1001 Kelime 1001 Hüzün
Yasin Topaloğlu
1940’lı yıllarda telif ve tercüme 18 kitabın içinden seçilmiş 1001 kelimenin hayatlarımızı çok kısa zaman içerisinde birer birer terk edişindeki matemi hatırlatmaya çalışmaktadır. Esas olarak bugün sadece Türkçe değil bütün lisanlar büyük katliamlar, soykırımlarla karşı karşıyadır. Teknolojinin, sosyal medyanın, mesaj uygulamalarının ve SMS türü iletişim araçlarının fazlalığı ve çeşitliliği bütün lisanlar için “kara veba” kadar tehlike arz etmektedirler. 1970’li yıllarda ortalama 300 kelime ile konuşan Türk insanı, her on yılda bir kelimelerini gömerek bugün sadece 150 kelime ile Türkçe konuşur olmuştur. Dijital platformlar, filmler ve dizilerdeki bozuk ve kekeme Türkçe, bu durumu hızlandıran en önemli amillerdendir. Hele hele sinema ve dijital platformlarda yayınlanan film ve dizilerin Türkçe alt yazılı olarak verilmesi tam olarak birer müstemleke uygulamasıdır. Bir de buna resmî kuruluşlardaki yetersiz ve yanlış Türkçe kullanımı, siyasilerin banal konuşmaları, ne iş yaptığı ve ne işe yaradığı kimse tarafından anlaşılmayan TDK, Millî Eğitim Bakanlığının müfredat adı altında işlediği cinayetler ancak işgal altında bulunan bir millete yapılabilecek uygulamalardır.
Yasin Topaloğlu
1001 Kelime 1001 Hüzün
Ön Söz
Kelimeler de medeniyetler ve insan gibi doğar, büyür, gelişir ölür ya da öldürülürler… Bizim lisanımızda kelimelere karşı girişilmiş barbarca katliamlar vardır.
Osmanlıca-Latin alfabesi tartışmalarına taraf olmak gibi bir ihtiyaç içinde olmadığım için ben sadece yeterince yaşatamadığımız kelimelerin matemini tutmaktan yanayım.
Osmanlıca alfabenin yerine son üç yüz yıldır pek çok defa başka alfabeler konmasına teşebbüs edilmiştir. Cumhuriyet dönemindeki son teşebbüste görülmektedir ki başarılı olunmuştur.
Ne Arapça ne Farsça ne de Osmanlıca kutsal lisanlardan değillerdir.
Ne İbranice ne Latince ne de başka bir Frenk dili kötü diye tanımlanabilir. Nihayetinde bütün lisanlar insanların birbirleriyle ülfet etmesi için birer vasıtadır.
Kur’an’ın Arapça nazil olması dışında hiçbir ilave kutsallığı yoktur.
Bu kitap gündelik lisanımızdaki “ölümlerin” ne kadar fazla olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
1940’lı yıllarda telif ve tercüme 18 kitabın içinden seçilmiş 1001 kelimenin hayatlarımızı çok kısa zaman içerisinde birer birer terk edişindeki matemi hatırlatmaya çalışmaktadır.
Esas olarak bugün sadece Türkçe değil bütün lisanlar büyük katliamlar, soykırımlarla karşı karşıyadır.
Teknolojinin, sosyal medyanın, mesaj uygulamalarının ve SMS türü iletişim araçlarının fazlalığı ve çeşitliliği bütün lisanlar için “kara veba” kadar tehlike arz etmektedirler.
1970’li yıllarda ortalama 300 kelime ile konuşan Türk insanı, her on yılda bir kelimelerini gömerek bugün sadece 150 kelime ile Türkçe konuşur olmuştur.
Dijital platformlar, filmler ve dizilerdeki bozuk ve kekeme Türkçe, bu durumu hızlandıran en önemli amillerdendir.
Hele hele sinema ve dijital platformlarda yayınlanan film ve dizilerin Türkçe alt yazılı olarak verilmesi tam olarak birer müstemleke uygulamasıdır.
Bir de buna resmî kuruluşlardaki yetersiz ve yanlış Türkçe kullanımı, siyasilerin banal konuşmaları, ne iş yaptığı ve ne işe yaradığı kimse tarafından anlaşılmayan TDK, Millî Eğitim Bakanlığının müfredat adı altında işlediği cinayetler ancak işgal altında bulunan bir millete yapılabilecek uygulamalardır.
Kültürel çoraklığın kasıp kavurduğu ülkemizde artık mektep, talebe, muallim kelimelerinin karşılığını arama motorlarına soran bir nesil kazandık.
Bu satırların yazarı meslek olarak yayıncılık yapmaktadır. 2000’li yılların başında neşrettiğimiz kitapların yeni baskılarını yaparken tekrar okumalarda TDK’nın kuralları değiştirdiğini, o dönem kullanılan kelimelerin sadeleştirilmesi gerektiği tartışılır olmuştur.
Kelimelerden rol çalmadan sizi 1001 kelimenin hüznüyle baş başa bırakıyorum.
Yasin Topaloğlu
Eylül 2020
Dikmen-Ankara
a
1 | Adavet (Ar.) : Düşmanlık
Benim saadetimi kıskanacakların -eğer kim olursa olsun, bu hazin ve yoksul saadeti kıskanacak olan da varsa- onların büyük mikyasta kuracakları bir adavet pususu beni ürküteceği kadar da öyle bir ortaklık veya yardakçılık beni tedhiş edecekti. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 160)
2 | Ahenk (Far.) : Uyum,uzlaşma,ezgi
Şu anda sizde gördüğüm hâletiruhiyeyi bozmayınız. Şimdi sizin ruhunuzda, ruhunuzun derinliklerinde öyle bir musiki ahengi var ki dünyanın hiçbir armonisi ona eş olamaz.(Lev Tolstoy, “Katya”, s. 44)
3 | Ahval (Ar.): Durumlar, hâller, vaziyetler, davranışlar, olaylar
Vaktiyle bana esrarlı gibi garip görünen ahvali şimdi sadece ve açık görünüyordu. Bana telkin etmiş olduğu düşüncelerden bugün ancak birinin gizli hakikat olduğunu takdir edebilmiştim: “Âlemde saadet…” demişti. “Yalnız başkaları için yaşamakla kabildir.” (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 43)
4 | Akıbet (Ar.): Bir iş veya durumun sonu, sonuç. Sonunda, önünde sonunda
Deli İbrahim’in bu gibi akıbetleri hesaplamasına imkân yoktu. Dumanlı şuuru, delice gururu ve onlara inzimam eden coşkun aşkı yüzünden en basit muhakemelere de kudret bulamıyordu. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 257)
5 | Akide (Ar.): İnanç
Fennî hakikatleri bilmedikleri için bu gülünç akideyi besliyorlardı ve yeryüzündeki tek bir adamın gök kapısını açık görmüş olmamasına rağmen akidelerini muhafazada ısrar ediyorlardı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 91)
6 | Aksülamel (Ar.): Tepki, reaksiyon
Türklere ait dedikodular yüzünden, korku içinde yaşayan Edirnelileri biraz ferahlandırmak için de böyle bir işe lüzum vardı. Fütura düşen insanlar gibi, yeise kapılan milletler de ruhi bir aksülamel ihtiyacı, zevk ve safa iştiyakı taşırlar, hayattaki tatsızlığı, gürültülü neşelerin sarhoşluk veren cereyanları arasında unutmak isterler. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 101)
7 | Alametifarika (Ar.): Ayırıcı nitelik, ayırıcı özellik
Size cevap veririm ki ölü kafası yahut kafatası korsanların alametifarikasıdır; bunu herkes bilir. Onlar muharebelerinde daima üzerine ölü kafası resim olunmuş bir bayrak çekerler. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 60)
8 | Âlemşümul (Ar.):Evrensel
Kadınlar hakkında gösterilen hafif inkıyadın ve zevzekliklere boğulan tapınışların temelinde âlemşümul bir saygısızlık saklı olduğunu ve erkeklerde kadınlara karşı hürmetin zerre kadar benzeri yokken kadınların onlara karşı fazilet gösterişi yapmalarının hiç doğru olmadığını anlatırken “Bütün bunlar, pek çirkin şeyler.” derdim. “Melunlar ve merdutlar makarrı olan bu şehirde eğer benim bir evi kurtarmam icap etse beyaz işaretini koyacağım hakikaten bir tek ev vardır.” (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 161)
9 | Alicenabane (Ar.): Büyüklere yakışır, yüksek bir tarzda, yüksek ahlaklı birine yakışır biçimde
Bu iyi yürekli Mösyö Dick’i bu kadar alicenabane müdafaa etmesi bende halama karşı bir muhabbet ve benim için vereceği karar hakkında bir ümit uyandırdı. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 83-84)
10 | Alil (Ar.): Hastalıklı, sakat
Ben alilim Gülseren! Savaşa dinç, sağlam ve güzel çıkan genç tayyareci, bugün karşında duran soluk, zayıf, sakat, mütekait tayyareciden başka bir şey değildir. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 74)
11 | Aliyyülâlâ (Ar.): En güzel, en iyi, mükemmel
Ben musikiyi çıldırasıya severim. Çalışlarıyla alakadar olarak muvaffakiyetlerine yardım ettim. Bu suretle birkaç parça çalındı: Ahenksiz birkaç türkü ile Mozart’ın küçük bir sonatı. Herif mükemmel çalıyordu. Aliyyülâlâ derecede bir tonu, şaşmayan ince bir zevkiselimi vardı. Bu ise onun seciyesine hiç de uygun bir şey değildi. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 85)
12 | Alüfte (Far.):İffetsiz, oynak, cilveli
Safo’nun alabildiğine sürüp gitmesini istediği düğün, belki o suretle ve daha haftalarca devam edecekti. Fakat kırk sekizinci gün, yeniçerilerle sipahiler arasında birkaç sarhoş ve bir alüfte yüzünden kavga çıktı, iki sipahi öldürüldü.(M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 236)
13 | Amel (Ar.): Yapılan iş, edim, fiil.
Sen Virginie’yi kaybettin. Fakat onu sana kaybettiren şey ne paraya düşkünlüğün ne de bir ukalalığın oldu. Allah onu senin elinden aldı. Bir başkasının ihtirasını buna alet etti. Her şey Allah’tan. O, senin hakkında hayırlı olanı senden iyi bilir. Kendi amelimizin cezası olarak çektiğimiz üzüntü ve pişmanlıkları bu işte senin duyman için hiçbir sebep yoktur. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 102)
14 | Amelî (Ar.): Uygulamalı
Bugün Cengiz’in eseri, o meşhur yasası tam metin hâlinde elde değildir. On beş on altı maddesi tarihlere geçebilmiştir. Fakat bu eksik parçada bile Cengiz’in ne kadar amelî düşündüğü ve sekiz on satır içine en büyük ihtiyaçların tatminine medar olacak hükümler koymakta nasıl muvaffakiyet gösterdiği görülür. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 285)
15 | Ameliye (Ar.): Uygulama
Dominique’in umumi hayata iştirak hissesi aşağı yukarı şunlardan ibaretti: Küçücük bir nahiyeyi yani bütün büyük merkezlerden uzak, bataklıklarla muhat, mütemadiyen sahillerini kemiren ve her yıl birkaç posluk yerini alıp götüren bir denizin kenarına sıkışmış minimini bir nahiyeyi idare, yollara ve korutma ameliyelerine nezaret; mahsulleri iyi bir hâlde muhafaza icabında kendilerine hakem, hâkim veya müşavir olduğu birçok kimselerin menfaatlerini düşünmek; kavgaların önünü aldığı kadar davalara ve geçimsizliklere de mâni olmak; cürümleri önlemek; muhtaçlara elini uzatıp kesesini açmak; ziraat işlerinde iyi bir numune olmak; fakir halkı faydalı teşebbüslere teşvik için kendisi için zararlı olabilecekleri de tecrübe etmek; ilaçları önce kendi şahsında deneyen bir doktor gibi, her ihtimali göze aldırarak toprağını, varını yoğunu tecrübe sahasına koymak ve bütün bunları, dünyanın en basit bir işi kabilinden, hatta bir külfet gibi değil, mevkisinin, servetinin ve asaletinin icabı olan bir vazife gibi yapmak. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 24)
16 | Amil (Ar.): Etken, etmen, sebep, faktör
Bir kıtadan başka bir kıtaya geçerek Türk ordularının kılavuzu olmak!.. İşte üç delikanlıyı şevke ve hatta raksa getiren ruhi amil buydu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 11)
17 | Ananevi (Ar.):Geleneğe dayanan, geleneksel
Fakat biz ikimiz de bunların sonra da olabileceğini, düğünümün doğum günümden iki hafta sonra çeyizsiz, davetsiz, yemeksiz, şampanyasız, garsonsuz hatta bir düğünün ananevi evsafından azade, sessiz ve habersiz yapılmasında ayak diredik. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 50)
18 | Arzuhâl (Ar.): Dilekçe, istida
Nitekim bu kaidenin kabulünden biraz sonra, onun her ata binip bir gezintiye çıkışında yahut camilere gidişinde binlerce arzuhâl sunulmaya başladığından kendisi de ve bu işten bir hayli kazanç elde edeceğini uman Şemsi Paşa da vazgeçmek zorunda kaldı.(M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 184)
19 | Asan (Far.): Kolay, kolaylık
Benderli Selim Paşa gibi ceri,cesur ve pek gözlü bir zat benim makamımı işgal etmelidir ki, ocağın yıkılması, kazanın devrilmesi asanolsun! (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 267)
20 | Avdet (Ar.): Dönüş, geri gelme.
Apansız unutulmuş bir hatıra, topu bir kere işitmiş olduğum yabancı bir isim, hasılı pozitif ve tehditkâr bir ihtimal kalbimi delip geçer; sonra en ufak bir emniyetin avdetiyle bu keskin ızdırap kendiliğinden zail olur, bir dakika sonra ise bir sarahatin alevli canlılığı tekrar yaşamaya başlardı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 97)
21 | Aza (Ar.): Üye, Vücut parçası, organ
Hayatın ulu yaratıcısı, azamızda yalnız birini kendisi için ayırmıştır. O da başlıca uzvumuz olan kalbimizdir. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 70)
22 | Azamet (Ar.): Ululuk, büyüklük, gurur, görkem, gösteriş, heybet, debdebe
Aşk, güzellik meleklerinin yüreklere taktığı bir kanattır. Âşıklar bu kanatla uçarlar, Tanrının arşına kadar yükselirler. Aşk, ilahi bir efsundur. Göze cila verir, dile talakat verir, kalbe genişlik verir, ruha azamet verir. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 111)
b
23 | Bahşayiş (Far.): Bağışlayış, ihsan, ihsan etmek
Bilhassa duygularınızda tabii ve bir köylü saflığıyla hareket ediniz. Uğraşmanıza ne lüzum var? Mütehassis olmanız kâfi değil mi? Hassasiyet hilkatin hayran olunacak bir bahşayişidir. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 94)
24 | Bahtiyar (Far.): Mutlu
Kara Mehmet bu acıklı tahattur üzerine yanık bir hevese kapıldı, gene denize açılmak ve Gülbeyaz’ı bulduğu noktaya kadar gidip orada, kısa sürmüş bahtiyarlığının beşiği başında ruhi bir hasbihâl yapmak istedi, hızlı hızlı yürüyerek Yemiş’e indi, bir kayığa atladı, çala kürek hedefine doğru yol almaya başladı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 171)
25 | Bariz (Ar.): Açık, göze çarpan, belirgin
Büyük bir sıkıntı geçiriyor ve bariz bir surette hissediyordum ki onunla benim aramda kati bir mübarezeyi andırır, bilmem nasıl pek ağır bir şeyler geçiyordu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 209)
26 | Basiretkâr (Ar. + Far.): Basiretli, ferasetli, önceden gören, sezişli
Keskin bir acı asabımı dolaştı. Lakin selamet anı gelmişti. Elimin bir hareketiyle beni kurtaranlar gürültü yaparak kaçtılar. Azim ve sükûnla ve basiretkârane bir hareketle sürünerek bağların içinden ve bıçağın altından çıktım. Şimdiki hâlde serbesttim! (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 147)
27 | Basübadelmevt (Ar.): Ölümden sonra dirilme
Sahnenin, gün doğup da zulmet ortadan silininceye ve delikanlının idraki basübadelmevt sırrına ererek yeniden hayat buluncaya kadar devam edeceğine şüphe yoktu. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 111)
28 | Bedahet (Ar.): Besbelli, apaçık olma durumu; bir konuda hazırlıksız konuşabilme yeteneği
Bu ani intiba beni yavaş yavaş tenvir edeceğine gerek onu ve gerek kendimi ne kadar anlamamış olduğumu bana yarım saniye içinde gösterdi. Bu, bir bakıma son günlerin keşiflerini tamamlayan, onları nevumma bir bedahet demeti hâlinde toplayan ve sanırım hepsini birden izah eden son bir ilham gibi bir şey oldu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 77)
29 | Bedbaht (Far.): Mutsuz, bahtsız, talihsiz
Bundan bir müddet sonra, muvakkat bir cesaretsizliğe düştüğü zamanların birinde -ki o zamanlar bile bile sözlerine hırçın bir adavet çeşnisi verirdi- bir gün bana şöyle dedi: “Bu yüzden kendimi bedbaht edeceğimi sanırsan aldanırsın. Er geç bir gün beni severse ne âlâ! Mesele yok. Aksi takdirde…” Sustu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 86)
30 | Bedii (Ar.): Güzellik ölçülerine uyan, gözü gönlü okşayan, beğenilen, estetik
Timur, Semerkant’ta dinleniyordu. Vaktiyle bir harabe olarak eline geçen bu eski şehir, şimdi çok şen ve çok ruşen bir yer olmuştu. Saraylar, camiler, silah ve kâğıt fabrikaları, medreseler bedii ve muhteşem bir yükselişle payitahtı süslüyordu. Şehrin dört köşesinde birer bahçe vardı ve bunlar, ihtiva ettikleri zarif tarhlarla, renk renk havuzlarla, top top çiçekleriyle bütün Asya’nın en güzel gülşenleri olmak şerefini kazanıyorlardı. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 112-113)
31 | Behemehâl (Far. + Ar.): Her hâlde, ne olursa olsun, ne yapıp yapıp,mutlaka
Çünkü artık benim gerek servetim gerek terbiye ve tahsilim için behemehâl yanımda bulunması lazım geliyordu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 42)
32 | Beht (Ar.): Şaşkınlık
Zavallı behtiçinde ve garip bir durumda yutkunup duruyordu, ikinci gülle o hayreti de tarumar etti. Hüseyin’in eli şuursuz bir hareketle sürahiyi yakaladı, gene şuursuz bir tehalükle kadehi doldurdu ve ağzına götürdü. Somurtkanlığını muhafaza eden Nakilci, onun bu şaşkın tutumunu geniş bir tebessümle alkışladı. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 97)
33 | Belagat (Ar.):
İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği; söz sanatlarını inceleyen bilgi dalı, retorik; konuyu bütün yönleriyle kavrayarak hiçbir yanlış ve eksik anlayışa yer bırakmayan, yorum gerektirmeyen, yapmacıktan uzak, düzgün anlatma sanatı.
O birer birer sayılan kaburga kemikleri, çeliktendi. Zaten etine yapışıp kalan oklar da bu lagar görünen vücudun pek mukavemetli bir hamurdan yapıldığını acıklı bir belagatle gösteriyordu. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 10)
34 | Belahet (Ar.): Alıklık
Ondan sonra günümü ne ile dolduracaktım; her dakika benden bir parçası artık ayrılıyor gibi olan bu hayatın herhangi bir suretle olursa olsun geçmesiyle nevumma alakadar olmadığım için çepeçevre hendeklere hâkim olan parmaklığa gidip dirseklerimi dayadım ve böylece bilmem ne kadar zaman tam bir belahet içinde hiçbir şey düşünmeyerek orada kaldım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 234)
35 | Beliye (Ar.): Felaket, keder, tasa
Tornacı Ömer, başlı başına bir beliye olmakla beraber, Nakilci’ye nispetle ikinci derecede sayılan zorbalardandı. Birçok işlerde ondan öğüt alırdı, onun emriyle hareket ederdi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 91)
36 | Bermutat (Far. + Ar.): Alışılagelen biçimde, her zaman olduğu gibi
Belki Wilson’un hareket tarzındaki bu son vaka tamamıyla tesadüfi olan isim birliği bir de aynı zamanda mektebe girişimize eklenince yüksek sınıftaki arkadaşlarımız arasında bizim kardeş olduğumuz kanaatinin yayılmasına sebep oldu. Onlar bermutat küçüklerin işleri hakkında doğru olarak malumat edinmediler. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 180)
37 | Berzah (Ar.): Sıkıntılı yer; sorgu suale cevap veremeyen ölülerin bekletildiği yer. Dinî inanışlara göre ölenlerin ruhlarının kıyamete kadar bulunduğu yer
Kaçmak, diliyle davet ettiği bu berzahtan kurtulmak imkânı yoktu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 359)
38 | Beşaret (Ar.): Müjde, muştu, iyi haber
Demek ki Türklere karşı bütün Ortodoks evliya artık seferber olmuşlardı. Bu, Bizans âlemi için büyük bir beşaretti.(M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 65)
39) | Beşaşet (Ar.): Güler yüzlülük
Ertesi gün Migurski talimden geldiği vakit eskisi gibi hafif adımlarla kendisini karşılamaya gelen karısının yüzünde başka bir beşaşet görmekle hem sevindi hem şaştı. (Lev Tolstoy, “Niçin?”, s. 145)
40) | Beşerî (Ar.): İnsanoğlu ile ilgili
O sırada bütün şark hududu imtidadınca bir hercümerç, beşeri bir meddücezir vardı.(M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 287)
41) | Beşeriyet (Ar.): İnsanlık
Ne kadar yazık ki, pek münevver olduklarını ve beşeriyetteki fikir hareketleriyle yakından alakadar olduklarını iddia eden bazı yazıcılarımız, eski Türklerin sabun bilmediklerini iddia edecek kadar tarihten gaflet gösteriyorlar. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 182)
42) | Beyhude (Far.): Yararsız, anlamsız, boşuna
Bütün bir halkın kararından daha akilane bir şey aramak beyhudedir. Bununla beraber gençlerin kendiliklerinden yapacakları bu küçük tenezzühten sultanın intikam almakta gecikmeyeceğini bilirsiniz. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 50)
43) | Bidayet (Ar.):Başlama, başlangıç
Geçirdiğim balayı bidayette beni mesut ediyor gibi idi. Fakat çok geçmeden bu hayal suya düştü. Bununla beraber bir ay için olsun dişimi sıktım. Bu esnada utanma ve can sıkıntısı ile fenalıklar geçiriyordum. Çok geçmedi ruhumu, yeis ve ızdırap kapladı. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 48)
44) | Bihuş (Far.): Şaşkın, sersem, aklı başında olmayan, deli
Cinayet, ipek ve sırmalar arasında upuzun yatıyordu, cani de medhuş ve bihuş kendi eserinin önünde diz çöküp oturuyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 269)
45) | Bikes (Far.): Kimsesiz
Türk diyarının nakesler elinde bikes kalmasını fırsat tutarak meydana atılmıştı ve daha ilk hamlede binlerce, binlerce kese akçeyi dercep eylemişti. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 116)
46) | Bilaihtiyar (Ar.): İstemeksizin, gayriihtiyari
Mütenekkir imparator, müsellah hizmetçinin kendisini zorla götürecekmiş gibi görünmesine ve hareketini çabuklaştırmak isteyişine bilaihtiyar güldü. Kim olduğu bilinse o memleket, taşına ve toprağına kadar ayağa kalkardı. Şimdi uşak gönderip de kendisini huzura çağıran Hızır Hoca hakikati bilse gönderdiği şu uşaktan daha miskin tavırlar alıp ayaklarına kapanırdı. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 136)
47) | Bilhassa (Ar.): Özellikle
Tartaren onların durmadan kendisine baktıklarını gördü. Bilhassa karşısında olan bir tanesi gözlerini ona dikmiş ve yol boyunca gözlerini gözlerinden ayırmamıştı. Kadın örtülü olmakla beraber iri sürmeli çekik gözlerinin parlaklığı, örtünün altından vakit vakit görülen zarif bileklerdeki altın bilezikler, her şey, sesinin ahengi, hemen çocukça denilecek kadar zarif baş hareketleri, bunların altında genç, güzel, şayan-ı perestiş bir şeyler olduğunu anlatıyordu. Bedbaht Tartaren nereye saklanacağını bilmiyor, bu güzel Doğulu gözlerin sessiz nevazişi onu şaşırtıyor, tahrik ediyor, öldürüyordu. Harareti basıyor, sonra üşüyordu. (AlphonseDaudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 69)
48) | Binaenaleyh (Ar.): Bundan dolayı, bundan ötürü, bunun için, bunun üzerine
Onun liyakati ve içtimai basiretkârlığı değilse bile ahlaki ciheti benden daha dakik idi. O zaman bana kin hissinden başka bir şey vermeyen ve bende o kadar acı bir istihkar hissi uyandıran bu fısıltı hâlindeki nasihatleri o kadar çok reddetmemiş olsaydım bugün daha iyi binaenaleyh daha bahtiyar bir insan olurdum.(Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 184)
49) | Binnefis (Ar.): Kendi kendisi, kendiliğinden
Hâlbuki o, Kinleri Sunglara ezdirmekle binnefis Sungurların da zayıf düşmesini ve kolay hazmolunacak yumuşak bir lokma hâline gelmesini istihdaf ediyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 217)
50) | Buse (Far.): Öpücük
Anlaşma bu şekilde bittikten, antlar içilip kararlar katileştirildikten sonra Yuvanis hem fikrî hem kalbî bir muahede demek olan uzlaşmayı bir buseyle mühürlemek istedi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 179)
51) | Bürudet (Ar.): Soğukluk
Bu bürudet ve husumetin, bizim için normal bir hâl olduğunu başlangıçta anlamadım. Çünkü şehvetimiz uyanınca onlar uyuyor, aramızda ne bürudet ne husumet kalıyordu. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 49)
c ç
52 | Cebren (Ar.): Zorla
Fena hâlde yaralıyım. Hizmetçimin cebren girmeyi tasavvur ettiği bu şatoda bulunmaktansa geceyi açıkta geçirmeyi tercih ediyorum. Şato, uzun, zamanlardan beri hakikatte olduğu kadar Mistres Radcliffe’in hayalinde de melankoli ile büyüklüğünü cem etmiş ve çatık çehresini Apenin Dağları arasında yükseltmiş binalardan biridir. Bütün görünüşlere nazaran burası son zamanlarda muvakkaten terk edilmiştir. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 170)
53 | Ceffelkalem (Ar.): Düşünüp taşınmadan, bir çırpıda
Kız, olsa olsa, sarayda seçkin bir mevki ister veya istetirdi. Hâlbuki Tevekkül Hanım, ulu orta ve ceffelkalem, Sahipkıran Timur Han Hazretleri’ni kocalığa layık bulmuyorlardı. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 136)
54 | Cehdetmek (Ar.): Çalışıp çabalamak
Bir beni sevdiğini söylemesi kaldı. Muhakkak beni seviyor, ben de bunu biliyorum. Bana karşı kayıtsız görünmek için ne kadar cehdetse nafile, bu kanaatimi değiştiremez. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 33)
55 | Celadet (Ar.): Yiğitlik, kahramanlık
Küçük sipahi bu şanlı melhamede yoldaşlarına âdeta kılavuzluk etmişti, hep önde yürümüştü. Kara Mehmet Paşa ise en ünlü babayiğitleri imrendirecek celadetler gösterip düşmana kan kusturmuştu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 377)
56 | Celbetmek (Ar.): Kendine çekmek, getirtmek
Kara Mehmet, barutun pek ıslak olduğunu söylemeye lüzum görmedi, yalnız bu mevzu üzerine Terez’in de dikkatini celbetmekle iktifa etti. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 115)
57 | Cemilekâr (Ar. + Far.): İyiliksever, güzel ahlâk ve huy sâhibi olan
İki gün süren yolculuğunu, deniz sakin olduğu hâlde, Tartaren tek başına hep kamarasına kapanmış olarak geçirdi. Çünkü ne zaman güvertede görünse başının belası deve gülünç ve lüzumsuz cemilekârlıklarıyla olmadık işler yapıyor ve onu bizar ediyordu… Bunun kadar bir kimseyi rüsva eden bir deve hiç görülmemiştir.(Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 126)
58 | Cemiyet (Ar.): Dernek
Cemiyetin diğer efradına gelince onlar safdilce korkularını saklamak için hakikaten hiç cebrinefs etmediler. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 155-156)
59 | Cenubi (Ar.): Güneyle ilgili, güneye özgü olan
Sunglarla uyuşarak Kinleri alt yandan da çember içine almaya savaşıyordu. Her türlü tereddütlerde beraber gene Çinlileri boyunduruk altında tutan Kinleri ezmek Sungların da emeli, millî emeli idi. Cengiz’in o emele müzaheret eder görünüşü Cenubi Çin’de bayramlar yaratmıştı. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 217)
60 | Cereyan (Ar.): Bir yöne doğru akma, akış, akıntı; bir şeyin gelişme, olma durumu; aynı eğilimde olan, aynı görüşü paylaşan kimselerin oluşturduğu hareket
Eğer ok atmada göze çarpacak derecede liyakat gösterirler ve yüzmede Dinyeper Nehri’ni cereyanının aksi istikamette yüzerek geçmekle herkesin hayretini mucip olurlarsa bunlar öyle bir meziyet teşkil ederdi ki acemiler resmen Kazakların arasına kabul olunurlardı. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 40)
61 | Cezbe (Ar.): Bir duygu veya bir inanışın etkisiyle aşırı ölçüde coşup kendinden geçme durumu
O zaman Baya elindeki udu bir tarafa bırakır, iri gözleriyle müezzine bakar ve ezanı içer gibi zevk ile dinler. Ezan devam ettikçe o, mest-ü müstağrak, ilahi bir Doğu azizesi hâlinde, ruhani bir vecd ile ürpererek donar, kalır. Tartaren heyecan içinde onun kalkıp abdest aldığını, namaz kıldığını, hayranlıkla temaşa ederken bir taraftan da bu kadar derin cezbe veren bir dinin çok güzel ve çok kuvvetli olması lazım geleceğini düşünürdü. (Alphonse Daudet, “TaraskonluTartaren”, s. 84-85)
62 | Cibillî (Ar.): Yaradılıştan olan, tabii
Kadınların çoğunda olduğu gibi onda da çocuklarını sevmek, hayvani bir ihtiyaç ile onları yedirmek, bakmak ve korumak cibillî idi. Fakat hayvanların aksine olarak, o tasavvur ve muhakeme kudretinden mahrum değildi. Tavuk, civcivinin başına gelmesi melhuz bir kazadan korkmaz, yavrusunu tehdit eden hastalıkları bilmediği gibi, biz insanların hastalığa ve ölüme karşı çare sandığımız ilaçlardan da haberi yoktur. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 64)
63 | Cidal (Ar.) : Savaşma, cenk. Ağız kavgası, çekişme
Kösem Sultan, işlediği cinayetten dolayı yüz gösterebilecek her ihtimali hesaplamış ve nefsini o ihtimallere göre hazırlamış bulunuyordu. Oğlunun uzun bir cidale atılmak şöyle dursun, küçük bir araştırmaya bile kalkışamadığını, candan bağlı gibi göründüğü kadının ölümünü delice bir tevil ile âdeta tabii bularak gülmeye koyulduğunu görünce şaşırmaktan kendini alamadı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 158-159)
64 | Cihangir (Far.): Dünyanın büyük bir bölümünü eline geçiren kimse, fatih
Şimdi onlar görünüşte karı koca gibi yaşıyorlardı, hakikatte ayrı düşüp ayrı kalkıyorlardı. Temuçin, Güncü’nün muhabbetinden daha yüksek emeller peşindeydi, cihangirlikler kuruyordu. Bu sebeple de güzel kadının şu istiğnasından küçük bir teessür duymuyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 89)
65 | Cüda (Far.): Yurt, baba ocağı gibi çok sevilen şeylerden ayrılmış olan, uzak kalmış olan
Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burun-larından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettikleri acı, düşman eline düşmüş ve vatandan cüda kalmış bir esirin duyduğu elemle ölçülemez. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 58)
66 | Cürmümeşhut (Ar.): Suçüstü
Lakin aşk hatıralarıyla dolu bir yerde ve Tuman Ağa’nın zarif hayaliyle ruhunu karşılaştırdığı bir sırada yeni bir kadın mevzusuna gönlünde yer vermekten sıkılmıştı. Bu sebeple cürmümeşhut hâlinde yakalanan bir çocuk gibi Hızır Hoca’nın mektubunu cebine soktu ve bahçeden savuştu. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 123)
67 | Çeşmiçerez (Far.): Göz çerezi
Muhit ve zaman bakımından bu muhakeme tarzı, şüphe yok ki, doğruydu. Gözle, dille, elle, kalemle de namussuzluk yapılabileceğine o devirde inanılmazdı. Şunun bunun kızına, oğluna yer gibi, ısırır gibi bakmaya çeşmiçerez yahut göz zinası derler ve bu kepazeliği hoş görürlerdi. Komşunun evine gireni, çıkanı tarassut etmeyi vazife telakki ederlerdi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 294-295)
d
68 | Dalalet (Ar.): Sapkınlık, doğru yoldan ayrılma
Mahkûm yaşamak için halkolunmuşken yanlışlıkla ve birtakım tesadüflerin zoruyla hâkim mevkisine düşen fertlerin ve cemiyetlerin hepsinde bu hâlet, yani esirliğe iştiyak dalaleti görülür. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 126)
69 | Daüssıla (Ar.): Yurt özlemi
Cebe bu harpten sonra orduyu Söbütay’ın emrinde bıraktı, Karakurum’a döndü. Daüssılaya tutulmuştu, öz yurdunun iştiyakıyla manevi ızdıraplar geçiriyordu.
(M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 263)
70 | Debdebe (Ar.): Görkem
Türk haşmetine Avusturya debdebesiyle karşılık vermek isteyen imparator da baştan aşağı demir kaplı süvarilerini, parlak kostümlü piyadelerini sıralayarak kalabalığa müsellah bir enginlik katmış bulunuyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 130)
71 | Deraguş (Far.): Kucaklama, sarma
Kara Süleyman sıkı bir deraguş ve sürekli bir buse sağanağı arasında felaketi anlattı, rüya keyfiyetine temas etmeyerek sadece sadrazamın azlini söyledi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 15)
72 | Derpiş (Far.): Öngörme, göz önünde tutma, aklından geçirme
Bu mukayeseden muazzep olan Kör Mahmut, bir an için Emire Zeynep’ten ayrılmak fikrini derpiş etmek istedi. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 259)
73 | Deruhte (Far. + Ar.): Üzerine alma, üstlenme
Daireden gaybubetini Hasan tevil edip mesuliyeti üzerine almak da Çeşmi Efendi tarafından deruhte ediliyordu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 28)
74 | Devriâlem (Ar.): Dünyayı dolaşma
Halam akşam yemeği için beni Lincoln Otelinde bekliyordu. Beni kucakladığı zaman sevincinden ağladı ve zannederim ben de devriâlem seyahatinden gelmiş olsaydım onu görmekle daha ziyade sevinmezdim. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 124)
75 | Didar (Far.): Yüz, çehre
“Ne Musa…” dedi. “Bu nimete erdi, ne Harun ne Davut bu ikbali gördü, ne Süleyman! Ulu Tanrı işte mübarek cemalini görmekliğimi, mübarek ayaklarına yüz sürmekliğimi nasip etti. Ben, ceddin büyük Süleyman Hazretleri’nin, deden rahmetli Selim Sultan’ın, cennetmekân pederiniz, Murat Han’ın dahi ayaklarına yüz sürmüşüm, iltifatlarını görmüşüm. Fakat bu güne dek cenabınızın didarını yakından görmek, ayağını öz ağzımla öpmek müyesser olmamıştı.” (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 298)
76 | Dilaver (Far.): Yiğit, delikanlı
Kara Abdurrahman’la arkadaşları, yine vakur ve yine kayıtsız salonda sıralanmışlardı. Ne o iç gıcıklayan esrarlı ışıklar ne o tutam tutam sırmalar ve kucak kucak yaldızlar ne de havayı şaraba çeviren nefis kokular, tekellüfsüz bir gururun riyasız vakarını bakışlarında yaşatan bu dilaver Türkleri hayrete düşürmüş değildi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 205)
77 | Dilber (Far.): Alımlı, güzel kadın
Fakat göçün neşesi genç kızlar kümesinde görünürdü. Oynak atlara binmiş olan bu coşkun kanlı dilberler, mütemadi oyunlarıyla ve terennümleriyle göçe şen bir hava püskürürlerdi. Birtakım kızlar da millî sazlarıyla millî şarkılar teganni ederlerdi. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 86)
78 | Dimağ (Ar.): Beyin, bilinç, zihin
Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş, efsunlu bir müselles gibi dimağında hep birden yer almış olup o dimağ, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu müsellesin incitmeyen sıkleti altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 34-35)
e
79 | Ecnebi (Ar.): Yabancı
Yüksek duvarlı, taş kuleli, demir kapılı, geniş hendekli sefarethanelerin icabında kale rolü oynayacağı düşünülerek böyle bir akıbete yol açtırılmamak devlet ulularınca en mühim vazife sayılıyordu, elçilerin tasarladıkları yapı işleri için yerli usta ve amele kullanmalarına ise kimse razı olamıyordu. Zira -para ile de olsa- bir Osmanlı’nın ve hele bir Müslim’in ecnebiye hizmet etmesi şerefsizlik tanılıyordu. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 210)
80 | Efkârıumumiye (Ar.): Kamuoyu
Tahsil görmüş kimselerin çoğu ilgisiz, kuruntusuz hiçbir azap duymadan kendilerini rezilete kapıp koy vermektedirler. Bizde ceza kanunundan ve -tabir caiz ise- efkârıumumiye denilen millî vicdandan başka bir müeyyide kalmadığına göre böyle bir azap duymaya mahal kalır mı? (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 72)
81 | Efrat (Ar.): Bireyler, fertler
Ordu: Yüz, bin ve on bin kişilik kıtalardan mürekkeptir. Silahları muhafazaya memur zabitler onları bizzat kendi elleriyle neferlere teslim ederler. Harpten sonra silahlar depoya bırakılır. Efrat, silahlarını kışın ava gitmek için de alabilir.(M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 289)
82 | Ehemmiyet (Ar.): Önem
Eğer bir an dikkat gevşeyecek olursa hataya düşülür. Bunun neticesi olarak ya ziyan edilir yahut oyun kaybolur. Bundan başka hareketler yalnız mütenevvi değil aynı zamanda ehemmiyet itibarıyla de birbirine eşit olmadığı için bu gibi hatalara düşmek ihtimali pek çoktur. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 197)
83 | Ekseriya (Ar.): Genellikle
Fakat aşk, tende can, çiçekte ıtır gibi sezilip de tarif olunamayan ilahi sırlardan, samedanî muammalardandı. Taalluk ettiği ruhu kemale ulaştırmakla beraber, o ruhun mahfazası olan bedeni ekseriya alil eder, zelil eder. İdrake, cila, kalbe-garip bir istiğna verdiği hâlde, ışığına layık gördüğü kimseleri hemen hemen daima, derbederliğe sürükler, sefil eder. Böyle her kudretten üstün bir kudreti kavramak hünerdi, din olarak tarif etmek marifetti. Bafa, işte bu hüneri ve bu marifeti de gösteriyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 99)
84 | Elem (Ar.): Acı, üzüntü, dert, keder
Kara Mehmet, kendi bileğindeki kuvvetten bir parça koparıp da kadınların pamuk bileklerine aşılayamadığı için elem çekiyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 95)
85 | Emel (Ar.): Gerçekleştirilmesi zamana bağlı istek
Hayatı ve ölümü aynı şekilde korkunç bularak kâh dinsiz kâh hurafelere inanır bir şaşkınlık içinde yıllarca kalmış. Bu kadarı yetmiyormuş gibi hayatının sonlarında bundan daha müthiş azaplara düşmüş. Emellerinin hedefi elemlerinin kaynağı olmuş.(Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 109)
86 | Encam (Far.): Son, işin sonu
Allah encamımızı hayretsin. Biz boşuna akan bir suya benziyoruz. Kaynağımıza bakan yok. Bu bakımsızlığın sonu çok kötüdür.(M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 87)
87 | Esatirî (Ar.): Mitolojik, efsanevi
Taraskonluların indinde Cezayir, Afrika, Yunanistan, İran, Elcezire pek müphem, hemen esatirî bir memleket teşkil eder. Bu memlekete Törler yani Türkler ismini verirler. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 42)
88 | Esbabımucibe (Ar.): Gerekçe
Casus Lehli, uzun bir lahza düşündükten sonra imparatora esbabımucibeli bir hareket planı çizdi. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 276)
89 | Eşhas (Ar.): Kişiler, şahıslar
Çoğu kırlardan ve kasabalardan uzak mahallerde yapılan bu kervansarayların her biri, nereden geldiği belirsiz birtakım eşhasın eline geçmişti. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 85)
90 | Etvar (Ar.): Tavırlar, hâller, davranışlar
Kıyafetinin, kıyafeti gibi etvarınında son derece sadeliği, şüphe götürmeyen amirlik sıfatını, icabında mazur gösterebilirdi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 35)
f
91 | Fahur (Ar.):Çok övünen, çok böbürlenen
Daracık sokaklardan -dünya güzelinin hayaline sarılarak- ferih ve fahur süzülüp geçiyordu. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 196)
92 | Faikiyet(Ar.): Üstünlük, yükseklik
Dikkat tamamıyla ve kati olarak lazım olmadığı için oyuncuların en çok zekâ ve en sürat intikal sahibi olanı bütün faikiyetleri elde eder. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 197)
93 | Faraziye (Ar.): Varsayım
Şimdi bir şahıs bekliyorum ki bu kasaplığın faili olması ihtimali vardır. Bu adam irtikâp olunan cinayette kısmen methaldardır İhtimal ki cinayetin feci kısmında kısmen masumdur. Bu faraziyede aldanmadığımı ümit ederim. Çünkü muammanın hallini bu faraziye üzerine istinat ettiriyorum. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 216)
94 | Fariğ (Ar.): Vazgeçmiş, çekilmiş; sıkıntısız, rahat
Bir taraftan kırlangıçlar havayı doldurur ve akşam olunca sağan denilen dağ kırlangıçlara keskin çığlıklarıyla birbirlerini kovalamaktan fariğ olurken yarasalar ortaya dökülür ve sıcak akşamların feyzi ile yeniden dirilmişe benzeyen bu acayip kuş sürüsü küçük çan kulelerinin etrafında gecelik dönmelerine başlarlardı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 49)
95 | Fasit (Ar.): Kötü, bozuk, ara bozucu, fesat çıkaran, müfsit
Yaşayışta ve gösterişte biri öbüründen geri kalmayan zorbaların iş çıkarmak ve iş başarmak bahsinde Nakilci’ye tekaddüm hakkı vermeleri, ocak ustalarının fitne uyandıracakları zaman son sözü Nakilci’ye bırakmaları, saray ve Babıali ricalinin ocağa taalluk eden işlerde ilkin Nakilci’yi hatırlamaları da hep o fasit zekâdan ileri geliyordu. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 252)
96 | Fazilet (Ar.): Erdem
Krallar, yüksek aileler, zümreler ve ahali hep kendilerine mahsus inanışlara ve ihtiraslara maliktirler. Çok kere onlara eğri yollardan hizmet etmek lazımdır. Allah ve insanlık ise bizden yalnız fazilet bekler. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 76)
97 | Fecaat (Ar.): Çok acıklı, yürekler acısı durum
Fakat Teodosya’nın Dimitri İştovan’ı örnek göstererek Türklerle yüz yüze gelmekteki fecaati izah etmesi üzerine şuur altına atılmış bütün o endişeler şaha kalkmış ve zavallı muhafızın hâli tamamıyla başkalaşmıştı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 177)
98 | Fecir (Ar.): Tan vakti, tan kızıllığı
Fecirle beraber yedi arkadaş, bulundukları odadan çıkmışlardı. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 22)
99 | Feragat (Ar.): Hakkından kendi isteğiyle vazgeçme
İşte nihayetsiz bir feragat içinde sessiz bir köşeye çekilerek gençliğimin en hararetli yıllarını beyaz bir sükûn içinde geçiriyorum. Bu yaşta, bu güzellikle böyle hayata arka çevrilir mi diyenlere ehemmiyet bile vermiyorum. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 68)
100 | Ferahfeza (Ar. + Far.): Ferah artıran, ferahlatan
Hava temiz, sular latif, mevki de cidden ferahfeza olduğu için Kör Mahmut, burada bir müddet meks edilmesini babalığından rica etmişti. Oğulluğunun arzusunu kendi meramına muvafık gören Küçük Ahmet, on gün kadar Erciyes eteklerinde tevakkuf edilmesine emir vermişti. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 209)
101 | Ferih (Ar.): Çok sevinçli, neşeli
Müttefik ordunun İskender Köprüsü’nden ferih ve fahur geçmesine meydan verdiği için azlolunan Kırım Hanı Selim Giray da bu meyanda yeniden hanlığa getirilmişti. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 374)
102 | Fettan (Ar.):Fitneli, karıştırıcı, gönül ayartıcı, cilveli
Evet, fettan kızın bütün o hiddetleri, şiddetleri -şehzadenin kendini son derece beğenmesinden istifade ederek- meşru bir izdivaç kabul ettirebilmek hülyasından ileri geliyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 93)
103 | Feveran (Ar.):Fışkırma, kaynama, birdenbire öfkelenme, köpürme, parlama
Sultan Mehmet’te böyle bir merak yoktu. O, sade gazap hâlindeydi. Zira ayak divanında kendini sövülmüş, dövülmüş sayıyordu ve o gün bin zincirleme hakareti yapanlardan ikisini karşısında görür görmez -zebunküşlere yakışan bir feveran ile- mücessem gazap kesilmişti. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 362)
104 | Fevk (Ar.): Üst, yukarı
Şu hâlde Bafa, devrin telakkileri fevkine çıkıyor, saray ananelerini tekmeliyor, ahlak kaidelerine tükürüyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 117)
105 | Fevkalbeşer (Ar.): İnsanüstü
Yine ulcaştılar ve dualarını tekrar ettiler. Timur, Zühre yıldızını almak istediğini söylese aynı şeyi yapacaklardı ve hiçbir hayret eseri göstermeyeceklerdi. Çünkü onlar, o her biri Timur namına bir taht devirmiş ve bir ülke almış kahramanlar, efendilerinin fevkalbeşerliğine iman eden kimselerdi.(M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 184)
106 | Fezahat (Ar.): Rezillik, ayıp, rüsvalık
Lakin yeniçeriler, tıpkı mecrasından ayrılıp günde bir yatak değiştiren tabiat dışı bir nehir gibi devirici, yıkıcı bir coşkunluk içinde cinayetlerle, fezahatlerle, şenaatlerle dolu bambaşka bir tarih işliyorlardı. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 50)
107 | Filhakika (Ar.): Gerçekten, doğrusu, hakikaten
Filhakika benim de o zamana kadar bundan başka yaptığım hiçbir iş yoktu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 43)
108 | Firaklı (Ar.): Üzüntülü, dokunaklı, içe işleyen
Nihayet kadın öldü ve en firaklı ciheti, öldüğü sırada son durumunu anlayacak kadar aklı başında imiş. Bütün hayatında tavsiyeleriyle hareket ettiği kimseler tarafından hor görülüp soyulduğunu anlamış.(Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 109)
109 | Fütur (Ar.): Bezginlik, umutsuzluk, usanç
Başının püsküllü belası gene o deve! Trenin arkasında rayların üstünde yeise düşmeksizin trene yetişmek azmiyle salla pata pergellerini açan zavallı deve!.. Tartaren yeis ve fütur içinde bir köşeye büzüldü ve gözlerini kapadı. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 126)
g
110 | Garabet (Ar.): Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık
Bu, yerde sürünen aczin gökte gürleyen kudrete hayranlığını ifade eden bir durumdur. Fakat hiçbir şehrin gökten gelecek misafiri karşılamaya çıktığı görülmemişti. Dimetokalılar şiir sayılacak bir iman ve yine şiir sayılacak bir heyecan içinde işte bu garabeti gösteriyorlardı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 90-91)
111 | Garp (Ar.): Batı
Cengiz Han, teenni eder görünmekle beraber âdeta sabırsızlanmıştı, bir ayak evvel garba dönmek, Harzem’den Bağdat eteklerine kadar uzayan topraklardaki Türkleri de kendi bayrağı altına almak için hummalı bir iştiyak taşıyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 227)
112 | Gaşyolmak (Ar. + T.): Kendinden geçmek
Bektaş, kendi hayatının hususiyeti dolayısıyla platonik bir aşkın zevki içinde gaşyolup gitmek istiyordu. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 267)
113 | Gaybubet (Ar.): Göz önünde bulunmama
Fakat ben bu haberden ne mütehayyir ne de müteessir göründüm. Hatta şu gaybubetinin uzun sürüp sürmeyeceğini de sormadım. Onun bu ağzı kullanacağını biliyordum. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 45)
114 | Gayritabii (Ar.):Sıra dışı, acayip, acayip bir biçimde
Üç yüz erkeğin arasına bir kadın karışması hiçbir gayritabiilik uyandırmış değildi. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 115)
115 | Gayur (Ar.): Gayreti olan, gayretli, çok çalışkan
Pek öyle sıkı sıkıya kendimi kapamadım, öyle yapsaydım sıkıntıdan boğulur ölürdüm; fakat kendimi, evham ve hayalatın düşmanı olan faal, gayur, ihtisasçı ve pek meşgul, fikir adamlarının çerçevesi içine aldım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 213-214)
116 | Gazap (Ar.): Öfke, kızgınlık, hiddet
Mevlevi Mehmet, celladın da vazifedenistinkâf ettiğini görünce gazaba geldi, kendi eliyle padişahı boğmak emeline kapıldı ve bunu yapamayacağını kestirdiğinden eline bir sopa alıp dışarı fırladı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 334)
117 | Gıllıgış (Ar.): Kin, gizli ve kötü amaç
Zavallı Mahmut’un niyeti saftı, gönlünde gıllıgış yoktu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 419)
118 | Güruh (Far.): Değersiz, aşağı görülen, küçümsenen topluluk, derinti, sürü
Ulema güruhu tamamıyla maksada bağlanmış olduğundan, saraya karşı müttehit bir cephe alındığından artık Fatih Camisi’nde durulmak abesti. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 285)
119 | Güzide (Far.): Seçkin, seçilmiş, seçme, aydın, okumuş
Şehrin kadın erkek bütün güzideleri mutlaka orada bulunacakmış, şayet ben gitmezsem toplantı hiçbir şeye benzemeyecekmiş. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 78)
h
120 | Hacalet (Ar.):Utanma, mahcubiyet, utangaçlıkla şaşırma
Omuzlarını çökerten, saçlarını ağartan, sıhhatini kurutan hacaleti ve sefaleti, hiç olmazsa mezarın eşiğinde bırakmak, sükûn içinde ebediyete kavuşmak ihtiyacını besliyordu.(M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 346)
121 | Hacbetmek (Ar.): Mirasın tamamından veya bir kısmından menetmek
Vârisler bunu haber alınca çok sinirli oluşunu bahane ederek deli diye onu kapatmışlar ve kendisini hacbederek servetini idare ettirmişler.(Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 109)
122 | Hadise (Ar.): Olay
Bu kız, madamın korku içinde titreye titreye yatağa atılışıyla bahçıvan yamağının şu vakitsiz gelişinde bir münasebet tevehhüm ettiğinden, efendiden önce karısına haber verilmesini münasip gördü ve hemen yukarı koşarak, uykusuz gözlerinde bahçedeki hadisenin izleri nemlenen Madam Mari’ye keyfiyeti bildirdi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 69)
123 | Hail (Ar.): Engel
Önümüzdeki ölüm girdabıyla aramızdaki hail işte bu parmaklıktan ibaretti. Rüzgârın her darbesinde koca kulenin, ayağımızın altında nasıl belli bir surette sallandığını duyarak, yükselen denizin şamatalarıyla teşvik edilir gibi aşağıya doğru çekilerek, uzun müddet en büyük bir şaşkınlık içinde kaldık. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 145)
124 | Hakikat (Ar.): Gerçek, gerçeklik
Ara sıra şuradan bir geyik fırlayarak, öteden bir sülün uçarak onları hayalden hakikate çeviriyordu. Fakat avlanmak için yola çıktıklarını bu canlı ihtarlara rağmen düşünmek istemiyorlardı, iltizami bir kayıtsızlıkla yine yürüyorlardı.(M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 317)
125 | Hakir (Ar.): Aşağı görülen, değersiz
Ömrümde, ihtişamı bakımından en çok ve istifadesi itibarıyla en az olan bu seyahatim hakkında size hiçbir şey söyleyecek değilim. Dünyada öyle yerler var ki oralara bu kadar alelade bir derdi taşıyıp bu kadar az erkekçe gözyaşları döktüğümden dolayı kendimi âdeta hakir görürüm. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 177)
126 | Halaskâr (Ar. + Far.): Kurtarıcı
Yani, bu öğütler verilirken sessizce rükûya varmış, sessizce halaskârlarını selamlamış ve yine sessizce çekmeceyi koltuğuna sıkıştırıp sofadan savuşmuştu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 154)
127 | Hâlet (Ar.): Durum
Bu hâlet, onun idrakine çok aykırı gelen bir şeydi. Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni Süleyman’ın torunu ve onlar gibi şehinşah olmaya namzet bir şehzadeden dudağını, yanağını hatta hayatını esirgeyecek bir kadın yeryüzünde -onun zu’muna göre- mevcut olamazdı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 85)
128 | Hâletiruhiye (Ar.): Ruhsal durum, ruh durumu
Musiki beni bestekârın o besteyi yaptığı andaki hâletiruhiyesine alır götürür. Ruhumu onun ruhu ile mezceder ve mütevali duygularında onu takip ederim. Bu niçin böyledir? Onu bilmem. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 95-96)
129 | Halim (Ar.): Yumuşak huylu (kimse)
Sokrat’ın baldıran içtiği esnada olduğu gibi halim ve sakin olan kahraman Taraskonlu herkesenüvazişkâr bir söz söylüyor, herkese tebessüm ediyordu. Alelade söz söylüyor, herkese karşı nazik davranıyor, sanki seyahate çıkmadan evvel arkasında bir sevgi izi, bir teessüf ve iyi bir hatıra bırakmak istiyordu. (Alphonse Daudet, “TaraskonluTartaren”, s. 44)
130 | Halita (Ar.):Birden çok ögeden oluşmuş karmaşık bir bütün
Bu hissiyat rengârenk ve gayrimütecanis bir halita teşkil ediyordu. Henüz kin hâline gelmemiş şedit bir hususiyet, itibar ve ondan ziyade hürmet ve gayet büyük ve endişeli bir merak… (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 181)
131 | Hamletmek (Ar.): Bir sebebe yüklemek, yormak
Misafirler, saray sofrasında kendi şehirlerinin ekmeğini, çöreğini, şerbetini, paluzesini bulmaktan çok mütehassis olmuşlar ve bunu Safo’nun zarafetine hamletiklerinden kadını candan sevmeye başlamışlardı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 143)
132 | Haris (Ar.): Açgözlü
Abdurrahman, sönmez bir ışık hâlinde yakıcı bir kucaklama tesiri yapan bu haris bakıştan ihtiyarsız irkildi, hafifçe kaşlarını çattı ve için için söylendi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 44)
133 | Hars (Ar.): Kültür
Fakat Çin’in ve Koran’ın zaptı şu Harzem seferi kadar Cengiz’i kuvvetlendirmemişti. Son zaferle o, şark Türklerine nazaran harsça, servetçe daha ileride bulunan garp Türklerini de elde etmiş oluyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 256)
134 | Hasbihâl (Ar.): Söyleşi, sohbet
Hemen her konak yerinde bu hasbihâller tazeleniyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 89)
135 | Hasiyyet (Ar.): Hususi fayda, kuvvet ve menfaat, tesir, keyfiyet
Bununla beraber onların yaman bir kuvvet olduğunu anlıyordu. Paladan daha keskin görünen sarıktaki, zırhtan daha sağlam tanılan cübbedeki bu hasiyyetin sırrını keşfedemediği hâlde var ve yaşar bir hakikat olduğuna kanaati vardı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 424)
136 | Hassa (Ar.):Özellik, hasiyet
Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şeyi Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut Anderya Dorya’ya boyun eğmesini zaruri gösteriyordu. Harbe girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir netice çıkmasına asla imkân yoktu. Fakat gücünün şiarı muhali mümkün kılmaktı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakmak, suyun boğmak, kasırganın yıkmak hassalarını kaybettiği çok görülmüştü. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 29)
137 | Haşiye (Ar.): Dipnot, bir eseri daha iyi açıklamak için yazılan kitap
Bir salnameden bir sürü ism-i haslarseçer, onları bir kâğıda dizer, altlarına bazı haşiyeler ilave ederdi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 51)
138 | Haşmet (Ar.): Görkem
Şimdi de aynı şey yapılıyordu ve sarayın haşmeti, iki odalı bir evin eşeğinde tecessüm ettiriliyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 49)
139 | Haşyet (Ar.): Korku, korkma
Gamlı sipahi, kayığı yürüterek açığa çıktı, Anadolu yakasına doğru kürek çekmeye koyuldu. Sarayburnu’ndan uzak kalmak istiyor ve oraya bakmaktan acı bir haşyet duyuyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 74)
140 | Hatime (Ar.): Son, sonuç, son deyiş
Şehzade, hiçbir kadından duymadığı o sualle, bu hatimeden yüreğine sızan renk renk haz içinde gaşyolup gitmek üzereydi. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 95)
141 | Havi (Ar.): İçinde bulunduran, kapsayan
En müthiş ceza katillere veriliyordu, bir çukur kazılıyor, katil oraya indiriliyor, öldürülen adamın cesedini havi tabut katilin üzerine konuluyor ve ikisi birden toprak altına gömülüyordu. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 40)
142 | Hayalperest (Ar. + Far.): Hayalci
Ufkunu genişletmek ve çarşı muhitini biraz unutmak için beyhude yere kendini baobaplar ve diğer Afrika nebatlarıyla ihata ediyor, silah üstüne silah yığıyor; Malezya hançeri üstüne Malezya hançeri ilave ediyordu. Beyhude yere hayalperestane kitaplarla beynini dolduruyor ve layemut Donkişot gibi hayalatın şiddetinden ve hakikatin pençesinden kendini kurtarmaya çalışıyordu. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 18)
143 | Hayat(Ar.):Canlı, sağ olma durumu, yaşam
Kapıya gelenlerin lafı uzatmaları ve kendine mukadder ve mübeşşer olan hayat değişikliği saatinin gecikmesi ihtimali de üzüntüsünü çoğaltıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 50-51)
144 | Haysiyet(Ar.): Değer, saygınlık, itibar
Hünkâr, kaideye uygun olan bu dileği kabul etmekten -biraz da anasının ısrarıyla- geri kalmadı. Ahmet, ikinci vezir olmak haysiyetiyle o makama zaten namzetti. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 220)
145 | Hazakat (Ar.): Tıpta ustalık, uzluk
Kösem, şu dereden, bu dereden su getirerek oğlunu biraz yatıştırdı, hamalzadenin Büyükada’ya sürgün edilmesine emir vermek suretiyle hayatını kurtardı, yerine İsa adlı birini hekimbaşı yaptırarak oğlunu onun hazakatine teslim etti. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 65-66)
146 | Hazin (Ar.): Acıklı, üzüntü veren, dokunaklı, hüzünlü
Artık yalnız bulunmamak sabırsızlığı. Ta ki eğer ez çok tanınmış bir ismim varsa, onunla hodbinliğimi tetviç etmek gibi hazin bir neticeye varmış olmayayım.(Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 135)
147 | Hemdem (Far.): Birlikte yaşayan, arkadaş
“Aşktan anlayanların hayatı nasıl telakki ettiklerini söyledim, şimdi o olgun insanların aşkı da nasıl anladıklarını söyleyeceğim, kulağınızı iyi açın: ‘Aşk, eşi olmayan bir cevherdir: Anın vasfı emsal ile denilmez; aşk, yakası açılmamış bir sırdır: Anın tasviri misal ile bilinmez: Aşıkların dili altında sözler vardır ki dudak ona mahrem olmaz. Aşk ehlinin, göğüsleri içre nefesler vardır ki dem ana hemdem olmaz. Aşk, bir zahirdir ki örtülmez. Aşk, bir sırdır ki açılmaz. Aşkın kimseyle kârı olmaz. Aşk aynası jengarî olmaz. Aşk, serazadeleri bende eder. Aşk, başları yüksekte duranları, efkende eder. Aşk, efsane ve efsun değildir. Aşk sanatı herdun değildir. Her aşk davası eden âşık olmaz, her muhabbetten dem vuran sadık olmaz. Aşk bir kimyadır, anın madeni can olur. Aşk bir cevherdir, anın mekânı kan olur. Aşk bir zevktir, anın da başka bir dili var. Aşk, bir şevktir, anın da ayrı ehli var. Aşk, bir coşuştur, anın da şeydaları var. Aşk, bir taşıştır, anın da deryaları var. Her gönül ki aşka hane ola: Bela okuna nişane olur ve her gönül ki muhabbete makam ola. Mihnet anda müdam olur.’ ” (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 101)
148 | Hercümerç (Far.):Altüst, karmakarışık, darmadağınık, allak bullak
Aynı zamanda Türklerin birkaç gün sonra Dimetoka’yı zapt edeceklerini de anlıyordu. O vakit bir hercümerç başlayacaktı. İhtiyar, bu kargaşalık içinde bulunmayı da istemiyordu. Bu sebeple prens ve karısı, papazlar ve halk, kötü kötü düşünerek kasabaya girerlerken o, adımlarını açtı, Edirne istikametine savuştu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 114)
149 | Hıyaban (Far.): İki tarafı düzgün ağaçlı yol veya bulvar
Onda bülbülleri güllerden, deniz kuşlarını denizin renginden ve köpüğünden, serçeleri dudak dudağa aşk fısıldaşmak neşesinden uzaklaştıracak bir güzellik buluyordu ve kadının bir işaretiyle, gül fidanları arasında bir erkek bülbüle, havuzlar önünde bir erkek martıya, hiyabanlar içinde bir erkek serçeye dönmekten, ruhu, istihaleler geçire geçire o hayvancağızların rollerini taklit etmekten enikonu saadet duyuyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 141)
150 | Hicap (Ar.): Utanma, utanç, sıkılma
Kabil değil cümlenin sonunu bağlayamadım. O bu genç kızlığın mukaddes hicabını takdir etti ve benim yarıda bıraktığım sözü tamamladı. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 14)
151 | Hilkat (Ar.): Yaradılış, fıtrat
Timur’un hükmü, tam bir hakikat ifade ediyordu. Çünkü İslam Hatun, güzeller şehinşahlığına layık bir hilkat bediası idi. Saçından topuğuna kadar kusursuz bir güzeldi. Geçirdiği kaza, yüzüne donuk bir renk getirmişti. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 116)
152 | Himaye (Ar.): Koruma, gözetme, esirgeme, koruyuculuk, gözetim
Sanki benim himayeye ihtiyacım varmış! Jip beni ondan iyi muhafaza ediyor. Babam onu benim mahremim zannediyor. Lakin ben ona hiçbir sır söylemiyorum. Emniyet edeceğim adamları ben kendim intihap ederim. Bir anne yerine Miss Murdstone gibi asık suratlı bir ihtiyar kadın bulmak ne hazin… Öyle değil mi Jip? Bunun için ona hiç gizli bir şeyimizi söylemeyeceğiz ve onun rağmına mesut olmaya çalışacağız. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 142)
153 | Hodkâm (Far.): Bencil
Yuvanis, nurun tekellüm ve güzelliğin şikâyet ettiğini duyduğuna zahip oluyordu, sürüne sürüne gittiği yerde ruhi zelzeleler geçiriyordu. Güneş konuşsa ona bu kadar tat vermeyecekti, güller dikenlerinden dert yansalar, onu bu derece muzdarip etmeyecekti. Bununla beraber aldığı tada ve duyduğu ızdıraba kanmıyordu. O tekellümün ve o şikâyetin dinmemesini istiyordu. Kız susunca o dileğine dilini tercüman yaptı, hodkâm bir iştiyakla söylendi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 163)
154 | Hudut (Ar.): Sınır, uç son
Mutat olan konuşmalarımızın bu daracık hududundan -ne kadar seyrek olursa olsun- çıkmamızı müteakip fırtına kopardı. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 68)
155 | Hulul (Ar.):Gelme, gelip çatma, girme, sinme, Tanrı ruhunun herhangi bir bedene girdiğine inanma
Safo, aşkına sık sık yapılan ihanetlere karşı gösterdiği evliyavarî tahammülle, Şehzade Murat’ı kendine tamamıyla bendetti, velvelesiz bir hulul ve nüfuzla sarayın ruhu kesildi. Mehmet Sultan’dan sonra, Ayşe ve Fatma adlı iki kız doğurduğu için kendisi, kuvvetli bir müsellesin içinde yaşıyor demekti. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 154)
156 | Huluskâr (Ar. + Far.):Temiz duygulu, içten
Yüzüne bakınca anladım ki senelerce huluskârlık, tezellül ve hilekârlıkla kazandığı bu iktidarı kullanmaya azmetmişti. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 184)
157 | Humma (Ar.): Ateşli hastalık, sıtma nöbeti
Bu rüşeymî duyguda o, yalnız değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı müphem incizabın, iştiyakın ve ihtiyacın hummasını yaşıyorlardı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 36)
158 | Huşunet (Ar.): Sertlik, kabalık, kırıcılık
Dimitri İştovan da bu gülünç rivayetleri, bu ahmakça dedikoduları, aşağı yukarı, tasdik etmekten çekinmiyordu. Yalnız o, muharebede çok haşin olan Türklerin, musahabede pek zarif olduklarını ilave ediyordu. Tüyler ürpertici bir huşunetle yürekler avlayıcı bir zarafetin, aynı şahıslarda birleşmesi meselesinde, Dimitri İştovan bilhassa ısrar etmekten geri kalmıyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 99)
159 | Hülasa (Ar.): Özet, fezleke, kısaca
Maharetle tahlil kabiliyeti arasında muhayyile ile tahayyül kuvveti arasındaki farktan daha büyük bir fark vardır. Lakin bunlar kati bir surette birbirlerine benzerdirler. Hülasa görülecektir ki mahir bir adamda büyük bir tahayyül kuvveti vardır. Ve hakikaten tahayyül kuvveti olan bir insan bir tahlilciden başka bir şey değildir. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 199)
160 | Hüsnaver (Ar.): Güzelliği çoğaltan. Güzellik veren
Evlerin kapıları alçak, kafesli pencereleri gayet küçük, sessiz ve hüsnaverdi. Sağda ve solda gayet karanlık salaş dükkânlarda, korsan başlı, ak gözlü, parlak dişli korkunç Türkler, çubuk içiyorlar ve sanki bir fenalık için anlaşmak istiyorlarmış gibi yavaş sesle konuşuyorlardı.(AlphonseDaudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 72)
161 | Hüzal (Ar.):Zayıflık, bitkinlik
Fakat tabiat kanunları bu zevk delisi hünkârın yıllarca ve yıllarca bu çılgın hayatı geçirmesine müsaade edemezdi. Vücut, pek sağlam halk olunmuş bulunmasına rağmen, artık eriyordu, hüzale doğru gidiyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 248)
162 | Hüzme (Ar.): Işın demeti, ışık değneği
Hayra alamet hummalı bir ürperme ile yanaklarına renk veren kızıllıklar, fakirleşen damarlarına faal kan dalgalarımın avdetine alametti. Onun böyle bir kış güneşi ve kesilmiş ağaçların reçineli kokusundan ibaret ufak bir şeyle yeni hayat bulması beni hayret ve fütur içinde bıraktı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 229)
ı i
163 | Istırari (Ar.): Zorunlu
O vakit ıstırarî bir zihin ameliyesiyle mukayeseler yapmaya girişiyor ve kocasıyla onların arasındaki hesaba sığmaz farkı apaçık görerek yeni bir zevkin, yeni bir hazzın sarhoşluğuna kapılıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 45)
164 | Izdırap (Ar.): Acı, üzüntü, sıkıntı, keder
Babam muzdaripti. Onun bu sakit ızdırabına ne şekilde olursa olsun bir tek kelime ile karşılık vermek manasız olacaktı. Önüme baktım ve sustum. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 27)
165 | İblağ (Ar.): Ulaştırma, eriştirme, bir şeyin miktarını tamamlama
Sana bir kere daha arz ve iblağ edeyim ki sen kendini Julie’nin felaketine alet ediyorsun ve ona yanlış bir yol tuttuğunu anlatmaktan çekinirken hem onu öldürecek hem de beni alçak bir cani mevkisine düşüreceksin. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 201)
166 | İbram (Ar.): Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek
Mevzunun çirkinliğini düşünmüyor, düşünmek de istemiyordu. Yalnız makul şekilde temin edemediği aşk ihtiyacını ve Türk’e kul olmak iştiyakını göz önünde tutarak o ihtiyaç ve iştiyakın ibramıyla iradesizleşerek yirmi Türk’ün hepsinden ayrı ayrı kam almak hülyasına kapılıyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 210)
167 | İbraz (Ar.):Ortaya koyma, gösterme, meydana çıkarma
O zamanlar kırkını geçkin olmakla beraber bu adam hâlâ görünüşte genç, oldukça iri, esmer renkli, tavır ve edası biraz ihmalkâr olmakla beraber sakin siması, ağırbaşlı söz söyleyişi, ihtiyatlı duruşu, aşağı yukarı ciddi bir zarafet ibrazından hali değildi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 12)
168 | İbzal (Ar.):Esirgemeden bol bol verme, yapma veya söyleme
Zekâ ve dirayet namına en iyi, en samimi ve bilhassa en alevli nem varsa ibzal ettim. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 91)
169 | İcabet(Ar.): Bir çağrıyı yerine getirme, bir çağrıya gitme, bir buyruk veya isteğe uyma, kabul etme, razı olma
Artık prensesin davetlerine, bahaneler bularak icabet etmiyordu, pek muztar kalıp da saraya giderse prensesin yanına sokulmuyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 101)
170 | İcap (Ar.): Gerek, gereklik, ister, lüzum
Kendisinin nankör çıkmayacağını söyler gibi davranıp icabında hamle yapmaktan gerikalmayacağını, yani kaynanasını Kösem Sultan’a benzetmek elinden gelirse de böyle bir cinayeti hissî necabet göstererek yapmayacağını anlatıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 56)
171 | İcazkâr (Ar. + Far.): İcazlı, kısa ifadelerle çok şey anlatmak halinde olan, mucizeli olmak. Başkalarını acze düşürecek derecede olmak
Hakikatte resmi görenler bunda harikulade bir benzeyiş ve canlılık gördüklerini fısıldıyorlar ve ressamın büyük iktidarına ve o kadar icazkâr bir surette güzel bir resmini yaptığı zevcesine olan derin aşkına bunu büyük bir delil addediyorlardı. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 173)
172 | İcbar (Ar.): Zorlama, zorunda bırakma
Bir prensesin hapsedilmesi büyük bir hadiseydi. O devirlerde günahlarını peçelemeyi bilmeyen kibar kadınlar ve kızlar manastırlara kapatılırlardı, ruhani bir hayatın sinir bozan tatsızlığı içinde Prokopyos’un “Anekdota”sı okutturularak, yani susuzluğa sevk ve fakat sudan mahrum edilerek tövbekâr olmaya icbar edilirlerdi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 109)
173 | İcmal (Ar.): Gösterge, özet, kısaltma
Size birkaç kelime içinde hülasa ettiğim bütün bu şeyler uzun, karanlık ve bir sürü ızdırapların pek kısa bir icmalidir. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 69)
174 | İçtihat (Ar.): Yasada veya örf ve âdet hukukunda uygulanacak kuralın açıkça ve tereddütsüz olarak bulunmadığı konularda, yargıcın veya hukukçunun düşüncelerinden doğan sonuç. Görüş, özel görüş, anlayış, kavrayış
Bu, işitilmemiş bir şeydi ve bütün Edirne halkını renk renk içtihatlara, tahminlere, hükümlere sevk ediyordu. Bizzat saray muhaf-ızının, kale kumandanının, zindan amirinin de bilmedikleri, öğrenemedikleri hakikat her ağızda başka bir şekil alıyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 110)
175 | İçtimai (Ar.):Toplumla ilgili, toplumsal, sosyal
İstenilen hizmet, onların içtimai vaziyetlerine ve diledikleri zaman saraya girip çıkmak salahiyetini haiz bulunmalarına göre gerçekten basitti. Bu sebeple evin sahibi olan madam, hemen elini uzattı.
“Ver…” dedi. “yüzüğü. Ben onu götürürüm, çekmeceyi de getiririm.”(M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 127)
176 | İçtinap (Ar.): Sakınma, çekinme, kaçınma
Zaten meselede asıl bahis mevzusu olan ben, yalnız benim ve size anlattığım sergüzeştin başlıca şahsiyeti hakkında son bir söz olmak üzere şunu söyleyeyim ki ben hayata yeni giriyorum. Hiç de geç kalmış değilim. Çünkü eğer yapılacak iş uzunsa onun iyi bir örneği hemen verilmiştir. Ben topraktan zevk alıyorum ve ondan anlıyorum; ufak bir tefahür ki hoş görmenizi rica ederim. Kafamı işleyebildiğimden daha iyi olarak tarlalarımı işleyeceğim. Hem daha az masrafla, daha az üzüntü ile ve etrafımdakilerin nefine olarak daha büyük bir verimle. Az kaldı aşağı hilkatlerin, içtinabı kabil olmayan nesrî bayağılıklarını, hiçbir adiliği hazmedemeyen yüksek mahsullerle karıştırıyordum. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 247)
177 | İffet (Ar.): Namus, temizlik
Koya indik. Gözüme ilk ilişen şey… Virginie’nin cesedi oldu. Vücudu kısmen kumla örtülmüştü. Yüzü hemen hiç değişmemişti. Gözleri kapalı idi. Fakat alnı kırışıksızdı. Yalnız yanaklarında iffetin pembesine ölümün soluk morluğu karışmıştı. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 93)
178) | İfrat (Ar.): Herhangi bir konuda çok ileri gitme, ölçüyü aşma, aşırı davranma, taşkınlık
Benim, nizama girmemiş, daha doğrusu intizamını kaybetmiş olan hayatımı ve bazen çılgıncasına çalışmak, bazen de tam bir atalet içinde kalmak gibi birbirine zıt ifratlara karşı zaafımı, disiplin altına alırdı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 179-180)
179 | İfsat (Ar.): Düzeni bozma, karışıklık çıkarma, kargaşalık
Günlerce, hatta diyebilirim ki aylarca, Madeleine’in izzetinefsi yaralanmış, dargın siması, bir vicdan azabı ısrarıyla arkama düşerek insafsızca bana suçumu ödetti. Zayıf bir anın her şeyi unutturarak akıttığı o gözyaşlarının parıltısı, hiç gözümün önünden gitmiyordu. Tasavvur ettiğim boşboğazlıkla az daha kendisine büyük bir fenalığım dokunacaktı. Onun ebediyen ağzımı mühürlemek emriyle ve hâkimane bir tatlılıkla verdiği o işaretin önünde ben, şuursuz bir ifsatla secde ediyor ve kendi kendimden utanıyordum. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 173)
180 | İğbirar (Ar.):Gücenme, güceniklik, kırgınlık
Başını çeviriyor. Kolları ümitsizlikle, isyan, eza, iğbirar ve daha ne bileyim birçok ismi olan duygularla yana sarkıyor. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 73)
181 İğva (Ar.): Ayartma
Gün geçmezdi ki az veya çok, şeytani iğvalara kapılmayayım, dakika geçmezdi ki raşelere, yürek çarpıntılarına, yeise veya ümide düşmüş olmayayım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 141)
182 | İhata (Ar.): Kuşatma, kavrayış, anlayış
Yani’nin planı belki basitti. Fakat devrin içtimai mihverlerini derinden derine kavramış, asilzadeler zümresindeki ahlaki sarsıntıyı tamamıyla ihata etmiş olduğunu da gösteren bir düşünce mahsulüydü. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 139)
183 | İhsas (Ar.): Üstü kapalı anlatma, sezdirme, ima
Hâlbuki Avusturyalılar, postlarını ulu orta yüzdürmeyeceklerini ihsas etmiş olmak için öte yanda sarkıntılığa başlamışlar ve Uyvar üzerine taarruz etmişlerdi. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 263)
184 | İhtida (Ar.): Başka bir dinden çıkıp Müslüman olma
İşte bu kardeşçe anlaşma, Evliya Çelebi’nin attığı tohumun ilk filizleri oldu ve onların elçi paşa çadırına gelip ihtida etmek istediklerini söylemeleri üzerine macera filizleri tomurcuklandı, çiçek açmak ve meyve vermek kabiliyetini kazandı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 108)
185 | İhtifa (Ar.): Gizlenme, saklanma
Saray önünden, korkuya düşüp kaçışan Küçük Ahmet Paşa hizmetkârlarının bir kısmı menzillerine geldi, bir kısmı da ihtifa etti. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 196)
186 | İhtilaç (Ar.): Çırpınma
Hülasa Yanık’la Viyana arasındaki geniş mıntıkada Osmanlı hâkimiyeti acıklı ihtilaçlar ve kanlı ihtizazlar içinde can veriyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 337)
187 | İhtilal (Ar.): Bir ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim, kargaşalık, düzensizlik, karışıklık, köklü değişim
Fakat beş yüz kadını idare etmek, sarayda gönüllerin ihtilaline meydan vermemek çok mühim kiyasete tevakkuf ediyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 273)
188 | İhtilas (Ar.): Aşırma, bir malı açıkça sahibinden veya evinden hızla kapıp alma
İhtilas yapan mal memurları idam olunur. İhtilas ufak ise suçlu hanın huzuruna çıkacaktır.(M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 293)
189 | İhtilat (Ar.): Karmaşıklık
Asileri tedip ve ocağı tahrip meseleleri birbirine karışmak üzereydi. Oraya kadar getirilmiş olan topçuların, kumbaracıların, lağımcıların, tersanelilerin böyle bir ihtilatıhoş görmemeleri mümkündü. Çünkü sarayın davası askere nizam vermek esasına dayanıyordu. Hocalar bu esasın şer’e uygun olduğuna fetva vermişlerdi.
190 | İhtimal (Ar.):Bir şeyin olabilmesi durumu, olabilirlik, olasılık
“Annem çok müftehir olacak.” dedi. “Yani gurur bir günah olmasaydı mağrur olurdu. Biz o kadar fakir insanlarız ki sizin fakir evimize gelmeye muvafakat edeceğinize ihtimal vermek cesaretinde bulunamıyorduk.” (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 104)
191 | İhtiram (Ar.): Saygı
Bu ihtiram, onun başka bir muhite intikal ettiği güne kadar devam edecekti. Çünkü kafile halkının şahit oldukları sahneden gelme heyecan izlerini yüreklerinden silip çıkarmaları imkânsızdı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 115)
192 | İhtiras (Ar.): Aşırı, güçlü istek, tutku
Kendi hayatının eksik taraflarını onun muvaffakiyetle tamamlaması baba için bir ihtiras hâlini almıştı. Bilhassa böyle bir çocuğun sadece okumaya başlaması mütevazı, bir başlangıçtı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 25)
193 | İhtiraz (Ar.):Çekinme, sakınma, çekince
Bana o kadar kederli göründü ki artık benim çocuk-kadınımın seciyesini ıslah için hiçbir şey yapmamaya, onu olduğu hâlde bırakmaya karar verdim. Bu, yeni kederi unutturmak için ona bir çift küpe ile Jip için güzel bir tasma hediye ettim. Bu hediyeleri öyle bir sevinçle kabul etti ki ben bu sevinçte bir nevi ihtiraz hissettim. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 198)
194 | İhtişam (Ar.): Büyüklük, görkem
Bu kalabalık içinde, Türk sefirinin Budin’e geldiğini öğrenip hudut muhafızlarına bildirmek üzere Viyana’dan gelmiş bir heyet de vardı. Onlar, iki yüz elli tanesi baştan başa müsellah olan kafilenin şu durumunda bir elçi dairesinden ziyade bir fatih ihtişamı görerek üzülmüşler ve hemen Budin valisine adam koşturarak bu müsellah haşmetin Viyana’da hoş görülmeyeceğini haber vermişlerdi.(M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 100-101)
195 | İhtiyat (Ar.): Herhangi bir konuda ileriyi düşünerek ölçülü davranma, sakınma
Kâh ihtiraz ve ihtiyat ile kâh da bilakis hayret olunacak bir ölçü içinde gelişigüzel kendini bırakarak hepimize rahatlık veriyordu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 227)
196 | İhtizar (Ar.): Can çekişme, ölüm anı
Bu esnada kubbenin altında erganunun muhteşem sesi duyuldu. Bu ses bir gök gürültüsü gibi derece derece yükseliyordu. Sonra yavaşladı ve çocuk sesi gibi sevimli nağmeler hâlinde dalgalandı. Nihayet son bir gök gürültüsü ile sustu. Bu gürültünün aksi uzun zaman kubbede ihtizarlar bıraktı. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 78)
197 | İhtizaz (Ar.):Titreşme, titreşim
Seher gene benliğini ihtizaza getiriyordu. Lakin bu titreyişte aşk ile merhamet karışıktı ve Hüseyin şimdi onu acıyarak seviyordu! (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 119)
198 | İhzar (Ar.): Hazırlama, hazır etme
Zemini güzelce ihzar ettikten sonra tam zamanında son rolü oynamaya hazırlanıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 294)
199 | İkrah (Ar.): Tiksinme, iğrenme; isteği dışında bir şey yaptırma
Kemale gelmesini beklediği meyvenin şimdiden lezzetini duyuyormuş gibi çenesini oynatıyordu. Bana verdiği nefret ve ikrah hissini güçlükle saklayabildim. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 187)
200 | İktifa (Ar.): Yetinme
Eski bir posta arabası idi. Kenarları, demode ve soluk bir mavi çuha ile çevrilen döşemesinin kaba sert yünden kaim kabartmaları birkaç saatlik bir yolculuktan sonra sırtınızı dağlar gibi pişiren bu arabanın arka tarafında yer almış bir yabancı vardı: Taraskonlu Tartaren orada iyice yerleşmiş ve Afrika’nın büyük vahşi hayvanlarına mahsus o vahşi kokuyu uzaktan ciğerlerine çekmek hülyası ile şimdilik posta arabalarının o ne idüğü belirsiz ve birbirine karışmış binbir kokudan -insan kokuları, beygir kokuları, kadın kokuları, koşum kokuları, kumanya kokuları ve küflü kuru ot kokularından- mürekkep olan acayip halita ile iktifaya mecbur oluyordu.(Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 93)
201 | İktiza (Ar.): Gerekli olma, gerekme
Tarbagatay ve İmil sahalarını Oktay’a bağışladı. En küçük çocuğun yurt bekçisi olması Türk türesi iktizasındandı, bu anane ileri sürülerek Tuluy Karakurum’da bırakıldı, babasının payitahtta bulunmadığı günlerde niyabet vazifesi ona verildi. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 282)
202 | İlam (Ar.):
Bildirme, anlatma. Bir davanın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî belge.
O, kadılar elindeki mahkemelerin de birer irtikap ve irtişa yuvası olduğuna kanaat getirmişti, onun için yakalattığı suçluları ilkin asar, sonra kadıyı çağırıp ilamını yazdırırdı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 96)
203 | İlanihaye (Ar.): Sonsuza kadar, sonsuz
Ben bu hususta şimdilik hiçbir tafsilat veremem. Lakin şurasını izah etmek icap eder ki Mısır’da tahnit demek bu muameleye tabi tutulan her hayvani vazife-i hayatiyenin ilanihaye tatili demektir. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 161)
204 | İlca (Ar.): Zorlama, zorunda bırakma
Sen Nehri kenarındaki mehtaplar, tatlı güneşler, pencere önlerinde yapılan hülyalar, ağaç altı gezintileri, güneşin bir gülümsemesi veya yağmur damlası ile hasıl olan neşe veya sıkıntı, fazla sert bir havanın hasıl ettiği eksiklikler ve rüzgârın dönüvermesiyle bende uyanan iyi düşünceler, bütün bu kalp ağrıları, bu fikir işaretleri, bu zayıf muhakemeler ve bu taşkın hisler, bunların hepsini tetkik ve muayeneden sonra, bir erkeğe yakışır şeyler olmadıkları neticesine vardım ve türlü tesir ve ilcalarına, sakatlıkların nesciyle beni saran musibet ağının mühlik tellerini kesip attım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 214)
205 | İltihak (Ar.):Katılma
Elçi paşa, öteden beri ününü duyup durduğu Kara Mehmet’ten seçme iki genç sipahi ile kendi dairesine iltihak etmesinden son derece memnundu, hatta biraz gurur bile duyuyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 85)
206 | İltimas (Ar.):
Haksız yere, yasa ve kurallara uymaksızın kayırma, arka çıkma, birine herhangi bir konuda öncelik ve ayrıcalık tanıma.
Sevindik, o anda bütün Dimetokalıların yüreğini kazanmış olduğundan getirdiği iltimas da reddedilemez bir mahiyet almıştı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 39)
207 | İltiyam (Ar.): Yaranın kapanıp iyi olması
Bu tamamen iltiyam bulmuş eski bir yaradır. Fakat hassasiyetini muhafaza etmiş bir yara ki apansız azar ve tabir caizse sizi bağırtır. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 46)
208 | İltizam (Ar.): Kayırma, bir tarafı tutma, gerekli bulma
Kale muhafızıysa yapılacak mertçe hareketin, müspet netice vermesi hâlinde, Sevindik’in askerler arasında da şöhret ve kıymet alacağını düşünerek kıskançlığa kapılıyordu, teşebbüsün gizli kalmasını iltizam ediyordu.(M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 335)
209 | İmkân (Ar.): Olanak
Haberin gelmesi onun hiddetini yatıştırmış olmamakla beraber sinirlerine biraz sükûn getirmişti, artık dilediği gibi hareket edebileceğini, şeri ve kanuni bütün cürümlerden üstün bir suç işlemiş olan Deli Murat’ı cezalandırmak imkânını elde ettiğini düşünerek biraz müteselli oluyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 67)
210 | İmtidat (Ar.): Uzama, sürüp gitme
Nihayet ilkbahar geldi, ordu Edirne’den hareket etti. Bu çıkış gerçekten haşmetli idi. Gökdemire bürünmüş sipahiler, harp kostümlerini giyinmiş yeniçeri, cebeci ve topçu ocakları uçsuz bucaksız bir silah ormana gibi pırıltılı bir imtidat içinde akıp gidiyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 244)
211 | İmtihan (Ar.): Sınav; güç direnme, dayanışma gerektiren, sonucunda deneyim kazandıran zor bir durum
Birbirimizle sonsuz ve tatlı bir sevgi ile buluşacağız, ölüm insanlar için en büyük bir nimettir. Bu nimeti dilemek lazımdır. Hayat bir ceza ise bu cezanın bitmesi istenmelidir. Yok eğer bu bir imtihan ise bu imtihanın da kısa geçmesi istenmelidir. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 108)
212 | İmtisal (Ar.): Bir örneğe göre davranma, uyma, benzemeye çalışma. Alınan buyruğa bütünüyle uyma
Herkes yerini bulunca şeyh tekbir alır ve bütün dervişan şeyhe imtisal ederdi. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 54)
213 | İmtizaç (Ar.): Karışabilme, birbirini tutma, uyum sağlama, uygunluk, iyi geçinme, uyuşma, kaynaşma
Ulcay, hakikaten güzeldi, eşsiz denilecek bir sabahata malikti. Gözlerinde -peri hikâyelerinde görülen- sihirli bir mana, yanaklarında gülleri utandıran bir renk, ağzında hiçbir sedefin yaratamadığı inciler, dudaklarında tasviri müşkül bir halavet vardı. Ayrı ayrı birer hazine temsil eden bu güzellikler, asil bir imtizaç ile kaynaşarak cidden müstesna bir yüz vücuda getiriyorlardı. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 96)
214 | İnbisat (Ar.): Yayılma, açılma, genişleme, ferahlık
Zeki kadın tam bir psikolog gibi hareket ediyordu. Kocasına Manisa hatıralarını yaşatarak inşirah ve inbisat vermek istiyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 209)
215 | İncizap (Ar.):Çekme, çekilme. Cazibeye tutulma, ilgi duyma
İsterim ki onlar kendilerine vereceğim izahatla bir mücrim ve günah sahrasında benim için bir kaza ve kader vahası keşfetsinler. İsterim ki her ne kadar âlim birçok fenalığa incizap hadisesi görülse de şimdiye kadar hiçbir insanın bu tarzda iğva edilmemiş olduğu ve hiçbir insanın bu suretle sukut etmemiş bulunduğunu teslim etsinler -zaten teslim etmemek ellerinden gelmez- acaba bundan dolayıdır ki o, hiçbir zaman aynı ızdırapları çekmedi. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 175)
216 | İndifa (Ar.): Püskürme, başkaldırma, isyan etme, ayaklanma
Hareketimizden evvelki gece uyumadım. Çünkü bir yanardağ indifası veyahut bir zelzele olur da hareketimizi geciktirir diye korkuyordum. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 16)
217 | İnfial (Ar.): Birine içerleme, gücenme, kızgınlık duyma, herhangi bir şeyden etkilenme
Sabahın saat sekizinde odama hizmet eden kadın kapımı vurdu ve tıraş olmam için sıcak suyun hazır olduğunu söyledi. Sıcak su benim ne işime yarayacaktı? Buna hizmetçi kadının güleceğini düşünerek infial ile kızardım; önünden geçerken başımı çevirdim ve Birinci Charles’ı at üzerinde tasvir eden levha ile pek ziyade alakadar olmuş gibi oraya bakmaya başladım. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 119)
218 | İnhidam (Ar.): Çökme, yıkılma
Ulun Hatun, hükümdarlığa kocasının geçmesinden sonra doğacak günleri düşününce içine bir ezgi yayıldı. Çünkü bugünler kendisine ancak unutuluş, küçülüş ve zillete düşüş getirebilecekti. İhtiyar kocasının ölümüyle beraber hükümdarlık şu çıplak herife geçeceği ve onunla kendisi arasında ne kan ne soy münasebeti olmadığı için vukusu istenilen değişikliklerin sonu ağır bir sukut, dayanılmaz bir inhidam görünüyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 129)
219 | İnhina (Ar.): Eğrilme, bükülme, Birine baş eğme, yumuşaklık gösterme
Duçelerin, Venedik’e komşu hükûmetçiklerin başında bulunan dükaların, prenslerin secdemsi inhinalarla selamladıkları bu güzeller güzeli kız dediğini de yaptı, büyük bir kral veya imparatorun huzurunda bulunuyormuş gibi sol dizini kırarak ve kollarını açarak o heybetli iki misafiri selamladı ve Deli Cafer’in “Yanımızda otur, uzağa gitme.” demesi üzerine de bir iskemle alıp ikisinin arasına yerleşti. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 18)
220 | İnhiraf (Ar.): Sapma, başka bir tarafa meyletme
Trembles’da kaldığı birkaç gün zarfında, herkesin kendi hakkındaki bakışına uygun bir surette kendini gösterdi: Yani sevimli bir arkadaş, güzel avcı, iyi bir misafir ve onun mutat olan ihtirazından bir iki kere inhirafı sayılmayacak olursa sıkıntılı adam cephesi hemen hemen hiç meydana çıkmadı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 36-37)
221 | İnhisar (Ar.): Tekel, tek başına sahip olma
Bu mektup, Timur’un duygularında o kadar derin değişiklikler yapmış ve onun gözünde o derece göksel bir kıymet bulmuştur ki yıldızlardan uzanmış bir elle başına taç konulsa bu kadar gurura kapılmazdı. Henüz Asya topraklarına inhisar eden hâkimiyetini kürenin her tarafına yaysa yine bu derece heyecana düşmezdi. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 65)
222 | İnhitat (Ar.): Son bulma, yıkılıp dağılma, güçten düşme, inginlik, yaşlanma
Kont bizi sonuna kadar dinledi ve birtakım hikâyeler anlatmaya başladı ki bunlar bize Gali ve Spurzheim nazariyelerinin Mısır’da inkişaf ettikten sonra inhitata uğradığını ve tahattur edilemeyecek kadar eski bir devirde Teb âlimlerinin yaptıkları mucizeler yanında Mesmer usullerinin pek adi kaldığını ve bu âlimlerin biti ve bite benzer birçok mevcudatı yarattıklarını bize ispat etti. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 165)
223 | İnhizam (Ar.): Bozulma, mağlûp olma, yenilme
Acaba samimi mi idi? Bunu kendi kendime çok sordum. Hatta ara sıra, tekâmül meftunu olan, böyle bir adamın nasıl olup da bu kadar tam bir tevekkülle inhizamını kabul etmiş olmasını şüpheli bulduğum bile oldu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 9)
224 | İnikas (Ar.): Yansı, yankı
Dehşetle şaşırmış olan genç asilzade, sallanarak kapıya kadar gitti. Kapıyı açınca bir kızıl aydınlık uzaktan salona kadar doldu. Titriyken halılar üstüne kızıllığını aksettirdi. Kapının eşiğinde bir an mütereddit kalan baron; Müslüman Berlifitzing’in muzaffer ve amansız katilinin etrafını alev inikasının tamamıyla sarmış olduğunu görerek titredi. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 91)
225 | İnkıbaz (Ar.):Toplanma, büzülme, sıkıntı, keder
Memurlar, bu müjdenin teşekkürünü sunmak için birkaç kelime mırıldanırlarken o, yaptığı işin büyüklüğünden ürktü, Gülhaneli Hüseyin’e yaptığı gibi kendini de öldürdüğünü kuruntuladı ve bu vehmin zaten azami derecede heyecan içinde bulunan yüreğine verdiği müthiş bir inkıbaz içinde sarsılarak yere yığıldı: İlk kocasının, kendi uğrunda hayatını denize kapayan Süleyman Ağanın kucağına düştüğünü görür gibi olarak ölmüştü.(M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 411)
226 | İnkılap (Ar.): Toplum düzenini ve yapısını daha iyi duruma getirmek için yapılan köklü değişiklik, iyileştirme, devrim, reform, bir durumdan başka bir duruma geçiş, dönüşüm
Bu baltalığın en derin yerinde, adanın şark müntehasında Legrand bizzat bir kulübe yapmıştı ve ben kendisiyle ilk defa tanıştığım zaman burada oturuyordu. Bu tanışma kısa bir zamanda dostluğa inkılap edecek derecede olgunlaştı. Çünkü muhakkak bu aziz münzevi de alaka ve hürmet uyandıran bir hâl vardı. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 32)
227 | İnkıyat (Ar.): Boyun eğme, uyma
Davetli bayanların genç olanları sevine sevine onun emrine inkıyat ettiklerinden bahçe birkaç saat peri baskınına uğramış gibi şakrak bir kargaşalık içinde kaldı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 143)
228 | İnkisar (Ar.): Kırılma, gücenme, gönlü kırılma
Ben bundan daha acı hayal inkisarlarına uğramışımdır. Kendi hakkımda verdiğim bu hükümden zerre kadar müteessir olmadım. Esasen bu pek aldanış da sayılmazdı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 218)
229 | İnkişaf (Ar.): Gelişme, gelişim, meydana çıkma, aşikâr olma, açınım
Eski hocam beni kalbinin bütün hararetiyle kucakladı. Bana büyük bir istidadım olduğunu söyledi. İstidadımın ilk hamlede bu kadar çabuk inkişaf etmesine hayret etti ve talihimin baş döndürücü tezahürlerle açılacağının muhakkak olduğunu haber verdi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 217)
230 | İnşirah (Ar.): İç açılması, gönül açılması, ferahlık
Çadır enikonu karanlıktı, bir köşeye konulan cılız kandil gecenin koyu rengini yırtamıyordu. Kolçiski bu zulmet içinde horlayan bir leş gibi göze iğrenç görünüyordu. Dışarıda da derin bir sessizlik vardı. Bütün Leh ordusu emin bir inşirah içinde uyumuşa benziyordu. Yalnız Turla suyu hasta bir sesle mırıldanıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 205)
231 | İntaç (Ar.): Bir işi sonuçlandırma, sona erdirme, bitirme
Burgaz Harbi bir taraftan bu neticeyi verirken diğer taraftan da şimale doğru birçok rivayetlerin yayılmasını intaç etmişti. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 97)
232 | İntak (Ar.): Konuşturma, söyletme, kişileştirilen varlıklara, hayalî yaratıklara söz söyletme sanatı, dillendirme
Başta hocalar güruhu olmak üzere hadiseyi işitenlerin ve akıbeti duyanların hepsi, Deli Şerife’nin Hak tarafından intak olunduğuna kanaat getirmişler ve kadının manevi bir kudret sahibi olduğuna inanmışlardı. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 180)
233 | İntiba (Ar.): İzlenim
Yalnız binbir hadise içinde bunu zikretmekten maksadım şunu belirtmeye çalışmak; daha o zamanlar haricen benden bir şeyler yükseliyor ve içimde bilmem nasıl hususi bir hafıza teşekkül ediyordu ki vakıalara karşı pek hassas olmakla beraber bana garip bir kavrayış kabiliyeti, intibaları sezmek ferasetini veriyordu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 44)
234 | İntibah (Ar.): Uyanma, uyanış
O fenerlerin nurlu işaretini bekler gibi ben de kendimde mütemadiyen bilmem nasıl bir intibahın iltimasını beklerdim. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 68)
235 | İntihap (Ar.): Seçim, seçim
Çünkü Deli Murat’ın saklanan kızı görmekle iktifa edeceğini umuyordu. Yüzlerce kız arasında intihap yapamayan Serçeşme’nin sarayca peylendiği söylenen esire balta asacağına ihtimal vermiyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 39)
236 | İntikal (Ar.): Bir yerden başka bir yere geçme, geçiş, anlama, kavrama, öteleme, geçişim
Zeki ihtiyar, ev sahibi kadının daha ilk karşılaşmada takındığı tecahül tavrı üzerine neticeye intikal ettiğinden sersemleşmiş, biraz geçince hakikati bütün açıklığıyla kavrayarak manevi bir felce uğramış bulunuyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 144)
237 | İntizam (Ar.): Düzenli, düzgün olma, düzen, çekidüzen
İntizama bu davet ve bir yabancı tarafından bana tevcih edilen bu ilk disiplin ihtarı benim, başımı kaldırıp kendisini tetkik etmeme sebep oldu. Onda bir titizlenme ve bir kayıtsızlık hâli vardı. Bana söylediğini unutmuştu bile. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 60)
238 | İntizar (Ar.): Birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme,ilenme, beddua, inkisar
Ayının kovaladığı cüceyi, kendini kovalayan iri boy oyuncuları ve ev halkını toptan parçaladığını kuruntulayarak bütün o kalabalık, için için titriyordu, bulundukları yerde şuursuz bir intizarla mıhlanıp duruyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 156)
239 | İnzimam (Ar.): Katılma, ulanma, eklenme
Mösyö Micawber’in sıkıntıları benim sıkıntılarıma inzimam ediyordu, ben ona bağlanmıştım. Onun borçları altında ezildiğimi hissediyordum. Mistress Micawber bana hayatlarının gitgide daha elim içyüzünü anlatıyordu. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 68-69)
240 | İnziva (Ar.): Toplum hayatından kaçıp tek başına yaşama,dış dünyayla bütün bağlarını keserek Tanrı’yla birleşebilmek için insanın kendi içine kapanması
Ben istiyordum ki Madeleine daha beni görmeden şöhretimin zevkini duysun; bunun için kitaplarımı Mösyö Nièvres’e gönderdim ve beni ele vermemesini rica ederek inzivaya çekilişimi makul bir sebeple izah ettim. Zaten çekilişimin istihdaf ettiği gaye onca malum olduktan sonra hemen hemen mazur görüleceğim tabii idi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 217)
241 | İptila (Ar.): Düşkünlük, tiryakilik
Hiçbir uygunsuz iptila ile onların yüksek gönülleri alçalmıyordu. Sevgi, ismet, dindarlık onların ruhlarındaki güzelliği yüzlerinde ve durumlarında anlatılmaz bir aydınlıkla günden güne açığa vuruyordu. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 39)
242 | İrat (Ar.): Gelir, gelir getiren mülk, söyleme
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/yasin-topaloglu/1001-kelime-1001-huzun-69428950/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.