve eğretiliklere nesnel şekiller vermek yarışında daha becerikli olan, ileri gelen yazarlar yetişmiş ve Naci Efendi merhumun göğüs boşluğundaki müthiş cehennemi hayal güçlerinin yettiğince somutlaştırmışlardır.
Zannederim ki artık bu fikirleri terk etmenin zamanı geldi. Peygamberlik sözlerindeki benzetmelerin hakkını vermek lazım. Zira bu benzetmeler ve hikâyeler için, genel olarak övünülecek vasıfları içeren ve İsrail toplumlarına ait eserlere niye başvuruldu? Bu yönleri de bilmeye ihtiyacımız var. İnsanların Efendisi, din kurallarını yaymak için Hanif geleneklerini olduğu gibi koruma ve bu siyaseti sürdürmeyi tercih etmiştir. Kurduğu devrim binasının temelini geçmişten almayı uygun bulmuş. Kişisel fikrime göre burası incelenecek olursa Hazreti Peygamber’in ruh bilgisi, siyaseti bir kat daha parlayacaktır.
Ömer Nesefi diyor ki:
“Ululuk sahibi Allah, müjdecilerin ve uyarılarda bulunanların ve dünya insanlarına ve ahiret işlerinde muhtaç oldukları şeyleri gösterdiği hâlde birtakım peygamberler ilk emirle şereflenmiş, gönderilmeleri ve onları harikulade mucizelerle desteklendiklerini buyurmuş olduğu muhakkaktır.”
Şu cümlelerin tarzı ileride anlaşılmalıdır:
İnsan, birtakım emir ve yasaklar karşısında kalbini rahatlatmak, şüphe ve sezgilerini yatıştırmaya muhtaçtır. Bu ihtiyacı atlatmış olmak için, hakikat ve sebeplerle tesellisi bazı şeref sahibi kişilerin saf kalbine yansır. Bunlar da yüce ifadelerdir ki saf bir haktan ibarettir. Derin bir genel ihtiyacı sonuca getirir. Bu esrarın anlaşılmasında ve milletler ile toplulukları hidayet yoluna davette başarılar nebilerin mucizelerindendir.
Tarih, nebi ve mucizeyi böyle anlar. Bir insan ne derecede saygın olursa, nebiler ve mucizeler hakkındaki düşüncesi de o derecede saf ve nezih, doğru ve ince olur. Kabalığı, cehaleti ne kadar fazla ise düşüncelerinin karışıklığı ve soyut ifadeleri tarif eden kelimeleri birtakım nesnel şekillerde tasvir eder. Onlar için mucize mutlaka matematiksel kanunlara ve doğa olaylarına zıt şeylerdir.
Hazreti Muhammed, “insanların anlayacağı sözlerle, akılları ve anlayışları” gereğince davranan ileri görüşlü kişiler ise bu hakikati anlayıp kavrayış ve zekâ derecelerine göre insanlardan daha kazançlı kimselerden olmalıdır.
Saf hakikat, bilinemezdir. Kâinatın başlangıcı ancak Hak zat tarafından bilinir. Bütün İsrailoğulları nebileri, Muhammediye görüşlerinde, aynı esrarda incelemede bulunmuşlardır. Bunlar ne İsraili ne de Nasrani topluluklardandır, hepsi Müslüman ve Allah’ın birliğine inananlardandır.
Doğaya ait sırları yansıtabilmek, genel ihtiyaçlara bir yansıtma yeri bulmak için olağanüstü -doğa kanunlarına aykırılık değil- yaratılmış ruhlar arar. Bunların hepsi aynı cinstendir. Bu karakterde olan kimse, nebiler döneminde yetişmişse nebi olurdu. Bunun içindedir ki Hazreti Peygamber, nebiler arasında fark görmüyor. Bu şekilde, tarih, önceki peygamberleri de böyle anlar. Bulunduğumuz çevrelerde, çağımızın aklı, atalarımızın düşünceleri ile bizim peygamberliğe akıl erdirmemiz zordur. Onun için tarihin yardımıyla geçmişi canlandırarak, eski dönem ihtiyaç derecesini değerlendirirsek, peygamberliğin marifetini görmekte zorluk çekmeyiz. Aynı şekilde, günümüz his dünyası ve dinî düşüncelerin önemini, ancak, tarihin yardımıyla kökenlere müracaat ederek öğrenebiliriz.
Peygamberlik hakkındaki tarihsel incelemeler, aktarılan birçok hikâyeyi altüst edeceği gibi acemi tarihlere karışmış birtakım nâpuhte (çiğ, tecrübesiz) fikirleri de yıkar. Ancak yeni yöntemlerle yazılmış tarih, zaman ve çevresel koşulların, ırk ve diğer etkenlerin önemini düzelterek her şeye hak ettiği değer ve itibarını verme olanağı sağlayabilir.
Hazreti Muhammed el-Mustafa, Hak peygamberidir. Ve en büyük nebidir. O çağda, peygamberlik, neden kendisine nasip oldu da başkası bu yüce rütbeye sahip olamadı? Bu şekilde, niçin son peygamber kendisidir? Birtakım saf akıllarda yer bulan bu sorular, gerçekte cevaptan kurtulmuş sorular olsa da bu konuda bir iki söz söylemeyi fazla bulmadık.
Peygamberlik, kendisine tayin olundu, çağdaşlarından başkasına değil; çünkü herkes nebi olamaz. Herkes doğanın gizli sırlarını barındıramaz, hak etmiş olan kişinin akıl bütünlüğü, sinirsel yapısı diğer bireylerden farklıdır. Nebinin karakteri, doğal olarak yaradılışı başkadır. Muhammed el-Mustafa’nın çağında hatta bütün çağlarda, yüksek akıl derecesi ve gücünde kimse yoktu. Eğer ondan daha fazla doğal bir kuvvete ve ruhsallığa sahip biri olsaydı, nebi, o olurdu. Mademki öyle biri çıkmadı, Hazreti Ebu el-Kasım, Hak peygamberidir. Profesör Dozy, “Muhammed zamanının en yüksek akıllısı değildi.” diyor. Ve Ömer bin Hattab ile Ebu Bekir es-Sıddık’ı, sahip oldukları güç ve fikirlerini karşılaştırdığında onları, Nebi’nin zatının üstünde görüyor. Endülüs tarih yazarı iyice bilmeliydi ki, bu iki dost kişi, peygamberlikten daha becerikli olsalardı yüce elçilik vazifesi onlara tayin olunurdu.
Muhammed el-Emin, peygamberliğin sonuncusudur. Bunun en büyük tarihsel kanıtı ve akli ispatı kendisinden sonra peygamber gelmemiş olmasıdır. İnsanların Efendisi, devirlerin değişimini, çağların yenilenmesini oldukça iyi anladığından ve insanlığa kesinlik kazanmış bir din fikrini verdikten sonra bir daha nebi gelmeyeceğini, zamanın elçilere muhtaç olmayacağı kavrayışını verdikten sonra, peygamberlik kapısını kapamıştı. Carlyle sağ olsaydı bu yazdığım bölüme imzasını atardı.
MADDESEL ÇEVRE
Bir kişinin içinde bulunduğu maddesel, ırksal, millî, sosyal, ailevi, dinsel, fikirsel, duygusal ve siyasal çevreleriyle birlikte, velev zihnen de olsa soyutlandığı diğer muhitlerle, özellikle başka çevrelerde meydana gelen tarihsel olayları değerlendirmek oldukça zor bir iştir. Örneğin geleneklerine tutkun ve rivayetlere gönül vermiş bir Müslüman’a, âlemlerin en erdemlisinden bahsedildiğinde, bütün bu çevresel etkileri kaybolur; düşünmeden, istemeden birtakım olağanüstü çevreler, kişiler, olaylar zihnini ele geçirir. Yüzlerce yıldır, Muhammed’in bir tek sözünün işitilmesiyle öne eğilen atalarının Allah’tan korkan ve hatta kendi inançlarına aşırı tutkun kişilikleri, kendi kişisel derinliğinde uyanır. Ve doğal olarak değerlendirme kabiliyetleri tarihsel tabloları anlama kabiliyetini kaybeder.
Mekke’nin toprağı başka topraklara benzemez. Kureyşliler herhangi bir insanın üzerinde yaratılmışlardandır. Arapça lisanını da, mevcut lisanlardan hiçbiriyle karşılaştırmak mümkün değildir. Hele Muhammed çağını diğer dönemlerin tarihlerine benzetmek haram değilse de dinen hoş görülemez.
İşte böyle bir his ve değerin, aktarılabilir ve kişisel cazibe unsurlarının etken olduğu kimseler, bin üç yüz sene önce yaşanan Muhammed çağını tarihsel kavrayıştan uzaktır.
Bunun gibi, birbirinden farklı etkileşimler ve ruhsal anlamdaki etkenler altında bulunan Batılılar diğer bir görüşten Ahmedî dünyayı, hak ettiği şekilde, düşünsel dünyalarında inşa edemezler.
Nebi’nin doğduğu yer, doğal coğrafyası itibariyle dünyanın en zorlu kıtalarından biri olan Arap Yarımadası üzerinde yer almaktadır. Hicaz’ın büyük bir ekonomik önemi olmadığından, o zamanın büyük devletlerinin ilgisini çekmemişti. Kızıl Deniz’in yaşam emaresi bulunmayan taraflarının dışında kalan Tihame’sinin[29 - Mekke-i Mükerreme’nin diğer adı.] arkasında ve uçsuz bucaksız kum çöllerinin yalnızlığında ortaya çıkmış olan Mekke-i Mükerreme, ne doğal manzaraları, ne de servet defineleri nedeniyle herhangi bir öneme sahip değildi. Büyük Çöl’den daha zengin, fakat örneğin Sudan Mısırı’ndan daha zorlayıcı koşulları olan bu arazi, çok eski çağlardan beri eşkıyalar için cevelan-gâh (savaş yeri) olmuştu. Oldukça az miktarda olan ürünlerini yetiştirmek için de kabileler, aralarında savaşırdı.
İsimsiz çöller, pek kasvetlidir. Susuzluk sadece cisimleri değil, ruhları da kurutur. Yeşillik, sulak bir yer, şiirsel bir nokta diye adlandırılacak bir alan, Hicaz topraklarında oldukça nadirdir. Sıcak, fazlalaştığında hararet ve güneş ışınları biraz yemeklerin de yerini tutar. Beden, ihtiyaç duyduğu temel gıdayı doğrudan doğruya güneş ışığı ve havadan aldığı için Araplar pek yemek yemezler. Midelerindeki asit azdır. Maddesel çevre, Hicaz’da bireyleri, duygusal olarak yüksek bir derecede etkilemez. Arap şiiri, incelik ve ruhsal bir hassasiyet içeriğine sahip değil; düzenli bir akış ve düzgün sözlerle ilerler. Gönlü okşayan üsluba sahip şairler oralarda, Alplerde, Norveç kıyılarında, Bosphorus’ta (İstanbul) olduğu gibi herhangi bir seçim yapmaya gerek duymadan, doğal bir ruhsallıkla dökülmez. Şu kadar var ki, boşlukların derinliği, gecelerin parlaklığı, ruhu ve kalbi kendi içindeki derinliklerde boğulmaya sürükler. O iklim, insanı sinirli hâle getirir. Gergin bir hiddet ise genellikle zekâ ve dehadan doğar. Bu karakterin, bir taraftan, arzu ve kavuşmaya olan isteği, diğer taraftan çevikliği, becerikliliği, kavgacılığı doğurmaması mümkün değildir. Arap ırkı, Sami ailesine mensup olduğundan ve zenciler gibi geri bir tabakayı oluşturmadığından, bu maddesel çevrede, zekâsından bir şey kaybetmemiştir.
Gökler, yıldızlar, evren, güneş, ay Arap ruhunu oldukça meşgul eder. Muhammedî dönemin eserleri değerlendirilecek olursa, daima evrensel, göksel bir nedenin konu edinildiği fark edilecektir.
Arapların, savaşçı ve süvari olarak tanınmasının temelinde doğa etkendir. Arap, koşmaya, dolaşmaya, savaşmaya mecburdur. Bu özelliklerini geliştirmezse hayatını kazanması oldukça güçleşir. Bu şekilde Arap kabilelerinin bölünme şekilleri, kabile reisleri, reislerin merkezi Mekke’de bulunan asilzadelere mensup bir cumhuriyet oluşumu hep bu maddesel çevrenin eseridir. Memleketin yaşamaya uygun ortamlarının azlığı, göçebeliği, göçebelik de panayırları meydana getirmiştir. Kabilelerin bu maddesel çevre etkenlerinin sonucunda toplu hâlde bulunması, bir nevi görgü kurallarının kendine yer bulmasını sağlamıştır. Aşiret hayatı gereği reislere ihtiyaç duyulmuş; bu zorunlu durumlardan asilliğin sürdürülmesi, asalete gözetilen saygının oluşması, soylu bireylerin önem kazanması gibi Arap topluluklarına özgü birtakım gelenekleri ortaya çıkarmıştır.
Bu tekdüzelik, işsizlik, araştırma ve meşguliyete maddesel bir zemin bulamamak ve özellikle çeşitli kavimlerle pek ilişkide bulunmamak, böylesine zeki bir kavmin, kullandığı dilin düzen ve vezinleriyle uğraşmasına, sözlü müzik ve kafiyelere, sonuç itibariyle lisanı incelemesine, kelimeleri bölümlerine ayırıp ifadelerini arttırmasını sağlar. Bundan dolayı lisan ve şiir, Batı Avrupa lisanlarına benzemeyecek bir şekilde tamamlanma evresine girmiştir.
Maddesel çevre, Hicaz’ın sıcak bölgelerinde (bilâd-ı harre) mevcut bulunulması, fizyoloji açısından bölge sakinlerinin şehvete düşkün bir yapıda oldukları belirtilir. Sayıca çok kadınla birliktelik, İslam öncesi dönemde kadınlara saygı gösterilmemesi, kız çocuklarının öldürülmesi gibi kötü ve çirkin âdetler hep bundan dolayıdır. Bu şehvete düşkünlük bir hastalık olarak Arap’ın dünya ve ahireti kadın ile tanımlamasına neden olmuştur.
Çevrenin maddesel sonuçlarından biri de köleliktir. Eğer doğal ortam, Arap’ı sürekli savaşa zorunlu kılsaydı, rehavet olmazdı. İyi bir süvarinin, sözünde durmak, savaşçı ruhunu beslemek bilimsel açıdan bakıldığında hep çevresel etkilerden olduğu anlaşılır. Ticaret de bir dereceye kadar, maddesel çevrenin ve doğal coğrafyanın ürünüdür.
Eğer Arap Hicazı’nda gerekli olan toprak ürünleri ve ihtiyaç duyulan her çeşit zirai ürün aynı arazide yetişseydi o zaman eski zaman panayırları ile uzun seferlere gerek kalmazdı.
IRKSAL ÇEVRE
Eğer Araplar, Sami ırkına mensup olmasalardı, bahsettiğimiz bu maddesel çevrede büyük bir bilim ya da yücelik gösteremezlerdi. Hicaz’a benzeyen bazı bereketsiz bölgelerde zenciler yaşamaktadır. Bu bölgelerde de hayat koşulları yaklaşık Arabistan’a benzer. Fakat siyahiler, insanlar arasında ve insanlardan farklı olan bir tür olarak bilindiğinden, eski dönemlerde nasıl yaşamışlarsa bu tarzı sürdürmüşlerdir. Tarihte, siyah insanların oluşturduğu parlak bir medeniyet tespit edilmemiştir. Zencilerin örgütlenme bilinçleri, beyinlerdeki bir maddenin eksikliği ve sinirsel yapıları gereği, tamamlanmaya yönelik harekete müsait olmadıklarını zannederim. Hâlbuki Araplar, oldukça kötü, oldukça bereketsiz ve uğursuz bir çevrede yaşamalarına rağmen, farklı bir ırka mensup olduklarından, bu ırkın verdiği güzellik ve zekâyla, cahiliye devrinde bile hayli farklı vasıflar göstermiş ve peygamberliğin başlangıcından sonra tarihsel açıdan en seçkin milletler arasına dâhil olmuşlardır.
İslam’ın tarihsel ve özellikle resul siyerlerine dayanarak özelliklerinin incelenmesi sırasında Arapların Sami ırkına mensup oldukları unutulmamalıdır. Lisan, bir milletin hayatındaki hareketlerde dahi kendini gösterir. İbrani ve Arap topluluklarının benzerliği esas alınarak bir görüş geliştirildiğinde, her iki kavmin birçok olumlu ve olumsuz özelliklerinin ortak olduğu anlaşılır.
İlk İbraniler ve Araplar arasındaki bütünsel bir benzerlik vardır. Ancak, her iki kavmin maddesel etkileri farklıdır. Bununla beraber her iki milletin genel hatlarıyla yaşam şekillerinin birbirine benzeyen noktaları çoktur. Arapça, İbraniceye ne kadar benziyorsa Arap da Yahudi’ye o kadar benzer.
İbrani topluluklardan maksadımız, nebiler zamanındaki Ben-i İsrail’dir.[30 - Ben-i İsrail: İsrailoğulları. Hz. Yakub’un ikinci adı olan İsrail’den dolayı, onun soyundan gelenlere Tevrat’ta Beney Yisrael, Kur’an-ı Kerim’de Benû / Ben-i İsrail (İsrailoğulları) denilmektedir. (e.n.)] Kudüs’ün kaybından sonra gerçekleşen olaylar Yahudi doğasını da esaslı bir biçimde değiştirmiştir.
Arap milleti, cahiliye devirlerinde, aynı zamanda hem pek vahşi, hem de gayet medeniydi.
Arap kavmi vahşiydi. Çünkü doğal çevresi kendisini vahşete sevk ediyordu. Bir iki söz ile bu vahşeti ve Arap medeniyetinin tablosunu göz önüne getirmek mümkündür:
Arap zamanlarının başlangıç dönemlerinde, insanlarla vahşi hayvanlar arasındaki savaşlarda, her canlı, hayatta kalmak için daima savaşmaya mecbur kalıyordu. Bu mücadeleler, giderek birbirlerine benzemelerine neden olmuştur. Millet bilinci henüz şekillenmemişti. Bundan dolayı Arap topluluklarına bağlı kabileler, birbiri üzerine, vahşiler gibi hücum eder, öküz, inek gibi hayvanları yağma eder, hatta erkek, kadın ve çocukları esaret altına alarak ele geçirirlerdi. Bu savaşlara yalnızca “haram aylar” adı verilen ateşkes aylarında ara verilirdi. Millet bilinci, kardeşlik hatta konfederasyon fikrinin ilk belirtileri dahi Araplarda yoktu. Bununla beraber vahşi ve aynı zamanda medeni dediğimiz bu garip ve farklılıkları içeren topluluğun “haram aylar”, Mekke gibi bir merkezî mesken, “darünnedve” gibi bir vekiller meclisi vardı.
Uzak durulması gereken kötü davranışlar, gelenek gereğince uygulanıyordu. Bu çirkinlikler arasında kız çocukların öldürülmesi, diri diri görülmesi gibi bir milletin vahşetine kanıt niteliğinde olaylar da vardı. En eski çağlarda ve hatta vahşi diye anılan Afrika ve Okyanusya kabilelerinde bile bu derece insanlığın gerisinde olaylara az rastlanır.
Kadınların, cahiliye dönemindeki durumu da milletlerin kabalık derecesinin durumunu gösterir.
Nisa suresi 24. ayetinde validelerin, eşlerin, kız kardeşlerin, hala ve teyzelerin, yeğenlerin, evlat eşlerinin, kayınvalidelerin vesairenin evliliği yasaklanır. Araplar, cahiliye zamanlarında bu gibilerle de evlenecek derecede vahşiymişler. Promiscuité (karışıklık) hâlinde yaşarlarmış. Bundan dolayı, “cahiller zamanı” tamlaması kendilerine oldukça uygundur.
Arapların eski mezhepleri de hayli vahşi bir dindir. Bu örnek en eski Yunan dini gibi zarif ve şairane değildi. Karşılaştırmalı bir put bilimi kitabı hazırlansa Arapların putlarının, ilk zamanlardaki toplulukların taptıklarından pek de ileride olmadıkları görülür. Hacerü’lesved’e olan şiddetli sevgi, pek terbiye dışı olan bir fetişizmi “nesnelere tapan”ı andırır.
Tekrar edelim: Arapları, Sami aklı ve kavrayışı ile bir taraftan medenileşmiştir. Ancak en sefil derecedeki vahşiliğe sürükleyen de, doğanın merhametsiz çevresel etkenleridir. Arap vicdanı, ırksal özelliklerinden hareketle İbrahim mezhebinden izler taşımıştır. İşte kalan bu dinî iz, hanifi[31 - “Hnf” kökünden gelen bu kelimenin anlamı etimolojik olarak tartışmalıdır. Süryanice kökenindeki ilk kullanım anlamı, putperesttir. Ancak zaman içinde “inanan, ibadet eden” anlamına dönüşmüştür. Genel kullanım “tevhit” inancına sahip kimseler şeklindedir.] sayesinde, Hazreti Muhammed’in yararlanabileceği en büyük kuvvet olarak kalmıştır. Yine bu ırksal özelliklerin etkisindendir ki oldukça büyük ve belki en büyük rolü oynamıştır.
İbrahim mezhebi, Arapların putperest inancına rağmen, vicdanlarda, bir miras gibi uyur hâlde bulunuyordu. Puta taparlığın önemli ölçüde bir olağanüstülüğü yoktur. Doktor Sprenger’in belirttiğine göre Araplarda yerleşmiş bir federatif din vardı. Her kabilenin ayrı ayrı taptığı bir put, hepsi bir arada, asla kavga sebebi olmadan Kâbe içerisinde yan yana ve rahat rahat oturuyordu.
Irksal etkiler ve İsrailoğulları ortak geleneklerinden gelen etkilerin kaybolması sonucunda Araplar, daima bir Hak dinini bekliyordu. İbrahim dininin, “yüceleri” hedeflemesi, Arapların ilerlemesinin sebeplerindendir.
Araplar, eski zamanlarda, henüz Samilerden ayrılmadan önce doğal olarak medeniydiler. Kuzey’den Arap Yarımadası’na inmeleriyle bir hâlden başka bir hâle geçiş dönemini atlatmış oldular. Bu dönemi, “Cahiliye Dönemi” olarak yine kendileri adlandırmıştır.
Eğer Arapların, böyle bir geleneği olmasaydı İslamiyet’in yerleşmesi oldukça güç olabilirdi.
Sözün özü, ilk İbranilerin birçok meziyeti, ırka has özellikleri de Araplara geçmiştir.
Araplar daha geniş bir alanda yaşadıklarından, daha süvari özelliklerine sahip ve mert bir hayat geçirdiklerinden Ben-i İsrail’in beğenilmeyen birçok hâl ve hareketleri kendilerine geçmemiştir. Arap ile Yahudi’nin karşılaştırılması, önemli bir tartışma zeminini gerektirse de bizim konumuz dışındadır.
DİNSEL, FİKİRSEL VE DUYGUSAL ÇEVRE
İslam öncesi Arap Yarımadası çevresine dair en fazla incelemede bulunan Caussin de Perceval’dir. Profesör Dozy ise bu incelemeleri takdir etmeye pek de layık görmemiştir. Herhâlde eldeki bilgilere dayanarak bir dereceye kadar Hazreti Muhammed’in dinî ve fikrî çevresi hakkında bir düşünce geliştirmek o kadar da zor değildir.
İnsanların yüce efendisi, putperest Kureyş kabilesine mensuptu. Peygamberlik öncesi mezhebi, o devirlerde yaygın bir kaba dinden başka bir şey değildi. Son Peygamber, bu din çevresine doğmuş, ardından aralarında herhangi bir bağ ve mezhep ileri gelenleri dahi bulunmayan, inanca gönülden bağlı Haniflerin yolundan gitmiştir. Araplar temel anlamda pek dindar olmadığından, dinî konulara aldırış etmeyen hâlleri, aralarında büyük bir cezalandırmayı da gerektirmemiştir. Eldeki belgelerden anlaşıldığına göre Peygamber, önceleri millî putlara karşı ciddi aleyhtarlıkta bulunmamıştır. Onlara gösterilen saygı merasimlerini zayıflatma zahmetine dahi katlanmayı aklından geçirmemiştir. Bu itibar ile Hazreti Peygamber’in yaklaşımı, Sokrates’in yüksek bir felsefeye sahipken yaygın kabul gören din ile alay etmemesine benzer.
Fakat Kâinat’ın övüncü, yüce bilgeliği arttıkça haniflerin yolu ve İbrahim dinini zihninde bir tutmuştur. Bundan böyle dönemin puta tapanlarına karşı açık olarak aleyhte hareketlerde bulunmaya başlamıştır.
Zaten Lât ve Uzzâ[32 - Lât: İslâm’dan önce Arap çok tanrıcılığında, üstün bir varlıkla (Allah) insanlar arasında aracılık işlevi yüklenmiş olan ikinci derecedeki tanrılardan Lât adı verilen puttur. Uzza: “Çok yüce, azize” anlamındaki müennes hâlinde bir söyleniştir. Bilhassa Kureyş ve Kinâne kabilelerine ait bir puttur. (ç.n.)] heykellerini merkeze alan kaba dinlerinin de üstünde, âlemi yaratan İlah’a taptıklarını, Arap iman ve inancının yol açtığı milyarlarca savaş meydanında “Allahutaala” denilerek zikrediyorlardı.
Din çevresinde bir umut, gaye, beklenti mevcuttu. Din, yaratıcı olmadığında vicdanları pek o kadar tatmin edemiyordu. Mutlaka bir nebinin ortaya çıkacağı her yerde söylenmekteydi.
Hint eserlerinde görüldüğü üzere, dünya ne zaman karışırsa, en temelinde hayır olan yaratıcının ruhu Krişna[33 - Krişna: Yaygın Hint geleneğine göre Vişnu’nun sekizinci avatarıdır ve ona Vişnu’nun bir avatarı olarak tapılır. Çeşitli Vaişnava okullarında ise Yüce Tanrı yani en önemli ve yüksek tanrı olarak tapınılır. (e.n.)] şeklinde bir bakirenin rahmine girerek oradan doğarmış. Hatta “zannederim” dokuz defa bu Hintli İsa doğmuş, ölmüş. Genel göç ile bu fikir, Doğu’ya da gelerek İsa bin Meryem’in ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Mesih fikrinin esası budur. Bu şekilde Son Peygamber, Peraklitos[34 - Paraklit veya Faraklit, Kitab-ı Mukaddes’in Yunanca metinlerinde Kutsal Ruh için beraberinde gelen anlamında da kullanılan bir sıfattır.] vesaire fikirleri de hep böyle zihniyetlerin ürünüdür.
O dönemlerde Arap, kendisini yuvarlandığı aşağılık girdaptan kurtaracak Hak peygamberi arıyordu. Bu ümit ve emel, İslamiyet şartlarının temelinin oluşmasında çok fazla yardımcı olmuştur. O zamanın rivayetlerine, geleneklerine, eserlerine, hurafelerine bakılacak olursa, bu genel fikir olanca açıklığıyla anlaşılır.
Peygamber’in fikirsel çevresi pek geniş değildi. Arap fikirsel ve bilimsel olarak ne bilmiş ise İslamiyet’ten sonra öğrenmiştir. Felsefe, Arap dünyasında bilinmez idi. Arapların bilimsel seviyesinin oldukça geride olduğu göze çarpmaktadır. Hatta kendilerinde, yazı yazmak âdeti bile ileride değildi. Bilimler, dayanaklarının yüzde yetmiş beşini, bulundukları dönemin hurafelerinden almaktadır. Sonuç olarak Arap kafası dengeli akıl ve bilim ile yürümüyor, doğal güzelliğini koruyordu. Arap şiiri tekrar edelim, parlak değildir. Üç beş fikir çevresi bütün bu şiir dünyasına hâkimdi. Arapların şairane eserleri yok veya azdır. Olan eserlerin de şiirsel değeri eksiktir. His dünyasında da Araplar ileride değildi. Aile fikri hâlihazırdaki anlamıyla Arabistan’da anlaşılamazdı. Sevda ise, ancak Orta Çağ’dan sonra önem kazanmış bir Avrupa ürünüdür. Bütün bunların yanında görgü kuralları geçerliydi. Misafirperverlik, bir çeşit incelik, geçmişten taşınan bir miras olarak iftiharla birtakım meziyetler hakkını vermek gerekirse Araplara özgüdür.
Genel olarak eğitim medresede gerçekleşmezdi. Toplumun zarif kesimi, okullardan diploma almazdı. Şu kadarı var ki, Arap’ın çadırı, rahat zamanlarda (hengâme-i istirahatte), bir “akademi” özelliği taşırdı. Bilim, hep şiir aracılığıyla aktarılırdı. O şiir çevresi, güzel şekilde konuşmayı, övünmeyi ve şövalyeliği ileriye sürdü. Onun için meydan gürültü ve patırtılı hareketlerle ve birbirlerine sözlerini söylerken gayet kaba olan Arap çadır akademisinde ve sûk-ı ukâz[35 - Mekke-i Mükerreme’nin yakınında bulunan ve Arap taifesinin her yıl bir ay kadar burada yiyip içip, alışverişten sonra karşılıklı şiir okudukları pazar yeri, çarşı. (ç.n.)] gibi belirlenmiş zamanlarda oldukça çelebi, olabildiğince asil görünüyordu.
Bütün Arap meziyetlerinin örneği Muhammed Mustafa’dır. Eski çağların en büyük belgesine, en büyük söz söyleme ustasına, en keskin ustalık zekâsına, hatta en ince diplomata dair bir fikir edinmek isterseniz Ebu Kasım’ı biraz daha bütün bunların özeti olarak zihninizde canlandırınız, amacınız gerçekleşir.
O zamanlar belirli bir konuda uzmanlaşma yoktu. Büyük bir zat, hem asker, hem cumhur için gerekli tedbirleri alan, hem tüccar, hem düzgün ve güzel konuşan olurdu. Birbirinden farklı ve türlü türlü çevreler de tek bir alanda uzmanlaşmaya uygun değildi. Bunun içindir ki Son Peygamber, aynı zamanda bir hükûmet imamı, bir askerî kumandan, bir kadı, din vaizi ve bir konuşma ustası olmak üzere, oldukça karışık bir psikolojiyle karşımızda biçimleniyor.
Bu çevresel etkiler içerisinde temiz bir şekilde yer alma, distinction[36 - Yazarın kullandığı kelime “distinction” ayrım, fark anlamlarına gelir. Bulunduğu çevresel faktörlerden farklı olarak temiz kalmak.] her biçimde başarılı olmak amacı bulunuyordu. İşte Muhammed el-Emin, genel anlamdaki incelikli görüşlerin üzerine çıkarak, örnek alınması gereken güzel bir görünüm ortaya koymuştur. Gerçekte, Peygamber, çağının olgun ve kâmil ileri gelenlerine benzer. Fakat bu özgüllük, bu benzetmeler kişilik yapısında asla görülmez. Çünkü Son Peygamber, hiçbir zaman aralığında, hiçbir kimsenin yaratılmadığı birtakım bilinçsel hakikatler ve sinirsel hassasiyet ile doğmuştur. Peygamber’de, yalnız bir Arap’ı, bir Kureyşi’yi aramayınız: Zamanın en son nebisi, bir çevresel bakış açısının çok üzerindedir.
AİLESEL ÇEVRE
Birçok yerde, maksada erişmek için zekâ, deha, iktidar yeterli gelmez. Asalet şarttır. Muhammed el-Mustafa, garip bir tesadüflerin eseri olarak “noble” (asil) olarak doğmuştur. Kusay’ın Abdülmüttalib’in, Abdullah’ın oğlu, tam da bu kişilerin neslinden gelerek, o dönemin insanları tarafından zaten yüksek bir makamdaydı. Hazreti Peygamber’in başkanlığının toplum tarafından hoş karşılanması, belki yaradılış meziyetlerindendir.
Arap asilzadeliğinin Avrupa noblesinden farklı bir özelliği vardı: Bu asaleti koruyanlar, gerektiğinde hem yüksek bir mevkide hem de ortalamanın altında bir adam hâlinde olabiliyordu. Fakirlik ve ihtiyaçlarını karşılamaktaki yoksunluklar, yüksek bir mevki kabul edilmezdi. Bu nedenle kazançlı olmak noblenin de hoşuna gidiyordu. Hatice el-Kübra ise hayvan işleriyle uğraştığından, karun olarak bilinen çok zengin kimseler arasına karışmıştı. Geçimini güçlükle karşılayan Muhammed bin Abdullah’ın, bu nedenlerden dolayı, Hatice el-Kübra ile evlenmeden önce de güç ve itibarı eksik kabul edilmiyordu.
Aile gelenekleri, Kureyş ve Kusay kabilelerine, ailelerine mensup olmanın gerektirdiği toplum içindeki yeri, kendisinin içinde bulunduğu ekonomik yoksunluklar dışında, Hazreti Muhammed’in maddesel açıdan büyümesini sağlamıştır.
O dönemlerde paranın ve ekonomik servetin önemi ikinci derecedeydi. Temiz bir soya mensup olmak, ondan sonra karakter yapısı, kişiliğe ait olan özellikler maddi servete tercih ediliyordu. Bundan dolayı, Hazreti Risâlet-meâb olmadan önceki vaziyetinin durumu, bugünün ekonomik ve toplumsal özellikleriyle gözleri bağlı olan tecrübesizleri yanlış yola sevk etmemelidir.
Hatice el-Kübra ile evliliği, Peygamber’in refahını sağlayan ortam ile hayat şartlarını büsbütün değiştirmiştir. Bu evliliğin önemi, Muhammed tarihinde büyüktür. Peygamberliğin gerektirdiği ortamın sağlanması için lazım olan huzuru, İnsanların Yüce Efendisi, bu uygun birliktelikle bulmuştur. Ebu Kasım’ın maddi hayatı bu tarzda düzenlenip güvence altına alınmamış olsaydı, bundan en büyük zararı peygamberlik görürdü. Bundan dolayı İnsanların Efendisi ilk eşine karşı olan sadakat ve sevgisini kolayca, açıkça ifade eder. Hatice hazretleri, Muhammed el-Mustafa’nın yalnız evlendiği eşi değil, iş ortağı, hayat ortağı, sadık sevgilisidir. Yüce Elçi’nin gerek anılan kişiyle birlikte geçen hayatının önceki dönemi, gerek onun vefatından sonra geçirdiği hayatının ikinci döneminde Hatice el-Kübra’nın büyük bir etkisi görülüyor. Hatice’nin şahsiyetinin, Nebi’nin duygusal yaşamında oldukça etkin bir biçimde olduğu görülmektedir.
Eğer bu aile çevresinde terbiye edilmiş olmasaydı, Muhammed’in şahsiyeti başka bir biçimde görünecekti.
Peygamber’in hayatında büyük bir değişiklik oldu:
Hatice’nin Muhammed’in peygamberliğini onaylaması, İslam’ın görünürlüğüne etkisi Kübra’dır.[37 - Hatice’nin “Kübra”, “büyük” lakabını almasına atfen kelime olduğu gibi korunmuştur.] Eğer Son Peygamber’in aile çevresi uygun olmasaydı, işler biraz daha zor ilerlerdi.
Ayrıca, Peygamber’in mensup olduğu aile ve kabile gelenek ve fikir yapısındaki, aile üyelerinin korunma ve himayesi olmasaydı; Peygamber karşıtlarıyla, ileri gelenlerin karşıt fikirleriyle İnsanların Efendisi’nin mücadelesi oldukça güçleşirdi. O dönemlerde aile ve kabileleri arasında yardımlaşma, birbirlerini savunma miras alınmış ortak bir vazifeydi. Peygamberliğin ilk dönemlerinde sadık Nebi’yi onaylamayan akraba ve aile üyeleri bu davranışlarında ileri gidemiyorlardı.
Peygamberliğin muvaffak olmasında, Ebu Bekir es-Sıddık ve Ömer bin Hattab ile olan evlilik yoluyla akrabalığıyla Abdülmüttalib ve Ebu Talib’in yakın akrabası olması oldukça önemli rol oynamıştır.
Sözümüzü bitirirken, Peygamber’in bağlı olduğu kabilesi, ailesi, eşi, akrabası ve bir söz ile ifade etmek gerekirse aile çevresi hem kendisinin büyük bir makamda bulunmasını sağlamış, hem de üstünlüğünün sebeplerinden biri olmuştur.
Peygamberin soy ağacı, tarihin birçok ileri gelenleri ile doludur. Hatta eserlere inanmak gerekirse bütün İsrailoğulları peygamberlerini de içine alır. İşte bu soy ağacının varlığı, fikrimce, o dönemin büyük sermayelerindendi. Baba tarafından soylar, olağanüstü atalara rivayet edilen, her ailenin yöntem ve esaslarını, en ince ayrıntısına kadar kuvvetli becerikli hafızalarında tutan bir topluluk içinde ailenin değeri büyüktür. Biz Türkler, aile hakkında temel bir fikre sahip değiliz. Bunun içindir ki, bu kavramı güç anlarız.
Şu noktaya önem veriniz: Bugün “Napolyon gibilerin unutulması şartıyla” hükümdar sülalelerinden birine mensup olmayan bir adam her nerede olursa olsun bir taç sahibi olamayacağı gibi o dönemlerde de bir kimsenin soylu olmamak şartıyla imamlık iddiasında bulunması ve peygamberliği zorluk çıkarırdı. Halk söylenen sözden çok o sözü söyleyene ve okuruna bakardı. Aynı şekilde miladi 7. asırda, Arap Yarımadası’nda, hakikaten bir kişinin önem kazanması, kendine yer edinmesi için büyük bir ailenin üyelerinden olması zorunluydu. Birtakım meziyetler ve karakter yapısı, kendisinden sonra gelenler ve sayıları, hatta dünya sırlarına ve güzel söz söylemeye gösterdiği özen, ailelerin sınırları dışında tutulamazdı. Onların miras aldığı uzmanlıklar, taşıdıkları sermayenin ağırlığı ve içeriği kabul edilirdi.
Bir görüşe göre, Muhammed el-Emin, ailesinin ürünüdür. Bir hayli meziyet, asırlardan asırlara taşınarak, sağlam, eksiksiz ve soylu bir biçimde Peygamber’in zatına aktarılmıştır.
Aktarılan hikâyelere göre, peygamberlik ışığı daima, Kureyş kabilesinde, Peygamber’in dedelerinde bulunur ve babadan oğula geçermiş; sonunda toplanan elçilikler, hakiki sahibi olan Abdullah’ın oğlunda karar kılmış. Bu rivayet, bir hakikati içermektedir: Birçok karakter, huy, Kureyş taifesinden ve Abdülmüttalib’in ailesinde doğal olarak, bir manevi ışık olmak üzere, babadan evlada aktarılmış ve bütün bunların tamamlanması, Kureyş üyelerinden İnsanların Yüce Efendisi’nde karar kılınmıştır. Anlaşılan bir kalem sahibi, bunu şiirsel bir şekilde simgesel olarak göstermek istemiş ve şiddetli sevgiyi taşıyan bu güzellik tasvirini maddesel anlamdan almışlardır.
SİYASAL ÇEVRE
Araplar anarşileri ve vahşileriyle beraber Mekke’de bir merkeze bağlıydılar. Mukaddese ait hukukları, kamu hukuku, temel hukuk kuralları, bir yönetici başkanlığında toplanan üyeleri olan bir asilzadeler hükûmeti vardı.
Mekke-i Mükerreme ve Kâbe-i Muazzama özel ve kutsal bir yerdi. “Eşhâr-ı haram” (haram ayları) sürekli savaş hâlini, bir an için şiddeti hafifletiyordu. Bu sırada çarşı ve pazarlar kurulduğundan süregiden düşmanlıklar arasında Arap topluluğu biraz da arkadaşlık, kardeşlik, tek millet olmak fikirlerini anlayabiliyordu. “Daru’n-nedve”de genel barış konuları tartışılır ve genel oyla kabul edileceğine, en akıllı ve en güzel konuşan üyeler diğerini kandırırdı.
Herkes yağmalara dâhil olacağına ancak en layık olanlar -ki kavim reisleri ve ileri gelenler- hükûmeti oluşturur ve hükûmet görevleri bir biçimde kabileler arasındaki en zor durumda olanlar arasında bölüşülürdü. Fakat herhâlde hükûmet merkezi olan Mekke’de bir çeşit düzenleme ve örgütlenme vardı veya yok değildi.
Araplar saltanat hükûmeti yöntemine tamamen kayıtsızdırlar. Monarşi kavramı bunlar arasında bilinmezdi. Bundan dolayı Arap heyeti bir cumhuriyettir. Beytülmal ki İslam hükûmeti adını almıştır, tam manasıyla “republic” karşılığıdır. Latince “res” mal ve “publica” kamu ve ev anlamına gelir. Hicaz’dan başka Arap memleketlerinden ayrılan başka hükümdarlık yok değildi. Fakat biz burada özellikle Muhammed’in siyasal çevresinden bahsettiğimiz için bu bölgeleri ihmal ediyoruz.
Bu cumhuriyet, şimdiki Amerika’da olduğu gibi halk cumhuriyeti ve Fransa’da laik anlamdaki gibi bir cumhuriyet değerinde değildi. Kendi tarafını koruyan idaresi, asilzadelerin elinde bulunuyordu ve bireyden başkanlara, şimdi Arabistan’da olduğu gibi olağanüstü itaat ve saygı gösterilmekteydi.
Böyle bir hükûmetsizlik, son derecede bir anarşi, mücadeleler, sürekli savaşlar yöntemiyle böyle bir merkezin, “aristokratik” ve bir dereceye kadar “teokratik” bir cumhuriyetin, ortak ve kutsal bir Kâbe’nin mevcudiyeti büyük bir eksiklik oluşturur. Tabii Araplar zaten eksikliklerle dopdoludur.
Araplarda temel hürriyet zıtlıklarla, eksiklikler içinde kalmıştır. Çöl evladı olan Arap, doğası gereği hürdür.
Sınırlanmış bir daire içinde bulunan Hanifilerin, Yahudilerin, Hristiyanların ve her çeşit putperestin birlikte yaşaması, din hürriyetini gösterir. O zaman din fikri vesaire tamamen serbestlik ile ifade olunabilir ve Daru’n-nedve’de, çarşılarda tartışmalar çıkardı.
Kabile içerisinde, kardeşlik ve adalet yok değildi. Fakat bir kabile, fırsat bulunca, diğer kabileye asla kardeş gözüyle bakmaz ve ona karşı adil davranmazdı.
Genel konularda, kabile kardeşliği konusu olay olmazdı. Ancak bu temel, her dakika yeni bir kavga ile rencide edilebilirdi.
Eşitlik fikri, Araplar tarafından bilinen bir konu değildi. Fikir eşitliğini, İslam kurmuştur. Bu kuralın oluşturulmasında bir dereceye kadar reisler, ileri gelenler ve asilzadeler rencide bile olmuşlardır. Fakat zannederim ki halk arasında hukuk önünde eşitlik kanununa saygı duyulurdu.
Cahiliye devirlerinde, yabancılar, Arabistan’a rağbet etmediklerinden, meliklerin adaya karşı ortak bir koruma ve savunması doğal olarak konu edilmezdi. Bunun içindir ki Tur Sina’dan[38 - Aynı adı taşıyan yarımadanın güneyinde bulunan dağla özdeşleştirilen Sina Yahudi, Hristiyan ve İslam geleneklerinde Hz. Musa’ya Tevrat’ın verildiği yer olarak kabul edilir. Sina isminin Babil ay tanrısı Sin’den, dağın bulunduğu bölgenin Mısır sınırındaki Sin/Sun adlı kasabadan veya “yanan çalılık” anlamındaki İbranice senehten geldiği şeklindeki görüşlerden ilki daha fazla kabul görmüştür.] Bab’ül-Mendeb’e,[39 - Bab’ül Mendep, Kızıldeniz’i Aden Körfezi’ne bağlayan boğazın adıdır.] Amman’dan[40 - Güneybatı Asya’da, Arap Yarımadası’nın güneydoğusu kıyısında yer alır.] Şat[41 - Sözlükte Şat, “büyük nehir” ve “nehir kıyılarındaki verimli arazi” anlamlarına gelir.] kıyılarına kadar, Arap Yarımadası hiçbir zaman büyük bir imparatorluk oluşturmamıştır. Böyle bir hükûmetin oluşmasına gerek kalmayınca, doğal olarak kabileler serbestliğe hak kazanmış ve yarımada üzerinde anarşi tam manasıyla hükmünü sürdürmüştür.
Arabistan’ın aşağı kısımlarında, Ben-i Saide olarak adlandırılan bölgenin etrafında ortaya çıkan hükûmetler konumuzun dışındadır. Konumuza dâhil olan bölge Hicaz’dır. Mustafa’nın din kuralları oluşturulmadan önce Arap milliyetlerine yoktu diyebiliriz. Hazreti Muhammed, İslamiyet’in kurucusu olduğu gibi Arap milletinin de varlığının sebebidir. Irk ve lisan dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz çeşitli kavimler arasında birçok ortak nokta da vardı. Fakat milliyet her şeyden önce ve hatta lisan, ortak ata esaslarının da üzerinde bir genel vicdan sahipliği demekse, çeşitli kabile ve hatta Arap milletleri arasında böyle bir bağ yoktu.
Zaten coğrafya dolayısıyla da Arap Yarımadası kısımlarından üreyen çeşitler de birbirinden ayrıydı. Arapların düzenlenmiş kanunları ve uygulanan hukuku hakkında çok bir şey bilmiyoruz.
Kabilelerin iç idaresine dair olan bilgilerimiz de eksikten daha eksik bir durumdadır. Şu kadarı var ki, gerek hukuk gerek Arap mevzuatı, gerek kabilelerin iç idare işlerinin bir olağanüstülüğü yoktu. Bunların siyasal açıdan değil belki toplum bilimi açısından bir önemleri olabilir.
Hazreti Peygamber, büyük bir siyasal çevre içerisinde bulunmadı. Müslüman siyasal fikirleri, özellikle İslam’ın yayılmasından sonra çevredeki hükümdarane, sefare -aynı toplum içindeki fertler veya kabileler arasında meydana gelen çekişmelerde hakem olarak ara bulma hizmeti- azmi ve benzeri olaylardaki politik ve siyasal bir çevrenin, kişilik yapısındaki yeteneğin etkisinden çok, Ahmedî yiğitliğin payını vermek gerek.
Siyasal çevrenin hareketleri, Peygamber’e o kadar nüfuz etmemiştir. Belki siyasal çevrenin parasızlığı ve civardaki hükûmetlerin azametlerinin şanı, Risaletpenahi’yi Müslümanlar için bir hükûmetin temelini oluşturmaya sevk etmiştir.
İslam hükûmeti, bununla beraber yine eski Arap cumhuriyet yöntemi sürdürülmüş, monarşi temeli kabul olunmamış, “dar’ünnedve”, “icma’i ümmet” biçiminde şekillendirilmiştir.
Görülüyor ki yenilenen emir, ne kadar ileri gidilse yine oldukça anarşik bir geçmişe bile alçak gönüllülükten uzak kalmak mümkün olamıyor.
SOSYAL ÇEVRE
Yukarıdaki konular, Ahmedî sosyal çevre hakkında bir fikir verebilir. Arap, Cahiliye Dönemi’nde zengin değildi. Topraktan yetişen ürünler fazla olmadığından, sosyal mücadelelere de gerek yoktu. Aile ve kabile kurumlarının sosyal işleyişi doğal bir biçimde şekillenmişti. Para, her ne biçimde olursa olsun kazanılabilir ve hatta çeşitli kabile ve milletlerin elinden alınabilirdi. Asilzadeler ile avam ve bireyler arasında temel bir sosyal anlaşmazlık olup olmadığını bilemiyorum. Bu, zamanımızda olduğu gibi fakirlik ve servet de o vakitlerde birbirine çarpmıyordu. Asıl düşman, halk sınıfı değil, maddesel çevrenin hastalığı, fenalığı, aşağılıklığıydı. Ekonomi ve para ile ilgili işler, pek ileride bulunmuyordu. En temel mesele toprağın bereketsizliğinden başka bir şey değildi.
Bugün sosyal meseleler dediğimiz sözlerin birçoğu Araplar tarafından tümüyle belirsiz konulardır.
İşte Muhammed’in ortaya çıktığı zamanlar, Hicaz adı verilen topraklar yönünden civardaki hükûmetlerden oldukça farklı bir biçimde fakirlik ve yoksunluklar içinde yuvarlanıyordu. Arapların, Rum ve Acemler ile ilişkileri olmadığı gibi, Romalılar da, Farslılar da Hicaz kumunun durumunu pek o kadar bilmiyorlardı. Roma dünyasının yaşam koşulları ile Hicaz’ın yaşam koşulları arasında girdaplar vardı. Yunan, Bizans ve Roma dünyası, bunun yanında Acem’de Sasaniler dünyası, hatta Yemen dünyası, şu aşağı ve hakir Hicaz çevresinden tüm yönleriyle her bakımdan ayrılıyordu. Büyük bir medeniyet olan Rum ve Acem, o karışıklıklarda âdeta azmıştı. Tebaaların huyları, edebiyat, görgü kurallarına uyumluluk, kuralları ile Rum ve Acem bölgelerinde büyük bir tamamlanmaya sahne olduktan sonra ahlak bozulmuş, güç ve kuvvetten düşme dönemi başlamıştı.
Araplar, hayat koşullarının zorluklarına rağmen asla tereddüt etmemişlerdi. Bunlar vahşiydiler ancak asla kuvvetten düşecek durumda değillerdi. Kadına düşkünlükleri bile yozlaşmalarını gerektirmemişti. Bu Sami milleti, ırksal kökenlerinden ayrıldıktan sonra Arap diyarının o ulvi çöllerinde, asla güzellik fikirlerini bozmadı. Sami, batıl düşüncelere düşmedi. Bilakis birçok doğal koşullarla bazı akli melekeleri arttı. Bilinçleri tamamlanma evresine ulaştı. Lisanları matematiksel bir şekle girdi. Savaşçı yetenekler diğer Samilerde sönmüş gibiydi. Hâlbuki iklim ve çevre koşulları Arap Samilerini savaşçı konuma getirdi.
Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcı sırasında, Arap akümülatöründe, birçok ruhsal kuvvet, şiddetli bir kararlılık ve irade ile bir çare ortaya çıkarmak için uğraşan, keskin ve maddi, felsefi değil son derece davranışsal, spekülasyondan hoşlanmayan bir zekâ yerleşmiş hâlde bulunuyordu. Bunları birbirini takip eder şekilde düzenleme ve kurallar altına almak ihtiyacı vardı. Bu ham maddeden en güzel sanat eserlerinden biri meydana gelebilirdi. Zaman da oldukça uygundu. Kuzey ve Güney’in, Doğu ve Batı’nın kuvvetten düşmesi, üzerlerinin örtülmesi, dünya sahasını boş bırakıyordu.
Küçücük bir destekle, Arap dışındaki bütün dünya yıkılabilir; dayanıklı ve güçlü bir azimle Arap cihanı ortaya çıkabilirdi.
Muhammed el-Emin, doğal bir yönelişle, karakterinden aldığı ilhamla, seçilmeye ihtiyaç duymadan, zaaf ve kuvveti iyice anladı; bütün ırksal gücünü ve tarihsel yapıyı topladı.
Peygamberliğin başlaması, İslam hükûmetinin oluşmasıyla ilgili gelişmeler birbirinden farklı anlaşılmamalıdır.
Burada iddia edilmemesi gereken şudur, İslamiyet’in yayılması başka, Çin surlarından Fransa’nın tam ortasına kadar uzanan büyük devlet başka şeylerdir. Peygamberlik aklı, her ikisini birbirinden farklı konumlarda tutmuştur.
Roma kayseri, İran kisrası, Habeş necaşisi ve benzeri hükümdarlar ile farklı memleketlerin valilerine elçiler ve mektupların gönderilmesi, yüksek bir hükümdarlık düşüncesine sahip olunduğunu onaylar.
Peygamber, çevrenin etkilerini oldukça iyi anlamıştı. Muhammed el-Mustafa’nın geleceğe dair projelerinin, Arap dünyasında uygulanacağına dair güçlü bir tahmini vardı. Peygamberliğin ruhunda bu büyük düşünsel eylem planı ile büyük bir düşünsel umut, birbiriyle “idealist” bir uyum içindeydi. Son Peygamber’in gözleri, yalnızca göz önündeki çevresel koşulları değil, gelecekteki dünyayı, insanlığın geleceğini de görüyordu. Dünyada hiçbir peygamber, siyaset insanı, kanun koyucu, devlet imamı bu kadar güzel bir biçimde geleceği anlayamamıştır. Hiçbir deha sahibi, Muhammed bin Abdullah kadar geleceğe hâkim bir görüş ortaya koyamamıştır. Hiçbir sultan bu din koyucu kadar doğal hükmetme yeteneği ve tebaasıyla övünme fırsatı bulamamıştır.
Hatice’nin mal ve mülklerinin temsilcisi, Mekke ile Şam toprakları arasında, devesinin üzerinde, olanca sakinliğiyle ilerlerken, öyle bir elektrik düğmesinin üstüne basarak geleceğe öyle bir emir veriyordu ki bu emir gereğince on üç yüzyıldır birbirinden farklı renkte, çeşitli şekillerde milyonlarca insanoğlu aynı tarzda düşünüyor, yatıp kalkıyor, hayatını düzenliyor, özellikle aynı amaç ve umut için yaşayıp ölüyor.
Peygamber, çevresinin evladı olmakla beraber dünya çevresinin ve zamanının hükümdarı olmuştur. Bütün İslamiyet, Ahmedi’nin eseridir. Nüfus sayıları temel alınarak Hristiyanlık ve Budizm, Müslümanlıktan büyük dinlerdir. Ancak bu iki mezhep özellikle Meryem oğlu İsa, sadece Sakyamoni-Buda’nın eseri değildir. Hatta İseviliğin yüzde biri bile Hazreti Mesih’in işinin sonucu olmaktan epey uzaktır.
Hâlbuki İslamiyet, devlet ve din kurallarını içermek üzere bir adamın sanatıdır ki onun ismi Muhammed bin Abdullah bin Abdülmüttalib’tir.
GENEL DÜNYA TARİHİ AÇISINDAN AHMEDÎ KONUM
Hazreti Muhammed ile Son Bulan Çağlar Zinciri
İngiltere’nin Macaulaylerine, Carlylelerine, Almanya’nın Jourdainlerine, Mommsenlerine, Fransa’nın Guizotlarına, Renanlarına, İtalya’nın Cantularına, Ferrerolarına karşı genel dünya tarihlerinin eksiklerinden, taraf tutmalarından bahsedersek acaba kendi sınırlarını aşan cahillerden mi olmuş oluruz?
Evet! Bundan önce, üzerinde ısrarla durduğumuz, devletler hukukunun ancak bir Avrupa ve Hristiyan devletleri hukuku olduğu iddiasını şiddetle ortaya koymuştuk. Şimdi de genel dünya tarihi olarak kitap hâline getirilen bilgilerin “genel” olduğundan çok özellikle ve İsa’nın peygamberliğinin başlamasından sonra oldukça Nasrani bir şey olduğunu aynı derecede ileriye süreceğiz.
Irk ve mezhep söylemiyle, Avrupa ileri gelenleri tarihi ancak ırk ve dinî inanışlarına uygun gelen olaylara önem veren bir tarihsellik ortaya koyuluyor. Avrupalı bakış açısı, bundan başkasının önemi olmadığı şeklindedir.
Gerçekten, Eski Yunan ve Roma tarihlerine ve onlara tabi olan klasik Doğu tarihine biraz önemle bakmak gerekir. Fakat bilmiş olalım ki, aşağı yukarı, hâlihazırdaki Avrupa toplulukları Roma dünyasından, Roma ise Yunanistan’dan, Yunanistan ise klasik Doğu’dan doğuyor. Tarih, yalnızca bu toplulukların olaylar zincirinden meydana gelmemiştir. Uzak Doğu’da bir Sarı medeniyet[42 - Bu kullanım şekli, işaret edilenin Çinliler olduğunu, “sarı” kelimesinin “Sarı Nehir” ile ilgili olduğunu düşündürmektedir. Ayrıca eserin yazıldığı dönemlerde, insan cinsinin 3 ırka mensubiyetine de atıf yapılmaktadır. Sarı ırk tabiri, özellikle Çin ve Japon halklarını işaret etmektedir. (ç.n.)] olduğu gibi Hindistan’da da tarih yazarlarında şaşkınlık uyandıran bir medeniyet çıkmıştır. Yakın zamanlarda ise Arabistan’da ortaya çıkan İslam, gerek tarih, gerek coğrafya dolayısıyla önemli bir konuma sahiptir. Bu konumun geçmiş ve gelecek ile geneli içeren anlamda bir ilgisi vardır. İslam tarihinin Avrupa ve Hristiyan tarihinden ayrı bir konumda bulunmasıyla beraber genel dünya tarihine büyük bir etkisi vardır. Bu durum her iki tarihin birbiriyle kesiştiği noktaları nesnel, objektif olarak değerlendirilecek olursa insanlığın olgunlaşması, bugüne evrilmesi sürecinde önemli yapı taşlarını şekillendirmektedir.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/celal-nuri-ileri/hatemu-l-enbiya-69428998/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Hocaların hocası ismiyle de bilinen, Profesör Mahmud Esad Efendi. Konya Seydişehir’de doğdu. Adı Mahmud Esad’dır. Birçok hukukçu yetiştiren Çopur Kadıoğulları ailesinden olan babası Güzelzade Emin Efendi’ye nispetle İbnülemin Mahmud Esad diye tanınmıştır.
2
Yedi Bilge ya da diğer adıyla Yunanistan’ın Yedi Bilgesi, Antik Yunan uygarlığının altın çağı olan MÖ 7. ve 6. yüzyıllara damgasını vurmuş yedi filozof, devlet adamı ve kanun koyucuya verilen isimdir. Lindoslu Cleobulos, Atinalı Solon, Spartalı Chilon, Prieneli Bias, Korinthli Periander, Midillili Pittacus, Miletli Thales.
3
Karyatid/Caryatid: Mimari bir unsuru insan vücudu ile birleştirme hâlidir. Bir karyatid, başındaki bir plakayı destekleyen bir sütunun veya bir sütunun yerini alan mimari bir destek görevi gören heykeltıraş bir kadın figürüdür. Yunanca karyatides terimi tam anlamıyla antik bir Mora Yarımadası kasabası olan “Karyai kızları” anlamına gelir.
4
Ernest Renan: Fransız filozof, tarihçi ve filolog. Erken Hristiyanlık tarihi ve siyasi teoriler üzerine etkili, tarih araştırmaları ile tanınmıştır.
5
Atinalı Solon: Yedi Bilge’den biri. MÖ 640-560’ta yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair. Yaptığı reformlarla Atina demokrasisinin temelini attığı kabul edilir.
6
Kâinatın övgüsü, şerefi; Hazreti Peygamber. (e.n.)
7
İnsanların efendisi.
8
Sesleri kayıt ederek, tekrar edilmesini sağlayan makine. Edison tarafından 1877 tarihinde icat edilmiştir.
9
Hippolyte Adolphe Taine, 19. yüzyıl Fransız olguculuğunun önde gelen isimlerinden düşünür, eleştirmen ve tarihçi.
10
Parmak işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi şeklindeki mucize.
11
Abdullah Cevdet, Cevdet Tarihi, 1882-1884.
12
Mustafa Nuri, Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, 1873-1881.
13
François-René de Chateaubriand (1768-1848), Fransız yazar, politikacı ve diplomat.
14
Urve: (ö. 94/713). Medineli meşhur yedi fakihten biri, hadis ve siyer âlimi.
15
Zühri: (ö. 124/742). Hadisleri, Emevî Halifesi Ömer bin Abdülazîz’in emriyle resmen tedvin eden âlim.
16
İbn İshak: (ö. 151/768). Siyer ve meğazi müellifi, muhaddis.
17
İbn Hişâm: (ö. 218/833). Es-Sîretü’n-nebeviyye adlı eseriyle meşhur olan tarihçi, dil ve ensab âlimi.
18
Sir William Muir: (1819 – 1905). İskoçyalı oryantalist.
19
Aloys Sprenger: (1813- 1893). Avusturyalı oryantalist.
20
Gustav Weil (25 Nisan 1808 – 29 Ağustos 1889) Alman Doğu bilimcisi.
21
Armand-Pierre Caussin de Perceval (1795–1871) Fransız Doğu bilimcisi.
22
Jules Barthélemy-Saint-Hilaire (19 Ağustos1805 – 24 Kasım 1895) Fransız düşünür, gazeteci.
23
Bu pasajı kendilerine aktardığım zaman, Abdülhak Hamit Bey, “Şimdi de kahramanlar, ‘sarraf’ şeklinde görünüyorlar.” demiştir. (y.n.)
24
Siyer-i Veysî diye meşhur olan eserin tam adı Dürretü’t-tâc fî sîreti sâhibi’l-mi‘râc’dır. İlk Türkçe telif siyer kitabı olarak kabul edilmektedir. Dürretü’t-tâc’a birçok zeyl şeklinde siyer kitapları da yayınlandığından, yazar, çoğul ekiyle genel bir yazarlıktan bahsetmektedir. (ç.n.)
25
Doğu’da bilimsel araştırmalar neredeyse yoktur. Her ne biliyorsak Doğu bilimcilerine (oryantalistlere) borçluyuz. İslami bilimler, “menkul” (nakledilmiş) temeline dayanır; akla uygunluk ile alışveriş oldukça düşüktür. Hele tarih, Doğu’da son derece sessizdir. Onun için yukarıda isimleri geçen kişilerin eserlerinin dilimize aktarılması için tercüme edilmesini en temiz niyetimizle hükûmetimizden rica ederim. Doğrusu bunların Türkçeye tercüme edilmemesi kayıptır. Zamanında hükûmet yardım eder ve birçok büyük kitaplar basılırdı. Matbaa-i Amire fikirlerimizin açıklığına oldukça hizmet etmiştir. O zamanın ileri gelenlerinin çabaları, dönemimizin hâlihazırdaki vekilleri tarafından örnek olarak kabul edilmelidir.
Yukarıda bahsettiğimiz dört yazarın eserlerinin tümünün İslam tarihiyle ilişkili birçok Doğu bilimcisinin eserleri vardır ki lisan veya lisanlarımıza tercüme edilerek aktarılması bir görevdir. Bundan sonra biz Müslümanlar da, biraz bilimsel yöntemlerle incelemelerde bulunmaya çalışmalıyız. Bizden de, örneğin Doktor Sprenger çıkabilmelidir.
Bu şekilde, Kur’an’ın mana bakımından izahı bilimsellikten uzaktır. Bir Exégése (Kutsal Kitap Yorumu) çalışmasına şiddetle ihtiyacımız vardır. Şurası da unutulmasın ki, Kur’an’ın anlam itibariyle izahı, bilimde yetersizdir. Halkın yeni tarz imanını güçlendirmek için herkese elverişli olacak şekilde, Kur’an anlamını izah da lazımdır. (y.n.)
26
Belagat: Sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve kişisine göre söylenmesini öğreten bilimin adı.
27
Bu mısralar, Muallim Naci’nin Fransızcadan dilimize tercüme ettiği bir şiirdendir. Fransız şiirindeki vezin tertibini korumak amacıyla aynı düzen içerisinde çevirdiği anlaşılmıştır.
28
Yazar burada, edebiyat ve söz söyleme sanatları, dil bilgisi hakkında dahi bilgisi olmadığı hâlde söz sahibi olan kişilerin yaklaşımlarına eleştiri getirmektedir. “Ayn” kelimesi, hem göz hem de aynı anda anlamlarında kullanılmıştır. Gözyaşı ve sine kelimelerindeki söz sanatlarından hareketle, şiir ve söz sanatlarına göndermede bulunmaktadır. Alıntılamış gibi yaparak, söz konusu şiirle ya da edebiyat alanında herhangi bir anlam içermeyen cümlelerle eleştiri yapılmasıdır. (ç.n.)
29
Mekke-i Mükerreme’nin diğer adı.
30
Ben-i İsrail: İsrailoğulları. Hz. Yakub’un ikinci adı olan İsrail’den dolayı, onun soyundan gelenlere Tevrat’ta Beney Yisrael, Kur’an-ı Kerim’de Benû / Ben-i İsrail (İsrailoğulları) denilmektedir. (e.n.)
31
“Hnf” kökünden gelen bu kelimenin anlamı etimolojik olarak tartışmalıdır. Süryanice kökenindeki ilk kullanım anlamı, putperesttir. Ancak zaman içinde “inanan, ibadet eden” anlamına dönüşmüştür. Genel kullanım “tevhit” inancına sahip kimseler şeklindedir.
32
Lât: İslâm’dan önce Arap çok tanrıcılığında, üstün bir varlıkla (Allah) insanlar arasında aracılık işlevi yüklenmiş olan ikinci derecedeki tanrılardan Lât adı verilen puttur. Uzza: “Çok yüce, azize” anlamındaki müennes hâlinde bir söyleniştir. Bilhassa Kureyş ve Kinâne kabilelerine ait bir puttur. (ç.n.)
33
Krişna: Yaygın Hint geleneğine göre Vişnu’nun sekizinci avatarıdır ve ona Vişnu’nun bir avatarı olarak tapılır. Çeşitli Vaişnava okullarında ise Yüce Tanrı yani en önemli ve yüksek tanrı olarak tapınılır. (e.n.)
34
Paraklit veya Faraklit, Kitab-ı Mukaddes’in Yunanca metinlerinde Kutsal Ruh için beraberinde gelen anlamında da kullanılan bir sıfattır.
35
Mekke-i Mükerreme’nin yakınında bulunan ve Arap taifesinin her yıl bir ay kadar burada yiyip içip, alışverişten sonra karşılıklı şiir okudukları pazar yeri, çarşı. (ç.n.)
36
Yazarın kullandığı kelime “distinction” ayrım, fark anlamlarına gelir. Bulunduğu çevresel faktörlerden farklı olarak temiz kalmak.
37
Hatice’nin “Kübra”, “büyük” lakabını almasına atfen kelime olduğu gibi korunmuştur.
38
Aynı adı taşıyan yarımadanın güneyinde bulunan dağla özdeşleştirilen Sina Yahudi, Hristiyan ve İslam geleneklerinde Hz. Musa’ya Tevrat’ın verildiği yer olarak kabul edilir. Sina isminin Babil ay tanrısı Sin’den, dağın bulunduğu bölgenin Mısır sınırındaki Sin/Sun adlı kasabadan veya “yanan çalılık” anlamındaki İbranice senehten geldiği şeklindeki görüşlerden ilki daha fazla kabul görmüştür.
39
Bab’ül Mendep, Kızıldeniz’i Aden Körfezi’ne bağlayan boğazın adıdır.
40
Güneybatı Asya’da, Arap Yarımadası’nın güneydoğusu kıyısında yer alır.
41
Sözlükte Şat, “büyük nehir” ve “nehir kıyılarındaki verimli arazi” anlamlarına gelir.
42
Bu kullanım şekli, işaret edilenin Çinliler olduğunu, “sarı” kelimesinin “Sarı Nehir” ile ilgili olduğunu düşündürmektedir. Ayrıca eserin yazıldığı dönemlerde, insan cinsinin 3 ırka mensubiyetine de atıf yapılmaktadır. Sarı ırk tabiri, özellikle Çin ve Japon halklarını işaret etmektedir. (ç.n.)