Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün

Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün
Yasin Topaloğlu
1) Haydar Dede'nin Diyanet İşleri Başkanı Olduğu Gün 2) CHP'nin Tek Başına İktidar Olduğu Gün 3) İstanbul'un 8,2 Şiddetindeki Depremde Yıkıldığı Gün 4) PKK'nın Fethullah Gülen'in Cenazesini Kaçırdığı Gün 5) Abdullah Öcalan'ın Milletvekili Seçildiği Gün 6) Halife Uyandığı Gün 7) Türk Ordusunun Kudüs'e Girdiği Gün 8) Turan Yazılım'ın Microsoft'u Satın Aldığı Gün 9) Türkiye'nin NATO ve AB'den Ayrıldığı Gün 10) Recep Tayyip Erdoğan'ın Öldüğü Gün

Yasin Topaloğlu
Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün

Sebebi varlığım Anne ve Babama ithaf olunur…


ÖNSÖZ
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
“Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün” kitabı uzun zamandır düşündüğümüz ama gerçekleşmesi ancak bugün mümkün olan bir proje.
Tanzimat’tan bu yana kıblemiz olan Batı, inşa ettiği düşünce dünyasıyla bu tür projeksiyonlara çok açık bir zemin oluşturmuştur.
Anglosakson kültürü postmodern bir söyleme dönüştüren kozmopolit Amerikan kültür ve zihin dünyası, her şeyin mümkünlüğünden yola çıkarak olabildiğince çok senaryo ve fikir üretmektedir.
Shakespeare’den Sherlock Holmes’a, James Bond’dan David Beckham’a kendine mütemadiyen kültürel ihraç ürünleri yaratan İngiliz-Yahudi medeniyeti, yeryüzünün her bir köşesini bilfiil işgal ederken aynı zamanda insanlığın zihin dünyasını felç edecek virüsü de yaymaya çalışmaktadır.
İngiltere’nin York şehrinden ABD’nin New York şehrine nasıl bir yol inşa edilmişse bugün bütün insanlık -başta Avrupa halkları olmak üzere- ABD, İngiliz ve Yahudi medeniyetinin tasallutu altındadır.
Kıta Avrupa’sı halkları, Doğu medeniyeti halkları, kadim Mezopotamya halkları bu postmodern sömürge zihniyetinin tesiri altında can çekişmektedir.
İslam medeniyetinin düştüğü bu durum, Batı medeniyetinin de sarsılmasına yol açmaktadır.
Sömürgeleştirilerek yaşanmaz hâle getirilen İslam havzası ve Doğu dünyası, Batı’nın korunaklı dünyasını şu anda en çok tehdit eden yapıya bürünmüştür.
Batı dünyasının kendince aldığı geçici tedbirler, steril dünyalarını ters yüz edecek gelişmelere gebedir.
Her gün televizyonlarda seyredip, gazetelerde okuyarak kanıksadığımız Akdeniz’de yaşanan göçmen ölümleri, Batı dünyasının steril alanlarının kuşatma altında olduğunu ortaya koymaktadır.
İslam medeniyetinin ve Türkiye’nin dirilişi, Batı medeniyetinin de yeniden nefes almasını sağlayacak en büyük kurtuluş olacaktır.
Yemen’den Myanmar’a, Doğu Türkistan’dan Libya’ya, Somali’den Bosna’ya, Filistin’den Çeçenistan’a kadar şu anda Batı’nın biz Müslümanlara reva gördüğü kaos düzenini kanıksamış olsak da Şii veya Sünni diye birbirimizin boğazına sarılıyor olsak da Allah Müslümanlara rağmen İslam’a yardım edecektir, etmektedir.
Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı, yaşamakta olduğu dönüşüm, ufuk açıcı, iç açıcı gelişmeleri de beraberinde getirmektedir.
1839 yılından bu yana kâbus gören Türk insanı, bugün yeniden diriliş rüyası görmektedir.
Dünyanın her bir yanındaki Müslümanları yakından ilgilendiren Türkiye’deki gelişmeler, ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kaygıyla izlenmektedir.
Türkiye’nin yaşamakta olduğu sancılı süreç, AK Parti’yle veya AK Parti’siz de yaşanacak olan bir süreçti.
Türk insanına giydirilmiş deli gömleği daha fazla taşınamazdı, taşınamadı.
Batı medeniyeti kendi istikametini bulmuş bir Türkiye’yle yaşamak istemez, istememektedir.
Bu nedenle herkesin kendi yoluna gitme vakti yakındır.
Herkesin kendi yoluna gitme zamanı gelmiştir.
Türk ordusunun, Türk devletinin, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Farisilerin, Peştuların, Belucilerin, Çerkezlerin, Pomakların, Arnavutların, Boşnakların velhasıl bütün Müslümanların çıkış yolu daha iyi Müslüman olmak ve adalet peşinde koşmaktır.
İyi Müslüman adil Müslüman’dır.
“Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün” kitabı on senaryoyu konu almaktadır.
Bu senaryoların geçmiş anlatımları gerçek, gelecekte olacaklar ise salt bir öngörüdür.
Kitabın kimseyi incitmek gibi bir maksadı yoktur.
Elbette incinenler de olacaktır.
Buna da yapacak bir şey olamaz.
Kitabın can alıcı iki sarsıcı olayı, iki önemli ismin, Fethullah Gülen’le Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ölümleri üzerinden bir muhayyile inşa etmektedir.
“Her nefis ölümü tadacaktır.” kutlu buyruğu erteleyemeyeceğimiz, öne alamayacağımız kaçınılmaz sonu, ölümü muştulamaktadır bize.
Bu kitabın yayımlanmasında emeği geçen pek çok insan oldu.
Bunlar arasında bana ilham kaynağı olan Dursun Erkılıç, Hasan Yılmaz, İsmail Hakkı Pekin, Mehmet Metiner, Lütfü Şehsuvaroğlu, Zekeriya Akman gibi dostlarımı sayabilirim.
“Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün” kitabının her bir bölümünü on ayrı ismin yazmasını planlarken üslup ve dil farklılıkları nedeniyle bu mümkün olamadı.
İş bana kaldı.
Kitabın örnek baskısını okuyarak kıymetli tenkitleri ile katkıda bulunan Meltem Banko, Ali Burak Topaloğlu, Ramazan Kurt, Cemal Toptancı, Hasan Köroğlu, Muhammed Toprak, Mehmet Fatih Topaloğlu ve Yakup Göksu’ya şükran borçluyum.
Tacettin Ural ve Ayşe Büşra Erkeç’e de katkıları için minnettarım.

    Nisan 2015 Ankara
    Yasin Topaloğlu

RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN ÖLDÜĞÜ GÜN
Çok uzun zaman olmuştu Ramallah’ta doğduğu ve büyüdükleri Kober köyünü terk edeli.
Şimdi Gazze’de, sahile yakın bir evde ayakta durmaya çalışıyorlardı.
Çoğu zaman aç karnına uyuyorlardı.
Kendi neyse de kardeşlerinin durumuna çok üzülüyordu.
Var gücüyle kardeşlerini hem okutmaya hem de onlara bir meslek edindirmeye çalışmıştı. Bunun için Muhammed’i soba da üreten bir tenekeci ustasına çırak olarak vermişti.
Muhammed çok sakin mizaçlı, okumaya istekli biriydi.
Hem okula devam ediyor hem de fırsat buldukça dükkâna gidip harçlığını çıkarmaya çalışıyordu. Ablasının yükünü azaltmak için problem çıkarmamak en büyük isteğiydi.
Diğer kardeşi Süleyman ne okumaya heves etmişti ne de çalışmaya.
Varsa yoksa atış talimlerine gidiyor, hem ablasını hem de iki yaş büyüğü Muhammed’i eleştirerek “Niye okuyorsunuz ki? Okuyup da Gazze’ye belediye başkanı mı olacaksınız? Sanki tağutun askerleri üç gün sonra Gazze’yi bir daha yerle bir etmeyecek mi?” diyordu.
Ablası ve Muhammed, ona hak vermekle birlikte yine de okumaya ve çalışmaya ikna edemiyorlardı Süleyman’ı.
Gazze’ye yerleşmezden önce, İsrail tankları evlerini yerle bir edinceye kadar ne güzel bir hayatları vardı.
Yedi kardeştiler ve yoksulluklarına rağmen evlerinden neşe, yüzlerinden gülücük eksik olmuyordu.
Şimdi oturdukları akşam sofrasında, eskiden zeytin ekmek yeseler bile harala gürele yerlerdi.
Çok uzun zaman derme çatma o evde yaşamışlardı.
TİKA’nın, Gazze’yi yeniden inşa etme faaliyetleri çerçevesinde bahçeli bir evleri olmuştu.
Ablası birden televizyona dikkat kesildi.
Dehşete düşmüştü.
Süleyman da televizyonu pürdikkat izlemeye başladı.
Kalktı ve televizyonu kurcaladı.
İnanamıyordu!
Bir gün o da büyük adam olacaktı; onun gibi bir adam…
Televizyonda diğer kanallara baktılar hüzünlenerek.
Haber doğruydu.
Ablası hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Muhammed de sessiz sessiz ağlıyordu.
Kendilerini bir anda dehşetin içinde bulmuşlardı.
Süleyman dışarı çıktı.
Ablasının feryatları oraya kadar geliyordu.
Sahile doğru yürümek istedi.
O anda çok büyük bir patlama sesi duydu.
Kıyamet kopar gibiydi.
Birden İsrail’in tüm Filistin bölgesini havadan ve karadan var gücüyle bombaladığı günler geldi aklına.
Sonra gökyüzü aydınlandı.
Rengârenk oldu.
Tel Aviv’de havai fişek patlatıyorlardı.
Demek haber duyulmuştu.
***
Şimon Peres’in canı sıkkındı.
ABD başkanlarının İsrail’i eleştirmelerinden bıkmıştı.
Telefonda ABD dışişleri bakanına ağzına geleni söylüyordu.
Başkan haddini aşıyordu.
Bakana “Biz başkanları getirdiğimiz gibi götürmesini de biliriz!” dedi eski günleri hayal ederek.
Tam o anda koşuşturma sesleri odanın içini doldurmaya başladı.
Neler oluyordu?
Hemen yan kapıdan sığınağa sıvışmayı düşündü.
Cümlesini tamamlamadan telefonu kapatmıştı ki odasının kapısı açıldı.
İçeriye özel kalem müdürü destursuz girdi.
Tıknaz biriydi, zorlukla nefes alıyordu. Elinde bir kâğıt tutuyordu.
“Müjde! Müjde!” dedi.
Adam hem heyecandan hem sevinçten neredeyse boğulacak gibiydi.
Kâğıda baktı… Gözlüğünü düzeltti… İnanılmazdı!
Özel kalem müdürünün sevincine hak verdi.
Kendisi de eğer yalnız olsaydı takla atabilirdi odanın içinde.
Gözleri parıldamaya başladı.
İsrail yeniden o görkemli, o haşmetli günlerine dönebilir miydi acaba? Dünyayı parmaklarında oynatabilirler miydi?
Davos’u hatırladı.
Dünyanın gözü önünde “Siz çocukları öldürmesini iyi bilirsiniz!” diye kükreyen adam geldi gözlerinin önüne.
İyi ama o çocuklar yarının teröristi olacaklardı.
Soba borusundan roket atar yapıp İsrailli çocukları öldüreceklerdi.
Yoksa onlar çocuk öldürmezlerdi.
Onlar Filistinli çocukları öldürüyorlardı.
Bir nevi önleyici savaştı o zaman yaptıkları.
“Deccal” ölmüştü.
Devletleri ellerinden neredeyse alınmıştı, Tel Aviv merkezli kanton bir devlet olmuşlardı.
Orduları terhis edilmiş, güvenlik güçlerinin mantar tabanca kullanması dahi yasaklanmıştı.
Birden gözü ekrana takıldı.
Kumandayı aldı, Türk kanallarını aramaya başladı.
***
Gaziantep’te “Deccal”in daha önce ziyaret ettiği bir gecekondu bölgesinden yayın yapan mahallî bir kanala takıldı.
Elif nine, başörtüsünün ucuyla gözyaşlarını sildi.
Daha dün gibiydi.
Gaziantep Valisi Süleyman Kamçı ile birlikte mezbeleden farksız evine gelmişti.
Hiç yüksünmeden kendilerinin oturduğu yere oturmuştu.
Bir akşam uyurken iki çocuğunun da cardınlar[1 - Tarla faresi] tarafından yenen burunlarını anlattı.
Yokluktan, değil evin eksiğini gediğini kapatmak, çoğu zaman kuru ekmeğe bile para yetiştiremiyordu.
Cardınların bıraktığı kötü hatıra yüzünden artık okuldaki diğer çocukların yüzüne bakmaz olduğu oğluna bir mektup yazdırmıştı ona yollamak için.
Mektubun ardından bir süre zaman geçmişti ki Perilikaya Mahallesi Muhtarı Ahmet Dalyan evin kapısına dayandı.
Muhtar kerhen oturmuştu rengi atmış derme çatma koltuğa.
O koltuğu da zaten çöpten almışlardı.
Muhtarın telefonu davul zurna sesi tonunda çalmaya başladı.
Telefonu açtı muhtar. “Derhâl efendim!” diye ayağa kalktı.
Telefonu Elif nineye verdi.
Kulaklarına inanamadı. Yarın Gaziantep’e gelecekti. Akşam yemeğine evine misafir olacaktı.
Daha dün gibi olup bitmişti her şey.
Elif nine, Olay TV’ye geçmişte yaşadıklarını anlatıp anlatıp gözyaşlarını siliyordu.
“Ne çok seveni varmış!” dedi Peres.
***
Kanal D’de Aydın Doğan’ın açıklamalarına dikkat kesildi.
Türkiye’de ne olup bittiğini anlamak için Türkçe bilen ve İstanbul’da uzun yıllar görev yapan MOSSAD ajanı danışmanını çağırdı.
Kumandayı uzattı.
Bugün onlar için şenlik günüydü.
Neredeyse 40 gün 40 gece düğün dernek yapılmasını ilan ettirecekti.
Türk medyasının beyaz limuzinli, siyah fraklı şövalyesi, Fransa’nın Paris’inin, Paris’in Şanzelize’sinin ‘köylüğü’nde doğmuş gibi davranan “Hürriyet” gazetesinin yayın yönetmeni Sedat Ergin, patronu Aydın Doğan’a haber verdiğinde Doğan, Boğaz’ı seyreden terasta viskisini yudumluyordu.
Evin kâhyası şarap almayı unutmuştu.
Sadece Petrus marka şarap içerdi.
Her ne kadar şişesi 10 bin dolar idiyse de bunu düşünecek değildi ya!
Ertuğrul’u mu çağırsaydı…
Onun arabasında her daim birkaç Petrus şarabı vardı.
Aydın Doğan hep merak etmişti; şarap faturalarını Ertuğrul mu ödüyor yoksa temsil giderleri arasında gazeteye mi kakalıyordu?
“Nihayet!” dedi. “Nihayet!”
Müjdeyi şansölyeye verse miydi?
“Nasıl olsa haber almıştır.” dedi.
Kâbus bitmişti.
Yeniden başlıyordu her şey.
Eski günleri, o güzel günleri hatırladı.
Tek eksiğinin erkek evlat olduğu o güzel günlerde her şey yolundaydı.
Mesut Yılmaz’ı ropdöşambırla karşıladığı, uğurladığı zamanları hatırladı.
“Ne günlerdi be!” diye hayıflandı.
Sirkeci’de yedek parça dükkânı olduğu günlerden nerelere gelmişti.
Bir gün az daha kirada oturduğu dükkânın sahibini gırtlaklayacaktı.
Birkaç ay kirasını geciktirince konuya komşuya iyice rezil olmuştu.
Sonra ne olmuşsa olmuş hem kirasını koçlar gibi ödemeye başlamıştı hem de işler bayağı bir düzelmişti.
Ford bayiliği o günlerde gelmişti.
Daha dün gibiydi.
Koçlar kestirmişti sürüyle.
Yine geçmişe daldı.
Ya o şarabını içerken 28 Şubat’ın kudretli ve müstakbel genelkurmay başkanı Çevik Bir’in esas duruşta talimatlarını almasına ne demeliydi?
“Ah ah!” dedi.
Yıllardır Hilton’un bir imar planını halledememişti.
Bir rafineri bile kuramamıştı.
Milyarlarca avro bankalarda repoda bekliyordu.
Şükür bir derdi, sıkıntısı yoktu.
Kredi kartlarına taksit yaptırıyor da değildi.
Ama güç başka bir şeydi.
“Milliyet” ve “Vatan”ı satmak zorunda kalmıştı.
Oysa o hep almaya alışkındı.
Dışbank’ı, İş Bankası’nın kredisiyle almıştı. Petrol Ofisini de İş Bankası’yla birlikte almışlardı. Derken hop gelmişti milyarlarca avrocuklar.
Hilton işi elinde patlamasaydı iyiydi.
Adam miting meydanlarında bas bas bağırmıştı Hilton arazisi ile ilgili.
Ya şu zıpçıktı Fatih Altaylı’ya ne demeliydi?
Yok efendim hiçbir yolsuzluğa göz yummazmış!
“Ulan senin…” dedi. Sevincinin ortasında bile aklına geldiğinde ifrit olmuştu Altaylı’ya.
Keşke şu Altaylı’yı, eşek Altaylar’dan gelinceye kadar bir pataklatsaydı.
Sanal âlemde ne diyorlardı: Yok insanın bilmem kaç kemiği varmış, o kadar kemiği dururken, gele gele gelip biri kalbini kırarmış.
Altaylı da hem kalbini kırmış hem de ne kadar süfli biri olduğunu ortaya koymuştu.
TV’de her seyrettiğinde kanı tepesine sıçrıyordu Altaylı’yı.
Almanya’da her yıl kanını değiştirdiği kliniğin doktorları, “Stresten uzak dur.” diyorlardı.
Söylemesi kolaydı tabii…
Ne de olsa “Deccal”le aynı ülkede yaşamıyorlardı bu doktorlar.
Hemen medya yöneticilerini çağırdı.
Adının, olabildiği kadar bütün gazete ve dergilerin künyelerine en büyük puntolarla yeniden yazılmasını emretti.
Bütün televizyon kanallarında en hızlı, ritmi en yüksek programlar yayımlanmasını söyledi.
Ertuğrul’a en iyi arka kapak güzeli fotoğrafını, ön sayfaya taşımasının iyi olacağını hatırlattı.
Ertuğrul Özkök, tam o anda en son aldığı Petrus şaraplarını yine gazeteye ödettiğini düşünüyordu. Maaşından ödeyecek olsaydı kredi kartına taksit yaptırmak zorunda kalırdı.
Amiral gemisinden indiğinden bu yana arayan soran kalmamıştı neredeyse.
Neredeydi o Manukyan’ın dükkânının telefonu gibi çalan telefonlarının olduğu günler…
Genelkurmayın basın müşaviri bile nazlanıyordu telefonuna çıkmak için.
Bakanlar açmıyordu telefonunu; oysa o bakanların telefonunu açmazdı geçmiş zamanlarda.
Ertuğrul Özkök, sevinçten Petrus şaraplardan birini çoktan midesine indirmişti.
Kafası hafif değil, bayağı dumanlanmıştı.
Aydın Doğan, Rahmi kardeşine verdi haberi.
Duymuş olabilirdi Rahmi.
Olsun, dedi. Hiç olmazsa geyik yaparız! diye düşündü.
***
Rahmi de sevinçliydi.
Ona da Türkiye’yi dar etmişti.
O da onursal başkanlığa terfi etmişti kendi holdinginde; bir de yetmiyormuş gibi tekneyle kendini denizlere atmıştı.
Yanılıp “Bir milyar doları var.” demişti bir canlı televizyon yayınında galeyana gelerek.
Zaten hiç hazzetmezdi televizyon yayınlarından.
Olacak olmalıydı ya.
Olmuştu.
Sonra bu beyanını kös kös yalanlamış ve ardından kâbus günleri başlamıştı.
Topu topu 15 yılda bir TÜPRAŞ’a konabilmişlerdi, bir de zar zor Yapı Kredi’yi almayı başarmışlardı.
Eğer Karamehmet her şeyi birbirine karıştırıp işlerini içinden çıkılmaz hâle getirmesiydi o da mümkün olmazdı ya…
İşler kesattı.
Devletin bütün ihalelerinden dışlanmışlardı.
‘Cillop’ gibi işler yeni yetme adamlara veriliyordu.
“Aldık!” diye sevindikleri işler bile iptal ediliyordu.
Otoyol ve köprü özelleştirmesinde yanlarına Murat Ülker’i almışlardı oysa.
Yoksa patron Murat Ülker’i de mi çizmişti?
Rahmi, Murat, Pensilvanya’nın parasını işlettiği için mi yedi çiziği? diye düşündü.
Turkcell işinde de Murat’a geçit vermemişti “Deccal”.
***
ABD Ankara Büyükelçiliği acil koduyla başkentlerine haberi bildirdiklerinde ABD başkanı uykusunun en güzel yerindeydi.
First lady, henüz Beyaz Saray’daki gecelere alışamamıştı.
Kocası da traktör gürültüsünü andıran bir gürültüyle horluyordu.
Bin kere söylemişti ameliyat olmasını.
O ise sızlanmıştı. Yok kan tutuyormuş, yok korkuyormuş…
Kulaklarına pamuk tıkamayı denemiş, olmamıştı, kocasının burnuna bant takmıştı o da olmamıştı.
Beyaz Saray’ın başkanlık sekreterleri hangi durumlarda başkanın uyandırılması gerektiğini çok iyi biliyorlardı.
Fethullah Gülen’in kırmızı bültenle aranıp INTERPOL üzerinden istenmesi ve Türkiye’nin bu konuda ısrarcı olması Türkiye ile ilişkileri germişti.
Fethullah Gülen gibi küresel bir şebekenin liderini nasıl kelepçeleyip teslim edebilirlerdi?
Yüzlerce ülkeye nasıl ellerini kollarını sallayarak girebilirlerdi Fethullah Gülen olmazsa?
Orta Asya’da ve Uzak Doğu’da Rusya’yla Çin’i nasıl kuşatabilirlerdi?
Geçmişte Fethullah Gülen, araları bozulduktan sonra defalarca Beyaz Saray’a haber gönderip “Uzun Adam” konusunda uyarmıştı kendilerini.
Beyaz Saray sekreteri, haberi kahvaltıda vermeye karar verdi.
Ankara büyükelçiliği acil koduyla göndermiş olabilirdi mesajı ama kendilerinin acelesi yoktu.
***
Fethullah Gülen’in yakın çalışma arkadaşlarından Osman Şimşek, Hocaefendi’nin yerine geçen adama bir türlü ısınamamıştı.
PKK’nın Hocaefendi’nin cenazesine yaptıklarından ötürü Türkiye’den tekrar ABD’ye dönmüş hatta Türk vatandaşlığından da çıkmıştı.
Hocefendi’nin yokluğuna alışamamıştı.
Hocaefendi’nin ölümünden sonra çok büyük bir kriz yaşanmıştı Hizmet Hareketi’nde.
Hele merkez üsleri Türkiye’de, darbeler, bel kemiklerini bile kırmıştı.
Bir avuç şakirt kalmıştı; onlar da yeraltına çekilip uyuyan hücrelere dönmüştü.
Hareketin başta “Zaman”, “Today’s Zaman”, “Meydan”, “Millet”, Samanyolu, STV Haber, Mehtap TV, Irmak TV, Gaziantep’ten Kürtçe yayın yapan Dünya TV, Cihan Haber Ajansı olmak üzere Türkiye’deki bütün medya organları, TMSF’ye devredilmişti.
Hizmet Hareketi’nin fonlarını yöneten Gaziantep’teki Nakıpoğlu, Kayseri’deki Boydak ailelerinin ve Hocaefendi’nin “tebessümüne tüm varlığını bağışlayacağını” söyleyen Akın İpek’in tüm mallarına MASAK raporları çerçevesinde kara para olduğu gerekçesiyle el konmuştu.
Rahmetli Hocaefendi ne gülmüştü Akın İpek’in o cümlesine.
“Köftehor!” demişti. “Benim paramı mı bana bağışlıyorsun!”
Kaynak Holding ve Bank Asya’nın içinde olduğu hareketin tüm okulları, şirketleri, vakıfları ve üniversiteleri de devletin kontrolüne geçmişti.
“Uzun Adam” Afrika, Orta Doğu, Uzak Doğu, Orta Asya, Asya’daki bütün devlet başkanlarını ve ülkeleri ziyaret ettiğinde sonuç alıcı hamleler yapmıştı.
Çoğu okulları kapanmış, ticaret imkânları azalmıştı.
Eskiden Pensilvanya’ya gelenlere/gelmek isteyenlere bazen aylar sonrasına randevu veriyorlardı.
Şimdi kapılarını ancak yerel güvenlik birimleri, CIA ve FBI’ın alt düzey elemanları ziyaret ediyordu. Onlar da üst perdeden “hiçbir işe yaramadıklarını” eskiden ima ederken son zamanlarda yüzlerine söylemeye başlamışlardı.
Türkiye’den aldıkları en son haberi büyük bir yaranmışlıkla vermişlerdi ama o da bir işe yaramamıştı.
Onlar haberi ABD’nin Ankara Büyükelçiliğinden önce alıp hem FBI’ya hem CIA’deki refiklerine bildirmişlerdi.
Hemen her ülkede onaramayacakları darbeler almışlardı.
Sözde dostları birer birer terk etmeye başlamıştı hareketi.
Devşirdikleri kalemşörler, başta Ahmet Turan Alkan, Mümtazer Türköne, Şahin Alpay, Nazlı Ilıcak, Ali Bulaç olmak üzere hepsi tekkeyi terk etmişlerdi.
Osman Şimşek “Nereye gömecekler acaba?” diye sordu kendi kendine.
Uzaktan kumandayı aldı.
Gayriihtiyari 1’i tuşladı. Samanyolu Haber 1 numarada kayıtlıydı.
Hocası dünyayı hep Samanyolu Haber’den izlerdi.
Ama o da artık “havuz medyası”na katılmıştı.
Silmemişti hâlâ.
Nostaljik olarak devam ettiriyordu.
***
Emine Erdoğan, Çamlıca Camisi’nin haziresine gömüleceğini söylemişti eşinin.
Recep Tayyip Erdoğan bir insan ömrüne sığdırılamayacak kadar çok iş başarmıştı.
İstanbul Büyükşehir belediye başkanı seçilmişti ilk olarak.
Üç hükûmet kurmuş, başbakanlığını yapmıştı.
Halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olmuştu.
Türkiye başkanlık rejimine geçmiş ve iki defa başkan seçilmişti.
Bir tek muhtar olamamıştı!
Başkanlığının ikinci döneminde de TBMM, dört partinin yasa teklifi ile Meclisin manevi şahsiyetine mündemiç, ilga edilmiş hilafeti ihya ederek kendisini Cumhuriyet Dönemi’nin ilk halifesi ilan etmişti.
Tel Aviv’den Londra’ya, Berlin’den Paris’e, Riyad’dan Tahran’a, Yeni Delhi’den Pekin’e, Moskova’dan Washington’a dünya ayağa kalkmıştı.
Fener Rum patriğinden Vatikan’a, Anglikan Kilisesi’nden Mormonlara kadar TBMM’nin hilafeti ihya etmesi protesto edilmişti.
Ama 100 milyon nüfuslu Türkiye’nin ve yeryüzündeki tüm Müslümanların tek bir yürek olarak hilafeti sahiplenmesi karşısında çok da çığırtkanlık yapamamışlardı.
Özellikle Hint Müslümanları -Keşmir başta olmak üzere- destek yürüyüşleri yapmıştı.
Arakan, Keşmir, Doğu Türkistan, Aşkabat, Duşanbe, Taşkent, Bişkek, Şam, Halep, Musul, Kerkük, Necef, Tahran, Bakü, Kahire, İskenderiye, Trablusgarp, Marakeş, Somali, Bosna, Kosova, Berlin, Kudüs, Kuzey Londra, Kuzey Kıbrıs, Nahçıvan ve Köln’de kalabalık yürüyüşler tertip edilmiş, dünya Müslümanlarının hilafete destekleri Türkiye’ye moral olmuştu.
Recep Tayyip Erdoğan halife olarak Yemen, Irak, Suriye, Libya, Mısır, Sudan, Nijerya, Somali ziyaretleriyle buralardaki iç savaşlara son vermiş ve bu ülkeler İslam Milletleri Topluluğuna katılarak yeni bir dünyaya adım atmışlardı.
İslam dinarı tedavüle sokulmuş, dünyanın beşten büyük olduğu ortaya çıkmış, Malezya, Mısır, İran ve Türkiye BM Güvenlik Konseyine girmişti.
İslam ülkeleri arasında gümrük birliğine geçilmiş, Nahçıvan Paktı kurularak savunma alanında yeni bir dünyanın temeli atılmıştı.
Şii-Sünni çatışmaları İran’la girişilen müşterek çabalar sayesinde sona ermiş, Vahhabilik, Suudi Arabistan’ın resmî ideolojisi olmaktan çıkmıştı.
Türk ordusu 120 yıl sonra Kudüs’e girmiş ve üç dinin mukaddes şehrini yeniden huzurun ve esenliğin başkenti yapmış, Mescid-i Aksa’daki İsrail postalları sökülüp atılmıştı.
Mekke ve Medine yeniden eski sadeliğine kavuşmuş, Kâbe’nin etrafına hoyratça yapılan binalar sessiz sedasız yıkılarak Mekke’ye yakışan sükûnet sağlanmıştı.
Dünyanın en ücra köşesinde yaşayan bir Müslüman’ın gözyaşından ve kanından halife kendini sorumlu ilan etmişti.
ABD, Avrupa ve Rusya’da İslam düşmanlığı sona ermiş, bu durum Hristiyanlar için de bir ferahlık getirmişti.
Kudüs’ün yeniden üç dinin huzur şehrine dönüşmesinden sonra, İsrail ordusu silahlardan arındırılmış, başkenti Tel Aviv olan bir Yahudi kantonu kurulmuştu.
Mervan Barguti, İsrail zindanlarından çıkmış, Filistin devletinin ilk devlet başkanı seçilmişti.
Halid Meşal başbakan, İsmail Haniye dışişleri bakanı olmuştu.
Fergana Vadisi’nden Fizan’a, İsfahan’dan Keşmir’e, Halep’ten Kosova’ya, Bosna’dan Hakkâri’ye tüm İslam havzasında büyük bir kalkınma seferberliği baş göstermişti.
Müzikten mimariye, edebiyattan şehirleşmeye İslam medeniyeti yeniden dünyaya hayat vermeye başlamıştı.
Yoksulluk ve faizle mücadele başlatılmış, Kahire başta olmak üzere mezar evlerde, gecekondularda, çarpık konutlarda yaşayanlar insan hak ve onuruna yaraşır yerleşim birimlerine taşınmıştı.
***
Recep Tayyip Erdoğan sabah namazını kıldıktan sonra iki sayfa Kur’an okumuş, ardından günlük programına göz atmıştı.
Rusya devlet başkanını saat 11.00’de kabul edecekti.
Rus devlet başkanı, ABD başkanının ricasını iletecekti.
Başkan, Türkiye’nin IMF’den ayrılma isteğini yeniden gözden geçirmesi için aracılık yapıyordu.
Oysa kendisi bırak IMF’de kalmayı, eski dünyanın sömürge aygıtı bu kurumun lağvedilmesinden yanaydı.
Sert bir lodos dalgasının sesiyle pencereden Boğaz’a baktı.
Hilafet ilan edildikten sonra Dolmabahçe Sarayı’nı hem konaklamak hem de devletin işleri için kullanmaya başlamıştı.
Emine Hanım yan dairede kalan torunlarına bakmaya gitmiş olmalıydı.
Güneş doğmuştu.
Pencereye yürüdü.
Bahar göz kırpmaya başlamıştı.
Ne çok bahar görmüştü.
Saatine baktı.
Güneşin doğmasının üzerinden yaklaşık bir saat geçmişti.
İki rekât kuşluk namazı kılmak istedi.
Seccadesine yöneldi. Tekbir aldı. İlk rekâtta Yasin Suresi’ni okumaya başladı.
Uzun uzun okudu. Gözleri yaşardı.
Rükûya eğildi, secdeye vardı.
Ve secdeden kalkamadı.
Emine Hanım ilk gördüğünde namaz kıldığını düşündü.
Hafif yan tarafa doğru düştüğünü görünce kalp krizi geçirdiğini zannetti.
Yanına yaklaştı.
Recep Tayyip Erdoğan kuşluk namazı kılarken secdede vefat etmişti.
Emine Hanım, yarım asırdan fazla yol arkadaşlığı yaptığı eşinin ölümüne içli içli ağlamaya başladı.
Zor zamanlardan geçerek, zor zamanlarda konuşmuşlar, çile çekmişler, birbirlerine göz kulak olup kol kanat germişlerdi.
Ayrılık günü gelmişti demek.
Sakin bir şekilde kocasını seccadeye yatırdı.
İslam milletinin 21. yüzyıldaki ilk halifesi Rabb’ine yürümüştü.
Görevlilere haber verdi.
Başkan Yardımcısı Ahmet Davutoğlu’nun haberdar edilmesini söyledi.
Acı haber kısa zamanda yayılmıştı.
Cenaze namazı Çamlıca Camisi’nde kılınacaktı öğle vakti, vasiyeti gereği.
Devlet töreninde bando, mızıka, boru trampet yoktu artık, o yüzden devlet töreni de yapılacaktı.
Ahmet Davutoğlu saraya yeni intikal etmişti.
Cenaze için bir gün beklenmesi gerektiğini anlattı.
Yurt dışından geleceklere zaman tanınması gerektiğini belirtti.
Başta THY olmak üzere İstanbul’a seferi olan tüm hava yolu şirketlerinin bütün uçakları dolmuş, ek seferler konmuştu.
İnsanlar bulabildikleri her vasıtayla akın akın İstanbul’a geliyorlardı.
TCDD’nin yapıp işlettiği Musul-Kerkük, Kudüs-Şam-Halep, Tahran-Tebriz hızlı trenlerinde yer yoktu.
TCDD ek seferler koymuştu.
Bosna, Mostar, Priştine, Arnavutluk, Batı Trakya, Bulgaristan, Makedonya’dan otobüslerle insanlar İstanbul’a akın ediyorlardı.
İstanbul valisi geçici olarak olağanüstü hâl ilan etti.
Üçüncü havaalanının park yerleri çoktan dolmaya başlamıştı.
Diğer iki havaalanında da benzer bir durum yaşanıyordu.
Boğaz’daki üç köprü, Marmaray ve tüp geçitlerde otobüs, özel araç ve demir yolları harıl harıl Anadolu yakasına insan taşıyordu.
İDO’nun koyup işlettiği Tel Aviv, Hayfa, Lazkiye, Antakya, İskenderun, Mersin, Antalya, İzmir, Söke, Çeşme, Ayvalık, Ecebat’tan, Odesa, Köstence, Varna’dan, Soçi, Batum, Trabzon ve Samsun’dan kalkan deniz otobüsleri bir süre önce Recep Tayyip Erdoğan tarafından açılan Kanal İstanbul’dan İstanbul’a giriyorlardı.
Genelkurmay başkanı tören elbisesini giymişti.
Seçilmiş ilk cumhurbaşkanı, Türkiye Devleti’nin ilk başkanı, TBMM’nin halife ilan ettiği Recep Tayyip Erdoğan’ın cenaze namazını o kıldıracaktı.
İstanbul, İstanbul olalı böyle bir gün yaşamamıştı.
İslam ülkelerinin bütün devlet başkanları, Avrupa devletlerinin liderleri, bilinen bilinmeyen bütün ülkelerin temsilcileri cenaze namazına gelmişti.
Recep Tayyip Erdoğan yeni yüzyıla kalıcı tesirler bırakarak ölmüştü.

HAYDAR DEDE’NİN DİYANET İŞLERİ BAŞKANI OLDUĞU GÜN
Ali Haydar Demir, Munzur Çayı’nın kenarında oturmuş, içinde yaşadığı ikilemi nasıl çözümleyeceğini düşünüyordu.
Babası bir Alevi dedesiydi.
Ölümünden sonra kendi yerine geçmesini arzu ediyordu.
Ali Haydar Tunceli’de hayatını sürdürmek istemiyordu.
Elbet Tunceli’yi, yani doğup büyüdüğü Dersim topraklarını çok seviyordu.
Lakin onun Dersim’i aşan hayalleri vardı.
Dersim’de olmak, Munzur Çayı’nın kenarında kendisiyle hemhâl olmak ona en iyi gelen şeylerdendi.
O, Dersim’in dışındaki dünyayı merak ediyordu.
Hayallerinin peşinden gitmek, yapmak istediklerini gerçekleştirmek için Tunceli’nden ayrılmak istiyordu.
Babasını, ailesini arkadaşlarını çok seviyordu.
Mahrumiyet bölgesi de olsa, büyükşehirlerin sürgün yeri de olsa Dersim onun yüreğiydi.
Dersim başkaydı.
Dersim bambaşkaydı.
Munzur’da bile su başka akardı.
Dersim’den çıkmak, yüreğini geride bırakmak ağır geliyordu.
Babası ve ailesi, Tunceli’den ayrılmaması için kendilerini paralıyorlardı.
Ama o düşlerini gerçekleştirmek için, bu acıyı, bu ayrılığı, bu hüznü göze almalıydı.
Başka analar ağlamasın, başka hüzünler yaşanmasın diye kendisi ağlamalı, kendisi hüzünlenmeliydi.
Kararını vermişti artık.
Üniversite imtihanlarında babasının ve tüm çevresinin mukavemetine rağmen Ankara Üniversitesinin İlahiyat bölümünü yazmıştı.
Babası “El ne der oğul, erenler ne der! Sen Alevi dedesi çocuğusun, ilahiyatta okumak yakışık almaz!” demişti.
Ali Haydar “Kerbela için, Seyit Rıza için, Hacı Bektaş için okuyacağım!” demişti.
Akşam alacası yavaş yavaş hem Munzur’a hem de yüreğine çökmeye başlamıştı.
Böylesi puslu havaları hiç sevmezdi.
Apansız hüzünlenirdi.
Apansız yüreğine kara bulutlar çöreklenirdi.
Ay şavkını Munzur’a nakşediyordu.
Munzur kıvrım kıvrım akarak türkülerini sessizce mırıldanıyordu.
Babası anlatırdı; Munzur çok kanı yıkamıştı bağrında.
Bir taraftan uçaklardan atılan bombalarla, öte yandan “Kemal’in askerleri”nce çok kan dökülmüştü Dersim’de.
Her ev ya bir kayıp ya da bir mahpus vermişti o günlerde.
Seyit Rıza, Elazığ’da, Buğday pazarında “Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir!” diyerek kendi tekmelemişti idam sehpasında kürsüsünü.
Kerbela’da Hüseyin’e yapılanları hatırladı.
Saltanatperest Muaviye seçilmiş halife Ali’ye biat etmemişti.
Hz. Osman’ın kanından Ali’yi mesul tutmuştu.
Hâlbuki Hz. Ali çocukları ve yakınlarıyla birlikte Hz. Osman’ı şakilerden, bağilerden koruyordu Medine’de.
Kendisi Şam’dan bir askerî müfreze göndererek Medine’ye bir konaklık mesafede mevzilenmelerini ve kendisinden haber almadan müdahalede bulunmamalarını emretmişti.
İsteseydi Medine’de sükûneti sağlayabilir, Hz. Osman’ın katline engel olabilirdi.
Ama o kaostan yanaydı.
Hz. Ali’nin hilafetini hiç sindiremedi.
Kendisini Şam valiliği görevinden almasına içerledi.
Sıffin’de Hz. Ali’yle cenge tutuştu.
Yenildiği esnada Amr bin As’ın Kur’an hilesiyle kurtuldu.
Haricilerin Hz. Ali’yi öldürmesi saltanatının yolunu açtı.
Hz. Hasan’ı zehirletti.
Ölmeden vasiyetinde “Büyükten ve küçükten, iyiden ve kötüden biatımızı yenileyesin. Ve buyruğuma itaat ettiresin. İtaat etmeyenleri hapis ve darp ile biat ettiresin. Ve sakın bunu geciktirmeyesin.” diye kötüler kötüsü oğlu Yezid’e salık vermişti.
Yezid kıyımların en büyüğünü, en hunharcasını, en alçakçasını Kerbela’da işlemiş, Hüseyin’i cennete uğurlamış, kendisi için de cehennemin kapılarını ardına kadar açmıştı.
Kalemler kurumuş, kâğıtlar künfeyekün olmuştu Kerbela’da.
Fırat, dili lal olmuş gibi bakıyordu Hüseyin’e ve evlad-ı resule kılıç sallayanlara.
Kaç kere hamle etmek istemişti Fırat, Hüseyin’in düşmanlarını önüne katıp götürmek, içine alıp boğmak için.
Nasıl da serinletmek istemişti Hüseyin’in kuruyan dudaklarını.
Katil ve cani Şimr, aziz Hüseyin’in aziz başını, aziz gövdesinden ayırdığında Kerbela toprakları bu katliama şahitliklerinden utandılar.
Fırat kükredi, kükredi ve önüne kattığı her şeyi sürükleyip yok etti.
Gökyüzü ağladı.
Rüzgâr uludu.
Toz dumana katıldı.
Hüseyin, kanıyla suladığı toprakları ilelebet bir utanca sokarken doğmamış Müslümanları bile mateme gark etti.
Hüseyin babasına, dedesine, cennete gitmişti.
Kerbela toprakları o tarihten bu tarihe, yağmurla, suyla doymaz olmuştu.
Kan tenine düşmedikçe, kargaşa hüküm sürmedikçe Hüseyin’e ağlayamıyordu.
Kerbela toprakları kıyamet için Rablerine ne çok yalvarmışlardı.
Ali Haydar, ilahiyat fakültesine gidecekti.
Bu topraklarda daha fazla mezhep kavgası olsun istemiyordu.
Okulu bitirip müftü olacaktı.
Munzur’a veda etti, Fırat’a selam söylemesini istedi; ayın, yıldızların, gezegenlerin, kâinatın sahibine sığınarak yola revan oldu.
***
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bir yolunu bulup yeniden, ikinci defa Diyanet İşleri başkanı olmaya muvaffak olmuştu.
Ne badireler atlatmıştı.
Diyanet İşleri Başkanlığında ilk önce yardımcı olarak görev almıştı.
Yeni çıkan bir teşkilat yasasıyla güç bela başkan olabilmişti.
Bütün ilahiyatçılar karşı koymuşlar ama Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Raşit Küçük’ü dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a gönderip başkanlık koltuğuna oturmuştu.
Raşit Küçük’ü tasfiye etmesi de zor olmamıştı zaten.
Hoca nahif, zarif, çelebi, kanaatkâr biriydi.
Yaş haddinden Din İşleri Yüksek Kurulu başkanlığından emekli olunca rahat bir nefes almıştı.
Sorumlu ilk bakanı Faruk Çelik’ten tez zamanda kurtulmuştu.
Sorgun’lu bir Kürt olan Bekir Bozdağ’ı “Kürt düşmanı” diye bloke etmiş, Emrullah İşler’i tasfiye etmesi çok sürmemişti.
Ama bu böyle olmazdı.
Bakanlarla, çoluk çocukla uğraşamazdı.
O kendine daha büyük bir dünya tasavvur ediyordu.
AK Parti’deki genel başkan değişikliğini fırsat bilip Ahmet Davutoğlu’na doğrudan bağlatmıştı Diyanet’i.
İşler yolundaydı.
Cumhurbaşkanı’nın tahsis ettiği son model makam arabasına kuruldu.
Arabanın derisini eliyle okşadı.
Çok klas bir deriden yapılmıştı.
Başkanlığa satın aldığı diğer araba da Paralelciler fitne sokmuştu.
1 trilyonluk araba diye propagandasını yapmışlardı.
Ama kendilerinin hocası koca bir malikânede oturuyordu.
Paralelcilerle kavga başladığında “Erdoğan yanlış yapıyor!” demişti etrafına ve Reisicumhur Hazretleri Abdullah Gül’e.
Sonra da Erdoğan’ın duruşunu görünce bir iki üfürükten açıklama ile hükûmetin safına geçmişti.
“Ulema ile kavgaya müsamaha gösterirse hafazanallah sıra ona da gelebilirdi.”
Ağız tadıyla bir başkanlık yapamıyordu.
Rakipleri çoktu, din diyanetten ziyade siyasetle uğraşmak zorunda kalıyordu.
Şimdi bir de Alevi Diyanet İşleri başkanı işi çıkmıştı.
Bir başkan yardımcılığı nelerine yetmiyordu?
Alevi bir başkan yardımcısı atanırken bunun böyle olacağını biliyordu.
Herkesin gözü koltuğundaydı.
Çanakçı köyünde geçen çocukluk günlerini hatırladı.
Çobanlık bile yapmıştı.
Bunu daha sonra peygamber mesleği diye çokça da anlatmıştı.
Köyün en ünlü adamı kendisi olmalıyken birde Celal Doğan çıkmıştı.
“Olamaz!” dedi arabanın siyah filmli camların ardından yola bakarken.
“Mustafa, saraya çek!” dedi.
Saraya gidip Alevi başkanının olmazlığını anlatmalıydı.
***
Cübbeli Ahmet Hoca, mevkidaşı sayılabilecek Fethullah Gülen’in kumpasıyla zorunlu ikamete memur kalmıştı bir süre Metris’te.
Tahliye olduktan sonra okumuştu pek çok gazeteyi.
Kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü tutuklu bulunduğu Metris Cezaevinden saat 17.00 sıralarında tahliye edildi. Cübbeli Ahmet Hoca’yı cezaevi önünde yaklaşık 500 kişilik bir kalabalık karşıladı. İş adamı Fadıl Akgündüz’ün arabasına binen Cübbeli Ahmet Hoca, kalabalık arasında ilerlemekte zorlandı.
Öğle saatlerinden itibaren Metris Cezaevi önünde beklemeye başlayan Cübbeli Ahmet Hoca taraftarları zaman zaman tekbir getirdi, zaman zaman da dua etti. Kalabalık “Hocaya sadakat şerefimizdir!”, “Hepimiz Cübbeli Ahmet Hoca’yız!” sloganı attı. Bazı taraftarların elinde taşıdığı “Benim Ahmed’im şeriatsız iş yapmaz!” pankartı dikkat çekti. Bu arada cezaevine iş adamı Fadıl Akgündüz de geldi. Akgündüz, Cübbeli Ahmet Hoca’nın tahliyesi için, “Mutluyuz. Haksızlıklar, zulümler devam etmez.” dedi. Akgündüz “Sizin aracınızla mı gidecek?” sorusuna “Evet.” cevabını verdi. Akgündüz nereye gidecekleri sorusuna ise “Nereye isterse oraya gideceğiz.” şeklinde cevap verdi. Akgündüz daha sonra lüks aracıyla cezaevine girdi. Bu arada Cübbeli Ahmet’e verilmek üzere bir buket çiçek de hazır tutuldu.
Bu arada Genç Fenerbahçeliler olarak bilinen grubun başkanı Sefa Kalya ve beraberindeki birkaç Fenerbahçeli de cezaevine geldi. Cübbeli Ahmet taraftarlarıyla selamlaşan Kalya ve beraberindekiler daha sonra cezaevine girdi. Saat 17.00 sıralarında Cübbeli Ahmet Hoca, Fadıl Akgündüz’ün aracıyla Metris Cezaevinden çıktı. Toplanan kalabalığı selamlayan Cübbeli Ahmet Hoca’ya çiçek de verildi. Bu sırada kalabalık “Hepimiz Cübbeli Ahmet Hoca’yız!” sloganı attı. Cübbeli Ahmet’in içinde bulunduğu araç, kalabalık yüzünden ilerlemekte zorlandı.
Duruşmada, “davanın sürüncemede bırakıldığı” gerekçesiyle Mahkeme Başkanı Mehmet Ekinci ile tartışan Ünlü, geçen ay basına gönderdiği açıklamasında, “birçok sağlık problemleriyle mücadele ettiğini” söyleyerek “Beni buradan çıkarırsanız emniyet, yargı ve hükûmet gibi kurumların aleyhine konuşmayacağım.” demişti. İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmaya Cübbeli Ahmet’in de aralarında bulunduğu 3’ü tutuklu 13 sanık katıldı. Cübbeli Ahmet’in “haksız kazanç sağlamak amacıyla kurulan örgüte bilerek ve isteyerek yardım etmek, insan kaçakçılığı ve cinsel istismar” suçlarından yargılandığı davada mahkemeye emniyetten gelen raporda mağdurelerden Faslı İmane Lemghari ve Fatıma Zohra Hajjaj’ın ifadelerini neden değiştirdiğine dair bir araştırma yapıldığı anlatıldı.
Emniyetteki ifadelerinde şikâyetçi olan iki kadın, Fas’ta avukatları ve noter aracılığıyla verdikleri ifadede şikâyetçi olmadıklarını açıklamıştı. Rapora göre kadınların ifadesini değiştirmesi için Ünlü’nün avukatı Fatih Oğuz, Fas’a gitti. 18 Temmuz 2012 tarihinde ifadelerini geri çektiklerini beyan eden iki kadın için aynı tarihte Avukat Fatih Oğuz, sekreteri olduğu ifade edilen Oya Kaya’dan kendisine tam olarak 17 bin 969 dolar göndermesini istedi. Oya isimli sekreteri ifadenin verildiği tarih olan 18 Temmuz 2012’de Western Union yöntemiyle yaklaşık 18 bin dolar parayı Fas’a gönderdi. Bu bilgiler ışığında avukatın mağdur kadınların ifadelerini değiştirmesi için Fas’a gittiği ve yeni ifade karşılığında para verdiğinin değerlendirildiği anlatıldı. Cübbeli Ahmet’in kendisini zorla alıkoyduğunu ve cinsel istismarda bulunduğunu öne süren bir başka Faslı kadın olan Fatıma Et Tajy’ın ise ifadesini değiştirmediği anlaşıldı. Mahkemenin Cübbeli Ahmet’in avukatlığını yapan Fatih Oğuz hakkında “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçundan suç duyurusunda bulunabileceği belirtildi.
Duruşmada Ünlü’nün medyaya yaptığı açıklamalar da tartışma konusu oldu. Hâkim Ekinci, yargılamayı etkilemek için Cübbeli Ahmet’in avukatları aracılığıyla medyaya haber servis ettiğini ve yanlış yönlendirme yapıldığını ifade etti. Ekinci, Cübbeli Ahmet’in avukatının yine bir gazeteye verdiği demeçte davanın sürüncemede bırakıldığını ifade etmesine kızarak, “Bizim kimse umurumuzda değil, biz yargılama yaparız. Medya servisiyle olmaz. Biz istersek 4 ayda bir duruşma tarihi verir ve 3 yılda yargılama yapabiliriz!” dedi. Bunun üzerine Mahkeme Başkanı Mehmet Ekinci ile Cübbeli Ahmet arasında tartışma yaşandı. Cübbeli Ahmet, “Biz de 4 ayda bir geliriz!” dedi. Bunun üzerine Mahkeme Başkanı Mehmet Ekinci “Biz yargılamayı kısa sürede yapmak istedik sizlerin mağdur olmaması için. Davayı erken bitirmek istiyoruz. Davayı sürüncemede bıraktığımız yok!” diye cevap verdi. Tanıkların ifadelerinin tamamlanması ve emniyetten gelen raporun okunmasının ardından mahkeme heyeti ara karara ilişkin mütalaa vermesi için duruşma savcısına söz verdi. Duruşma savcısı Ufuk Ermertcan ise delil durumu ve isnat edilen suçları gerekçe göstererek Cübbeli Ahmet’in ve diğer tutuklu sanıkların tutukluluk hâllerinin devamını talep etti.
Yaklaşık 2 saat ara veren mahkeme, tutuklu sanıklar Mahmut Ünlü ve Mahjuba Demirel’in tahliyesine oy çokluğu ile karar verdi. Tahliye gerekçesi olarak, “sanıkların üzerine atılı suç vasfının değişme ihtimali, tutuklulukta geçirdiği süre ve tutuklamanın koruma tedbiri olması” gösterildi. Ünlü ve Demirel hakkında yurt dışına çıkış yasağı konuldu. Ayrıca iki sanığın da her çarşamba polis merkezine giderek imza atmasına karar verildi.
Tahliye kararına Hâkim Hikmet Şen ise muhalefet şerhi koydu. Hâkim Şen, muhalefet şerhine gerekçe olarak, “atılı suçun niteliği, istenilen ceza miktarı, mağdureler arasında para hareketlerini gösteren ödeme belgeleri ve fiziki takip tutanakları, müşteki mağdur beyanları”nı gösterdi. Mahkeme ayrıca dosyadaki eksiklerin giderilmesinin ardından duruşma günü beklenmeksizin dosyanın duruşma savcısına gönderilerek esas hakkındaki mütalaasının istenilmesine karar verdi.
Mahkeme, tutuklu sanık Barış Sezek’in ise tutukluluk hâlinin devamına karar verdi. Mahkemede Ünlü’nün tahliye kararının okunmasının ardından sevinç çığlıkları atıldı. Bazı izleyenlerin ise “Allahuekber!” diye bağırdığı, bazılarının da ağladığı görüldü.
Kendisini itibarsızlaştıran, komplo kuran Fethullah Gülen Cemaati acaba kimi Diyanet İşleri başkanı olarak görmek ve desteklemek isterdi?
“Zinhar!” dedi. “Zinhar olmaz!”
Bir Alevi asla Diyanet İşleri başkanı olamazdı.
***
Haydar Baş ilk tencere tava satarak başlamıştı bu işlere.
Önceleri “öğüt” vermiş, sonradan kap kacak işine girmişti.
Ardından işleri çok büyümüştü.
Şirketler, televizyonlar, gazete derken bir de partisi oluvermişti.
Parti genel başkanıyken Atatürk’ün Ehl-i Beyt’ten olduğunu söylemiş, Fethullah Gülen’i papanın gizli kardinali ilan etmiş, Esed’i Hz. Hüseyin’e benzetmişti.
Obama’nın Mesihliğini, Fener Rum patriğinin sahabe soyundan geldiğini de söyleyebilirdi. Ama o gün henüz gelmemişti.
Kendi gazetesi bile, kendi haberlerini doğru dürüst yazamıyordu. O ne demiş gazetesi ne yazmıştı:
Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş partisince Antalya’da düzenlenen aday tanıtım toplantısına katıldı. BTP lideri burada yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Atatürk konusunda son derece çarpıcı açıklamalarda bulundu. Atatürk’ün hem anne hem de baba tarafından Ehl-i Beyt soyundan geldiğini ifade eden Haydar Baş şöyle konuştu: “Atatürk’ün jandarma istihbarat subayı olan Mehmet Rıfat Efendi’nin torunu Meriç Tumluer’in belgelere dayalı olarak ifadesini naklediyorum. Atatürk hem anne hem de baba tarafından Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in soyundan gelmektedir. Rivayetlere göre Sarı Saltuk, peygamber ve Hacı Bektaş neslinden gelen Türkmen bir er olarak bilinir. Bu erin şeceresi bizzat nakibül eşraflık kayıtlarına geçer. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın soyu Yörük’tür. Molla Zübeyde annemizin ailesi Fatih döneminde Karamanoğlu Beyliği’nin yıkılmasından sonra 1466 Balkanlar’da fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi için göç ettirilen ailelerdendir. Yani Balkanlar’ı irşat etmek için, Müslümanlaştırmak için gönderilmiş ailedir. Hem Molla Zübeyde Hanım’ın soyu hem de eşi Ali Rıza Efendi’nin soyu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimize dayanmaktadır. Yani Atatürk İmam-ı Ali’nin soyundandır.”
Söylediklerinin hepsinin kaynağının kendisinde olduğunu söyleyen BTP Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş, “Bu işlerde atma olmaz, bunu iyi bilesiniz ama benim hayret ettiğim nokta bu kadar İslamoğlu İslam olan, bu kadar Türkoğlu Türk olan bir insanı hangi gayret, hangi insafsızlık bu derece yanlış tanıtabilir?” diye sordu. “Allah bu insanlara da hidayet nasip etsin!” diye konuşan Prof. Dr. Haydar Baş konuşmasında Atatürk’ün vasiyeti üzerine de şu dikkat çekici bilgileri verdi: “Atatürk’ün vasiyeti Ankara 3. Sulh Hukuk Mahkemesinin kayıtlarında, Ziraat Bankasının kasasında saklıdır. Vasiyetle ilgili diğer bilgiler de bu kasada mevcuttur. Bugün bu vasiyet Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nde saklanmaktadır. Sadece 6 maddesi açıklanmıştır. Meriç Tumluer, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurmuş ve Kenan Evren’e de böyle bir vasiyetin varlığını itiraf ettirmiştir. Tumluer, Atatürk’ün jandarma istihbarat subayı ve sonrasında polis teşkilatının kurucu olan Mehmet Rıfat Efendi’nin ikinci göbek torunudur. Bu bilgilerin Kenan Evren’in dışında Erdoğan’a, CHP’den İsa Gök vasıtasıyla Kılıçdaroğlu’na, Muharrem İnce’ye, emekli Albay Ömer Cengiz’e, Turgut Özal’a, Erbakan’a ve Demirel’e sunulduğu ifade edilmektedir. Biz şu anda bir meçhulden bahsetmiyoruz, bilinen hakikatleri yüce Türk milletine burada arz ediyoruz.”
“Gerçek Atatürk’ü biz tanıtacağız.” diyen Haydar Baş bu konuda yazacağı kitabın bir devrim niteliğinde olacağını söyledi. Prof. Dr. Haydar Baş, “Şimdi inşallah bizim Atatürk’ü tanıtacağımız kitabımız Türkiye’de ve dünyada devrim yapacak. Gerçek Mustafa Kemal Atatürk’ü yazmayı inşallah Cenab-ı Allah bizlere nasip edecek. Dikkat ederseniz her konuşmamda Atatürk’ü anlatıyorum. Sevgili kardeşlerim buna mecburuz çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran şahsın adı, Mustafa Kemal’dir. Bu şahsın yaptığı bu kadar hizmet maalesef üzeri küllendirilmiş ve de yok sayılmıştır. Bazı İngiliz muhipi derneklerine üye olanlar aleyhinde çok iftiralar, sözler söyledi, yazdı. Biz bunları söyledikten sonra frene basıp bir daha ağızlarına Atatürk’ü almıyorlar ve de alamayacaklar. Şimdi sevgili kardeşlerim, mademki Mustafa Kemal Atatürk Ehl-i Beyt sülbündendir, o zaman gelin biz de Ehl-i Beyt’i tanıyalım. Ama hocam siyaset yapıyorsunuz… Eee oğlum, siyaset zaten bu büyük zatları tanımaktır. Bu büyük zevatı tanımayanların ülkeyi getirdikleri yer burası. Bu çukurdan bu insanları, bu milleti, devleti kurtarmak için bütün insanlığa hidayet güneşi olan Allah’ın Kur’an’da bize müjdelediği ve sevmemizi emrettiği bu zevatı, Ehl-i Beyt’i tanımamız lazım. Bahsettiğim insanlar Peygamber Efendimiz’in aile efradıdır. Bütün dünyaya İslam’ı hemen hemen bu insanlar yaymıştır.” diye konuştu.
Gazeteyi tam buruşturup atacakken küçük bir haber ilişti gözüne:
“Diyanet’e Alevi başkan aranıyor.”
“Hoppala!” dedi kendi kendine. “Bu da nereden çıktı?”
Hemen bir basın toplantısı düzenledi.
“Alevi’den Diyanet İşleri başkanı olmaz!”dı.
***
Fethullah Gülen elindeki kehribar tespihi hışımla çekmeye başladı.
Bir ara Oltu taşı tespihlere de merak sarmıştı.
Hatta “Deccal” bu tespihleri de diline dolamış, meydan meydan tespih ve ananastan söz etmişti.
Hâlbuki kendisine de tespih göndermişti.
Şimdilerde Osman Şimşek’ten huylanmaya başlamıştı.
Hiç hayırlı haber vermez olmuştu.
MOSSAD ve CIA temsilcileri de ‘iyi’ haberler getirmiyordu.
Yoksa zeval vakti gelmiş miydi?
17/25 Aralık’ta tam bir kepazelik sergilemişlerdi adamları.
Ne Bilal’i ne de “Deccal”i içeri atabilmişlerdi.
Himmetlerle, şantajlarla, tehditlerle büyütüp orta yere koydukları Bank Asya’dan da olmuşlardı.
Yıllardır adam ettikleri polis şefleri elleri kelepçeli içeri atılmıştı.
Medyası “havuz medyasına” katıldı, katılacaktı.
Hiçbir büyük iş adamı telefonlarına çıkmaz olmuştu.
ABD ve MOSSAD onun halife olma isteğini kullanmışlar, kendisi de ‘keleğe’ gelmişti.
Bu “keleğe gelmek” hangi memleketin deyişiydi acaba?
Memleketi özleyip hasret kaldığını herkese söylüyordu ama zerre umurunda değildi.
Fırsat bulsa da New York gecelerine bir aksaydı.
Dünya buradan idare ediliyordu, kendisi de küçük dünyasını buradan idare ediyordu.
Halifeliği kaçırmıştı.
TBMM bir gece apansız toplanıp Deccal’i halife seçmişti.
Bari Diyanet İşleri başkanlığını kimseye kaptırmasaydı!
Artık mümkünü yoktu.
Mehmet Görmez hemen iptal etmişti yeşil pasaportunu.
Hâlbuki gözü tutmuştu onu.
Velfecir okuyan gözlerinde bir şafak görmüştü Görmez’in…
Osman Şimşek’in “Yeni Diyanet İşleri başkanı Alevi olacakmış.” demesiyle bir tespihten olmuştu.
Ekrem Dumanlı’ya “Bu işe engel olun!” diye talimat verdirdi telefonla.
***
Adnan Hoca A9 televizyonunda kameramana çıkıştı:
“Niye yakından çekmiyorsun?” dedi. “Yoksa kıskanıyor musun?”
Kameraman ne yapacağını şaşırdı.
Süper mini etek giymiş “kedicik”lerden birinin göğüs çatalına kamerayı odakladı.
Adnan Hoca’nın “dalgasını” anlamış değildi.
Bütün kediciklerin yanakları, dudakları, göğüsleri silikonluydu.
Kimi “anadan üryan” mini etek giyiyor kimi başörtüsü takıyor kimi kara çarşafla programa çıkıyordu.
Önceleri üç kedicikle ekrana çıkıyordu Adnan Hoca; o zaman iş daha kolaydı.
Üç kameranın birini hocaya, öbürünü kediciklere, diğerini de panoramik olarak ayarlayınca iş tamamdı.
Zaten 777 inşallah, 3250 maşallahla program bitiyordu.
Kedicikler hocalarına ne kadar yakışıklı olduğunu söylüyor, hoca da kediciklere binbir iltifat ediyor ve programı kapatıyorlardı.
Adnan Hoca, Ajda Pekkan yanaklı kediciğine iltifat ederken gözü televizyonunda geçen bir alt yazıya takıldı.
“Alevi Diyanet İşleri başkanı mı?”
Bir anda kedicikler gitmiş, yerine Diyanet İşleri başkanlığına atanacak ismin Alevi olacağı düşüncesi yerleşmişti aklına.
Mehmet Görmez’in, uluslararası bir toplantıda, kendini ziyaret etmek için gelmek isteyen yabancı delegasyona “Gitmeyin o şarlatanın yanına!” dediğini duymuştu.
O günden beri Görmez’in kanına ekmek doğruyordu.
Aslında Görmez haksız da sayılmazdı.
Bu dekolte işini biraz fazla abartmıştı.
Olabilirdi bir Alevi’den Diyanet İşleri başkanı.
Desteklemeliydi bu işi…
***
Türkiye son zamanlarda Alevilerle inanılmaz uyumlu bir noktada toplumsal mutabakata erişmişti.
Devlet başkanı ve Halife Recep Tayyip Erdoğan önündeki başkanlık fermanını imzaladı.
“Ardahan Müftüsü ve Alevi Dedesi Ali Haydar Demir’in Diyanet İşleri başkanlığına atanması tarafımdan uygun görülmüştür.”

CHP’NİN TEK BAŞINA İKTİDAR OLDUĞU GÜN
Sultan Selim Camii Şerifi Başimamı ve Sultanahmet Camii Şerifi ikinci imamı ve hatibi, meşhur bestekâr Hacı Hafız Sadettin Kaynak, İstanbul valiliği, belediye reisliği ve CHP il başkanlığı görevlerini birlikte yürüten Muhittin Üstündağ’ın, Osmanlı sadrazamlarının sadaret makamı olarak kullandığı vilayet binasındaki odasında kendisine söyledikleri karşısında dehşete düşmüştü.
“Aman vali hazretleri!” diyecek oldu.
Valinin polis şefi olmaktan mütevellit yüz hatları daha da sertleşti, ceberut bir ifade ile Sadettin Kaynak’a doğru birkaç adım attı ve öfkeden ağzından tükürük saçarak “Emir bizzat Gazi Hazretleri’nin!” dedi.
Sadettin Kaynak on yaşında hafız olmuştu.
Hafız Melek Efendi’den, Kasımpaşa Küçük Piyale Camii İmamı Hafız Cemal Efendi’den, Neyzen Emin Dede’den ve Muallim Kâzım Uz’dan dinî bilgiler ve musiki öğrenmişti.
Valiye bir defa daha işin olmazlığını anlatmaya çalıştı.
Vali oralı değildi.
Yapması gerekenleri bir ültimatom edasında söyledi.
Sadettin Kaynak’a “Yarın büyük gün!” dedi.
“Ben de geleceğim camiye cuma namazı kılmaya.” diye de ekledi.
Görüşmenin bittiğini izhar edercesine ceketinin içine giydiği yeleğinin saat cebinden köstekli saatini çıkararak saate baktı ve kafasını salladı.
Sadettin Kaynak çarnaçar başıyla reverans yaparak kapıya doğru yürümeye başladı.
Valinin kükreyen sesiyle irkilerek yeniden döndü.
Vali kapıya yakın küçük bir çantayı göstererek “Bu çanta sizin. İçerisinde yarınki görev elbiseleriniz var.” dedi.
Sadettin Kaynak meraklı gözlerle bir valiye, bir çantaya baktı.
İlerledi. Çantayı aldı.
Çok ağır değildi.
Ne günah işledim de Rabb’im beni böylesine ağır imtihana tabi tutuyor! diye düşündü.
Vilayet binasından çıkarken dalgınlığından birkaç insana çarptı.
Arnavut kaldırımı yoldan Sirkeci’ye doğru inmeye başladı.
Öğle vakti yakın olduğu hâlde camiye gitmek istemedi.
Eve gidip Gülfiye’yle de kavga etmek hesabına gelmedi, asık suratı yüzünden.
Kimseyle karşılaşmamayı umarak Mısır Çarşısı’na doğru yürüyordu.
Yeni Cami’nin önünde durdu.
Yeni Cami’nin ona ihanet etmişçesine baktığını düşündü.
Ürperdi.
Yüreğinde bir bukağı hissetti ve her dakika biraz daha bukağının yüreğini sıktığı vehmine kapıldı.
Sol elini kalbinin üstüne koydu; hızlı hızlı atıyordu.
Kendisini bir mücrim gibi hissetti. Daha fazla dayanamayacktı.
Gülfiye’yle kavga etme pahasına eve gitmeye karar verdi.
Bir taksi çevirdi.
Evinin adresini verdi.
Kapıyı her zamanki gibi Gülfiye açtı.
Evinin anahtarı yoktu kendisinde.
Gülfiye her zaman evdeydi.
Odasına girdi. Kapıyı kapattı.
Gülfiye bir şeyler sezmişti.
Ama üzerine gitmek istemedi Sadettin’in.
Biraz ney çalsa açılır mıydı acaba?
Odasında bir ileri bir geri yürüyerek saatlerce kendine gelmeyi denedi.
Yatsı vakti bile gelmişti.
Valinin sözleri beyninde çınlıyordu.
Zinhar uykusu gelmiyordu.
Birden çantada ne olduğunu merak etti.
Odaya girer girmez öfkeyle çantayı hemen fırlatmıştı odanın gelişigüzel bir yerine.
Çantayı alıp çalışma masasının üzerine koydu.
Biraz meraklı, biraz endişeli, biraz şaşkın bakışlarla çantayı açtı.
Üstte bir papyon vardı.
Papyonu bir kenara koydu. Elbiseye baktı.
Gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
Ellerinde tuttuğu frakı bir müddet bırakamadı.
Valinin görev elbisesi dediği bir papyon ve bir fraktı.
Çaresizliğine bir defa daha esef etti.
Çalışma odasından çıkıp yatak odasına geçti.
Uyuyup uyansa bu kâbus geçer miydi acaba?
Yatakta binlerce defa bir o yana bir bu yana döndü durdu.
Şafak vaktine doğru yorgunluktan sızdı.
Saat ona doğru uyandı.
Kâbus yeniden yakasına yapıştı.
Günlerden cumaydı.
Hutbe sırası kendisindeydi.
Hemen hazırlandı.
Sultanahmet Camisi’nin avlusuna girdiğinde cemaat yavaş yavaş gelmeye başlamıştı.
Tanıştığı birkaç insanla selamlaştı.
Bazı tanıdıklarını görmezden geldi.
Her zaman herkese selam vermekten memnun olan kendisi bugün kimseyle karşılaşmak ve kimseyle göz göze gelmek istemiyordu.
İmam odasına geçti.
Diğer imam arkadaşlarının bir kısmı odadaydı.
Meslektaşları da şaşırmıştı kendisinin bu durumuna.
Elinde getirdiği çantayı bir kenara bıraktı.
Ezan birazdan okunacaktı.
Sultanahmet Camisi yavaş yavaş secde için kendisine koşan Müslümanlara ev sahipliği yapmanın şenliğini yaşıyordu.
Cami dolmak üzereydi.
Valinin sert ve otoriter talimatını hatırladı.
Bir daha titredi.
Cami avlusunda bir koşturmaca ve telaş başlamıştı.
Odanın penceresinden baktı.
Vali ve avanesi gelmişti.
Şaşkınlığı bir kat daha arttı.
Elleri titreye titreye cübbesini çıkardı, sarığını cübbenin üzerine koydu.
“Bu nasıl bir iş, nasıl bir zulüm!” diye haykırmak istiyordu.
Frakın içine beyaz gömleği giydi ve papyonu taktı.
Sirk cambazlarına dönmüştü.
İkinci ezan da okunmaya başlamıştı.
Odadan çıktı.
Camiye girdiğinde insanlar şaşkınlık, korku ve endişe içinde baktılar.
Minbere doğru ilerledi.
Camideki bütün cemaat ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Vali badem bıyıklarının altında bir yandan tebessüm ediyor, öte yandan zafer kazanmış komutan edasıyla etrafına, tepkilere bakıyordu.
Sadettin Kaynak minberin her bir merdiveninde üzerindeki ağırlığın arttığını düşünüyordu.
Başı açık, frak ve papyonla hutbe veren ilk imam olacaktı.
Sultanahmet, Sultanahmet olalı böyle bir eziyete düçar olmamıştı.
Nihayet mikrofona yakın merdivene çıktı.
Beti benzi atmıştı.
Nutku tutulmuştu.
Her zaman ki davudi sesi, Sultanahmet’in kubbesini çınlatan sesi çıkmıyordu.
Binbir zorlukla hutbeyi tamamladı.
Yuvarlanırcasına minberden indi.
Cemaat korku ile yer veriyordu.
Cuma namazı bittiğinde kan ter içinde kalmıştı.
Hava soğuktu oysa, İstanbul sert bir şubat ayı geçiriyordu, o kan revan içerisindeymiş gibi terlemişti.
Kimseyle göz göze gelmemeye çalışarak imam odasına geçti.
Papyon ve frakı hışımla çıkardı.
Sarığını takıp cübbesini giymişti ki odanın kapısı açıldı.
Odaya bir anda CHP İstanbul il başkanı, vali ve belediye reisi maiyetiyle daldı.
“Hoca hoca!” diye seslendi müstehzi bir ses tonuyla vali. “Daha vazife bitmedi.”
Kâbus bitmemiş, korkuları hitama ermemişti.
Vali “İlk Türkçe ezanı da sen okuyacaksın!” dedi.
“Aman ya Rabbi!” dedi.
Bayılacak gibi olmuştu.
Valinin huzurunda olmasına rağmen sedire oturdu.
Niye ben? diye sordu kendi kendine.
Tamam Cumhuriyet’e diyeceği bir şey yoktu, bir kısım uygulamalara da taraftardı.
Ama bu kadarını beklemiyordu.
Yapacak bir şey yoktu.
Vali, yeni ezan metnini bırakıp çıkmıştı odadan.
Sultanahmet’in diğer imamları ne yapacaklarını bilemez hâlde odaya doluşmuşlardı.
Vali çıkarken “İkindi vaktinde okuyacaksın ilk Türkçe ezanı.” demişti.
Sadettin Kaynak küçük kıyametin koptuğunu düşünerek Sultanahmet Camisi’nin 6 minaresinden ikindi ezanını okudu.
“Tanrı uludur, Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı’nın elçisidir Muhammed.
Haydin namaza, haydin namaza
Haydin felaha, haydin felaha
Tanrı uludur, Tanrı uludur
Tanrı’dan başka yoktur tapacak.”
***
Kilis halkının ileri gelenleri kendi aralarında toplanarak Evkaf Genel Müdürlüğünün satışa çıkardığı camilerle ilgili ne yapacaklarını tartışıyorlardı gizliden gizliye.
1927 yılından bu yana Evkaf Genel Müdürlüğü, Türkiye’nin her yerinde binlerce cami ve mescidi fazla olduğu iddiasıyla satışa çıkarmış ve bunlardan 2 bin 815 tanesi satılmıştı.
Önceleri cami ve mescitlerin satış ihalelerine kimse girmeyince bu defa Evkaf Genel Müdürü Fahri Bey formülü bulmuştu.
Bir kısım cami ve mescitler yıkılacak; enkazı ayrı, arsası ayrı satılacaktı.
Kilis eşrafı bunun üstüne satışa çıkartılan camilerin ihalelerine girmeye karar vermişti.
1947 yılıydı.
Özellikle Hacı Derviş Camisi yıkılmadan, enkaz ayrı, arsa ayrı satışa çıkmadan almaya karar verdi Kilis eşrafı.
Hacı Derviş Camisi’nin medresesinde Mehmet Vakıf Efendi ve Muallim Rıfat Bilge gibi önemli âlimler yetişmişti.
Eşraf kendi arasında topladığı paralarla ihaleye Durmuş Karadeniz’in girmesine karar verdi.
İhale günü gelip çatmıştı.
Durmuş Karadeniz ihaleye girip camiyi satın alacak ve yeniden vakfedecekti.
Karadeniz, ihalede camiyi almıştı.
Tapuyu kendi adına tescil ettirmişti.
Karz-ı hasen olarak para veren ahali şaşkındı.
Kimse gerçeği açıklayamıyordu.
Tek parti iktidarında yaşıyorlardı.
Aldatılmışlardı.
Caminin avlusu bir süre sonra dükkân olmuştu.
Millet kahırla, çaresizce bakınmış, sonra yapacak bir şey olmadığı için işin peşini bırakmıştı.
Fahrettin Karadeniz babasından sonra ailenin en büyüğü olduğu için işin başına geçmişti.
İşleri büyütmüş, beyaz eşya bayiliği bile almıştı.
Hem tüp hem de beyaz eşya ticareti yapıyordu.
Dükkâna sığmaz olmuşlardı.
Kardeşi Turan ve güvendiği birkaç adamla bir gece sabaha karşı dükkânı genişletmek için caminin ana binasını ve minaresini yıkmaya başladılar.
Ertesi gün kıyamet kopmuştu Kilis’te.
Caminin ve minaresinin yıkıldığını haber alan bütün Kilisliler Hacı Derviş Camisi’nin önünde toplanmıştı.
Halk galeyana gelmişti.
O anda birkaç kendini bilmez, Karadeniz Ticaretin kepenklerini sallamaya başlamıştı.
Bir anda kepenkleri alaşağı eden bir kısım insanlar mağazada ne var ne yoksa yağma ettiler.
Kalabalık patlamış bir volkanın lavları gibi akmaya devam etti.
Kaymakam lojmanının hemen yanı başındaki apartmanda aileye ait bir evi taşladılar.
İş kontrolden çıkmıştı.
Gaziantep Valiliği sokağa çıkma yasağı ilan ederek askerden ve çevre şehirlerden kolluk kuvvetlerini takviye etti.
Olayların elebaşı oldukları iddiasıyla Nihat Ferah, Nihat İslam ve MSP Kilis İlçe Başkanı Selim Diyarbakırlı gözaltına alındılar.
Hacı Derviş Camisi’nin yıkılmasını protesto, amacından sapmış ve yağmada hiçbir dahli olmayan masum insanlar önce gözaltına alınıp ardından tutuklanarak gelecekleri mahvedilmişti.
Tek parti döneminin barbarlıkları 30 yıl sonra bile bazı hayatları karartmıştı.
***
CHP Eski Genel Başkanı Deniz Baykal elindeki “Yeni Şafak” gazetesini okurken kahvesinden bir yudum daha aldı. Bırak siyasi hayatının tamamını, sadece kaset komplosundan sonra bile binbir ihanet yaşamıştı.
Hangi birini saysaydı? Kemal Kılıçdaroğlu’nu mu, Önder Sav’ı mı, avukatı olarak seçtiği Şahin Mengü’yü mü? Haberi okumaya başladı.
CHP’yi yeniden dizayn etmek için piyasaya sürülen skandal kasetin örgütlü suç kapsamında incelemeye alınması, kaset sayesinde liderliğe gelen CHP lideri Kılıçdaroğlu´nu rahatsız etti. Eski lider Baykal´a ait kaset soruşturmasını değerlendiren Kılıçdaroğlu, “Önümüzdeki günlerde göreceksiniz, özel yetkili savcı, CHP ile ilgili bir dosya çıkaracaktır. İsimsiz ihbar mektuplarını koyacaktır herhâlde.” dedi. Diğer taraftan olayın arkasındaki örgütün ortaya çıkarılmaması için CHP´deki Brütüs´ler ne gerekiyorsa yapmış. Baykal´ın o dönemdeki avukatı Şahin Mengü´nün, soruşturmanın kadük kalmasına yol açacak şekilde başvuru yaptığı anlaşıldı. Soruşturmayı savsaklayan savcı ise Ülker Tarhan döneminde YARSAV´a girdi ve daha sonra başkan yardımcılığına getirildi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, CHP Eski Genel Başkanı Deniz Baykal ile milletvekili Nesrin Baytok´a ait olduğu ileri sürülen uygunsuz görüntülerle ilgili soruşturmayı “örgütlü suç” kapsamına alırken dosyada yaklaşık iki yıldır hiçbir ilerleme kaydedilmemesinin arkasında yatan gerçekler de gün yüzüne çıkmaya başladı. CHP´yi yeniden dizayn için piyasaya sürülen, Baykal´ı koltuğundan eden, Kemal Kılıçdaroğlu´nu da CHP genel başkanlığına taşıyan kaset skandalının arkasındaki isimlerin ortaya çıkmaması için Kılıçdaroğlu ve Sav ekiplerinin seferber olduğu anlaşıldı. Kısa süreli beraberliğin ardından birbirlerine cephe alarak “düşman kardeşler” hâline gelen Kılıçdaroğlu ve Sav ekibinin kaset skandalının üzerini örtme amacıyla kurduğu koalisyonun ise kalıcı olduğu görülüyor.
Skandal görüntülerin Mayıs 2010 tarihinde internette yayınlanmasının ardından Deniz Baykal partinin genel başkanlığından ayrılmak zorunda kaldı. Avukatı CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü ise konuyla ilgili olarak “örgütlü suç” şikâyeti yerine, olayın boyutunu küçültüp “özel hayatın gizliliğini ihlal” şikâyetiyle suç duyurusunda bulundu. Ankara Başsavcılığı da bunun üzerine dosyayı bilişim suçlarına bakan Savcı Bülent Yücetürk´e verdi.
Yine bu sıralarda dönemin CHP Genel Sekreteri Önder Sav´ın desteklediği Kemal Kılıçdaroğlu CHP liderliğine gelirken Baykal´ın avukatlığını yapan Şahin Mengü de Önder Sav´ın yanında yer aldı. Kılıçdaroğlu´nun genel başkan adaylığının açıklandığı MYK toplantısında Baykal yanlılarının “Bu ortaya çıkartılsın, Baykal´a komplo örgüt işi!” çıkışına rağmen Mengü´nün de içinde yer aldığı Sav ekibi, konunun kişisel bir suç olduğu üzerinde durarak olayın örgüt yanını göz ardı etti. Böylece Sav´ın isteğine boyun eğen CHP yönetimi komplo kurbanı olduğu belirtilen eski genel başkanlarını kaderiyle baş başa bıraktı.
Şahin Mengü´nün suç duyurusunu soruşturmanın “kadük” kalmasına yol açacak şekilde sadece “özel hayatın gizliliğini ihlal” üzerine oturtması ve savcılığın da bilişim suçu kapsamında dosyayı ele alarak ilerleme kaydedememesi üzerine Baykal devreye girdi. Önce Önder Sav´ın yanında yer alan Mengü´yü azleden Baykal, yerine de Ankara´da kriminal ve örgütlü suçlarla ilgili davalara bakan Muzaffer Yılmaz Hukuk Bürosuna avukatlık vekâletini verdi. Hukuk bürosunda basın toplantısı düzenleyen Baykal´ın yeni avukatı Muzaffer Yılmaz, davayı aldığı dönemde yaptığı açıklamada şikâyeti yenileyeceklerini ve örgüt işine bakılması için suç duyurusunu yeniden yapacaklarını bildirdi. O tarihlerde dosyayı devralan Yılmaz´a Mengü´nün dosya aktarımında yardımcı olmadığı öğrenildi. Yılmaz, özel hayatın ihlali genişletilerek kaset olayının örgütlü suç kapsamında değerlendirilmesi için savcılığa yeniden başvurdu. Soruşturma savcısının yeni başvuruları dikkate almaması üzerine başvurular birkaç kez “örgüt işi” şeklinde tekrarlandı. Avukat Yılmaz´ın başvurularını geri çeviren Soruşturma Savcısı Bülent Yücetürk, dosyada hiçbir ilerleme kaydetmedi. Baykal´a yakın isimler, Yücetürk´ün yurt dışından beklenen IP tespitlerini bile dosyaya koymadığını ve soruşturmayı bir adım ilerletemediğini savundu. Ardından dönemin YARSAV Başkanı Emine Ülker Tarhan tarafından derneğe üye yapıldı. Bir ay sonra Tarhan, CHP milletvekilliği için istifa etti ancak yeni genel başkanın seçildiği kongrede referansıyla Yücetürk başkan yardımcısı görevine getirildi. Böylece Tarhan, soruşturmayı savsaklayan Yücetürk´ü ödüllendirmiş oldu. CHP milletvekili seçilen Tarhan da Kılıçdaroğlu tarafından “grup başkanvekili” yapılarak ödüllendirildi.
Ancak Ankara Başsavcısı İbrahim Ethem Kuriş´in, sürpriz bir şekilde dosyayı 19 Eylül 2011 tarihinde Savcı Bülent Yücetürk´ten alarak, Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına verdiği öğrenildi. Dosyanın özel yetkili savcılığa verilmesinde Savcı Bülent Yücetürk´ün hiçbir ilerleme sağlayamamasının yanında, Baykal´ın Mengü´nün yerine getirdiği avukatı Yılmaz´ın selefinin aksine defalarca örgüt kapsamında değerlendirilsin başvurusu yapmasının etkili olduğu bildirildi. Dosyayı inceleyen Başsavcılığın, “Bu olay, CHP´nin yeniden dizayn edilmesi amacıyla yapılmış, arkasında yasa dışı örgüt olması muhtemel bir operasyondur.” değerlendirmesini yaptığı belirtildi. Başsavcılığın “Arkasında örgüt var!” diyerek gönderdiği soruşturma dosyası Özel Yetkili Ankara Savcısı Cemil Tuğtekin tarafından yürütülüyor.
CHP eski MYK üyesi Savcı Sayan, CHP yönetiminin kaset davasına duyarsızlığını, “Ankara Adliyesine bir kişi bile göndermeyenler KCK Davası’na gözlemci gönderdi. Uzun süre partiye hizmet vermiş Sayın Deniz Baykal´ı ise unuttular, unutturmak istediler!” sözleriyle ifade etti. “Olayın bilişim suçu olmadığını, örgüt işi olduğunu hep söyledim. Bugün bizim haklı olduğumuz ortaya çıktı.” diyen Sayan, dosyanın bilişim savcısında 2 yıl bekletilmesini de eleştirerek, “Delillerin ortadan kalkması ve özel yetkili savcının inceleyecek bir şey bulamaması için mi 2 yıl beklendi?” sorusunu sordu.
Skandalın örgütlü suç kapsamında incelenmesinden rahatsız olduğunu değerlendirmeleriyle ortaya koyan CHP lideri Kılıçdaroğlu, eski genel başkan Deniz Baykal´a ait kaset soruşturmasında adı geçen örgüte ilişkin bir soru üzerine, “Önümüzdeki günlerde göreceksiniz, özel yetkili savcı, CHP ile ilgili bir dosya çıkaracaktır. İsimsiz ihbar mektuplarını koyacaktır herhâlde.” dedi. CHP´yi kimin dizayn etmek istediğine ilişkin bir soru üzerine Kılıçdaroğlu, “Ben ne bileyim, bakalım savcı ne diyecek?” diye konuştu.
Öte yandan, CHP´de olağanüstü tüzük kurultayının tarihinin 3 Mart olarak belirlendiği ve kurultayın Ankara Atatürk Spor Salonu´nda yapılacağı belirtildi. Kurultayda muhaliflerin tüzük değişiklikleri taleplerinin yanı sıra CHP Genel Merkezinin hazırladığı tüzük taslağı da görüşülecek. CHP tüzüğüne göre delegelerin yüzde 51´inin imzasıyla genel başkanın değiştirilmesi amacıyla seçim yapılabiliyor. Bu da 625 oya denk düşüyor.
Kendisi güven tazelemek için istifa etmişti.
İstifa ederken de özellikle Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Genel başkanlığa aday değilim.” demesinden cesaret almıştı.
Oldum olası Kılıçdaroğlu’nu sevmemişti.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul büyükşehir belediye başkan adayı yapılmasını İstanbul baronları istemişti. İlk başta çok endişelenmemiş ama ısrarlar karşısında rahatsız olmuştu. “Nasıl olsa kazanamaz.” diyerek aday yapmıştı ama Kılıçdaroğlu, CHP’nin oylarını kendisini şaşırtacak kadar yükseltmişti İstanbul’da.
“Yeni Şafak” gazetesini sehpaya bıraktı. “Bugün” gazetesini aldı. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in söyledikleri ilgisini çekti.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin, dün akşam TRT Haber´de yayınlanan “45 Artı” programında Hülya Hökenek´in sorularını yanıtladı. Adalet Bakanı Ergin, Deniz Baykal´a yönelik kaset komplosunun örgütlü suç şüphesiyle özel yetkili savcılığa devredilmesini eleştiren CHP Lideri Kılıçdaroğlu´na da yanıt verdi: “Sayın Kılıçdaroğlu´na şunu sormak lazım; bu söyledikleriniz son kararınız mı diye sormak lazım. Çünkü Sayın Kılıçdaroğlu önce konuşup sonra düşünen bir yapı sergiliyor maalesef. Daha önce bu hadise olduğunda, şöyle konuşulmuştu; ‘Bunu hükûmet ortaya çıkarmak zorundadır. Bu komplo kim tarafından yapıldıysa araştırılması lazım. Niye şimdiye kadar çözülmedi?’ diye şikâyet ettikleri bir konuda, yargı organları yardıma davet etti onları. Bize yardımcı olun, mekânıyla ilgili, nerede geçmiştir bu hadise, adres verin, şüphelendiğiniz kişiler noktasında vesaire… Ama o dönem soruşturmayı yürüten savcılara herhangi bir yardımda bulunulmamıştır.”
Hökenek: “Siz dosyayı biliyor musunuz?”
Ergin: “Hayır bilmiyorum. Şimdi önceki beyanlarından biliyorum. Böyle bir hadiseyi, bir komployu ortaya çıkartma noktasında göreve davet etmişlerdir savcılıkları. Savcılıklar da ellerinde bilgi, bulgu varsa bunları değerlendireceklerdir. Sayın Kılıçdaroğlu bunu bir şey biliyor da mı söyledi, bir beklentisi vardı da mı böyle söyledi? Doğrusu bunu bilmiyorum. Herhangi bir sıkıntısı olmayan kişinin endişe etmesine gerek yoktur. Yani sizin bir dahliniz yoksa, bir sıkıntınız yoksa, endişe etmenize gerek yoktur.”
Deniz Baykal´ın genel başkanlığı bırakmasına yol açan kaset komplosuyla ilgili çarpıcı bir gelişme daha yaşandı. Baykal´ın “organize çete işi” dilekçesi üzerine OdaTV server’ları üzerinde Ergenekon izi arandı. Deniz Baykal’ı CHP genel başkanlığı koltuğundan indiren kaset tezgâhının şifreleri çözülüyor. Ergenekon soruşturması kapsamında OdaTV´de ele geçirilen komplo belgeleri CHP Eski Genel Başkanı Baykal ve Ankara Başsavcılığını harekete geçirdi. Baykal´ın, “Komplo organize çete işidir. Örgüt aranmalıdır.” dilekçesi üzerine soruşturmayı özel yetkili savcılığa gönderen başsavcılık, İstanbul´dan istediği OdaTV server’ları üzerinde Ergenekon izini aradı.
Baykal´ı koltuğundan eden skandal kaset dosyasıyla ilgili çarpıcı gelişmeler yaşanıyor. Özel yetkili savcılığın araştırdığı Baykal´a yönelik kaset komplosuyla ilgili özel yetkili savcının dosyaya hayalî isimler ve gizli tanıklar koyabileceğini öne süren Genel Başkan Kılıçdaroğlu´na karşılık Baykal cephesinin farklı tavır aldığı belirlendi. Baykal´ın soruşturma sürecinde Ankara Başsavcılığına, “Komplo organize çete işidir. Örgüt aranmalıdır.” talebini ilettiği ortaya çıktı. Başsavcılığın Baykal´ın talebi üzerine dosyayı, “CHP yeniden dizayn edilmek istendi.” vurgusuyla örgütlü suçlara bakan Özel Yetkili Başsavcıvekilliğine gönderdiği tespit edildi.
Ankara Başsavcılığının özel yetkili savcılığa gönderdiği dosyada Ergenekon şüphesinin araştırıldığı öğrenildi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı kanalıyla İstanbul emniyetinden bazı server’lar istenirken bu serverların OdaTV bağlantılı veri tabanları olduğu ifade edildi. İstenen belgeler arasında Baykal´ın taciz ettiği ileri sürülen OdaTV muhabiri İklim Bayraktar´la ilgili teknik kayıtlar da bulunuyor. Bu arada Baykal´ın, yakın çevresine ortaya çıkan belgelerin üzerine gidilmesi talimatını verdiği aktarıldı. Başsavcılığın ise Ergenekon bünyesindeki OdaTV soruşturmasında Baykal´la ilgili belgeleri mercek altına aldığı bildirildi.
Deniz Baykal´ın muhalefette yeterince etkili olmadığı gerekçesiyle Ergenekon örgütü tarafından “Varan-1” kodlu seks kaseti ile liderlikten devrildiği, bunda Ergenekon sanıklarının da rolü olduğu OdaTV soruşturmasında ortaya çıkmıştı. Kılıçdaroğlu´nun sürpriz şekilde liderlik koltuğuna oturmasının ardından sadece soyunma sahnelerinin yer aldığı kasetle yetinilmişti. Kasetin devam bölümlerinin olduğu, asıl sahnelerin “Varan-2”de olduğu iddia edildi.
Ergenekon soruşturması kapsamında kabul edilen OdaTV iddianamesinde, Baykal´ın internette yayımlanan görüntülerine ilişkin bilgiler yer alıyor. “Kılıçdaroğlu´na destek zorunlu…” ibaresi ile başlayan ST3120827AS_4MS1TF89 seri numaralı dokümanda Halk TV´yi devralırsak parasal sıkıntımız kalmaz. Kılıçdaroğlu da istekli, her türlü desteği alırız ama Baykal direniyor, Baykal engelini aşmalıyız. İkna için Varan 2…” ifadesi yer alıyor.
Baykal´ın avukatı Muzaffer Yılmaz, komplonun örgüt işi olmasına karşılık soruşturmada örgüt aranmadığına dikkat çekti. Yılmaz, “Sürecin başından beri verdiğimiz dilekçelerde olayın örgüt işi olduğunu ifade ederek olayın örgüt kapsamında araştırılması gerektiğini eski savcı Bülent Yücetürk´e de söylemiştik. Ancak bu olmadı. Deneyimli dış istihbarat elemanlarımız olmasına karşılık ABD kaynaklı IP adreslerinin Türkiye üzerindeki aynı server’larla farklı paylaşımlar yapmasına karşılık da fail tespiti yapılamadı.” dedi.
Cemaat gazetesinin pişkinliği karşısında dudaklarını ısırdı. Her işi Ergenekon’a bağlıyorlardı. Erken davranarak Fethullah Gülen’in kendisini araması yüzünden “Komplo Cemaat işi değil.” demişti.
Sonradan ortaya çıkan bütün gelişmeler tersini göstermişti. Sabri Uzun ferade ferade anlatmıştı.
Olay tam da İstanbul baronları ile Fethullah Gülen’in tezgâhıydı.
“Zaman” gazetesinin manipülasyon amaçlı haberini tiksinerek okudu.
Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayan “Kirada oturuyorum!” diye nara atan Ekrem Dumanlı’nın “Zaman” gazetesindeki iğrenç haberini hatırladı. “Haram yemedik!” diye gövde gösterisi yapan polisler her türlü pisliğe bulaşmıştı.
Haberi hüzün ve tiksinti karışımı duygularla okudu:
Deniz Baykal´ın avukatı Muzaffer Yılmaz, kaset skandalına ilişkin önemli açıklamalarda bulundu. Kaset olayının en baştan örgüt suçları kapsamında soruşturulmasını istediklerini söyleyen Yılmaz, “O örgüt, at oynatmaya devam ediyor. Olay en başından örgüt suçu kapsamına alınsaydı gözaltılar olabilirdi.” dedi. Deniz Baykal´ın CHP genel başkanlığından istifa etmesine sebep olan kaset skandalını soruşturan Bilişim Suçları Savcılığı, örgüt şüphesi sebebiyle dosyayı Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Savcılığına devretti. Bu gelişme, Baykal ve çevresi tarafından olumlu bir gelişme olarak değerlendirildi. Süreci “Zaman”a değerlendiren Baykal´ın avukatı Muzaffer Yılmaz, kaset olayının baştan beri örgüt suçları kapsamında soruşturulmasını istediklerini söylüyor. Yılmaz, “O örgüt istediğini yapmış oldu. At oynatmaya devam ediyor. O tarihte örgüt suçu kapsamına alınsaydı daha sağlıklı olurdu. Böyle olsaydı telefon dinlemeleri, çapraz sorgular ve gözaltılar olabilirdi. Çünkü örgüt suçlarının soruşturma yöntemi farklı. Tabii süreç biraz uzadı. Bunlar eksik yapıldı.” diyor.
Muzaffer Yılmaz, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu´nun haberin basında yer almasının ardından sarf ettiği, “Önümüzdeki günlerde özel yetkili savcı CHP´yle ilgili bir dosya çıkaracaktır. Ortalık birbirine girecektir.” çıkışını ise kurultay endişesine bağlıyor. “Kemal Bey´in çok bir bilgisi varsa bilmiyorum. Şöyle bir tepki olabilirdi: Başından beri bu soruşturma neden bu şekilde yürümedi, şeklinde tepki gösterebilirdi. Onlar sanıyorlar ki kurultay tarihi belirlendiği için böyle yapıldı. Ama öyle değil, üç ay öncesinden özel yetkili savcılığa gitti dosya. Onlardaki bilgi kirliliğinden kaynaklanıyor. Bilmeden açıklama yaptılar diye düşünüyorum.” Avukat Yılmaz, kaset komplosunda yabancı istihbaratlarla yurt içindeki iş birlikçilerin parmağının olduğunu savunuyor. “Ciddi bir operasyondu. Sadece yurt içi ile bağlantılı değil. Yurt dışı istihbaratları da vardı.” diyen Yılmaz, olayın zamanlamasına dikkat çekiyor: “Seçimlerden önce İsrail ve Amerika’yla sorunlar vardı. Başbakan Tayyip Erdoğan hem İsrail hem de Amerika´ya karşı dik duruyordu. O tarihte başbakan hiç kimseye ihtiyaç duymadan ülke içindeki dinamiklerle iktidar olacağını düşünüyordu. Ama sonra farklı bir dizayn gelişti. Birdenbire böyle bir olay oldu (kaset) ve Kılıçdaroğlu getirildi. Birden basın pompaladı. AK Parti ile aradaki fark yüzde 3´e düşürüldü. Suni anlamda oy oranı yükseltildi CHP’nin. Aslında böyle bir oy oranı yoktu. CHP, Tayyip Erdoğan´a ciddi bir rakip yapıldı. İsrail´e giden gemi ve sonrasında yapılan açıklamalar var. Başbakan iç dinamiklerle hallettiğini düşünüyordu ama halledemeyeceğini anladı. Başbakandan vazgeçilirse en büyük iktidar adayı CHP’dir. Bu CHP iktidarında da Deniz Bey istenmiyor. Çünkü Amerika´ya daha yakın bir politika güdebilecek lider isteniyordu. Kılıçdaroğlu´nun özellikle Güneydoğu politikasında bunu görüyorum.”
Baykal´a tuzak kurmakla suçlanan OdaTV ile ilgili soruşturmaya da değinen Muzaffer Yılmaz, sanıklardan İklim Bayraktar’ın kayıtlardaki ifadelerinin altını çiziyor. Avukat Yılmaz, “Deniz Bey´in siyasi hayatını bitirmeye yönelik bir şeydi. Ama bayan (İklim Bayraktar) çok açık verdi. Bunu kurguladığını kabul etti. ‘Ektim biçicem.’ diye konuşmaları var. O tarihten sonra Deniz Bey´i aramaları var.” ifadelerini kullanıyor.
***
Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Merkezi’ndeki odasından çiftliğe doğru baktı.
Beştepe’deki saray bütün heybetiyle görünüyordu.
“Kim ne derse desin. Adam büyük düşünüyor.” dedi.
Bir gün acaba oraya oturabilecek miydi?
Ondan önce Çankaya Köşkü vardı hedefinde.
Koltuğuna sıkı sıkıya sarıldı.
Bu koltuk SSK Genel Müdürlüğünden sonra oturduğu en görkemli koltuktu.
İstanbul’daki dostları ve Hizmet Hareketi’nin katkılarıyla CHP genel başkanı olmuştu.
İlk icraatlarından biri de Önder Sav’ı, ardından da neredeyse ulusalcıların tamamını partiden uzaklaştırmak olmuştu.
İkidir komplosu anlaşılmasın diye Deniz Baykal’ın Antalya’dan milletvekili seçilmesine müsamaha gösteriyordu.
Onu da partiden atacağı günler uzak değildi.
Tek başına iktidar, o olmazsa koalisyon, o da olmazsa Cemaat’in darbesiyle başbakan olacaktı.
Ahmet Davutoğlu’nun “23 Nisan bayramlarından birinde gelsin koltuğuma bir günlüğüne otursun.” demesine nasıl da içerlemişti.
Demek başbakanlık o kadar uzaktı ha kendisine!..
Akşam güneşi camdan içeriye öyle tatlı ışınlarını gönderiyordu ki göz kapakları uykuya zor direniyordu.
Dalmıştı.
Telefon sesiyle uyandı.
Bir anda neye uğradığına şaşırmıştı.
Güzel bir rüya görmüştü.
Seçimler olmuş, CHP tek başına iktidara gelmiş, kendisi TBMM’de hükûmet programını okuyordu.
Hışımla telefonu açtı.
Özel kalem müdürü yeni bir anket sonucunun raporunu getirecekti.
Heyecanla raporu istedi.
Rüya bir işaret miydi yoksa?
Raporu istedi.
Özel kalem müdürü raporu masasına bıraktı.
Raporu eline aldı oy oranlarının olduğu sayfayı açtı.
CHP %24.9 olarak gösteriliyordu.
Raporu hiddetlenerek Beştepe’ye doğru fırlattı.
Yine hüsran, yine hüzün, yine başarısızlık! dedi kendi kendine.

TÜRKİYE’NİN NATO VE AB’DEN AYRILDIĞI GÜN
İngiltere’nin küçük bir şehrinde, Gloucestershire yakınlarındaki Stanton kasabasında 12. yüzyıldan kalan bir şatoda yaşıyorlardı.
Londra’ya son yıllarda gitmez olmuşlardı.
Bir zamanlar kapılarından görkemli arabalar eksik olmaz, ziyaretçilerin biri gider, öbürü gelirdi.
Aşçıları, şoförleri, bahçıvanları vardı.
Şato bir zamanlar görkemli davetlerle ziyaretçileri büyülerdi.
Sanki her bir köşesinden bir Norman’ın fırlayıp çıkacağı egzantrik bir ihtişama sahipti şato.
Şimdilerde müştemilatlarında bir çalışan dahi barınmıyordu.
Çocuklarının bir kısmı Londra’ya, bir kısmı New York’a yerleşmişti.
Laura Kathleen Clegg, kocası Lord Hastings Ismay’a çok saygı duyuyor ve her bir hizmetini eksiksiz yapmaya çalışıyordu.
Aslında kendisi de çok yorgundu.
Pek çok işi zorlanarak yapıyor, çocuklarının yanında olmamasına hayıflanıyordu.
Son uşağı işten çıkardığına üzülüyordu ama maddi imkânsızlıklar yüzünden buna mecbur kalmıştı.
Emekli maaşları yetmez olmuştu.
Çocukları şato dışındaki geliri yüksek mülkleri ve tüm birikimlerini paylaşmışlardı.
Lord Hastings Ismay bu duruma itiraz etmişse de olup biteni engelleyememişti.
Şatoya devamlı olarak İngiltere’nin her bir tarafından turizmciler gelip butik otel yapmak için çok cazip tekliflerde bulunuyorlardı.
Her defasında bu teklifleri yapanları kovmaktan beter ediyordu.
Bu küstah turizmciler kendilerini ne zannediyorlardı!
Kendisi, koskoca Britanya Hindistan’ı kara kuvvetleri komutanıydı.
Vakti zamanında üzerinde güneşin batmadığı bir imparatorluğun en önemli komutanlarından biriydi.
Hindistan’ı işgal eden İngiliz birliklerinin başındaydı.
Majesteye yürekten bağlı, Winston Churchill’in önem verdiği komutandı.
Winston Churchill’e, karacı olmasına rağmen, Çanakkale üzerinden bir savaşa girmemesi önerisinde bulunmuştu.
Ama Bay Churchill kendisini dinlememiş ve Gelibolu’da majestenin donanması ağır bir yenilgi almıştı.
Churchill daha sonra kendisine hak vermiş ama Osmanlı büyük bir psikolojik üstünlük kazanmıştı.
Kendisi Churchill’den daha az politika biliyor değildi.
Hindistan’da olmak savaş politikalarının uzağında kalmak anlamına geliyordu.
Bu duruma bazen çok içerliyor ve kendisine karşı koyan Hindulardan ve Müslümanlardan hıncını çıkarıyordu.
Bir defasında Keşmir’de pek çok Müslüman dokumacının her iki ellerinin başparmağını kestirmişti.
Çok insan ölmüştü bu esnada.
Parmağını kestirmemek için direnen Müslümanları anında kurşuna dizdirmişti.
Kendisinin yaptığı aslında küçük bir tarih tekrarıydı.
Asıl katliam 150 yıl önce yapılmıştı Hindistan’da.
İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, İngiliz kumaşlarına pazar açmak için, kumaş dokumakta kararlı olan 40 bin Keşmirli Müslüman ve Hindu’nun başparmaklarını kestirmişti.
İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin yönetiminde yer alan William Bolts; Karl Marx ve fabrikatör Engels tarafından da çok olumlu bulunan başparmak kesme uygulamasına katliam diyerek şirketten ayrılmış ve “Considerations on India Affairs” isimli bir kitap yazmıştı.
Kendisi Hindistan’a gelmeden önce, 1772 yılında yayımlanan ama British Library’deki nüshaları bile daha sonra imha edilen kitabı Kraliyet Kara Kuvvetlerinin kütüphanesinde buldurup okumuştu.
Karl Marx ilerici bir devrim olarak nitelendirdiği bu katliamla ilgili 25 Haziran 1853 günkü “New York Daily Tribune”e bir de makale döktürmüştü.
Hindistan’da çok uzun süre kalamayacaklarını biliyordu.
Bu sebeple Gandi ile uzlaşılmasını, Hindistan’ın en az üç dört parçaya bölünmesini, Müslümanların Hindularla çatışmasını sağlayacak formüller üretilmesini öneriyordu Londra’ya.
Osmanlı halifesinin Hindistan’a yardımına da mâni olunmasını istiyordu.
Parlak fikirleri ile Londra’ya sürekli “akıl verince” kraliçenin onayı ile Cephane Bakanı Winston Leonard Spencer-Churchill talimatıyla merkezde yeni görevine başladı.
İkinci Dünya Savaşı’nı az daha kaybediyorlardı.
Eğer Hitler Rusya’ya savaş açmamış olsaydı, her şey çok farklı olabilirdi.
Kraliçe ve Churchill’e yeni bir Batı ittifakı ve hatta haçlı ittifakı kurulmasını aylardır öneriyordu.
Ölmeden önce bu ittifakı görmek ve mümkünse bu ittifakın ilk komutanı olmak istiyordu.
Sonunda hem kraliçeden hem de yeni görevi başbakanlık olan Churchill’den onay gelmişti.
Başta, Birleşik Krallık otoritelerine ve Belçika, Danimarka, Fransa, Hollanda, İtalya, İzlanda, Kanada, Lüksemburg, Norveç ve Portekiz ülkelerinin yöneticilerine “Rusya’yı dışarıda, Almanya’yı alaşağı edilmiş hâlde, Amerika’yı da içeride tutmak için NATO’yu kurmamız gerek!” diyordu.
Büyük düşü gerçek olmuş ve 4 Nisan 1949’da Washington DC’de NATO’nun kuruluşunu gerçekleştirmişlerdi.
Hatta ne olur ne olmaz Türkler rahat durmaz diyerekten bir hayli küçültüp kendine dönemez hâle getirdikleri Türkiye’yi de 1952’de ittifaka dâhil etmişlerdi.
İlk genel sekreter, yani yeni haçlı orduları komutanı kendisi olmuştu.
Beş yıla yakın görev yapmıştı haçlı ordularında.
Türkiye artık bu haçlı ittifakının bir üyesiydi.
***
Başbakan Adnan Menderes evinde çalışmaktan da çok hoşlanıyordu.
Millî Şef İnönü’nün 12 yıllık uygulamaları milleti canından bezdirmişti.
Lozan görüşmelerindeki tutumu anlaşılır gibi değildi.
Mustafa Kemal’in Hatay için gösterdiği hassasiyeti o, 12 Adalar, Kıbrıs, Musul ve Kerkük’te göstermiyordu.
Büyük toprakların başa bela olacağı vehmindeydi.
Osmanlı’nın topraklarının yirmide birine, Misak-ı Millî’ye bile büyük gözüyle baktığını biliyordu Menderes.
Toplumsal çatışmaların başlamak üzere olduğu bir zamanda millet onları göreve getirmişti.
Moral parametreleri yok olmuş bir millet vardı.
Yoksulluk, yoksunluk, mahrumluk muhtaçlık her bir tarafta kol geziyordu.
Kibrit bile üretilmemişti Millî Şef döneminde.
Atatürk’ün millî sanayi hamlesi unutulmuştu.
Uçak fabrikasını bile kapattırmıştı İnönü.
Menderes Sovyetler tehdidini hep hissetmişti.
Her bir kış gelişinde komünistlerin de geleceği korkusu vardı.
İngiltere ve ABD, sürekli Josef Stalin konusunda uyarıyordu.
Batı’ya sığınsa bir türlü, sığınmasa başka türlüydü.
Sonunda Celal Bayar’la konuşup NATO’ya girmek için başvuru yapmaya karar verdi.
ABD bu başvuruya hemen olumlu cevap vermedi.
Türkiye artık avuçlarındaydı.
5000 askerden oluşan bir tugay Kore’de savaşacaktı.
Bine yakın şehit ve kayıp vardı.
3000 civarında Mehmetçik yaralanmıştı.
Batılılar kanımızı dökerek Türkiye’yi NATO’ya almıştı.
Türkiye artık kendi medeniyet iddiasından vazgeçmiş, vazgeçmekle kalmamış bir de bunu Batı nezdinde tescil ettirmişti.
***
Jean Monnet, Milletler Cemiyeti genel sekreter yardımcısı olduğunda çok ümitlenmişti.
Batılı ülkeler -ki kendi ülkesi Fransa dâhil- birleşmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden kazımışlardı.
Kendisinin zaten en büyük düşü bir Anglo-Fransız birliği oluşturmaktı.
Bu birliğin fiziki inşası için Manş Tüneli’ni çok önemsiyordu.
Eğer denizin altından iki ülkeyi, Fransa ve İngiltere’yi, birbirine demir yolu ile bağlayabilirse büyük bir adım atılabilir, 100 yıllık bir düş gerçek olabilirdi.
Monnet, genel sekreter yardımcılığında hayal ettiği projeleri gerçekleştiremeyeceğini görmüştü.
Onun bir düşü vardı.
O, haçlı ordularını yeniden kurmak istiyordu.
1923 yılında, Türk devletinin kurulduğu yılda Milletler Cemiyeti genel sekreter yardımcılığı görevinden istifa etti.
Dünya hükûmeti kuramıyorduysa Avrupa hükûmeti kurabilirdi.
Eğer Fransa ve İngiltere birlik olursa Avrupa bir araya gelebilirdi.
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesi, tehlikenin tastamam geçtiğine delalet etmezdi.
İspanyol Müslümanları az daha Paris’e gireceklerdi.
Osmanlı, Vatikan’ı topraklarına katmak üzereyken Sultan Fatih, papanın organize ettiği bir komplo ile zehirlenmişti.
Herkes uyur Türkler ve Müslümanlar uyumazdı.
Bugün yenilmiş gibi görünürler, yarın hortlak gibi ortaya çıkarlardı.
İngilizlerle birleşmek için yollar ararken bir taraftan da Almanları bu birliğe ortak etmeye çalışıyordu.
Kendisinin fikir babası olduğu Avrupa Birliği’nin temelini oluşturacak olan Maden Birliği Sözleşmesi’ni (Montanunion) imzalamak amacıyla federal şansölye olarak Paris’e gelen Konrad Hermann Josef Adenauer’la ilk Paris ziyaretinde tanışmışlar ve kimyaları tutmuştu.
Charles de Gaulle ve Winston Leonard Spencer-Churchill de birliğin yararına inanıyordu.
Müslümanlar ve Doğu ancak kendileri birlik olursa geriletilebilirlerdi.
Birlik çabaları sonuç vermişti.
1951 yılında Paris Antlaşması ile Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’u bir araya getirmeyi başarmıştı.
Önce Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’ni (ECSC) kurdu.
İngiltere dışarıda kalmıştı.
İkna edilmesi biraz zaman alacaktı.
Bu ilk adımdı.
ECSC’nin ilk başkanı oldu ve 3 yıl görev yaptı.
Bu birlik Avrupa’nın ekonomik ve siyasi entegrasyonunun ve Avrupa Birliği’nin ilk adımıydı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/yasin-topaloglu/turkiye-yi-sarsacak-10-gun-69429535/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Tarla faresi
Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün Yasin Topaloğlu
Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün

Yasin Topaloğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Национальная политика

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: 1) Haydar Dede′nin Diyanet İşleri Başkanı Olduğu Gün 2) CHP′nin Tek Başına İktidar Olduğu Gün 3) İstanbul′un 8,2 Şiddetindeki Depremde Yıkıldığı Gün 4) PKK′nın Fethullah Gülen′in Cenazesini Kaçırdığı Gün 5) Abdullah Öcalan′ın Milletvekili Seçildiği Gün 6) Halife Uyandığı Gün 7) Türk Ordusunun Kudüs′e Girdiği Gün 8) Turan Yazılım′ın Microsoft′u Satın Aldığı Gün 9) Türkiye′nin NATO ve AB′den Ayrıldığı Gün 10) Recep Tayyip Erdoğan′ın Öldüğü Gün

  • Добавить отзыв