İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği

İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği
Celal Nuri İleri
Son dönem Osmanlı aydınlarından Celal Nuri, İttihad-ı İslam adlı eserinde 20. yüzyılın başlarında Türk ve İslam dünyasında meydana gelen siyasi değişiklikleri ortaya koyarak İslam birliğinin niçin gerekli olduğunu ifade etmiştir. Yazar, farklı bölgelerde yaşayan Müslümanlar hakkında bilgiler verir ve dönemin güçlü devletlerinin güçsüz devletleri nasıl sömürdüğüne dikkat çeker. Avrupa emperyalizmine karşı Türk-Arap birliğini savunan Celal Nuri, Avrupalı devletleri bu birliğin oluşturulmasında engel olarak görmektedir. İslam ülkeleri ve toplumlarını çeşitli başlıklar altında ele almış ve İslam toplumlarını pek çok yönden değerlendirerek o günkü durumu yansıtmaya çalışmıştır. Celal Nuri’ye göre İslam birliği sadece İslam dünyası için değil, bozulan dünya düzeni nedeniyle bütün insanlık için zorunlu hâle gelmiştir. "İslamiyet dünyada mevcut kuvvetlerin en önemlisidir. En büyüğüdür. Yalnız, şimdiki hâlde, bu kuvvet uykudadır. Fakat ölmüş değildir. Nicelik özelliklerine zarar gelmemiştir. Aksine keyfî olarak büyümüştür. Müslümanlar kadar vicdani esaslardan ve bütünlüğünden ayrılmaz, ayrılamaz başka bir kuvvet yoktur. Zemin, iklim, zaman, tabiat, yayıncılık, ekonomik durumlar, lisan asla İslam’ın düzenini bozamaz. Aksine İslam’ın birbirinden uzak bulunması, esaret altında ya da Nasraniyet yönetimi altında kalması onun karakterindeki birlik özelliğini artırır."

Celal Nuri İleri
İttihad-ı İslam

Özlem Çekmece, Tarih eğitimi aldı. Üniversite ve araştırma merkezlerinde görev yaptı. Hâlen kitap editörlüğü ve çevirmenlik yapmaktadır.

CELAL NURİ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
1887 yılında Gelibolu’da doğan Celal Nuri, Ayan Meclisi üyelerinden Mustafa Nuri Efendi’nin oğludur. Ana tarafından da Abidin Paşa’nın torunu olan Celal Nuri, aileden gelen kültür birikiminin ve merakının da tesiriyle çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim almış, hayatı boyunca sürekli bir araştırma ve öğrenme çabası içerisine girmiştir. Galatasaray Mekteb-i Sultanisi ve İstanbul Hukuk Mektebini bitirmiştir. Bir süre Hariciye Nazırlığında görev yapıp bu arada Fransızcasını ilerletmiştir. Bundan sonra kısa bir süre avukatlık yapan Celal Nuri devlet memurluğunda fazla çalışmayarak uzun sürecek olan gazetecilik mesleğine başlamıştır.
Yazar, gazetecilik mesleğini hayatı boyunca devam ettirmiş ve çeşitli gazete ve mecmualarda 2500’e yakın makale neşretmiştir. Çok sayıda basın organında yazı yazmakla beraber Âtî-İleri, Hürriyet-i Fikriye ve Edebiyât-ı Umûmiye müellifin kendi çıkardığı gazete ve mecmualardır. Gazetecilik hayatı oldukça hareketli geçen Celal Nuri çeşitli vesilelerle dünyanın bir çok ülkesini ziyaret etmiştir. Yunanistan, Belçika, Rusya, Finlandiya, İsveç, Norveç, İzlanda ve ABD gibi ülkelere daha ziyade araştırma ve inceleme yapmak amacıyla seyahat etmiştir. Gezi izlenimlerini kitap olarak yayımlamış ve bu eserlerin birçoğu Latin alfabesiyle sadeleştirilmiştir.
Celal Nuri gazetecilik hayatının yanı sıra milletvekilliği görevinde de bulunmuştur. 1919 yılında Mebusan Meclisinde görev almış ve ardından TBMM’de Gelibolu’dan I. ve II. Dönem, 1935 yılında da Tekirdağ’dan III. ve IV. Dönem milletvekilliği yapmıştır. 2 Kasım 1938’de vefat eden Celal Nuri basın ve fikir hayatımızda önemli simalardan biri olarak yer almıştır.

ESERLERİ
Celal Nuri, ellinin üzerinde kitap ve yüzlerce makale yazarak dönemin olaylarına ve fikir hayatına ışık tutan bir şahsiyettir. Celal Nuri hemen hemen her konuda bir şeyler yazmış, siyasi ve toplumsal her konuya el atmıştır. Zaman zaman mevcut iktidarla ve çağdaşı aydınlarla tartışmalara girmiştir. İlmî yetersizliğinden değil de, muhtemelen gazeteci olması sebebiyle ele aldığı konulara teferruatlı olarak değinmemiştir. Ama onun yüzeysel çalışmaları bile güncel sorunlara ışık tutacak niteliktedir ve en azından dönemin problemlerini anlamamızda vazgeçilmez başvuru kaynaklarımızdan sayılır. Celal Nuri, kaleme aldığı yazılarında adı geçen yılların yaygın metoduyla müstear isimle de yazılar yazmıştır. Türkçe eserlerinde Helvacızade, Afife Fikret, Haydar Kemal, Tarık Celal, Mehmet Cemal, Fransızca eserlerinde Djelal Noury ve N. D. Helva gibi müstear isimleri kullanmıştır.
Eserlerinde ve makalelerinde ülkenin hemen hemen her problemine değinen Celal Nuri, kitaplarında daha ziyade Osmanlı’nın gerileme sebepleri, kadınların sosyal sorunları, Batılılaşmak, milliyetçilik, İslam birliği, Avrupa’nın Osmanlı’ya bakışı gibi ana başlıklar altında verebileceğimiz konuları işlemiştir. Adı geçen konulara sadece kitaplarında yer vermemiş aynı zamanda yazdığı çok sayıda makalede çeşitli vesilelerle bu mevzulara değinmiştir. Kendisi Meşrutiyet Dönemi’nin Batıcı aydınları arasında yer alıp her ne kadar bazı düşüncelerinden dolayı materyalizmle ve inkârcılıkla suçlanmış olsa da, Abdullah Cevdet’in İslam’a karşı açık düşmanlığından dolayı, Abdullah Cevdet’le arası açılmış ve Batıcıların yayın organı İçtihat dergisinden ayrılmıştır. Nitekim Celal Nuri, Batı’ya tamamen teslimiyeti değil, işimize yarayacak taraflarının, bilhassa teknik konuların alınıp diğer yönlerinden uzak durulmasından yanadır.
Müellifin Türkçe ve yabancı dilde yazdığı eserler şunlardan oluşmaktadır:
1327 Senesinde Selanik’te Mün’akid İttihat ve Terakki Kongresinde Celal Nurî Bey tarafından Takdim Kılınan Muhtıradır, Müşterekü’l-Menfe’a Osmanlı Şirketi Matbaası, İstanbul, 1327.
Ahir Zaman, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, İstanbul 1919.
Anarşizm Hükûmetsizlik Meslek-i Felsefesi, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi İstanbul 1908.
Coğrafya-i Tarihi, Mülk-i Rum, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Kostantiniye 1917.
Devlet ve Meclis Hakkında Mütalaalar, TBMM Matbaası, Ankara 1932.
Gramer, İlk Mekteplerin Beşinci Sınıfları İçin, İleri Kütüphanesi, İstanbul 1929.
Harpten Sonra Türkleri Yüceltelim, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Kostantiniye 1917.
Hatemü’l Enbiya, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1332.
Havâic-i Kanûniyemiz, Matbaa-i İçtihat, İstanbul 1331.
Hiç Bilmeyenlere Türkçe Alfabe ve Hece, Sühulet Kütüphanesi, İstanbul 1928.
İştirak Etmediğimiz Harekât, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Kostantiniye 1917.
İttihat-ı İslâm ve Almanya, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1333.
İttihat-ı İslâm-İslâm’ın Mazisi, Hâli, İstikbâli, Yeni Osmanlı Matbaası, İstanbul 1331.
Kadınlarımız, Matbaa-i İçtihat, İstanbul 1331.
Kara Tehlike, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Dersaadet 1918.
Kendi Noktainazarımdan Hukuk-i Düvel, Müşterekü’l-Menfe’a Osmanlı Şirketi Matbaası, İstanbul 1330.
Kutup Müsahebeleri, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1331.
Memalik-i Osmaniye’de Emval-i Gayr-i Menkule ve Evkaf Hakkında Celal Nuri Bey Tarafından Evkaf-ı Hümayun Nazırı Ekrem Beyefendi ile Defter-i Hakani Nazırı Abdurrahman Beyefendi Hazerâtına Hitaben Yazılmış Açık Mektup, Tarih Yok.
Merhume, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Kostantiniye 1918.
Mukadderat-ı Tarihîye, Matbaa-i İçtihat, İstanbul 1330.
Müslümanlara Türklere Hakaret; Düşmanlara Riayet ve Muhabbet, Kader Matbaası, İstanbul 1332.
Ölmeyen, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, Kostantiniye 1917.
Perviz O, Yine O, Hep O- Bir Şi’ri Manzum, Zarafet Matbaası, İstanbul 1332.
Rum ve Bizans, Efkâr-ı Cedide Matbaası, Kostantiniye 1917.
Şimal Hatıraları, Matbaa-i İçtihat, İstanbul 1330.
Taç Giyen Millet, Kütüphane-i Cihan, İstanbul 1923.
Tarih-i İstikbal I, (Mesail-i Fikrîye), Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1331.
Tarih-i İstikbâl II, (Mesâil-i Siyasiye), Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1331.
Tarih-i İstikbal III, (Mesâil-i İctimaiye), Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1332.
Tarih-i İstikbâl Münasebetiyle Celal Nuri Bey, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1331.
Tarih-i Tedenniyat-ı Osmaniye, Matbaa-i İçtihat, İstanbul 1330.
Tarih-i Tedenniyat-ı Osmaniye-Mukadderat-ı Tarihîye, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, İstanbul 1331.
Türk İnkılabı, Sühulet Kütüphanesi, İstanbul 1926.( Türk İnkılabı, Haz: Recep Durmaz, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 2000.)
Türkçemiz, Mesail-i Hazıra Hakkında Musabahat, Efkâr-ı Cedide Kütüphanesi, İstanbul 1917.
Türkçenin Sarfı Hakkında Tecrübe-i Kalem (Basılmamış), 1921.
Vatandaşlık, İlk Mekteplerin Beşinci Sınıfları İçin, İleri Kütüphanesi, İstanbul 1931.
Yeni Alfabe İmla Dersleri, Sühulet Kütüphanesi, İstanbul 1928.
Le Diable Promu “Dieu” Essai Sur le Yezidisme İmprimerie du “Jeune Turc” Constantinople 1910.
Le Droit Public et l’İslam, (İmprimerie du “Courruer d’ Orient”), Constantinople 1909.
N De Helva, La Science İmperiate Des Songes et Distionnaire Onirique İntime et Secret Des Cesars Byzantins Des Califes Arabes et Des Sultans Ottomans,Editions Eugene Fıgiere, Paris 1935.
The Sultan a Romance of The Harem of Abdülhamid, London 1912.
Une Anee de Liberte 1908-1909 ( İmprimerie du “Courruer d’ Orient” ), Constantinople 1909.

HATEMÜ’L ENBİYA
II. Meşrutiyet Dönemi’nde kurulan Tarih-i Osmani Encümeni ülkede bilimsel tarih yazıcılığının başlamasında etkili olmuştur. Bunun sonucu olarak İslam tarihi yazıcılığının da nasıl olması gerektiği tartışılmış ve bu yeni anlayıştan etkilenmiştir. Celal Nuri, Hatemü’l-Enbiya adlı eseri ile siyer kitaplarının nasıl yazılması ve Hz. Muhammed’in zamanın şartlarına göre nasıl anlaşılması gerektiği konusunda fikirler ileri sürmüştür. Bunu yaparken daha ziyade Hz. Muhammed’in karakteri, mizacı, devlet adamlığı, komutanlığı, dehası gibi sosyal ve beşeri yönlerini geniş olarak değerlendirmiştir. Buna ilaveten dünya tarihine yön vermiş önemli şahsiyetlerle karşılaştırma yapmaktadır. Celal Nuri’nin söz konusu görüşleri yakın dönem fikir hayatımızı bir yönüyle aydınlatması bakımından önem taşımaktadır.
Osmanlı Devleti, 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya karşı üstünlüğünü yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır. Devlet erkânı bu durgunluğun sebeplerini büyük ölçüde askerî alanda aramış, çözümü yine askerî sahada yenilik yaparak bulmaya çalışmıştır. Zamanla askerî ve sivil alanda idari ıslahatlar yapılmışsa da gerileyişin asıl nedeni üzerinde durulmamıştır; Avrupa’nın ilmî ve teknolojik gelişmeleri takip edilemeyerek devlet yıkılma sürecine girmiştir. Tanzimat’ın ilanından itibaren Batı’nın her türlü üstünlüğünü kabul eden Osmanlı, artık yavaş yavaş gerek kurumsal gerek düşünce alanında Batı kültür ve medeniyetinin etkisi altına girmiştir. Bundan sonra devleti kurtarmanın yolları aranmaya başlamıştır. Modernleşme ve devleti kurtarma uğrunda yapılan her atılım sonuçsuz kaldı ve süregelen çöküntüyü engelleyemedi. Ancak yapılan ıslahat hareketleri sonradan gelecek gelişmeler için bir zemin hazırlamış olması bakımından hiçbir zaman boşa gitti denilemez. Cumhuriyet Türkiye’sinin oluşmasında şüphesiz önceki yenilik hareketlerinin etkisi olmuştur. Tanzimat’ın getirdiği ortam 1856 Islahat hareketlerine zemin hazırlamış, bu gelişmeler de Meşrutiyet ve Cumhuriyet’e giden yolda birer altyapı oluşturmuşlardır. Her ne kadar Türk modernleşmesini sadece Tanzimat’la başlatmak doğru olmayıp, bu süreci 17. yüzyıla kadar götürmek mümkün ise de Cumhuriyet Türkiye’sinin oluşumunda II. Meşrutiyet Dönemi’nin tesiri daha fazladır. Zira bu devirdeki siyasi ve fikri tartışmalar aynen günümüze de yansımıştır.
II. Meşrutiyet Dönemi Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık fikirlerinin tartışıldığı ve her birinin önemli temsilci bulduğu hareketli bir ortamdı. Bunlardan Batıcılık ve Türkçülük ideolojilerinin yeni kurulan Türk Cumhuriyeti’nin oluşumunda mühim tesirleri vardır. Burada bazı görüşlerini ele alacağımız Celal Nuri de yeni devletin fikrî ve siyasi teşekkülünde etkili olan aydınlardan biridir.
Batılı araştırmacılar İslam dünyasında 1924’ten sonra meydana gelen dinî modernleşme hareketlerinin yansımalarını ele alırken konuyu Mısır, Hindistan, Kuzey Afrika ve İran ile sınırlı tutmuşlar, son dönem Osmanlı aydınlarının bu meseleye yaklaşımlarını göz ardı etmişlerdir. Bu ihmal aynı zamanda Türkiye’deki çalışmalar için de geçerlidir. Burada modernleşmeyle dini bir arada kullanıyoruz çünkü adı geçen yıllarda devletin kurtarılması ile dinin kurtarılması aynı şekilde yorumlanmıştır. Birçok yerde dinin ihya edilmesiyle devletin de düzene gireceği savunulmaktadır. Dinin tekrar dinamik hâle getirilmesi, İslam’ın tekrar yorumlanması, asrısaadet olarak nitelendirilen Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn döneminin hemen her konuda örnekliği dönemin sıkça tartışılan konularıdır. Bu bağlamda sıkça dile getirilen argümanlardan biri de Hz. Muhammed tasavvurudur. Celal Nuri bu konuda hatırı sayılır fikirler ortaya koymasına rağmen Cumhuriyet Dönemi’nde ülkemizde ihmal edilen aydınlardan biri olduğunu düşünüyoruz. Müellifin hemen hemen her konudaki yaklaşımları farklı ortamlarda mevzubahis edilmiş ancak Hz. Muhammed tasavvuru ve siyer yazıcılığı hakkındaki görüşleri dikkatten kaçmıştır.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yapılan tartışmalara baktığımızda Batıcı olsun İslamcı olsun bazı aydınlar İslam dininin kendisinin değil yaşanılan İslam’ın yanlış olduğunu, İslam’ın yeniden yorumlanması gerektiğini ileri sürmektedirler. Özellikle içtihat kapısının açılması, İslam’a yeni bir dinamizm kazandırılması savunulmaktadır. Bu konuda İslam tarihinin de objektif bir biçimde yeniden yorumlanması, genel bir İslam tarihi yazımı ileri sürülen görüşler arasındadır.
Döneminin önemli şahsiyetlerinden biri olan Celal Nuri aynı zamanda Cumhuriyet’in fikrî mimarları arasında olması ve yeni devlette değişik görevler alması itibariyle de önem taşımaktadır. Celal Nuri eserini yazdığı yıllarda birtakım eleştiriler alması, dönemin tarih anlayışını ve peygamber tasavvurunu ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır. Bununla birlikte ortaya attığı bazı görüşlerin günümüzde yeniden popüler olması ve eserinde ana hatları ile ele aldığı konuların son yıllarda gündeme gelmesi meselenin önemini ortaya koymaktadır. Örneğin Hz. Muhammed’in mucizevi hayatından ziyade sosyal ve beşeri yönlerinin vurgulanması, topluma örnek bir insan modeli sunmak çabaları, Celal Nuri’nin adı geçen eserinde varmaya çalıştığı hedeflerden biridir.
Celal Nuri, Hz. Muhammed ile ilgili görüşlerini derli toplu olarak Hatemü’l Enbiya adlı eserinde ortaya koymuştur. Her şeyden önce şunu belirtelim ki adı geçen çalışma Hz. Muhammed’in hayatını ve savaşlarını anlatan alışılagelmiş bir siyer kitabı değildir. Celal Nuri bu eseriyle zamanın şartlarına göre bir siyer kitabının nasıl yazılması gerektiğini, buna paralel olarak peygamberin mevcut ortamda nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Hz. Muhammed’in hayatının yeniden yorumlanması, aşırı mucize edebiyatından kurtarılıp beşeri ve sosyal yönlerinin öne çıkarılarak halka anlatılması müellifin en önemli hedefleri arasındadır. Bunun yanı sıra İslam’da içtihat kapısının açılıp yeni hükümlerle dinî yaşamın kolaylaştırılması zaman zaman değindiği konular arasındadır. Dinde içtihat veya yenileşme konusu o yıllarda büyük bir hararetle hemen her zeminde tartışılan meseleler arasındadır. Celal Nuri de bu bağlamda, Hz. Muhammed’in hayatını ve sahabe ile olan diyaloglarını dikkate alarak peygamberin yeni fikirlere açık olup, istişareye önem verdiğini belirtmektedir. Bundan hareketle İslami yenileşmede, her şeyden önce Hz. Muhammed’in hayatının yeniden anlaşılması ve yorumlanması gerektiğini savunmaktadır. Celal Nuri gibi Batıcılık fikrini savunan yazarların yanı sıra, İslamcı birçok yazarın adı geçen yıllarda ortaya attığı bir görüş de meşveret ve demokrasinin İslam’ın özünde olduğu demokratik hayatın İslam dinine ters düşmediğidir. Uzun yıllar baskı ve monarşi düzenine karşı mücadele eden aydınlar Meşrutiyet’le birlikte her ortamda meşruti sistemi meşrulaştırmak için bu argümanı kullanmışlardır. Bütün bunlarla birlikte Celal Nuri bu eseri yazmakla aynı zamanda müsteşriklerin İslam’a ve Hz. Peygamber’e karşı saldırılarına da bir cevap vermek eğilimindedir. Nitekim kendisi amacını “Garazkarân-ı garp ve hurâfât-ı perestân-ı şark’a karşı mevki-i târihiyye-i ahmediyye’yi muhafazan yapılmış ecrübe-i kalemiyyedir.” diye ifade etmektedir”.
Müellif eserinde, ilk olarak klasik İslam tarihi kaynaklarını tenkit ederek meseleyi ele almaktadır. Müslüman Araplar binlerce ciltlik eserlerinde, beşer olarak övünen peygamberi insanüstü bir varlık gibi değerlendirerek, kendisine binlerce mucize yüklemişlerdir. Celal Nuri’ye göre Kur’an gibi bir düstur metin bırakmış iken bunun dışında peygamberin hayatında başka hakikat aramak pusulayı şaşırmaktır. Müellif, İbn İshak ve İbn Hişam gibi ilk siyercilerin hakikate daha yakın olduklarını, mitolojik meraklarının olmadığını, sonradan gelen siyer yazıcılarının ise eserlerinde peygamberi Cebrail’in kontrolünde sanki bir sadanüvis olarak takdim ettiklerini söylemektedir. Hâlbuki peygamberimizin bir insan olarak muhakeme edilmesi halinde daha da yüceleceğini, ancak bunu şimdiki siyercilerin, bırakın yazmayı hayal bile edemeyeceklerini ifade etmektedir. Celal Nuri her ne kadar zamanının bütün müelliflerini aynı şekilde değerlendirse de bazı yazarlar Hz. Peygamberin beşerilik vasfını ihmal etmemişlerdir.
Avrupalı yazarlara gelince içlerinde samimi olanlar bulunmakla birlikte çoğunluğunun çalışmalarında Hz. Muhammed’i Hristiyanlık taassubu içinde ele aldıklarını, dünya tarihlerinde peygamberin hak ettiği yeri almadığına inanmaktadır. Çünkü bu genel tarihlerin bir Yunan, Roma, Bizans ya da Hristiyanlık tarihi olarak ele alındığını, İslam tarihini ve Hz. Muhammed’i yeterince içine almayan bir tarihin hiçbir anlam ifade etmeyeceğini kabul etmektedir.
Celal Nuri, Hz. Muhammed’in beşeri özelliklerini ele alırken peygamberin, daha ziyade karakteri, mizacı, devlet adamlığı, komutanlığı ve dehası gibi yönlerini izah etmektedir. Bunları yaparken bazen tarihin ünlü şahsiyetleri ile kıyaslama yapmayı da ihmal etmemektedir. Peygamberin sosyal ve beşeri yönlerini ele alırken uzun uzun örnek olaylar vermekten kaçınmakta, bir iki örnekle yetinip daha ziyade genel tahliller yaptığını görmekteyiz. Kendisi, bir İslam tarihçisi olmadığı için teferruata inmek istemediğini, bunu yeni nesillere bıraktığını, siyer kitaplarında kendi iddialarını destekleyen çok sayıda örnek olayın mevcut olduğunu açıklayarak sadece fikrî bir açılım getirmek istediğini belirtmektedir.
Celal Nuri, eserinde peygamberimizi değerlendirmesinde psikolojik tahlillere de başvurmuştur. Bunu yaparken bir taraftan onun insani üstünlüklerini ortaya koymaya çalıştığı, bir taraftan da sanki müsteşriklere cevap verme eğiliminde olduğu gözlenmektedir. Zira bilindiği üzere birtakım müsteşrikler peygamberimizin psikolojik bozuklukları olduğunu iddia ediyorlardı. Celal Nuri’ye göre âlemde Seyyidü’l-Beşer kadar büyük bir psikolog görülmemiştir. Her yerde ve her zaman halkın onun tesirinde kalması, halkın zihninden çok kalbine tesir etmesi, çarpıcı vaaz ve nidaları ile ruhları etkisi altında bırakması bunun en büyük delillerindendir. Müellife göre, baba ile oğulun, kardeş ile kardeşin inançları uğruna kanlarını akıtacak şekilde karşı saflarda mücadele etmeleri, peygamberin psikolojik dehasının en güzel örneklerindendir.
Yine müellife göre, peygamberimizin etrafındakilerin ruhlarına tesiri, onların şahsiyetlerindeki gizli kuvveti ortaya çıkarmıştır. Örneğin Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Aişe ve Sad b. Ebi Vakkas gibi mümtaz şahsiyetlerin ortaya çıkmasında en önemli etken Hz. Peygamber’di. Aynı şekilde Celal Nuri, peygamberin sağlığında sahabe arasında ciddi münakaşanın çıkmayışı, haset ve anlayışsızlık gibi şeylerin görünmemesini büyük bir mucizenin eseri olarak telakki etmektedir.
Celal Nuri, Hz. Muhammed’i bir komutan olarak değerlendirirken alışılagelmiş savaş taktiklerinin dışına çıkmasını önemli bir zekâ ürünü olarak kabul etmektedir. Selman-ı Farisi’den hendek tekniğini almasını, mancınık kullanmasını, askeri celp ve cezp etmesini buna örnek olarak vermektedir. Buna benzer davranışların bazı devlet adamlarında da görüldüğünü bildiren Celal Nuri bu konuda da Napolyon’u örnek olarak vermektedir. Bütün Fransa’nın onun arkasından gidip ordusunun Moskova’ya kadar dayanmasını, büyük fetihler yapmasını, Napolyon’un karizmatik özelliği, güçlü otoritesi ve askerî motivasyon gücünden kaynaklandığını belirtmektedir. Ancak Napolyon’un zamanla dünya nimetlerine daldığını ve iktidarını nefsi arzularına heba ettiğini, bu noktada peygamber ile arasında büyük farklar olduğunu ifade ederek Seyyidü’l-Beşer’in ise hiçbir zaman dünya nimetlerine özenmeyip mesaisini görevi uğrunda harcadığını vurgulamaktadır. Yine müellife göre, “Cenab-ı Seyyidü’l-Beşer telkin ettiği kuvvetli iman, tebliğ ettiği müjdeler ve şehitlerin mazhar olacakları nimetleri mücahitlere heyecanla benimsetmesi sayesinde askerin moral kuvvetini en üst seviyeye çıkarmıştır.” Celal Nuri, ikinci halife Ömer b. Hattab’ın celadet sahibi olmasının bütünüyle kendi karakterinden değil de, Hz. Muhammed’in onun iç dünyasını derinden etkilemesinden kaynaklandığı kanaatindedir. Ayrıca peygamberimizin devlet başkanlarına gönderdiği elçileri ve mektupları hükümdarların kişiliğine göre ayarlamasını da onun diplomatik dehasının bir ürünü olarak görmektedir.
Celal Nuri’nin eserinde geniş olarak yer verdiği ve eleştiriler aldığı noktalardan biri de Hz. Muhammed’i tarihteki meşhur devlet, din ve fikir adamları ile mukayese etmesidir. Örneğin Hz. İsa ile Hz. Muhammed’i karşılaştırırken gerçek manada furkân-ı mü-bin olan Hz. İsa’yı değil Hristiyanların tasavvurundaki Hz. İsa’yı değerlendireceğini de ayrıca belirtmektedir. Bu yüzden Allah’ın peygamberi Mesih ile Hristiyanların anladığı Mesih’in asla bir olmayacağını beyan etmektedir. Bu konu ile ilgili olarak esas amacı olan mukayeseye geçmeden önce Hz. İsa’nın Batı âleminde nasıl anlaşıldığını, Hz. İsa üzerine yapılan teolojik tartışmaları özetlemektedir. Netice olarak da Batılıların tasavvurundaki İsos Hristos’un ne bir hükûmet nizamı kurduğunu, ne bir devlet reisi, ne de bir nizam koyucu olduğunu belirtmektedir. Bu anlayıştaki kişinin olsa olsa, hayatı masallar ve hurafe ile dolu, vasıfları papazlar ve konsillerce belirlenmiş bir derviş olacağını ifade etmektedir.
Celal Nuri’nin karşılaştırmalı olarak değerlendirme yaptığı diğer bir peygamber de Hz. Musa’dır. Yazar, her iki peygamberin de tebliğ ettiği dinin dünya ve ahirete ait işlere dair hüküm verdiğini, her ikisinin de din vaz’ı ve devlet adamı olduklarını belirtmektedir. Ancak Hz. Muhammed’in getirdiği dinin Yahudilik gibi belli bir millete has olmayıp, bütün insanlığa hitap ettiğini beyan etmektedir.
Müellif, Buda ile de bir karşılaştırma yaparak Buda’nın dünyadan uzak, insanın azim ve arzularını yok edecek kadar pasif bir felsefeye sahip olduğunu ifade etmektedir. Öyle ki, Hz. Muhammed’i hayat, Buda’yı ölüm dininin tebliğcisi olarak nitelemekte ve aralarındaki farkı ölüm ile hayat arasındaki fark olarak ifade etmektedir. Budizm’in de psikoloji ve insanın ruh hâlini etkilemesi itibariyle bir değeri olabileceğini, ancak dinî, hukuki ve siyasi olarak bir ehemmiyetinin olamayacağını iddia etmektedir.
Celal Nuri bu fikirlerini ortaya attığı yıllarda ülkede gayet hareketli bir fikir ortamı vardı. Bilhassa Batıcılar ve İslamcılar arasında İslam söz konusu olduğu zaman ciddi tartışmalar meydana gelmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak aynı yıllarda Celal Nuri’yi olumlu ve olumsuz yönde tenkit edenler olmuştur. Müellifin bu fikirlerini daha ziyade Batıcı yazarların beğendiğini görmekteyiz. Batıcı yazarların en keskin kalemlerinden olan ve genelde softalık ve hurafelere karşı mücadelesiyle tanınan Kılıçzade Hakkı, Celal Nuri’nin Hz. Muhammed tasavvurunu oldukça beğendiğini, gelecek nesiller için yeni ufuklar açacağını ifade etmekte ve Celal Nuri’yi cesaret göstererek bu gibi mevzuları işlediği için tebrik etmektedir. Ayrıca Renan’ın Hz. İsa’nın hayatını yazdığı dönemdeki gibi bizde de bugün okuryazar oranı çok olsaydı, aynı Renan’ın eseri gibi Celal Nuri’nin eserinin de meşhur olacağını söylemektedir. Kendisinin mucizeye karşı olmadığını, ancak akıl ve bilim çağında yeni nesillere peygamberin sadece mucizeyle anlatılamayacağını, bu bakımdan Celal Nuri’yi takdir ettiğini belirtmektedir.
Hüseyin Hayri ise daha da ilginç bir iddiada bulunarak bu tür bir çalışmanın İslam dünyasında ilk örnek teşkil ettiğini ve yeni nesle Hz. Muhammed’i anlatmakta faydalı olacağını ifade etmektedir.
Celal Nuri’yi övenlerin yanında, onun görüşlerini benimsemeyenler de bulunmaktadır. Bunlardan biri de Musa Carullah’tır. Carullah, Celal Nuri’nin Batılı araştırmacıları övüp, İslam ulemasını küçük gördüğünü ve bu tavrıyla Batı taklitçisi olduğunu gösterdiğini iddia etmektedir. Bununla da yetinmeyerek Celal Nuri gibilerin İslam toplumunda imansızlık ve güvensizlik aşılamaya çalışan eski mollalardan ve misyonerlerden daha tehlikeli olduklarını söylemektedir. Başka bir değerlendirmede de, Celal Nuri’nin Hz. Muhammed’in insani özelliklerini aşırı bir şekilde işlediğini, vahiy alan bir peygamber vasfının neredeyse ortadan kalktığı vurgulanmaktadır.
“Peygamber her ne söylerse onun şahsiyetine hâkim olan Zat-ı Hakk’tan telakki etmelidir… Hatemü’l Enbiya nam-ı ilahîye mütekellim olur ve levh-i ruhuna münakis olan kelâmı hak lisaniyle ifade ederdi.”
Ayrıca yazarın bu ifadelerini, zamanın peygamber anlayışına ve mucize edebiyatı yapan siyer kitaplarına tepkiden doğan aşırı bir yaklaşım olarak da kabul edebiliriz.
Hatemü’l Enbiya adlı eserin tanıtım bahsine son vermeden önce tenkitlerde söz konusu olan birtakım fikirlerin üzerinde durmak istiyoruz. Tenkitlerde, eserin türünün ilk örneği olduğu, bu eserden sonra benzer muhtevada kitap yazacakların örnek alması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Eserin İslam dünyasında ilk örnek olması fikri, incelenmesi gereken ayrı ve önemli bir konu olarak görünmektedir. Ancak şu da bir gerçektir ki, bilhassa ülkemizde, II. Meşrutiyet’ten sonra ilim hayatımızda, Hz. Muhammed’in beşeri özelliklerini öne çıkararak yazılan eserlerin görüldüğünü söylemek pek mümkün görülmemektedir. Bu tür eserlerin daha ziyade 1980’li yıllardan sonra yayın hayatımıza girdiğini görmekteyiz. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayımlanan ilmî derginin özel sayısı âdeta Celal Nuri’nin eserini tamamlar mahiyettedir.

    Prof. Dr. Zekeriya Akman

ÖN SÖZ
İran’ın barışçıl bir şekilde bölünmesi, Fas’ın ve Fas’ta hilafet iddiasında bulunan Sadat İdrisiyye[1 - Ahmed b. İdris isimli Faslı mutasavvıf tarafından kurulan tarikat. (ç.n.)] hanedanının Fransa himayesine girmesi, İtalya’nın Trablusgarp’ı istilası, Balkan devletleri tarafından Osmanlıların Avrupa’dan çıkarılması ve bütün büyük devletlerin resmî bir biçimde müttefiklere yardım etmesi, İngiltere ve Rusya arasındaki uzlaşma, Fransa’nın bu iki devletle birlikte yola devam etmesi, Pancermanizm ve Panislavizm’in bugün yarın birbirleriyle çarpışmada bulunma ihtimali, İngiltere’nin varlığını korumak için Almanya karşıtlığında bulunması Aksay-ı Şark’ın[2 - Aksay-ı Şark: Uzakdoğu. Çin ve Japonya (ç.n.)] uyanışı ve özellikle Çin Cumhuriyeti’nin ilanı gayet önemli bir tarihsel başlangıcı meydana getirir. Bu olaylar ile geçmişin bir dönemi daha kapanıyor demektir. Kezalik bu önemli vakaların gerçekleşmesi, ilerleyen zamanlarda oldukça dikkat çekici bazı dönüşümlerin ortaya çıkacağının, dünya haritasının biraz daha değişeceğinin kanıtı olma niteliğini taşımaktadır. Bu siyasal devrimler ile düşünce dengeleri ve teorilerinin, hatta uzmanlaşmaların da devrimi, daha doğrusu evrimi, asla gözden uzak tutulmayacak derecede büyük sorunlardandır.
Şunu demek istiyoruz ki henüz başlangıcında bulunduğumuz miladi yirminci asrın ortası, hiçbir şekilde bilinen eski çağlara benzemeyecek derecede dönüştürücüdür. Şimdiye kadar halledilemeyen ya da ortadan kalkmasına imkân bulunamayan meseleler bir şekilde temiz bir görünüm kazanmaya yaklaşacak, eskisinin yerine diğer bir statüko yerini alacaktır.
Bütün dünya savaşa hazırlanıyor. Bütün dünya savaştan kaçınıyor. Uykusundan kalkan ve kendi uyanışını gerçekleştirmeye mahkûm milletler, hak ve hukuklarını geri kazanmaya çalışıyor. Emperyalizmin artık içeriği değişti. Bu ve bunun için kopartılan gürültü patırtı arasında bazı milletler ihtiyarlıyor: Fransa ve İngiltere gibi. Bazı milletler yeniden doğuyor: Japonya gibi. Bazı milletlerin güneşinin doğmasından korkuluyor: Müslümanlar ve Habeşiler gibi. Eski zamanın siyasal yolları yerlerini bazı yeni etkileşimlere bırakıp teslim ediyor: Millî yollar ve ekonomik yollar bugün dünyaya hüküm sürüyor.
Batı, Doğu’yu zorlayarak sıkıntı veriyor. Bunun doğal sonucu olmak üzere bir geriye dönüş, eskiyi isteme duygusu ortaya çıkıyor ki bundan Asya’nın belki en esaslı inkılap ve ihtilali ortaya çıkacaktır. Zaten çaresizlik kanununa göre bu zorunlu bir netice olarak kabul edilmektedir.
Doğu nedir? Batı nedir? Bu iki dünya arasındaki ayrılıkların siyasi, millî, ırki, ahlaki, ruhi, hissî nedir? İslamiyet çağdaş asırda nasıl tarif olunabilir; İslam’ın geçmişi ile ilgisi ne derecededir; Kezalik onun gelecekte ne gibi bir rolü olabilir? Müslümanlar kimlerdir? Nasıl bir kuvvet oluşturabilirler? Bunlar bir toplumsal çoğulculuk ya da siyasal bir nicelik meydana getirebilirler mi? İnsan türünün altıda birini oluşturan ve hakikaten bugün geride kalmış bir hâlde bulunan Müslümanlar ne gibi bir gayret göstermeliler ki ilk önce esaret prangalarından kurtulsunlar; Ondan sonra da medeniyet dünyasında üzerlerine düşen vazifelerini gerçekleştirebilsinler?
Bu meseleler hakkında genel itibarıyla, ne Doğu’da ne Batı’da henüz derinlemesine bir inceleme ortaya koyulmuştur. Avrupa’da bugün birçok kalem ustası İslam birliği konusunu gündeme getirmişlerse de yukarıda söylediğimiz açıdan bu önemli başlık konusu kapsamı itibarıyla derinlemesine incelenememiştir. Şurasını da söyleyelim ki Panislamizm Batı’da sadece bir içerik çatışması meselesi özelliğinde bulunduğundan siyasi ve millî ihtiraslardan sıyrılmış gerçek bilgi ve bilgelik sahipleri bunu bilimsel bir soğukkanlılıkla konu edinmeye henüz başlamamışlardır. Doğu’ya gelince, biz henüz Avrupa yöntem ve kuralları ile meseleleri inceleme ve araştırmaya alışmadığımızdan maalesef bu babdaki tedbirlerimiz faydasız kalmıştır.
İşte tarihin içinden geçmekte olduğu bu sonuç çerçevesinde bizler, olağanüstü önemli ve yarar sağlanabilecek meseleyi geniş bir biçimde ve gücümüzün yettiği derecede açıklama ve tanımlayıcı notlarla izah edeceğiz. Ele aldığımız konu ve yaptığımız işin öneminin, olası hatalarımızın okurlarımızın affının derinliğinde kabul edilmesine sebep olacağını zannederim.
İttihad-ı İslam ya da İslam birliği konusunun incelenmesinde imkânlar elverdiğince çeşitli ihtiraslardan soyunmuş olmak, hatta zemin ve zamanın gerektirdiği şekilde davranmak lazımdır. Bugün üstesinden gelinmiş ihtiraslar ya da alt edilmiş fikirler ile şimdi içinde bulunduğumuz his dünyasının kuvvetten yoksun etkileriyle tarih yazmak, geçmişte gerçekleşen olayları değerlendirmek ne kadar zor ise bazı düşünce ve ihtirasların akıntısına kapılarak İslam meselesini incelemeye koyulmak da o kadar zordur. Hatta, İslam birliği davası geleceği de bağlayıcı özelliği olduğundan belki ondan çok daha zor incelenecektir.
Cereyan eden durumlar çoğu kez, doğru olmayan hislere neden oluyor. Yeni ortaya çıkan olaylar içinde âdeta boğulup kaldığımızdan geçmekte olduğumuz zamanı tamamen tarafsız bir şekilde yargılayamıyoruz. Ve derya içinde bulunan balıkların, herkesçe bilinen meşhur mısra, deryayı bilemedikleri gibi bir-çoklarımızın da bin türlü sebepleri ve anlayış yöntemleri itibarıyla içinde bulunduğumuz durumları bilemememiz mümkündür. Gerçekleşen olaylar, bizden uzaklaşıp ve hatta birçok algımızın dışında kalıp tarihsel bir biçim ve kesinlik almadıkça, manevi anlamı dışında billurlaşmadığı sürece anlaşılması güçtür. Hakikat zannedilen şeylerin üzerinde hakikatler vardır; matematik biliminin bile ötesinde başka bir üslupta, bütün bütün başka hakikatler ispat olunduğunu iddia eden bilim insanları yok değildir. Onun için bazı hakikatler uydurulmuş, bazı resmî yollarla, birtakım ukudat (konvansiyon)[3 - Ukudat: Üzerinde karar verilip kabul edilen bağlar, şartlar. (ç.n.)] bizim basiretimizi bağlamıştır. Doğa ve insan gücünün etkin olduğu olayların meydana getirdiği işlerin, her günkü meselelerin, hatta millî ve toplumsal ihtirasların, ekonomik gerekliliklerin üstüne çıkalım ve öyle bir dikkatle şimdinin en önemli meseleleriyle tarihin meşgul olduğu ve geneli en çok ilgilendiren işlerden çıkan sonuçların maddelerinden biri olan İslam meselesiyle uğraşalım.
Bu meselenin tarih ile kesin bir ilgisi olduğu, İslam ilerleme ve yüksekliğini geçmişten aldığı gibi şimdiki durumla da derin bağlantısı vardır. Emperyalizm politikası hemen hemen bir İslam meselesi olduğu gibi bu politika da Avrupa ve hatta bütün dünyanın şimdiki siyasetinin de temelidir. Bundan dolayıdır ki İslam birliği, derinlikleri nasıl olursa olsun birbirinden farklı şekillerde İngiltere, Fransa, Rusya, Felemenk, Almanya, İtalya, Japonya, Amerika emperyalizmlerini ve onların arasındaki alakaya bağlı olarak Avrupa siyasetlerini iyice inceleyip muhakeme etmemiz gerekir. Her şeyden önce İslam’ın geçmiş ile ilgisi, İslam’ın dünya geçmişindeki kökü anlaşıldıktan sonra bugünkü meseleler iyice incelenirse o zaman gelecek hakkında biraz kehanette bulunma hakkını elde ederiz.
Eserimizi biraz büyükçe tutmak, hâli hazırdaki Müslümanların hayat tarzından ayrıntılı bahsetmek niyetindeydik. İslam dinine inanan insanların birbirlerini tanıması için bu gibi bilgilerin yayımlanmasına ise çok fazla ihtiyaç vardır. Bu gibi incelemelerle ilgilendiysek de kitabımızda bu babda fazla bilgiler veremeyeceğiz. Sebebini söyleyelim: Böyle bilgilerin okurlara sunulması için bazı noktaların kesin bir şekilde bilinmesine ihtiyaç vardır. Müslümanlar oldukça dağınık bir şekilde, farklı iklim/bölgelerde, çeşitli tabiiyetler altında yaşadıklarından onlarla bağlantılı olan meseleler de çok fazla başlıklar içermektedir. Şu durumda Mısır, Tunus, Cezayir, Hint, Malezya, Rusya ve benzerlerindeki İslam toplulukları ile ilişkimiz daimî gibi sürdürülse de kendilerinden talep olunan kesin bilgileri almak güç oluyor. Doğu, Avrupa tarzındaki sisteme, düzenli bir şekilde düşünmeye, çalışmaya, araştırmaya, yoklamaya, dikkatle araştırıp incelemeye alışmadığından istenilen işi Avrupa tarzı bir kesinlikle göremiyor. İşte, Doğu’nun bu dağınık ve düzensiz durumu, merkezi bir kurumsallık içermeyen yapısı, eserimizi, bazı genel bilgilerin üretilebileceği bir başvuru kaynağı olarak ortaya çıkması hedefimizden uzaklaştırmaktadır. Bundan dolayı İslam’a dair birçok bilgi vermekle beraber bu kitabımız düşünce şekli, fikirler, teoriler, İslami duyguları etkisinden ve Avrupa’nın politikasından, emperyalizmden, doğu meselesinden bahsolunacaktır. Diğer kısım bilgileri toplamak mümkün olursa ayrıca bir cilt olmak üzere yayımlamakta tereddüt etmeyeceğiz.
Hangi sıfat ve yetkinlikle bu kitabı kaleme alıyoruz?
Zannederim ki okurlarımızdan birçoklarının aklına birden bire gelecek olan bu soruya hemen şurada cevap vermek gerekir.
Özel olarak ve pratik, fiilî bir şekilde beş seneden beri İslam birliği ile meşgulüz. Mısırlı, Tunuslu, Cezayirli, Faslı, Osmanlı, Hintli, Rusyalı, Çinli birleşme taraftarları ile ilişkide bulunduk, kendileriyle görüştük, haberleşmeler içinde yer aldık. Kalem tartışmaları ve siyasi tartışmalara karıştık. Çeşitli memleketlerde açılan siyasi kavgalara müdahale ettik. Bunlarla beraber Avrupa’nın İslam siyasetini uzun zamandan beri daimî bir biçimde takip ettiğimiz gibi Avrupa düşün dünyasının ileri gelenlerinden bu işlere dair yazı yazanların eserlerini okuduk, eleştirdik. İşte bütün bu mesai bize bir dereceye kadar yetkinlik verdiğinden bu kitabı yazıyoruz. Herhâlde bireysel yetersizliğimizi itiraf ederiz. Bize yayımlama cüreti veren bizden daha muktedir kalem sahiplerinin şimdiye kadar bu vadide gayret göstermemeleri olmuştur.
Bir diğer meseleyi de eleştirel gözlere sunalım:
Memleketimizde birçok insan ve özellikle bazı ileri gelen kişiler İttihad-ı İslam dediğimizde bir titreme hissediyor, ürküyorlar. Kendisi muhtaç himmet bir derde nerde kaldı gayriye himmet ede! Nakaratını tekrar ederek bu politikanın bizim başımıza birçok felaketler getirebileceğinden, devletimiz hakkında genel felaketlere sürükleneceğinden korkuyorlar. Başlangıç olarak, biz kendi işimize bakalım ondan sonra Cava’daki Müslümanların hâlini düşünürüz. Yahut Hindistan’ı zapt edelim derken Rumeli’yi kaybediyoruz. Veyahut Bu hayallerle İtalya’yı aleyhimizde bulunmaya tahrik ettik! gibi sözleri çok duyuyoruz. Bütün bu itirazlara teessüfler ederiz. Bu gibi çirkin açıklamalarda bulunanları zannederiz ki asla İslam birliğinin yüzeysel bir tanımından dahi haberdar olmamışlardır. Avrupalılar Ay yüzeyinin üzerindeki dağlar ve tepelere varıncaya kadar ölçüp dururken bizim içinde bulunduğumuz İslam dünyasını bilmezliğimiz, ne gibi bir dinsel çevre, toplumsal, siyasal ve ahlak dâhilinde yaşadığımızı incelemezliğimiz doğrusu affolunur rahatlıklardan değildir. İttihad-ı İslam, yayınımızda devam edecek bölümlerden de anlaşılacağı üzere büyük bir ısrarla duacı olabileceği gibi azim bir faydayı da uyandırabilir. Herhâlde İslam dünyası ve onu işgal eden ve tabii ki bütün Avrupa’yı ve hatta genel olarak dünyayı uğraştıran meseleyi bilememek, bilmek istememek, tabirim müsamaha ile görülsün, bir cinayet teşkil eder. Dar’ül-hilafenin göbeğinde İslamların ahvaline bu derecede lakayıt olmak zannetmem ki Avrupalılar tarafından oldukça rağbet gören tarz ve huyları incelemekte muvaffak olsun! Öncelikle İslam dünyasını ve onunla ilişkileri olan işleri bilelim. Ondan sonra hareket hattımızı tayin ederiz.
Bu gibi yayınlar Avrupa’yı kızdırır, hiddetlendirirmiş. Demek oluyor ki Avrupa bu derecede kolaylıkla hiddetlenmeye hazırmış! Öyleyse o yaşlı azgın hayvan bundan başka şeylerle de köpürür. Bundan dolayı bu kitabın ya da temsilcilerinin ne önemi olabilir?
Ön sözümüzü bitirirken şu noktayı da aydınlatmak gerekir. Fikir hürriyeti savunucularının ileri gelenleri arasında birtakımları -ki biz de fikirsel hürriyet taraftarları olarak bulunmakla ilk zamanlardan beri iftihar ederiz- İslam birliğini dinî bir mesele olarak kabul etmektedirler. Ve bu yoldaki yayınlar ve faaliyetleri gericilik darbesi olarak görüyorlar. Öncesinde ve sonrasında da söyledik ki İslamiyet iki içeriğe sahiptir: Dinî, siyasi. Biz bu dinsel içeriği burada konu edinip üzerine edebiyat yapmıyoruz. Din, vicdan ile bağlantılıdır. Bizim asıl iştigal ettiğimiz yönü İslamiyet’in siyasal ve toplumsal içeriğidir. İslam toplulukları tek bir milleti oluşturur. Tekrar ederek beyan ettiğimiz taraf üzerine İslamiyet çeşitli milletleri birleştiren kimyasal bir iksirdir. Bundan dolayı yaklaşık üç yüz milyon Muhammed’i bugün tek bir millet ve birleşik bir kitleyi oluşturur. Onların evrimini kolaylaştıran, ilerlemeye arzu ve istek kazandırma, yükselmeye neden oluşturacakların öğrenilmesi zannederim ki Avrupa emperyalistlerinin yaklaşamayacakları bir medeniyet seviyesi, insancıl bir gaye-i emeldir. Bu itibar ile İslam birliği taraftarını, gericilik ile, düşünce hürriyetine darbe indirmekle itham eden seçkin ya da ileri gelen devlet adamı sıfatı taşıyanları en gür sesimizle protesto ederiz. Hiç şüphe edilmesin ki insanlığın altıda birinin kurtuluşunu ve yayılmasını talep etmek ve yalnız bununla kalmayıp geri kalanın da hukuka aykırı bir şekilde özgürlüğüne tecavüz edilmemesi kuralına bağlı kalarak bütün insanların rahat yaşaması düşüncesiyle bir hareketi desteklemek çeşitli sömürgeler altındaki insanları düzeltilmesi gereken bir mal kabul eden kapitalizm teorisinin ilerlemesi için gayret eden Avrupalıların idealine göre her açıdan daha soylu ve kökü daha temiz bir gayedir.
İşte yalnızca İslam’ın tarihinde, bugün ve istikbalde hak ettiği konumu göstermeye ve İslam birliği konusunu toparlayarak düzenli bir kitap hâlinde ifade etmeye gayret ve bununla beraber asrımızda ve memleketimizde maalesef ilgi gören bazı yanlış fikirlere ve gericiliğe karşı mücadele içinde bulunduğumuzu ilan etmek maksadıyla ve her türlü etkileşimden uzak bulunarak bu cildi okurlarımızın değerlendirme huzurlarına arz ediyoruz.

    Yeniköy
    30 Kanunuevvel 1328
    [M. 12 Ocak 1913]
    Celal Nuri

İSLAMİYET HAKKINDA GENEL DÜŞÜNCELER
Her kurum, her din, kısacası yok olmadan yaşamını sürdüren her şey, bir ihtiyacın, bir gerekliliğin eseridir; O gerekliliğin sürmesi ya da artması, onun sonucu olan din ya da müessesenin devamını ve yükselmesini gerektirir. Yüzeysel olan, bir zorunluluğa uygun gelmeyen biçimsel benzerlik, mezhepsel kurumlar, siyasal işler asla yaşamını sürdüremez. İnsan kitlelerinin ruhsal ve maddesel ihtiyaçlarını karşılayan ve bunlara cevap verecek temiz özelliklere sahip olan heyet ve suretler ister din ister mezhep şeklinde olsun, ister cisimsel olarak hükûmet tarzında hayat bulsun, hemen her zaman kalıcılıklarını sürdürmüştür.
Bundan dolayı İslamiyet tarihi araştırma ve derinlemesine inceleme biçimlerinde bu temellere bağlı kalmamız lazımdır. Eğer bu din yalnızca bir kişinin, bir grubun fikirsel ürünü ve emeli olsaydı on üç asırdan beri dünyaya böylesine ışık ve görkem salmaz, susturulmuş bir cenin gibi kendi gücünden mahrum olarak ya ölür gider ya da dünya sahnesinde bir ucube olmak üzere varlığını sürdürürdü. İslamiyet’in hicri ilk çağından itibaren bütün dünyayı saran ve etkileyen, bugün İslam devlet egemenliğinin son bulmasına rağmen varlığını manevi bir yapılanmada din olarak sürdüren, Asya ve Afrika’da ilerlemesi, onun, şüphesiz, insanlığın bir kısmının ihtiyaçlarını karşılayan ve onlara cevap veren bir içeriğe sahip olduğunun kanıtıdır. Sözün kısası, İslamiyet, doğal ve mantıklı bir din işleri kurumudur. Bütün o ham ve temelsiz şeylerden, bütün sanrılar ve hurafeden arındırıp soyutlayarak bir tarih yazıcısı gibi İslamiyet’i değerlendirecek olursak bu kesin olan hakikate varırız.
Peygamber çağı zamanında önce İsrailliler ve Nasraniler dünyaya yeterli gelmiyordu. Şimdiki siyasi esasları koruyucu şekildeki dünyaya artık yeterli gelmeyip siyaset dünyasının kuralları hayret uyandıracak şekilde iftihar edildiği gibi saadet zamanının ne gönülden sağlamlıkla bağlı Haniflerin, ne İsraili “Rabbi”lerin atik düsturları ne de nispeten yeni olan Nasrani ruhbanın dinî telkinleri insanların vicdani ihtiyaçlarını tatmin edemiyordu.
O zamanki durum ile Asya ve Afrika’nın şimdiki durumu arasında da büyük bir fark bulunmadığına en ciddi delil, bugün, bu iki insanlık yuvasında put heykellerinin İslamiyeti kabul ile toplumsal rütbelerini ve insani taraflarının yükseldiğine yine kendilerinin ikna olmasıdır.
Eğer Muhammed asrında Hristiyanlık ile Yahudilik ve o zaman kıymet sahibi olan Mecusilik insanoğlunun manevi ve maddi mutluluğu için yeterli gelseydi, hiç şüphesiz Hazreti Peygamber inkâr edilemeyecek olan dehası, önsezi kuvveti ve anlayışlılığından başka yeni din kurallarını yayamaz ve yaygınlaştırmazdı. Hâlbuki o zaman, insanlar şiddetle “reform”a, temel düzenlemelere, daha akla yatkın daha mantıklı daha ciddi bir şekilde gönülden bağlı ve yönetim şekline şiddetle ihtiyaç duyulduğu böyle bir yeni zamana layık olacak derecede rüştlerini ispat etmiş durumdaydılar. Muhammedî din kuralları oldukça az zaman içinde bir taraftan Fransa’nın sınırları içerisinde yer alan “Liyon”a, diğer taraftan Hindistan’da, Çin’e, Hint Okyanus adalarına, Afrika’nın zulüm altındaki bölgelerine kadar yayılır.
Protestanlık Katolikliğin ıslahı olduğu gibi İsrailiyet ve Nasrani-yetin ıslah edilmiş, büyütülmüş, soy temizliği rütbesine ulaşmış bir şeklidir.
Esas itibarıyla “klasik” kelimesiyle ifade edebileceğimiz Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık arasında büyük bir fark yoktur. Mahiyetleri, içerikleri birdir. Şu kadarı var ki bu üç semavi din ve Rabbani’nin en eskisi bittabi diğer ikisinden daha basit, daha başlangıç aşaması, daha kısaltılmışıdır. Aynı din, evrim kurallarına bağlı olarak İslamiyet şekline girmesiyle daha ziyade büyümüş, bütün dünya ve ahiret hükümlerini içeriğinde bulunduracak genişlikte bir mertebede ve diğerlerden çok genelleştirilmeyi de kapsayan bir içerik kazanmıştır.
Yahudilik küçük ve sınırları belirli bir din idi. Bu dinin genel bir içeriği olamazdı. Birçok kavim ve kabileler bu mezhebe bağlı olmadıklarından, din kurallarının rengi ve kokusunda esas itibarıyla daima Yahudilik hissedilir. Hâlbuki Hristiyanlık, daha ilk asır yayılmalarında, yalnız Filistin Yahudilerinin değil, bütün insan soyunun önemli bir kısmını etkisi altına almak konumunda bulunmak istediğinden içeriği daha genel, daha kapsamlı, daha geniş olmuştur. İslamiyet’e gelince, bu mezhep, Yahudilik, Nasranilik ve putperestlik gibi takip edilen yolların hepsinin ardından geldiğinden daha başka inancın, siyasal ve toplumsal deneyimlerin, daha büyük ruhsal dengelerin mahsulü olduğundan, elbette onların üstünde bulunmuştur. İslamiyet, kendinden önceki yol ve yolcuların hakkını verecek şekilde onları kaldırarak hükümsüz bırakmak kabiliyetini kazanmıştır.
İslam Doğu’da, çoğalmaya nail olunca böylece Batı kavimleri Hristiyanlık dünyasında ilerlemişler ve bunun sonucu olmak üzere on üç asırdan beri şiddetli dinsel ayrılıklar, ehl-i salibler [Haçlılar], engizisyonlar, Doğu meseleleri insan türünü haksız bir şekilde meşgul etmiş ve felaketlere sürüklemiştir.
Şimdiye kadar dünyaya gelen psikologların en büyüğü, en ululazmı hiç şüphesiz Hazreti Muhammed’tir. Bugün adedi üç yüz milyon tahmin edilen, insanlığın önemli bir kısmının binlerce senelik ihtiyaçlarını bilen ve ona göre din kuralları ortaya koyarak kitaplaştıran o yüce ve saygın kişidir.
Dünya tarihi bu kadar önemli bir zafer ve başarıyı şimdiye kadar kavrayamamıştır. Sakyamuni Buda’nın şan ve şeref halesi bile Muhammed şefaatinin etrafında sönmüş gitmiştir. İnsan sürülerini, milletleri, kavimleri, ırkları böyle harikulade simyevi bir vasıta ile temsil ettiren “ismiyle” yalnız İslamiyet olmuştur. Dünyanın, geçmişte, cihangiri olan Roma, hakkı olmadığı hâlde, en büyük kısmını yönetmekte bulunan Büyük-Britanya bile -ki tebaası altında yaşayan nüfusu, bütün Müslümanların sayısından fazladır.– böyle bir kabiliyeti gösterecek bir örnek ortaya çıkartamamıştı.
Müslümanlık Roma ve Büyük-Britanya gibi; Fransa ve Rusya gibi darbeler ve şiddet ile temsil edilmeye arzu duymamıştır. Bugün herkes Hindiler, Mısırlılar, Cezayirliler, Fransız ya da İngiliz olmaktan kaçar iken, eski çağlarda, Romalı olmaktan kurtulmak için silah bidest (silahsız bir şekilde) olarak millî müdafaada bulunur iken, vaktiyle Müslümanlığa dâhil olanların büyük bir çoğunluğu, ellerini açarak, İslam dinine kabul edilmek talebiyle, şerefli İslam diniyle şereflendirilmeye dua ederlerdi. O şart ile eskiyle olan ilişkilerini terk eder etmez, artık yeni iman ahalisi, kendi geçmişinin geleneklerini, milletlerini ve hatta lisanlarını bile feda etme derecesine varırlardı. Çünkü İslamiyet aslına bakılırsa milletlerin, kavimlerin, çeşitli ve farklı türlerde insanların da üzerinde ve yüksek bir konumda bulunan bir kardeşlik bağı olmak üzere vazedilmiştir. Özel millî duygular, İslamiyet bahis konusu olunca önemini bütünüyle kaybeder.
İşte, İslam’ın yayılma döneminde, bugünkü gibi zavallı insan türü milliyete dayalı ayrılıklardan usanmış, kavimlerin ihtiraslarından bıkmış olduğundan İslamiyet’in içeriğinde yer alan bu kardeşlik akidesinin yeterliliğini görmüş ve müminlerin kardeşliği fikrini İslam içerisinde cins ve tür ayrımı olmadan kardeşliğe dair hükümlerini, canını muhafazaya yarayan tılsım kabul etmiştir.
Bugün sosyalizm, kapitalizm ve aristokrasinin yöntem olarak kullandığı yolların birbirine tamamiyle zıt olmasına rağmen reddi milliye noktasında anlaşmış ve birlik olmuşlardır. Bugün gelinen durumda işçinin, sarrafın, asilin milliyeti yoktur ve olamaz. Birbirine olabildiğince zıt ve birbiriyle uygunluk gösteremeyen bu üç yeni mezhep ve yöntemin tarafı oldukları bir akideyi bundan on üç buçuk asır evvel Hazreti Muhammed dünyaya yayarak bütün insanlara İslamiyet bayrağı altına toplanmaları için doğru yolu göstermiş idi.
Bu yalnız sözlerde kalmamıştır. Sayısının üç yüz milyon civarında olduğu tahmin edilen birbirinden farklı cins ve renkler, birbirine zıt ve farklı lisanlarda ve farklı tabiiyetler altında yaşayan halk hep İslam dairesine girmek ile onun geleneklerini, ahlak ve adetlerini, hukuk ve idare tarzını almışlardır. İslamiyet silinmez bir boyadır. İslamiyet fetih ettiğini tekrar iade etmez. İslamiyet esasında bir yönüyle diyanet ve bir yönüyle de hükûmeti, yani manevi ve cismani iki ciheti ihtiva ediyordu. Süregiden zamanlar ile cisimsel açıdan tükenişe yüz tuttuğu hâlde, ruhsal açıdan asla önemini kaybetmedi. Aldığını geri vermedi. Bilakis o şiddetli Nasraniyet yönetimi altında bile inanan insanların artmasını sağladı.
Tarafsız olarak düşünelecek olursa bugün, İslamiyet olabildiğince önemli bir kuvvet meydana getirmektedir. Bu kuvvet, istikbalde, pek dehşetli bir rol oynayacak kabiliyettedir. İslam birliği, Müslümanların siyasi esaret altında olduklarına bakılmaksızın bugün mevcuttur. Doğrusu İslam birliği, Panislamizm, tamlaması bile lüzumsuzdur. Çünkü İslamiyet zaten bu birliğin düzenlenmesini tarif ve ihtiva eder. İslamiyet, her şeyden evvel, bir manevi bağlılıktır. Sona ermesi mümkün olmayan, Krupp ve Şnayder toplarının işleyemeyeceği maddesel olmayan bir bağdır. Onun maddesel bir şekil kazanması, içinde bulunduğumuz çağın meselelerinden biri değildir. Bu bağlılıklar “Soğuk kanlılık ile incelemelerimizi yürütüyoruz.” hiçbir maddi kuvvetin tesiri ile çözülemez.
Avrupa ve Hristiyan dünyası tarafından kötü bir şekilde gerçekleştirilen her zulüm, her şiddet, o çeliğin bir kat daha kuvvetlenmesine neden oluyor. İslamiyet’in kabiliyet temsilkariyesi vardır, temsilkariyesi yoktur; İslamiyet’e girilir, ondan çıkılmaz. Vaftiz sudan bir şey olup söz ile ortadan kalkar. İslam dinine girmek için ise hitan sünnettir[4 - Hitan: Sünnet, sünnet etme. Sünnet: İyi ahlak, iyi tabiat.]. Hitan merasimi gerçekleştirilen kimsenin, geçmişteki hâline iade olarak bu durumdan çıkmasına az imkân vardır.
Şu bulunduğumuz devirde İslamiyet siyasal açıdan bozguna uğramış durumdadır. Nasraniyet’e, idari açıdan Nasrani yönetim hükûmetine bağlıdır. Fakat hürriyetini vermekle İslamiyet gönlünü, dinî şartlarını, gaye-i emelini, ihtiraslarını, ya da lisanını vermemiştir. Müslümanların büyük çoğunluğunun bulunduğu yerlerde Hristiyanlık bir misafirliktir. Hint, İskender Rumi’den beri birçok fatihler gördü. O geniş sınırlar dâhilinde, kendisine yerleşmiş olan sabır ve inanç ile İngiltere’nin güneşinin batmasını bekliyor. Zira Mısır, aynı Büyük İskender’den beri nice sömürgecilerin zorbalıklarıyla zayıfladı, aciz kaldı. Onun da ruhu çok sabırlı, Ehrimen’in tepesinden, İngiliz ordusunun da diğer ordular gibi geldiği yere gitmesini gözleyerek bekliyor. Bunun gibi Kuzey Afrika, eski çağlarda dahi vaktini doğru tayin eden Latin istilasının sönüp tükenmesini umarak bekleyendir.
İslam, Batı ve Avrupa gibi endüstrileşmiş medeniyetin sunmuş olduğu eziyetlerle yorgun ve bundan dolayı geride kalmış değildir. Kanı dinlenmiştir. Kezalik dimağı da çeşitli yorgunluk ve zahmetlerin altında kalmamıştır. Ve Avrupa’nın misali, onun gösterdiği usul ve âdetler, alet ve edevat ile kendisinde büyük bir ümit, büyük bir neşe hasıl olmuştur. Hint’te Bengallilerin, Mısır’da Verdani’nin siyasal cinayetleri oldukça manidardır.
Hiç şüphesiz şu miladi 1913 senesinde İslam halklarının gözü, geçen asırlara nispetle daha ziyade açılmıştır. Bundan dolayı Avrupa’nın çekincesi, korkusu, endişesi oldukça doğaldır.
Fransa’nın Tahran Eski Sefareti’nde bulunan ve Eugene Oben takma ismiyle Mısır ve Hindistan’a dair bir eser yayımlayan bu kişi Suveyş’in öte tarafında İngilizleri endişe içinde göstermiştir. Bu endişe oldukça doğaldır ve sebebi de kolay anlaşılır. Avrupa’nın sömürgelerinde sürdürdükleri yöntemler şöyledir: Mümkün olduğu derecede Hristiyan hükûmetini sürdürebilmek, onun için Avrupalılar sömürgeciliği benimseyememişlerdir.
Hint’ten İngiltere, Kuzey Afrika’dan Latinler gittikten sonra kanallar, demiryollar, limanlar vesaire gibi bayındırlık yararına olan çalışmalardan vazgeçerek hiçbir şey bırakmayacaklardır. İslam halklarının yayılarak üstünlüğü ele geçirmeden önce ne gibi huy ve karaktere sahipse yine o kendine özgü doğasında kalacak ve İslamiyet asla düşerek tükenmiş, küçülmüş bir hâle gelmeyecektir. Avrupa, vaktiyle İslam’ın birbirinden farklı kavimleri temsil ettiği gibi sömürge altındaki memleketlerdeki Müslümanları temsil edememiştir. Avrupanın istilası, kâr-ı kadim kervanların konup, bir yerde, birkaç gün ticaret ederek gitmesine benzer.
Avrupa, hükûmetini, zulmünü, kuvvetini takviye ettikçe İslam dünyası bâtıni dünyasını, ruha ait niteliklerini, asli din şartlarının uygulanmasını arttırmıştır.
Bütün bilim insanlarının da onayladığı gibi tarih boyunca insanlığı sevk ve idare eden esas kuvvet psikolojidir. Millî hareketler, mezhebe dayalı hissiyat hiçbir zaman topla, tüfekle, torpille mağlup olmaz. Bunlar, maddi olduklarından, hedeflerinin de maddi olması lazımdır. Hâlbuki insanlığın kaderini belirleyen kuvvetler, her şeyden evvel, ruhsal kuvvetlerdir. Bunlara kurşun geçmez.
İşte birkaç söz ile İslam’ın geçmişi, bugünü ve geleceği.

İKİ ÇEŞİT MEDENİYET
“ENDÜSTRİYEL VE HAKİKİ MEDENİYET”
Medeniyet kavramını daha iyi anlayıp yararlanabilmek için ikiye ayırmak gerekmektedir: Endüstriyel -sınai- medeniyet, hakiki medeniyet.
Çin ileri gelen devlet adamları ve seçkinleri, kendilerini dünyanın en çok medenileşmiş milleti olarak kabul ederler. Mandarinlerden biri, Avrupalı biri ile konuşacak olursa her şeyden önce söyleyeceği şey bu olacaktır. Kezalik Avrupa’yı, Amerika’yı güzelce gezen, inceleyen, Batı’da, Batılı kişiler ile senelerce ikamet eden ve hatta Avrupalı kadınlar ile evlenen Çinliler bile memleketlerinin Batı’dan daha az medeni olduğunu tasdik etmemektedirler.
Osmanlı memleketleri dışında bulunan İslam ahalisi de bu noktada ortak fikirdedir. Hele Japonya Avrupa’ya asla iyi bir göz ile bakmaz.
Hindistan’da Brahma ileri gelenleri, Avrupa medeniyetini âdeta hafifseyerek küçük görür. Bu teori doğru mudur, yanlış mıdır? Kezalik Avrupa’nın medeniyeti ciddi midir, değil midir? Avrupa ve Amerika dışında kalan halklar ve kavimler hakikaten medeni değil midir, Avrupalıların kabul ettiği gibi vahşi ya da barbar mıdır?
Eğer medeniyeti yukarıda söylediğimiz gibi ikiye ayıracak olursak bu sorulara kolaylıkla cevap verebiliriz. Yok eğer bu ayrımı yapmakta yeterli gelecek kudrette değilsek hem kaçınılmaz olan soruya cevap vermekten aciz kalırız hem de işi karmakarışık etmemiz göz yanılgısına, teorik, işlerlik zararlara neden olur.
Evet! Kabul ettiğimiz tarza göre medeniyet ikidir: Sınai “teknik” medeniyet, hakiki medeniyet.
Bu itibar ile Avrupa ve Amerika sanayi medeniyetinin ulaştığı son mertebededir. Doğu ve Asya barbardır. Hâlbuki hakiki medeniyet itibarıyla “Tamamen cesaretle söylüyorum.” zannetmem ki Avrupa ve Hristiyan dünyası hakiki bir medeniyete sahip bir durumda bulunsun!..
Meseleyi tahlil edelim:
Teknik=marifet Batı’da oldukça ilerlemiştir. Bilim ve kültür çalışmalarının sonuçlarından Avrupa son derece yararlanmıştır. Bugün Avrupa hayatını düzelten ve düzene koyan tekniktir. Felsefenin bile temeli tekniktir. Duyguları ve maneviyata ait hisleri Batı memleketlerinde hesap ve ölçüm konumuna terk edilmiştir. Birbiri ardınca süren çeşitli devrimler üzerine çalışmalar, ekonomi hatta edebiyat Batı memleketlerinde maddesel bir ekonomik kazanç içeriğiyle başka yeni, endüstriyel bir dünyanın meydana gelmesine sebep olmuşlardır. Bu açıdan bakıldığında Avrupa medenidir. Medeniyeti en fazla ileriye götüren Avrupa’dır. Hakikaten, geçen asırlardaki dünya ile bu asırdaki dünya arasında muazzam bir fark görülür. Asya ve Afrika geçmişe, Avrupa ve Amerika geleceğe aittir. Teknoloji eski dünyayı yeni baştan yenilemiştir. Teknoloji kelimesiyle ifade ettiğimiz bu türden medeniyet fen bilimlerine, matematiksel kesinliğe dayandığından ondan başka bir medeniyet tasvir olunamaz. Onu ödünç almadan ya da aktarım yoluyla elde etmeden ilerlemeye imkân yoktur. Diğer bir şekilde yükselme, ilerleme ve evrime ise akıl ermez. Bu tarz medenileşmenin hiçbir mahzuru da yoktur. Ruha, hisse, maneviyata bağlılığı yoktur.
İleriye doğru yükselmememiş bir millet kadim geleneklerine veda etmek ister ise bu medeniyetin şekline girmekten[5 - Özgün metinde “temessül etmek”: Cisimlenme, bir şekil ya da surete girme. Fransızca assimilation. (ç.n.)] başka çaresi yoktur. Bu tarif ettiğimiz medeniyet kısmen alınamaz; kısaltılması ya da azaltılması kabul edilemez.
Matematik bilimi iki türlü değildir; fen ve kimya bilimlerinin her birine ait içerikler farklılaşmaz. Doğu’daki tabii bilimler ile Batı’da türlerin kökeni, mantık bilimi Asya ya da Avrupa kıtalarında farklı olmadığından, olamayacağından teknolojinin olduğu gibi kabul edilmesinden başka çare yoktur.
Japonya büyükler heyeti, bundan yarım asır önce, eski teknoloji ile hayat kavgasına devam edemeyeceği düşüncesini iyice değerlendirmiş, Avrupa sanayi medeniyetini olduğu gibi kabul etmiştir. Japonlar Avrupa bilgilerinin bütün hepsini memleketlerine ithal etme cesaretinde bulundular. Bu sanayi medeniyetinde zemin, zaman, iklim, millet ile değişim ya da dönüşüm kabul edemeyeceğinden Japonya devlet yöneticileri onu düzeltme ve değiştirme arzusunda bulunmadılar. Avrupa’ya adam gönderdiler ve Avrupa’dan adam getirtip bu endüstri medeniyetinin neden ibaret olduğunu, memlekete ne gibi şartlar altında ithal edilebileceğini ciddi bir biçimde incelediler. Takip karakteriyle çalışıp bugün hemen hemen Avrupa’nın medeniyet seviyesine yaklaştılar. Hatta Japonya yalnız endüstri ve sanayi değil Uzak Doğu’da ve Büyük Okyanus’ta, Avrupa pazarlarında bile Batı ile rekabete giriyor. Nippon tersaneleri drednot imal edecek kadar Batı’dan üstün durumda bulunuyor.
Savaş için savaş ekipmanları gerekmektedir, çarpışan düşmanlardan birinin elinde şişhane, diğerinin de mavzer bulunacak olursa galibiyet nasibinin hangi taraf olacağını tahmin etmek güç olmaz. Onun gibi hayat mücadelesinde taraflardan biri en mükemmel teknoloji ile diğeri eski zaman yöntem ve aletleri ile, antik dönemden aktarılanlarla donatılmış olursa aynı sonuç ortaya çıkacaktır.
Japonya, Avrupa kendi memleketine giriş yapmadan önce bu inceliklere dikkat etmesi gerektiğini anladı. Derhâl Avrupa’nın sanayi medeniyetini almak ve dolayısıyla anlamakta kusur etmedi. Bunun içindir ki Uzak Doğu dünyasının içinde bulunduğu konum hakkında geliştirilen hükümleri sağlamlaştırdı.
Maateessüf Müslümanların zimamdaranı[6 - Zimamdaran: Yularını tutan. İslam toplulukları yönetim konusundaki tabirleri “at” esas alınarak tarif edilir. Siyaset: Atı yöneten, zimamdaran: Yuları tutan şeklinde. (ç.n.)] bu hakikati anlayamadılar. Hakiki medeniyet ile sanayi medeniyetini bir zannettiler ve sonuçta da hayatta kalma savaşında galip taraf Avrupa oldu. Hristiyan milletler yavaş yavaş İslam memleketlerine girişimlerde bulundular. İşte Avrupa teknolojisinin İslamiyet tarafında kabul görmemesinin nedeni budur, dolayısıyla Müslümanlar gerileyerek alt tabakaya düşmüştür.
Osmanlı Hükûmeti, sanayi medeniyetini Batı’dan alma tecrübesi konusunda tam bir cesarete sahip değildi. Daha doğrusu durumun önem derecesini takdir edemedi. Üçüncü Selim, İkinci Mahmud, Abdülmecid, Mustafa Reşid Paşa ve yönetimde bulundukları çağın ileri gelen seçkinleri, maalesef, genel anlamda bu işi kavrama konusunda sığ kaldılar.
İran bu tecrübeyi asla hatırına getirmedi.
Afganistan böyle bir medeniyetin alınması ve işlerlik kazanması konusunu bugün düşünüyor ve zannederim ki muvaffak da oluyor. Endülüs, Kuzey Afrika, Mısır, maatteessüf bunları düşünemeden battılar.
Arap hükûmeti ise Avrupa’da sanayi medeniyeti gerçekleşmeden daha evvel çeşitli sebep ve yöntem ile tuttukları yolların tarihsel sonucu olarak kuvvetten düşmüş bir durumdaydı.
Osmanlılar yeterli derecede metanet ve cesaret ile sanayi medeniyetini almak konusunda kusurlar barındırıyor. Çeşitli grupların geliştirmiş olduğu programlar ise bu konuda herhangi bir gelişmeye işaret etmiyor. Vazgeçmek durumu hakkında dahi olsa bu ve buna benzer meseleler de henüz değerlendirme aşamasına geçilememiştir.
Diğer içerikteki medeniyet, hakiki medeniyete gelelim.
Bundan maksadımız insaniyetin ahlak açısından saflaştırılması, huyların soy temizliği kazanması, fikirsel düşüncelerin yukarı mertebelere erişmesidir. Maalesef bu itibar ile Avrupa’nın pek de medeni olduğunu söyleyemeyiz. Avrupa’da bugün, hak ve adalet, özel hukuk dünyasında rağbet görmüşse de genel hukuk hususunda böyle değildir. Genel hukuk, “droit public/yargı yenilmeyecek” kavramı üzerine dayanmaktadır. Savaş, yağma, yıkıntılar her yerden çok şimdiki Avrupa’da rağbet görmektedir. Avrupa, teknolojiyi kullanarak son derece sertlik, kabalık ve şiddet ile kendisinden aşağı olan milletleri esir ediyor, onları sefalet içinde, hukuktan mahrum, kabiliyet ve yeteneklerinin ortaya çıkartılmasını engeller bir hâlde bırakıyor. Şu anki sanayi medeniyetinin yaygınlaşmasına engel olan Avrupa medeniyetidir. Batı, fen bilimlerindeki sırları hırsla, çekemezlikle, kıskançlıkla saklıyor. İnsanlığın önemli bir kısmını kölelik altında bulunduruyor, âdeta meta, hayvan muamelesi ediyor. Kendi aralarında da ara bozukluğu ve anlaşmazlık son derecededir. Merhamet hissi, sanayileşmiş bir hayat kavgası arasında kaybolup gitmiştir. Cinsiyetler arası ilişki bile iki yüzlülük üzerine dayanmaktadır. Kapitalizm denilen sermaye sahibi hükûmet dünyaya hükmetmektedir. Mesela Fransa’da yayımcılık da hükûmet de hatta edebiyat da sarrafın elindeki yasal maldır. Halkı savaşa yönlendiren, his ve duygularını tahrik eden, koyun sürüleri gibi Fas’a gönderen bankerlerdir. Felemenk hükûmetine hâkim olanlar Java sömürgecileridir.
İngiltere’nin kaderini yönlendiren kötü işlere sürükleyen Birmingham esnafıdır. Transuval ve Oranj Cumhuriyetlerine savaş ilanı verdirten, vatan namına Güney Afrika’ya ordular gönderip haksız bir şekilde yetmiş beş bin kişinin kanına giren ve tam iki yüz yirmi milyon İngiliz lirası sarf eden hep o Birminghamlı esnaf ve onların bayrak taşıyıcısı Chamberlain’dir.
Almanya ve İngiltere’yi altüst eden, aralarını bozan emperyalizmdir.
Rusya’yı Uzak Doğu’ya, Orta Asya’ya gönderen spekülatörlerdir.
Sözün kısası hangi bir tarafını inceleyecek olursak olalım Avrupa hakiki medeniyet konusunda bu nama layık pek bir şey bulamayız. Avrupalının derisi biraz kazılacak olursa altında eski zamanların Haçlıları çıkarmış. Bu kanunu biraz açalım: Savaşlarda, sömürgelerde, sömürü arbedelerinde, siyasal mücadelelerde, ekonomi savaşlarında, her gün görüyoruz, o medeni Avrupalının hamurunda yine vahşet, olanca kudretiyle sürmekte olan hükümdür. Doğal anlamda Avrupalı medenileşmemiştir. Ahlak, -ki medeniyeti çevreleyen kıvamdır- zannolunduğu kadar ilerleyememiştir. Şimdiki toplumlar din kurallarına aykırı gelecek şekilde yalanlar üzerine kurulmuştur. Bencillik gelebileceği son dereceye kadar ulaşmıştır.
Başkalarını düşünmek Avrupalının kanında yoktur, Avrupalı insan soyunu sevmez. Müslüman, Mecusi onun gözünde insan değildir. İslam halkının ve Mecusi’nin cahiliye döneminde Hristiyanlara yaptıkları ile Hristiyan ve Avrupalının şu bilgi çağında başkalarına karşı göstermiş oldukları düşmanlıkla incelenecek olursa her iki medeniyet arasında esaslı bir karşılaştırma ve değerlendirme uygulanabilmiş olur.
Bu bakış açısı itibarıyla Doğu, İslam dünyası, Çin ve Japonya hiç şüphesiz Avrupa’nın üzerindedir. Uzak Doğu bilim insanları bu konuda her ne düşünüyorlarsa doğrudur. Doğu’nun doğal ve tabii uyumluluğu, iyilik ve merhamet hissi ve insancıllığı, inancı, tevazusu ciddi biçimde takdir edilecek düzeydedir.
Bundan dolayı hakiki medeniyetimizi terk etmek, Avrupa medeniyetinin sanayisi dışındaki özelliklerini temsil etmek şöyle dursun ahlak ve bağlılığımızı şimdiki hâliyle korumalıyız, onların yine kendi çerçevesinde evrim göstermesine bakmalıyız.
Bir örnek ile şu dikkat çekici noktayı aydınlatalım:
Yukarıda endüstriyel ilerlemelerinden bahsettiğimiz Japonya, Batı öğrenim biçimlerini tamamen almış ve derinlemesine incelemekle beraber Avrupa’nın sahip olduğu endüstri medeniyetinin dışındakilere asla rağbet etmemiştir. Ahlak ve millî görenekler “Doğu Güneşi” memleketinde mükemmel bir özen ile korunmuştur. Hatta şurası gariptir ki teknoloji ödünç alınırken Avrupa medeniyetinin diğer kısmının alınmamasına son derecede gayret gösterilmiş; toplum bu endüstri harici Avrupa medeniyetine büyük bir nefretle karşı duruş göstermiştir. Avrupa medeniyetinin endüstri haricindeki özelliklerini beğenen ya da alanlar Nippon memleketinde kötü gözle görülüyor. Orada millet, teknolojiyi kabul etmek üzere nasıl bir hızla koşuyorsa millî ahlakını korumak konusunda da aynı hız ve kuvvetiyle teşebbüs ediyor.
Şurasını anmadan geçmeyelim ki endüstriyel medeniyet, yani ahlak ve görenekler, ödünç alınamaz. Bireyler bu ahlaktan yaklaşık olarak yararlanabilir fakat bir millet, toptan ve bütün bireyleri için başka bir milletin ahlak ve göreneklerini alamaz.
Bu medeniyet millî ruhun meydana getirdiği görünümlerdir. Ruh, özellikle milletlerin ruhu istenildiği gibi az bir zamanda değişmez. Görünmeyen bir içyüzün ruhunun değişmesi bile bir milletin içeriğinin tümden değişmesi için yeterli değildir. Batının, içyüzünün, nesillerin değişmesi huyların ve kalplerin değişmesi gerekmektedir. Bahsedilen hakiki medeniyet göreneklerin, tarihin asırlarca sürmüş alışkanlıkların, iklimin ve yüzbinlerce çeşit etkileşimin ürünüdür. Bundan dolayı onun terk edilmesiyle diğerinin hemen ödünç alınması mümkün değildir.
Doğu ile Batı; Hristiyanlık dünyası ile Müslümanlık dünyası şöyle dursun, Avrupa’da, genel sınırlar içerisinde baktığımızda İngiltere medeniyeti ile Fransa medeniyeti bile sert bir tezatlık oluşturmaktadır. Fransa kanunları, yöntemleri, âdetleri, idare tarzı büyük Britanya’ya aktarılacak olursa orada genel hayatın birdenbire duracağı gibi varsayımsal olarak İngiltere kurumlarını Fransa’ya gönderecek olursa oranın da yağı kesilir.
Toparlarsak bir millet ilerlemek isterse endüstri medeniyetini alır, kendi medeniyetinin temel özelliklerini net bir mahafazakârlıkla korur ve onun yükselmesinin çarelerine bakar “lisanı gibi”.
Hint’te, Afrika’nın çeşitli bölgelerinde, Uzakdoğu’da yerli olup da İngiliz ya da Fransız terbiyesi görenler bu ilerleyen milletlerin üstün özelliklerini alamamışlar, yöntem ve âdetlerini hazmedememişler, yalnız sevilmeyen, beğenilmeyeni miras almışlardır. Bu gibiler ne Avrupalılara ne de kendilerine yarıyor. Düşünürleri Avrupalılığı hazmedemiyor. Avrupa’nın oyunları, görünüşü ve yüzeysel zevkleri bunlara pek hoş görünüyor. Sonuçta karakter kalmıyor. Çünkü karakter uzun sürede meydana gelir fakat hızla kaybolmak yeteneğine de sahiptir. Bu varlıklar iki zıt medeniyetin arasında kaldıklarından kendileri de bireysel olmanın değerinde, mutluluğa nail olamıyor.
İngiltere’nin, Fransa’nın en temel bilgi ve haber toplama aracı, en önemli temsilcileri bunlardır. Bundan dolayı geri kalmış milletlerin böyle çabuk medenileşmiş fertlerini beğenmeyip kötü görmeleri akıl dışı ve haksız değildir.
Hristiyan misyonerleri bu itibar ile dünyayı güzel ahlaktan uzaklaştırıyorlar. Suriye’de Katoliklik ve Protestan ecnebi ruhbanları bu vilayetlerimizde ne yazık ki toplumumuzun önemli bir kısmını ve özellikle gayrimüslim Arapları yoldan çıkarmışlardır. Misyoner ve özellikle Cizvit terbiyesi Beyrut’u, Lübnan’ı ve civarını bir düzen bozucu şekline getirmişlerdir. Eğer İslamiye gayreti, Muhammedî bir sağlamlık olmasaydı Suriye bugün ateş içinde kalmış olacaktı.
Adaletli bir şekilde incelenecek olursa artık o çeşitli Arap kiliselerinden hayır beklenmeyecek bir hâlde bulunduğumuz ortaya çıkacaktır.
Çin’deki Avrupalı misyonerlerin vazifesi toplumu ayrıştırmak ve millî birliğe engel olmaktır.
Kezalik birbirinden farklı misyonlar Mısır sınırları içerisinde Kıpti ırkını dünyanın en ahlaksız millet derecesine indiriyor.
Protestan papazları Hindistan’da, Çin’de de bu Kıptilere benzer unsur ve topluluklara ulaşarak onları elde etmeye çalışmışlardır. Paul Aden ile Doktor Gustav Le Bon’un ciltleştirdikleri çalışmalarında bu gibi garip medeni örneklerin, Amerika’da sosyal renklerini değiştiren zencilerin meziyetleri ibret vericidir. Bizim memleketimizde de “daha küçük bir ölçekte” bu gibi garipliklerle karşılaşılmaktadır.
Sonuç olarak: Temel medeniyet özelliklerini terk etmek şartıyla diğer bir medeniyete benzeşmiş ve bolluk, bereket ve yüksekliğe erişmiş bir milletin tarihte örneği yoktur.
Endüstri medeniyetini almadan, diğerlerinden daha başka, daha eksik bir teknoloji ile belirginleşmek hayata atılan, üstünlüğü ele geçiren bir milleti de şimdiye kadar tarih kayıt ve tespit etmemiştir. İslam dinine inanan topluluklardaki gerilemenin asıl sebebi bu iki çeşit medeniyeti birbirinden ayıramaması, eski teknoloji ile iş görebileceğine inancının ve daha doğrusu teknik açıdan yükselmiş cihanın parçalarını bilmemesi, başarının ardındaki sırları araştırmamasıdır.
Hükmümüz: İslam yükselebilmek için derhâl Avrupa’nın endüstri medeniyetini almak mecburiyetindedir. Aksi takdirde hayır.

İÇTİHAT MESELELERİ[7 - Dinin ayetleri, hadis ve kıyasa tevfiken şeriyye meselelerini tayine olan taraf hakkındaki meseleler. (ç.n.)]
ÇABA SARF ETMEK SORUNU
İslamiyet ileri gelen bilim insanları ve seçkinleri, endüstri medeniyeti ile hakiki medeniyet arasındaki farkın ayrımına varamadıkları gibi dünya işleri ile ahiret işlerini de birbirinden ayıramamışlardır. İşte İslam idarecilerinin geride kalınmasına neden olacak şekilde tuttukları yollardan en esaslısı budur.
Ne yazık ki İslam’da başta bulunanlar İslamiyet’in özü ve içeriğini, hakikatini unutmuşlardır.
İslamiyet’in idari bir hükûmet meydana getirmesini biraz düşünelim. Peygamberliğin başlangıcından önce, herkesin bildiği gibi Arap Yarımadası, bir anarşi, isyan ve aykırılıklar ile cehalet yuvasıydı. İsrailoğullarının dinleri artık Arap evlatlarının mutluluğunu temin edemeyecek derecede eskimiş bulunuyordu. Temelli iyileştirme ve yeni düzenleme gereklilikleri zorunluluk hâline gelmişti. İşte bu ihtiyaçlar üzerine İslamiyet ortaya çıkarak dayanıklılıkla düzen geldi. Hazreti Muhammed, Yahudi ve Nasraniyet’in din kurallarını ele aldı ve onları kitaba dayanarak düzenledi. Kitaplaştırılarak bir düzen hâline getirilen semavi din kurallarının ismi İslamiyet’tir. Bundan dolayıdır ki İslamiyet, kitaba dayandırılan bu iki dinin yüzeysel olarak denk, düzen ve iyileştirme görmüş şeklidir. Hazreti Muhammed, Martin Luther’in on altıncı asırdaki uygulamasında başarılı olduğu iyileştirmenin daha da büyüğünü, oldukça kapsamlı ve mükemmelini yedinci asırda yapmıştır.
Başlıca şu sözlerle ifade edilmek lazım gelirse İslam’dan önce dünyaya emir buyuran din kuralları ve kanunları, hukuk ve görenekler artık ihtiyaçları karşılamaya yeterli gelmiyordu. Bunların değiştirilmesi, toplumsal evrim kanunlarına uygun bir şekilde genişletilmesi gerekmekteydi. İşte din kurallarını koyan, ancak bu hikmetten beslenerek İslamiyet’i, kendinden önceki din kurallarının tamamlayanı ve mükemmeli olmak üzere düzenlenmesine teşebbüs etti. Bundan dolayı İslamiyet’in sebep ve hikmetinin gereği budur.
Demek oluyor ki içerik itibarıyla İslamiyet, ilerleyerek yükselmiş bir eserdir. İslamiyet’ten önce ve sonra aynı kişilerin insaniyetinin içinde yaşadıkları maddi şartlar ve manevi durumlar, toplumsal ve ekonomik durumlarını inceleme zahmetinde bulununuz. Kolaylıkla anlarsınız ki İslamiyet Avrupa ileri gelenlerinin fikirsel dünyasında anlaşıldığı gibi durdurma ve geriletme için değil, aksine yükseltme ve ilerleme için düzenlenmiştir. Din kurallarını koyanın amacı gün gibi ortadadır. İslamiyet zamanının o muhafazakâr düşüncelerine, dönemin tutucu ve cehaletine karşı bir ayağa kalkıştır. Hiç şüphesiz tarihin kayda geçirmiş olduğu devrimlerin etkisi ve sonucu itibarıyla da en büyüklerindendir.
Hakikat anlaşıldığında bu din kurallarını koyu bir muhafazakârlıkla, olduğu yerde kalmakla, içtihatların önünü kesmekle, fikir hürriyetinin sürgün edilmesiyle nitelemek hakka ki onun içeriğine en karşıt sıfatlardan birini vermek, onu asla anlamamaktır.
Görüşümüzü biraz daha açıklayalım:
Dünyanın en önemli ve ilerlemiş kısımları, bugün, biri diğerinden çıkmış ve bundan dolayı biri diğerine esas itibarıyla benzeyen üç dine bağlıdır: Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık. Şu sonuncusu reform, esas itibarıyla ıslahat maksadı üzerine kurulmuştur. Yani ondan önce gelen iki dinin mükemmelleştirilmiş bir şeklidir.
Yahudilik “sadece” İsrailoğulları’nın dinî inanç sistemleri ile kanunlarının tanımlanmasından ibarettir. Hristiyanlık Hazreti İsa’nın sufiyane duygularla tuttuğu yolun fenafillah[8 - Allah’ın varlığı içinde yok olma. (ç.n.)] teorisi üzerine neden sonra Pavlus tarafından inşa edilmiştir. Yüce İsa bin Meryem tarafından dünyanın sonu oldukça yakın olup “Göksel hükûmet” her nerede ise zuhur edeceğinden dini kural gereği düzenlenmesine ihtiyaç yoktur (Ernest Renan’ın Nasraniyet Tarihi’ne müracaat.). Doğrusu Hristiyanlık “söylediğimiz gibi” umutlar ve İsa’nın fikirlerinden bütün bütün uzak bazı siyasal sebepler ve etkileşimlerin sonuçlarından şekillenmiş olarak meydana gelmiştir.
İslamiyet’e gelince, bu, gerek Yahudilik gerek Nasraniyet’in sağlamlaştırılmış temellerini korumak amacıyla artık düzeltilmesi gerekli olan hükümler karşısında düzenlenmiştir. Onun içindir ki bir evrim ve ilerleme eseridir.
Fakat bazı cahillerin ürettikleri uydurmaların eseri olarak ne yazık ki bugün, İslamiyet mahafazakârlık, gericilik, fikirsel esaret, yenilik düşmanlığı gibi ifadelerle yanlış şekilde tarif ediliyor.
Bu İslamiyet’in esas kuralları olarak ifade edilen bir zan ve vehim şeklindeki fikirlerin Muhammedî hükûmet ile ne ve hangi derecelerde tevfikinin mümkün olmayacağından bahsetmeye bile tenezzül edilmez. Yüksek zekâ ve hayranlık uyandıran fikirleri korumak uğruna, bunların karşısında olanlarla bunca savaşlara girişmiş; gerileyen ve hatta batmakta olan dünyayı kurtarmak konusunda elden gelen kuvvetiyle savaş veren, hürriyet fikrini kendine temel alarak eski içtihatları altüst eden, bilimi, öğretimi bu kadar ilerilere götürerek varsayımsal olanı ilan eden mükemmel bir yaradılış örneği ya da onun din kurallarını mahafazakârlıkla nitelemek, din karşıtlığı olarak küfrün en çirkini, yalanın en büyüğü değil de nedir?
Müslümanlık hiçbir zaman mahafazakârlıkla itham edilemez; eğer öyle olsaydı diğer göksel/semavi dinler yok edilebilirdi; muhafazalarına gayret olunurdu.
Müslümanlık, geride kalmayı icap ettirmez; Çünkü öyle olmak gerekseydi Hazreti Muhammed’in gerçekleştirdiği ve hasıl olmasına kudretinin yettiği ilerleme ve gelişmeler, ona aykırı olurdu.
Müslümanlık içtihat kapısının kapatılması değildir. İslamiyet, fikir hürriyetine asla bir engel teşkil etmez. Çünkü bu din yeni içtihatlar ile dinin ayetleri, hadis ve kıyaslarına münasib alanlarda çalışanlarıyla düşüncelerinde, tutulan yol ve yöntemlerinde, kendisine danışılanlarda hür Ebu Hanifeler, Şafiler, Hanbeliler, Malikiler, İbni Sinalar, İbni Rüşdler yetiştirmekle kendini gösterdi.
Müslümanlık, yeni düşünce akımlarının çağına uygun araç ve aygıtlarını almaya ve kabul etmeye engel değildir. Bu yönünün eleştirilmesi ve konunun uzatılması bile gereksizdir. Aksine İslamiyet yeni düşüncelerin, çağdaş yöntemlerin anlaşılmasını emreder.
Demek ki İslam’ın düşüşü ve kuvvetini kaybetmesinin nedenleri, hep İslam’ın İslamiyet’ten sapması, cahil ve bilmezliğe yönelmesi, hurafeler ve saçma sapan sözlere kapılması, despotluk yolunun sağlamlaşması sonucu dünyaya dair hükümleri ile uhrevi hükümlerin bir diğerinin üstüne bindirilmesi gibi üzüntü verici şekilde sonuçlanmasıdır. Bu saydığımız unsurlar, yol ve yöntemler İslamiyet’i geriletmiş, esası bu kadar yüce iken, birçok yerlerde putperestliğe yaklaştırmıştır. Çeşitli yerlerde birtakım unutulmuş, bırakılmış eski eserler ile uğurla ve mübarek sayılarak hayırlı kabul edilir; sandukalar, parmaklıklar üzerine çaput bağlanır; zındıklardan istinâbe[9 - İstinâbe: Birinin kendisine vekil olmasını isteme. Kelimenin genel kullanımı hukuk terminolojisindedir. Yazar burada vekâleten, ödünç alınan anlamında kullanmıştır. (ç.n.)] âdetler olmuştur; hayır duaları temenni olunur. Sihir, nazar, ilginç ve garip icatlar, İslamiyet’i, Çin’de ve özellikle Afrika’nın zulüm altındaki bölgelerinde çığrından çıkarmıştır. Akıl ve hayale gelmeyen ayinler, danslar, sırf hurafelerden cahillik üzerine inşa edilmiş adetler bu dini tanınmaz bir hâle getirmiştir. Görünen yüzü böyle, içyüzü yani içtihadiyesine gelince: Artık fikrini yormak istemeyen ulema, rıza gösterilmiş hareketlerine uygun bir zemin hazırlamak için gayret eden zorba yöneticileri, fikir hürriyetini ortadan kaldırmışlar; fikirleri ve dolayısıyla İslamiyet’in hareket alanını daraltarak baskı altına almışlardır. İşte kendi kendine ilerlemiş olan hukuk hükümleri ve dünya işleri bile bundan dolayı on iki, on üç asır önceki örf ve kanunlara bağlanmıştır. Bu görünüm, İslamiyet’in aslına ne kadar da zıttır! Bugün İslam gerileyendir ve bu nitelikte oldukça doğaldır. Çünkü İslamiyet’in yükselen kuvvetinin dışında kalarak bugün İslam dünyası bin küsur senelik, doğrulama, değişiklik ya da düzenlemesi yapılmamış kanunlarla idare olunuyor. Hâlbuki onun karşısında, gayrimüslim bilginler, medeni üstadlar, gelişmeye bütün bütün müsait kanunlarla konumlarını yükseltiyor. Bundan dolayı İslam’ın durdurulması, geriletilmesi, kuvvetten düşürülmesi ne derece doğal ise gayrimüslim dünyasının yükselişi, evrimi, gelişimi de o derece kaçınılmazdır.
Acaba böyle gelişim ve iyileştirme işlerine dayanarak bir yükseliş gerekliliği üzerine bina edilerek kurulmuş İslamiyet ile bugünkü durum arasında uzlaşı kabul edilebilir mi? Hazreti Muhammed İslamiyet’in şimdiki hâlde geçirmekte olduğu büyük ve acı veren bu tehlikeli döneme razı olur muydu? İslam’ın neredeyse geneli şimdiki hâlde Nasraniyet tabiiyetindedir. Bu hâl “Ki onun dünyaya gelişi, İslamiyet cemiyetinin düşüşüdür.” asla mitle, arzuy-ı Muhammedî, nebevi bir hastalık ile uygunluk kabul eder mi?
İslam’ın Nasraniyet’e bağlı olmasının sebepleri nedir? Niçin Hristiyanlık dünyası, bugün İslam’ın kazanılmasına olan meyli, kabiliyeti söndürmek istiyor ve buna nasıl gücü yetiyor? İslamiyet’in Nasraniyet’e bağlı olmasının sebebi, kabiliyetinin Nasra tarafından söndürülmesi hep cehaletimiz, iktidarsızlığımız ve dünya hükümlerinden uhrevi hükümleri ayırt etmemekliğimizdir.
Hüküm: Demek ki cahil, dünyaya ait hükümlerden vicdani hükümleri ayırt etme yoksunluğu, içtihat kapısının kapanması, İslamiyet’e aykırıdır. Onu mahveden ne gibi etkiler, varsa hepsi birden İslamiyet’in zıddıdır. Bundan dolayı mahafazakârlık, cahil, endüstriyel medeniyeti yok sayan, yeniliklere karşıt ve daha doğrusu yenilenme çalışmalarına müsaade etmemek İslamiyet’e aykırıdır.
Şurası hepimizin bilgisi dâhilinde olmalıdır ki “akide/iman” içeriğinin gereği olarak ilerleme ya da gerilemeye bağlı değildir. Gaye, emel, arzu, yüksek fikirlere bağlılık, önemli ve çok zor olup sürüncemede kalmış meseleler, evrenin, başlangıcı belli olmayanın, sonsuzun kabul edilme tarzı ve bunlara verilen önem, vicdana ait meselelerdir. Bu vadide ilerlemek, yenilenme çalışmalarını arttırmak, benzeri görülmemiş bir şeyleri icat etmek imkânsızdır.
Çin uleması, Avrupa’nın bu husustaki bireysel çabalarıyla alay ediyorlar “Biz, beş bin sene önce bu varsayımları döktük, tükettik, sizin Kantlarınız, Spinozalarınız, Bakuninleriniz, Spencerlarınız hâlâ bu ihtimal ile uğraşıyorlar; diyorlar ki bunların bu iddialarında biraz hakikat karakteri olsa gerektir!” Dünyaya ait hükümlere gelince: Onlar bir yansıma olarak ihtiyaçlara bağlı bir şekilde netice alabilecek kabiliyetleri arttırmaktadırlar. İlerleme kabiliyeti olan her şey gerileyebilir de. Sakyomoni -Buda, Lau-Dezu, Hazreti Musa, Hazreti İsa, Hazreti Muhammed asırlarından beri gaye-i vicdan olduğu hâlde kalmıştır. Kâinatın, dünyaların göstermiş olduğu dehşet ve heybet, dünya ve öteki dünya esasında sırrı içkin (mündemiç/içkin) ve yüce hikmet hâlinde kalmış, halledilememiş, bunu ya dinî açıklamalarda basitleştirmiş ya da şüphe ve zan “septisizim” şüphecilik dairesine yerleştirerek orada bırakmıştır.
Onun içindir ki dünyaya ait işler ile imanın birbirinden hakikaten ayrılması lüzumu, varlıklarını sürdürebilme gerekliliğidir.
Gerçekleşmekte olan işler, insanlığın hareketlerini eskiden beri pek çok değişimler ve dönüşümlere maruz bırakmıştır. Bunların eski şekillerini korumak ise mümkün değildir.
İslamiyet, esas itibarıyla yalnız bir dinden ibaret değildir. Aynı zamanda içyüze/batına ait bir din, bir mezhep, bir ahlaki örtü, bir yönetim şekli, bir yeni kanunlar düzeni, bir de felsefedir.
İslamiyet’in dünyayı kapsayan bir fazileti vardır: Esasları ve başlangıç usulleri o kadar geneldir ki onlara bağlı olarak her zamanın ihtiyaçlarına yeterli hükümler çıkarmak mümkün oluyor. Ayetler kesin din kuralları çerçevesinde, bugün, inanç sistemleri ile davranışları birbirinden ve bütün bütün ayırabiliriz. Bu büyük devrimler asla İslamiyet dışı olmamak üzere meydana gelebilir. Aksine bu ayrılık meseleleri, İslamiyetin en önemli gerekliliklerindendir.
İslamiyetin gerileme gibi bir duruma gelmesinin hakiki sebebi, başlangıç temellerindeki duraksamaya neden olan bu farklılıkları uygulayamamak özelinde yönetici ve ileri gelenlerin keyfi ve despot idareleri ile onlara bağlı ulemanın gösterdikleri sertlik ve şiddettir. Özgür insanlara yakışacak bir şekli olan İslamiyet’i bunlar despotlukla idare etmişler ve bugün yüzeysel ve uzaktan bakanların görecekleri bu dinî bir mutlakiyet eseri kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Ayetlerde belirtilen dinî kuralların ve vicdani sorumlulukların dal budak salan parçaları bozulma ya da ayrılıkçılık değildir ve olamaz. Ayetlerin inanç sistemine ait olan taraflarından başkası “ki bunlar dünyaya ve cismani olana dair hükümlerdir” Peygamber dönemindeki medeni adalet uygulamaları ve hakkaniyet yoluna dönüş için koyulduklarından bunların bu zamana kısmen de olsa aidiyetleri yoktur.
İlerleme için, İslam’ın aslına ve temel kurallarına yaklaşmak için hükümleri bu biçimde ikiye ayırmaya mecburiyetimiz, mükellefiyetimiz vardır. Nebevi hayranlığı, herhâlde ümmet-i Muhammed’in aynı seviye-i medeniyede, aynı tabaka-i refahiyette kalması değildir, yükselişidir, diğer ümmetlere karşı yalnız varoluşunu korumak değil belki galebe ve üstün olmasıdır. Başka bir fikre kapılmış olmak Hazreti Muhammed gibi dine yeni ve güzel bir şekil verene iftiradır. Bu iyileştirme ve yenilemede dinsel bir kesinlik ve onay vardır. Bu da ayetler ve dinî hükümler ve kanunları ilk iş olarak en başta yakınlaştırmış olan Mecelle Ahkam Adliye maddelerine dayanarak konunun devamında ispat olunur:
“Meşakkat teysîri celb eder.” (Mecelle 17)[10 - Bir şeyde mevcut olan zorluklar, o işi kolaylaştıran etmenleri içerir. Meşakkat: Zorluk. Teysîr: (Yüsr’den) Kolaylık.]
“el-meşakkatü teclibü’t-teysîr.” (Eşbah)
“Bir iş dıyk oldukta müttesi‘ olur.” (Mecelle 18)[11 - Bir işte zorluk görülünce, o işte ruhsat ve fırsat verilir, kolaylık gösterilir. Bir işte darlık ve meşakkat görülünce, genişlik için izin verilir. Sıkıntılı işin sonucu ferahlatıcı olur. Bir iş daraldıktan sonra genişlemeye yüz tutar.]
“Bir iş daraldıysa genişler ve genişse daralacaktır.” (İmam Şafii) “Hacet umumi olsun hususi olsun zaruret menzilesine tenzil edilir.” (Mecelle 31)
“Zarar mümkün olduğu kadar defedilir.”[12 - Bir zararı ortadan kaldırmak için daha az zararlı bir tedbir araştırmak zorunluluğu hakkında hüküm. (Mecelle Külli kaideler, 66.)] (Kaide-i Külliye Mecelle)
“İnsanların örf ve âdetleri, uygulamalarına delildir, onlara uygun hareket edilmelidir.” (Mecelle 37)
“İnsanların gelenekleri kendisinin davranışlarının delilidir.” (Mecami)
“Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişeceği inkâr olunamaz.” (Mecelle 39)
“Zamanın değişmesiyle ahkâmın değişimi inkâr edilemez.” (Mecami)
“İdare edilenler üzerindeki tasarruf onların menfaati ve işlerin gerekliliklerine göredir.”[13 - Raiyye üzerine tasarruf maslahata göredir. Raiyye: Devlet, idari meclisleri, bir otoritenin idaresi altındaki insanları ifade etmektedir. İdare edilen insanlar hakkında üzücü ya da sıkıntı verici kararlar uygulanamaz şeklinde de açıklanmaktadır. (ç.n.)] (Mecelle 58)
“Vakıf ve yetim malını şahitlerin açık izni olmadan alıp kullanan kimseler her hâlükârda malın tazminini ödemek zorundadır.”[14 - El konulan malın menfaatinin tazmini Mecelle hükmündeki gibi zorunlu değilken, yetim ve vakıf mallarına düşkün olan insanların bu hükmü kişisel menfaatlerine göre uygulamasının önüne geçilmek üzere, bu malların tazmini hakkında fetva verilmiştir. (ç.n.)] (Eşbah)
“Menfaatin kullanılması konusunda, Müslümanların genel menfaati gözetilerek karar kadıya bırakılmalıdır.” (Şerh Camii Kebir)
“Zarar ve mukabele bizzarar yoktur.” (Mecelle 19)[15 - Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yasaktır. (ç.n.)]
“İslam’da zarara zararla karşılık vermek yoktur.” (Hadis-i Şerif)
“Zorunluluklar, yasak olan şeyleri geçerli kılar.” (Mecelle 21)
“Zorunluluklar, yasak olanlara izin verir.” (el-Durr Muhtar ve Eşbâh) “İki kötülük çatıştığında, daha hafif karşılıkla, büyük zararın çaresine bakılır.” (Mecelle 28)
“İki kötülükten en az zararlı olan seçilir.” (Mecelle 29)
“Zarar mümkün olduğu kadar yok edilir.” (Mecami)
“Geleneklerin deliliyle hakiki mana terk edilir.” (Mecelle 40)
“Âdetin delaletiyle, manay-ı hakiki terk olunur.” (Mecami ve Menar)
“Örf olarak maruf olan şey şart kılınmış gibidir.” (Mecelle 43)
“Düzenli ve devamlı bir şekilde uygulanan adetler şart gibidir.” (Eşbah)
“Aslolan, örfle maruf olanın din kuralları tarafından şart kılınmış gibi olmasıdır.” (Reddü’l Muhtar)
“Örfle bilinen lafızla şart koşulmuş gibidir.” (Pirizade)
“Örf ile sabit olan kanun, şer’i delil ile sabit olmuş gibidir.”
“Örf ile sabit olan delil ile sabittir. Nas olmayan yerde örf, nas gibi güvenilir bir delildir.” (Muhammed Abidin)
“Âdetler, hükme esas kabul edilir.” (Mecelle 36)
“Âdet, muhakkemdir.” (Eşbah ve Mecami)
“İhtilaf durumundaki meselelerde âdetlere müracaat edilir. Çünkü âdet, delildir, onun üzerine hüküm bina olunur. Bu nedenle âdetin ve amellerin delilleriyle hakikat terk edilir.”
“Her iklim ve her asrın ehlinin örfü muteberdir.” (Bahri)
“Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir.” (Hadis-i Şerif)
Buradaki bütün kanunlar ile -ki din kurallarından alınmış bütün emirlerin ilkine dayanmaktadır- İslamî dindarlığın, vicdana dair ve dinî bütünlük ile dünyaya ait işleri bütün bütün ayırdığı, az bir dikkatle bakıldığında anlaşılır.
İnanca dair meseleler -tekrar edelim- sabittir, ilerleme ve gelişme anlamları dışındadır. Davranışlar ise zamanın durumuna bağlı olarak değişimi kabul eder, sabit değildir, gelişimseldir.
Fikrimizce bugün İslamiyet’te uygulanması gereken en önemli düzeltme, en davranışsal “reform” vicdan, gönül ile davranışsal işleri birbirinden ayırmaktır. İslam, ancak bu şekilde, dindarlığın hakiki içeriğine yakınlaşarak dünyaya ait tartışma ve kavgalara kalkışacak bir mertebeyi alacaktır. Bundan başka bir aydınlanma çaresi ve kurtuluş yoktur.
Zamanın ihtiyaçları karşısında nass[16 - Nass: Kur’an ayetlerinin delil olarak gösterildiği kesinlik. Felsefede tam karşılığı “dogma”dır. (ç.n.)] ve önceleri ortaya çıkan içtihad ve bir araya getirilip düzenlemesi ihmal edilmiş olan yukarıda düzgün bir şekilde sözünü ettiğimiz kanunların sağlamlığı ve İslam hukuku gereğince başka içtihada, başka bir sisteme müracaat etmeliyiz.
İyi düşünelim. İslam’ın temel ve esasına dönüş yapalım. Bugünkü örf ve yerleşmiş alışkanlıklar bizi büyüsünün etkisi altına almasın. Zaten ümmetin toplanması ve özellikle hilafet gerekliliği, yalnızca lüzumu buna dayanmaktadır.
Eğer davranışları şekillendiren ve değişmesi lazım gelen hükümlere kesinlik ve ulaşacağı son ve resmî şekli vermek gerekliliği olmasaydı Rahlet Risaletpenahi’den sonra nebevilik arzusuna kanaat getirmesi duygusunun ortaya çıkardığı Hilafet’in de gereği kalmazdı.
Hilafet kurumu ne için tesis edilmiştir? Çünkü hükümler ve insan davranış biçimleri zaman geçtikçe değişiklik gösterir. Dünya daima değişmektedir. Bu yeni hükümleri, işlerin yeniden düzenlenmesini ve düzeltilmesini gerektirir. Bu ise bir kuvvetin desteklenmesine bağlıdır.
Müslüman halk genel oylama ile halifeyi serbestçe seçer ve ona biat ederler. Ve kanun yapma gücünün yani bütün toplumun onayladığı kanunların uygulama yetkisiyle onu yükseltirler. Hâlbuki ileri gelen cahil ulemanın zayıf iddiaları ve garip tarafıyla içtihat kapılarının kapanması gerekseydi topluluğa da halifelik kurumuna da ihtiyaç kalmazdı.
Madem ki hükümler ve davranışsal işler her dakika değişiklik gösteriyor, bir derecede duramıyor demek ki onları düzenleyen kanunların, nizamların da değiştirilmesi doğaldır. İşte bu olgunlaşmış bilgiye dayanan İslamiyet inanç toplulukları ve halifelik yöntemlerini değiştirmeye meşrutiyete ve müşaveret vadisinde kurulmuş olan meşrutiyet olarak tanınan İngiltere ve Fransa’ya doğru ilerlemiştir.
Din inanç sistemini şekillendiren kanunların, değişiminin kabulü ve dönüştürülmesi işlerinin kabiliyetli kimseler tarafından gerçekleştirildiğinden tereddüt edilmesin.
Bu gibi düzenlemeler, Risaletpenahi çağında, Kur’an’ın metin düzenlenmesinde bile vuku bulmuştur.
Din hukuku yöntemi gereğince değişiklik demek, silmek anlamını içermektedir. Silmek, din kanunlarına dayanan bir hükmün karşıtlığının kendisinden daha kolay uygulanabilir olduğunun yerleşik bir delili demektir.
Silmek, yazı yöntemlerinde görüldüğü üzere, hem akıl itibarıyla caizdir zira çağıyla uzlaşmak, barışçıl inananların değiştirebileceği ilişiksiz benzerlikler içerir (Yahudilik, İseviye tayfasının dışındakilere göre caiz değildir.) hem aktarım itibarıyla caizdir, nitekim kardeşlerin nikâhlanması Hazreti Adem dönemi din kurallarında caiz iken, sonrasındaki çeşitli din kuralları ile silinmiştir.
Kitap ile senet arasındaki uzlaşı noktaları ile karşıtlık konularında silmek caizdir. Mesela Kitap sizlere, eğer ölüme alınmaya hazırsanız dini bu açıdan terk etmeniz hayırlıdır ve sizler yakınsınız. yüce ayeti, Yüce uygunluk her hak sahibine hakkını verdi, vârise vasiyet yoktur. mealindeki hadis ile silinmiştir. Bu hadis ile haber tek olduğu hâlde toplumsal bir kavrayışla genel bir kabul görmüş ve halk arasındaki söylencelere katılmıştır. Hülasa sözlerin sonunda, yukarıda detaylı açıklanmış olan din kurallarına dair kanunların uzlaşı esasında dünyevi hükümlere dair her ne varsa hepsinin birden Peygamberlik makamında oturan halifenin topluluğa, yani konuşmak üzere toplanan ümmetin kararına dayanarak emir ve onayıyla silinmeleri kabul edilir ve hatta vazifelendirilir.
Kişilerin davranışları konusunda, kolaylık ve genişlik göstermek din kurallarını içeren emirlerin gerekliliklerindendir. Bilakis işleri zorlaştırmak, İslam halkını İslam olmayanların karşısında mağlup ve perişan etmek, aciz bırakmak demektir. Eğer bu kolaylıklar, bu din kuralları açısından mümkün olan genişliklerin sağlanmasından imtina edip esirgenecek olursa şüphesiz, kanunlarımız, örf ve adetlerimiz on üç asır öncekilerden ibaret olacağından, genel bir rekabetin içinde el ve ayaklarımız bağlı kalır, hiçbir şey yapamayız. Avrupa’dan, Amerika’dan asırlarca geriyiz ve daima geri kalıyoruz.
Gerçek hayatta ise durmak caiz değildir; duranlar mağlup olacağından İslam mahvolur, perişan olur -zaten de oluyor-.
Bugün İslam’ın büyük çoğunluğu Hristiyan devletlerin idaresi altındadır. Şu konuda en ufak bir tereddüt etmem ki bugün Hazreti Muhammed, yüce maksadıyla görünse, İslam’ın bu yürek tırmalayan düşüşünü asla tasvip etmez ve buna sebep olanları oldukça şiddetli sonlanacak şekilde yakalanmalarını sağlardı.
Üzülmeyi gerektiren bir durumdur ki şu son zamanlarda bile oldukça önemli olan bu konuyu, bu hakikati önde gelen seçkinlerimiz kavrayamadılar.
Bunlar, dünyaya dair hükümleri ümmet topluluklarına, ondan sonra halifenin onayına yaklaştıracaklarına, geçmiş içtihadları toplayıp, âdeta mezardan çıkarıp, kanun hâlinde kitaplaştırdılar. Bu büyük bir sarmalın içinde hapsolmaktır. Sonucu olarak devletimiz bir basamak daha gerilemiştir.
Cevdet Paşa, şu zamanda bir kısım uygulanamaz hâle gelen eski içtihadları “Mecelle-i Ahkam-ı Adliye” şeklinde toplayarak kanun kitap meydana getireceğine, birçok sene önce, ciddi, ileri görüşlü ve güçlü bir fikir ile Hukuk-ı Arabiye’den dolaylı olarak kaleme alınan Ceza Kanunnamesi, Deniz ve Kara Ticaret Kanunnameleri, Ceza usul ve Muhakemat, Hukuk Muhakemat Usulü gibi yine Arap Hukuku’ndan alınmış bir medeni kanun yaptırsaydı bugün bize büyük bir hizmet etmiş olurdu. Hâlbuki geçmiş içtihadları düzenleme ve yenileştirme ile bir Mecelle’yi bir araya getirmekle medeni işler ve dünya konularında bizleri fena hâlde sıktı. Avrupalılar (Kod Napolyon[17 - (Code Napoléon, code civil des Français) Napolyon Kanunları, Napolyon Bonapart’ın hazırlattığı medeni kanun metnidir. Roma Hukuk ve İslam Hukuk’u sistemlerinden etkilenmiştir. (ç.n.)] ya da ondan daha iyi kanunlar gereğince eksiksiz bir hürriyetle söz konusu işler ve kanunlar hakkında karar verilip bağlanabiliyorlar.) Biz zavallılar ise o eskiyi isteyen mecellenin bazı hakları kullanabilme şartının, istibdad ile idare olunmanın temelini oluşturan, zorlama ve baskı kuralları altında kıvranıyoruz. Bizim kanunumuz bin seneliktir; bin sene önceki ihtiyaçlar üzerine bir araya getirilip kitaplaştırılmıştır.
Şimdiki zamanda Fransa ve onun işlemekte olan kanunlarını alan milletler ve özellikle Amerika cumhuriyetleri, Napolyon’un kanunlar kitabını bile oldukça köhnemiş bularak medeni hukuk kanunlarının yenileştirilmesini düşünüyorlar. O hâlde biz çaresizler, acaba on küsur asırlık dünyevi işlere dair hükümlerimiz ile, başka zaman, bütünüyle bambaşka zemin, şimdikilerine taban tabana zıt ihtiyaçların esasları üzerinden sonuç çıkartılmış hukuk kanunları ile medeniyet savaşları meydanında kazanan olmayı nasıl ümit edebiliriz? Mecelle-i Ahkam-ı Adliye ile Kod Napolyon’un karşı karşıya gelme ihtimali var mıdır?
Hazreti Peygamber’in çağında oklar, kalkanlar ile savaşılıyordu. Kumandanların özellikle şahsına ait iktidarları zaferi üstlenebilirdi. Harita, doğal fen bilimleri, seferberlik bilimi cenin hâlinde, balistik yok, uçak yok, torpil yok, telli, telsiz telgraflar yok, öyle savaşa giriliyordu ve “Bedr” gibi büyük azametli fetihler kolaylıkla gerçekleşiveriyordu.
Bugün aynı oklar ile, aynı kılınç ve kalkanlar ile tam o zamanda geçerliliği olan bilimsel yetkinlik ile Rusya’nın Avusturya’nın değil, Karadağ’ın bile karşısına çıkabilir miyiz?
Pekâlâ! Demek oluyor ki köhne savaş malzemeleri ile “Çad” kıyılarında cengaveraneye özgü yöntemlerle savaş mümkün değil. O hâlde nasıl oluyor da İslam ahalisi mükemmel kurallar ve yöntemle, mükemmel hükûmet ve cumhuriyetlere sahip ve bu şekilde yaşayan Avrupalıların karşısında köhne, tozlu, kabulü mümkün olmayan uygulama kural ve yöntemleriyle çıkarmaya reva görüyoruz? Bunun sonucu, bu büyük cinayetin ürünü bugün İslam ahalisinin Avrupa idaresine girmesi, âdeta hicredilmesi, elinin ayağının bağlanması olmuştur.

İSLAM HÜKÛMETİ
İslamiyet yalnız vicdana ait bir dinden ibaret değildir. İslamiyet bir din olduğu gibi aynı zamanda bir yönetim biçimi, bir hükûmettir. Bir topluluğu idare edebilmek için lazım gelen yöntem ve kuralların temeli, satır başları, kitap ve sünneti, karşılaştırma (kıyas) ve toplanma (icmâ’)yı da içerir. Hülasa İslamiyet denildiği gibi akıl ile yalnız bir takım inançlara değil, toplulukları ve her bireyi idare eden kanunların toplandığı bir bütündür. İslam cumhuriyetinin, medeni ve ceza kanunları hep din kuralları içerisindedir.
Bundan dolayı İslamiyet’in din kuralları bu özellikleriyle diğer din kurallarından farklıdır. Hristiyanlık ve Yahudilik köken belirleyiciliği itibarıyla sınırlandırılmıştır. Bugünkü hâliyle İslamiyet Hükûmeti hemen hemen tek kişi kalmayacak şekilde tükendiğinden, neredeyse tüm Müslümanların, ecnebilerin idarelerine dâhil olmalarına rağmen yine de Müslümanlar kişisel işlerinde “statu personal” yani kendi hukuklarına bağlı bulunmuşlardır.
İslamiyet’in din işlerinden ayrı konulardaki teorisi oldukça mühim, oldukça sağlam temeller üzerine dayanmaktadır. Eğer bu temeller bugüne kadar muhafaza edilse, o teori gereğince İslam Hükûmet anlayışıyla idare edilse İslam devletleri asla tükenmezdi. İslamiyet’in bu şekliyle sona erme sebeplerinden biri, hiç şüphe edilmesin, bu teorik kuralların terk edilerek unutulmuş bir hâlde bırakılmasıdır. Bundan dolayı İslam, gelecekte yeniden yükselmek için eski temellere, eski hükûmet kanunlarına dönmelidir. Bu geri dönüş değil, bir yeniden tamamlanma sürecini oluşturur.
Israrlı bir şekilde tekrar ederiz: İslam’ı felakete sürükleyen, kendi siyasetine dair bütün kuralların terk edilmesidir.
İslamiyet, kendisine yabancı, aykırı, zıt, muhalif bir zorba hayat yöntemlerini benimsediğinden, hükûmet olma yolunu da tüketmiştir. Hâlbuki şu son zamanlarda, gayrimüslim milletler, İslamiyet esaslarına yakın bir siyaset teşkilatlanmasını benimsediklerinden, yükselişe geçmişlerdir.
İslam hükûmetinin bir şarta bağlı ve bir esasîye bağlı parlamento idaresine dayanan hükûmet biçiminden farkı yoktur. Bu cumhuriyette despotluk, keyfi idare sistemi, kendi kafasına göre hüküm süremez.
Tefrika (ayrılma) zamanlarından beri meydana gelen ve dağılmalara sebep olan İslam hükûmetleri, üstünlüklerini korumak için, İslamiyet’in hür yöntemlerini bir tarafa bıraktıklarından, İslamiyet’in dinî işlerden ayrı olan heyetleri yok olmaya yüz tutmuştur. Zorba hükümdarlar zalim yöneticiler, eleştirici askerler, zorbalığın uygulanması için halkı işe karıştırmaz, onları serbest bırakmazlar. Hülasa, İslamiyet’in hükûmete dair olan hükümlerini uygulatmak istemezlerdi. Bunun sonucu olarak bir devletin maliye alanındaki refahı, geleceğine kefil olan İslami siyasal hükümleri unutuldu ve bu şekilde teşkilatlanmış devletler tükendi. Halk ise esarete mahkûm olduğundan İslam dünyasında gerileme emareleri göründü. Düşünsel hayat kalmadı. Amaçları uğruna içtihat kapıları kapattırıldı ve bugünkü duruma gelindi.
İslamiyet hükûmetinin temelleri, Mehmed Han’ın tahta çıkmasından sonra şeyhlik makamını elde eden Pirizade Sahib Bey merhumun resmî imzasıyla yayımlanan bir belgede yer almaktadır.
İslam bakış açısından, Genel hukuk (hukuk-ı amme) -droit public- bu önemli raporda tamamen açık bir şekilde anlatılmıştır. Pirizade’nin resmî ifadesinden de anlaşılacağı üzere İslamiyet, mutlakiyet idaresinin, teokrasi denilen ruhani saltanatın ya da ruhaniyet merkezinin sığınacağı son bir yer değildir. Düşmanların dedikleri gibi hükûmet, din fanatikliği gösteren bir kuruluşu meydana getirmez. “Tibet”teki “Lamaizm” gibi bu din, maneviyat ve maddiyatı birbirine karıştırmamıştır.
Maalesef, İslamiyet’i az inceleyen birtakım Avrupalı, Muhammedî din kuralları ve İslam hükûmet biçiminin temellerini insanlığın maddesel ve fikri evrimine engel olarak kabul ediyorlar. Din kuralları konusunda son derece uzlaşıyı gösteren resmî belgeler ve yeniliklere dayanarak iddia ederiz ki gelişime engel oluşturan İslamiyet değildir, İslamiyet’in unutulmuş olarak kalmasıdır. Gelişime engel olan İslamiyet değil, belki İslamiyet’i örten perdenin dahi açılmasının önünde engel olanlar, despot sultanlar ve zalim yöneticilerdir.
İslam’ın tarihi iyice incelenecek olursa İslamiyet’in başına gelen felaketin sebepleri arasında hep onun siyasal esaslarının uygulanmadığı görülecektir. Bundan dolayı meseleyi açarak ve ayrıştırarak açıklayalım: kabahat İslamiyet’te değil, İslamiyet’in ileri gelenlerindedir.
Şu siyasal temelleri birkaç cümle ile toparlamalıyız: Yeni meşruti hükûmette olduğu gibi aynı belgeye dayanarak sözleri idare ediyoruz. İslami hükûmette de genel kuvvetler üçtür: Halife, vezirleri ve rütbeli askerleri “kurtarma” ve “yerine getirme”ye memur eder: Yürütme gücü. Kadı ve kadı vekilleri (hâkim) adaletin uygulanmasına vekillik eder ki buna hüküm ve kadının hükmü deniyor: Adliye gücü. Fakihler ve bilim insanları “fetva”ya memurdurlar, bunların vazifesine kanun yapma ya da denetleme adı verilir; Denetleme ve kanun yapma gücü. Hazreti Muhammed’in şeriata dair olan emirlerine dayanarak kanun yapmak ancak emirlerin ilkinin onayıyla imal edilmiş kanunlar şekline girer. Bu yöntem, meşruti hükûmet biçiminde tamamen vardır.
Fransa ve İngiltere, bu yöntemleri seçerek kabul edebilmek için birçok kanlı ihtilaller, devrimler geçirmeye mecbur olmuşlardır. Hâlbuki İslamiyet’in kitap hâline getirilmesiyle beraber bu yöntemler derhâl temel alınmıştır.
Vaktiyle, Bianchi’nin[18 - Thomas- Xavier Bianchi (1783-1864), sözlük çalışmalarıyla tanınan ünlü Fransız Doğu bilimcisi. (ç.n.)] itirafı üzere, genel meclis, sadece devletin merkezi olarak kabul edilen bir şehrin ileri gelenlerinden oluşmaktaydı. Hâlbuki İslamiyet, siyasal özellikler içerisinde her Müslümanın hukukunu eşit kabul etmiştir.
İslamiyet, muazzam bir cumhuriyet teşkil eder. Üç kuvvet sayesinde ayağa kalkan cumhuriyetin lideri ve dinî önderi olarak bir halife bulunur.
Halife, Peygamber’e halef olan kişi olup, dünyaya ait işlerde onun makamında oturur ve onun kanun yapma gücünün gerektirdiği fetva yetkisine uygun, her sözüne, ayete gösterildiği gibi itaat edilendir. Bu halife ya da imam -ki Müslümanların reisi demektir- Fransa hükûmet reisi gibi sorumluluk dışı değildir. Birleşik Amerika hükûmeti reisi gibi sorumludur. Kutsal bir saflık söz konusu değildir. Mithat Paşa, Kanun-i Esasi’yi kitap hâline getirdiği zaman içinde bulunduğu meşguliyet sonucu olarak bu kutsallık sıfatını Fransızcadan tercüme ve aynen olduğu gibi bırakma hatasında bulunmuştur. Halife, despot değildir. Tek başına hükûmet işlerini idare edemez. Yüce Hakk’ın maddeselliği yoktur. Bianchi Hukuk-ı Amme-i Umumiyesi’nde “Hükümdar, hükûmetin yüceliğini ve heybetini şahsa ait bir sıfatla tanımladığından, heybetli bir yapıya sahiptir. Hüküm ve itibarından düşmüş bile olsa bu hakka sahiptir.” diyor. İslamiyet bu maddi tantana ve debdebelerin üzerinde bir yere sahip olduğundan bu hakkı tanımıyor. Eski dönem halifelerinin diğer Müslümanlardan farkı yoktu. Halifelik makamının sorumlu olduğu hukuk işleri ve cezaya dair maddesi şer’i din kuralları kitabında bulunmaktadır. Dinî önderlik bir seçim sonucunda ve biat olmak üzere bir zata yetki verilmesidir.
(Halifenin seçimine, ona edilecek biata ve ilk halifenin soy biçimine dair olan açıklamalar Fransızca Hukuk-ı Amme ve İslam isimli risalemizde ve Mâverdi’nin el-ahkamü’s-sultaniyyesinde[19 - Ebu Hasan Habib el-Mâverdi, Ahkam-ı Sultaniyye (ç.n.)] ayrıntılı açıklamalarla belirtildiği için burada tekrardan kaçınıldı.)
Halife seçimi, Müslümanlar için bir vazifedir. Bu, tam manasıyla Avrupa’da “zorunlu seçim” denilen yöntemden başka bir şey değildir. Sahip Kadı’nın vesikasında yazılmış olduğu üzere Kur’an istisnasız olarak Müslüman halkının hepsine hitap ettiğinden, herkes siyasal görevlerini yerine getirmekle mükelleftir. Eski Yunanistan’da ve Roma’da olduğu gibi özellikli meşguliyet ne olursa olsun her “citoyen” hükûmet işlerini görmek vazifesine sahiptir. Müslümanlıkta da herkes, herkesçe bilinen emir gereği ve münkirden nehy (kabir meleklerinden biri) ile memurdur. Avrupa’da her gün bir adım daha yaklaşan ‘suffrage universel’[20 - Suffrege universel: Genel ve eşit oy hakkı, evrensel oy hakkı: yetişkinliğe ulaşmış her bir vatandaşın oy kullanma hakkının devlet tarafından tanınması ve teminatı. (ç.n.)] seçimlerde geneli kapsayıcı yöntemden başka bir şey olmasa gerek. İslamiyet’te halkın, derece ya da sınıflandırılması söz konusu değildir. Eşitlik, kesinlik derecesinde uygulanır. Herkes, şeriatı korumak ve muhafaza etmekle görevlidir. Bundan dolayı bütün dünya tarafından onaylanmadığı sürece, bir kişi halife olamaz. Ahali tam bir hürriyet ile her türlü nüfuz etkisinden uzak bulunmak şartıyla seçimini yapar. Seçilen zat, kanunlar ve din kurallarına uygun işlerde bulunmaya ve yalnız kendi bildiği şekilde iş görmemeye mecburdur. Şeyhülislam’ın ifadesi gereğince iman sahibi halk da hükûmetinin icraatını takip etme ve denetlemekten sorumludur.
Nebi’nin hadisleri gereğince her Müslüman, millî saltanata ortak olduğundan hükûmetin icraatını despotça, gayrimeşru, din kurallarına aykırı ya da genel huzuru engellemeye yönelik şekilde görürse muhalefet etmek vazifesine sahiptir.
Sahib Bey merhum, vesikasında hulefâ-i raşidin (ilk dört halife) seçimlerindeki şekilden ve bunların yasallığından açık ve net bir açıklamadan sonra bununla birlikte İslam’ın musibetlere mahkûm olmasını bu yöntemlerden, doğru yoldan çıktığını ve çeşitli şekillerde bıkkınlık ile temsiliyetlerinin arttığına atıf ediyor ki yerden göğe kadar hakkı olduğu bilinmektedir. Merhum yazarın, bu söylenilenler hakkında “afakiye”den “objectif”e çıkıp söylenilenleri “enfise” “subjectif”te bulunuyor ve Sultan Muhammed Han-ı Hamis Hazretlerinin imamlığı açısından din kurallarına uygunluğunu gün yüzüne çıkarıyor.
Bundan dolayı İslam hükûmet biçimi, içeriği itibarıyla bir genel halk hükûmeti, demokrasidir. Hürriyet, eşitlik ve kardeşlik kurallarını İslamiyye hükûmeti onun üzerine bina edilmiştir. Asalet farklılıkları, İslam açısından meçhuldür. İslamiyet’e dâhil olan bütün kavimler, İslam dinini kabul etmekle beraber tüm bu farklardan vazgeçmişlerdir. Özellikle kardeşlik, İslamiyet’in en temel kurallarından biridir.
İslamiyet’in ne kadar demokratik olduğunu konu etmeyi ve bu kitapta buna değinmeyi gerekli görmüyoruz. Kendi bildiğimiz bir şeyin uzatılmasına gerek yoktur. Kesinliği olana karşı kanıtların tekrar edilmesi kayıptır.
Yabancılara karşı, konunun bu yönlerinin açıklanması ve İslamiyet’in savunulması için yazılan ve yukarıda adı geçen Hukuk-ı Amme ve İslam’da bu konular açıklanmıştır.
Bu ifadelerden sonra İslam hükûmetlerinin biçim olmak üzere neden sona erdiğini biraz inceleyelim.
Eğer İslam hükûmeti siyasetin bu temellerine tabi olsaydı, hiç şüphesiz, bütün halk, İslam hükûmetine katılacaktı ve sonuçlanan seçim itibarıyla da İslam dünyasını idare edecek ve koruyacak kimseler de yetişecekti. İslam, halkın hükûmetin ortağı olmasını gerektiriyordu. Zalimler ve despot ileri gelenler ise hükmün uygulanması için bütün Müslümanların, barış yanlısı hükûmete katılımını tasvip edemezlerdi; onun için onların kurduğu hükûmetler, kendi şahsiyetlerine ya da hanedanlarına ait gibi bir şeydi. Bundan dolayı onların sona ermesiyle hükûmetlerin de ömrü bitti.
İslam hükûmeti kısım kısım ayrımları kabul etmez. Birden çok İslam hükûmeti olamaz. Kişisel ihtirasların araya girmesi, bölünmeyi gerektirir. Bölünmeler, her yerde olduğu gibi parçalanmayı gerektirir. Despotluk, İslamiyet’teki kardeşliğe imkân veremedi. Askerlerin artması grupların çoğalmasına, bunların serbestçe yeniden ortaya çıkıp hayat bularak düzensizliklere neden olmasına, çeşitli mezheplerin hataya düşmesine sebep oldu. Sonuç olarak Müslümanlar arasında muhabbet kalmadı. Bu muhabbet eksikliği, her cemiyeti, her hükûmeti mahvettiği gibi İslam hükûmetinin de sona erme çağına ulaşmasında gecikmedi. Örnekli açıklamalara girmeyelim. Büyük bölünmeden başlayarak İslamiyet tarihi incelenecek olursa üzülmemize neden olan hep bu açıkladığımız kuralların uygulanmasıyla karşılaşılacaktır.
Muaviye zamanından Abdülhamit’in saltanatı almasına kadar yeni işler ve olaylar eleştiri süzgecinden geçirilecek olursa hep aynı aykırılıkları karşımızda buluruz. Aynı aykırılık ise her yerde aynı felaketlerin gerçekleşmesine neden olmuştur.
Bölünme, ayrılma, kuvvetin ölçülmesi, asker ve devlet ileri gelenlerinin ihtirasları, hükümdarların birbirleriyle kavgaları, ortaya çıkarak baş göstermiş olan çeşitli mezhepler Endülüs’te bu derece ileriye giden “teknoloji”yi yani endüstri medeniyetini ve maddeselliği de mahvetmiştir. Bu kavgalar, düşmanların ekmeğine yağ sürmüş, İslam daimî surette kendini koruma ve karşılık verme mecburiyeti ve vazifesinde bulunmuştur. Büyük bir anarşiye mahkûm kalan Müslümanlar her yerden kovulmuş, her yerde hakaretlere maruz kalmış, kuvvetsiz, dermansız kalmış ve zorunlu olarak geride kalma, cehalet, yobazlık olanca kuvvetiyle yıkıcılığına devam etmiştir.
Bu maddi perişanlık, İslam’da maneviyatı da ruhaniliği de berbat etmiştir. âdeta İslam’ın iradesini sarsacak etkide bulunmuştur. Kendisine tabiiyeti olanların kin ve nefreti, kabul ettikleri siyasal idari yöntemler ise İslam ahalisinin umudunu kaybetmesine, eksilmeye, kabiliyetsiz bir hâlde yaşamasına neden oluyor. Fakat bu musibetlerin dışında teşekkürü hak eden bir yönü varsa o da İslam din kurallarına olan bağlılıklarını kaybetmemiş, başka bir özü kabul ederek dinden yüz çevirmemeleridir. Onun için böyle muazzam unsurların uyarısı zannedildiği kadar zorlayıcı bir iş değildir; hele asla yeri değildir. Bir elektrik akımı, İslamiyet’in temellerini tekrar Müslüman’ın hayat cevherine üfleyerek öyle büyük bir kuvveti meydana getirir ki bunun karşısında durmak mümkün olamaz.
Sonuç olarak sanayi ve hakiki medeniyetin birbirinden ayrılması, içtihat kapısının kapatılması, İslam hükûmet esaslarının unutulması gerilemeyi doğuran sebeplerdendir. Gerilemeyi durdurmanın yolu ise endüstri ve hakiki medeniyetlerin birbirinden ayrılması, içtihat kapısının yeniden açılması ve siyasal İslam hükûmet temellerine dönmektir.

MÜSLÜMANLARIN ŞİMDİKİ DURUMU
ARAPLAR
Arap hükûmetinin fiilen bitiminden sonra Araplar, her tabiiyete dâhil olmuşlardır. Bunlardan hiçbiri de Arap milletini yetiştirmeye yönelik hareketlerde bulunmamıştır. Araplar arasında da yakın zamana kadar bir uyanış ortaya çıkmamıştır. Zavallı Arap evlatları çeşitli tabiiyetler, hükûmetler altında karakterini bir miktar bozmuş, medeniyetini, geçmişteki güç ve azametini unutmuş, olduğu gibi kalmıştır. Hükûmetlerin İslami esasların yolundan ayrılmaları, Arapları despotluklara boyun eğmeye alıştırmıştı. Zorba bir hükûmetin tabiiyetinde olmalarından dolayı huy ve karakter itibarıyla mertliklerini muhafaza edememeleri doğal olduğundan, Araplar da yozlaşmaya yüz tutmuş, bozulmuşlar ve biraz da kötü huylar ortaya çıkarmışlardır.
Bu durumlarda dahi Araplar hiçbir zaman milliyetlerini terk edecek bir vaziyette bulunmamışlardır. Araplıktan bugün çıkmış bir fert yoktur. Aksine Araplar hükûmet meydana getirmedikleri hâlde, çevresindeki kavimleri Araplaştırmak gibi bir benzeşim örneği gösteriyorlar. Arap memleketlerine giden, lisanı ne olursa olsun, Arapça öğreniyor. Hâlbuki Türk memleketlerine gelenler aramızda yirmi otuz sene kaldıkları hâlde yirmi otuz Türkçe kelime öğrenemiyorlar.
Arap milletinin geçmişteki görkemi hâlâ psikolojik etkisini gösteriyor. Araplık, Müslümanlık gibi silinmez bir renktir. Arapların faziletli üstünlükleri henüz mevcuttur. Dünyanın her yerinde Araplar, şimdi de nüfuzlarını icra ediyorlar. İslamiyet’in Araplara oldukça büyük faydası dokunmuştur.. Bir Arap, İslam dünyasının her neresinde olursa olsun Şerif ve Seyyid farz olunur. Arap lisanının İslamiyet’in bir bakıma resmî lisanı gibi bulunması Arap milletinin de yararına olmuştur. Bu suretle Araplık, Türklüğe de, Acemliğe de Hindliliğe ve benzerlerine etki etmiştir. Her Müslüman biraz da Araptır. Fransızca ve Fransızlık, İtalyanca ve İtalyanlık ve geri kalanları da ona kıyas et, Latince ve Romalılık içinde boğulduğu gibi birbirinden farklı İslam toplulukları Arapça ve Araplık içine dalmışlardır.
Çeşitli İslam topluluklarının öğretim dilinin temeli Arapça’dır. Her çeşit öğretimde de temel Kur’an’dır. Bundan başka Arapça’nın gayet tatlılıkla, fevkalade ahenk barındıran, âdeta matematiksel bir lisan olması, edebiyat tarihinin önemi onun kudretini pek büyütmüştür.
Üzülerek belirtmek gerekir ki bugün, Arapçaya yeteri kadar önem verilmemektedir. Özellikle Osmanlı hükûmetinin ihmali hiçbir surette affolunamaz. Türkçe İslam dünyasının siyasal lisanı ise Arapça da dinî lisanıdır. Ve bu değeri nedeniyle bu lisanların durumu hilafet makamı ve saltanatın himayesinde özellikle korumalıdır.
Gerek Türkçe, gerek Arapça resmî bir biçimde korunmaya muhtaçtır. Şimdi okullarımızdaki duruma göre Arapçanın öğrenimi zorunlu olsa da yöntemlerin fenalığı, öğretmenlerin yetersizliği sonucu bu derslerden hiçbir sonuç elde edilemiyor. Kezalik medreselerde yirmi sene diz çökmüş, dirsek çürüterek eğitim gören bilim öğrencileri dört satır Arapça yazamıyor. İslamiyet rengimizin korunması için zaman kaybetmeden Arapçayı bilimsel bir şekilde öğrenmeliyiz. Arapça her Müslüman’ın hayatının genelinde kullandığı dili olduğundan onun öğrenimine gerektiği kadar önem vermeye de sorumludur. Kendimizi Arapça’dan, Arap dünyasından soyutlanmış olduğumuzu kabullenmek hatasına düşmemeliyiz. Ancak Arapçanın genelleştirilmiş bir hâle getirilmesiyle Müslümanlar birbirine daha çok yaklaşacaklardır. İslam kardeşliği, ancak bir lisanın kardeşler arasında konuşulması ile ortaya çıkacaktır.
Kezalik hükûmet, Arap edebiyat ve yayımcılığını korumasına alarak sahip çıkmalıdır. Bunlar kendisi için oldukça önemli bir enstrüman özelliğindedir.
Yahudi milletperverliğini diriltmek amacıyla oluşturulan “siyonizm” her şeyden önce İbrani lisanının diriltilmesini programına dâhil ediyor. O hâlde bizim Arapçayı unutmamız, affı kabul edilmeyen bir hatadır.
Arapça yalnız paralar üzerinde ya da dualar, niyazları yüklenmiş bir resmî dil olarak kalmamalıdır. Her Müslüman iki dilli “bilingue” olmalı ve Türkçe ya da Farisi ile beraber Arapçayı da kendi lisanı olarak kabul etmeye alışmalıdır.
Arapların kesin bir istatistiğini yapmak zannederim ki mümkün değildir; herhâlde oldukça zorlu ve masraflıdır. Hristiyan yayınlarındaki sayılara o kadar da güvenilemez. Araplar da Avrupalı yöntemlerle istatistik yapmadıklarından onların ifadelerinden de bir şey çıkmaz. Bir de Arap ile Kuzey Afrikalıları ayırmak zor bir iştir.
Arapların çeşitliliği de birbirinden farklıdır. Lehçeleri de birbirine uymayanlardandır. Bundan dolayı bu yönlerin de ayrıca ve uzun uzadıya incelenmesi gerekir.
Kaç çeşit Arap vardır? Bunların birbirinden farkı nedir? Ahlaki yapısı, âdetleri, kime tabi oldukları, karakteristik özellikleri, lehçeleri, hisleri hangi derecelerde birbirinden ayrıdır? İşte geniş bir tartışma zemini!
Muhterem okurlarımıza, bu konuda gereken açıklamaları vermediğimizden dolayı üzüntü içerisindeyiz; beraber bir istatistik tecrübesi yapacağız.
Arapların asıl ortaya çıktığı ve yaşamlarını sürdürdükleri yer, şüphesiz, Hicaz topraklarıdır. Güneyde Yemen, Kuzeyde Suriye, bütün Arap adaları, Irak Acemi, Irak Arabı, bütün kuzey Afrika, coğrafya itibarıyla Arap memleketini teşkil eder. Bu geniş ülkede halkın çoğunluğu Araptır. Ve bağımsızlık söz konusu olsa muazzam bir imparatorluk, yeknesak, tek vücut bir hükûmet yapısını oluşturur.
Hicaz vilayetinin nüfusu bir milyon olsa gerektir. Yemen’in nüfusu, Hüseyin Hilmi Paşa hazretlerinin sözlerine dayanarak altı, orada valilik görevinde bulunan Tevfik Beyefendi’nin fikrine göre üç milyondur. Asir, Aden ve İmam Yahya’ya tabi Sa’de ve Şihr [Ash Shihr, kül-Şihr] vesaire ile İngiltere ve Türkiye arasında tampon bölge olan “dokuz nahiye” de dâhil olursa eskilerin “bahtiyar Arabistan” dedikleri bu kıtanın nüfusu zannederim ki beş milyonu bulur. Bunun dışında Hazretmevt, Muskat, Umman, Bahreyn, Kuveyt, Uzele, Şemer, Rebiğ, Hali, Necd vesairenin nüfusu beş milyonu çok fazla geçmez diye tahmin ediyorum. Bu araziden Hicaz, siyaseten Osmanlı’ya tabi olsa da Amerika’nın nüfuzunu kabul etmemek inkârdır. Celile emirliklerinin her çeşit tesirin dışında, Osmanlı hanedanına sadık, İngiltere ve Fransa’nın girişimlerinden uzak bir şeriflik mevkisi olarak kalmasını ummaktayız. Hükûmet-i seniyye bu yönüyle asla işin hakikatine varmanın ötesinde durmamalı ve Hicaz meselesini önemli sorunlardan kabul etmelidir. Çünkü Hicaz, bugün yarın, bir kayıp olabilir. Hicaz hattı da bir gelecek meselesidir. İngiltere bunun önemini kavramış ülkelerdendir. Ve Akabe meselesini tam da bu yüzden ortaya çıkarmıştır. Hicaz iyi kullanmak şartıyla devlet için büyük bir kuvvettir. Suistimal ile maazallah, saltanat ve Hazreti Halifenin ve onun yönetimindeki İslamiyet’in harap olmasına neden olabilir. Fas’ta hilafet iddiasında bulunan Sadat İdrisiyye’nin Fransa tabiiyetine dâhil olabildiklerini ve bunun fevkalade fena bir suistimal teşkil ettiğini devlet ileri gelenlerimiz asla unutmamalıdırlar. Mekke’nin konumu hassastır. Hayatı diğer bölgelerin hayatına kıyas kabul etmez.
Oradan bir şey beklenmez, orası beslenmelidir. İngiltere, Aden hinterlandı kabul ettiği “dokuz nahiye”nin[21 - Hadramut vadisinde yer alan birbirinden farklı nüfus istatistiğine sahip şeyhliklerden oluşan bölge genel olarak Nevâhî-i Tis’a (Dokuz nahiye) tabiriyle anılır. (ç.n.)] şeyhlerine hükümdar muamelesi yapıyor. Biz bunlara vesairlerine bir prens muamelesi bile yapmazsak yerimizi elbette en çok lütufta bulunanlar alır. Zaten İngiltere Hükûmeti “en çok İslam tabakasına sahip bir devlet olmak itibarıyla” oralarda pek ilerisini gören bir şekilde davranıyor. Arabistan Şibhe adasını âdeta kuşatma altında bulunduruyor. Suveyş ve Tur Sina bilfiil onun elindedir. Tur’un idaresi, Mısır’da, dâhiliye nezaretinden alınıp başkanlığı İngiliz komutanı olan Cihadiye nezaretine bağlanmıştır. Kablolar kendilerinindir. Şab Denizi’nin çıkış kapısının mülkü Yemenlilerdedir. Perim adası “ki bab el-Mendeb’in ortasındadır” hükmü altına alınmıştır. Aden günden güne bariston yağı damlası gibi genişliyor. Orası dünyanın en mühim noktalarından biri hâline gelmiştir. Oradan İngiltere’nin hedefi Yemen’dir. Yemen, İngiltere sayesinde silahlandırılmıştır. Hazretmevt[22 - Hadramut, Hadramevt ya da Hazretmevt olarak anılan Arabistan yarımadasının güney sahillerinde dar bir şerit hâlinde uzanan bölge. (ç.n.)] Büyük-Britanya’nın denetimi altındadır. Sevahildeki Khuriya Muriya adaları, uzaktaki Sokotra Adası, karşıdaki Somali, yani Berberi bölgesi dahi kendisinindir.
Farisi Denizi’ne gelince: Orada İngiltere tamamen serbest bir şekilde kendi nüfuzuyla etki ediyor. Bu denizde zabıta görevi, kablo, fenerler, ticaret, kılavuzluk hep İngiltere’nindir. Bahreyn Adası ise bir süre önce her nasılsa bizden İngiltere’ye bağlı bir biçime geçmiştir. Mütevazi Acem sahili Rusya ile olan anlaşma üzerine İngiltere’nin nüfuz mıntıkasını oluşturmaktadır.
İngiltere, Akabe meselesiyle Hicaz hattını sahip olduğu önemden düşürmek istediği gibi Kuveyt meselesiyle de Bağdat hattını tahrip etmek istemiştir. Onun için Kuveyt ve belki daha öteleri, Katar vesaire, İngiliz resmî entrikasının meşru mülkü olarak kabul ettiği mıntıkadır.
İngiltere’nin mülkümüz olan bu yerlerde resmî anlamda gözü vardır. Bunu iyice bilmemiz gerekmektedir. Zannederim ki birçok büyük devlet ile İngiltere arasında imzalanan gizli anlaşmalar gereğince -vaktiyle İngiliz ve Fransız anlaşmalarıyla Trablus İtalya’ya bırakıldığı gibi- buraları da İngiltere’ye bırakılmıştır.
Muskat’ta da Fransız nüfuzu geçerlidir. Burası Fransa kaçakçılarının devletlerinin himaye ettiği resmî bir depodur.
Bu bölgeden olanca silah vesaire gibi ticareti yasak eşyalar serbestçe Arap memleketlerine geçiyor. Bahr-i Ahmer (Kızıldeniz)’de Kamran ve Fersan adalarının mevkileri de sorunludur.
Asir’de İdrisi’nin nüfuzu geçerlidir. İtalya savaşından beri üzülerek belirtmeliyim ki Asir önem kazanmıştır. Hicaz’a yakın bulunmasından dolayı Asir meselesi[23 - İdrisiyye tarikatının kurucusu Hicaz’da Asir Meselesi’ne neden olmuştur. (ç.n.)] son derece önemlidir. Yemen’in şekli endişe vericidir. İmam ile imzalanan uzlaşma zannetmem ki orada huzurumuzu gerektirsin. Seyyid Yahya, bir sözleşme belgesi gereğince bağımsız bir emir olarak kabul ediliyor ve Yemen vilayetinde kendisinin nüfuzu onaylanıyor. Bağımsızlığına binaen bu İmam, yarın öbür gün İngiltere, Fransa ya da İtalya ile bir sözleşme imzalarsa yahut bu devletlerden biri bağımsız olan bu devlete girme küstahlığında bulunursa iş büyük devletler hukukunun bakış açısından ne olacak? Ve benzeri…
Yemen’de Zeydî[24 - Zeydiyye: Hazreti Hüseyin’in evlatlarından Zeyyad bin Ali Zeynülabidin’in etbaına verilen isim, Şii kollarından biri. (ç.n.)] mezhebi Hilafet’in perspektifinden oldukça büyük bir maddesel engel teşkil eder; çünkü Zeydî mezhebi gereğince Osmanlıların hilafetine itibar edilmemektedir.
Bunların arasında İbn Reşid, İbn Suud vesaire ileri gelenlerin tebaasına dâhil olan ya da getirtilmiş olan mevcudiyetimiz itibarıyla zaruri olan bu hususta bir etkinliğimiz olmazsa bu bölgeler er geç Kuveyt gibi İngiltere himayesine dâhil olur ve yine er geç Halep ya da Musul vilayetleri sınırında İngiltere ile komşu oluruz. İngiltere’nin ne gibi yöntemlerle hangi ince, ayrıntılı ve geçerli sebeplerle müstemleke ve sömürgeleri hayata geçirdiğini pekâlâ biliyoruz. Onun için dikkatli davranmalıyız. Tekrar edelim: Büyük-Britanya, Kabe-i Muazzama’yı, bundan hareketle İslam hilafetini ve onun yönetiminde Osmanlı saltanatını kuşatması altına almıştır. Bugün İngiltere politikası açıktan açığa aleyhimizedir. Rusya ile uzlaşması sonucunda bu hükûmet bugün tekrar ederek söylediğimiz üzere Lord Biskonfild’in bilimsel yaklaşımını terk etmiş, mevcudiyetimize taraftar olarak bulunduğu konumundan çoktan çıkmıştır. İltifat etmeyi bilen Rusya bizim varlığımıza karşı hangi vaziyette bulunursa İngiltere ve her ikisinin ulağı ya da kuryesi olan Fransa da o konumdadır.
Suriye’yi yanılmıyorsam bedel olarak verilen karşılık olmak üzere İngiltere, Fransa’ya bırakıyor. Maalesef Fransız misyonerlerinin, onlara yoldaşlık etmesini cana minnet bilen Suriye Hristiyanları bu mübarek kıtayı bozmuşlardır. Ahlak, Suriye’de oldukça düşüştedir. İslamiyetin verdiği dayanıklılık olmazsa Şam, Beyrut ve Lübnan kadar bozulacak idi. Lübnan, ara bozan, fitnelikte muazzam bir dağdır. Hele bir limana sahip olması bu eyaleti Fransa’ya bütün bütün bağlamıştır. Fransa’nın büyük arzusu, Suriye’yi Tunuslaştırmaktır. Aşağı yukarı o havali de zemin de müsait bulunuyor. Fransızlık Suriye’ye oldukça etkili olmuş, nüfuz etmiştir. Devletimizin bu Arap meselesiyle biraz daha uğraşmasını candan istirham ederiz.
Beyrut, Suriye -yani Şam- kısmen Halep vilayetleri ile Lübnan dağı ve civarını coğrafya itibarıyla Suriye olarak adlandırıyor, kabul ediyoruz. Buralarda üç buçuk milyon kadar Arap yerleşik olsa gerektir. Hristiyan Arapların Batı ailesine daha fazla yaklaştırılması ve bunların politikasına o kadar da terk edilmemeleri, ahlaklarının saflaştırılması cidden arzu olunur.
Avrupalılar nüfuz ve bölgeye girişimde bulunma politikasında bunları arzu ettikleri gibi kullanıyorlar. Bunlar da aldıkları misyon ve papaz terbiyesi ile Suriye’nin bağımsızlığına ya da yarı bağımsızlığına taraftar bulunuyorlar. Çünkü Suriye bizden siyasal açıdan ya da idari anlamda ayrılacak ve bağımsız bir eyalet ya da devlet teşkil edecek olursa onlar diğer Müslüman Suriyelilere nispetle güya daha terk edilmiş olduklarından memuriyetlere eşit bir şekilde geçebileceklerini umuyorlar. Onun içindir ki bunlar devletimize, sadakat yoksunluğu ile Müslümanları tahrik ediyor, bağımsızlık fikirlerini yayıyorlar. Arap hilafeti meselesini de çıkaran bunlardır. Suriyeliler iyi bilmelidirler ki memleketleri bizden ayrılırsa bağımsız olmaz, ikinci bir Fas ya da Cezayir olur.
Suriyeli Hristiyanların kulağı delik insan cemaati olan Kıptilerin Mısır’da oynadıkları rolü oynamak istiyorlar. Hakikaten, Mısır’da Kıptiler halkın yüzde beşini oluşturdukları hâlde memuriyetlerin çoğunluğunu işgal ediyorlar.
Filistin de Arap asıllıların memleketlerindendir. Filistin bizim verdiğimiz değere göre Kudüs sancağıyla ona komşu olan kazalar, Nablus vesairededir. Nüfusu yarım milyon olması gerekiyor. Burası çeşitli ve birbirinden farklı yabancı ihtirasların ve İsraillilerin cilvegâhıdır. Filistin Hristiyanlığın dahi mukaddes toprakları olduğundan uluslararası bir öneme sahiptir. Bu uluslararası önemi bir dereceye kadar Osmanlı idaresi altında bulunmasından kaynaklanmaktadır. Her türlü fesat, fitne, entrika, dedikodu Filistin’de geçerlidir. Her din, her mezhep, her devlet, her misyon, hatta gruplar bu mübarek topraklarda rekabete koyulmuştur.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/celal-nuri-ileri/ittihad-i-islam-islam-in-gecmisi-bugunu-ve-gelecegi-69429469/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Ahmed b. İdris isimli Faslı mutasavvıf tarafından kurulan tarikat. (ç.n.)

2
Aksay-ı Şark: Uzakdoğu. Çin ve Japonya (ç.n.)

3
Ukudat: Üzerinde karar verilip kabul edilen bağlar, şartlar. (ç.n.)

4
Hitan: Sünnet, sünnet etme. Sünnet: İyi ahlak, iyi tabiat.

5
Özgün metinde “temessül etmek”: Cisimlenme, bir şekil ya da surete girme. Fransızca assimilation. (ç.n.)

6
Zimamdaran: Yularını tutan. İslam toplulukları yönetim konusundaki tabirleri “at” esas alınarak tarif edilir. Siyaset: Atı yöneten, zimamdaran: Yuları tutan şeklinde. (ç.n.)

7
Dinin ayetleri, hadis ve kıyasa tevfiken şeriyye meselelerini tayine olan taraf hakkındaki meseleler. (ç.n.)

8
Allah’ın varlığı içinde yok olma. (ç.n.)

9
İstinâbe: Birinin kendisine vekil olmasını isteme. Kelimenin genel kullanımı hukuk terminolojisindedir. Yazar burada vekâleten, ödünç alınan anlamında kullanmıştır. (ç.n.)

10
Bir şeyde mevcut olan zorluklar, o işi kolaylaştıran etmenleri içerir. Meşakkat: Zorluk. Teysîr: (Yüsr’den) Kolaylık.

11
Bir işte zorluk görülünce, o işte ruhsat ve fırsat verilir, kolaylık gösterilir. Bir işte darlık ve meşakkat görülünce, genişlik için izin verilir. Sıkıntılı işin sonucu ferahlatıcı olur. Bir iş daraldıktan sonra genişlemeye yüz tutar.

12
Bir zararı ortadan kaldırmak için daha az zararlı bir tedbir araştırmak zorunluluğu hakkında hüküm. (Mecelle Külli kaideler, 66.)

13
Raiyye üzerine tasarruf maslahata göredir. Raiyye: Devlet, idari meclisleri, bir otoritenin idaresi altındaki insanları ifade etmektedir. İdare edilen insanlar hakkında üzücü ya da sıkıntı verici kararlar uygulanamaz şeklinde de açıklanmaktadır. (ç.n.)

14
El konulan malın menfaatinin tazmini Mecelle hükmündeki gibi zorunlu değilken, yetim ve vakıf mallarına düşkün olan insanların bu hükmü kişisel menfaatlerine göre uygulamasının önüne geçilmek üzere, bu malların tazmini hakkında fetva verilmiştir. (ç.n.)

15
Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yasaktır. (ç.n.)

16
Nass: Kur’an ayetlerinin delil olarak gösterildiği kesinlik. Felsefede tam karşılığı “dogma”dır. (ç.n.)

17
(Code Napoléon, code civil des Français) Napolyon Kanunları, Napolyon Bonapart’ın hazırlattığı medeni kanun metnidir. Roma Hukuk ve İslam Hukuk’u sistemlerinden etkilenmiştir. (ç.n.)

18
Thomas- Xavier Bianchi (1783-1864), sözlük çalışmalarıyla tanınan ünlü Fransız Doğu bilimcisi. (ç.n.)

19
Ebu Hasan Habib el-Mâverdi, Ahkam-ı Sultaniyye (ç.n.)

20
Suffrege universel: Genel ve eşit oy hakkı, evrensel oy hakkı: yetişkinliğe ulaşmış her bir vatandaşın oy kullanma hakkının devlet tarafından tanınması ve teminatı. (ç.n.)

21
Hadramut vadisinde yer alan birbirinden farklı nüfus istatistiğine sahip şeyhliklerden oluşan bölge genel olarak Nevâhî-i Tis’a (Dokuz nahiye) tabiriyle anılır. (ç.n.)

22
Hadramut, Hadramevt ya da Hazretmevt olarak anılan Arabistan yarımadasının güney sahillerinde dar bir şerit hâlinde uzanan bölge. (ç.n.)

23
İdrisiyye tarikatının kurucusu Hicaz’da Asir Meselesi’ne neden olmuştur. (ç.n.)

24
Zeydiyye: Hazreti Hüseyin’in evlatlarından Zeyyad bin Ali Zeynülabidin’in etbaına verilen isim, Şii kollarından biri. (ç.n.)
İttihad-ı İslam  İslam’ın Geçmişi  Bugünü ve Geleceği Celal Nuri İleri
İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği

Celal Nuri İleri

Тип: электронная книга

Жанр: Религиоведение, история религий

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Son dönem Osmanlı aydınlarından Celal Nuri, İttihad-ı İslam adlı eserinde 20. yüzyılın başlarında Türk ve İslam dünyasında meydana gelen siyasi değişiklikleri ortaya koyarak İslam birliğinin niçin gerekli olduğunu ifade etmiştir. Yazar, farklı bölgelerde yaşayan Müslümanlar hakkında bilgiler verir ve dönemin güçlü devletlerinin güçsüz devletleri nasıl sömürdüğüne dikkat çeker. Avrupa emperyalizmine karşı Türk-Arap birliğini savunan Celal Nuri, Avrupalı devletleri bu birliğin oluşturulmasında engel olarak görmektedir. İslam ülkeleri ve toplumlarını çeşitli başlıklar altında ele almış ve İslam toplumlarını pek çok yönden değerlendirerek o günkü durumu yansıtmaya çalışmıştır. Celal Nuri’ye göre İslam birliği sadece İslam dünyası için değil, bozulan dünya düzeni nedeniyle bütün insanlık için zorunlu hâle gelmiştir. "İslamiyet dünyada mevcut kuvvetlerin en önemlisidir. En büyüğüdür. Yalnız, şimdiki hâlde, bu kuvvet uykudadır. Fakat ölmüş değildir. Nicelik özelliklerine zarar gelmemiştir. Aksine keyfî olarak büyümüştür. Müslümanlar kadar vicdani esaslardan ve bütünlüğünden ayrılmaz, ayrılamaz başka bir kuvvet yoktur. Zemin, iklim, zaman, tabiat, yayıncılık, ekonomik durumlar, lisan asla İslam’ın düzenini bozamaz. Aksine İslam’ın birbirinden uzak bulunması, esaret altında ya da Nasraniyet yönetimi altında kalması onun karakterindeki birlik özelliğini artırır."

  • Добавить отзыв