Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
Stanley Lane-Poole
Batı dünyası ve düşüncesi iki “Şarklı” lideri asla unutmadı, unutamadı. Orta Doğu ve Orta Asya’nın dini olarak İslam, Batı için kayda değer bir muhatap değildir. Avrupa, İslam’ı ve Müslümanları uzun yıllar kendi klasmanında görmedi.
Stanley Lane-Poole
Selahaddin İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
TEMEL KAYNAKLAR
İbnü’l Esir (1160-1233), el-Bahir, Musul atabeylerinin tarihi, yazım yılı 1211 (Haçlı Seferleri tarihçileri derlemesi: Doğulu tarihçiler, cilt ii, 2, Paris, 1876).
İbnü’l Esir (1160-1233), el-Kamil fi’t- Tarih, genel tarih, 1231’e kadar yazılmış, (Tornberg, 14 cilt, Leyden, 1866-76; Derleme, cilt i, 1872; cilt ii, ı, 1887).
Bahaeddin İbn Şeddad (1145-1234), En-Navadir es Sultaniye ve-l-Mahasin el-Yusufiye, Selahaddin’in hayat hikâyesi, (Shultens basımı, Leyden, 1732; Derleme, cilt iii, 1884 ve Filistin Hacılarının Metin Topluluğu basımı Sir C. W. Wilson, K.C.B., R.E.,1897).
İbn Hallikân (1211-1282), Vefayat el-Ayan, biyografik sözlük, (Slane çevirisi, 4 cilt, Paris, 1843-71).
Osman İbn Munkid (1095-1188), Kitab el-İtibar, otobiyografi (H. Derenbourg çevirisi ve basımı, 2 cilt, Paris, 1886-93).
İmadeddin el-kâtip (1125-1201), el-Fetih el-Kussi, (Landberg basımı, cilt i, Leyden, 1888).
Ebu Şame (1202- 1267), Kitab er- Rodateyn, Nureddin ve Selahaddin’in hikâyesi (2 cilt, Kahire, 1870-71).
Tyre’lı William (1137-1185?), Historia rerum in partibus transmarinis gestarum, (Derleme: Batılı tarihçiler, cilt i, Paris, 1844).
Ernoul (fl. 1187), Chronique, (Mas Latrie basımı, Paris, 1871).
Itinerarium Peregrinorum et Gste Regis Ricardi (1190-92), (Stubbs basımı, Rolls Serisi, 38. a cildi, Londra, 1864).
Archer, T.A., The Crusade of Richard I., (Londra, 1888).
Le Strange, Guy, Paletsine under the Moslems (Filistin Keşif Fonu, 1890).
Rey, E., Les colonies franques de Syrie (Paris, 1883).
Diğer çalışmalara da dipnotlarda değinilmiştir.
ÇİZİMLER
KAHİRE HİSARI, DOĞU CEPHESİ[1 - 2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
ANTAKYA’YA SALDIRI, 1098[2 - 2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
KUDÜS’ÜN ALINMASI[3 - 2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
NORMANDİYALI ROBERT BİR SARAZENİ ATTAN DÜŞÜRÜYOR[4 - 2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
SELÇUKLULARI İZLEYEN HAÇLILAR[5 - 2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
HAÇLILARLA KURBUGA ARASINDA SAVAŞ[6 - 2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
MUSULLU MUHAMMED İBN KUTLUK TARAFINDAN YAPILAN ASTROLOJİ CETVELİ[7 - 2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
YAĞMA SEFERİNDEN DÖNEN BİR KISIM HAÇLI[8 - Archer’ın Crusadec of Richard I. (1. Richard’ın Haçlı Seferleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
EMEVİ CAMİİ, ŞAM[9 - Journal of the Royal Institute of British Architects’den (İngiliz Kraliyet Mimarları Enstitüsü Bülteni) kopya edilmiştir.]
HAÇLILAR VE MISIRLILAR AŞKELON ÖNLERİNDE[10 - 2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
SİTA NEFİSE MABEDİNDEN BİR İBADET HÜCRESİ
İMAM EŞ-ŞAFİ CAMİİ[11 - Lane-Poole’un Cairo (Kahire) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
SELAHADDİN’İN EMRİYLE NUREDDİN ADINA KAHİRE’DE BASILAN ALTIN PARA
KAHİRE HİSARI DUVARINDA KARTAL FİGÜRÜ
SELAHADDİN’İN İSKENDERİYE’DE BASILAN ALTIN PARASI
BÂB ZUVEYLE
İBN-TULUN CAMİİ[12 - Lane-Poole’un Art of the Saracens (Sarazenlerin Sanatı) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
KAHİRE HİSARI’NDA BİR KULE
ZAFER KAPISI (BÂB EN-NASR)[13 - Lane-Poole’un Cairo (Kahire) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
‡ BİR SARAZEN KALESİNİN KUŞATILMASI[14 - G. Paris’in Guillaume de Tyr (Tyr’li Guillaume) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
SELAHADDİN’İN 1177’DE KAHİRE’DE BASILAN GÜMÜŞ PARASI
ÜZERİNDEKİ SELAHADDİN KİTABESİYLE MERDİVENLER KAPISI, KAHİRE HİSARI
§ SELAHADDİN VE KARAKUŞ’UN MERDİVENLER KAPISI ÜZERİNDE KAHİRE HİSARI’NIN İNŞASINI KAYDEDEN 1183 TARİHLİ KİTABESİ[15 - Mémoirs publiés par les Membres de la Mission Archéologique Françaişe au Caire’den (Kahire Fransız Arkeoloji Görevi Üyeleri tarafından bastırılan Hatırat) kopya edilmiştir.]
MUSUL ATABEYİ II. SEYFEDDİN GAZİ ADINA 1179-80 YILLARINDA CEZİRE’DE BASILAN BAKIR PARA
SELAHADDİN ADINA 1186’DA HALEP’TE BASILAN GÜMÜŞ PARA.
EMEVİ CAMİİ KUBBESİ[16 - “İngiliz Kraliyet Mimarları Enstitüsü Bülteni”nden kopya edilmiştir.]
SELAHADDİN’İN VASALLARINA AİT BAKIR PARALAR
1 Keyfa Beyi Artuklu II. Sökmen
2. Mardin Beyi Artuklu Yürük Arslan
3. Harran ve Erbil Emîri Kukburi
4. Musul Atabeyi İzzeddin Mesud
CHÂTILLON’LU REGINALD’IN MÜHRÜ
TRABLUS KONTU RAYMOND’UN MÜHRÜ
1181’DE SELAHADDİN TARAFINDAN ALINAN SEHYUN (SAONE) KALESİ[17 - G. Rey’in Monument de L’Architecture Militaire des Croisés, (Haçlıların Askerî Mimari Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
KUŞATILMIŞ BİR KALE[18 - G. Paris’in Tyr’li Guillaume adlı eserinden kopya edilmiştir]
KÜRTLERİN KALESİ, CRAC DES CHEVALIERS[19 - G. Rey’in Monument de L’Architecture Militaire des Croisés, (Haçlıların Askerî Mimari Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
I. RICHARD’IN MÜHRÜ (1195)
SELAHADDİN’İN 1187-88 YILLARINDA BASILAN BAKIR PARASI..287 EL-ADİL’İN LAHDİ
SENCER ATABEYİ İMADEDDİN’İN 1188’DE BASILAN BAKIR PARASI (ÖN YÜZÜ)
SELAHADDİN’İN MEZARI, ŞAM.
HARİTA VE PLANLAR
SELAHADDİN’İN İMPARATORLUĞU 1190
SELAHADDİN’İN ZAMANINDA KAHİRE PLANI, 1170
SELAHADDİN’İN SEFERLERİNİ RESMEDEN SURİYE VE FİLİSTİN HARİTASI
TABERİYE VE AKKA ARASINDAKİ TOPRAKLARI GÖSTEREN HARİTA
KUDÜS PLANI[20 - Lelewel’in Geographie du Moyen Age, (Orta Çağ Coğrafyası) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
ON ÜÇÜNCÜ YÜZYILDA AKKA PLANI[21 - Archer’ın Haçlı Seferlerinin Hikayesi, adlı eserinden kopya edilmiştir.]
AKKA SAVAŞI PLANI, 4 EKİM 1189[22 - C. Oman’ın Art of War (Savaş Sanatı) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
ERSUF SAVAŞI PLANI, 7 EYLÜL 1191[23 - C. Oman’ın Art of War (Savaş Sanatı) adlı eserinden kopya edilmiştir.]
KAHİRE HİSARI, DOĞU CEPHESİ
ÖN SÖZ
Selahaddin İngiliz okuruna tanıtılmasına gerek olmayan nadir Doğulu karakterlerden biridir. Sir Walter Scott bu hayırlı işi, kadirşinas ruhunun heyecan ve kavrayışıyla gerçekleştirmiştir. Yalnızca bu büyük romancının değil, Kral Richard’ın da ilgisini çekmiş olmak Selahaddin’in iyi talihinden kaynaklanmaktadır. O, bu aşina olduğumuz ve sevimli “Selahaddin” adını alarak “ev halkı”ndan biri oldu ve Arapça telaffuzuyla “el- Melik-en-Nasir Salah-ed-din Yusuf ibn Eyyub” ismiyle kuru bir tarihî figür olmanın ötesine geçti ise bunu kısmen bu olaya borçludur. Fikir, belirsiz ve romantiktir; doğru. “Tılsım”[24 - Walter Scott romanı (e.n.)] bize sultanın, haçlıları bile kendine hayran bırakan yürekliliği ve cömertliğiyle asil bir portresini sunuyor fakat okuyucu tarih ve kahramanın başarıları açısından belirsizlik içinde bırakılıyor, ayrıca yazarın bu büyüleyici sayfalarda anlattıkları her zaman kesin bir güvenilirlik içinde de bulunmuyor. Selahaddin’in ününü borçlu olduğu bu kitabın tarihle olan ilişkisine bu kitabın sonunda değinilecektir. Elinizde tuttuğunuz, İngilizce olarak yazılan bu ilk biyografi, resmin eksik kalan parçalarını çağdaşı olan kaynaklardan yararlanarak tamamlamayı amaçlamaktadır.
İngiliz edebiyatı göz önünde bulundurulduğunda Selahaddin’in kişiliği ve tarihinin, Scott’ın yetmiş sene önce bıraktığı yerde kalmış olması ve Aslan Yürekli Richard’ın bu ünlü rakibinin bütün bir hayat hikâyesinin İngilizcede yazılmamış olması enteresandır. Doğulu âlimlerin biyografi yazımına bakışları düşünülürse materyal oldukça bol hatta eksiksizdir. Tabii “röportaj” araştırmacılarının hoşuna gidecek kişisel detaylar beklemek de yanlış olur zira Selahaddin’in zamanında resimli gazeteler yoktu! Fakat yaşamındaki önemli olaylar ve doğasının özellikleriyle ilgili olarak zengin ve detaylı kanıtlara sahibiz. Arap kayıtlarının başlıca yazarlarından ikisinin çıplak gerçeği anlatmak için mükemmel fırsatları vardı ki bu insanlar ilim irfan sahibi ve erdemli insanlardı. Selahaddin’den yalnızca yedi yaş küçük olan fakat ondan 40 yıl fazla yaşayan Bahaeddin, 1145 yılında Dicle sınırındaki Musul’da dünyaya gelmiştir, tanınmış bir Arap aşireti olan Esadlara mensuptur. Müslümanların, o zamanlarda hukuk görevlisi olan kadıdan aldıkları meşakkatli bir eğitimden geçmiştir. Gök bilimci, şair Ömer Hayyam’la burada sınıf arkadaşı ve dost olan Bahaeddin, büyük vezir Nizamülmülk’ün Bağdat’ta kurduğu Nizamiye Medresesi’nde, bizdeki Orta Çağ bilginleri gibi İspanya Kordoba’sından Tatar Semerkant’ına akademi akademi gezen, gittikleri yerde öğreten ve öğrenen en ayrıcalıklı hocaların derslerini aldı. Doğduğu şehir Musul’da kendisi de bir hoca olmuş; bilgeliği ve sağduyusu Mezopotamya atabeyi veya hükümdarının kulağına kadar gitmiş ve atabey onu ciddi siyasi krizlerde çok kereler elçi olarak görevlendirmiştir.
Selahaddin bu şehri 1182 ve 1185 yıllarında olmak üzere iki kez kuşatma altına aldığı sırada Bahaeddin de Musul’daydı; 1184 yılında Şam’daki bir elçilikte iken Selahaddin onun becerisinden çok etkilendi ve ona kadılık teklif etti fakat bu teklif sadık elçi tarafından reddedildi. Ne var ki 1186’nın baharında Harran’da yeniden karşılaştılar; bu kez Bahaeddin kendi hükümdarı ve Selahaddin arasında imzalanan bir barış antlaşmasının hazırlanmasına yardım etmekteydi. Mekke ve o zaman Hristiyanlardan sonra yeni yeni toparlanan Kudüs’te hac ziyaretini yaptıktan sonra bir kez daha sultanın yanına uğramış ve bundan sonra da oradan pek ayrılmaz olmuştu. Emrine girdiği 28 Haziran 1188 tarihinden itibaren müteakip mücadelelerde yer aldı, Akka Kuşatması’na başından sonuna kadar şahitlik etti, Richard’ın kıyı boyunca ilerleyişini durdurduğunda Selahaddin’in yanındaydı, 1192 yılında Yafa’da yapılan sözleşmeler sırasında kayda değer görevler üstlendi ve ölümcül hastalığı boyunca Selahaddin’in yatağı başındaydı. Sultanın ölümünden sonra Halep kadısının yüksek makamını tanıdı ve burada tüm gayretini ve servetini medreseler kurmak ve önde gelen kişilere eğitim vermek için sarf etti. Öğrencilerinden biri, sıcak bir halvetgâhın ve kalın kürklerin bile içini ısıtamadığı bu 85’lik muhterem kadının dokunaklı bir betimlemesini bıraktı. Camiye bile gidemez hâle gelen hatta özel ibadetleri sırasında bile zar zor ayakta durabilen bu yaşlı âlim, yine de cuma namazı sonrasında kendisine gelen öğrencilere ders vermeyi seviyordu. “Yumurtadan yeni çıkmış bir kuş gibi çelimsizdi.” diye tarif ediyor biyografisinin yazarı. 1234’te, ustasının hayat hikâyesinde anlattığı olaylardan 40 yıl sonra öldü.
Selahaddin’in son beş yılını eksiksiz anlatan Bahaeddin emsalsiz bir otoriteydi, olan bitene tanık olmuştu, sultanın yakın bir dostu ve danışmanıydı. İlk dönemlerde -daha belirsiz ve daha az detaylı olmasına rağmen- bazı önemli olayları birinci elden kaydetmeyi başarmıştır, ayrıca Selahaddin’in kendisi, görevlileri ve akrabalarıyla olan yakın ilişkileri de sahip olduğu bilgilere ulaşmasını sağlamış olmalı. Sultana açıkça övgüler düzdüğü bir gerçektir fakat ona göre sultanın zaten bir hata yapması söz konusu olmazdı, yine de anlatımı çok dürüst ve samimidir; yalnızca gördüğünü ve düşündüğünü yazmıştır ki böylece biyografi bir kahraman methiyesine dönüşmemiştir. Çalışmasında sadece doğruları kaydetmiş, kişisel ön yargıları ve Doğu’ya özgü abartılı anlatımı bir kenara bırakmıştır. I. Richard ve Selahaddin arasındaki görüşmelerin doğrudan tek tanığı olan Bahaeddin’in bu doğru sözlülüğü özellikle önem taşımaktadır.
Bahaeddin, kahramana aleni bir hayranlık gösteriyor ise aynı otoriteye sahip bir başka kaynaktan yararlanarak bu tutkunluğun çaresine bakarız. Siyasi nedenlerden dolayı İbnü’l Esir’in, mahallî efendilerinin yerini alan kişileri eleştirmek için türlü bahaneleri vardı; kayıtlarında Selahaddin’in komutanlığını hicvetmesi ve birkaç ciddi suçlamada bulunması bunu kanıtlıyor. Bahaeddin’den on beş yaş küçük olan İbnü’l Esir, Şeyban Aşireti’nden bir Arap olarak 1160 yılında Dicle yakınlarında babasının valilik yaptığı Cezire İbn Ömer[25 - Cizre (e.n.)] şehrinde doğmuştur. Tarihçi hayatının büyük bölümünü, erkek kardeşinin Mezopotamya atabeyinin seçkin danışmanlarından biri olarak görev yaptığı Musul’da yoğun çalışmalarla geçirmiştir. Diğer bir kardeşi de Selahaddin’in divanında bulunuyordu. Selahaddin Musul’u 1185’te ablukaya aldığında İbnü’l Esir de Bahaeddin gibi bu şehirdeydi, burada daha sonra Mezopotamya emîrlerinin emriyle sultanın hizmetine girerek ordusuyla 1188’de yapılan Suriye seferine çıkan askerî birliklere eşlik etti. Aynı zamanda bir gezgindi de… Şam, Kudüs ve Halep’e yaptığı ziyaretlerde edindiği bilgileri doğrulama fırsatı buldu. 1211’de tamamladığı “Musul Atabeylerinin Tarihi” de Bahaeddin’in Selahaddin biyografisi kadar bir methiye özelliği taşıyordu fakat bu sefer övülen Selahaddin’in düşmanlarıydı. Yazar Suriye’deki atabeylerin yerini aldığı ve Musul’un büyük hükümdarını bile tebaası hâline getirdiği için onu asla affedemedi. Bu suretle, eğer Selahaddin’in aleyhine bir durum söz konusuysa İbnü’l Esir’in bunu atlamayacağından emin olabiliriz. Ailesinin eski efendileri ve velinimetleri lehine doğal bir eğilim gösterse de buna rağmen çoğunlukla adil davranmıştır. Selahaddin’in İslam adına yaptığı işlerin hakkını vermiş ve 1233’teki ölümünden sonraki üç yıl içinde gündeme gelen “Kamil” isimli çalışmasında Musul atabeyleri için yazdığı özel övgüye nazaran daha tarafsız bir bakış açısı sergilemiştir.
Bu iki tarihçi, Selahaddin’in hayat hikâyesi için başlıca otoritelerdir ancak kariyerinin belirli kısım ve boyutları açısından dikkate alınması gereken çok değerli başka isimler de mevcuttur. Bunlar arasında genelde Kâtip (Yazar) olarak bilinen, Selahaddin tarafından Suriye vilayetlerinde önemli bir görevle görevlendirilen İsfahanlı İmadeddin birinci sırada gelir fakat ne yazık ki İmadeddin’in eserlerinin küçük bir kısmı basılmıştır. İmadeddin Akka Kuşatması sırasında efendisiyle birlikteydi ve eserleri katlanılmaz belagatlerle dolu olsa da ilk elden olma özelliğiyle ön plana çıkıyor. Haçlılar döneminin büyük kısmına 1095 yılındaki doğumundan 1188’deki ölümüne kadar tanıklık etmiş, Asi Nehri kenarındaki Şizar Kalesi’nin Arap prensi ve aynı zamanda bir şair olan Üsame’nin otobiyografisi, zamanının etkili bir portresini çizmiştir. Bununla beraber, yaşlılığı süresince birkaç yıl Şam’da yaşayıp Selahaddin’le sık sık görüşmüş olmakla birlikte bu konuda geride bıraktıkları hayal kırıklığı yaratıyor, zira bu yaşlı Arap kendisiyle o kadar doluymuş ki başkalarının söylediklerine veya yaptıklarına ayıracak pek fazla yer kalmamış. Seçkinlerin biyografi yazarı İbn Hallikân ve “İki Bahçe”nin yazarı Ebu Şame aynı dönemde yaşamamış olsalar da her ikisi de Selahaddin’i gören insanları tanımışlardı ve bu sayede yazdıkları, zaman zaman çağdaş kayıtlarda eksik kalan kısımları tamamlamada veya yetersiz olanı pekiştirmede faydalı olmuştur.
“Tarih” adlı eseri dönemin Latince ve Arapça yıllıklarını diğerlerine oranla çok daha etkili biçimde kavrayıp ilmini alan ve canlılıkla aktaran Hristiyan tarihçiler arasında emsalsiz Başpiskopos Tyre’lı William’ın 1144 ile 1183 yılları arasında Filistin’de bulunduğu sırada Doğu’da bu dönemde yaşananlarla kişisel olarak ilgilenmiş olmasından dolayı şanslıyız. Başpiskoposun kendi çapında bir halef bırakmadığı gibi, bu eserini Üçüncü Haçlı Seferi sonuna kadar bir on yıl daha sürdürecek kadar yaşamamış olması da bu dönemin çalışanlarının ve özellikle Selahaddin’in biyografi yazarlarının yasını tutması gereken bir kayıptır. Kendisinden sonra çalışmasını devam ettirenler bir tarihçi olarak gösterdiği fevkalade nitelikler üzerinde hak iddia edemezler ancak katkıları da göz ardı edilemez, özellikle Ernoul’un “Chronicle”ı döneme ait çok değerli kanıtlar sunmaktadır. Ernoul kutsal savaşta önemli bir role sahip olan, Selahaddin’le de sıklıkla kişisel olarak görüşen İbelinli Balian’ın uşağıydı ve tabii ki bu uşak da şüphesiz, unutulmaz Hıttin Muharebesi’nde ve sonrasında Kudüs’ün savunulmasında efendisinin yanında yer almıştı. Ernoul’un güçlü kişisel dokunuşlarla dolu anlatımı Arap yazarların Muhammedci bakış açısıyla tarif etikleri olaylara Hristiyan tarafından bakması bakımından son derece değerlidir. Üçüncü Haçlı Seferi için en yetkin kaynağımız olan ve Richard’ı yerlere göklere sığdıramayan “Kral Richard’ın Seyahatnamesi”ne göz atmak bizim için ikinci derecede faydalı olacaktır. Abartılı ve taraflı olmasına rağmen bu eser İngiliz kahramanın başarılarının olağanüstü bir tablosunu resmetmektedir.
Evet, bunlar Selahaddin’in elinizdeki biyografisini oluşturmak için kullanılmış başlıca kaynaklardır. Hemen hepsi Selahaddin’in çağdaşı olmakla birlikte, hikâyenin büyük kısmı gerçek tanıklar tarafından anlatılmaktadır, ayrıca naklettiği olaylardan bir nesil bile uzak kalan otoritelere bir an bile bel bağlanmamıştır. Bir ifadenin doğrulanma gereği hasıl olduğunda bu kaynaklara referans, sonraki bölümlerde Hristiyan tanıklarla Müslümanların ifadelerini birbirlerinden ayrıt etmek önem arz ettiğinde dipnotlar verilmiştir. Ancak hemen her şeyin İbnü’l Esir ve Bahaeddin’in bilgilerine dayandığı ilk bölümlerde referanslar yalnızca bu iki kaynak arasında ciddi uyuşmazlıklar görüldüğünde verilmiştir. Özgün araştırma temeli üstüne kurulu tarihî bir çalışmanın bu gibi doğrulama yollarına gitmesi zaruridir fakat bu tür referansların verilmediği yerlerde de umuyoruz ki biyografi yazarına güvenilecektir. Bu kitapta hakikaten çağdaş kanıtlarla desteklenemeyecek bir satır bile yoktur.
Konu hakkında bu kadar bol kaynak varken Selahaddin’in ayrıntılı bir biyografisinin daha önce yazılmamış olması hayrete şayan bir durum olmakla birlikte “nazik davranışları ile tanındığı kadar aydın ve ayrıcalıklı kalemiyle de anılan” M. Marin’in hayranlık uyandıran çalışmalarını göz ardı etmek de haksızlık olur. Provence’ta doğan M. Louise-François-Claude Marin, Censeur Royal’de[26 - Fransa’da 1500’ler ile 19. yy arasında varlığını sürdürmüş, yazılı eserleri inceleyen, şansölyeye bağlı bir sansür kurulu. (ç.n.)] ve kitaplık muhafızları arasında görev almış, Marseille ve Nancy Kütüphanesi ve Akademilerinin genel sekreterliğini yapmıştır. 1758’de iki güzel cilt hâlinde “Mısır ve Suriye’nin Sultanı Selahaddin’in Öyküsü” (Paris, Tilliard, Kitapçı, des Agustins Rıhtımı, Saint Benoit kopyası) adlı eseri basılmıştır. Kitap neredeyse kimse tarafından bilinmiyor; aksi hâlde muhakkak bir çevirmen bulurdu. M. Marin’in hem akademik ve felsefi bir dille hem de Fransızların eğitimin o hantal etkisinin hakkından tamamen gelmeyi başaran anlaşılır üslubuyla yazılmış olan biyografisi ancak imrenmek için okunabilir. Haçlıların güncelerinden ve Shultens’ın Bahaeddin baskısından bütünüyle yararlanmış ve İbnü’l Esir’in “Atabeyler”inin Paris’teki Arapça bir el yazmasından da yardım almıştır. Çağdaş materyallerden yararlanabildiği kadarıyla mükemmel bir çalışma ortaya çıkarmış fakat daha sonraki yazarlardan ve Herbelot’nun “Doğu’nun Kütüphanesi” gibi düzensiz olduğu hâlde bilgi dolu derlemelerden aşırı derecede destek almıştır; ne var ki onun zamanından itibaren birçok şeyin bulunduğu ve yayımlandığı tabiidir. Yine de zorunlu kısıtlamaları düşünülürse harika bir başarı yakaladığı ve bu gibi otoritelerle ilgilenirken yaptığı tek ciddi hatanın kendisinin de kullanabildiği gibi metnin gerçekten anlattığından ziyade “satır aralarını” okumaya gösterdiği eğilim olduğu söylenebilir. M. Marin “tarihî tasavvur” şeklinde adlandırılan bakış açısından oldukça serbest bir şekilde yararlanmıştır ve sıklıkla özgün kaynaklara atıfta bulunmasına rağmen başvurulmaması gereken kişisel çözümlemeleri tespit etmek mümkündür. İnsanın tarih yazarken kendisine hareket özgürlüğü tanıması oldukça ilginç olmakla birlikte bu cazibeye kapılmadan metnin aslına sadık kalınmalıdır.
Bazı yazarlar Mezopotamya tarihiyle ilgilenirken okuyucularını konuya Tufan’dan başlayarak hazırlamak gerektiğine inanmıştır, M. Marin ise Selahaddin’in biyografisine Muhammed’e ve İslamiyetin ilk öğretilerine dayanan bir giriş yapmayı uygun bulmuş. Ben okurların sabrını bu kadar ciddi biçimde sınamadım fakat tarihin 11 ve 12. yüzyıllarda Ön Asya’da izlediği yol hakkında bir miktar bilgi vermeden, Selahaddin’in nasıl bir siyasi tabloda kariyerine başladığını anlatmadan konuya girmek kitabın muallakta kalmasına neden olurdu. Tatmin edilemeyen arzuları Selahaddin’e imparatorluk yolunu açan selefi Edessa fatihi Zengi’nin elde ettiği başarılar özellikle önem taşır. Yine de giriş bölümleri küçük bir pusula niteliği taşıyacak kadar kısa tutulmuştur.
Doğulu isimler Batılı okuyucular için oldukça zorlayıcıdır, aksanlar, uzatma işaretleri, noktalar vs. konu hakkında bilgisi olmayanlara pek de yardımcı olmamaktadır. Dolayısıyla kitaptaki isimler olabildiğince kolay yazılmıştır ve okuyucuya düşen yalnızca sesli harfleri İtalyancadaki gibi okumaktan ibarettir. Daha detaylı transliterasyona ilgi duyanlar her ismin tam aksanları ve ayırt edici işaretlerinin yer aldığı ve bir akademisyenin hemen Arap harflerine çevirebileceği nitelikte hazırlanmış dizine bakabilirler. Metinde el-Musul, er-Ramallah gibi bilinen yerlerin isimlerinin önünde yer alan “el” takısı çıkarılmış ve bazı yerler için de Batılı okuyucunun aşina olduğu isimler kullanılmıştır; örneğin Edessa (Urfa), Aleppo (Halep) ve Kahire. Bir yerin Araplar ve “Franklar” yani haçlılar tarafından kullanılan iki ayrı ismi olması durumunda da ismin geçtiği ilk yerde ikisi birden kullanılmış, daha sonra bu kent haçlıların elinde kaldığı süre boyunca bu isimle anılmıştır.
Ön Asya’nın hükümdarları ve prenslerinin, Selahaddin’in ailesinin ve başlıca Haçlı hanedanlarından bazılarının o döneme ait tabloları, okuyucuların günün siyasi koşullarını anlamasına katkıda bulunacaktır. Haritalar “Batı Filistin Araştırması”, Thuillier ve Rey’in “Kuzey Suriye”si ve Arap coğrafyacılar temel alınarak hazırlanmıştır. Sayın Guy Le Strange’in değerli eseri “Müslümanlar Zamanında Filistin”den yararlanılmış ve General Sir Charles Wilson ve Yarbay Conder, R.E.’nin Filistin Hacılarının Metin Topluluğunun yaptığı Bahaeddin çevirisine eklediği notlara başvurulmuştur fakat metin Arapça aslından çevrilmediği için belirtilmemiştir. Yazar, Sayın T.A. Archer’a yalnızca haçlıların günceleriyle bağlantılı olarak ortaya çıkan herhangi bir zorlukta her an yardıma hazır olmasından ötürü değil, aynı zamanda aslen “Çağdaş Yazarlardan İngiliz Tarihi” serisi içinde yayımlanıp Profesör York Powell tarafından redakte edilen büyüleyici küçük kitabı “I. Richard’ın Haçlı Seferi” kapsamında basılan “Kral Richard’ın Seyahatnamesi” çevirisinin bazı kısımlarını alıntılamak üzere verdiği izin için özellikle minnettardır. Ayrıca yazar, Selahaddin’in muharebeleri süresince kaydı tutulan tutulmaların kronolojilerini araştırmasından ötürü Kraliyet Astronomi Topluluğunun son başkanı Sayın E. B. Knobel’a ve “Selahaddin dönemi”yle ilgili bir makalenin bir kısmının yeniden basılmasına verdiği müsaade için “Quarterly Review” dergisine teşekkürü bir borç bilir.
I. KISIM
GİRİŞ
Gördü bu gözler günlerini Hazretleri’nin
Güçlü hükümdardan umuldu medet, O berkelam diyanet,
Haçlı putperestlere afet,
Sancağıdır doğruluğun ve cömertliğin,
SELAHADDİN,
İslam’a ve Müslüman’a efendilik ettin,
Kurtararak mabedini elinden Nasrani’nin,
Kutsal topraklara müsavi hizmet ettin,
Muzaffer Yusuf, Eyüb baban, Şadi nesebin,
Allah kabrin üstüne göstersin şefkat,
Ve cennet katında ona bağışlasın sebat.
BAHAEDDİN
SELAHADDİN’İN HAYATI
1.BÖLÜM
SELAHADDİN’İN DÜNYASI
1132 yılında takipçilerinin önüne kattığı dağılmış bir ordu Dicle’nin sol yakasına vardı. Diğer tarafta, kara tarafından derin bir hendekle çevrili ve yalnızca hisarın göbeğinden suyun kenarına uzanan, kayalıklara oyulmuş gizli patikalarla ulaşılabilen, yılmaz Tikrit Kalesi sarp bir yamacın tepesinde yükseliyordu. Kaçanların tek umudu kaleye sığınmaktı ve kaderleri onları kalenin muhafızına yönlendirmişti. Neyse ki o da dostça davranarak kaçakları, ayarladığı sandallarla güvenli bölgeye geçirdi. Selahaddin’in ailesinin talihinin yaver gitmesini sağlayan, Dicle’nin bu sandalları oldu. Hayatını onların tam vaktinde gelen yardımına borçlu olan bu cevval lider, Musul’un güçlü hükümdarı Zengi idi. Zaferin yeniden geldiği sonraki günlerde Zengi, Tikrit’e olan borcunu unutmadı ve geçmişte ne tür bir hizmet verdiğine aldırış etmeksizin kale muhafızını daha da ileri noktalara taşıdı. Bu muhafız Selahaddin’in babasıydı.
Sarazenlerin usulüne göre Eyüb (İngilizce tam karşılığı İş) soyadını alan Necmeddin (dinin yıldızı), bu hayati andaki talihli kumandan, Doğulu ve bir Müslüman olduğu hâlde, ne Türk ne Arap’tı; bizim gibi bu büyük Aryan soyundan gelen, Ermenistan’da Dvin yakınlarındaki Aydanakan köyünde doğmuş, Revadiye Aşireti’nden bir Kürt’tü. Kürtler ezelden beri İran ve Asya Minör[27 - Anadolu’nun bir diğer adı. (e.n.)] arasındaki bu dağlık bölgede, pastoral bir hayat yaşadılar. Klan hayatına özgü tavırlarında, çapulculuklarıyla, saf yiğitlikle özdeşleştirdikleri onur ve konukseverlik anlayışlarıyla ve tartışılmaz cesaretleriyle, İslamiyet öncesi “Cahiliye Dönemi” Araplarına veya dağlık bölgede yaşayan Marshal Wade reformlarından önceki İskoçlara benziyorlardı. Hiçbir zaman kahraman ruhlu ve cengâver insanlar olmadılar, uygarlığa kapalılardı ve yabancılar onları idare etmede güçlük çekiyordu fakat ham da olsa birçok fazilet sahibiydiler. Tabii Selahaddin’in dünyaya gelmesini sağlayan daha eski atalarıyla pek ilgili değiliz. Ailesi, biyografi yazarları tarafından gitgide daha yaygın bir şekilde “Dvin’in en tanınmış ve seçkin ailelerinden biri” şeklinde tanımlanıyor; bu doğru olsa bile bu saygınlık daha ziyade mahalli ve sınırlı bir ayrıcalık. Dvin veya eski adıyla Debil, onuncu yüzyılda Tiflis önem kazanmadan önce İç veya Kuzey Ermenistan’ın başkentiydi. Hükümdarın ikametgâhı olan büyük surlarla çevrili bu kentin sakinleri, büyük ölçüde kendi dokudukları ve kırmız kurdundan elde ettikleri parlak kırmızı boyayla boyadıkları keçeden yapılan giysi ve kilimlerin ticaretini yapan Hristiyanlardı. Müslüman yönetimlerin altında Yahudiler, Mecusiler ve Hristiyanlar burada barış içinde yaşıyordu, Ermeni kilisesinin yanında Müslümanların ibadethanesi cami yer alıyordu.
Ne var ki Selahaddin’in büyükbabası, Mervan’ın oğlu Şadi bu saygın ve itibarlı pozisyonu kazandığında Dvin çoktan çöküşe geçmişti. Bunun üzerine Şadi, çok sayıdaki oğullarının iyi birer meslek edinmeleri için halife ve sultanın maiyetlerinin işinde iyi olanlara ödüller vadettiği ve çok daha heyecan verici olan Bağdat’a gitmeyi aklına koydu. Şadi bugün yalnızca bir isimden ibaret; Dvin’de bir köleyken İran saraylarında yüksek makamlara gelen, Selçuklu beylerine özel öğretmenlik yapan ve sonrasında da Bağdat şehrinin idaresine getirilerek ödüllendirilen Yunan Bihruz’un yakın arkadaşı olduğu haricinde hayatı veya karakteriyle ilgili hiçbir şey bilinmiyor. Şadi bu eski dostuna başvurdu ve o da alicenaplığını göstererek arkadaşının oğlu Eyüb’ü Tikrit Kalesi kumandanlığına getirdi. Şadi ve Şirkuh’un Eyüb’e katıldıkları kesin olmakla birlikte, muhtemelen bütün aile bu talihli kumandanın yanında yer aldı. Bütün bunlara rağmen Bihruz’un güvenini aklı ve sağduyusuyla haklı çıkaracak son kişi olan ağırkanlı ve aldırışsız Şirkuh, görünüşe göre, kahramanvari bir cinayetle, bir kadının öcünü almak için bir serseriyi öldürerek ailenin iyi talihini tersine çevirdi. Zaten pek de sevmediği Zengi’nin kaçışından rahatsız olan Bihruz, Şirkuh’un bu zorbalığını görmezden gelmek niyetinde değildi. Kardeşlerden başka yerde iş aramaları istendi. Şehirden göçtükleri günün gecesinde Eyüb’ün karısının bir oğlan doğurmasını uğursuzluğa yorarak, talihsizlik duygusunun altında başarısızlığa uğramış bir şekilde Tikrit’ten ayrıldılar. Uğursuzluğa uğradıkları yönündeki bu kehanet tabii ki asla gerçeklere uygun değildi çünkü Tikrit’te miladi 1138 yılında doğduğunda attığı ilk çığlıkları ile yolculuk hazırlıklarını sekteye uğratan bu çocuk, sonradan doğuda ve batıda imanın onuru olacak, bizim bildiğimiz adıyla Selahaddin soyadıyla nam salacak Yusuf’tan başkası değildi.[28 - Selahaddin’in doğduğu hicri 532 yılı miladi takvime göre 19 Eylül 1137-8 Eylül 1138 arasına denk düşüyor. Selahaddin -doğduğu ayın kaydı olmamakla birlikte- 1137 yılında da dünyaya gelmiş olabilir.]
Eyüb’ün bebek Selahaddin’i nereye götürdüğüne ve başlarına neler geldiğine değinmeden önce kısaca Sarazenlerin müstakbel liderlerinin hayatını ve başarılarını şekillendiren siyasi koşullara göz atmalıyız. O günlerin doğu dünyası halifenin eski imparatorluğundan oldukça farklıydı; Selahaddin’in babasının zamanında bile birtakım hayati değişiklikler olmuştu. İslam ordularını, başta kuru otlak yangını gibi Arap meydanlarından doğuda Hint çöllerine, batıda Atlas Okyanusu’nun dövdüğü kıyılara kadar coşkuyla taşıyan ateşli gayretkeşlik, imparatorluğun aniden ve şaşırtıcı biçimde edindiği yapıyı, sıkı bir düzen içinde tutmaya yetmemişti. Aslında halifelik altı yüzyıldan fazla bir süre boyunca varlığını sürdürdüyse de imparatorluğun nüfuzu bunun ancak üçte biri bir süreyle korunabildi.
Arap peygamberin askerleri yedinci yüzyılda Mısır, Suriye, İran ve hatta Amuderya’nın öte yakasındaki toprakları kontrolleri altına aldılar ve sekizinci yüzyıl başlarında İspanya’yı kendi topraklarına katarak Berberi kıyılarının neredeyse tamamını fethettiler. Böyle mücadeleci ve saldırgan ırkların birlikteliğinden oluşan ve birbirinden bu kadar uzak toprakları bünyesinde barındıran bir imparatorluğun tek bir merkezî yönetime kati suretle itaat etmesi, hele de idare yetkisini Şam ile Bağdat arasında paylaştırarak bu durumunu uzun süre devam ettirmesi düşünülemezdi. Üstelik Müslüman sistemindeki valilik, Roma valiliklerine göre fiilî bağımsızlığını kazanmaya daha da yatkındı. Dinî olduğu kadar idari bir kavram da olan halifelik, yerel idarecileri ruhani lidere duyulan bağlılıkla çelişmeyecek nitelikte yetkiler elde etmek konusunda cesaretlendirdiği gibi, İslam’ın içinde mevcut olan sektler, özellikle de Ali’nin soyundan gelen eziyet görmüş kimselerden esinlenerek vücut bulan tuhaf ve fanatik bağlılıklar, devletin parçalanmasına kadar giden yolun önünü açtı.
Dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Müslüman imparatorluğunun ipleri ya Abbasi halifesinin otoritesini reddeden ya da onu en azından nazikçe “inananların yol göstericisi” olarak tanımlayan -ki bu katıksız bir hürmet göstergesidir- hükümdarların eline geçmişti. Halifenin fermanı Büyük Harun Raşid döneminde bile İspanya veya Fas’ta etkili olmuyor ve Tunus’ta ancak sınırlı bir saygıyla karşılanıyordu. Önce Mısır, sonra Kuzeydoğu İran kısa zamanda batıda yaşanan aşırılıkları takip etti. Onuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise halifenin dünyevi etkisi, kendini koruması amacıyla getirttiği paralı askerlerin kumandanı tarafından üzücü bir şekilde hapsedildiği sarayının surlarının ötesine geçemedi. Bu dinî iktidarsızlık hâli Bağdat halifeliğinin 1258’de Moğollar tarafından sonlandırılmasına kadar pek değişime uğramadan devam etti. Zaman zaman Abbasiler, gerek komşularının güçsüzlüğü gerekse halifenin kişisel itibarı sayesinde Dicle ve Fırat vadilerindeki toprakların bir kısmının kontrolünü geçici olarak yeniden ele geçirdiler. O zaman bile, halifenin ordusu daha büyük olduğu hâlde ve halife, kendinden öncekilerden daha geniş bir hâkimiyet alanına hükmettiği hâlde, otoritesi Mezopotamya’da bir bölgeyle sınırlıydı ve etkisi, İslamiyetin ruhani lideri olarak saklı kalmakla birlikte Selahaddin’in siyasi dünyasında neredeyse görmezden gelinebilecek kadar azdı.
Bu siyasi dünya pratikte doğuda Dicle, batıda Libya Çölü’yle sınırlıydı. Selahaddin devlet işlerine karışmaya başlamadan önceki bir buçuk yüzyıl süresince Mısır’ı, Muhammed’in damadı Ali’nin soyundan gelmeleri sebebiyle Bağdat’taki Abbasi halifesini tamamen reddederek ruhani üstünlük iddia eden, ayrılıkçı bir hanedan olan Fâtımî halifeler idare etmişti. Haçlı seferlerine yol açan siyasi altyapı ile daha yakından ilgili olan şey ise Suriye ve Mezopotamya’daki durumdu. Bu bölgelerin tamamı, Kürdistan dağlarından Lübnan’a, ırksal ve siyasi olarak Arabistan’la müttefikti. Geniş Arap kabileleri, erken dönemlerden itibaren isimlerinin coğrafi bölgelerde hâlen korunduğu Mezopotamya’nın bu verimli vadilerine yerleşmişti.
Bedevi kabileleri, bugüne kadar yaptıkları gibi, her yıl, Arabistan’dan Fırat’ın çayırlık alanlarına, oradan oraya göçüp durdular ve geçmişte olduğu gibi günümüzde de artık pek çok kabile, Suriye’nin çeşitli bölgelerine kalıcı olarak yerleşmiş durumda. Halifeliğin çöküşü doğal olarak bazı Arap kabilelerinin kendi idare ettikleri bölgelerde Arap krallıkları kurulmasına yol açtı, buna bağlı olarak da onuncu ve on birinci yüzyıllarda Suriye’nin büyük bir kısmı ve Mezopotamya siyasi olarak ağırlık kazandı fakat on ikinci yüzyılda bütün bunlar değişti. Araplar mutat yerlerinde kaldılar ve şimdi de olduğu gibi Diyarbakır’ın yukarı vadilerine kadar ülkenin her tarafını mekân edindiler fakat artık hayvanlarını otlattıkları bu topraklara hükmetmiyorlardı. Bu bölgelerdeki Arap üstünlüğü sona ermiş ve Türklerin hâkimiyeti başlamıştı.
On birinci yüzyıl süresince İran, Mezopotamya ve Suriye’ye akın eden Türkler, Amuderya’nın ötesindeki bozkırlardan gelen bir Türkmen başbuğu olan Selçuk’un torunlarının başı çektiği bir gruptu. Hızlı bir şekilde sefer üstüne sefer düzenleyerek önce İran’ın büyük kısmına yayıldılar; daha sonra diğer Türk boyları da orduları ile geldi ve böylece Batı Asya’nın tamamı, Afganistan sınırından Yunan İmparatorluğu’nun kıyısına, Mısır’a kadar aşama aşama Selçuklu egemenliği altında birleşti. İranlılar, Araplar ve Kürtler bu ezici fetih dalgasına hep birlikte boyun eğdiler. Egemenlikleri altına aldıkları topraklar çok geniş olmakla birlikte Selçuklular’ın istilasının önemi, büyük bir alana yayılmalarından çok daha derindir; ilerleyişleri Müslümanlık tarihinde İslami inanışı yeniden diriltmek suretiyle bir çağ açtı.
“Kendilerini gösterdikleri sırada halifenin imparatorluğu ortadan kalkmıştı. Bir zamanlar Müslüman bir hükümdar altında birleşmiş bir dünya, şimdi hiçbiri Mısır’daki Fâtımîleri bile kurtarmayacak olan (çünkü ayrılıkçıydılar) ve bir imparatorluğu yönetecek kapasiteye sahip olmayan, dağılmış hanedanların oluşturduğu bir yığından ibaretti. Hizipçiliğin yaygınlaşması, dağılmış imparatorluğun çeşitli yönetim merkezlerindeki bölünmüşlüğü artırdı. Radikal bir tedavi gerekliydi ve bu da Türklerin istilasıyla gerçekleşti. Şehir hayatı ve dine karşı duyulan ilgisizlikle bozulmamış bu kaba göçebeler, İslamiyeti hoyrat ruhlarının tüm şevkiyle benimsediler. Ölmekte olan bir devleti kurtarıp ona yeniden hayat verdiler. İran, Mezopotamya, Suriye ve Asya Minör’e yaptıkları akınlarla ülkeyi harap edip orada bulunan tüm hanedanların kökünü kuruttular ve böylece Muhammed’in Asya’sını Afganistan’ın batı sınırından Akdeniz’e kadar tek hâkim altında bir kez daha birleştirdiler. Müslümanların tükenmekte olan heveslerini alevlendirdiler, yeniden içlerine sokulan Bizanslıları geri püskürttüler ve haçlıların mütemadi yenilgilerini borçlu oldukları fanatik Müslüman bir savaşçı nesli yetiştirdiler.”[29 - S. Lane-Poole, Mohammedan Dynasties (Müslüman Hanedanlar), 149, 150]
Selçuklu imparatorlarının en asaletlisi Melik Şah, kafasındakileri çağa imzasını atarak gerçekleştirebilen birkaç hükümdardan biridir. Onun sarayına mensup olmak, fermanlarını elinde tutmak sadece bir onur ve ayrıcalık değil, aynı zamanda gerekli adap ve kuralların öğrenildiği bir fırsattı. Sultana hizmet sırasında insan ondan görerek öğreniyor, böylece çağının motifini ve vasfını yansıtan bu eşsiz şahsiyetin öncülüğünde standart bir ahlak oluşuyordu. Bir Arap tarihçinin aktardığına göre bir lider veya yönetici, halkın gözünde, sultanı takip ettiği ölçüde değer kazanıyordu; bu şekilde benimsenen standart, hükümdarın asla bayağı işler yapmayacağı fikrine önayak oluyordu. Adaleti sağlamak Melik Şah’ın ilk amacıydı; en büyük çabası insanlarının refahını artırmaktı. Yaptırdığı köprüler, kanallar, kervansaraylar, ticareti teşvik etmesinin ve hükmettiği bölgeler arasındaki iletişime verdiği önemin bir deliliydi. Yollar güvenliydi hatta denilir ki iki gezgin Merv’den Şam’a yanlarında bir muhafız olmadan gidebilirdi. Cömert, cesur, adil ve vicdanlı olan bu adam Müslüman hükümdar idealini gerçeğe dönüştürdü. Teşkil ettiği örnek her yerdeki takipçilerini derinden etkiledi. Karakteri ve devlet adamlığına söz söylenmeyen Melik Şah, prensiplerini ve başarılı düzenini daha da bilge bir adam olan bölgedeki en yüksek pozisyona sahip Nizamülmülk’e borçluydu. Nizamülmülk tarihin en büyük devlet adamları arasındadır. Müslüman methiye yazarları onun manevi erdemleri üzerinde epey kafa yormuş ve Kur’an’ı daha on iki yaşındayken nasıl ezbere okuduğunu iltifatla nakletmişlerdir ancak yeteneğinin esas tanığı, görevde bulunduğu yaklaşık otuz yılda imparatorluğun gösterdiği gelişim ve eriştiği refah düzeyiydi. Başarıların temelinde engin hukuk bilgisi, ayrıca öğrenmeye ve bilime olan desteği yatmaktadır. Bugün daha az tanınıyor olsa da “Rubaiyat”ından daha önemsiz olmayan Ömer Hayyam’ı astronomi araştırmaları yapmaya yönlendiren ve Bağdat’taki meşhur Nizamiye Medresesi’ni kuran odur. Melik Şah’ın buyruğu üzerine düzenlediği ve sultanın kanunu olarak kabul ettiği “Siyasetname”[30 - M. Schefer tarafından “Siasset Nameh” adıyla 1893’te, Paris’te yayımlanmıştır.] adlı eserinde, ilahi yasanın değişmez öğretisini somutlaştırarak hükümdarlık kavramının ideallerini ortaya koyan da yine odur. Elinde bulundurduğu egemenlik hiç şüphesiz Tanrı tarafından kutsanmıştı; yine de hükümdara emanet edilen işlerle ilgili olarak yaptıklarının hesabını en ince detayıyla Allah’a vermek sorumluluğu öğretide katı biçimde işlenmişti. Παντί δέ ώ έδοθη πολύ, πολύ ζητηθήσεται παρ’αυτοΰ. (“Kime çok verilirse ondan o kadar istenir.”) sözü kendisinden de ileri bir büyük “öğretmen”in olduğunun ayırdındaki vezirin ilkesiydi ve onun ideal mutlak hükümdarı mükemmellik hassasını üzerinde taşımalıydı. Bir hükümdarın karakterini eski bir Arap öyküsünden bir alıntıyla şöyle açıklıyordu: “Nefret, kıskançlık, gurur, öfke, ihtiras, açgözlülük, boş umutlar, kavgacılık, yalan, tamahkârlık, kötü niyetlilik, şiddet, kibir, fevrîlik, nankörlük ve ciddiyetsizlikleri bastırıp yalın, dengeli mizaçlı, nazik, merhametli, alçakgönüllü, cömert, güvenilir, sabırlı, müteşekkir ve merhametli, öğrenme sevgisiyle dolu adil bir insan olmalıdır.” Bir ciddi değerlendirme de kudretli bir ordudan ziyade hükümdara hizmetle ilgilidir. Ona göre, hükümdarın, adam kayırmadan ve haksız ödüllendirmelerden kaçınması, fazla şarap içmekten ve bir hükümdara yakışmayacak ciddiyetsiz hareketlerden uzak durması gerekirdi; oruç tutması, dua etmesi, sadaka vermesi ve diğer ibadetleri sıkı sıkıya yerine getirmesi yerinde olurdu. Her hâlükârda “orta yolu izlemek” gerekliydi çünkü İslam’ın peygamberi, farkına varmadan da olsa Aristo’dan alıntı yaparak hayırlı olanın “orta yol”u seçmek olduğunu söylemişti. Nizamülmülk’ün hükûmet sistemindeki en çarpıcı özellik, hükümdarın kullarına olan görevlerinin ve saray içindeki yozlaşma ve baskıları tespit etmek, cezalandırmak amacıyla yapılması önerilen ayrıntılı denetimlerin üzerinde ısrarla durmasıdır. Sultan iki haftada bir halkın huzuruna çıkacak, ne kadar aciz ve tanınmayan bir kişi de olsa herhangi bir kulu yanına gelip maruzatını anlatabilecek, adalet isteyebilecek ve sultan da onu şahsen, araya girmeden ve sabırla dinleyecek ve her vakayı hakkaniyetle çözüme kavuşturacaktı. Hükümdarın yanına serbestçe girilmesini sağlamak adına çeşitli önlemler de ileri sürülmüştü; İranlı bir hükümdarın örneği veriliyor, bir ovanın ortasında at sırtında halkın karşısına çıkması öneriliyordu; kapılar, engeller, bekleme odaları, geçitler, perdeler ve “kıskanç mabeyinciler” bu şekilde ortadan kaldırılacağı için herkes onu görüp yanına yaklaşabilecekti. Başka bir örnekte ise bir kral huzuruna çıkacak kimselere kırmızı kıyafetler giydirilmesini emretmişti ki bu şekilde onları kalabalıktan ayırabilecekti. Böylece Samani hükümdarının yöntemi kabul edildi. Hükümdar, mabeyincileri tarafından kovalanan mazlum bir kulu onu görür de çare sormaya gelirse diye, bütün gece tek başına, korumasız, yoğun kar yağışının altında büyük Buhara meydanında oturacaktı. Yerel yöneticilerin kötü idaresinin iyi denetlenememesi endişesiyle olağanüstü zorluklara katlanılmalıydı: “Bir memur bir göreve atandığında Tanrı’nın yarattıklarına iyi davransın. Onlardan gereğinden fazla parayı zorla almasın ve onu da isterken nazik ve düşünceli bir tavır sergilesin. Vergiler asla yasaca belirlenen günden önce toplanmasın, aksi hâlde yoksul kimseler mallarını yarı fiyatına satar; mahvolur, savrulurlar.”
Vergi toplayıcıların ve diğer memurların düzenli olarak denetimden geçirilmesi önerilmişti ve haksız davranana ağır cezalar verilmekteydi. “Casuslar…” diyor, “tacir, derviş vb. kılığına girerek sürekli ilden ile dolaşmalı ve duydukları şeyleri rapor etmelidir ki olan biten hiçbir şey gizli kalmasın.” Alınan diğer bir önlem de vergi toplayıcıların ve memurların her iki üç yılda bir yerlerinin değiştirilmesiydi; böylece onlar da bulundukları yere iyice yerleşemeyecek ve görevlerini kötüye kullanıp zorbalık edemeyecekti. Ayrıca, yüksek karakterli, kimsenin kendisinden şüphe etmediği ve ücretleri hazine tarafından karşılanacak müfettişler tüm imparatorluğu gözetim altında tutacaktı. Bu insanların “dürüstlüklerinin getirisi maaşlarının yüz katı olacaktır”. Kati ve düzenli bir ulak sistemi de bu müfettişler ve merkezî yönetim arasındaki iletişimi hızla sağlayacaktı.
Son olarak, derebeylerinin insanlara iyi davranması da her yıl salıverilen esirlerin imparatorluk sarayına gönderilmesiyle garanti altına alınıyordu ki burada en az beş yüzü sürekli olarak tutuluyordu. Adil bir yönetim sağlamak ve teftişleri sık sık yapmak adına hükümler belirlemek, hükûmetin yabancıların eline verildiği askerî bir örgütlenmeye dayalı bir imparatorlukta çok gerekliydi. Selçuklular’ın gücü büyük ölçüde kiralanan veya satın alınan askerlerden oluşan bir orduya dayalıydı ve idari işlerde de saray halkından sayılan köleler kullanılıyordu. Söz konusu yüksek makamlar olunca özgür kişilere güvenilemezdi, en azından uzak illerde… İranlı veya Arap yerlilerin Türk hükümdarlarına sadakatle bağlı olmasını beklemezlerdi; bu şekilde Selçuklu beylerine duydukları kişisel bağlılıkla ilintili olarak saraya getirilen kölelere güvenmek daha emniyetliydi. Çoğunlukla Kıpçak veya Tatar kökenli bu beyaz köleler veya memlukler, sultanın korumalığını üstlenmiş, sarayın ve karargâhın önemli görevlerine gelmiş ve kişisel beceri ve görgüleri derecesinde adım adım özgürlüğe ve güce ulaşmışlardı. Bunlar, efendileri olan sultan adına idari görevlerde bulunup -askerî hizmette sultana bağlı kalmak koşuluyla- kendilerine bağışlanan kaleler, kentler ve hatta illerle ödüllendirilirdi. Bütün imparatorluk, Türkler arasında yaygın gibi görünen ve Selahaddin tarafından Selçuklular’dan devralınıp Mısır’a taşınan ve burada yüzyıllarca Memluk sultanları tarafından uygulanıp devam ettirilen bu derebeylik sistemi çerçevesinde örgütlenmişti. İran’ın büyük bir kısmı, Mezopotamya ve Suriye, askerî tımarlar hâlinde parsellenmişti ancak sultanın izniyle iptal edilebilir nitelikteki imtiyaznamelere dayanarak buradan vergi toplayıp bu vergiyle geçimini sürdüren Selçuklu reisleri -memluk korumalarından eski köleler- tarafından yönetilirdi; tek şart sultan emir verdiğinde bir askerî birlik tedarik etmekti.
Derebeylik sisteminde daha üst görevlerdekiler, kendi tımarlarını, derebeylerine asker sağlamakla yükümlü olan astlarına kısım kısım dağıtırlardı; aynı bu astların da kademe kademe kendi altlarında çalışan hizmetkârlarından kendi egemenliklerini tanımalarını bekledikleri gibi. Askerî birlikleri bir araya toplamak için ilkel bir yöntem uygulandığını okuyoruz; karargâhtan karargâha veya köyden köye bir ok gönderiliyor, böylece taburların bir araya gelmesi istendiği anlaşılıyordu. Bir seferin sonunda bu birlikler serbest bırakılıp kışları geçirdikleri evlerine, bir dahaki baharda yeniden sancak altında buluşmak taahhüdüyle gönderiliyordu. Bu arada bir general sahada kalma ihtimali olan takipçilerinden, korumasıyla görevli olan askerlerden ve paralı askerlerinden memnun olmak durumundaydı. Görüleceği üzere Selahaddin bu âdeti her surette gözlemledi. Kendi topraklarında yaşarken vasallar yalnızca üretilenin yaklaşık onda birine denk gelen yasal vergiyi toplamaya yetkiliydiler, ayrıca insanlara baskı uygulamaktan ve bunların mallarını gasp etmekten kesinlikle menedilmişlerdi. “Toprak ve üstünde yaşayanlar sultanındır.” diye yazmıştı büyük vezir. “Derebeyleri ve idareciler yalnızca onları korumak amacıyla görevlendirilmiş muhafızlardır.” Şüphesiz, Selçuklu İmparatorluğu varlığını sürdürdüğü sürece her an her yerde olan casuslar da varlıklarını sürdürüp yozlaşmanın önüne geçtiler ancak böyle üstün bir hükûmetin olmadığı Nureddin ve Selahaddin’in teşkilatlı hükümranlığından önceki sorunlu dönemlerde “korunma”dan ziyade sefalet derebeylik zincirinin halkalarına eklenmiştir.
Arkalarında hizmetkârları önde kendileri, her an kavgaya hazır tavırlarıyla öne çıkan beyler ve emîrler hakkında sürekli bir şeyler okuyoruz. Böylesi bir tarafın Mezopotamya’nın çetin düzlüklerinde düşman birlikleriyle karşılaşmasının sonucu olarak olağan bir çarpışma veya belki bir zafer elde etmekten ziyade sonrasında bir katliam ve yağmanın yaşanması daha muhtemeldi. Çobanın, çiftçinin ve tacirin, komşu reislerin cengaverce çarpışmalarının ortasında geçen hayatları pek sıkıcı ve daha az tehlikeli geçmiyor, Melik Şah ve bilge vezirinin eşitlikçi kuralları da sıklıkla bu zafer coşkusunun gölgesinde kalıyordu.
Arap vakanüvis kaba gücün üzerinde durmaya eğilimliyse de barış içinde yaşayan halkın durumunu göz ardı etmezdi; burada belirtmek gerekir ki yüce efendisinin erdemlerine işaret ederken önceliği, üzerine basa basa kullarına karşı gösterdiği adalete ve nezakete verirdi. Musullu Akdoğan’a (Aksunkur) bilge ve halkını koruyan bir yönetici olmasından ötürü büyük hayranlık duyulurdu.[31 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 29,30.] Topraklarında mükemmel bir adalet egemendi; pazarlar ucuz, yollar tamamen güvenliydi ve düzen her yere hâkimdi. İlkesi, bir bölgede işlenen bir hatanın bölgenin kendisi tarafından telafi edilmesiydi; örneğin bir kervan çapulculuğa uğradıysa bu kervanın kaybını tüm çevre köyler hep birlikte karşılayacaktı, böylece tüm halk gezginlerin güvenliğini sağlamakta umumi inzibat görevi görecekti. Bu başarılı hükümdarın, sözünden hiç dönmediği kayıtlara geçirilmiş ki bu, haçlılar döneminin Hristiyan liderlerinden çok Müslüman liderler için söylenebilecek bir şeydi.
Adil ve erdemli bir reis, doğal olarak hizmetkârlarında bir öykünme duygusu uyandırır; birçok durumda da bu gibi etkilenmelerin izlerini görmek hiç de zor değil. Büyük bir beyin bütün çabası, etrafında sağkolu olabilecek kadar güveneceği, arazisini geliştirecek ve politikasını bu arazilerin idaresinde uygulayacak hizmetkârlar ve daha alt kademedeki derebeylerden oluşan sadık bir grup oluşturmaya yönelikti. Ailesinin devamlılığı onların sadakatine bağlıydı. Bir bey öldükten sonra vasalları ve memlukleri vârislerinin yardımına koşar, ondan tımarın vekâletini alıp vâris ölen beyin yerine geçerken onu desteklerdi. Zayıf bir yöneticinin ne yazık ki böyle hararetli bir zamanda pek şansı olmazdı; bir hükümdar savaşta güçlü, barış zamanı sağlam olmalıydı. Zaman zaman bir emîrin vasallının isteklerini karşılamakta ve onların bağlılığını sürdürmekte başarısızlığa uğradığı da olurdu, bu durumda bu destekçiler hizmetlerini daha popüler bir efendiye sunmayı seçerdi.
Askerî karakteri ve önderlerinden birçoğunun acımasızlığına rağmen Selçuklu medeniyetinin hiçbir özelliği eğitime ve bilgiye verilen yüksek önemin ötesine geçemez. Müslüman ülkelerde daha önceden de okullar olduğu hâlde on birinci ve on ikinci yüzyıllarda Doğu’da Nizamülmülk’ün etkisiyle eğitimde yaşanan büyük gelişmelerin tek nedeni Selçuklu’nun hamiliğidir. Nizamülmülk tarafından kurulan Bağdat’taki Nizamiye Üniversitesi veya Medresesi İran, Suriye ve Mısır’ın tamamına yayılan öğrenme aşkının kalbi olmuş ve Kahire’deki Ezher Medresesi’nden gelen bilgelik akımıyla birleşmiştir. Selçuklu şehzadeleri arasında bir medrese kurmak; bir cami inşa etmek veya bir kenti “kâfir”lerin elinden kurtarmak kadar kutsal bir işti.
Aynı ruh, Selçuklu’nun güç kaybettiği dönemlerde peyda olan büyük vasalların ve sayısız hanedanların eğitim konusuna özel ilgi göstermesine yol açarak Selahaddin’in zamanına dek Şam, Halep, Baalbek, Emesa, Musul, Bağdat, Kahire ve diğer kentleri bilgin yatağı hâline getirdi. Müderrisler aynı Orta Çağ’da Avrupa’da olduğu gibi medreseden medreseye gezerdi. Bu eğitimli adamların ve vezirlerin çoğu (Bu ikisi genelde birleşikti.) Selçuklu sultanlarının soyundan gelenler veya onların saraydaki görevlileriydi. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve askerî yeteneğiyle Musul Atabeyi Zengi, Melik Şah’ın avladığı hayvanların bulunduğu ahırda, hükümdarın leopar avına çıktığı sırada yanına aldığı köpeklerin bakıcılığını yapan hizmetkârı, büyükbabasından “bonkör” anlamına gelen “el-Cevad” soyadını alan veziri ve sağkolu Cemaleddin’in yardımı olmasa geniş imparatorluğunun dizginlerini elinde tutamazdı. Arka arkaya görev aldığı hükûmetlerde o kadar ustalıklı bir idare sergilemişti, ayrıca tavırları ve konuşması o kadar etkileyiciydi ki Zengi onu yakın arkadaşı mertebesine yükseltip ona beyliğinin başmüfettişlik ve devlet divanının başkanlığı görevlerini verdi. Maaşı topraktan elde edilen ürünün onda biriydi, o da bu serveti bol bol hayır işlerinde kullandı, Mekke ve Medine’deki hacıların ihtiyaçlarını bonkörce karşıladı, su kemerleri yaptırdı, camileri restore ettirdi ve birçok insana aylık bağladı. Öldüğünde, dul ve yetimlerin ve onu velinimeti gören birçok fakirin “feryadıyla gök inledi”.[32 - İbn Hallikân, iii, 295-299]
Tüm Müslüman âleminden bilge ve eğitimli kişilerin oluşturduğu geniş bir grup çeşitli görevlere getirildi. Nişabur’dan gelen müderrisler Şam’daki dinleyicileri mest etti. İranlı es-Sühreverdi gibi sufiler, İbn Asakir gibi Selahaddin’in de 1176 yılındaki cenazesine şahsen katıldığı gelenekçi âlimler bir araya geldi. Aynı yıl Kahire’ye, Endülüs’ün Xativa kentinden Doğu’da yeniden parlayan eğitim ateşinin sıcağına kapılıp sürüklenen bir yabancı geldi. Bu, Kur’an’daki “çeşitli dersler” üzerine 1173 mısralık bir şiir yazan ve bunu yalnızca “Tanrı’nın rızasını kazanmak” için yapan İbn Firro idi. Bu olağanüstü âlim, hafızasının dudak uçuklatacak kadar çok bilgiyle dolu olduğunu söyleyerek acizane bir itirafta bulundu! Ne var ki iş kalabalık dinleyici kitlesine ders anlatmaya gelince ağzından tek bir sözcük bile çıkmadı. Bu durumda Selahaddin döneminin başhâkimi ve Mısır’ın idarecisinin onu kendi evinde ağırlamasına ve hatta kendi özel kabrine defnetmesine şaşmamalı. Bu gibi filozoflar gaddar reislerin içlerinde yanan ateşi dingin akıllarıyla yatıştırdılar. O devrin büyük askerlerinin çoğu bu kültürlü insanların oluşturduğu topluluktan büyük zevk alırdı; öyle ki muzaffer Atabey için “bilek gücü şarkıcıların ahenkli müziğinden daha aziz” veya “güçlü bir düşmanla anlaşmaya çalışmak bir sevgiliyle gönül eylemekten daha büyük bir zevk” olsa da o bilge danışmanı el-Cevad’ın arkadaşlığını seviyordu.
Arkasından gelen Nureddin bu âlim topluluğuna canıgönülden bağlıydı, şairler ve edebiyatçılar etrafında toplanırdı. Selahaddin ise bilgili teologlarla tartışmaktan ve ağırbaşlı hukukçularla sohbet etmekten özellikle keyif alırdı. Aralarındaki en kana susamış bey bile yanında şairi ve tarihçisi olmadan yapamazdı. Daha sonraki yüzyıllarda aynı şey Mısır’ın Memluk sultanları arasında da baş gösterdi. Göründükleri kadar barbar ve vahşi oldukları, kan dökmeye ve hıyanete bu kadar eğilim gösterdikleri hâlde bu insanlar sanata da değer verdiler, edebiyatı teşvik ettiler ve Kahire’yi çarpıcı bir mimariyle güzelleştirdiler. Doğu’da, öyle görünüyor ki şiddet, beğeni ve kültürle iç içe varlığını sürdürdü. Tatlı şarkıcıların müziğiyle bunalım nöbetlerini bastıran da yalnızca Saul değildi.
Selçuklu egemenliğinin etkileri oldukça yaygın olduğu hâlde hanedanın ömrü pek kısa oldu. İran’a fatih unvanıyla girişlerinden elli yıldan az bir süre sonra, cesaretle planlayıp muhteşem biçimde korumayı başardıkları bu engin doku parçalara ayrıldı. Birbiri ardına ülkeyi yöneten 3 Selçuklu imparatoru uçsuz bucaksız topraklarını rekabet veya isyan korkusu olmaksızın kişisel hâkimiyetleri altında tutmayı başardılar ancak Melik Şah’ın 1092’deki ölümünün ardından oğulları arasında başlayan iç savaşla imparatorluk bölündü. Selçuklular Nişabur’da, İsfahan’da, Kirman’da egemenliklerini sürdürdüler; aynı şekilde Şam, Halep ve Anadolu’da da onlar vardı fakat bu muazzam yapının kaplamaları, iç ve dış baskılara fazla dayanamadı ve döküldü. Tahttan devrilmeleri feodal yapılarının hazırladığı kaçınılmaz bir sondu. Kendi kazdıkları kuyuya düştüler. Kendilerini savunmaları amacıyla getirttikleri köleler, şimdi onlara karşı bir saldırı içindeydi ve imparatorluklarını korumak üzere oluşturdukları tımar sistemi karşılarına en büyük tehlike olarak çıktı. Avrupa feodalizminin en zayıf yanı Selçuklu sistemi için de eşit ölçüde belirgin oldu. Köle, efendisine hizmet borçluydu ve vasal da kendi yöneticisine bağlılık göstermeliydi fakat hizmet ve sadakat hemen üst kademedeki kişiden öteye gitmiyordu. Eğer bir vasal şefi kendini beyine baş kaldıracak kadar güçlü hissediyorsa bu vasal şefinin hizmetkârları, alt kademedeki vasalları ve köleleri de onu izliyordu çünkü onların bu beye bir minnetleri yoktu. Bunun yanı sıra beyin boyunduruğunun kabul edildiğine dair bir tabiyet yemini gibi bir akit de yoktu ortada. Gerçi bu alt kademedeki vasalları asi bir beyden koparak tahtın diğer tarafına geçmekten alıkoyan şeyin sadakat duygusu olduğu görülüyordu. Hükümdarın gücü azaldıkça bu sadakat duygusu da işlerliğini yitirdi ve derebeyliğin büyük beyleri vasallarının da tam mutabakatıyla kendilerine ait krallıklar kurmaya muktedir oldular. İmparatorluk kendi içinde bölündüğünde bir zamanlar onun emrinde savaşan ve onun tarafından ödüllendirilen beyler şimdi bağımsız prensler hâlini almışlardı. İmparatorları için zaferler kazanan memlukler, şimdi bu imparatorların vârislerine efendi veya atabey olmuş, vekâleten üstlenilen görev şimdi egemenlik üzerinde tam hak iddia etmek ve saltanatı devralmakla yer değiştirmişti.
12. yüzyıl, Selçuklu İmparatorluğu’nun büyük kısmının memluklükten yükselen kralcıkların elindeki tımarların bağımsız devletler hâline geldiğine tanıklık etti.
İran’da ve Amuderya’nın öte yakasında bir şaki ve bir başkâhya güçlü hanedanlar kurdular ve bu kölelerin köleleri, beylerin beylerinden oluşan bir nesil efendilerinin topraklarının eteklerinde ufak çaplı beylikler kurdular. Bu yolla bir köle, efendisinin vârisinin hükümdarı oldu ve ölümü üzerine Şam’da kraliyet üzerinde güç elde etti. Musul’un uzun soluklu atabeylerinin kurucusu, Melik Şah’ın kölelerinden birinin oğlu olan Zengi, Artuklular ve Mezopotamya’daki diğer yerel hanedanlar böylelikle köklerini aynı kaynaktan alarak kendi kaderlerini belirledi. Ne var ki ne denli hor görülmüş bir kökenden gelseler de bu herhangi bir aşağılanmaya yol açmadı. Doğu’da bir köle genelde bir oğuldan yeğ tutulurdu, Melik Şah’ın kölesi olmak da özel bir saygınlık göstergesiydi. Selçuklu’nun köle vasalları Orta Çağ aristokrasisinin herhangi bir “piç”i kadar onurlu ve saygıdeğerdi. kendileri hükümdar olduklarında önceki efendilerinin yüksek geleneklerini içselleştirip sülalelerine aktardılar. Suriye ve Mezopotamya atabeyleri Melik Şah’ın veziri tarafından başlatılan medenileştirme çalışmalarını sürdürdü. Bu çalışmalar iç karışıklıklar nedeniyle yarıda kesildi; gelgelelim 12. yüzyılda temel engel haçlılar idi.
2. BÖLÜM
1. HAÇLI SEFERİ 1098
Melik Şah’ın 1092’de ölümünün hemen ardından oğulları arasında bir iç savaş patlak verdi. Bundan dört yıl sonra 1098’de Birinci Haçlı Seferi doğuya doğru ilerleyişine başladı, aynı yıl Urfa (Edessa) ve Antakya gibi büyük kentler ve birçok kale ele geçirildi. Hristiyanlar 1099’da Kudüs’ün hâkimiyetini yeniden kazandılar. Sonraki birkaç yılda Filistin’in büyük kısmıyla, Suriye kıyıları, Tartus, Akka, Trablusşam ve Sayda (1110) kentleri haçlıların eline geçti ve 1124’te Sur’u fetihleri güçlerini taçlandıran bir adım oldu. Bu hızlı zafer, kısmen kuzeylilerin fiziksel üstünlüklerine ve cesaretlerine bağlıydı ama daha büyük ölçüde düzenli bir direnişle karşılaşmamalarıyla da ilintiliydi. Nizamülmülk efendisinden önce öldüğü için imparatorun vârisleri arasındaki anlaşmazlıkları düzeltecek becerikli bir devlet adamı yoktu.
Selçuklu prensleri kardeşler arası mücadelelerle tahtı tahrip ededururken önemli vasallar bağımsızlığa giden yolda henüz güçlerinin farkına varamamış, parçalanmış hükümdarlığın artıkları peşinde çarpışıyorlardı. Her biri komşusuna hasetle bakıyor fakat henüz hiçbiri önderliğe soyunacak kadar kendine güven duymuyordu. Hanedan kurucuları arenadaydı fakat henüz kurulmuş bir hanedan mevcut değildi. Selçuklu, Mezopotamya ve Suriye’de hâlen ismen üstün idiyse de sayısız kent idarecisi ve kale muhafızı, Selçuklu’nun gücünün gür bir sesin yankısından başka bir şey olmadığını ve topraklarına güçlü bir hükümdarlığın el uzatabileceğini yeni yeni fark ediyordu.
ANTAKYA’YA SALDIRI, 1098
(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)
Şimdi, ölmek üzere olan bir kudretli imparatorluğun son çırpınışları başında şaşkın bir bekleyiş, belirsizlik ve tereddüt, yeni güçler nüfuz kazanana kadar süren bir kargaşa hâkimdi, kısacası Avrupa’dan yapılacak bir istila için en uygun zamandı bu. Bir nesil öncesinde Selçuklu durdurulamaz bir durumdaydı ve bir sonraki neslin Selçuklu’dan kalan Suriye tahtına iyice yerleşmiş bir Zengi veya bir Nureddin muhtemelen istilacıları denize dökerdi. Birinci Haçlı Seferi’nin vaizlerinin başına konan bir talih kuşu onları, önemini zar zor kavrayabildikleri bir fırsatı değerlendirmeye sevk etti. Münzevi Peter ve II. Urban dirayet göstererek bu kutlu anı, sanki öncesinde Asya siyasetine ilişkin derin bir çalışma yapmış gibi, isabetli bir an olarak belirledi. Haçlılar, ağaç kütüğünü yaran bir balta gibi Müslüman imparatorluğunun gövdesini bir süreliğine kıymıklara ayırmış gibi görünüyordu.
Selahaddin’in doğumundan yedi yıl önce, 1131’de, Anjou Kontu Fulk, Kudüs tahtına çaktığında Latin Krallığı hâlâ zirvedeydi. Suriye ve Mezopotamya’nın yukarı kesimi, neredeyse her gün gerçekleştirdikleri akınlarla Mardin’den Diyarbakır’a, El-Ariş’ten Mısır’ın nehrine dek ulaşan haçlıların ayakları altındaydı. Buna rağmen ülke henüz boyun eğmemişti. Haçlılar kendilerini kısmi bir işgalle tatmin ettiler; kıyı kesimlerini ve Ürdün ve Lübnan’a kadar iç bölgelerdeki birçok kaleyi ellerinde bulundurdukları süre içinde ciddi olarak tam bir istilaya girişmediler. Halep, Şam, Hama, Humus gibi önemli şehirler hâlen Müslümanların elindeydi ve çeşitli kereler yaşanan badireler esnasında buraları ele geçirme ihtimali baş gösterse de Hristiyanlar bunu başaramadı. Kudüs dışında hâkimiyetleri altında tuttukları tek önemli şehir -ki bunu da kaybetmek üzereydiler- Urfa (Edessa) idi. Destekçi prenslikleri, kontlukları, beylikleri ve iktalarıyla Latin Krallığı sistematik bir fetihten ziyade silahlı bir işgal niteliği taşıyordu hatta işgal demeye bile yeterli bir durum yoktu. “Frenk” toprakları en geniş hâliyle bile kuzeyden güneye sekiz yüz kilometreden biraz fazla bir alana yayılmıştı fakat doğu-batı yönünde seksen kilometreden nadiren geniş, genelde de bundan daha dar bir bölgeyi kapsamaktaydı. Kuzeyde Urfa (Edessa) Kontluğu, Diyarbakır sınırından (çoğunlukla üzerinden) Halep’in biraz kuzeyine, Suruç, Tilbeşar (Turbesel), Samsat ve Antep iktalarını da içine alarak uzanıyordu.
KUDÜS’ÜN ALINMASI
(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)
Urfa (Edessa) Kontluğu’nun batı ve güneyinde, Kilikya bölgesindeki Tarsus ve Adana’nın da bir zamanlar sınırları içinde yer aldığı Antakya Prensliği yer alıyordu ancak çoğunlukla kıyıda Ceyhan Nehri’nden biraz kuzeydeki Markap’a, karada başlıca iktaları arasında Atharib (Cerep), Maaret, Nehavend ve Lazkiye (Ladikiya) Limanı’nın bulunduğu Müslüman şehirleri Halep ve Hama’ya kadar uzanıyordu. Antakya’nın yine güneyinde, Lübnan ve Akdeniz arasında, Markab, Tartus, Karak, Trablusşam ve Cubeyl’i içine alan Trablusşam Kontluğu ince bir şerit hâlinde uzanıyordu. Tüm bu devletlerin idaresi, kendi toprakları Sayda’nın ilerisinde Beyrut’tan, Sur, Akka, Kaysariye, Arsuf, Yafa’ya, Mısır sınırında Aşkelon Kalesi’ne, doğuda Ürdün Vadisi’ne ve Ölüdeniz’e kadar yayılan Kudüs kralına aitti. Başlıca bölgeleri arasında Yafa ve Aşkelon Kontluğu [Yavne (İbelin), Tel-es Safi ve Mirabel (Migdat Afek) kaleleriyle Gazze, Lut ve Ramallah kasabaları dâhil], Karak (Crac des Chevalliers) ve Şobak lordlukları ve bunların yanı sıra Şam’dan Mısır’a giden kervan yolunu kesen Ölüdeniz’in ileri kesimlerindeki iki uç hisar; Tiberiye, Safed, Kaukab (Belvoir) ve oldukça iyi korunan diğer yerlerle Celile Prensliği; Sayda Lordluğu ve Tibnin (Toron), Beysan (Beth-Şan), Nablus vb.[33 - Archer and Kingsford, Crusades, ch. vii.] gibi ufak çaplı iktalar yer alıyordu.
Haritaya bir göz atılırsa Hristiyanların sahibi olduğu bu toprakların büyük kısmının, Frenklerin akınlarına karşılık olarak sık sık misilleme baskınları yapılmasının beklendiği bir Müslüman şehrinden veya karargâh edinilmiş bir kaleden bir veya en fazla iki günlük yürüyüş mesafesi uzaklıkta olduğu görülür.
Selahaddin’in kendinden yaşça büyük çağdaşı Arap Üsame’nin hayat hikâyesinden, devamlı bir gerilla çarpışmasıyla dostane ve sükût içerisinde geçen süreçlerin birbirini izlediği bir dönemin yaşandığı anlaşılıyor. Birinci Haçlı Seferi’nin ilk yerleşimcilerinin genel eğilimi Müslüman komşularıyla şüphesiz barışçıl ilişkiler kurmaktı. Hristiyanlara ait bölgelerde toprağı işletenlerin çoğunluğu tabii ki Müslümanlardı ve onlarla sürekli ilişki içinde olmak ve yakın sosyal ve ailevi bağlar kurmak, aradaki farklılıkları törpüleyerek ortak ilgileri ve ortak erdemleri belirgin hâle getirdi. Günümüzde Doğu’da yaşayan Avrupalı bir ailenin üçüncü nesle az çok Doğululaşmadan geçmesi imkânsız gibidir. Bu topraklara ilk gelen haçlılar, Suriye’de otuz yıl yaşadıktan sonra karakter ve alışkanlıklar açısından kısmen fethettikleri, aralarında yaşadıkları ve kadınlarıyla evlenmekten kaçınmadıkları bu insanlar arasında asimile olarak Levantenlere dönüştüler; “pullani” veya “kırma” adını aldılar. Müslümanlar ise evlilik konusunda biraz daha katıydı; “çok tanrılı” teslisçiler ile yapılacak evlilikleri güçlükle onaylıyorlardı fakat onlar için çalışmaya ve onların paralarını almaya oldukça hevesliydiler; ayrıca pek çok Müslüman yönetici Müslüman komşularına karşı bile olsa, Frenklerle ittifak kurmayı uygun buluyordu.
Rakip ırklar arasındaki bu ilginç yaklaşımın Şizar prensi doksanlık Üsame’nin büyüleyici hatıratında açıkça takdirle karşılandığını görüyoruz. Tarihî bir tanık olarak Üsame yaşadığı dönem konusunda şanslıydı.
Üsame, zapt edilen Antakya’nın Frenklere bir “dayanak noktası” oluşturarak Kudüs’ün fethine doğru ilerlemelerine imkân vermesinden üç yıl önce, 1095’te doğup 1188’de kutsal şehrin Selahaddin tarafından yeniden ele geçirilmesinden çok kısa bir süre sonra öldü. Haçlı girişiminin neredeyse tüm akışına, med ve cezrine tanıklık etti. Doksan üç yıllık uzun ömrüne Kudüs’teki Latin hâkimiyetinin tamamını sığdırmış, yalnızca Aslan Yürekli Richard’ın haçlı seferini kıl payı kaçırmıştı. Ailesi Beni Munkid, yıkıntıları hâlen Asi Nehri’nin üst kısımlarında duran kayalık Şizar Kalesi’nin vârisleriydi. Ensariye Dağları’nın dik uçurumunun kalkan görevi gördüğü; önce nehirden sonra kayalığa oyulmuş bir tünelden geçen, arkasından tahta bir köprüyle karşıya geçilebilen derin bir yarı aşarak devam eden patikayla ancak ulaşılan kale, güçlü olduğu kadar Antakya ve Trablusşam gibi haçlı merkezleri arasında yer alan Hristiyan garnizonlarına komşuydu ve bu konumu da burcundaki mazgalların altından sürekli olarak geçen akıncılarla riskli temaslar kurmasına neden oluyordu.
Şizar, Ortodoksluğu diplomasiyle idare etmeyi en güvenli politika olarak seçen Müslümanlarla Hristiyanlar arasındaki o sınır devletlerinden biriydi. On ikinci yüzyıl boyunca hiç fasılasız devam eden bu çekişmeyi gözlemlemek için bundan daha iyi bir seyir noktası seçilemez ve bu yarışmayı “kaptan köşkü” Şizar’dan gözlemleyen bu Arap şeyhinden daha yetkin veya uygun bir tanık bulunamazdı. Savaşa katılan tüm önemli liderleri tanıyordu ve sıklıkla da bu çarpışmada yer aldı. İlk savaşı, Zengi’nin gelişinden önce, Hristiyan saflarına dehşet saçmak için diğer herkesten daha çok çaba harcayan şu gaddar Türkmen İlgazi komutasında gerçekleşti. Üsame, Zengi’ye bizzat hizmet etmiş, Eyüb’ün tam zamanında gelen kurtarıcı hamlesinin Selahaddin’in ailesinin kaderini belirlediği Dicle üzerinden Tikrit’e yapılan meşhur harekete bilfiil katılmıştı. Şizar’a saldırı düzenlediği sırada Tancred’i birkaç kez görmüş ve bu haçlının kalenin kumandanından hediye olarak aldığı güzel atı hatırlamıştı. Bourg Kralı Baldwin 1124 yılında birkaç ay boyunca kalede esir tutulmuş, serbest bırakıldığı an ev sahibinin nezaketine, “daha Frenkçe” tüm taahhütleri bozarak karşılık vermişti. Courtenay’li Joscelin, Asi Nehri üzerinden sürekli olarak geçen alayların içinde yer alan silahlı seferlerin bir diğer tanınmış figürüydü. Otobiyografi yazarı, İmparator John Comnenus’un bile kendi kartal yuvasını “züppelikle” abluka altına aldığını gördü. Üsame daha sonra Akka’da Kral Fulk’ı ziyaret ederek hiçbir “ortak dil” bilmediği için bir çevirmen yardımıyla kendisi de Arap olduğu hâlde kendisini bir şövalye olarak nitelendirebileceğini şu sözlerle anlattı: “Irkım ve ailemin üslubuyla şövalye diyebilirim, zira bir şövalyede hayranlık duyduğumuz şey onun lagar ve boylu olmasıdır.” Üsame’nin tanışıklık kurduğu kişiler Şizar’da veya Frenk topraklarına yaptığı kısa yolculuklarda tesadüfen karşılaştığı birkaç yüksek şahsiyetle sınırlı değildi. Uzun yıllar Şam’da yaşamış; Nureddin’in sarayında onun adına Mısır’la diplomatik görüşmeler yürütmüş; Kahire’de bir süreliğine Fâtımî halifesinin misafiri olmuştu. Ayrıca Kom Aşfin yakınlarında iki yüz büyük baş hayvan ve bin tane koyun yetiştirdiği, zengin hububat ve meyve hasatları kaldırdığı bir iktada çiftçilik yapmış ve son zamanlarında şiirini ve doğaçlama anlatımlarını zevkle dinleyen Selahaddin’le yakın ilişki kurmuştu.
NORMANDİYALI ROBERT BİR SARAZENİ ATTAN DÜŞÜRÜYOR
(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)
Üsame, yerleşik hayata geçmiş haçlılar ve onların oryantal yaşama alışıp Müslüman komşularıyla arkadaşlık ilişkileri kuran aileleri ile Filistin’de bu iki inanç arasında oluşan hoşgörüyü yıpratan patavatsız bir coşku ve yağma hırsıyla dolu yeni gelen bir grup bağnaz hacı ve düşkün maceracıyı birbirinden keskin bir çizgiyle ayırıyor. “Aramıza gelip yerleşen ve Müslüman toplumunu geliştiren Frenkler onlara yeni katılanlardan çok daha üstündür.” diyor. “Yeni gelenler Müslümanlara aşina olan diğer yerleşimcilerden değişmez biçimde daha insaniyetsizler.” Yerleşik hayata geçmiş haçlılar ve komşu Müslümanlar arasında kişisel dostluk oldukça sık görülmekteydi ve bir Müslüman’ın bir Hristiyan şövalyesinin konukseverliğinden keyif alması da garipsenecek bir durum değildi. Bizzat Üsame’nin de mason tarikatları içinden, diğer tüm Frenklere tercih ettiği ve “arkadaşlar” dediği, tanışıklık kurduğu kişiler vardı. Kudüs’ü ziyaretinde ona kendi küçük tapınaklarından Hristiyan mabedi hâline gelmiş Mescid-i Aksa’ya yakın olan birini Müslümanca dualarını etmesi için açtılar; tapınağa onunla birlikte yürüdüler; onu Kubbet’üs Sahra’ya ve Kubbetü’l Miraç’a götürdüler. Üsame, St. John şövalyelerinin misafirperverliğine de övgüsünü esirgemiyor. O, tanıklık ettiği törensel kapışmalar ve su işkenceleri Hristiyan adaletine olan saygısını artırmadığı gibi “kâfir”lerle nadiren anlaşma yapan haçlıların yeminli bağlılıklarını sıklıkla ihlal etmeleri karşısında öfkesini gizleyememiştir. Bir taraftan mertliklerine büyük bir hayranlık duyarken, savunma taktikleri, önlemleri, düzenli hareketleri, tuzak ve sürprizlere karşı dikkatli tutumları ve zafer sonrasında kendilerini pervasızlığın hazlarına kaptırmaktan alıkoymaları üzerinde özellikle durmuştur. Diğer taraftan ağırbaşlı bir Doğulu olarak, Frenklerin her düzeyden gereksiz neşe gösterilerini, sevinçli kahkahalarını ve çılgınca eğlence peşinde koşmalarını onaylayamıyordu. Doğulu bir beyefendi olarak sağduyu ve mevki sahibi adamların çocukça maskaralıklarına ve kocaman sırıtışlarına asla anlam veremiyordu. Hatta hassas bir duygu olan tutkunun ufacık da olsa alenen sergilenmesini daha da az kaldırabiliyor, gerçek bir Müslüman gibi bunu hareminin perdeleri arkasına gizliyordu. Haçlı erkeklerinin karılarına sağladıkları şaşırtıcı özgürlüğe kesinlikle tahammül edemiyordu.
“Ne onurun ne demek olduğunu biliyorlar…” diye yazmıştı, “ne de kıskançlığın… Dışarıda karılarıyla yürürken başka bir erkekle karşılaşırlarsa bu adamın karısının elini tutup onu yanına alarak konuşmasına izin veriyorlar, bu arada kocası da konuşmaları bitene kadar uzakta bekliyor! Kadın konuşmayı fazlaca uzatırsa, kocası oradan ayrılıyor ve kadını arkadaşıyla yalnız bırakıyor!”
Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki bu ortak hoşgörü ve iyi niyetin oluşturduğu barışçıl tablo pek uzun sürecek gibi değildi. Fanatizmin bir tek kıvılcımı bu ekini tutuşturacaktı. Kıvılcım her iki taraftan da geldi.
İlk Haçlıların daha hoşgörülü ve uyumlu, hem de dikkatsiz ve hovarda olmalarına oranla, sonradan gelenler güç gösterisi yapmak için daha çok neden buldular. Siyasi bir macera ve askerî bir ilhakın arkasından göstermelik bir hac dönemi ve ona eşlik eden öylece üstü örtülmeye çalışılmış haydutluk… İlk gelen haçlılar Filistin’i dinî bütün ziyaretçiler için güvenli bir bölge hâline getirir getirmez tapınaklar, kısıtlı görgüleri önceki Hristiyan yerleşimcilerin kabul ettiği dünyevi hoşgörüyü anlamaya yetmeyen hacılar tarafından kuşatıldı. Mutaassıpların fanatizmi de buna eklenince ortaya Hristiyan hacılardan oluşan maceracıların, sofuluk kisvesi altında talan arzusunu saklayan kimselerin neden olduğu kanunsuzluk baş gösterdi. Bu iki sınıf, Müslüman kesimi çileden çıkarıp haçlı liderlerini sebepsiz yağmalar yapmaya kışkırttı. Bir Müslüman tarihçi on ikinci yüzyılın ilk çeyreğinde seyreden bu durumu şöyle anlatıyor:
“Frenkler ülkeyi günden güne yağmaladılar; Müslümanlara anlatılmaz zararlar vererek yıkım ve keder getirdiler… Baskınları Diyarbakır’a kadar uzandı; ne Ortodoks dediler ne dinsiz; Mezopotamya’da insanların ellerindeki gümüşlerini, değerli neleri varsa aldılar. Harran ve Rakka’da insanları hakaret ve hicapla baskı altına aldılar, onlara her gün ölüm kadehinden içirdiler… Rahba’dan ve çölden geçen yol hariç Şam’a giden tüm yollar kesildi; tüccarlar ve gezginler tehlikeli ve yorucu uzun çöl yolculuklarının çilesini çekmeye, hayati tehlikelerle burun buruna göçebe bedevilerin arazilerinden geçmeye zorlandılar. Frenkler komşu kasabalarına da şantaj yaptılar ve hatta Hristiyan kölelerin serbest bırakılması için Şam’a casuslar gönderecek kadar ileri gittiler. Halep’te yaşayanlardan gelirlerinin yarısını hatta Bahçekapı’daki değirmenin hasılatını zorla haraç olarak istediler.”[34 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 59 ff. Doğu’ya özgü bir ön yargıya ve abartıya izin veriyor olabiliriz ancak unutulmamalıdır ki yukarıda anlatılan olayın yazarı, betimlediği olaylardan çok kısa bir süre sonra yaşamış ve babası bu sahnelerin birçoğuna bizzat şahit olmuştur.]
Diğer taraftan Sarazenler, en azından Müslüman Türkler, her ne kadar o an için dağılmış ve düşmana karşı kesin bir karşı duruş sergileyememiş de olsalar, doğaları gereği asker yetiştirici ve soylarına has bir nitelik olarak fanatikleri telkin edici özellikleriyle ön plana çıkıyorlardı. Selçuklular’ın askerî sistemi savaşçı bir ulus yetiştirmişti ve İslam’ı yakın zamanda kabul etmiş olmaları, bilgi eksiklikleri ve bunun sonucu olarak fanatik “molla”ların etkilerini reddediyor olmaları dönüşme gayretleri içerisine girmelerini sağladı. Merkezi otoritenin çöküşü üzerine egemenlik hakkı iddia eden, her biri İslam’ın hararetli savunucusu olan tüm küçük hükümdarlıklar şimdi birer savaşçı üretim çiftliğine dönmüştü. Ganimet ve cennet bir araya geldiğinde Hristiyan rakipleri kadar onları da din adına bir savaş yapmaya istekli kılmıştı fakat hangi neden ağır basarsa bassın, bu dağınık kuvvetleri iman adına ölmeye hazır inanılmaz bir orduya dönüştürmek için gereken şeyin bu birleşim ve bir lider olduğu kesindi. Cihat -kutsal savaş- ilan etmek ve onlara cesaretine ve askerî dehasına herkesin şapka çıkaracağı bir kumandan göstermek kaçınılmaz bir gereklilikti, Türkmen başları ve vasallar haçlıların derhâl dikkate alması gereken “Kilise Savaşçıları”na dönüşecekti. Bu lider bulunmuştu: İmadeddin Zengi.
SELÇUKLULARI İZLEYEN HAÇLILAR
(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)
3. BÖLÜM
MÜJDECİ 1127
Vaktiyle Melik Şah’ın hizmetlerinden ötürü değerli görevlerle ödüllendirilen kölelerinden olan sayısız Selçuklu memuru arasında Ak-Sunkur özel bir yer teşkil eder. Saray mabeyincisi olarak asil efendisinin güvenini tamamıyla kazanmış, resmî kabullerde ve devlet toplantılarında onun sağ yanında durma ayrıcalığına kavuşmuştu. Daha sonra, Halep beyliği yaptığı yıllardaki merhametli ve bilge idaresi ile adı sadakat ve dürüstlük anlamına gelen bir deyiş oldu; öyle ki canını, hizmetkârların etrafında koşturduğu, İmadeddin veya “imanın sancağı” soyadını alan on yaşındaki oğlu Zengi’yi arkasında bırakarak, eski efendisinin oğluna duyduğu bağlılık uğruna feda etti (1094). O zamanlarda Mezopotamya’yı yöneten en büyük şahsiyet, Musul’un ve daha birçok kentin beyi, Melik Şah’ın oğlu ve vasisinin baş vasalı Kurbuga idi. Kurbuga eski dostu Akdoğan’ı unutmamıştı ve oğlu Zengi ve memluklerini sarayına çağırdı.
“Delikanlıyı getirin.” diye yazmıştı. “O, yoldaşımın oğludur ve onu büyütmek bana düşer.” Böylece Musul’a gittiler, kendilerine ikta tahsis edildi ve yeni beylerinin her türlü mücadelesinde yanında oldular. Bir keresinde Diyarbakır yakınlarında nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir savaşta Kurbuga, Zengi’yi ordunun karşısında kucaklamış, onu kendi memluklerine emanet etmiş ve “Eski efendinizin oğluna iyi bakın, onun için savaşın!” demişti. Çocuğu çevreleyen memlukler öyle bir hiddetle çarpışmaya başladılar ki savaşı kazandılar. Bu, Zengi’nin bulunduğu ilk savaş meydanıydı ve o tarihte on beş yaşındaydı.
Bundan itibaren yıllarca Musul Sarayı’nda birbiri ardına gelen hükümdarlar altında haç ve hilal arasındaki sınır bölgesini koruyan savaşçı hükümdarların değer verdiği bir bey olarak ayrıcalıklı bir hayat sürdü. Boyu uzamış, fark edilir bir fiziğe kavuşmuş; esmer bir ten ve delici bakışlara sahip olmuştu ve karakteri de duruşu kadar dikti. Otuz sekiz yaşına kadar savaşlarda ve Mezopotamya’nın siyasetinde ikincil roller üstlenmeye devam etti. Musul’un sınırlarını korumak üzere birbiri ardına gelen beş bey de onu oğlu gibi gördü, ona zengin iktalar bahşetti ve Frenklere karşı yürütülen keşif hareketlerinde önemli görevler verdi. Bu keşif görevlerinden birinde, Tiberiye Kuşatması sırasında, Zengi göze çarpan cesaretiyle ön plana çıktı. Adamlarıyla garnizonuna yapılan bir saldırıyı püskürtüp saldırganları şehrin girişine kadar takip etti ve burada önlerine mızrağıyla bir çizgi çekti.
Arkasına dönüp baktığında yalnız kalmış olduğunu gördü, birliği çarpışmanın yarısında geri dönmüş ve onu düşmanla baş başa bırakmıştı. Bir süre bu tehlikeli pozisyonda kaldı; adamlarının döneceği ve birlikte saldırıya geçecekleri umuduyla Frenkleri oyaladı ancak gelen giden olmadığı için isteksizce geri çekildi ve yara almadan kendi mevzisine geri döndü. Bu cevvalliği yankı uyandırdı ve bundan böyle eş-Şami (Suriyeli)[35 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 34,35.] adıyla tanınır oldu.
1122’de “Suriyeli”, Selçuklu sultanı tarafından askerî hizmetlerinden ötürü ilk doğrudan idare göreviyle, o zamanlar büyük ve önemli bir kent olan Vasit’in iktasıyla, ayrıca Basra muhafızlığı göreviyle ödüllendirildi.[36 - Otuz altı yaşına kadar kimsenin bir şehrin idaresine atanmaması Selçuklu idaresinde yerleşmiş bir kuraldı; Zengi şimdi otuz yedi yaşındaydı ve bu nedenle terfisini neredeyse mümkün olan en erken tarihte almıştı.] Sultanın bu seçiminin haklı bir seçim olduğunu kısa zamanda ispatladı. Fırat ve Dicle’nin o günlerde sularını boşalttığı Aşağı Mezopotamya’daki “bataklıkların” Arapları, bu büyük nehrin suladığı verimli topraklar üzerinde kaybettikleri üstünlüklerini geri kazanmaya pek hevesliydiler fakat sınırları Zengi koruduğu sürece denetim altında kalacaklardı. Arap tarihçi, Araplarla Türkler arasında 1 Mart 1123 tarihinde yapılan kritik savaşa ilişkin net bir portre sunuyor. Araplar, Hilla’da yerleşmiş, el-Hicr’e saldırmış ve hatta “Barış Şehri”, Abbasi halifesinin mekânı Bağdat’ın üzerine bile ilerlemiş olan Esad Aşireti’nin meşhur emîri Sadaka’nın oğlu Dubeys tarafından komuta edilmişti.
HAÇLILARLA KURBUGA ARASINDA SAVAŞ
(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)
Halife El-Müsterşid hiç de ağır aksak bir kimse değildi; üzerindeki siyah cübbe ve sarığı, omuzlarında peygamberin kaftanı ve elinde kutsal asasıyla Türk birliğinin başına bizzat geçerek kalyonuna binip birliklerine kılavuzluk etti. Diğer tarafa vardığında onu, atının üzerini örten tenteyi görür görmez yere kapanarak önünde yeri öpen en önemli vasalı El-Bursuki, Musul’un hükümdarı, Basra’nın Zengi’si, başkadı, asilzade seyitlerin önderi, ulemanın, diğer önemli savaşçıların ve ricallerin başkanı karşıladı. El- Musterşid onları çadırında kabul etti; tek tek içeri giren beyler bağlılık yemini ettiler, ardından düşman bölgesi olan Hilla’ya doğru ilerleyişe geçtiler. Dubeys onları Fırat ve Dicle’yi birleştiren Nil adlı kanalda karşıladı ve iki taraf da savaş hazırlıklarına başladı.
Araplar on bin atlı ve on iki bin piyadeden oluşurken halifenin ordusunda ancak sekiz bin kadar atlı mevcuttu, piyadelerin sayısı da beş bini geçmiyordu. Müminlerin emîri asasıyla savaş hattının gerisine fakat savaş meydanını görebileceği bir konuma mevzilendi. Onun önünde ellerinde açık Kur’anlarıyla din adamları duruyordu; tüm Bağdat o gün dizleri üzerine çökmüştü, besmeleyle Tanrı’dan koruyuculuğunu bahşetmesi dilendi. Halifenin ordusunun sağ kanadı, Zengi ve bir diğer emîrin komutası altındaki düşmanın en şiddetli saldırısına maruz kalmıştı.
Antar bedevi atlılarıyla iki başarılı hücumda bulunarak halifenin birliklerinin neredeyse geri çekilmelerini sağladı fakat Zengi ustalıklı bir hareketle, el-Busuki’nin de yardımını alarak Arapları kanattan sıkıştırdı ve düşmanı kanala doğru sürdü. Düşman bozguna uğratılmıştı. Esirler acımasızca katledildi, liderleri kaçtı ve kadınları galiplerin ellerine düştü.
Kazanılan zaferden sonra Zengi şansını sarayda denemek istedi. Geçici amirlere hizmet etmekten yorulmuştu. Hizmetkârlarını ve dostlarını çağırdı ve onlara hitaben: “Durumumuz dayanılmaz hâle geldi.” dedi. “Sürekli olarak yeni idareciler atanıyor ve bizden de onların kaprislerini çekmemiz ve keyiflerine rıza göstermemiz bekleniyor! Bizi bugün Irak’a, Musul’a, yarın Mezopotamya’ya, sonraki gün Suriye’ye gönderiyorlar. Ne yapmamı öneriyorsunuz?” Bunun üzerine Zengi’nin herkesten çok güvendiği arkadaşı Zeyneddin Ali söze girdi: “Efendim, Türkmenlerin bir lafı vardır, ‘İnsanın bir erkek olmak için kafasına bir taş koyması gerekiyorsa bu taş yüce bir dağın madeninden çıkmış olsun.’ Benzer şekilde birine hizmet etmek durumundaysak bari bu sultanın kendisi olsun.” Zengi bu öğüdü tuttu ve Selçuk Mahmud’un sarayına, Hamedan’a gitti. Burada da babası gibi tahtın huzurunda bekleme ayrıcalığının ötesinde bir mükâfat almaksızın beş parasız kalana kadar bekledi. Zeyneddin’e, “Ali, dostum, dediğin gibi taşı kafamıza koyduk fakat inan çok ağır!” dedi.
Sonunda bir gün sultan maiyetiyle beraber polo oynamak için dışarı çıktı. Partner seçme sırası geldiğinde Zengi’yi işaret edip eline bir polo sopası vererek “Gel ve oyna.” dedi. Maçtan sonra geri kalan hizmetkârlarını hoyrat kıskançlıkları nedeniyle azarladı.
“Utanmanız yok mu? Karşınızda babası devlette önemli makam sahibi olmuş, iyi tanınan bir adam duruyor! Hiçbirinizin ona sunulan hediyeler kadar varlığı olmadığı gibi hiçbiriniz onun masasına o kadar davet edilmemiştir. Bunca zaman hizmetlerini karşılıksız bıraktıysam, ona bir ikta tahsis etmediysem bu maazallah sizin yapacaklarınızı görebilmek içindi.” Sonra Zengi’ye dönüp, “Sana Kunduğli’nin dulunu evlenmen için veriyorum; maiyetim düğün için gereken altını sana verecektir.” dedi.
Kunduğli sarayın en zengin asilzadelerindendi ve dulu da kral kızı kadar varlıklıydı. Şanslı emîr düğününün ertesi günü kendisinin ve karısının hizmetkârlarıyla etrafı çevrili olarak bir debdebe içinde kendini gösterdi.
Zengi’nin sarayı ziyareti başarıyla sonuçlanmıştı; 1124’te katı fakat cömert bir tutumla yönettiği Basra ve Vasit iktalarına geri döndü. Sultan ve halife karşı karşıya geldiklerinde Zengi halifenin ordusuna karşı Vasit’i savundu; ardından, eline geçirebildiği tüm teknelere birliklerini bindirerek Bağdat dışında bekleyen sultana tam vaktinde destek kuvvet sağladı. Sultan bir anda sadık beyinin yaklaşmakta olan küçük filosunu görünce hem şaşırmış hem de rahatlamıştı.
Sonuç olarak halife barış yapmak zorunda kaldı; Selçuklu, onun Barış Şehri’nde ikamet etmesine razı olurken Zengi de uzun süredir üstlenmeye can attığı göreve, Irak’ın tüm kontrolü ve hâkimiyetiyle beraber Bağdat muhafızlığına geldi. 1127 sonbaharında Musul ve Cezire (“Ada”, Mezopotamya) hükûmetlerine atandı. Sultanın oğullarından ikisini yetiştirmek gibi önemli bir görev de üstlendi; bu görevi sadece başarılı bir derebeyi ve yönetici olduğu için almamıştı. Böylece atabey -veya beylerbeyi-sıfatını da almış oldu. Bu yeni görev onu Latin iktidarıyla girilen mücadelede ön saflara taşıdı. Bundan böyle Zengi’yi Frenklere karşı imanın gücünü gösteren muzaffer komutan, Doğu’nun Cid Campeador’u[37 - El Cid Campeador (1040-1099), Kastilyalı asilzade, komutan ve diplomat. El Cid Türkçeye hükümdar olarak çevrilebilirken “campeador” savaş sanatı ustası, silahşor anlamına gelmektedir. (ç.n.)] olarak göreceğiz. Kaside yazarı onun başarılarını şu sözlerle anlatır:
“Frenkleri kendi topraklarının ortasında harap etti, müminlerin çektiği acıların intikamını aldı. İslam’ın solan hilallerini yeniden parlatarak, sönmek üzere olan iman güneşinin ateşini alevlendirdi. Müslümanlar, üzerlerinde zaferin ihtişamıyla gururla yürüyüp her dem akan başarı çeşmesinden içtiler. Teslisçileri kalelerinden, surlarından ederek yalanları ve nefretleriyle yalnız bıraktılar. Böylece bir olana inançla Ada’ya ve Suriye topraklarına geri döndü ve İslam ülküsünü savunanlar da buraya akın etti.”
Ne var ki Zengi, haçlılarla kılıç çarpıştırmadan önce yeni ve önemli iktidarında yerini sağlamlaştırmalıydı.
Şimdiye dek, unvanı olan başarılı bir önderdi ama bir hükümdar değildi. Oysa Musul’da, Dicle’den üç yüz altmış kilometre uzakta, fiilen bağımsızdı ve idaresine müdahaleye kesinlikle izin vermiyordu. Sistemi, büyük imparator Melik Şah’ın yönetimine uygundu ve Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkıntılarından doğan devletlerin idarelerine örnek teşkil ediyordu. Şahsi idareye dayalı bu sistem, raporları bir ordu dolusu casus tarafından kontrol edilen dikkatli bir müfettiş ağı tarafından işletilmekteydi. Zengi tüm komşu prensliklerin başkentlerine ve hatta imparatorluk sarayına bile casuslar yollamıştı; sultanın sabahtan akşama kadar neler yaptığını bir bir öğreniyordu. Her gün çeşitli bölgelerden ulaklar getirtir ve böylece olan bitenden en önce kendisi haberdar olurdu. Ziyaretçileri en güzel biçimde ağırlanırdı ama tabii sıkı takip hep söz konusuydu. Arazisinden hiçbir elçi gerekli bilgilendirme yapılmaksızın ve izin almaksızın geçemediği gibi, yanına güvenilir bir refakatçi verilirdi ki bu elçi insanlara uygunsuz sorular sorup burayla ilgili casusluk yapmasın. Savunmadaki zayıf noktaları açık etmeleri korkusuyla tebaasının, topraklarını izni olmadan terk etmesi yasaktı; eğer kaçanlar olursa onları teslim olmaya zorlardı. Bir grup köylü Musul’dan Mardin’e göç edince o şehrin Artuklu prensine çağrı gönderip köylüleri geri göndermesini istemişti. Timurtaş “Biz fellahlarımıza iyi bakıyoruz.” diye itiraz etti. “Onların ürettiklerinden aşar alıyoruz; sen de böyle yapmış olsaydın bu köylüler seni bırakmazlardı.”
“Efendine söyle…” dedi Zengi elçisine. “Sen ürünün yüzde birini bile alsan çoktur çünkü görüyorum ki sen o kayalık Mardin’de lüks ve miskinlik içinde yaşıyorsun; oysa ben insanlarımdan üçte iki oranında vergi alsam da hizmetlerimin karşılığında az gelir. Çünkü ben yalnızca kişisel düşmanlarımla savaşmıyorum, bir de kutsal savaşı sürdürüyorum ve ben olmasam sen, Frenklerin hâkimiyetine girmiş olacağın için güvenle bir tas su bile içemezsin Mardin’inde. Bu yüzden o köylüler geri gönderilmediği sürece Mardin’deki her taşralıyı oradan toplar, Musul’a boşaltırım.”
Göçmenler apar topar geri gönderildi. Bir seferinde de Zengi, sultanın kaçak bir asilzadeyi teslim etmesini sağlamıştı; bu talihsiz adam zindana atılmış ve ondan bir daha haber alınamamıştı.
Zengi açıkçası hiç müşfik bir hükümdar değildi. Görevi başında uyuklayan bir kayıkçının nasıl ödünü patlattığına dair bir öykü anlatılır: Kayıkçı, tetikte olup onu beklemesi gerektiği bir anda uykuya dalmış ve uyandırıldığında karşısında korkunç efendisinin dikildiğini görünce dehşete kapılmış ve o anda düşüp ölmüş. Köleleri zalimliği nedeniyle çok şikâyet ederdi, hizmetçileri ondan o kadar çok korkardı ki verdiği bir emri anlamadıklarında tekrar etmesini isteyemezlerdi. Uşaklarından birine tutması için bir peksimet verdiğinde uşağın bunu bırakmaya cesaret edemediği söylenir. Neredeyse bir sene sonra Zengi bunu geri istediğinde uşak anında çıkartıp dikkatlice bir peçeteye sarmış ve uşağın itaatkârlığı cömert bir memuriyetle ödüllendirilmiş.
Zengi açıkgöz bir insan sarrafıydı ve ne zaman yetenekli bir hizmetçi veya memur bulsa ona daimî bir güven duyar ve destek verirdi. Dahası kendisi sert olduğu hâlde, tebaasına başka kimsenin zorbalık etmesine izin vermezdi; “Ülkeye bir seferde yalnızca bir tiran hükmedebilir.” derdi. Yine bir sefere çıkıldığında en sevdiği önderlerden birinin Yahudi bir aileyi kışın soğuğunda dışarı attığını öğrenince ona dönüp bir bakış atmış ve bu aciz emîr şehirden ayrılıp yağmur çamur ortasında çadırını kurup oturmuştu. Baskı yapmaya ve aşırı özgür davranışlara memurlar arasında asla izin verilmediği gibi o dönem içinde hiç kimse kadınlara karşı yapılan saldırıları bu kadar şiddetle cezalandırmamıştı. Askerlerinin karılarını kendi özel koruması altında tutar ve başka erkeklerin, kocalarının savaşta olduğu dönemlerde bu kadınları aşağılamaları cezasız kalmazdı. Seleflerinin mülk edinmesine izin vermezdi. “Ülkeyi biz elimizde tuttuğumuz sürece askerî iktanız yarar sağlarken malınızın ne faydası olur? Ülke elimizden giderse sizin mallarınız da birlikte gider. Bir sultanın selefi toprak sahibi olursa halka baskı yapar, onları rahatsız eder ve yağmalar.” Ordularının, insanların ürünlerini çiğneyip geçmelerine asla müsaade etmedi -vakanüvisin anlattığına göre iki çizgi arasındaymış gibi yürürlermiş- ve hiçbir askerin bir köylüden parasını ödemeden bir demet saman bile alması mümkün değildi. Şiddet eylemlerinin cezası çarmıha gerilmekti. Vergilendirme konusunda fakirlere çok müsamahakâr davranırken zengin şehirler sefer masraflarını karşılamanın sıkıntısını ağır bir şekilde çekerdi.
Her şeye rağmen bunun karşılığını iyi alıyorlardı. Bu keskin ve iradeli yönetimin sayesinde hükmedilen topraklarda güven ve refah hüküm sürüyor, özellikle de başkent canlılık kazanıyordu. Tarihçi İbnü’l Esir’in babası şöyle naklediyor:
“Şehit[38 - Zengi din adına yapılan bir savaşta ölmedi fakat şehit terimi, Zengi gibi, suikasta kurban giden veya başka nedenlerle ölen Müslümanlar için de kullanılmaktadır.] efendimiz başa geçtiğinde ‘Ada’nın anası Musul’un ne hâlde olduğunu gördüm. Şehrin büyük kısmı yıkıntı hâlindeydi ve çorak arazi seyyar tüccarların mahallesinden hisara ve saraya kadar uzanıyordu… Eski cami metruk kalmış, sur dibindeki evlerin bir taş atımı mesafe yakınına kadar kimse kalmamıştı… Gel gör ki şehidin idaresi başlayalı beri ülke, güvenliğin ne olduğunu anladı, kötü niyetler boşa çıktı ve güçlüler zorbalık yapmaktan alıkondu. Gelişim haberleri dışarılara ulaştı, halk onun arazisine sökün edip buraya yerleşti. Gerçekten ‘cömertlik bağlılık doğurur’. Musul’da ve diğer şehirlerde binalar arttı, hem o kadar ki mezarlıklar bile yeni yerleşim yerlerinin altında kaldı.”
MUSULLU MUHAMMED İBN KUTLUK TARAFINDAN YAPILAN ASTROLOJİ CETVELİ, HİCRİ 639
(British Museum’da)
Zengi, meydanın karşısına büyük hükûmet binasını inşa ettirdi, surların yüksekliğini iki katına çıkarttırdı, kale hendeğini derinleştirdi ve kendi adının verildiği El-İmadi kapısını yaptırdı.
Kendinden önce Musul’da meyve namına pek bir şey bulunmazmış; öyle ki bir pazarcı üzüm satarken ağırlık yapmasın diye üzümün küçük saplarını bile kesermiş. Ne zaman ki Zengi buranın refahını sağladı, çevresinde verimli bahçeler peyda oldu, bu bahçelerde nar, armut, elma ve üzüm yetiştirildi hatta o kadar bolluk yaşandı ki yeni hasat yapılma vakti geldiğinde son yılın mahsulü daha bitmemişti.[39 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”,137,142.]
YAĞMA SEFERİNDEN DÖNEN BİR KISIM HAÇLI
(Surlu William’ın on üçüncü yüzyıla ait bir el yazmasından)
4. BÖLÜM
EDESSA’NIN DÜŞÜŞÜ 1127 – 1144
Zengi’nin tarihsel önemi, Musul’a sağladığı katkılardan veya yardımlarından ziyade, Müslümanlığın davasının çıkmaza girdiği bir dönemde İslam adına haçlılara karşı kazandığı zaferlerden kaynaklanır. Mezopotamya’nın Türkmen beyleri dağılmıştı ve Allah’ın yolundan gitmekten çok birbirleriyle çatışmaya hevesli ve asla Musul’un yeni hükümdarının önderliğini kabul etmeyecek vaziyettelerdi. Tüm ülke -Zengi’nin bireysel mülkiyetiyle uyumlu bir biçimde- her birinin başında vasallarla askerî iktalara ayrılmıştı ve önemli derebeylerinin arasında daimî olanlar ve iyi tanınanlar vardı. Artuklu prensleri, yüzyılın başından bu yana Hasankeyf ve Mardin’in kalelerine yerleşmiş durumdaydı. Artuk’un iki oğlu, Sökmen ve İlgazi, Frenkler üzerine yaptıkları akınlarla ünlenmiş ve İlgazi, Bağdat muhafızlığı görevini üstlenmişti. O zamana kadar hiçbir Hristiyan lideri bu amansız Türkmen’in estirdiği kadar terör estirmemişti. Dağlık kalelerinden Suriye’nin kuzeyine baskın yapmış, Halep kendini onun ellerine bıraktığında üç bin atlı ve dokuz bin piyadenin başında, Frenklerin iyice yerleştiği Afrin tepelerine hücum edip şehri kurtararak Antakyalı Roger’ın öldüğü önemli bir zafer kazanmıştı. İlgazi, Zengi’nin ilk memuriyetini aldığı yıl olan 1122’de öldü; oğlu Timurtaş onun Mardin’deki, oldukça yüksek bir rakımda kurulan evine ve daha sonra Halep’e yerleşti. Sakin bir yaşamı tercih eden yumuşak başlı bir yönetici olduğu hâlde babasının oğlu yüzünden yaşananları kolay kolay unutmayacaktı; en azından bir görgü dersi alıncaya dek.
Daha güçlü ve çevik bir Artuklu lideri daha vardı; bu, 1108’de Hasankeyf Kalesi’ne geçen ve Diyarbakır’ın en ünlü beyi olan kuzeni Davud’du. Oklarından birini Türkmenlerin arasında dolaştırdığında yirmi bin asker sevinçli bir çarpışma beklentisiyle kılıcını kuşanıp kısa zamanda sancağı altında toplanırdı. Böyle bir bey, ilk sırayı yeni gelene bırakacak değildi; kısa zamanda Zengi de daha geniş topraklara yayılmadan önce Davud’la hesaplaşması gerektiğini anladı. Diyarbakır sindirilmeli ve silahsızlandırılmalıydı, yoksa bir yan taarruz korkusu taşıyarak asla Suriye içlerine ilerleyemezdi.
Musul boyunduruğundan daha yeni kurtulmuş olan Cezire İbn Ömer kasabasına hareket etti ilk olarak; ordusunu Dicle’nin karşı kıyısına kimini yüzdürerek kimini sandalla geçirdi ve buranın güvenilmez sakinlerinin yardımıyla kasabaya tam zamanında girdi, zira ertesi gün insan boyunda bir taşkın meydana gelmiş ve nehir geçilemez olmuştu. Cezire’den bir zamanların şanlı başkenti, Trajan’ın fethettiği -bu sayede Parthicus (Parthialı) lakabını almıştı- Nusaybin’e doğru yürüdü. Burası artık bir Artuklu şehriydi, Zengi bir kurnazlık yaparak burayı ele geçirdi; düşmanın, Mezopotamya’da ve Suriye’de yaygın biçimde ulak olarak kullanılan taşıyıcı güvercinlerinden birini yakalayıp bileğindeki mektupta yazılanları değiştirerek Nusaybin’in derhâl teslim olmasını salık veren bir mesaj yolladı ve bu emir Sancar tarafından derhâl yerine getirildi.
Burada kendisini yeni bir tehlike bekliyordu. Fırat’ın yukarı kesimlerine hâkim olan Edessa, Suruç, Bira vb. Hristiyanların ileri karakollarını oluşturuyordu ve Courtenay’li Joscelin’in elinde bu garnizonlar birer “seçilmişler topluluğu” idi. Bunları önlem almadan arkada bırakmak düşünülemezdi. Zengi bu zorluğun üstesinden, böyle inanılmaz bir hasımla girilecek bir mücadelenin ertelendiğine muhtemelen memnun olan Joscelin’le ateşkes yaparak geldi; böylece atabeyin Suriye’ye ilerlemesinin önünde bir engel kalmamıştı. Halep’ten kendisini Frenklerin kestiği haraçtan kurtarmasını talep eden bir çağrı aldığı sırada o, yeni bölgelerde düzen tesis etmekle meşguldü. İşte bu, tam aradığı fırsattı; derhâl Fırat’ı aştı (1128), Menbiç’i geçti ve Halep’te minnetle karşılandı. Haçlılara karşı durabilmiş tek Suriye hükümdarı, Şam Atabeyi Tuğtekin yeni ölmüştü. Zengi (şimdi “Suriyeli”) tam zamanında “her şeyden önce” onun yerini almaya ve umutsuz Müslümanları kâfirlere karşı savunmaya gelmişti.[40 - Talihsiz bir olay sekteye uğrattı hareketini. Halep hükümdarlarının hazine ve giysilerini incelerken kanlı bir gömlek buldu; bu, babasının idam edilirken giydiği gömlekti ve yanındaki karısı bu emri veren Selçuklu Tutuş’un torunuydu. Kontrol edilemez bir tiksintiyle Zengi onu bir kenara itti ve kadının tüm yakarışlarına ve yargıcın itirazlarına rağmen bir anda onu boşadı.]
Halep’in efendisi Zengi, Kuzey Suriye’de Hristiyanlara olabildiğince eziyet vermek üzere bir yıldan uzun süre kaldı. Sultanın Batı illeri hükümdarı beratıyla kuşanmış, uzun zamandır kendisi için bir tehlike teşkil eden, Halep’e bir günlük yol mesafesi uzaklığında yer alan çetin Atharip (Frenk’lerin Cerep’i) Kalesi’ni kuşattı. Seçkin savaşçılarla dolu garnizonu, pozisyonu ve savunucularının mizacıyla bu kale, Latinlerin en müthiş kalelerinden biriydi. Uzun bir süre Zengi’nin dehşetli saldırılarını püskürtmüşlerdi ancak o daha içerilere ilerledi ve asla yılmadı. Kuşatma altındakiler darboğazdaydı. Kudüs’te bulunan Kral Baldwin bir savaş konseyi düzenleyerek kaleyi teslim edip etmemek konusunda fikir aldı. Bazıları Sarazenlerin yakın zamanda hep yaptıkları üzere geri çekileceklerinden emin, bunun önemsiz bir mesele olduğunu iddia etti fakat vakanüvisin “tam bir şeytan” olarak betimlediği bir üye Zengi’nin bu hareketinde daha ciddi bir şey olduğunu iddia ederek “Bu kıvılcımların ardından bir alev yükselecek.” dedi. “Ve bu dumanın altında yanan bir ateş var. Bu, Taberiye’ye ayak izlerini bırakan genç aslan değil mi?”
Baldwin nihayet etrafı sarılmış olan şehirden çekilmeye karar vererek “atlıları, piyadeleri, sancakları ve haçları, prensleri, şövalyeleri ve kontlarıyla” Taberiye aslanını karşılamak için ilerledi. Zengi’nin danışmanları Halep’e doğru geri çekilmeyi önerdiler ama o hiçbirini dinlemedi: “Allah’a güvenelim ve sonucu ne olursa olsun onlarla yüzleşelim.” Çekilen orduyu beklemek yerine ileri atılarak karşılarına çıktı ve bunu dehşetli bir savaş izledi. Zengi, adamlarının başında, peygamberinin “Cehennemin tadını alacaksınız!” nidasıyla düşmanlarına saldırdıkça saldırdı. Haçlılar tamamen bozguna uğramıştı: “Tanrı’nın kılıçları düşmanlarının boğazlarını kın edindi.” Ancak birkaçı savaş meydanında olanları anlatmak için sürünerek kaçabildi. Kaçmaya yeltendiler fakat ne fayda! İş işten geçmiş, ok yaydan çıkmıştı bir kere, kimseye af yoktu; “şehit” bir kan denizine dalarak, bütün meydan ezilmiş cesetler ve kopmuş vücut parçalarıyla kaplanana kadar kafa kesti, kemikleri etlerden ayırdı. Yalnızca bu vücut yığınlarının altına saklananlarla gecenin karanlığından faydalanabilenler kurtuldu.
Son umudunu da kaybeden Atharip cebren alınarak hisarları yıkıldı, garnizonu ya esir edildi ya da kılıçtan geçirildi; kemik yığınları yıllarca açıkta kaldı. Böylece Cerep’te yaşanan terör sona erdi. Ne var ki kayıp tek taraflı değildi; Zengi yurduna dönmek ve adamlarını dinlendirmek arzusundaydı. Komşu kale Harim’le (Harenç) anlaşmaya vardıktan sonra 1130 yılında Müslümanlığın bu en meşhur lideri Musul’a geri döndü. Yaptıkları hakkında dedikodular yayıldı, adı yiğitlik ve vahşet anlamlarına gelen bir deyiş hâline geldi. Atharip meydanında Hristiyanlar adını “Kanlı” diye yazdılar, o da kanla imzaladı!
Zengi kutsal savaşa dört yıl ara verdi. Komşu beyler üzerindeki üstünlüğünü korumaya çalışırken Musul’da onu oyalayan çok şey vardı. Hükümdar sultanın 1131’de ölümü, Selçuklu halefleri için, Zengi’nin de payını aldığı yeni bir savaşı gündeme getirdi. İşte bu mücadele sonunda Zengi, Saki Karaya tarafından mağlup edilmiş, ordusuyla beraber Dicle’ye kadar takip edilmiş ve burada Tikrit’in idarecisi tarafından felakete uğramaktan kurtarılmıştı. Halife bu terslikten yararlanmak ve atabeylere geçmiş günlerin hesabını sormak istemişti, 1133 yılında Musul’u kuşattıysa da Zengi, kuşatmacıların etrafını bütün bütün sararak tam manasıyla haklarından geldi ve halife üç ay süren beyhude ataklarının ardından geri çekildi. Ufkun doğusunun bir kez daha sükûnete kavuşması üzerine atabey gözünü bir kez daha Suriye’ye dikti. Cihadı başarıyla yürütebilmek için Suriye’nin kalbi Şam’ı ele geçirmek hayati önem taşımaktaydı, hoş, burası şimdi Frenklerin bir ileri karakolu gibi bir şeydi ama Şam onun olmalıydı; arkasından Suriye ordularıyla “Ada”nınkileri birleştirip “Hristiyan köpeklerini” denize dökebilirdi.
Bu, ölümünden sonra neredeyse gerçekleşecekti ama yine de onun kaderine yazılmamış bir hayaldi. 1135’teki ilk denemesi başarıyla geri püskürtüldükten sonra Şam’ı bir grup sözde toprak sahibi adına yöneten becerikli devlet adamı Muineddin Unar (Latin vakanüvislere göre Ainardus) Zengi’yi yenebilmek için alabileceği tek önlemi aldı: Frenklerin tarafını tuttu.
Haçlılar ise İslam’ın bu dehşetli kahramanından en ufak bir çekince duymamış ve bu avantajdan yararlanarak Şam’ın yanında yer almaktan memnun olmuşlardı. Zengi 1137 yazında Suriye’ye vardığında Frenklerin Unar’ın tarafında olduğunu gördü ve ilk iş onları Kudüs kralıyla birlikte Barin (Mont Ferrand) Kalesi’ne sürdü. Arap tarihçiler baş döndürücü doruğuna yorgun kanatlı kuşların ulaşamayacağı ve Frenklerin zapt edilemez kıldığı bu kaleyi “Orion’un sırtı kadar yüksek, dağların zirvesinden daha yüce!” şeklinde betimliyorlardı. Bütün bunlara rağmen Zengi’nin mangonelleri[41 - Mancınık veya katapult, gerilmiş halatlar yardımıyla taş fırlatmaya yarayan bir aletti. O günün diğer önemli kuşatma silahı da balista (sapan) idi; dev bir ok veya Tatar yayına benzerdi.] duvarlarını topa tuttuktan sonra Barin, bayraklarını indirmek zorunda kaldı. Atabey Kral Fulk’a, Surlu William’ın da itiraf ettiği üzere “yeterince merhametli davranan bir düşman” olarak bir tören cübbesi hediye etti ve bitkin, cesareti kırılmış garnizonunu da muharebe şeref şeridi[42 - Bir şerefe iştiraki göstermek üzere, bir birliğe veya bir şahsa verilen mükâfat. Muharebeye iştirak ettiğini belirtmek veya birlik madalyası ile taltif edildiğini göstermek üzere, bir birlik bayrak gönderine, sancağına, makam forsuna takılan şerit veya kurdele. (e.n.)] taşıyarak gitmek zorunda bıraktı.
Bu sıra dışı af alelade bir ihtiyatın sonucuydu. Avrupa’dan gelen destek güçlerinin Suriye’ye vardıklarını öğrenen Zengi, Şam’la hızlı bir ateşkes yaparak Musul’a geri çekildi. Gerçekte ise onu alt etmek için inanılmaz bir kuvvet toplanıyordu. İmparator John Comneus Suriye’ye bir ordu getirmiş, yanına yalnızca haçlı devletlerini değil Şam’ın Müslüman liderini ve ona tabi olanları da almıştı.
John işe, Zengi’ye dostluk bildiren elçiler göndererek başladı; ayrıca hediye olarak gönderilen şahinler, av köpekleri ve Halep’in dokunulmazlıklarının korunacağını garanti eden bir anlaşmanın varlığını okuyoruz. Tabii ki bu vaatler, Hristiyan din adamlarının “Kâfirlere verilen sözler hükümsüzdür.” kuralını koydukları günlerde, üzerine yazı yazılmış bir kâğıt parçası kadar değerli değildi. İmparator daha sonra Bizaa ve Kfar Tab’ı alarak 1138 Nisan’ında Asi Nehri üzerindeki Üsame’nin ailesinin kalesi olan Şeyzer’i kuşattı. Zengi yardıma çağrıldı ve cebri yürüyüşle bastırdı. Düşmanı bu tepelerdeki yerlerinden atmaya yetecek kadar güçlü olmasa da saldırıları, Hasankeyfli David’in ilerleyişi, becerikli diplomatik hareketler ve nakit parayla, Latin prenslerinin ilgisizlik ve ciddiyetsizliklerinden tiksinmiş imparatorluğun fikrini değiştirdi. Zira kuşatmanın yirmi dördüncü gününde “Romalıların köpekleri” Zengi’nin anında el koyduğu on sekiz dev mancınıkla beraber diğer kuşatma silahlarını terk edip gittiler. “Böylece…” diyor İbnü’l Esir, “Allah inananlara savaşta yardım eder.”[43 - Kur’an, xxxiii, 25]
İmparatorun aracılığı beyhude bir çabaydı fakat Şam ve Kudüs arasındaki anlaşma devam etti. Zengi mevcut hükümdarın dul annesi Zümrüd Hanım’la evlenip kendi kızını da emîre vermekle Suriye başkentinin idarecilerini uzlaştırmaya boş yere çabalamış oldu.
Genç adam kısa zaman sonra öldürülmüş ve her şey yeniden başlamak zorunda kalmıştı. Unar’ı hiçbir şey, kendi kişisel iktası Baalbek’in Zengi’nin Kur’an ve talak-ı selase üzerine verdiği geçiş iznini yasallaştıran sözü üzerine 1139 Ekim’inde teslim olan garnizonunun vahşi infazı bile etkilemiyor veya korkutmuyordu. Bu kalleşçe katliam, yalnızca Hristiyanlarla kurulan, şimdi de resmî bir anlaşmayla perçinlenen bağları güçlendirmeye yaradı. Unar bu anlaşmayla Kudüs kralına ayda 20.000 altın destek akçesi ve Zengi’yi topraklarından atmaya yardım ettiği takdirde de Banias’ı vermeyi kabul etti. Kasaba beklendiği gibi bu garip müttefikler tarafından alındı fakat Zengi anlaşmanın son kısmını gerçekleştirme sıkıntısına sokmadı onları ve ordularını Suriye’den geri çekti. Selahaddin’in babasını, uzun süren ve güvenilir hizmetlerinin karşılığında Baalbek muhafızı olarak bırakarak bir kez daha boyun eğdirmeden Şam’dan ayrılıp Musul’a geri döndü.
Şam’ın gösterdiği direnç, Zengi’nin Suriye üzerindeki planlarını bozdu. Şimdi haçlılara farklı bir cepheden saldırmayı planlıyordu. Güneye çekilerek onlara kuzey dağlarından ani bir baskınla saldıracaktı. Hazırlıkları tamamdı; gerisini ve kanat kısımlarını Kürtleri sindirerek ve (yeniden inşa ettirip kendi adı el-İmadiye’yi verdiği ve bugün Amadiye olarak bilinen) Şarzar ve Aşhib’i ele geçirerek korumuş ve Ermeni şahıyla evlilik vasıtasıyla ittifak kurmuştu. Sonra kademe kademe düşmana doğru ilerledi. Ordusu, Diyarbakır surlarının önüne gelene dek Diyarbakır’ın kasabalarını bir bir ele geçirdi ve Arapların “Kılıç kâğıttan daha iyi bir senettir.” sözüne uygun olarak burayı kuşatmaya başladı. Oysaki amacı Diyarbakır değildi; gözlerini başka yöne dikmişti ve Doğulu vakanüvisin dediği gibi “Edessa’ya duyduğu arzuyu gizlemek için Diyarbakır’la oynadı.”
Eski rakibi Courtenay’li Joscelin piskoposlarca yönetilen o ünlü tatlı su şehri Callirhoe’yi elinde tuttuğu sürece Zengi ona yaklaşmaya cesaret edemedi. Kaygılı kont Diyarbakır ve Suriye’de terör estirmişti; Müslüman tarihçinin dediği gibi “inançsızlar arasında bir şeytan”dı o ve Edessa, Hristiyan devletinin en güçlü ileri karakolu olmuştu. Fakat Joscelin ölmüştü ve çok farklı ikinci bir Joscelin tahta geçmişti. Babası gibi Valiant II. Joscelin de Tilbeşar’daki (Turbessel) iktasının rahatlığını, tepelik ülkesinde çekeceği sıkıntılara -ama yalnızca birbirini tutmaz dürtüleri, miskinliği ve zevk düşkünü olduğu için- tercih etmiş ve Zengi’nin Diyarbakır’ı göstermelik kuşatması, kontun şirin Suriye kentine gitmeye karar vermesi için yetmişti. Latin takipçileri de onu seve seve izlemişlerdi ve böylece Edessa, korunmak için maaşları genelde bir iki yıl geç ödenen paralı askerlere güvenen, eli silah tutmayan “barışçıl adamların”, Keldani ve Ermeni tacirlerinin ellerine kalmıştı. Böylesi savunucularla en yılmaz surlar bile bir işe yaramazdı.
Şehir, hükümdarı ve seçilmiş haçlı şövalyeleri tarafından başıboş bırakılınca Zengi’nin beklediği fırsat karşısına çıkmış oldu; Diyarbakır üzerindeki kuşatmayı derhâl kaldırıp geniş bir orduyla Edessa üzerine yürüdü. Böyle gelin gibi bir şehri yıpratmak istemediğinden öncelikle garnizona “teslim ol” çağrısı yaptı fakat teklifi reddedildi. Baalbek’in akıbetini şüphesiz unutmadan Kur’an’a danışıp uygun bir kehanet bulması üzerine kuşatma emrini verdi. Mancınıklar ve becerikli lağımcılar getirmişti; mühendislerin girişlerini bombardımanlar ve sürekli saldırılarla gizledi; ta ki kuşatılanlar Kur’an’ın sözlerini hatırlayana kadar: “Bu engin dünya onlara dar geldi.”[44 - Kur’an, ix, 119.] Bir Arap şair ona şunu söyledi:
Sürer atlıları dalga dalga önünde
Ezip geçerler yeri estirdikleri tufanla
Sesi kesilir düşmanın mızraklarını duyunca böğründe
Dilleri pembeleşir kanla
Güzelliği gece gibi kara
Ama çehresinde parlar ayla
İsteyince merhametlidir
Ama çetin savaşta asla
Malikiyle kalp kalbedir
Ve kudretiyle kol kola onunla.[45 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 121]
Boş yere üst üste yapılan atakların ardından mühendisler nihayet yanan çıralarla dolu mayınlarını surlara yanaştırdılar. Zengi hendekleri bizzat kontrol etti ve sonra “Sabaha benimle Edessa’ya yürümeyecek olan kimse bu gece benimle içmesin!” dedi.
Bir ay süren kuşatmanın ardından neredeyse yedi metre genişliğinde bir oyuk açıldı duvarda ve Türkmen birlikleri bu vefakâr şehre akın ettiler (23 Aralık 1144). Zafer sarhoşluğuyla deliye dönmüş, Edessa’nın hükümdarlarının Müslümanlara kusturduğu tonlarca kanın intikamını almak için yanıp tutuşuyorlardı. Baldwin ve Joscelin’in şövalyelerinin kırsal kesimde yağma ve yangınlarla saçtıkları dehşetin, baskın ve katliamların intikamını etrafı kana bulayarak alma zamanıydı şimdi. İlk hışımla hiçbir şeyi ayırt etmediler; “dulları ve yabancıları öldürdüler ve yetimleri ölüme terk ettiler”; haçlar ters çevrildi, keşişler ve rahipler kesildi, her şey yok edilip ayaklar altında ezildi; yalnızca ceylanlar kadar güzel kızları, köle olabilecek gençleri ve tacirlerin hazinelerini bıraktılar. Acımak yoktu fakat Kur’an’da bunun gibi haklı cezalandırmalar resmedilmemiş mi? “Rabb’inizin günahkâr şehirlerin üzerine indirdiği eli o kadar ağırdır ki emin olun, hükmü ölümcül ve korkunç olacaktır.”[46 - Kur’an, xi, 104.]
Sonra şehre Zengi girdi ve şehrin güzelliği ve ihtişamı karşısında şaşkına dönüp kendi eliyle bu kadar ızdırap çekmiş olmasından dolayı müteessir oldu. Askerlerinin bu yok edici hırsını durdurarak esirlerini serbest bırakmalarını, gençleri ve güzeller güzeli kızları azat etmelerini ve aldıkları hazine ve malları geri vermelerini sağladı; şehir eski refahına kavuşabilir diye burada yaşayanları, onlardan geri kalanları, eski durumlarına getirip evlerine yerleştirdi ve başlattığı zarar ziyanı telafi edebilmek için elinden geleni ardına koymadı.
Edessa bir Arap tarihçinin sözleriyle “fetihlerin fethiydi”: Latin Krallığı’nın en sağlam kirişi çökmüştü; Suruç ve bu muhteşem şehre bağlı diğer bölgeler anında teslim oldu, böylelikle Fırat Vadisi en sonunda kâfirlerin baskısından kurtarılmış oldu. “Hakkın geldiği ve batılın ortadan kaybolduğu”[47 - Kur’an, xvii, 83] baştan başa tüm ülkeye ilan edildi çünkü İslam kazanmıştı. Kazanılan zafer tüm halkın dilindeydi, insanlar bu inanılmaz olayın mucizelerini konuşmaktan zevk alıyordu. Uzakta, kapandığı hücresinde çile çeken mübarek bir adam bir gün neşeyle şekil değiştirmiş bir yüz ifadesiyle halvethanesinden çıktı ve “Bir kardeşim bana Zengi’nin bugün Edessa’yı aldığını söyledi.” dedi. Bir zaman sonra kuşatmada savaşmış adamlardan bazıları çilehanesine gelme fırsatı buldu: “Hocam…” dediler, “seni kale duvarı üzerinde ‘Allahu Ekber’ diyerek savaş naraları atarken gördüğümüzde zafer kazanacağımızı anlamıştık.” Eren, Edessa’da olduğunu reddettiği hâlde hepsi onu surların üzerinde gördüklerine samimiyetle yemin ettiler. Bundan daha da ilginci Palermo’daki mütedeyyin Müslüman pirin, Sicilya Kralı Roger’ın birliklerinin Sarazenler karşısında yakın zamanda kazandığı başarıdan sonra böbürlenerek sorduğu “Peygamberiniz neredeydi? İnançlı kullarına yardıma gelmediğine göre?..” sorusu üzerine ettiği sözlerdi: “Edessa’nın fethedilmesine yardım ediyordu!” Saraydakiler kahkahaya boğulmuştu fakat kral onları sert biçimde susturdu; bu sözler onu garip bir şekilde etkilemişti. Kısa zaman sonra çok net bir açıklama alacaklardı.[48 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 124,125]
Büyük atabey parlak zaferinin keyfini pek uzun süre yaşayamadı. Sonraki iki yıl yeni bölgeleri düzene sokmakla geçti çünkü Musul’a bir daha dönmedi. Suriye imparatorluğu tasarılarını sürdürmek adına 1146’da Fırat’ın çok yakınındaki Caber Kalesi’ni bilfiil kuşatması sırasında, bir gece şarabın da etkisiyle uyurken kölelerinden bazıları çadırına sızmış ve geri kalanları içiyordu ki çıkardıkları gürültüler Zengi’yi uyandırdı. Zengi bu adamları güzel bir haşladıktan sonra yeniden uykuya daldı. Öyle görünüyor ki adamlar sabah alacakları kesin olan cezadan korkmuşlardı ancak atabey o kadar zalim bir hükümdardı ki onları umutsuzluğa sürüklemek için, kuşatılan kalenin yöneticisi kan parası önermemiş olsaydı bile pek fazla bir şeye gerek yoktu. Cesaretlerini toplayıp onu kalbinden bıçakladılar. Son darbeyi hadım Yaran-kaş indirdi ve üçü de arkalarını dönüp kaleden kaçtılar. Alarm verildiğinde büyük emîr ölümün eşiğindeydi. Orada olan bir kişi efendisini hâlen nefes alırken nasıl bulduğunu anlatıyor:
“Beni görünce ona son darbeyi indirmeye geldiğimi sandı ve aman dilercesine zavallı parmağını havaya kaldırdı. Duruverdim. ‘Efendim bunu kim yaptı?’ diye bağırdım ama cevap vermeye takati yoktu ve o anda son nefesini verdi.” (14 Eylül 1146)[49 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 132.]
“Emîrlerin Kralı”, “İmanın Kılavuzu” İmadeddin Zengi, atmış iki yaşında hevesini tatmin edemeden ve amacını yarım bırakarak acımasızca kullandığı kılıcın marifetiyle böylece öldü.
Ekmeğini yemiş olan insanlarca namertçe katledilmiş, orada öylece kaskatı yatarken kimse ona saygı göstermedi; oğulları ve adamları veraset iddiasına girişmişlerdi, halefinin menfaatini güvence altına almaya uğraşıyorlardı. Ordu bu suç ve acı kayıp karşısında donakalmış, yeise kapılmıştı ve onlara liderlik etmiş, onlarla beraber bir krallığı fethetmiş olan adam, velinimetleri, soğuk çadırında yalnız bırakılmıştı. Naaşını alıp beş yüzyıl önce bir sürü inananın şehit düştüğü Sıffin meydanına çabucak gömme işi Rakka’dan gelen yabancılara kalmıştı. Sular biraz durulunca oğulları mezarı üzerine bir kubbe inşa ettirdiler ve hayranı olan tarihçiler ona kahraman ve “Şehit” dediler. Hatta onu, yüzünde sükûnetin verdiği parıltıyla rüyada görüp durumunu sormak, günün ermişlerinden birine düşmüştü:
“Tanrı sana nasıl davrandı?”
“Merhametle”
“Neden?”
“Edessa’dan ötürü.”
Bu arada haçlılar “Kanlı”nın trajik ölümü üzerine değersiz Latince şiirleriyle kelime oyunu yaptılar:
Quam bonus eventus! Fit sanguine sanguinolentus
Vir homicida reus nomine Sanguineus[50 - Ne mutlu olay, Kanlı adıyla bilinen adam kanlı bir cinayetle kanlandı.]
Fakat çok erken sevinmişlerdi. Zengi ölmüştü, evet, ama hiçbir Hristiyan prensinin geri döndüremeyeceği bir iş başarmıştı ve gerisinde oğlu Nureddin’i, ondan sonra da Selahaddin’i, onun başladığı işi tamamlamayı bilen liderleri bırakmıştı. Büyük Atabey’in ölümünden kırk yıl sonra, Kutsal Topraklar Selahaddin’indi ve Kudüs yeniden ve günümüze dek Müslümanların koruması altına girmişti.
2. KISIM
MISIR 1138 – 1174
5. BÖLÜM
SELAHADDİN’İN GENÇLİĞİ 1138-1164
Eyüb’ü 1138’de acı bir şekilde, kardeşiyle birlikte tam da Selahaddin’in doğduğu gece Tikrit’ten ayrılırken bırakmıştık. Musul’da Zengi’ye başvurmuşlardı ve gelişleri hoş karşılanmıştı. Büyük atabey Dicle’deki sandalı unutmamıştı, ayrıca iyi bir savaşçıyı geri çevirecek bir kişi değildi. İki kardeş birçok savaşta onun ordusuna hizmet etti ve Baalbek 1139 Ekim’inde düştüğü zaman Eyüb ele geçirilen bu şehrin idarecisi oldu. Baalbek veya “Güneş Şehri” Heliopolis yalnızca eski uygarlıkları ve onların tapınaklarıyla değil, bulunduğu yüksek konumuyla da ün kazanmıştı. Lübnan ve Anti-Lübnan dağları arasında, Litani Vadisi tepesinde, denizden yaklaşık üç bin metre yüksekte yer alıyordu ve denilene göre Suriye’nin en serin şehriydi. Bir efsaneye göre insanlar Soğuk’a “Seni nerede bulalım?” diye sormuşlar o da “Beni mekânım Baalbek.” demiş. Antonius Pius’un kısmen bugün de ayakta olan büyük tapınağı yaptırdığı dönemdeki muhteşem hâlinden oldukça uzak da olsa Baalbek, Eyüb’ün zamanında verimli tarlalar, bağlar ve bahçelerle çevrili ve batı tarafından güçlü bir sur ve hisar veya akropolle korunan önemli bir kentti. Henüz Moğolların vandalizmini hissetmemiş veya onu bugünkü harap durumuna getiren depremle sarsılmamıştı. “Öğütücülerinden üzüm taşıyor”, içinden tatlı sular akıyor, değirmenler ve su çarkları her tarafta mevcut olan berekete tanıklık ediyordu.[51 - El İdrisi, 1154 yılında yazdığı yazı.] Böyle zengin bir kentin idaresine gelmek Zengi’nin kendisine duyduğu güvenin bir deliliydi; hele ki bu kent hasım şehir Şam’ın karşısında, onun yalnızca altmış km uzağında konuşlanmış en güney noktadaki ileri karakol pozisyonunda ise.
İdarecinin oğlu Selahaddin çocukluğunun birkaç yılını burada geçirdi; söylenilenlere bakılırsa bunlar mutlu geçen yıllar olmalı çünkü bu dönemle ilgili hiç kayıt yok. 1139 ila 1146 yılları arasında, Baalbek’te yaşadıkları döneme ilişkin Eyüb’ün ailesiyle ilgili hiçbir bilgi yok elimizde. Şüphesiz Selahaddin Müslüman bir erkek çocuğunun alması gereken eğitimi aldı ve kumandanın oğlu olarak muhtemelen en iyi eğitmenler tarafından eğitildi. Eyüb tam bir sofuydu hatta Baalbek’te sufi münzeviler için bir dergâh kurmuştu. Oğlu yıllar boyunca Kur’an’ı, Arap dil bilgisini, hitabet unsurlarını, şiir ve teolojiyi ezber etti; zira o dönemin Sarazen yöneticilerinin kökeni ne olursa olsun eğitim dili Arapçaydı.
Ayrıca, Kur’an’ı ve gelenekleri benimsetmek, ari bir Arapça biçemi aşılamak ve Arap söz diziminin inceliklerini öğretmek, seçkin bir gençlik yaratmak konusunda kendilerine güvenilen sınırlı sayıdaki eğitimli insanın temel amacını oluşturuyordu.
Selahaddin’in Baalbek’te aldığı eğitim ne olursa olsun daha sonra karşısına çıkan fırsatların yanında yetersiz kalmıştır. Babasının velinimeti öldürüldüğünde dokuz yaşında bile değildi ve büyük Atabey’in ölümü doğal olarak Baalbek’in Şamlı eski hükümdarı tarafından geri alınması anlamına geliyordu. Eyüb şehri savunmak adına hiç çaba sarf etmedi. Hiçbir zaman yalnızca kendi çıkarlarını gözeten diplomatik ve açıkgöz bir adam olmadı. Zengi’nin iki oğlunun, babalarının topraklarını paylaştığını ve birbirini gözetim altında tutmaktan Baalbek’le ilgilenmeye fırsat bulamadıklarını gördü. Musul uzaktı ve Halep de çekingen, diğer taraftan Şam yakındı ve burayı geri almaya azimliydi. Şam birlikleri Baalbek’e girdiğinde Eyüb uzlaşıya gitti ve teslim olmadan önce kendisine Şam yakınlarında on köyü kapsayan kayda değer bir ikta, güzel bir miktar para ve başkentten bir ev verilmesini ayarladı. Burada siyasi ustalığı ve sağduyusu ile Tuğtekin’in torunu Abak’ın sarayında yüksek bir pozisyon temin etti ve birkaç sene içerisinde Şam ordusunun başkumandanı oldu.
Eyüb bu yüksek makamı, Zengi’nin oğlu Halep Kralı Nureddin Mahmud 1154 yılında Şam’a ilerleyene kadar korudu. Nureddin adı İslam’ın büyük savunucuları arasında Selahaddin’den sonra ikinci sırada yer alır. Caber’deki felaketin ardından atabeyin krallığı ikiye bölündü: Büyük oğlu Seyfeddin Gazi Musul’da başarılı bir şekilde onun izinden giderken bir küçük oğlu Nureddin Suriye bölgesine hükmetti. Halep tahtına tam olarak yerleştirmişti ki Edessa’yı savunmaya çağrıldı. Zengi’nin ölümünün hemen ardından Ermeni yerleşimciler önceki kontları Courtenay’li Joscelin’i şehri geri alması için davet ettiler, o da bunun üzerine 1146’da Türkmen muhafızlar uykudayken onlara bir sürpriz yapıp şehri ele geçirdi. Ne var ki hisar Nureddin gelene kadar ayak diredi; Joscelin ve birlikleri temkinli bir biçimde geri çekilirken onun korumasına sığınmayı uman Ermeniler, garnizonla çekilen ordu arasında kaldı ve katledildi. Foris gladius et intus pavor.[52 - Dışarıda kılıç ve içeride korku. (ç.n.)]
“Görmek acı ve anlatmak üzücüydü: Çaresiz kalabalık, sakin toplum, yaşlı ve hasta adamlar, kadınlar ve cılız hizmetçiler, ihtiyar nineler ve küçük çocuklar hatta emzikli bebekler kapının ağzında, atlılar tarafından yerlerde çiğnendiler; bazısı cenderelerde boğuldu; bazısı da düşmanın acımasız kılıcından geçirildi.”[53 - Surlu William, xvi, 16]
Nureddin’in Fırat Nehri’ne kadar peşinden gidip taciz etmeyi sürdürdüğü çekilmekte olan orduyla beraber çok az insan kaçabildi.
Daha sonra Joscelin’in kendisi de yakalanarak kör edildi ve Halep’te zindana atıldı. Dokuz yıl sefalet çektikten sonra burada öldü. Onun bu başarısızlığının ardından Frenklerin Edessa Kontluğu’nda ve kuzey sınırı boyunca gösterdiği gücü tamamen tükendi.
İmparator Conrad ve VII. Louis tarafından başlatılan İkinci Haçlı Seferi Hristiyanların cesaretini daha da kırdı. 1148 yılında, St. Bernard’ın vaazlarını dinleyerek Edessa utancını silmeye gelip, artık Zengi’den korkusu olmayan temkinli Unar’ın, Eyüb’den de şüphesiz destek alarak onları pek de yaklaştırmadığı Şam önlerinde kendilerini küçük düşürdüler; sonuç olarak da güçlerinin tükendiğini gördüler.
“Kalabalık, Taberiye’de toplandığı alandan başlarının üzerinde kutsal haçla, önden Kral Baldwin’in topraklarının beyleri, arkalarından Fransızlar ve sonra Almanlar Ürdün’e doğru yürümeye başladı. Şam’ın ünlü bahçelerini çevreleyen çamurdan duvarlar böyle bir ordunun önünde bir engel olamazdı fakat dar patikalarıyla gür bostanlar, meyve ağaçları ve bitki örtüsü şehri daha da korunaklı hâle getiriyordu. Yeşillik ve ağaçlarla kaplı bu göz alabildiğine geniş arazide kıstırılmış Sarazenler istilacıların ilerleyişine karşı duruyor veya oklarını yeşil bir denizin ortasında orada burada yükselen taştan adalara benzer binalarından aşağıya fırlatıyorlardı. Uzun bir mücadelenin ardından sonunda koruluk temizlendi; sıcak ve susuzluktan bitkin Hristiyanlar nehre yönelmişlerdi ki burada da üzerlerine gelen yeni bir orduyla karşılaştılar. ‘Neden ilerlemiyoruz?’ diye sordu geriden Conrad ve nedenini öğrenerek Fransız taburlarının arasından fırlayıp kanata geçti, gerçek bir Töton tarzıyla o ve şövalyeleri savaş atlarına atlatıp surların arkasından yaklaştılar ve kısa zamanda düşmanı şehrin içine itelediler.
‘Kuşatma şimdi gerçekten başlamıştı.’ diyor Surlu William. ‘Ve vatandaşlarla anlaşmaya çalışan büyük prenslerin açgözlülüğü olmasaydı sonuçlandırılabilirdi de. Hainlerin ihbarı üzerine karargâh güneybatıya, söylenilenlere göre surların en hafif bir hamleye bile dayanamayacağı yere taşındı. Ne var ki haçlılar burada güçlü tahkimlerden çok daha ölümcül bir düşmanla karşılaştı çünkü nehirle aralarına girilmiş ve meyve bahçelerinin yemişlerinden mahrum kalmışlardı. Yiyecek ve önderliğin olmadığı yerde kalabalık umutsuzluğa kapıldı ve insanlar geri çekilmekten söz etmeye başladı. Benzer şekilde Suriyeli Frenklerle batılı müttefikleri arasında kıskançlık baş gösterdi ve Şam’ın veziri Unar bu verimli şer kaynağından yararlanarak onların, Şam’ı ele geçirme konusunda kardeşlerine yardım etmekte çaresiz kaldığını ve bunun Kudüs’ü ele geçirmenin başlangıcı olduğunu belirtti. Rüşvetlerle de desteklenen iddiaları, işi kuşatmadan vazgeçme raddesine getirdi.”[54 - Archer and Kingsford, “Crusades”, (Haçlı Seferleri), 217-219.]
1149’un Paskalya zamanı bu yürekli Haçlılar eve dönüş yolundaydı.
Böyle bir kriz anında eli kılıç tutan kimse Şam’da atıl kalmazdı. Eyüb muhtemelen Unar’ın kuşatmadan sonraki ağustos ayında öldüğü tarihe kadar Şam’ın başkumandanı payesini almamıştı; buna rağmen savunmada kayda değer bir rol oynamış olmalı. Selahaddin ise dikkatli bir izleyici olmanın ötesine geçemeyecek kadar gençti tabii ki. Her ne kadar Fransız Eleanor’un Soldan’a beslediği aşkı anlatan Batı efsanesi doğru olsa da onun o dönemde daha on bir yaşında olmasından ötürü Kral Louis’nin kıskançlığı, daha sonra gerçekleşen boşanma için bir okul çocuğundan daha muhtemel bir suç ortağı buldu kendisine.
Beş yıl sonra Eyüb, hanedanın değişmesinde ve eski velinimetinin oğlunun Suriye’nin başkentine kabul edilmesinde başaktördü. Öyle ki büyük erkek kardeş Şam’la uzlaşıp burada yüksek bir makam elde ederken küçük kardeş, Esadeddin Şirkuh, “Dağ Aslanı” Nureddin’in hizmetine girdi. Şirkuh her fırsatta öyle yiğitlik gösterdi ki efendisi ona yalnızca Humus ve Rahba gibi değerli iki şehrin iktasını vermekle kalmadığı gibi bir de onu Şam’ı fethetmek kaderine yazılmış olan ordunun komutanlığına getirdi.
Ele geçmez fırsat nihayet yakalanmış görünüyordu. İkinci Haçlı Seferi’nin acınası akıbetinin ardından Frenklerin itibarı sarsılmıştı ve bayağı da korkmuşlardı; Mezopotamya Zengi’nin büyük oğlunun alicenap yönetimi altında sakindi ve atabeye sürekli olarak başkaldıran inatçı Unar ölmüş, üstelik erkek kardeşi Nureddin’in güvenilir mareşali Eyüb, onun yerine geçmişti; ayrıca Şam prensi, Halep kralına biat etmişti. Zengi’nin Şam merkezli Suriye İmparatorluğu hayalini gerçekleştirmek için uygun zaman varsa işte bu an o andı.
1154 Nisan’ında Nureddin’in ordusu bir vesileyle fethedilmemiş şehrin önlerine geldi. Şirkuh, ihtiyatlı kardeşiyle duvarlar arasında görüşmelere başladı. Altı günde her şey ayarlanmıştı; Eyüb en güçlü taburların tarafını destekleyerek Zengi’lere geçmişten kalan borcunu ödedi. Nankörlük etmemek için ihanet etmek gerek.[55 - Il devint trâitre pour n’être point ingrat. (ç.n.)] Şam halkı sürüden ayrılan koyun gibi, şimdi Unar da ölmüş olduğu için, veraset yoluyla başa geçen efendilerini bırakıp Eyüb’ün önerisiyle kapılarını dönemin en güçlü hükümdarına açtı. Nureddin Şam’a bir saldırı düzenlemeksizin girdi ve iki kardeş gereğince ödüllendirildi. Tüm sarayda yalnızca Eyüb’e[56 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 314] kral huzurunda oturur pozisyonda kalabilme hakkı bahşedildi ve Şam valisi olarak görevlendirilirken Şirkuh, Humus’a yerleştirildi, ayrıca tüm Şam bölgesinin naibi oldu. Dicle üzerindeki sandal büyülü bir şekilde egemenliğin kapılarını açtı; ilk adımı talihe borçlu olsalar da iki kardeş ellerine geçen fırsatları kullanacak yetenek ve cesarete sahiptiler.
Selahaddin Şam’da 1154’ten 1164’e kadar Nureddin’in sarayında bir kumandanın oğlu olması hasebiyle yaşadı. Yaptıklarına, öğrendiklerine, zamanını nasıl geçirdiğine gelince; Arap vakanüvisler delirten bir sessizlik içindeler. Şunu biliyoruz ki kendisi “mükemmel özellikler” taşıyan bir genç olarak arzıendam etmişti; Nureddin’den salahiyet yolunda nasıl yürünmesi gerektiğini, nasıl erdemli olunacağını ve kâfirlerle savaşırken ne kadar gayretli olacağını öğrendi. Gözde bir valinin oğlu olarak ayrıcalıklı bir konuma sahipti fakat gelecekte göstereceği azamete ilişkin hiçbir işaret vermiyordu; “soylu zihinlerin son zayıflığı”ndan sakınan o mütevazı erdemin parlak bir örneğiydi. Selahaddin’in yirmi beşinci yaşına kadar bize tüm anlatılanlar bunlardır.
Suriyeli asiller -Selahaddin’in statüsü artık yüksekti- gençliklerini eğitimle, olgunluk dönemlerini savaş ve avla ve bilimi desteklemekle geçiriyordu. Aslan avına çıkmak en seçkin spordu fakat köpeklerle ve doğanlarla yapılan avcılık bitmez tükenmez bir enerji gerektiriyordu. Büyük bir özen ve bilimsel yollarla yetiştirildikleri Konstantinopoli’den düzenli olarak şahin ve seter cinsi köpeklerin getirtildiğini okuyoruz. Ne var ki genç Selahaddin’in başarılı bir avcı olduğunu destekleyecek tek bir kelime bile bulamıyoruz; bütün bildiğimiz onun inzivayı tercih ettiği ve cevval amcası yerine arif babası gibi hayatını ihtiyat ve sükûnetle geçirdiğidir. Biri çetin fakat onur ve şöhrete, diğeri huzur dolu bir sıradanlığa giden iki yol arasında tercih yapmaya gelince; Selahaddin göreceğimiz gibi ikincisini seçmeye çalışmıştır fakat bu, biçimsel bir noli episcopari durumdan ziyade münzevi bir ruhun hırslı bir kariyerin koşturmaca ve baskısını reddetmesi mahiyetindedir. O, yüceliğin ihsan edildiği insanlardan biriydi ve gücünü geliştirme fırsatlarını bu işlere açıkça atılmasından itibaren hiç kaçırmamış olmasına rağmen arkadaşlarının ihtiyacı olmasaydı böyle bir yolu seçer miydi, orası da şüphelidir. Sakin bir genç olarak hayatına sessizce devam ederdi ve Avrupalıların telaffuz etmekte zorlanacağı bir isimle basitçe Şamlı Salah-ed-din olarak kalırdı.
Âlim veya şair olarak da sivrilmezdi. Edebî zevklerinin teolojik eğilimleri vardı; şiiri gerçekten sevdiği hâlde mantıkla daha çok ilgiliydi; kutsal geleneklerin köklerine inilip doğrulandığını, dinî kuralların formüle edildiğini, Kur’an’dan parçaların açıklandığını ve geleneksel öğretinin hakkının korunduğunu duymak ona değişik bir haz veriyordu. Babası Eyüb gibi o da her şeyden önce mütedeyyin bir Müslüman idi ve Şam’da din bilgisini geliştirmek için yeterli fırsatı vardı. O günlerde bilim her şeyden çok teolojik donanım kazanma anlamına geliyordu; Doğu’dan, Batı’dan, Semerkand’dan, Kordoba’dan âlimler buradaki cami ve medreselerde eğitim vermek ve eğitim görmek için Şam’a akın ediyordu. Bu insanlar başka toprakların, başka kültürlerin ve sanatların bilgisini beraberlerinde getirmiş olmalılar. Belki Selahaddin de İbn Ebu Asrın burada ders verirken Büyük Emevi Camii’nin batı köşesine oturup onu dinlemişti. “Yetenekleriyle ve hukuk bilgisiyle çağının lideri” unvanını alan ve Nureddin’in kendisiyle birlikte Şam’a getirdiği ve hatta o ders verir de muhteşem hünerleri herkesçe edinilir diye Suriye’nin önemli şehirlerinin çoğunda medreseler inşa ettirdiği bu adamdan daha iyi bir eğitmene sahip olamazdı. Mezopotamya’da kadı olan bu âlim Selahaddin’in eski bağlara ne kadar sadık olduğundan takdirle bahsediyor; yaşlı adam görme yetisini kaybettiğinde sultanların en büyüğü olan Şamlı gencin onun bu haysiyetli memuriyetinden yoksun kalmasına izin vermediğini anlatıyordu.
Selahaddin’in gençliğinde ve erken olgunluk döneminde sürdüğü münzevi hayata ilişkin bir olumsuz delil de 1154-1164 yılları arasındaki on yılın neredeyse tamamını Şam’da sarayla yakın ilişkiler içinde geçirmiş olan Üsame’nin ondan hiç söz etmiyor olmasıdır. Nihayet 1174’te karşılaştıklarında aralarında gayet resmî bir tanışma gerçekleşmiş gibi görünüyor.[57 - Derenbourgh, “Ousama”, 368]
EMEVİ CAMİİ, ŞAM
Selahaddin sürekli sarayda kalmış olsaydı Üsame onu tanırdı ama aynı zamanda unutulmamalıdır ki Arap şeyhi o sırada altmış ila yetmiş yaşları arasındaydı ve böyle sade bir delikanlıya dikkat etmemiş olması muhtemeldir. Dahası, yaşlı şairin bohem doğasıyla vakur genç adam arasında pek ortak bir yan yoktu muhtemelen. Selahaddin yüksek ihtimalle Üsame’ye hüzünlü bir uyarı gözüyle baktı ve bu asi, yaşlı Arap da belki buna karşılık yöneticinin ketum oğlunun sadece bir ukala olduğunu düşünmüştü.
Daha sonra zamanının en tanınmış lideri olacak olan Selahaddin’in yirmi beş yaşına kadar tamamen muğlak bir karaktere sahip olduğu gerçeği, sonradan onu sosyal hayata sokacak olan amcası Şirkuh’un Nureddin’in sağkolu ve yetkin, hırslı generali[58 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 305] olduğu düşünüldüğünde oldukça merak uyandırıcıdır. 1159 yılında Halep’te bir hastalık sebebiyle yatağa düşmüş Nureddin’in ölüm döşeğinde aylarca can çekiştiği bir sırada, Suriye’de o dönemin tartışmasız ilk sıradaki asilzadesi Şirkuh tahta el koymanın eşiğine gelmiş ve bundan ancak Eyüb’ün ölçülü danışmanları tarafından vazgeçirilebilmişti; efendisinin gerçekten ölüp ölmeyeceğini bekleyip görmek akıllıca olabilirdi.
1160 yılında Şam’dan Mekke’ye giden hac kervanında Şirkuh liderliği üstlenerek bu işi oldukça abartmıştı. Ne var ki bu etkileyici insanlar arasında Selahaddin’in adını duymadığımız gibi güçlü bir dinî itikadı olmasına rağmen Müslümanlar arasında İslami fazileti taçlandırmak anlamına gelen bu ziyareti herhangi bir zamanda gerçekleştirmiş olduğuna ilişkin de bilgimiz yok. Şirkuh tabii ki Nureddin’in 1162’de Harim’i (Harenç) Frenklerden geri almak ve takiben elli Suriye kalesini ele geçirmek adına yapılan savaşlarında önemli roller üstlendi. Bu savaşlarla Zengi’nin ihtiyatlı oğlunun krallığı kuzeyde Anadolu Selçukluları’nın sınırındaki Maraş’a, güneyde Hermon Dağı eteklerinde yer alan Banyas’a ve Havran’a (Busra) kadar genişledi.
Bütün bunlarda Selahaddin’in hiç katkısı yoktu; herhangi bir savaş benzeri mücadelede en ufak bir görev üstlenmiş olsaydı emin olabiliriz ki ona hayranlık duyan biyografi yazarları bunu kaydederdi. “Müslümanların müstakbel sultanı” gönüllü inzivasından ancak ve ancak Şirkuh’un Mısır’a düzenlediği seferlere katılmak için çıkmış ve Zengi’nin üstlendiği “İslamiyetin kahramanı” rolünün gerçek ardılı olarak amcasının sarayına mertçe adım atmıştı.
6. BÖLÜM
MISIR’IN FETHİ 1164 – 1169
Mısır, iki yüzyıl boyunca Peygamber Muhammed’in kızı Fatıma’nın soyundan gelmekle övünen harici halifelerin hanedanının yönetimine katlandı. Fâtımîler olarak bilinen bu hanedan, Şiilere mahsus mistik felsefeyle Ali ve Fatıma’nın soyundan gelecek imamlarda kozmik bilincin vücut bulacağını iddia etti ve aynı seçilmiş soydan gelecek olan son imam Mehdi’nin zuhur edeceği inancını besledi. Kahire’nin güney surlarının dışında, çölün ortasındaki mezarı hâlen büyük saygı gören Eş-Şafi’nin öğretilerinin yolundan giden çok büyük kısmının katı gelenekçi tavrına karşın Fâtımî halifeler, kendi otoritelerini, itaate ve inanç konusunda esnekliğe alışmış bu insanlara fazla zorluk çekmeden dayatarak birkaç nesil boyunca Müslüman devletlerin arasında ön plana çıkan bir hükümdarlık sürdüler.
Donanmaları, Kordoba halifesininkiyle beraber Sicilya’yı başarıyla işgal etti, Sardunya’ya ve Korsika’ya akınlar düzenledi; gemileri sıklıkla Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu’na açıldı ve hatta Cebelitarık Boğazı’ndan Batı Afrika kıyılarına kadar ilerledi. Afrika’nın kalbine nüfuz edip Çad Gölü’ne kadar geldi; orduları Mısır’ı olduğu kadar Suriye ve Arabistan’ı da ellerinde tuttu ve Bağdat’ da bulunan devrik Abbasi halifelerini sürekli olarak tedirgin etti. Gümrüklerden geçen büyük Hint ticaretinden elde ettikleri inanılmazdı, eğer Arap tarihçilerinin tuttuğu mücevher ve hazine dökümlerine itibar edersek, sarayın lüksü ve savurganlığı yabancı elçileri bile şaşkına çeviriyor; Kahire’nin surları, kapıları ve camileri kraliyet şehri olmasından ileri gelen ihtişama tanıklık ediyordu. Ne var ki bu mimariden geriye kalan, süsleme sanatlarının her türlü kaynağının müsrifçe kullanıldığı soylu yapıların ancak bir zerresidir.
Mısır birden fazla fatih ırkın Capua’sı[59 - Roma İmparatorluğu’nda hem idari hem askerî öneme sahip, bir o kadar da varlıklı kent. (ç.n.)] olarak öne çıktı. Kay-revan bedevilerine misyonerlik yaptıkları eski günlerdeki sadeliklerini unutan Fâtımî halifeler, Kahire’deki gösterişli saraylarında şaşaanın ve varlıklarının tadını çıkarmaktan, zevk ve safaya dalmaktan, bir süre sonra da hükûmetin çekilmez iş yükünü hizmetkârlarına bırakmaktan memnundular.
Fâtımîlerin, haremindeki yastıklara gömülü lideri, yalnızca Ali’nin hizbinden olan müminlerin gözünde “Gerçek İmam”la bağdaştırılan ruhani otoriteyi elinde bulundururken vezirleri adım adım iktidarı gasp etmiş ve hatta krallık sıfatında hak iddia etmişlerdi. Mücevherler işlenmiş tahtında Kahire halifesi, Bağdat’taki rakibi gibi bir kuklaya dönüşmüştü. Bürokratik idarenin doğal bir sonucu olan entrikalar ve hizipleşme nedeniyle kendi içinde bölünen Fâtımî Krallığı, hata edip Şii mezhebiyle uzlaşma yoluna giden halkıyla herhangi azimli bir istilacının önünde kolay av olabilirdi. Mısır’ın uzun süren hükümranlığının temel nedeni komşularının zayıflığıydı. Selçuklular gerçekten de Mısır’ı Suriye’den yoksun bırakmıştı ancak Mısır herhangi bir istilaya yeltenene kadar Selçuklu da çoktan parçalanmıştı. Fâtımî iktidarını on ikinci yüzyılın ilk yarısında tehdit eden tek kuvvet Kudüs Krallığı’ydı. Frenkler yalnızca Suriye kıyılarını ve iç kesimlerdeki birçok kaleyi ellerinde bulundurmuyor, aynı zamanda yağma peşinde hırsla savaşıyorlardı. Mısır’ın şansına ki haçlılar şan için olduğu kadar altın için de savaşmışlardı ve hiç şüphesiz Fâtımîlerin ardılları zevklerini düzenli yıllık vergilerden[60 - Surlu William’ın verdiği isimle Annuam tributi pensionem (xix, 5).] ölçülü biçimde aktarılan devlet yardımlarıyla tatmin ediyorlardı.
Nureddin’in özellikle Şam’ı fethinden sonra Suriye’deki siyasi tablo üzerine buraya varışı oldukça rahatsız edici bir etki yarattı. Suriye kralı ve Kudüs kralı şimdi artık hasımdılar: Hiçbiri bir diğerinin gücünü Mısır’ı ilhak yoluyla artırmasına, dolayısıyla güneyde bir gözlem merkezi edinmesine izin veremezdi.
Her ikisi de Nil Deltası’na göz dikmişti, birbirlerini kıskançlıkla ve ihtiyatla gözaltında tutuyordu. Ülkenin gerçek sahipleri Mısırlı vezirler, doğabilecek ihtimallerin tamamen farkında, her iki tarafa da göz kırpıyor ve iki tarafı birbirine düşürmeye uğraşıyordu. Sonuçta işi fazlaca ileri götürerek Selahaddin’e görmezden gelmeyeceği bir fırsat sundular.
Nureddin’in Mısır’ın işlerine ilk silahlı müdahalesi, görevinden alınmış bir vezirin çağrısı ile olmuştu. Sürekli suikastların yaşandığı ve vezirlerin durmadan değiştiği bir dönemde Yukarı Mısır’ın Arap idarecisi Şaver, 1163 Ocak’ında, yedi ay içinde Barkiye Taburu Komutanı ve Kapı Muhafızı Dirğam tarafından görevden alınıp ülkeden sürüleceğinden habersiz, vezirliğe getirildi. Şaver Şam’da bulunan Nureddin’e sığınarak yardım diledi. Mısırlı bir vezirin Suriye kralına ilk ittifak talebi değildi bu fakat Şaver’in teklifleri, umutsuzluk içinde verilen abartılı sözlerdi. Bir istilanın tüm masraflarını karşılayacak ve sonrasında Mısır’ın yıllık vergilerden elde edilen gelirinin üçte birini Nureddin’e verecekti. Suriye kralı, Mısır’dan bir parça edinmenin önemini biliyordu, buna kayıtsız kalamazdı; bunun siyasi konum elde etmenin tek anahtarı olduğunun ve bereketli bir gelir kaynağı oluşturacağının farkındaydı, yine de Şaver’in teklifini kabul etmekte tereddüt gösterdi. Adamın kendisine duyduğu güvensizlik ve sefer sırasında çölden geçerken haçlıların bölgesinde karşılaşacakları riskler muallakta kalmasına neden oldu.
Her nasılsa olaylar onun bu ihtiyatına karşı büyük bir hızla gelişti. Dirğam ve Amalric arasında yıllık devlet yardımı konusunda anlaşmazlık çıktı, böylece Kudüs’ün yeni kralı tam zamanında karar verip 1163 Eylül’ünde yıllık vergiyi almak amacıyla Mısır’ı istila etti. Bilbis yakınlarında yaşadığı ağır yenilginin akabinde barajları ve setleri yıkıp o dönemde en yüksek seviyesinde olan Nil’in güçlükle zapt edilen sularının ülkeyi sel altında bırakmasına neden olan Dirğam, böylelikle büyük bir bozgunun önüne geçti. Amalric yapılan bir çeşit anlaşmadan kısmen memnun bir şekilde, çoktan Filistin’e çekilmişti. Şaver’in Şam’la görüşme hâlinde olduğunu öğrenen Dirğam, Latin kralla uzlaşmamakta hata ettiğini fark edip aceleyle ebedî bir anlaşma yapma önerisinde bulundu ve işe vergileri arttırmakla başladı. Nureddin bu hamlenin haberini almış olmalı: Kur’an’a danıştı ve önceki çekincelerinden derhâl sıyrılarak, Amalric araya girmeden önce, aralarında Selahaddin’in de bulunduğu Esadeddin Şirkuh yönetimindeki Türkmenlerin Şam’dan gelen güçlü desteğiyle Şaver, Mısır’a hareket etti (Nisan, 1164). Mısırlılar Bilbis’te yenildi fakat Kahire surlarının gerisinde yeniden bir araya geldi.
HAÇLILAR VE MISIRLILAR AŞKELON ÖNLERİNDE
(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)
Birkaç gün karasız çatışmalar yaşandı; Şaver Fustat’ı ve diğeri Kahire kalesini elinde bulunduruyordu. Sonra Dirğam, gelir sağlamak amacıyla vakf’a (yetimlerin parasına) el koydu, bunun üzerine insanlar ondan kopmaya başladı. Daha da kötüsü halife ve ordusu da ondan yüz çevirdi. Dirğam, körfeze çekilerek son kez “birleşme” isteğinde bulundu. Davullar boş yere gümbürdedi ve boş yere “maşallah” diye inledi trampetler savaş meydanlarında; kimse karşılık vermedi. Umutsuz emîr güçlü bir ordudan geriye kalan beş yüz atlı koruması etrafında olarak boş yere halifenin sarayı önünde yardım dilenip bütün bir gün boyunca hatta akşam ezanı okunana dek bekledi ve ondan atalarının hatırası hatırına pencereye çıkıp davasını kutsamasını diledi ama hiçbir karşılık alamadı. Korumalar da kısım kısım dağıldılar; ta ki otuz asker kalana dek. Aniden bir nara duyuldu: “Kendine bak ve kurtar hayatını!” Ve işte!.. Köprü kapısından giren Şaver’in trampetleri ve davulları duyuldu.
Sonra yalnız kalan lider Zuveyla kapısından geçip sokaklarda bir zamanlar kendisine tapan ve onun sırtından geçinen insanlara seslenerek, öne çıkıp davası uğruna çarpışmalarını istedi; onlarsa büyük çoğunluğun bir zamanlar gözde olan ama sonra devrilen kişilere karşı takındığı bir tavırla sadece yuhalayıp beddua ettiler. Yine de o, bu hengâmede çılgına dönen atı onu kutsal “Nefise Anne’mizin” kilisesinin yanında üstünden atana kadar ilerlemeye devam etti. Dönek halk anında kafasını uçurdu ve muzaffer bir edayla sokaklarda gezdirdi; bedenini de köpeklerin parçalaması için olduğu yerde bıraktı. Cesur, gösterişli bir adamın; yüzü, duruşu nazik ve alımlı, kültürlü ve her türlü sporda başarılı olan maceracı bir şövalyenin; “İbn Mukla gibi yazabilen, çift uyaklı şiirler üreten bir şairin ve çağının en iyi süvarisinin” ve Mısır’da ok fırlatmış gelmiş geçmiş en yürekli okçunun sonu işte böyle hazin oldu.
1164 Mayıs’ında[61 - Bahaeddin’in Birinci Mısır Seferi Kronolojisi’nde bu bir yıl önce gerçekleşmiş (1163). Ben İbnü’l Esir’in “Kamil”ini takip ediyorum.] yeniden iktidara geçen Şaver eski pozisyonunu kazanmasını sağlayan müttefiklerini başından atmak istedi ve Şirkuh’u varoşlarda tutarak, gittikçe güç kazanan Kahire’den uzaklaştırdı. Ardından güçlü surlar arkasında güvende olduğunu düşünerek müttefikine ihanet etti, tüm sözlerini bozdu ve tazminat ödemeyi reddetti. Şirkuh haklarından vazgeçecek veya bozulan bir akdi sineye çekecek bir adam değildi; Bilbis ve doğu illerini işgal etmesi için Selahaddin’i yolladı. Bu düşmanca davranış karşısında Şaver, Amalric’e çağrı yapmak durumunda kaldı. Eğer Nureddin Mısır’da sıkı bir yer edinirse haçlı davasının Filistin’de “şeytan ve derin deniz” arasında kapana kısılarak tükeneceğini açıkça öngören Kudüs kralı, bir zamanlar Dirğam’ı destekleme niyetiyle şimdi korumak zorunda olduğu Şaver’e karşı gönderdiği orduyu bu kez bu adam için gönderdi. Böylece işin rengi değişti: Frenkler, şimdi eski düşmanlarının müttefiki ve Mısırlı vezirin kurtarıcısı da düşmanı olmuştu.
Haçlıların gelişi üzerine Suriye ordusu, üç ay boyunca Amalric’in tüm taarruzlarına direndiği Bilbis’e yerleşti. Nihayet talih onun lehine yön değiştirmişti ve Nureddin Filistin’de başarılı bir mücadele veriyordu. Lacy’li Gilbert ve Robert Mansel aleyhine gerçekleşen bir gelişmenin ardından Harim’i (Harenç), sonrasında da o dönemde Walter Chesney tarafından komuta edilen Banyas’ı (Caesarea Philippi) ele geçirdi.
Bu arada Amalric doğudan her an gelebilecek bir akına açık olan topraklarını koruması için ülkesinden şiddetle bekleniyordu. Her gün, gün boyu devam eden saldırılar karşısında dayanıksız siperlerin arkasına kısılan Şirkuh da kendisini, erzakının tükenmekte olduğu bu güvenliksiz ve nahoş durumdan dolayı daha az endişeli değildi. Böylece bir ateşkes hazırlandı ve iki tarafça imzalandı. 27 Ekim’de Suriyeliler karargâhlarından çıkarak haçlılar ve Mısırlı müttefiklerin safları arasında hizaya girdiler; Şirkuh elinde bir baltayla en geriden geliyordu. Bu savaşçı tavrı karşısında şaşkın bir Frenk memuru bu eski acımasız savaşçıya Hristiyanların yemin etmiş olmalarına rağmen kendisine saldıracaklarından korkup korkmadığını sordu. “Hele bir denesinler!” dedi Şirkuh ve devam etti. Anlaşmaya uygun olarak ordu Şam’a döndü ve burada Nureddin’in zaferlerinin, Banyas’ın teslim oluşu ve Antakya Prensi Bohemond, Trablusşam Kontu Raymond’un, Lusignanlı Hugh ile diğer önemli şövalyelerin yakalanıp zincirlenerek Halep’e gönderilmeleriyle taçlandığı haberlerini aldı.[62 - Surlu William, xix, 9.]
SİTA NEFİSE MABEDİNDEN BİR İBADET HÜCRESİ
(Kahire Arap Müzesi’nde)
Mısır seferi şanlı bir sonla bitmemişti ama amaç gerçekleşmişti; topraklar iyice gözlemlenmiş ve Şirkuh bir ilhakın doğuracağı ihtimalleri ve avantajları konusunda istediği bilgiyi edinebilmişti; “Mısır öyle bir ülke ki bir tane adam yok, ayrıca istikrarsız ve aşağılık bir hükûmetçe yönetiliyor.” demişti. Zenginliği ve korunmasızlığı gerginlik yaratıyordu.
Hırslı general Kahire’de bir genel valilik tacı elde etmek için yanıp tutuşuyordu, bu dakikadan itibaren Nureddin’i sürekli olarak Mısır’ın fethine izin vermesi için sıkıştırıp durdu. Saraydaki daha cesur kişiler onun bu ısrarını desteklemiş, ayrıca Bağdat halifesi de inayetini lütfetmiş ve heretik rakibinin tahtından indirilmesini de içeren bu projeyi desteklemişti. Her zamanki gibi ihtiyatlı olan Nureddin, bir süreliğine bu baskılara direndi fakat Şaver ve Frenkler arasında, yakında oldukça sağlam olduğu ortaya çıkacak olan, daha sıkı bir ittifakın dedikodularının kendisine muhtemelen ulaşmış olması nedeniyle sonunda pes etti.
Bu, aslında Nil için yapılan bir yarıştı. İlk önce Şirkuh başladı ve 1167 yılı başında iki yüz bin seçkin süvariyle, Frenklerle karşı karşıya gelmemek için Gizlan Vadisi’nden geçen çöl yolunu tercih ederek, fakat yolda şiddetli ve felaket bir kum fırtınasına yakalanarak, Kahire’nin yaklaşık atmış dört km güneyinde yer alan Atfih’te Nil’e ulaştı. Burada saldırı korkusu olmadan nehrin batı kıyısına geçebilirdi; orduyu tam karşıya geçirmişti ki nehrin doğu yakasında düşmanın harekete geçtiğini duyar duymaz Filistin’den aceleyle gelen Amalric belirdi. İki ordu nehrin iki kıyısında Kahire’ye doğru ilerlediler. Amalric, Fustat yakınlarında kamp kurarken Şirkuh Gize’de onun tam karşısına yerleşti. İkisi de karşısındakinin harekete geçmesini bekledi. Bu arada, başta düşman veya dost edinmeye tam olarak karar veremediği Frenklerin ani baskınının şokunu atlatan Şaver kendisini korumaları karşısında duyduğu minnetini azımsanmayacak ölçüde kanıtlamaya girişti. Amalric vezirin dostane eğilimlerini, ortaklıklarını daha resmî bir temele dayandırmak için bir fırsat olarak değerlendirdi. Onun dengesiz bir karaktere sahip olduğundan emin olan Amalric bizzat halife tarafından imzalanacak bir akit talep etti. Belirlenen şartlara göre düşmanın defedilmesine yapacağı yardım karşılığında Mısır krala hemen oracıkta iki yüz bin altın para[63 - Arap dinarı olarak; dinar günümüzün yarım altınından biraz daha ağır ve yaklaşık 24 ayardı.] verecek ve daha sonraki bir tarihte bir o kadar daha ödeme yapacaktı. Amalric anlaşmayı mühürleyerek halifenin temsilcilerine verdi ve halifenin de imzalamasını istedi.
Hristiyan elçilerin halifenin huzuruna çıkarılması eşi görülmemiş bir olaydı, zira en soylu Müslümanların bile ancak çok azı buraya kabul ediliyordu fakat Amalric kendi kurallarını koyacak bir konumdaydı. İzin lütfedildi ve bu emsalsiz göreve Kaysâriyeli Hugh ile Geoffrey Fulcher seçildi. Vezir onlara Fâtımîlerin büyük sarayında yapılan Doğu’ya özgü seremoni ve takdimlerin her anında şahsen rehberlik etti. Esrarengiz koridorlardan ve ardında ellerinde çıplak kılıçlarıyla onları selamlayan iri kıyım Sudanlılarla karşılaştıkları, muhafızlarla korunan kapılardan geçtiler. Tavanı açık, etrafı mermer sütunlar üzerinde duran kemerlerle çevrili ferah bir avluya ulaştılar; tablalı tavanlar altın ve çeşitli renkli oyma ve kakmalarla bezeliydi ve yerler mozaikle döşenmişti. Kaba şövalyelerin yadırgayıcı gözleri, her adımların karşılarına serilen bu stil ve incelik karşısında hayretle açılmıştı. Burada mermerden şelaleler, Batı dünyasına yabancı olan çok çeşitli kuşlar ve fevkalade tüyler gördüler.
Biraz daha ötede ilkinden daha da seçkin, “ressamın mahir ellerinin çizebileceği, ehil bir şairin yaratabileceği veya uykudaki bir insanın gece rüyalarında hayal edebileceği, doğu ve güney bölgelerinin gerçekten sunduğu fakat Batı’nın hiç göremediği hatta nadiren duyduğu bunun gibi bir sürü hayvanın” bulunduğu bir salona geçtiler. Nihayet birçok dönüş ve dolambaçtan sonra mükellef giysileri ile efendilerinin ihtişamını yansıtan bir sürü iç oğlanlarının bulunduğu taht odasına eriştiler. Vezir, Allah’ına aciz bir yakarış içerisindeymiş gibi kılıcını çözerek üç kere yere kapandı; sonra ani ve çevik bir el hareketiyle altın ve incilerle işlenmiş ağır perdeler iki yana açıldı ve altın bir tahtta oturan, kralınkinden daha da süslü kaftanıyla halife göründü.
Vezir tevazuyla yabancı şövalyeleri tanıttı ve Kudüs kralının asil dostluğu olmazsa karşılaşacakları kaçınılmaz tehlikeyi mütevazı sözcüklerle ifade etti. Çocukluktan çıkmakta bulunan -koyu tenli, uzun vücutlu, güzel yüzlü- yağız bir delikanlı olan halife nazik bir ağırbaşlılıkla cevap verdi; sevgili müttefikiyle kurulacak birliktelikleri tamamen onaylamak istediğini belirtti. Fakat bağlılık yeminine imza atması istendiğinde tereddüt etti ve bunu müşahede edenlerin içini yabancıların bu cüretinin bir infial yaratacağı korkusu kapladı. Bir duraksamadan sonra halife eldivenli elini Sir Hugh’ye uzattı. Dobra şövalye direkt ona hitap ederek: “Efendim bağlılığın kılıfı olmaz; prenslerin samimiyetinde her şey çıplak ve açıktır.” dedi. Sonunda istemeyerek, itibarından feragat ediyormuşçasına, yüzünde zoraki bir gülümsemeyle eldiveni çıkarıp elini Hugh’un eline verdi halife ve ahde gerçekten ve iyi niyetle bağlı kalacağına yemin etti.[64 - Surlu William, Historia rerum in partibus transmarinis gestarum, ktb. xix, bşl, 19, 20. Arap tarihçiler elçilerden söz etmemektedir.]
Anlaşma böylece imzalanmış oldu. Amalric Nil’in karşı yakasına sallardan oluşan bir köprü yaptı fakat karşı yakada düşmanın olması planları bozdu, o da yeni bir plan yaptı. Askerlerini geceden nehrin iki ana kola ayrıldığı yerdeki bir adaya, sonra da gemiyle diğer tarafa geçirdi. Şirkuh bu hareketi engellemek için çok geç kalmıştı; bu nedenle Yukarı Mısır’a doğru çekildi. Onu takip eden kral “İki Kapı”da (el-Baban), Minya’nın yaklaşık on altı km güneyinde düşmanıyla karşı karşıya geldi. Burası, verimli toprakların sonunda çölün başladığı ve sayısız kum tepelerinin savaşçılara korunak sağladığı bir açık alandı. Şirkuh’un komutanları başta savaş riskini göze almamasını önerdiler ama aralarından biri çıkıp mertçe “Ölüm veya esaretten korkanlar krallara hizmete uygun değildirler; bırakın onlar çiftçilik yapsın veya karılarıyla evlerinde kalsın!” dedi. Selahaddin ve diğerleri onu alkışladı ve her zaman çetin cevizlere alışık olan Şirkuh memnuniyetle savaşa girdi (18 Nisan 1167).
Teçhizatı, saldırının esas yükünü karşılayacak olan Selahaddin’in birliğinin ortasına koydu. Selahaddin’in emirleri, saldırı anında geri çekilmek ve onları peşlerine takıp, çarpışma esnasında uygun bir an bulunabilirse dönüp bu sefer onlara baskı yapmak şeklindeydi. Şirkuh, seçkin atlılardan oluşan ve görevi aralarında daha az savaşçı Mısırlının bulunduğu geri birliğini kesmek olan sağ kanadın başına geçti. Olaylar istediği gibi gelişti. Frenkler Selahaddin tarafından sürüklenmiş ve Mısırlılar da onlardan koparılıp bozguna uğratılmıştı. Takipten dönen haçlılar müttefiklerinin kaçtığını görüp teçhizatlarını geride ve Kaysâriyeli Hugh’u da esirler arasında bırakarak apar topar geri çekildiler.[65 - İbnü’l Esir, “Kamil”, 548; “Atabeyler”e göre bu, bir ay önce olmuştu. Söz konusu rakamlara ilişkin çeşitli tahminler var. Arap tarihçiler Şirkuh’un yalnızca 2000 atlısı olduğunu kaydetmiş, diğer taraftan Surlu William Sarazenlerin 9000 zırhlı piyadesi (lorisis galeisque), 3000 okçusu ve en az 10.000 Arap mızrakçı olduğunu yazmaktadır. Ona göre Latinlerin yalnızca 374 şövalyesi ve sayısı belirsiz hafif piyadesi (trucopoles) ve yarardan çok ziyan getiren bir grup Mısırlı olduğunu bildirmektedir (xix,25).] Savaşı kazananlar ise Kahire’ye ilerleyip Amalric ve Şaver’i bulacak kadar güçlü değildi. Şirkuh daha ufak bir risk alarak bir çöl yolundan kuzeye ilerleyip İskenderiye’ye direniş görmeden girdi. Burada Selahaddin’i vali yaptı, ordusunun yarısını da onunla bıraktı; diğer yarısıyla birlikte kendisi yeniden güneye, ikmal yapmak üzere Yukarı Mısır’a yöneldi.
Hristiyan donanmaları kıyıyı tutarken artık birlikte hareket eden haçlı ve Mısır güçleri İskenderiye’yi istila etti. Şehrin savunması Selahaddin’in ilk bağımsız komutasıydı ve bu işten başarıyla sıyrıldı.
Selahaddin’in, güçsüz hükûmetten hoşnutsuz insanlar olarak yapılan bir karşı hareketin içinde olmaktan veya vahşi ve kana susamış Frenklere karşı şehirlerini savunmaktan üzüntü duymayan melez ve kısmen yabancı bir topluluğun ortasında yalnızca bin adamı vardı. Satıcı ve tacirlerden oluşan bu topluluk yine de “kâfirlerin” surlarının önüne getirip dayadığı kuşatma aletleri ve cehennemî savaş gereçlerinden duydukları dehşeti gizleyemiyordu. Dahası erzakları tükenmişti ve yetersiz azıkları yüzünden mideleri boştu. En sonunda kazan kaldırıp teslim olmaktan söz etmeye başladılar: “Neden bir yabancı ve bizim olmayan bir dava için bu cefayı çekelim?” Bu arada Selahaddin amcasını yardıma çağırmıştı ve Şirkuh Kos Laden’den güneye hazinesiyle beraber aceleyle iniyordu. Bu haber Selahaddin’in ateşli teşvikleriyle ve ödüllendirilme sözüyle zaten celallenmiş insanlara şevk verdi; cesaretlenmelerinde Frenklerin savaşta yendikleri kişilere karşı canavarca barbarlıklarına dair hikâyelerin korkusu da etkili oldu. Açlık ve dur durak bilmeyen tacizlere rağmen Şirkuh’un Habeş Gölü’nde Kahire’yi kuşatmış olduğu ortaya çıkana kadar, yetmiş beş gün dayandılar. Bunun üzerine Amalric İskenderiye’den vazgeçti ve her iki tarafın da Mısır’ı Mısırlılara terk etmek konusunda mutabakata vardıkları bir anlaşma hazırlandı (4 Ağustos 1167).[66 - Frenklerin bu barış anlaşmasının kendilerine düşen kısmıyla ilgili olarak verdikleri sözü tam olarak tutmadıklarını söylemek gerekir.] İskenderiye Şaver’e teslim edildi; mahkûmlar değiş tokuş yapıldı ve Şirkuh iki bin askerinden geri kalan yorgun savaşçılarını Şam’a geri götürdü.
Ayrılmadan önce Selahaddin, Amalric’in karargâhında birkaç günlüğüne misafir edildi; fakat bu, sanki bir misafirlik değil de esirlikti. Bütün bunlara rağmen Selahaddin’in kazandığı deneyim kayda değerdi. Şövalyelik düzeni ve disipliniyle ilgili bir şeyler görmüş ve burada, en azından bir Sarazen emîriyle kardeş kadar yakın olan (fraternofoedere junctus erat)[67 - Surlu William, xvii, c. 17.] Tibninli Humphrey ile arkadaşlık kurmuş olmalı. Hatta Selahaddin’in Humphrey’nin elinden Hristiyan şövalyelik unvanı aldığı olayın gerçekleşmiş olması da mümkün.[68 - Itinerarium Regis Ricardi, i, c, 3. Bakınız, 23. Bölüm.]
Hristiyanlar bu harekâtı bir zafer ve İskenderiye’nin boşaltılmasını da teslimiyet olarak değerlendirdi ama eğer Arap tarihçiler Amalric’in Şirkuh’a oradan ayrılması için elli bin altın ödediği konusunda doğru söylüyorlarsa bu durumdan aslında Müslümanların kârlı çıktığı anlaşılıyor. Diğer taraftan anlaşmayı (açıkça) ihlal eden Frenkler, Kahire’de bir yerleşimci veya yönetici bıraktıkları gibi şehrin kapı muhafızlarının da kendi askerleri arasından seçilmesinde ısrarcı oldular, ayrıca Şaver tarafından Kudüs kralına ödenecek yıllık yardım parasını yüz bin altın olarak artırdılar. Kahire ve İskenderiye’deki düzenlemelerin bu tutarsızlığı, Hristiyanların Nureddin’in Filistin’de kazandığı başarılar hakkında gelen haberler karşısında tedirgin olup ne pahasına olursa olsun eve dönmek istemeleri ve buna bağlı olarak ne kadar elverişli de olsa Şirkuh karşısındaki tüm şanslarını tepmeleri ama yine de kurnaz Kahire vezirinden koparabilecekleri kadarını koparmadan Mısır’dan ayrılmamalarıyla açıklanabilir.
Amalric’in danışmanları arasında daha atılgan olanlar edindikleri bu mülkiyetten memnun olmayarak Mısır’ın tamamen fethedilmesini dillendirmeye başlamışlardı şimdi ve bu teklifleri Kahire ve Fustat’ta bıraktıkları garnizon tarafından şiddetle desteklenmekteydi, zira onlar savunmadaki açıkları tespit etmede doğal olarak en iyi imkânlara sahiplerdi. Kudüs kralı bu fikirlere boş yere karşı koymuştu. O saate kadar tek güvenli politikanın, önce Şam’ı fethetmek ve Mısır’ı ilhak etmeye kalkışmadan önce krallığın doğusunu Büyük Sahra Çölü’yle sınırlayıp güvenceye almak olduğunu fark etmiş olmalı çünkü istila demek geri taraflarını Nureddin’in saldırılarına açık bırakmak demekti. Dahası Mısır onların sağmal ineğiydi; üstelik bir dostu düşmana çevirip Şaver’i, zaten çekişme hâlinde oldukları Nureddin’in kucağına atmanın kötü bir politika olacağını ifade etti. Ama nafile! Başarı kazanacaklarından emin olan komutanları istilaya karar verdi ve o da zorlamalarıyla ikna oldu. Sarazenlerin bakış açısıyla verdiği sözü alenen çiğneyerek ve herhangi bir gerekçesi de olmaksızın bir kez daha Mısır’a ilerledi ancak bu kez önceki gibi bir müttefik olarak değil bir düşman olarak… 3 Kasım 1167’de Bilbis’e vardı ve ihanetine toplu katliam suçunu da ekledi; “Bu düşmüş şehirde ne yaşa ne cinsiyete baktı.” diyor Latin vakanüvis.
Bu zulüm, Mısırlıların bu seferde Nureddin’in tarafına geçmelerine ve destansı bir çaba içine girmelerine neden oldu. Hristiyanların aptalca aylaklıklarını fırsat bilerek ordularını düzenlediler ve savunmalarını güçlendirdiler.
Mısır’ın üç yüz yıllık başkenti ve günümüzde de hâlen yoğun nüfuslu bir Kahire banliyösü olan eski Fustat şehri, Frenklere korunak olmasın diye Şaver’in emriyle ateşe verildi (12 Kasım 1168). Yirmi bin gaz yağı varili ve on bin meşale yakıldı. Yangın elli dört gün sürdü hatta izleri bugün bile Kahire’nin güneyinde kilometreler boyunca gömülü çöplüğün üzerinde uzanan kum tepeleriyle kaplı bakir arazide görülebilir. İnsanlar “kendi mezarlarından kaçar gibi” kaçtılar; babalar çocuklarını terk etti, kardeşler ikizlerini ve hepsi can havliyle Kahire’de toplandı. Bir devenin bir veya iki kilometrelik yol ücreti otuz altın oldu.[69 - “Kamil”, 555; el-Makrizi, “Khitat”, i, 286; Wüstenfeld, Geschichte der Fâtımîden Chalifen, 338-339.] Başkent de kargaşa içinde ve bir saldırı hazırlığındaydı. Amalric bundan pek fazla endişe duymadı ama kamp alanını (Birket-el- Habaş) Fustat’tan gelen boğucu duman yüzünden terk etmek zorunda kaldı. Ne var ki saldırı, Şaver’in açgözlü saldırganları satın almak amacıyla ustalıkla idare ettiği görüşmeler sayesinde ertelendi. Bu diplomatik tavrında dürüstlükten ziyade riya söz konusuydu, zira aynı anda Şam’a Nureddin’den yardım dilemek amacıyla ulaklar göndermekteydi. Mısır’ın genç halifesi kendi eliyle, üstelik hiçbir beyefendinin direnemeyeceği üstün bir niyaz sergileyip eşlerinden birinin saçlarından bir tutamı da yanına ekleyerek bir mektup yazdı.[70 - İbnü’l Esir, “Kamil”, 556.]
Bu kez Suriye kralı hiç tereddüt etmedi; bundan önceki iki seferden alınan zayıf sonuçlardan rahatsız olmuş ve Frenklerin güvenini alenen suistimal etmesinden ötürü içerlemişti.
Kendisi de gidebilirdi fakat tam o sırada Mezopotamya’nın çalkantılı durumuyla meşguldü. Ne var ki hiç vakit kaybetmeden kendi korumaları arasından seçtiği iki bin askerden oluşan bir birlik ve altı bin paralı Türkmen askerinden oluşan birliği, ona öykünen geniş bir grup emîr tarafından desteklenen Şirkuh’un emrine verdi. İsteksiz olan tek bir kişi vardı ki o da ilginçtir, Selahaddin’di. Daha önceki mücadelelerde amcasının sağkolu olmuştu fakat o yine de eski inzivasını ve sofuların hitabetlerini seviyordu. Şirkuh, Nureddin’in huzurunda “Yusuf şimdi ilerlemeye hazırlan.” dediğinde Selahaddin “Alimallah Mısır iktidarı bana teklif edilirse de gitmem, İskenderiye’de tahammül ettiklerimi bir ben biliyorum.” diye cevap verdi. Şirkuh bu kez Nureddin’e dönerek “Görev icabı benimle gelmeli.” dedi. Nureddin de genç adama dönüp bu sözleri tekrarladı “La budd min mesirik maa ammik.[71 - Kur’an, ii, 113; “Kamil”, 563.] Görev icabı amcanla gitmelisin.” Selahaddin çatışmaktan duyduğu hoşnutsuzluğu ve yeterli imkânlara sahip olmadığını mazeret göstermişti boş yere; Nureddin onu dinlemedi, ayrıca ona at ve silah temin ederek hazırlanmasını emretti. “Böylece gittim…” diyordu Selahaddin sonraki yıllarda hikâyeyi anlatırken. “Ölümüme gider gibi gittim!” Böylece Kur’an’ın sözleri gerçekleşmişti: “Olur ya senin için iyi olduğu hâlde bir şeyden nefret edersin ve olur ya senin için kötü olduğu hâlde bir şeyi seversin; ama Tanrı bilir, sen bilmezsin.”
Nureddin ordunun Şam’a bir günlük yürüme mesafesinde bulunan Kaynak Başı’nda (Spring Head) sıralanışını bizzat kendisi denetledi ve her askere yirmi beş altın hediye etti; bunun yanı sıra Şirkuh’a da askerî ödenek olarak iki yüz bin dinar verdi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/stanley-lane-poole/selahaddin-islam-in-birlestirici-gucu-kudretli-sultan-69428230/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.
2
2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.
3
2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.
4
2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.
5
2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.
6
2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.
7
2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.
8
Archer’ın Crusadec of Richard I. (1. Richard’ın Haçlı Seferleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.
9
Journal of the Royal Institute of British Architects’den (İngiliz Kraliyet Mimarları Enstitüsü Bülteni) kopya edilmiştir.
10
2, 3, 4, 5, 6 ve 10 numaralı resimler artık yıkılmış olan St. Denys Manastırı’nın pencerelerinden alınmıştır. Başrahip Surger tarafından 12. yy ortalarında yaptırılmış olan bu resimler haçlıları ve sarazenleri zırhlarıyla betimlemek için yapılan çağdaş hamleler adına değerlidir. Montfaucon’un Monuments de la Monarchie Française, (Fransız Monarşisinin Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.
11
Lane-Poole’un Cairo (Kahire) adlı eserinden kopya edilmiştir.
12
Lane-Poole’un Art of the Saracens (Sarazenlerin Sanatı) adlı eserinden kopya edilmiştir.
13
Lane-Poole’un Cairo (Kahire) adlı eserinden kopya edilmiştir.
14
G. Paris’in Guillaume de Tyr (Tyr’li Guillaume) adlı eserinden kopya edilmiştir.
15
Mémoirs publiés par les Membres de la Mission Archéologique Françaişe au Caire’den (Kahire Fransız Arkeoloji Görevi Üyeleri tarafından bastırılan Hatırat) kopya edilmiştir.
16
“İngiliz Kraliyet Mimarları Enstitüsü Bülteni”nden kopya edilmiştir.
17
G. Rey’in Monument de L’Architecture Militaire des Croisés, (Haçlıların Askerî Mimari Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.
18
G. Paris’in Tyr’li Guillaume adlı eserinden kopya edilmiştir
19
G. Rey’in Monument de L’Architecture Militaire des Croisés, (Haçlıların Askerî Mimari Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.
20
Lelewel’in Geographie du Moyen Age, (Orta Çağ Coğrafyası) adlı eserinden kopya edilmiştir.
21
Archer’ın Haçlı Seferlerinin Hikayesi, adlı eserinden kopya edilmiştir.
22
C. Oman’ın Art of War (Savaş Sanatı) adlı eserinden kopya edilmiştir.
23
C. Oman’ın Art of War (Savaş Sanatı) adlı eserinden kopya edilmiştir.
24
Walter Scott romanı (e.n.)
25
Cizre (e.n.)
26
Fransa’da 1500’ler ile 19. yy arasında varlığını sürdürmüş, yazılı eserleri inceleyen, şansölyeye bağlı bir sansür kurulu. (ç.n.)
27
Anadolu’nun bir diğer adı. (e.n.)
28
Selahaddin’in doğduğu hicri 532 yılı miladi takvime göre 19 Eylül 1137-8 Eylül 1138 arasına denk düşüyor. Selahaddin -doğduğu ayın kaydı olmamakla birlikte- 1137 yılında da dünyaya gelmiş olabilir.
29
S. Lane-Poole, Mohammedan Dynasties (Müslüman Hanedanlar), 149, 150
30
M. Schefer tarafından “Siasset Nameh” adıyla 1893’te, Paris’te yayımlanmıştır.
31
İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 29,30.
32
İbn Hallikân, iii, 295-299
33
Archer and Kingsford, Crusades, ch. vii.
34
İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 59 ff. Doğu’ya özgü bir ön yargıya ve abartıya izin veriyor olabiliriz ancak unutulmamalıdır ki yukarıda anlatılan olayın yazarı, betimlediği olaylardan çok kısa bir süre sonra yaşamış ve babası bu sahnelerin birçoğuna bizzat şahit olmuştur.
35
İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 34,35.
36
Otuz altı yaşına kadar kimsenin bir şehrin idaresine atanmaması Selçuklu idaresinde yerleşmiş bir kuraldı; Zengi şimdi otuz yedi yaşındaydı ve bu nedenle terfisini neredeyse mümkün olan en erken tarihte almıştı.
37
El Cid Campeador (1040-1099), Kastilyalı asilzade, komutan ve diplomat. El Cid Türkçeye hükümdar olarak çevrilebilirken “campeador” savaş sanatı ustası, silahşor anlamına gelmektedir. (ç.n.)
38
Zengi din adına yapılan bir savaşta ölmedi fakat şehit terimi, Zengi gibi, suikasta kurban giden veya başka nedenlerle ölen Müslümanlar için de kullanılmaktadır.
39
İbnü’l Esir, “Atabeyler”,137,142.
40
Talihsiz bir olay sekteye uğrattı hareketini. Halep hükümdarlarının hazine ve giysilerini incelerken kanlı bir gömlek buldu; bu, babasının idam edilirken giydiği gömlekti ve yanındaki karısı bu emri veren Selçuklu Tutuş’un torunuydu. Kontrol edilemez bir tiksintiyle Zengi onu bir kenara itti ve kadının tüm yakarışlarına ve yargıcın itirazlarına rağmen bir anda onu boşadı.
41
Mancınık veya katapult, gerilmiş halatlar yardımıyla taş fırlatmaya yarayan bir aletti. O günün diğer önemli kuşatma silahı da balista (sapan) idi; dev bir ok veya Tatar yayına benzerdi.
42
Bir şerefe iştiraki göstermek üzere, bir birliğe veya bir şahsa verilen mükâfat. Muharebeye iştirak ettiğini belirtmek veya birlik madalyası ile taltif edildiğini göstermek üzere, bir birlik bayrak gönderine, sancağına, makam forsuna takılan şerit veya kurdele. (e.n.)
43
Kur’an, xxxiii, 25
44
Kur’an, ix, 119.
45
İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 121
46
Kur’an, xi, 104.
47
Kur’an, xvii, 83
48
İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 124,125
49
İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 132.
50
Ne mutlu olay, Kanlı adıyla bilinen adam kanlı bir cinayetle kanlandı.
51
El İdrisi, 1154 yılında yazdığı yazı.
52
Dışarıda kılıç ve içeride korku. (ç.n.)
53
Surlu William, xvi, 16
54
Archer and Kingsford, “Crusades”, (Haçlı Seferleri), 217-219.
55
Il devint trâitre pour n’être point ingrat. (ç.n.)
56
İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 314
57
Derenbourgh, “Ousama”, 368
58
İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 305
59
Roma İmparatorluğu’nda hem idari hem askerî öneme sahip, bir o kadar da varlıklı kent. (ç.n.)
60
Surlu William’ın verdiği isimle Annuam tributi pensionem (xix, 5).
61
Bahaeddin’in Birinci Mısır Seferi Kronolojisi’nde bu bir yıl önce gerçekleşmiş (1163). Ben İbnü’l Esir’in “Kamil”ini takip ediyorum.
62
Surlu William, xix, 9.
63
Arap dinarı olarak; dinar günümüzün yarım altınından biraz daha ağır ve yaklaşık 24 ayardı.
64
Surlu William, Historia rerum in partibus transmarinis gestarum, ktb. xix, bşl, 19, 20. Arap tarihçiler elçilerden söz etmemektedir.
65
İbnü’l Esir, “Kamil”, 548; “Atabeyler”e göre bu, bir ay önce olmuştu. Söz konusu rakamlara ilişkin çeşitli tahminler var. Arap tarihçiler Şirkuh’un yalnızca 2000 atlısı olduğunu kaydetmiş, diğer taraftan Surlu William Sarazenlerin 9000 zırhlı piyadesi (lorisis galeisque), 3000 okçusu ve en az 10.000 Arap mızrakçı olduğunu yazmaktadır. Ona göre Latinlerin yalnızca 374 şövalyesi ve sayısı belirsiz hafif piyadesi (trucopoles) ve yarardan çok ziyan getiren bir grup Mısırlı olduğunu bildirmektedir (xix,25).
66
Frenklerin bu barış anlaşmasının kendilerine düşen kısmıyla ilgili olarak verdikleri sözü tam olarak tutmadıklarını söylemek gerekir.
67
Surlu William, xvii, c. 17.
68
Itinerarium Regis Ricardi, i, c, 3. Bakınız, 23. Bölüm.
69
“Kamil”, 555; el-Makrizi, “Khitat”, i, 286; Wüstenfeld, Geschichte der Fâtımîden Chalifen, 338-339.
70
İbnü’l Esir, “Kamil”, 556.
71
Kur’an, ii, 113; “Kamil”, 563.