Paris’te Bir Türk

Paris’te Bir Türk
Ahmet Mithat Efendi
Tanzimat Dönemi yazarlarından olan Ahmet Mithat Efendi, ölümüne dek iki yüzden fazla eser yayımlamıştır. Eserlerinde akla gelebilecek her türlü konuya değinen Ahmet Mithat, özellikle Avrupa’nın bilim ve sanayideki gelişmişliğini methederken, Osmanlı toplumunun ahlaki değerlerini koruması gerektiğini vurgulamıştır. “Paris’te Bir Türk”, eserlerinde göze çarpan bu gibi unsurların yoğun bir şekilde işlendiği romanların başında gelir. Romanın başkahramanı Nasuh’un ağzından giyimden evliliğe, medeniyetten geri kalmışlığa, krallıktan cumhuriyete, Doğu kültüründen Batı kültürüne kadar her şey tartışılır ve bu tartışmaların sonucunda bir fikir birliğine varılarak okuyucuya sunulur. Nasuh’un seyahatinde, -onun Paris’teki gezintileri, farklı milletlerden tanıştığı insanlarla sohbetleri, kadınlarla olan ilişkileri boyunca- bu gibi konular Ahmet Mithat’ın sade diliyle tafsilatıyla ele alınır. "Zira tanışmanın hasıl olması yani iki komşunun birbiriyle merhabalaşması için ya daireleri kapısından girer veya çıkar iken veyahut merdiven üzerinde tesadüfle boyun eğmekten başlaması lazım gelir. Nasuh bu meseleyi bilir idiyse de tanışma peydası için ayların geçmesine katlanamadığı ve bir haneye yabancı girer gibi girip çıkmayı dahi sevmediği cihetle, daha gelişinin ertesi günü komşularının birer birer kapısını çalıp girerek ve 'Hanımlar! Efendiler! Kendimi size yeni komşunuz olmak üzere takdim ederim ve sizi taciz edecek hiçbir hâl ve hareketim vukuya gelmeyeceğini vaatle hakkımda teveccühünüzü rica ederim.' tarzında girişler yaparak derhâl tanışma münasebeti bağına muvaffak olmuştu. Moskoflar Nasuh’un bu hareketinden memnun kaldılar. Zira Avrupa’nın en kibar milleti Moskoflar addedilse şayandır. Zira insanoğluna derhâl temayül ederek ana, baba, kardeş gibi ısınmakta Türklerden bile ileridirler. Almanlar, Nasuh’un bu laubalice hareketine şaşırmışlardı. Çünkü onlar İngilizler kadar da sıcak değildirler. Hele Fransız ailelerince Nasuh’un bu hareketi yabancılığına yoruldu. Zira Paris’te ya şehvani bir menfaat veyahut nakdî bir fayda icap etmez ise birbirini bilmeyen iki adam arasındaki münasebet pek bayağı bir hâlde kalır gider."

Ahmet Mithat Efendi
Paris’te Bir Türk

BİRİNCİ KISIM
Yolculuk Esnasında

Birinci Bölüm
Fransa’da Üçüncü Napolyon’un imparatorluk hükûmeti henüz mevcut olduğu bir zamandaydı ki İstanbul’dan Marsilya’ya müteveccihen hareket eden Messagerie İmperiale namındaki Fransız kumpanyası vapurunun ikinci mevkisi epeyce kalabalıktı.
Gemi yapımına merakınızın olduğunu bilseydik, Fransa tezgâhlarının âdeta bir iftihar vesilesi olan bu büyük vapuru pupasından pruvasına kadar size inşaat usulünce bir güzel tarif ederdik. Ancak buna merakınız olduğunu bilmediğimiz gibi zaten hikâyemizde zikri geçen vapuru bu kadar tafsilatıyla öğrenmeye fazla da lüzum olmadığı cihetle yalnız ikinci kamarasına bir nazarıdikkat atfedeceğiz.
Kamaraya giden merdivenden aşağıya inilince iki metre kadar genişliğinde ve beş metre kadar uzunluğunda bir aralığa inilir ki bu aralık merdivenin arka tarafına doğru beş metre daha uzar.
İşbu aralık üzerine altısı sağda ve altısı solda ve üçü dahi karşıda olmak üzere tam on beş kapı açılır. Eğer sağdan veyahut soldan birinci kapıları açacak olsanız, içi iki metreden fazla geniş ve üç metreden ziyade uzun bir kabine olduğunu ve bu kabinenin sağ tarafında birbiri üzerine konulmuş tabut şeklinde çifte yatak ve onun ayak ucunda bir tuvalet takımı ve sol taraftaki duvar üzerinde elbise ve şapka asmaya mahsus dört tane güzel çivi ve karşı tarafında dahi yuvarlak bir tek pencere görürsünüz ve bu ahvalin cümlesinden bunun bir hususi kabine olduğunu anlarsınız. Ama biz bir kabinenin hususi durumunun hikâyesini tamamlamak için size şunu da haber verelim ki tabut şeklinde dediğimiz yatakların başları ucunda görülen birer küçük dolap kapılarını açar iseniz içlerinde pek lüzumlu birer kap bulursunuz ki yalnız bunların öyle baş tarafa konulmalarına hiçbir mana veremezsiniz.
Sağdan soldan kapıların birincilerden beşincilere kadar cümlesi hep bu şekil ve heyette birer hususi kabinelerdir. Vakıa altıncılar dahi birer hususi kabineler ise de onların hususiyetleri umuma aittir. Fakat umuma ait olduğunu anlar anlamaz “Biz dahi o umum içinde dâhiliz!” diye hemen sahiplenmeye kalkışmayınız. İhtimal ki içlerinde adam vardır. Sonra hem onları mahcup etmiş olursunuz hem kendinizi. Bunların hususiyetleri o kadar mühimdir ki içlerine bir adam girip de bir kere o hususiyete malik olduktan sonra artık kapıyı açmanıza değil hatta delikten bakmanıza dahi razı olmazlar. Hem bu hususiyete bir kere malik olan öyle de bir hak kazanır ki kabinenin özel hâlinden istediği kadar istifadesine hiçbir memlekette hiçbir kimse tarafından muhalefet edilmemek âdettir.
Pek çok karıştırılır ise mide bulandıracak olan şu taraftan artık sarfınazar edelim de merdivenden inildiği zaman karşımıza gelen tarafa doğru ilerleyelim:
Beş metre kadar olmak üzere tayin ettiğimiz mesafeyi yedi sekiz adımda katettikten sonra karşınıza çıkan üç kapıdan orta yerdeki daha büyücek ve iki yanlarda olanları daha küçürektir. Vakıa orta yerdeki kapının salon kapısı olduğu derhâl görülür. Ancak “Şu iki taraftaki kapılar acaba ne ola?” diye merak eder de bakar iseniz sağ taraftaki kapının içerisinin bir güzel ince kiler ve bu kilerin ta dibinde besbelli kilerciye mahsus olmak üzere bir yatak ve sol taraftaki kapının içini dahi kiler deposu olmak gibi bir suretle kullanıldığını görürsünüz. Her tarafı tabak, şişe, kadeh vesaire dolu bir yer görürsünüz ve bunun dahi ta dibinde bir yatak bulursunuz.
Orta yerdeki kapıdan girildiği zaman iki metre kadar ileriye yürümelidir ki asıl salon içine girebilesiniz. Zira iki tarafta bulunan kilerlerin derinliği budur.
Salonun uzunluğu dokuz metre ve genişliği dahi geminin kapsadığı yer kadardır. Bunun dahi iki tarafına boylu boyunca dörder yatak tertip edilmiş ve üç kat olmak üzere birbiri üzerine tanzim olunmuş bulunduğundan sağ ve solda on ikişerden yirmi dört yatak bulunur. Pencereler üçüncü katta bulunan yataklar hizasında olduğu cihetle salonun içini layıkıyla aydınlatamazlar ise de salonun orta yeri hizasıyla tavandan aydınlatma pencereleri açılmış olduğundan bunlar içeriye lüzumu kadar ışık verebilirler.
Salonun ortasına boylu boyuna bir masa uzatılmıştır. Bu masa üzerinde otuz altı kişi rahatça yemek yiyebilir. Eğer sıkışmak icap eder ise kırk dört adama da yemek yedirmek mümkündür ki zaten ikinci mevkinin bütün yatakları da bu miktardan ibarettir.
İşbu salonun ta arka tarafında büyük ve bahusus gayet güzel bir ayna olup sağ tarafına bir kütüphane ve sol tarafına bir piyano konulmuş olduğundan yolcular bunlardan istifade edebilirler. Böyle kütüphane ve piyanolar, sair gemilerde yalnız birinci mevkiye mahsus oldukları hâlde bu gemide ikinci mevkide dahi bulunması geminin cümle üstünlük sebeplerindendir.
Buraya kadar verdiğimiz malumat, ikinci mevki hakkında muhtaç olduğumuz kadardan az değildir. Yalnız şunu da ilave edelim ki salon içindeki yatakların önüne gayet muntazam perdeler çekilmiş olduğundan bir adam salon içinde halk mevcut olduğu hâlde dahi yatağına girerek ve perdesini indirerek kendisini insanların nazarından gizleyebilir. Eğer, bütün bütün gizlenmek ister ise fazla ücrete bakmayıp hususi bir kabin kiralaması lazımdır.
Maksadımız, mütalaa erbaplarına ikinci mevkinin yalnız şu mimari taksimatını haber vermekten ibaret olmayacağı malumdur. Hikâyenin zeminini teşkil edenler bahsi geçen mevkinin yolcuları olacağından onları da gözden geçirelim.

İkinci Bölüm
Yolcuları gözden geçirecek isek onun da vakti tam şimdidir.
Hikâyemizde bu vaktin hangi vakit olduğunu bilir misiniz? Akşamüzeri saat onda Dersaadet Limanı’ndan hareket etmiş olan geminin tam Marmara açıklarında bulunduğu ve saat bir sularıdır ki yolcuların cümlesi sofrada yemek yemekte bulundukları cihetle hepsini bir anda gözden geçirmek mümkündür.
Sofranın, ikinci kaptanın riyaseti altında bulunacağı malumdur. Kaptanın sağ tarafında bir kadın vardır ki kendisine Madame Syrienne diye hitap olunur ise de biçarenin Dersaadet’te ticaretle meşgul olan kocası Monsieur Syrienne vefat etmiş olduğundan dul kalmış ve vatanı Lyon şehrine gitmek üzere yola çıkmıştır. Dört yaşındaki kızı Marie kucağında ve on iki yaşındaki oğlu Etienne dahi alt tarafındaki sandalyede oturur. Hâl ve şanına ve davranışına bakılır ise kendisi ne zengin görünür ne fakir. Hâlbuki kadının yaşı da güzelliği de böyle orta derecede idi. Yani otuz beş yaşında ancak olup ne bayılacak kadar güzel ne de atılacak kadar çirkindir. Hele bizce âlemde atılacak hiçbir kadın olmadığını şimdiye kadar bin yerde itiraf ettik. Avam tabirini kullanarak diyoruz ki atılacak kadar çirkin de değildir.
Kaptanın sol tarafında oturan diğer bir kadının ismi Cartrisse olup ancak kendisine bazı kere Madame Cartrisse ve bazı kere Mademoiselle Cartrisse diye hitap edildiğinden ve kadın her iki hitaba dahi cevap verdiğinden kendisi bakir midir yoksa evli midir henüz tayin edilememişti. Yaşına başına bakılır ise hemen hemen evlilik zamanı da geçmiştir. Zira kadın otuz beş yaşında yok ise bile otuz yaşından aşağı olmadığına kim yemin etse başı ağrımaz. Bu da güzel denilecek güzellerden değil ise de iri yapılı, gayet dinç bir kadın olduğundan kadınlığın tesirleriyle her kim olsa etkileyebileceği su götürmezdir. Şu kadar var ki yüzü pek sert bir şeydir.
Sağ tarafta, Etienne Syrienne’in aşağısında bir kadın daha vardır ki ismine Madame de Trouville denildiğine göre, Avrupa asilzadelerinden olduğu anlaşılır. Kırkını geçmiş fakat hâlâ oynak ve şişman bir kadındır ki eğer şişmanlığı ve bir de ziyadece esmerliği olmasaydı, güzellikte orta hâlli olduğuna hükmedilebilirdi. Kendi rivayetine göre Paris’e dönüyormuş. Bundan anlaşılır ki zaten Parisliymiş de. Bir müddet başka yerde olduğu hâlde geri dönüyormuş. Sol tarafta Cartrisse’in altında Herr Kaliksberg isminde bir adam olup buraya kadar haber verdiğimiz zevatın cümlesi Fransız oldukları hâlde bu zatın lisanından kendisinin Alman olduğu anlaşılırdı. Ancak Herr Kaliksberg’i öyle bira ile beslenmiş, boğaya dönmüş semiz Almanlara kıyas etmemelidir. Gayet nahif, sarı ve köse bir zat olup İstanbul’da ne işle meşgul olduğu, Avrupa’nın neresine gittiği, nasıl bir adam olduğu malum değildi. Bunun da alt tarafında dört nüfustan ibaret ve Dizier isminde bir aile halkı olup sırasıyla birincisi asıl Dizier ismini taşıyan bir kocakarı ve ikincisi Angeline isminde oldukça genç ve güzel bir kadın ve üçüncüsü Usse isminde ve on dört yaşında bir erkek çocuk ve dördüncüsü de Julie isminde ve dokuz yaşında bir kız çocuğudur. Kendileri İstanbul’da yerleşmiş ve ticaretle meşgul olup bir düğün meselesinden dolayı Marsilya’ya gitmekte olduklarını zevzek, geveze bir kocakarı her önüne gelene ilan ederdi.
Kaptanın sağ yanında ve De Trouville’in alt tarafında Zekâ Bey isminde bir zat vardı ki Türk olduğu yalnız isminden anlaşılıp o kadar alafranga, o kadar şık bir şeydi ki sofrada Avrupalı ve medeni addolunmaya layık ondan başka kimse olmadığına hükmedilse yeridir.
Fakat güzelliğinin de süsüne denk olduğunu insafla ikrar ederiz. Hele yaşını yirmi beşten ziyade tahmin etmeye imkân yoktur. Remzi Efendi isminde kırk beşini geçmiş, kısa boylu, kuru yüzlü, hem köse hem kır sakallı, parlak gözlü bir efendi de Zekâ Bey’in alt tarafındadır ki bunların ikisinin refik-i mülasık oldukları zahir hâllerinden görülmekte ise de Zekâ Bey’in velinimet ve Remzi Efendi’nin bir hizmetkâr gibi bir muamelede bulunduklarına nazaran asıl kumandanın (yani para) Zekâ Bey’de olduğu da anlaşılırdı. Bunlar kendi söylediklerine göre Paris’e seyahate gidiyorlarmış.
Karşı yani sol tarafta, Julie Dizier’in alt tarafında Yorgidis isminde bir Rum bulunup ticaret için İstanbul’dan Marsilya’ya gidiyormuş. Adamın alt tarafındaki kadın ise İstanbul’da Gabrielle namıyla şöhret bulmuş bir tiyatro oyuncusudur ki Paris’e gitmektedir. Oyuncu olduğuna ve hem de hakikaten güzel bulunduğuna göre zahir hâlinde aşüftelik emareleri Madame de Trouville’de görüldüğü kadar görülememekte olduğuna hayret etseniz yeri vardır.
Beri tarafta, Remzi Efendi’nin altında bir İngiliz vardır ki ismi Mister James olup hâline, kıyafetine nazaran kendisini filozof ve ressam zannedenler hata etmezler. İki yanağı üzerinden salıverdiği favori denilen çatal sakallar iki omzundan aşağıya doğru sarkmış gitmiş, hem uzun boylu hem uzun yüzlü, ince, kıpkırmızı bir adamdır.
Malumdur ki bu gibi filozofların gittikleri, geldikleri veyahut gidecekleri, gelecekleri yer ne bilinir ne de tayin edilir. Filozofluğun şanı bu imiş! Bunun alt tarafında oturan ise Monsieur Autrans denilen uzun boylu, etine dolgun, güzel simalı, iri burunlu fakat ziyadesiyle geveze bir Fransız’dır ki Fransızcayı yarım yamalak konuşan biçare İngiliz’e hem sormadık sual bırakmaz hem de Fransızcası ile bıyık altından dalga geçmekten geri durmaz. Fakat bu adamın sanatı henüz meydana çıkmamıştır.
Onun da alt tarafında Gardiyanski isminde bir Lehli vardır ki zahirine bakılır ise Lehistan’ın asilzadelerinden ve oldukça zengin bir adam olduğu zannolunur. Hele simasının güzelliğine, akl-ı kemaline ve kibarlığına hiç diyecek bir şey yoktur. Kendisi Paris’e gidiyormuş.
Kaptan sofranın bir ucunda oturduğuna göre oradan başlayarak saydığımız hazırda bulunanların silsilesi sofranın öte ucuna kadar gelmişti. Ta ucunda ise iki Türk daha oturmaktadır ki bunun birisi Nasuh Efendi namında yirmi sekiz otuz yaşlarında bir delikanlı olup hâl ve şanından, gayet sakin yaradılışlı bir şey olduğu anlaşılır. Bu zat Lehli Gardiyanski’nin yanına isabet eylemiştir. Diğeri ise Sena Bey isminde bir diğer Türk olup on dokuz yirmi yaşında, güzelce, zekice bir şeydir ki Gabrielle’in yanına isabet eylemiştir. Ama bu Sena Bey ile Nasuh Efendi’nin öyle Zekâ Bey ile Remzi Efendi gibi birbiriyle rabıta-i refakatleri olduğunu zannetmemelidir. Bunlardan her biri kendi hâlinde, kendi âlemlerinde olduklarından ikisini dahi kendi başlarına müstakil bilmelidir. Hatta Sena Bey’in tahsil için Paris’e gittiği malum olduğu hâlde Nasuh Efendi’nin ne için, nereye gittiği dahi henüz belli değildir.

Üçüncü Bölüm
Yolcular sofrada iken kendilerini bir kerecik gözden geçirmek için sarf ettiğimiz zaman içinde elbet bunların nasıl bir sohbetle meşgul olduklarına dahi kulak misafiri olmuşuzdur. Bu hâlde işitmiş olmamız lazım gelen hususlar aşağıdaki gibidir:
Bu gibi sofralarda bulunmuş iseniz bilirsiniz ki oralarda, İngiltere Parlamentosu gibi yalnız bir adam söyleyip sair cemaatin dinlemesi âdeti yoktur. Her iki üç kişi kendi aralarında bir söz açıp o suretle konuşurlar. Dolayısıyla ikinci mevkinin sofrasına kulak misafiri olmadan evvel bir kere cemaatin şu suretle taksimini de bilmek lazımdır. Bu ise pek girift bir şey değildir. Bir kere biçare Madame Syrienne yalnız iki çocuğu ile meşgul olup başka hiçbir söze kulak bile vermezdi. Kaptan ise Alman Kaliksberg ve Madame yahut Mademoiselle Cartrisse ile politikaya dair bir söz açıp konuşuyordu. Dizier ailesinden genç Angeline, Fransızcası Fransızcaya bile benzemeyen Remzi’nin tatsız ve edepsiz sözlerinden uzak kalmak için daima kocakarı ile meşgul olduğu gibi Usse’yi de kendi aile sohbeti dairesine davet etmeye çalışırdı. Ancak De Trouville, Zekâ Bey’in burnuna girecek veyahut onu kendi şişman koynuna sokacak kadar meşgul olduğu hâlde her iki dakikada bir kere genç Usse’ye dahi bir söz atar, işhal eder ve Angeline ise buna da kızar, söylenirdi.
İngiliz James’in yalnız Autrans ile meşgul olduğunu daha bundan önce haber vermiştik. Hâlbuki Autrans, Yorgidisi dahi ara ara kere kendi muhabbetlerine davet ederdi. Ancak Yorgidis, Autrans’ın suallerine hep kestirmeden cevap verip alt tarafında Sena Bey ile Gabrielle’in daha tatlı olan mülahazalarına ortak olmak isterdi.
Daha kim kaldı? Gardiyanski ile Nasuh Efendi değil mi? Onları da ister iseniz birbiriyle muhabbet ediyorlar diye hükmediniz, ister iseniz etmiyorlar diye… Her iki hükmünüz eşittir. Zira ikisi de birbirine iki kelimecikten ibaret olmak üzere sordukları suale yine iki kelimecikten ibaret olmak üzere aldıkları cevap üzerine bir hayli müddet düşünmekte olduklarından bunlar işin başlangıcında asla konuşmuyorlar zannolunurdu.
Kaptan ile Kaliksberg ve Cartrisse’in meclislerine kulak verelim:
Kaptan: (Avusturya, Prusya ve İtalya’nın 1866 senesinde ettikleri Sadova ve Lissa kara ve deniz savaşları üzerine açılmış olan bahisten) “Ey Madame!.. Şey Mademoiselle Cartrisse… Allah aşkına size madame diye mi hitap edelim, mademoiselle diye mi?”
Cartrisse: “Her ikisi de uygun.”
Kaliksberg: “Bendeniz de bazı kere kusur ediyorum hanım! Hangisinin daha makbul olduğunu bilsek…”
Cartrisse: “Bence en makbul olanı kısa ve tekellüfsüzce olmak üzere Cartrisse diye hitap etmenizdir.”
Kaptan: “Estağfurullah!.. Her ne ise… Şu Lissa’da Amiral Teketoff’un bir ağaç sefine ile İtalya’nın Victor Emanuel ismindeki bir zırhlı sefinesini batırmış olduğuna ne mana verirsiniz?”
Cartrisse: “Batırmış diye mana veririm.”
Kaliksberg: “Acayip! Bu konuda kendinize mahsus bir fikriniz yok mudur?
Cartrisse: “Yoktur efendim!”
Kaptan: “Ya Sadova’da Prusya iğneli tüfeklerinin Avusturyalılar içinde açtığı yaraya?”
Cartrisse: “Acırım!”
Kaptan: “Sualim o değil! Şu Prusyalıların kimseye renk vermeksizin birdenbire ortaya kuyruktan dolar tüfekleri çıkarınca…”
Kaliksberg: “Düşmana bir büyük oyun oynamak kararında bulunan adam böyle hazırlıklarından asla haber vermez.”
Cartrisse: “Bu sualleriniz, sözleriniz bence hep meçhullerdendir.”
Kaptan: “Evet! Size Lissa Deniz Savaşı’ndan bir kaptan gibi sual sormak ve Sadova meselesi hakkında dahi bir mareşal gibi hitap etmek vakıa hatadır! Ancak bu muharebelerin politikaca olan manevi etkilerini demek isterim…”
Cartrisse: “Demek istersiniz ki bu harp meselesinde size bir hariciye nazırı gibi fikrimi beyan edeyim!”
Kaliksberg: “Vakıa bu cevap pek münasiptir. Mademoiselle’den bir amiral, bir mareşal gibi cevap istemek hata olduğu hâlde bir hariciye nazırı gibi cevap beklemek de bütün bütün hatadır.”
Kaptan: “Şayet politikaya merakı vardır diye…”
Cartrisse: “Hayır efendim! Benim öyle şeylere asla merakım yoktur.”
Kaliksberg: “Mademoiselle Cartrisse’e bir kadını eğlendirebilecek meseleleri açmalı!..”
Cartrisse: “O da bütün bütün boşunadır. Eğer kadınlığıma hürmeten benim hoşlanacağım bir muamelede bulunmak ister iseniz rica ederim ki siz yalnız kendiniz konuşup benim hisseme de dinlemek vazifesini ayırınız.”
Kaliksberg: “İşte şimdi bendeniz de hayret ettim efendim. Sizin hiçbir şeye merakınız yok mudur?”
Cartrisse: “Hayır efendim! Benim hiçbir şeye merakım yoktur. Yalnız İstanbul’u bir kerecik görmeyi merak etmiştim. Geldim, gördüm. Şimdi hiçbir şeye merakım kalmadı.”
İşte şu gördüğünüz örnekten anlarsınız ki bu tarafta Madame yahut Mademoiselle Cartrisse yalnız dinlemek ile meşgul olup kaptan ile Kaliksberg ise Prusya ve Avusturya meselesini o kadar çekip uzatmışlardır ki hatta kaptan Fransa’nın dahi Prusya’dan ne kadar şüphelenmekte olduğuna ve bunun için ne gibi tedbirlere müracaat ettiğine ve edeceğine dair bazı sırları açıklayıp Kaliksberg bu gibi sırları işittikçe sanki kaptanın ağzından çıkan sözleri ezberlemeye çalışır ve herifi bir kat daha deşmek için bahsi kurcalar dururdu.
Remzi Efendi’nin Angeline’i usandıran yavan sözlerinden dahi bir numunecik görmek ister misiniz? İşte:
Remzi: (Usse’yi göstererek) “Madame bu çocuk sizin midir?”
Angeline: “İhtimal ki benim olabilir.”
Remzi: “Fakat sizin kadar güzel değil! Hoş sizin kadar güzel bir insan daha yaratılamaz ya?”
Angeline: (Remzi’den yüzünü çevirip kocakarıya) “Anacığım! Niçin öyle iştihasız yiyorsunuz? Hasta…”
Kocakarı: “A! Kızım ne diyorsun? O kadar iştah ile yiyorum ki hatta hizmetçi garsondan utanmamış olsam her tabaktan üçer kere yemek alacağım. Yalnız iki defasıyla yetiniyorum.”
Angeline: (kendi kendisine) “Şu maymun yüzlü Türk’ten validemin az veya çok yediğine dikkat etmeye fırsat mı var?”
Remzi: (Angeline’e) “Evet madame! Maşallah valideniz pek iştah ile yiyor. Deniz seyahati insanın iştahını açar. Yalnız siz pek nazlı yiyorsunuz. Vakıa nazlı yemek kadınlara pek yakışır ama…”
Angeline: (bu sözden de bizar olarak De Trouville’in şaka yollu yeşillenmekte olduğu genç Usse’ye yüzünü dönerek) “Usse! Usse! Validen makamında bir kadın ile bu kadar laubalice konuşmaktan utanmıyor musun?”
De Trouville: (Angeline’e) “Yani bu sözle beni uyarmak ve bana ‘Evladın makamında bulunan bir çocuk ile şakalaşmaktan utanmıyor musun?’ demek istiyorsunuz. Ama madame hatanız vardır. Validenizin iştahlı mı yoksa iştahsız mı yemek yediğine ne kadar dikkat ediyor iseniz oğlunuz Monsieur Usse ile yaptığım sohbete dahi o kadar dikkat ediyorsunuz da onun için yanılıyorsunuz.”
Angeline: (De Trouville’den de bizar olarak yine validesine dönüp hitap ederek) “Valideciğim! Şu kebaptan daha alsanız ya? Pek güzel olmuş.”
Kocakarı: “Zaten yüzümü kızartarak bundan üç kere aldım. Bir daha alır isem dört olur.”
Angeline: (kendi kendisine) “Halkın tacizinden bir şeye dikkat etmeye vakit bulamıyorum ki!..”
İşte şu örnek dahi size Angeline’in nasıl can sıkıntısı içinde konuştuğunu anlatır. Bir de Zekâ Bey ile Madame de Trouville tarafına kulak misafiri olalım:
Zekâ: “Ey, bana elbisenin pek yakıştığını gerçekten kabul ediyorsunuz ha!”
De Trouville: (Güya vereceği cevabı şuh bir tavır ile Zekâ Bey’in kulağına söylemek için o telli bebeği kucaklayacak ve hatta öpecek mertebede yanına ve kulağına sokulup) “Sorar mısın hınzır? Sorar mısın? Karı olmamışsın ki senin kadar güzel, senin kadar yakışıklı olan bir delikanlıya elbisenin ne kadar yakışık alacağını bilesin.”
Zekâ: “Sen de erkek olmamışsın ki senin kadar erkek kadri bilen karıya erkeklerin ne kadar meyil ve muhabbet göstereceğini kavrayabilesin.”
De Trouville: (Zekâ Bey’in cevabı üzerine aşüftece bir kahkaha koparıp sonra genç Usse’ye) “Monsieur Usse ne kadar güzel bir delikanlı olacak! Bunu henüz terlemeye başlamış olan bıyıklarınızdan anlıyorum Monsieur Usse! O bıyıklar kaşlarınız kadar büyür ise artık karılar kızlar sizin için bayılacaklardır.”
Angeline’i küplere bindirecek bir söz dahi bu olacağı düşünmeye değerdir. Bir de Autrans’ın, Mister James’i nasıl meşgul ettiğine bakalım mı?
Autrans: “Ey Mister James! İstanbul’dan birçok Türk eşyası aldınız ha?”
James: “Şalvar, potur, sarık, kırmızı çizme, sarı çizme, yemeni, pabuç, zeybek elbisesi, Arnavut elbisesi ve Bulgar elbisesi, neler, neler!.. Dört sandık dibine kadar dolu!”
Autrans: (alaylı bir tavırla) “Dibine kadar mı? Ağzına kadar mı?”
James: “Şey… Affedersiniz! Yanıldım. Fransızcam o kadar kuvvetli değil de… Dibine kadar diyecek iken ağzına kadar dedim.”
Autrans: “Ne yazık ki yine yanıldınız Mister James!”
James: “Pardon pardon! Yine yanıldım. Ağzına kadar diyecek iken dibine kadar dedim. Ne ise İngilizceyi iyi bilmediğimdendir… Şey İngilizceyi demişim. Fransızcayı iyi bilmediğimdendir.”
Autrans: “Ey! Seyahat esnasında bu Türk elbiselerinin resmini çıkaracağınız hakkında demincek verdiğiniz vaadi yerine getireceksiniz ya?”
James: “Elbet! İngiliz’im. Bu bir İngiliz vaadidir… Of! Vaadim İngiliz vaadidir diyecektim. Lakin siz de elbiseleri giyip poz (resim çıkartmak için ressamın karşısında istediği bir şekilde durmak) vereceksiniz ya?”
Autrans: “May hav! Siz de bana bu resimlerin birer kopyasını vereceksiniz. Pazarlığımız öyle değil miydi? (Yorgidis’e) Siz de şahitsiniz ya Yorgidis?”
Yorgidis: (başından def için kulak bile vermeyerek) “Evet! Kebap mı? Pek güzel olmuş.”
Autrans: “Yok a canım… Mister James’in verdiği vaade…”
Yorgidis: “Evet evet! Pek güzel olmuş, pek güzel olmuş!” diye Gabrielle’e döner.
James: “Canım ben vaadimi inkâr etmiyorum ki! Lakin her kıyafeti size giydirip de resminizi alır isem hep resimler bir adamın resmi gibi olur.”
Autrans: “Onun pek de zararı yoktur. Asıl ben size kendimi birkaç türlü arz edebilirim.”
James: “Nasıl?”
Autrans: “İşte ben sakallı, bıyıklı bir adamım. Evvela sakallı olarak alacağınız resimler için böyle arz ederim. Sonra sakalımı tıraş eder bıyıklı kalırım. Nihayet onu da tıraş ederek genç olurum. Siz de resmederken beni gâh biraz daha zayıf gâh şişman gâh uzun gâh kısaca resmederseniz amaç hasıl olur.”
James: “O! Yes! Şu akıllar çok Fransız’dır… Şey Fransızlar çok akıllıdır diyecektim. Canım Fransızca, İngilizcenin tamamıyla zıddı olduğundan…”
Autrans: “İngilizler, Fransızların tamamıyla zıddı oldukları gibi.”
Gabrielle ve Sena Bey ile Yorgidis arasındaki bahis dahi şöyle idi:
Sena: “Bu sözünüze inanırım Mademoiselle Gabrielle, bu sözünüz pek doğrudur. Elbette Alcazar’da her gece sizi alkışlayacaklar ya! Hatta ben bile kaç defa…”
Yorgidis: “Hele vahşiler şarkısını çağırmak için vahşi kıyafetiyle çıktığınız akşam herkes bayılırdı.”
Sena: “Hani ya şu çıplak kıyafeti değil mi Monsieur Yorgidis?”
Gabrielle: “Aman öyle çıplaklık filanlık demeyiniz! Sözün aslını bilmeyenler gerçekten çıplak sanırlar.”
Sena: “Canım et rengi faniladan vücudunuza yapışan elbiseyi demek istediğimizi anlatıveririz.”
Yorgidis: “Ama ne vücut!”
Gelelim Nasuh ile Gardiyanski’ye. Bunlar dahi şu sözleri konuşmuşlar idiyse de her söz arasından şüphesiz ikişer üçer dakika geçerek o veçhile sohbet etmişlerdir:
Nasuh: (Gardiyanski’nin bir sözünü tasdiken) “Ben de öyleyim. Milletim nev-i beşerdir, vatanım rûy-ı zemin.”
Gardiyanski: “Ya vatanımın hürriyetini gasp ederler ise!..”
Nasuh: “Bu insanın namusuna taarruz demektir.”
Gardiyanski: “Namus uğrunda?”
Nasuh: “Ölmek!”
Gardiyanski: “Ölmeye muvaffak olamayan?”
Nasuh: “Vazifesini ifa etmiş ise teselli olabilir.”
Gardiyanski: “Etmiş olduğuma şahit vücudumda altı yara vardır.”
Nasuh: “Şanlı bir adamsınız.”

Dördüncü Bölüm
Messagerie İmperiale vapurunun ikinci kamarası yolcuları yemeği bitirdikten, Fransız şaraplarıyla dahi kafaları epeyce ısıttıktan sonra birer ikişer yukarıya, güverteye çıkmışlardı. Çoğu vapurlarda olduğu gibi bu vapurda da birinci ve ikinci mevki yolcularının gezinmelerine mahsus olan yer kıç üzerinde olduğundan yolcular hep oraya toplanmışlardı.
Hâlbuki bu nöbette vapurun birinci mevkisi pek tenha olup kimseye selam bile vermeyen iki İngiliz lordu ile iki karısı ve birisinin bir validesi ve diğerinin bir oğlu âdeta insandan, yani yol arkadaşından addolunmamak lazım gelir ise diğerleri dahi yirmi yaşında genç ve akran ve emsallerinden üstün, güzel ve gayet ağır tavırlı bir Fransız karısından ibaret idi ki birinci kaptan bu kadına kur etmekten gemiye kumanda etmeye vakit bulamazdı.
İkinci mevki yolcularının yukarıya birer ikişer çıkmış olduklarını haber vermiştik. Şimdi şunu da haber verelim ki kamaradan en evvel çıkan De Trouville ile Zekâ Bey ve Remzi Efendi olup en sonra ise Nasuh Efendi çıkmış ve yalnız James ile Autrans resim çekmek için kamarada kalmıştılar.
Marmara Denizi’nin hani ya bazı zamanları olur ki vapurlarda asıl menzillerine bir an evvel varmaya can atan yolcular bile gidip gidip de bu denizi bitirmemek isterler. Bu zaman ise mehtap olsun olmasın havanın berrak olduğu zamanlardır.
Hava berrak olur ise mehtap olmasa bile gökteki yıldızların cümlesi denize aksederek ve suların hafifçe çarpıntıları ile her yıldızdan binlerce daha parıltı (ecram-ı muzîa) doğarak insan güya bir ışıklı deniz içinde seyahat ediyorum zanneyler. Hele mehtap olur ise artık sular tamamıyla parıldar ya…
Lakin bu hâlde dahi denizi bir fosfor deryası farz etmeye mahal yoktur. Bu sözden maksadımız, ay ışığının bir serv-i nurani-asa denize akseden istikamet üzerinde su damlalarından doğuyor zannolunan nice milyonlarca nurani kabarcığın derhâl büyüyerek ve hemen yekdiğerini kovalamaya başlayarak tam birbirini yakaladıkları anda ikisinin de mahvolmasını müteakip diğer taraftan milyonlarca başka kabarcığın doğuşunu haber vermektir.
Ama bizim yolcuların seyahatleri bu kadar bir letafete tesadüf etmemişti. Bir kere mevsim sonbahar olup havalar gereği gibi serinlemiş bulunduğundan ayın da sonu olup buna ilaveten havada bulutlar dahi ufukları kapamış olduğundan âdeta yolcular denizi görmekten de mahrum idiler denilse mübalağa değildir. Yalnız epeyce kuvvetle esen yıldız rüzgârının çalkadığı suların çağıltısı işitilebilirdi ki bu kadar bir zevke mukabil havanın serinliğine ve karanlığına tahammül etmeyi göze aldırmak dahi akıllıların kârı değildi.
En sonra çıktığını haber verdiğimiz Nasuh Efendi kıç üzerine vardığında etrafı bir kere gözden geçirip Lehli Gardiyanski’yi Mademoiselle yahut Madame Cartrisse ile tiyatrocu Gabrielle’in yanında oturmuş görmekle o tarafa teveccüh gösterdi. Vakıa Madame de Trouville ile Zekâ Bey dahi orada idiyseler de Nasuh Efendi’nin onlardan kaçmaya hiçbir mecburiyeti yoktu. Özellikle bunlar başkaca konuşup Gardiyanski takımı dahi başkaca konuştuklarından Nasuh Efendi doğruca onların yanına varıp “Sohbetinize iştirak edebilir miyim?” diye müsaade istedikten ve uygun cevabını aldıktan sonra yanlarına oturdu.
Bunlar şiir, nesir, hikâye ve tiyatrolardan bahsederlerdi. Hem de sohbetlerinin cereyan şekline bakılırsa Cartrisse’in hikâye ve tiyatroya pek ziyade merakı olduğu ve Gabrielle’in ise pek çok edebî eser okumuş ve ezberlemiş bir aktris olduğu anlaşılır ve Lehli Gardiyanski dahi Fransız şiir ve nesrinde bunlardan geri kalmazdı. Nasuh Efendi de bu bahiste geri kalmamaya muvaffak oldu. Hatta Fransa’nın meşhur şairlerinden Racine’nin eserlerinden bahsettiği zaman Cartrisse “Adam sen de! Racine, vakıa güzel şiir yazmış ise de İran şairlerinin taklitçisi olan bir heriftir!” demesi üzerine Nasuh Efendi Alfred de Musset gibi birkaç yanık şairin eserlerinden bazı parçalar okuyarak Fransa edebiyatınca vukuf ve malumatı zararsız olduğunu Cartrisse’e anlattıktan sonra onun, Racine’i İran şairlerinin taklitçisi etmesinden hareketle şöyle bir söz daha açtı:
Nasuh: “İran şairlerini iyi tanımış olmalısınız ki madame onlar ile Racine’in arasında bir mukayeseye muktedir olabilesiniz.”
Cartrisse: “Evet! Biraz tanırım.”
Nasuh: “Öyle ise Farsça dahi biliyor olmalısınız.”
Cartrisse: “Pek az.”
Gardiyanski: “Pek az Farsça ile bu mukayese mümkün müdür?”
Cartrisse: “Evet mümkündür. Pek az Farsça öğrenirsiniz. Şark edebiyat tarihini de okursunuz. Zaten o tarih size Şark edebiyatına dair pek büyük malumat verir. Birtakım kitaplar tavsiye eder. Onları ve bazı İran ediplerinin eserlerinden mevcut olan tercümeleri de toplarsınız, iş biter, gider.”
Nasuh: “Türk ve Arap edebiyatını merak etmediniz mi madame?”
Cartrisse: “Hayır! Biraz da onlar ile meşgul oldum ise de Farsça kadar kolay gelmedi. Zira tercümeler hem az hem yanlış ve bir de lisanları haddizatında pek güç. Siz merak ettiniz mi mösyö?”
Nasuh: “Türk olduğum haysiyetiyle elbet merak edeceğim.”
Cartrisse: “Vay! Siz Türk müsünüz?”
Nasuh: “Türk olmadığım neden maznun?”[1 - Maznun: Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen. (e.n.)]
Cartrisse: “Vallahi siz Fransız edebiyatından bahsederken ben sizin Türk olduğunuza asla ihtimal veremedim.”
Nasuh: “Acayip!”
Gardiyanski: “Oo! Şimdi Türklerde pek güzel Fransızca bilenler vardır.”
Gabrielle: “Bunu ben de tasdik ederim. Zira tanıdığım birkaç genç Türk’ü Fransızlar kadar ve belki de bazı Fransızlardan daha iyi Fransızca bilir buldum.”
Şu suretle açılmış olan bahis biraz daha uzadı ve ta aşağıda zikredeceğimiz bir madde bahsi karıştırıncaya kadar devam etti. Nasuh Farsçadan, Arapçadan, Türkçeden birçok güzideyi tam bir maharetle Fransızcaya tercüme ederek, tercümesini Cartrisse’e beğendirdikten sonra Voltaire ve Corneille’i, Jean Jacques, Moliere ve Victor Hugo gibi Fransız şairlerinin eserlerinden, Şark eserlerine mukabil, benzer ve denk olanlarını da ortaya koyarak Şark ve Garp edebiyatının her ikisine vukufu olduğunu fiilen ve maddeten ispat etti.
Sofrada kaptan gibi kaba ve Alman Herr Kaliksberg gibi cin fikirli adamların deniz ve kara savaşlarına, diplomatik hususlara dair açtıkları bahisten hoşlanmayarak dünyada hiçbir şeye merakı olmadığını beyan eden Cartrisse, her şeyden ziyade merakı olan edebiyata dair Nasuh ile etmekte olduğu şu bahisten pek ziyade memnun olmakta iken öte tarafta bir olay zuhur etti ki bu bahsi karmakarışık etti.
Ancak bahsi geçen olay, birdenbire zuhur etmişti. Daha sofra başında iken Madame de Trouville denilen şişman kadının genç Usse’ye sözler atmasıyla validesi bulunan Angeline’in hiddetlenmeye başlamasından sonra ortaya çıkmış bir olaydır. Biraz izahat verir isek meseleyi güzelce anlayabilirsiniz:
Zekâ Bey ile De Trouville sofra başını bir dereceye kadar teeddübe[2 - Teeddüb: Edepli olma. Utanma. Çekinme. Edebini takınma. (e.n.)] riayet lazım gelen yerlerden addetmeleriyle kıç üzerine çıktıkları zaman kendilerini daha geniş bir serbestlik dairesi içinde zannettiklerinden De Trouville, sair kadınların ve Zekâ Bey dahi sair namuslu erkeklerin kabul ve tasvip edemeyecekleri kadar aşüftelere yaraşır davranışlar göstermeye başlamışlardı. Mesela kol kola gezinirlerken De Trouville aşüftesinden “Of aman Zekâ Bey! İnsanı o kadar da çimdiklerler mi ya?..” gibi şikâyetler ve Zekâ Bey’den dahi “Sen de beni niçin o kadar gıcıklıyorsun? Az kaldı denize düşecektim!” tarzında cevaplar işitilirdi.
Gayrimeşru olan bu hareketler, ortalığın ayıplama nazarlarına düçar olup da kadınlar, erkekler birbirinin yüzüne bakıştıkları zaman Lehli Gardiyanski, Nasuh Efendi’ye “Lakin efendi! Bu Zekâ Bey midir? Kimdir? Hasılı sizin şu hemşehri bir topluluk içinde riayeti lazım gelen adaba riayet etmiyor! O mu buradan kendisini çeker, yoksa biz mi çekilelim?” demiş ve fakat Nasuh Efendi bu bey ile o kadar münasebeti olmadığını beyan ettiği gibi Cartrisse dahi “Adam, halk bizim nemize lazım? Biz kendi bahsimize bakalım.” diye işi geçiştirmişti. Hâlbuki Madame de Trouville gittikçe şuhluğu artırdıktan başka kendiyle akran olmasından dolayı validelerin müsaadesi üzerine Etienne Syrienne namındaki çocuk ile kol kola gezmekte bulunan genç Usse’yi de bir kenarda sıkıştırarak ve “Sen böyle küçücük çocuklar ile gezecek çocuk değilsin. Kızlar ile karılara kur edecek delikanlılardansın!” diye âdeta çocuğu zorla arkadaşından ayırarak kendi koluna takmakla beraber yanağını filanını dahi sıkıştırmaya başlayınca Angeline’in “Affedersiniz hanım! Akşamdan beri ettiğiniz elverdi! Siz ne eder iseniz ediniz, yalnız halkın mahcup çocuklarına ilişmeyiniz!” diye yerinden fırladığını ve buna da oldukça edepsiz bir lisanla De Trouville’in mukabeleye kalkıştığını Nasuh Efendi görünce arkadaşlarına “Artık iş derecesini geçti! Şu biçare genç kadın akşamdan beri çok üzüldü. Durunuz bari şuna bir güzel hizmette bulunayım.” diye kalktı ve Madame de Trouville’in yanına sokulup şu sözü söyledi:
Nasuh: “Bu hâller bir marquise valideye bile yakışmaz. Nerede kaldı ki bir Madame de Trouville’e! Hatta bizim marquise valide bile asla böyle şeyler yapmazdı. Artık Madame de Trouville’e caiz midir ki…”
Nasuh Efendi sözü buraya kadar getirmiş ve henüz tamamlamamıştı ki Madame de Trouville çeşm-i[3 - Çeşm: Göz. (e.n.)] dikkatini patlatırcasına Nasuh’un üzerine açıp fakat sanki nutku tutulmuş da söz söylemeye iktidarı kalmamış gibi söylemek istediği hâlde söyleyemeyerek hemen Zekâ Bey’i koluna taktı ve kıç üstü merdivenden aşağıya inerek kamaraya doğru yürüdü gitti.
Madame de Trouville’e söylediği sözleri Nasuh Efendi pek de yavaş söylememiş olduğu cihetle birtakım kimseler işitmiş oldukları gibi bilhassa Angeline tam bir dikkatle dinlemişti.
Söylenen sözün mebna aleyhi[4 - Mebna aleyh: Üzerine kurulmuş şey, bir fikrin dayandırıldığı temel konu. (e.n.)] malum olmadığından âdeta manasız bir şey olduğuna hükmedilmek lazım geldiği hâlde bunun efsun gibi bir tesiri görülmesine ve bahusus bu tesir Madame de Trouville gibi bir kadın üzerinde müşahede olunmasına herkesten ziyade Angeline şaştı ve sonra kendisini ve çocuğunu çirkin bir beladan kurtarmasına mukabil Nasuh Efendi’ye tam bir nezaketle birçok teşekkürlere başladı.
Henüz yeni tanımaya başladığınız Nasuh Efendi’nin şimdiye kadar gördüğünüz ahvaline dikkat etmiş iseniz onun Angeline’e güzel mukabelede kusur etmeyeceğini teslim edersiniz. Kendisi Angeline’e gerekli mukabeleyi icrada iken öte tarafta Cartrisse ile Gardiyanski ve Gabrielle arasında şöyle bir söz daha geçmişti:
Cartrisse: (Nasuh hakkında) “Bu efendinin derece-i malumatına ne dersiniz?”
Gardiyanski: “Bu!.. Ne idi onun ismi? Ha! Nasuh Efendi için mi söylüyorsunuz madame?”
Cartrisse: “Evet! Şark ve Garp’ın edebiyatı kaybolsa zihninden çıkarıp yeniden ortaya koyacak.”
Gardiyanski: “Ben o kadar edebiyattan anlamam ama bu akşam sofrada felsefe ve politikaya dair bazı sözler söyleştik, doğrusu onlardaki kemalini teslim ettim.”
Cartrisse: “Acayip! Felsefe ve politikada ha?”
Gardiyanski: “Evet!.. Hem ahlakta…”
Cartrisse: “O! Pek namuslu bir adam olduğu zahir hâlinden görülüyor.”
Gabrielle: (biraz mahcubane) “Kendisini ben İstanbul’da tanıdım. Dediğiniz gibi pek namuslu bir adamdır.”
Gardiyanski: “Öyle ise niçin yabancı gibi durmaktasınız?”
Cartrisse: (Gabrielle’in artan utanması üzerine) “Bir adam mahcubane bir tavırla ağzından bir söz kaçırır ise artık onun üzerine varmak layık mıdır monsieur?”
Gardiyanski: (Gabrielle’den özür diledikten sonra Cartrisse’e) “Sizden de af rica ederim madame. Ben de boş bulundum.”
Nasuh Efendi, Angeline’e olan güzel mukabelesini tamamladıktan sonra yine eski arkadaşları yanına gelmiş idiyse de Cartrisse havanın serinliğinden şikâyet ederek biraz gezinmek ve bu hareketle ısınmak için kalkmış olduğundan evvelki bahis tekrarlanmadı. Bu kalkışında Cartrisse’in erkeklerin yüzüne bakarak onlardan ümit içinde beklemesi, Gardiyanski ile Nasuh’tan birisinin refakat konusunda kendisine kol uzatmasına intizar demek olduğunu her ikisi anladı ise de bu şerefi ikisi dahi birbirine bahşetmek istediklerinden kollarını uzatamadılar. Hatta ara yerde teklif ve tekellüfe dair sözler de söylendi. Nihayet Cartrisse “Monsieur Gardiyanski! Bari refakatimi siz kabul ediniz de Nasuh Efendi ile Mademoiselle Gabrielle dahi eski sohbetlerini yenilesinler!” diye Gardiyanski’nin kolunu almakla Nasuh Efendi’ye dahi Gabrielle’in refakati kaldı.
Lakin bu gibi yerlerde Cartrisse’in sözüne dikkat olunacağı malum olmakla Nasuh Efendi bunun için Gabrielle ile şu iki çift sözü teati etti:
Nasuh: “Mademoiselle Gabrielle, Cartrisse’in bu sözü söylemesi neden neşet etti?”
Gabrielle: “Ben sizi tanıdığımı ağzımdan kaçırdım da ondan! Mahcup oldum ama…”
Nasuh: “Neden mahcup oldunuz? Bizi mahcup edecek bir hâl ve hareketimiz mi var ki?.. Siz gençsiniz, ben genç! Siz hürsünüz, ben hür! Siz tiyatrocusunuz, ben yazar! Her cihetle aramızda mevcut olan münasebet bizi birbirimize tanıttırmış olmasından dolayı mahcup edemez. Hele bir adamın insafı var ise asla ayıplamaya kendisinde hak bulamaz.”
Şu sözleri Cartrisse işitmiş olduğundan önde gitmekte olduğu hâlde arkasına dönerek:
Cartrisse: “İşte ben de bu ayıplamaya kendisinde hak bulamayan insaflılardanım Nasuh Efendi!”
Nasuh: “Öyle ise nazarımda kendinizi bir kat daha büyülttünüz madame!”
Cartrisse: “Aynen sizin de benim nazarımda büyüdüğünüz gibi!”
Nasuh: “Gerçekten teveccühünüze mazhar olmakta isem kendimi bahtiyar bileceğim.”
Elbette Nasuh’un bu sözü dahi cevapsız kalmazdı. Ancak Cartrisse ilerlerken birinci kamara yolcularından olmak üzere haber verdiğimiz genç ve gayet güzel Fransız karısına tesadüfle söyleşmeye başlamış ve hatta kolundaki Monsieur Gardiyanski’yi ona takdim etmediği cihetle o bile edeplice çekilip ayrılmış olduğundan Nasuh’un alacağı meydanda bulunan cevap yakinen ümit ederiz ki Cartrisse’in ağzında kalmıştı.
Bu Fransız karısına gayet güzel deyişimiz mübalağa değildir. Gerçekten gayet güzeldi. Kaşların, gözlerin, burun ve ağzın ve çenenin velhasıl yüzünü teşkil eden malum azalarının cümlesi birer birer güzel, hani ya şu ressamların teslim ettikleri yolda güzel oldukları gibi heyet-i mecmua[5 - Heyet-i mecmua: Bir şeyin teferruatına ve cüz’lerine bakılmaksızın bütününün gösterdiği hâl ve manzara. (e.n.)] ve umumiyeleri[6 - Heyet-i umumiye: Bir şeyin teferruatları nazara alınmadan olan umumi durumu. (e.n.)] dahi güzeldi. Boy pos da yerinde. Bu kadının bir kusuru var ise o da biraz ziyadece zayıflığı olup ancak bu kadar güzel olan birinin kansızca çehresi ve baygınca bakışının dahi ona tatlılık vereceği, konunun erbabı olanlarca bilinir.
Cartrisse bu kadına Catherine diye hitap etmiş olduğundan ismi Catherine olduğu anlaşıldı ise de Nasuh güzelliğinin derecesini beş on dakika tam bir dikkatle temaşa etmedikten sonra anlayamadı.
Yirmi dakika kadar daha Gardiyanski ve Gabrielle gezindikten sonra Nasuh artık havanın serinliğinden gereği gibi şikâyet etmekle ve bu şikâyeti Gardiyanski ve Gabrielle dahi uygun görmeleriyle üçü birden kalktılar, aşağıya, kamaraya indiler.

Beşinci Bölüm
Güverte üzerinde cereyanını haber verdiğimiz olaylar cereyan ettiği müddet zarfında kamarada dahi bazı hâller yaşanmıştı ki eğer onları dile getirmez isek okuyucuları, bu seyahatte, Messagerie Imperiale yolcularına manen tamamıyla arkadaş edememiş ve binaenaleyh hikâyemizin esası olan bu seyahati de layıkıyla anlatamamış oluruz.
Salondan içeriye girdikleri zaman bahsi geçen üç arkadaş, Monsieur Autrans’ı ayağında sarı mest pabuç ve kıçında bir Rumeli poturu, onun üzerinde bir güzel Toska fistanı, daha üzerinde bir örtü ve başında dahi bir zeybek külahı olduğu hâlde put gibi bir garip vaziyette durmuş ve İngiliz Mister James’in marifetiyle karakalem resmini aldırmakta bulmuşlardı. Nasuh Efendi bunu görünce kahkaha ile gülmekten kendisini menedemedi.
James: “Güzel değil mi mösyö? Şu resm-i Türkî!.. Şey! Türk resmi güzel değil mi? Ne acayip?”
Nasuh: “Acayip olduğunu teslim ederim. Fakat güzel değildir. Hem bu kıyafette Türk yoktur ki!”
Autrans: “Evet efendim! Yoktur. Fakat bizim hayalimiz gayet geniş olduğu cihetle biz bunu pek güzel tasavvur ve tahayyül ettik.”
Gardiyanski ile Gabrielle: “Nasıl?
Autrans: “Şu kıyafette gördüğünüz resmin altına şu ibare yazılacak: ‘Şark’ta bir fakir. Meşhur İngiliz ressamı Mister James tarafından resmolunmuştur!’ ”
James: “Yes! Yes!”
Nasuh: “İyi! Lakin böyle fakir olmaz!”
Autrans: “Olur efendim olur! Bu fakir değil mi ya? Elbisesi olmadığından ötekiden berikiden birer elbise dilenmiş. İstanbul’da türlü türlü milletlerin ekspozisyonu olduğundan her millet kendisine kendi kıyafetinden birer şey vermiş, bu hasıl olmuş. İstanbul’da şalvar üzerine palto giyen ve dar pantolon üzerine Şark modasınca koca bir kırmızı kuşak bağlayıp daha üzerine dahi salta[7 - Salta: Yakasız, iliksiz, kolları bolca bir tür kısa ceket. (e.n.)] giyinen vesair bu türlü karışıklık yapan adamlar az mıdır?”
Nasuh: “Demek oluyor ki siz de biraz mübalağa ettiniz. Buna karar verdiniz.”
James: “Mösyö! Biraz da şu resimleri gözden geçirir misiniz? Biraz çalakalem yapılmıştır. Ama affedersiniz. Çünkü bir buçuk saatte hem de gece yapılan resim bu kadar olur.” diye Mister James, Nasuh Efendi’nin eline üç parça kâğıt daha tutuşturdu. Üzerlerinde olan resimler dertest-i tersim bulunandan daha az garip değildiler.
Bunlardan birisi güzel Arnavut elbisesi üzerine koca bir sarık oturtulmuş olup buna dair istenilen izah üzerine Monsieur Autrans “Efendim işte altına yazmışlar ya! Bir Arnavut hocası! Evvela Arnavut iken başında koca püsküllü bir fes vardı. Hoca olduktan sonra ise elbet sarık saracaktır.” cevabını verdi. Bu cevabın isabetine Mister James kanmış olduğundan artık Nasuh’un “Canım Yanya’da hoca olan adam bu fistanı giymez! Türklerin hocası gibi cübbe, şalvar giyer. Fistanı giyenler ise bu sarığı sarmazlar.” diye ettiği itiraz kabul mü olunur?
İkinci resim, başında bir güzel fes ve arkasında bir kısa ceket ve Frenk gömleği ve yelek olduğu hâlde ayağında dört parmaktan ibaret bir zeybek dizliği ve kırmızı yemeni ile alınmıştır ki Monsieur Autrans “İstanbul’da tulumbacıları görmediniz mi? Koşmak için hafif bulunmak üzere bu dizlikleri giyerler. Hâlbuki ben Rumeli ve Anadolu’yu gezdim. Her yolcu seferberlik hâlinde buna yakın dizlikler giyerler. Bu ise hepsinden hafif olduğu cihetle yolcu kıyafetinde göstermek istediğimiz bir İstanbulluyu böyle göstermeye karar verdik. Yolda kısa ceket insanı yormaz ki! Hatta ben İstanbul’da ava giden bir beyi gözümle gördüm ki ayağına Yanya çarıkları giymişti. Hafif olmak için Yanya’nın çarıklarını giydiği hâlde Aydın’ın dahi dizliğini giymesi mantığa uygundur.” diye bunu da izah etti.
Resmin üçüncüsü, gecelik kıyafetinde ve bir elinde çubuk, diğerinde nargile marpucu, ağzında sigara ve bir elinin iki parmağı arasında kocaman bir kahve fincanı ve diğerinde bir şarap kadehi olduğu hâlde aldırılıp altına dahi “İstanbul’un bir ehlikeyfi. Meşhur Ressam İngiliz Mister James tarafından resmedilmiştir.” ibaresi yazılmıştı. Vuku bulan istizahlar[8 - İstizah: Belirsiz ve müphem bir şey hakkında açık konuşulmasını istemek. İzah istemek. (e.n.)] üzerine Monsieur Autrans “İstanbul’da türlü türlü keyif veren şeyleri merak eden adamlar olduğunu inkâr edemezsiniz ya? Farz ediniz ki o adam merak ettiği keyif veren şeylerin hepsini birden kullanıyor. Artık resimde bu kadarcık da mübalağa olmaz ise zevki çıkmaz.” diye bunu bu şekilde izah etti ve yorumladı.
Şimdi siz Nasuh Efendi’nin bu rezaletlere mukabele edip etmediğini sual edersiniz. Kime mukabele etsin? Bir kere Mister James, İstanbul’da böyle şeyler var olmasına katiyen inanmış. Çünkü kendisi filozoftur. Autrans’ın yorumlarını ve izahlarını pek muvafık bulmuş. İkincisi kendisi bir İngiliz’dir. Bir kere inanmış olduğu şeyden bir daha döner mi?
Yalnız Gardiyanski ile Gabrielle ve Nasuh Efendi, müteaacibane[9 - Müteaacibane: Şaşakalma suretiyle. Taaccüb eder şekilde. (e.n.)] kahkahalarla İngilizlerin bu yoldaki gayretini övmüş ve bununla yetinmişlerdi.
Şu resim temaşası bir saat kadar uzayarak sonra yukarıda, kıç üzerinde, soğuğun tesirlerinden etkilenmeye başlayan yolcular birer birer geldiler. Onlar da Ressam Mister James’in resimlerine baktılar. Fakat resimlerden ziyade ortaya ekspozisyon gibi serilmiş olan Şark eşyalarının temaşasıyla meşgul olmuşlardı. Nihayet uyku zamanı gelince herkes birbirine veda ederek kadınların tamamı ve erkeklerin bazısı hususi kabinelere çekildiler. Büyük salonda gecelemek için kalan İngiliz Mister James, Autrans, Remzi, Sena ve Yorgidis ile bir de Nasuh Efendi’den ibaretti. Fakat bunların hepsi birden yataklarına girmedi. Monsieur Autrans masa üzerinde yazıya başlayıp bir saat kadar daha meşgul olduğu gibi, bir saatten sonra o da yatağına girdiği zaman James’i hâlâ bitmiş olan dört parça resimlerden Autrans için kopya edilecek birer nüshayı çoğaltmakla meşgul bıraktı.
Bu gecenin vukuatını tamamlamak için şunu da haber verelim ki:
Yolculardan bir saat sonra yatağına giren Autrans’tan dahi bir saat sonra James işini bitirmiş ve yarım saat kadar da sandıklarını yerleştirmekle meşgul olup bundan yani herkesin uykuya varmasından üç buçuk saat sonra deli İngiliz’in canı biraz da piyano çalmak ve şarkı çağırmak istemiş olduğundan ve filozof olan bir adam ekseriya bu gibi arzularının icrasına hiçbir mâni göremediğinden, hemen piyano başına geçmiş ve öküz gibi böğürmeye başlamıştı. Uykuda olanlar nasıl bir hâle uğradıklarını bilemeyerek yerlerinden fırlamakla beraber, işin aslını anlayınca İngiliz’i zemmedip ayıplamaya giriştilerse de İngiliz dahi kendi hâlinde olan serbest bir adamın zevkine müdahale etmenin nezakete muvafık olmadığını dava ile bunlara karşılık verdi. Nihayet kaptana müracaat olunup da piyanodan edilecek istifade, halkın rızası şartına bağlı olduğuna ve öyle gece yarısı değil a, gündüz bile piyanoyu Mister James kadar fana çalanları menetmeye yolcuların heyet-i umumiyesinin hakkı olduğuna dair nizamname bendini göstermeyince, şerh etmeyince ve açıklamayınca İngiliz’i susturmak mümkün olamadı.
Ama gerçekten susturmak mümkün olamadı. Zira Mister James mücadele esnasında, edilen bir itiraza vereceği cevabı verip bitirdikten sonra müzikayı yine evvelce bıraktığı yerden başlar ve hatta şayet yolculara beğendirebilirim ümidiyle daha ziyade bağırarak çehresiyle, tavrıyla dahi “Şimdi şu hava beğenilmeyecek bir hava mıdır? İnsaf ediniz!” manasını işrap ederdi.

Altıncı Bölüm
Ertesi sabah yataklarından kalkanların, ellerini yüzlerini yıkar yıkamaz bir baş güverteye çıkıp nerede bulunduklarını tahkike girişecekleri, bunun gibi deniz yolculuğunda bulunmuş olanların malumlarıdır. Bu seferde ise yukarıya çıkmak pek de o kadar kolay bir şey değildi. Zira o gece rüzgâr istikametini kuzeydoğuya çevirerek geminin oldukça pupasından geldiği ve binaenaleyh gemi yelken açmış bulunduğu hâlde baş vurmaktan hasıl olan sallantı, denize alışık olmayanları ayakta duramayarak düşürecek mertebedeydi.
Bununla beraber herkes düşe kalka birer kere güverteye başvurduktan ve köpürmüş olan denizin müthiş güzelliğini bir ancık temaşa ettikten sonra yine aşağıya indiklerinden yolcular tamamıyla salonda mevcut idiler. Sabah kahvaltısı geçmemiş ise de yemek yerken geminin sallantısı yolculara bir hayli güçlük göstermiştir. Böyle bir havada Mister James resim yapamamakta idiyse de Autrans yazı yazmakta inat ve ısrar ediyor ve bir Şark seyahatnamesi kaleme almakta bulunduğunu söylüyordu.
Dün geceki tetkiklerimiz üzerine, bizim dikkat edeceğimiz kişiler Madame de Trouville, Cartrisse, Nasuh, Gardiyanski ve Zekâ Bey gibi ilk hâlleri bir derececiğe kadar nazarıdikkatimizi celbetmiş olan adamlar ise de evvela şunu haber verelim ki Madame de Trouville dün akşam Nasuh Efendi’den işitmiş olduğu söz üzerine bugün neşesini ve şuhluğunu kaybetmiş olduğundan sabahtan beri ağzından hemen bir kelime dahi çıkmamıştı ve nihayet geminin sallantısının başına vurduğunu bahane edinerek kabinesine çekilmişti.
Hatta Cartrisse, Nasuh’un De Trouville’e söylediği sözün suret-i vech ve tesirini şöyle kibar bir şekilde Nasuh’tan istizah dahi etmek istemişti:
Cartrisse: “Monsieur Nasuh! Dün akşam sizin Madame de Trouville’e okuduğunuz efsunda ne kuvvet vardı ki bizim o neşeli Madame de Trouville’mizi sihirlenmiş gibi hâle getirdi. Şimdi sizi nerede görse oradan kaçmak ister.”
Nasuh: (Cartrisse’in bu laftan meramının bu Madame de Trouville’in kim olduğunu ve o sözden niçin bu kadar etkilendiğini sormak olduğunu anlamış ise de sözü kısa kesmek istediğinden) “Evet madame! Benim bazı laflarım böyle sihir kadar tesirlidir. Ama onun sırrını size arz edersem sonra bir daha tesiri görülmez.”
Angeline: (ta öte baştan) “Bu sırrı söylememenizi size pek rica ederim mösyö! Zira bu sihriniz sayesinde rahat edebileceğimi ümit etmekteyim.”
Zekâ Bey ise genç Sena ile bir yeni arkadaşlık akdi ve bu sayede Mademoiselle Gabrielle’e dahi çatmak gayretinde olup bu işte Remzi Efendi kendisine yardaklık eder, fakat Gabrielle’i Yorgidis meşgul etmekte bulunduğu cihetle henüz bahsi geçenin gıyabında ve fakat bilvücuh medhüsenasında olmak üzere Sena ile söz söyleşirdi.
Derdini dökecek adam arayan biçare Madame Syrienne dahi Dizier ailesi halkıyla ve bunlardan bilhassa kocakarı bağdaşıp vefat etmiş kocasının mehamidini[10 - Mehamid: Şükür ve hamtler. Medihler. Sebeb-i şükür ve hamd olan hasletler. (e.n.)] hikâye ettiği görüldükten sonra öte tarafta Kaliksberg ile Cartrisse ve Gardiyanski ve Nasuh kalır ki biz ancak bunların açtıkları sözden mütelezziz olacağımız cihetle onlar tarafına kulak vermeliyiz. Söz İstanbul’un bazı yeni gelişmeleri hakkında olup Cartrisse şu suretle fikrini beyan ederdi:
Cartrisse: “İstanbul’da gördüğüm yeni gelişmeler, şaşkınlık ve hayret nazarlarıma sebep oldu. Ben zannederdim ki İstanbul’da hâlâ değirmen taşı kadar sarıklı ve belleri yatağanlı ve piştovlu adamlar göreceğim. Hâlbuki bilakis İstanbul’da âdeta Avrupa gibi giyinmiş adamlar ve özellikle de gençler gördüm.”
Kaliksberg: “Size İstanbul hakkında ilk fikrinizi kim verdi?”
Cartrisse: (bu sualin biraz aykırıdan gelmesine canı sıkılarak) “Acayip! İnsana kim ilk fikri verir? Şundan bundan aldığı malumat üzerine fikir dahi kendiliğiyle hasıl olur.”
Nasuh: (sözü Kaliksberg’in ağzından kaparak) “Madame, Herr Kaliksberg size sual etmek istedi ki İstanbul hakkında almış olduğunuz ilk malumatı bir kitaptan ve seyahatnameden mi aldınız? Yoksa birisi o malumatı size şifahen mi verdi?”
Cartrisse: “Bu sualin hikmetini de anlayamadım.”
Nasuh: “İstanbul’u ilk hayal ettiğiniz surette bulamamış olduğunuzu beyan ettiğinizden bizim için bunun hikmetini anlamak üzere o ilk hayalinizin kaynağını ve vasıl yerini anlamak lazım geldi de onun için bu sual varit oldu.”
Kaliksberg: “Evet madame! Emelimiz böyleydi.”
Cartrisse: “Evet! Aldığım malumat-ı musavver, bir İstanbul seyahatnamesinden alınmıştır. Hatta ‘Parmakkapı’ diye bir yerin resmini yapıp orada ağaçlara ve dükkân saçaklarına yirmi kadar da adam asmıştı.”
Gardiyanski: (hafif bir tebessümle) “Siz de buna hemen inandınız öyle mi?”
Cartrisse: “Umumun nazarlarına arz olunan bir esere nasıl inanılmaz?”
Nasuh: “O seyahatname hangi tarihte yazılmıştı. Hatırınızda mıdır?”
Cartrisse: “Başka bir şey olsaydı pek de hatırımda kalmazdı ama Kırım Muharebesi esnasında yazılmış olduğu için hatırımda kalmıştır.”
Nasuh: “Öyle ise size bu kadarcık ters ve yanlış malumat vermiş olmasına hayret etmeyiniz efendim. Zira bugün yazılan şeylerde bile bu kadar gariplikler vardır.”
Cartrisse: (bu söze inanmadığını ima eder bir tavırla) “Amma yaptınız ha! Monsieur Nasuh! Bunda biraz mübalağa ediyorsunuz.”
Nasuh: (gayet ciddi bir tavırla) “Mübalağa denilen şey yalana çok yakın olur madame! Ben ise yalana asla yanaşmam. Ben size ‘bugün yazılan’ demedim mi? İşte size bugün yazılan bir eser takdim edeceğim.” diye yerinden kalktı. Doğruca Mister James’in yanına gidip yapmış olduğu resimleri Madame Cartrisse’in beğenisine sunacağını arz edeceğinden bahisle aldı, getirdi ve “Siz şimdi şunları temaşa ededurunuz.” diye onları Madame Cartrisse’e terk ederek Monsieur Autrans’ın yanına varıp o sıralarda yazmakta olduğu seyahatnameyi dahi alarak geldi.
Nasuh: “Resimleri temaşa ettiniz ya? Şimdi de şu yazıyı okumama müsaade buyurunuz.”
Cartrisse ve Kaliksberg: “Bunları temaşa ettikten sonra bahiste hak kazandığınızı teslim ettik Monsieur Nasuh!”
Nasuh: “Hayır efendim! Israrla rica ederim ki şu yazıyı okumama müsaade buyurunuz.”
Cartrisse: “Zaten bize eğlence lazım değil mi? Okuyunuz da dinleyelim.”
Nasuh: (Birçok girişi hem de pek güzel zevzekçe yazılmış olan girişleri geçtikten sonra şu suretle okumaya başladı.) “İstanbul Şark milletlerinin bir ekspozisyonu olup orada Şark milletlerinden her nevi adam bulunur ve her lisan konuşulur.”
Cartrisse: “Bu yalan değildir zannederim.”
Nasuh: “Sabrediniz. (okur) Vakıa bu keyfiyeti şöyle haber vermek okuyanlara hoş görünür ise de İstanbul’da bulunanlar için hoş değildir. Çünkü bir dükkâna girip de mesela ekmek alacak olsanız ekmeğin on on beş lisanda adını söylemeye mecbursunuz. Zira ekmekçi hangi milletten ise kendisine o milletin lisanını söylemenizi ister.”
Cartrisse: “İşte bu mübalağa zira…”
Kaliksberg: “Yalan bile!”
Nasuh: “Sabrediniz efendim! Gözüme bir şey daha ilişti. (okur) İstanbul’da Türkler hiç hatır gönül bilmezler. Yolda insanın üzerine o kadar bağırırlar ki başka memlekette olsa düelloya davet edilirlerdi. Lakin onlara hiç ses çıkaramazsınız. Zira henüz barbar olduklarından sizi derhâl vurup öldürebilmeleri ihtimal dâhilindedir.”
Gardiyanski: “O! Bu herifin kalemi şiddet ve süratini gittikçe arttırıyor.”
Nasuh: “Hele şurasını dinleyiniz. (okur) Türkler o kadar barbardırlar ki hâlâ Ayasofya Camii’nin eski kapılarının üzerinde Hristiyanlık işaretleri olduğu hâlde dokunmayarak her zaman ibadethaneye girdikçe bahsi geçen işaretlere hakaret nazarlarıyla bakarlar.”
Cartrisse: “Elverir Monsieur Nasuh! Demek oluyor ki muharrir efendinin fikrine göre eğer Türkler Ayasofya mabedini yerle yeksan etmiş olsaydılar o zaman medeni addolunacaklardı. Gerek resimlerini ve gerekse tasvir ve işar[11 - İşar: Yazı ile haber vermek. Anlatmak, bildirmek. (e.n.)] şeklini pek beğendik! Ressam ve muharrire tarafımızdan teşekkürler ediniz!”
Nasuh kâğıtları sahiplerine iade etmeye gittiği zaman Cartrisse ile Gardiyanski ve Kaliksberg arasında şu sözler teati olundu:
Cartrisse: “İşte bizim Avrupalıların Türkiye’yi layıkıyla tanıyamamaları bu zevzek muharrirlerin bu gibi hezeyannamelerinin suçudur. Monsieur Nasuh doğrusu ya hak kazandı.”
Gardiyanski: “Ya herifler ne yapsınlar efendim? Bu gibi uydurma şeyler ile okuyuculardan beş on para dolandırmazlar ise ne ile yaşasınlar?”
Kaliksberg: “Bir milletin gerçek hâlinin, ecnebiler nazarında meçhul kalması bazı ince politikalar münasebetiyle kârlı bir şeydir!”
Nasuh: (dönüşünde) “Elhamdülillah daha beni ilk tanımaya başladığınız esnada mübalağacı bir adam olmak üzere tanımadınız madame!”
Cartrisse: “Bundan sonrası için de ihtiyatlı bulunmak lüzumunu hissettim.”
Nasuh: “Bu bana ait bir şey değildir. Şimdi söyleyecek şu sözüm kaldı: Siz İstanbul’un yeni gelişmelerinden olmak üzere Avrupakari giyinmiş birçok adam bulunduğunu beyan ettiniz. İstanbul’un gelişmişliğine dair gördüğünüz misal yalnız bundan ibaret midir madame?”
Cartrisse: “Bu gelişme az gelişme midir? Bir millete eski kıyafetini terk ettirmekten güç bir şey mi olur?”
Nasuh: “Bendenize kalır ise ondan daha kolay hiçbir şey olamaz. Büyük Petro gibi bir adam olur da bir günde kıyafet değişikliğini emreder ve emrini icra ettirebilir. Yahut bu yolda cahilce heves eden birinin koca bir halka yol göstermesi dahi mümkündür. Fakat size şunu sorarım ki şimdi Paris halkına bir aba, potur, cepken filan giydirsek, başlarına dahi kocaman birer fes veyahut sarık koysak Parisliler barbar olurlar mı?”
Cartrisse: “Yok!”
Nasuh: “Öyle ise teslim ediniz ki gelişmelerde, gerilemelerde, medeniyette, bedeviyette elbise ve kıyafetin hiçbir dahli yoktur. İstanbul’un gelişmesine dair başka deliliniz var ise onu görelim.”
Cartrisse: “Ey, sanki siz İstanbul’da hiç gelişme yoktur davasında mı bulunacaksınız?”
Nasuh: “Ben istediğim ciheti tutabilirim.”
Kaliksberg: “Yani avukatlıkta, bahis ve sözle mücadelede olan maharetinize itimadınız vardır demek.”
Nasuh: “Hayır efendim! Öyle bir benlik davasında da değilim. Bu mesele iki cihete münkasim olur. Bir ciheti Türklerin eski medeniyetlerinden pek çok şeyi kaybetmiş olmalarıdır. Diğer ciheti ise yeniden bazı şeyler kazanmış bulunmalarıdır. İşte ben dahi edeceğim bahsi bu iki cihete bina ederek idare ederim.”
Cartrisse: “Ey, Türklerin kaybettikleriyle, kazançlarını düşünür iseniz hangisini fazla bulursunuz?”
Nasuh: “Elbette kazançlarını.”
Cartrisse: “İşte ben de bu görüşteyim. Eğer benden bir delil isterler ise ben de sizi gösteririm. Derim ki işte Türkler hiçbir şey kazanmamışlar ise bir Nasuh kazanmışlardır ki bu kazançları her kayıplarından fazladır.”
Nasuh: “Bu derece teveccühünüze mazhar olmakta bulunduğuma teşekkür etmeye borçlu isem de teveccühünüze bu kadar tez mazhar olmuş bulunduğumu da tehlikeli görmekteyim.”
Gardiyanski: “Bu ne için ya? Ben size bir büyük muhabbet peyda etmekte olduğumdan sizi muhabbetin husul süratine tehlike manası verir görünce şaşmamak elimden gelmez.”
Nasuh: “Vakıa gülünç bir hikmet-füruşluk[12 - Hikmet-füruş: Hikmet bildiğini iddia eden, hikmet satan. (e.n.)] etmiş olacak isem de artık söz dudaklarıma kadar gelmiş olduğundan esirgemeyip söyleyeceğim: Efendim bir matematik kuralı vardır ki ekser hesaba muvafık gelir. O da çok kemiyyetin meydana gelmesinin çok zamana bağlı olmasıdır. Kemiyyet-i külliyeyi az zamanda husule getirmeye çalışır iseniz neticesiz kalırsınız.
Meşe ağacı kırk yılda husule gelmez. Fakat beş yüz yıl payidar olur. Çam ağacı beş on senede husule gelip yine o kadar az bir müddet zarfında mahvolur. Makine fennince, küçük bir kuvvetle en büyük ağırlıkları çekmek mümkündür. Fakat gayet aheste olur ise… Ve illa mümkün değildir.”
Cartrisse: “Bu hikmetinizi bana beğendiremediniz Monsieur Nasuh.”
Gardiyanski: “Bana da hiç!”
Kaliksberg: “Bazı kuvvetler dahi olanca şiddetini bir anda gösteremez mi? Mesela barut gibi!”
Cartrisse: “Sadova Muharebesi galibi olan bir Prusyalının bulduğu misal pek şairanedir! Siz isterseniz pek şairane sözler de söyleyebilirsiniz Monsieur Kaliksberg!”
Kaliksberg: “Hayhay!”
Prusyalının şu cevabına biraz gülüştükten sonra:
Cartrisse: “Hasılı Monsieur Nasuh siz garip bir adamsınız! Hele dostluğunuzun pek güç kazanılabileceğine üzülürüm.”
Nasuh: “Ben sizi üzdüğüme pek çok üzülürüm madame. Fakat acizane şunu da arz ederim ki ben sizin gibi muhterem zatların muhabbetini bir günde kazanıp da üç gün sonra kaybedeceğime, bir uzun müddet zarfında kazanarak sonra hiç kaybetmemeyi daha ziyade kârlı bulmaktayım.”
Gardiyanski: (Nasuh’un omuzlarını okşayarak) “Öyle ise sizin muhabbetinizi kazanabilmek için göreceğimiz zorluklar boşa çıkmayacaktır Monsieur Nasuh! Teşekkür ederim! Hem ben dostluğunuzu kazanabilmek için elden geleni esirgemeyeceğimi de vadederim.”
Bu aralık Herr Kaliksberg yerinden kalkarak ve iki elinin başparmaklarını yeleğinin koltuklarına takıp aynaya karşı gerinerek birkaç kere kırıtıp ve eğilip büküldükten sonra yavaş yavaş yürüyerek salonun kapısına doğru vardı ve yolculuk esnasında geminin bir sallantısı münasebetiyle sendeleyerek Dizier ailesinden kocakarının kucağına düşüp kadını haykırttı ve âlemi güldürdü ise de kendisi hiç vazife edinmeyip kapıdan çıktı, gitti.

Yedinci Bölüm
Kaliksberg’in defolması, Cartrisse’in sırtından bir büyük yük kalkmış kadar hiss-i tesir göstermiş olduğu cihetle ondan sonra kadının zaten sertlik içinde bir letafet-i kibarane tasvir eden çehresi biraz daha handan olmuştu. Ancak henüz yeni bir bahis açılmamış olduğu ve aradan beş on dakika kadar zaman sessizlikle geçtiği cihetle bu defa Monsieur Gardiyanski bir bahse başlangıç olmak üzere şöyle bir söz söyledi:
Gardiyanski: “Dün akşam kıç üzerinde gördüğünüz madame ile oldukça laubalice görüşmekteydiniz. Galiba sohbetiniz kuvvetlice olmalıdır.”
Cartrisse: “Oo! Pek kuvvetli! Âdeta evladım gibi severim.”
Nasuh: “Catherine ismiyle hitap ettiğiniz madama, ‘evladım’ demenizi ben âdeta protesto ederim madame! Ancak kız kardeş olabilirsiniz.”
Cartrisse: “Aramızda hasıl olacak muhabbet, sadece dalkavuklukla mı hasıl olacak Monsieur Nasuh?”
Nasuh: “Estağfurullah… Sözüm ciddidir.”
Gardiyanski: “Ben de o fikirdeyim!
Cartrisse: “Ben kırk yaşına varıyorum efendiler! Catherine henüz yirmisine girmemiştir. Vaktiyle bir kızım olsaydı şimdi!.. Ah!.. Onun kadar olurdu.”
Kadının burada ah etmesi gerek Gardiyanski’nin ve gerek Nasuh’un nazarıdikkatlerini açtı ise de bu ah, derdimi sorsunlar da hikâye edeyim tasavvuruyla çekilen ahlardan olmadığı, Cartrisse’de buna dair başka bir emare görülememesiyle anlaşıldığından erkeklerin ikisi de bu noktada büyük bir meraka tabi olmadılar. Bunun üzerine Gardiyanski konuşmalarına hemen hiçbir fasıla vermeksizin:
Gardiyanski: “Bu lafınızı gerçek olmak üzere telakki ederiz. Ancak kırk yaşına yaklaşan bir kadına ihtiyar nazarıyla bakmaya da hiçbir mecburiyetimiz yoktur.”
Nasuh: “Bu sözünüz doğrudur Monsieur Gardiyanski! Ben ise şöyle bir muvazene daha yapmaktayım: Kırk yaşına yaklaşan bir kadının yirmi yaşına varan diğer bir kadına kızım demektense kız kardeşim demesi daha uygundur. Zira böyle bir çift ana ile kız nispeten az bulunur. Şu kadar farklı iki kız kardeş ise elbette o kadar nadir değildir. Ama hesabımı Avrupa kadınlarına kıyasla yapıyorum. Yoksa İstanbul’da on üç yaşında kocaya varmış olan bir kız, otuz yaşına varmadan torununu görmeye dahi muvaffak olabilir.”
Gardiyanski: “Her ne ise!.. Madame Cartrisse bize Catherine’in hâlini anlatacaktı. Araya söz karıştırdık.”
Cartrisse: “Evet. Anlatacağım hâli şu ki pek nazik bir kadındır.”
Nasuh: “Başka kadınlar huzurunda olsam söylemeye cesaret edemez idiysem de sizin serbestliğinize güvenerek cesaret alabilirim ki madame, dostunuz Catherine, nazik olduğundan ziyade güzeldir de!..”
Cartrisse: “Vakıa kadın kısmı kendi yanında başka kadınlara güzel denilmesini istemez ise de benim o kadınlardan olmadığımı anlamış olmanıza teşekkürler ederim. Evet! Catherine nazik olmaktan ziyade güzellik ile vasfedilecek bir hanımdır. Servet ve malı da hüsnü ve nezaketi nispetinde.”
Gardiyanski: “Demek oluyor ki büyük bir ailedendir.”
Cartrisse: “Hayır.”
Gardiyanski: “Ya öyle ise bu kadar servet…”
Nasuh: “Belki ailesi büyük bir aile olmadığı hâlde pek zengin bir ailedir. Zira benim nazarımda büyüklük başka bir şeydir, zenginlik de başka.”
Cartrisse: (Nasuh’un bu sözünü pek ziyade dikkat ve ehemmiyetle dinleyerek) “Acayip!”
Nasuh: “Evet! Büyüklük servetten ibaret değildir. Yalnız servet dahi büyüklükten sayılmaz. Belki bu hikmetim dahi kabule değer değildir. Ama ne yapayım benim fikrim bundan ibarettir. Hem de kendim fakir fakat büyük aileden olduğum için böyle söylemiyorum. Ben ne büyük ailedenim ne de zengin. Mücerret inancımı size haber veriyorum.”
Cartrisse: “Bu inancınız bence pek makbuldür. Fakat zavallı Catherine’in ne büyük ne de fakir hiç ailesi yoktur.”
Gardiyanski: “Ya öyle ise bu serveti nerede bulmuş?”
Cartrisse: (tebessümle) “Bu suali soracağınızı beklerdim Monsieur Gardiyanski!.. İnsanlar ne acayiptirler! Her şeyin mevridinden ziyade servetin mevridini ne kadar ehemmiyetle sual ederler! Hem yemin etsem başım ağrımaz ki şu anda sizin fikriniz biçare Catherine aleyhinde kötü hüküm vermiştir.”
Gardiyanski: “Uyarınız pek nazikane ise de madame, ağzımdan gayriihtiyari çıkmış olan bu söz üzerine olduğunu bildiğim cihetle ben kendimi mazur görürüm. Zira kendimi, siz henüz tanımaz iseniz de ben pek iyi tanırım ki servetin mervidini tam bir ehemmiyetle merak edenlerden olmadığım gibi pek kısa sürede servete nail olmuş bir genç ve güzel kadının aleyhine derhâl kötü hüküm verecek kadar çiğ adamlardan da değilim.”
Cartrisse: “Öyle ise sözümü geri aldım.”
Nasuh: “Öyle ise madame, ahvalini birtakım garabet içinde gizlediğiniz şu madame mı mademoiselle mi ne ise Catherine hakkında lütfen izahat veriniz de âlemi merakta bırakmayınız.”
Cartrisse: “Bu o kadar merak edilecek bir şey değildir. Veledizina dairesine bir çocuk bırakılır. Alameti sol taraf böğür kemiğine çizilmiş bir istavrozdan ibaret olur. Kundağı arasında çıkan bir kâğıt üzerinde dahi kıza Catherine ismi verilir. Sonra kız büyür. On beş yaşına varır. Bir gün bir mektup daha gelip kızın namına filanca bankaya beş yüz bin frank bırakıldığını müjdeler. İşte bu suretle bir kız yirmi yaşında iken değil hatta on beş yaşında iken bile Karun kadar servet sahibi olabilir. Bunda şaşılacak ne var?”
Nasuh: (Cartrisse’in söylediği bu söze güya öteden beri vâkıf imiş de şimdi kadını daha deşip söyletmek istiyormuş gibi bir tavır ile) “Amma yaptınız ha! Siz gittikçe o kadar garip katmerler açıyorsunuz ki!”
Gardiyanski: “Vallahi öyle! Bu kızı oraya getiren kim? Parayı gönderen kim?”
Cartrisse: “Eğer bunlar bilinecek bir şey olsaydı bilinirdi. Bir şey ki bilinecek şeylerden olmaz. Onu bilmeyi de o kadar merak etmemelidir.”
Gardiyanski: “Nasıl etmemelidir a madame!
Cartrisse: “Pekâlâ! Haydi bakalım merak ediniz! Ne öğrenirsiniz? Merakınız pek boşuna olur.”
Nasuh: “Şimdi bu Catherine’in dâr-ı dünyada hiçbir kimsesi yok ha?”
Gardiyanski: “Kendisiyle izdivaç?..”
Cartrisse: “O! O pek çok! Catherine’in aşkıyla çıldırmak derecesini bulanları mı istersiniz? Canına kastedeceğini kendisine yazanları mı? Fakat bunların cümlesinin Catherine’e değil; sadece parasına âşık olduklarını Catherine yakinen bilirdi.”
Nasuh: “İyi ama kendisi de aşkıyla çıldırmaya, âşıkların hak kazanacakları kadar güzeldir.”
Cartrisse: “Yoksa sizde de yavaş yavaş âteş-i aşk iltihap mı edecek?”
Nasuh: “Bunu merak etmeyiniz efendim. Nasuh bendeniz öyle barut gibi pek kolay ateş alır adamlardan değildir.”
Söz bu neticeye erişince öte tarafta Zekâ Bey ile Sena Bey arasında meydana gelen konuşmanın şiddeti herkesi işinden alıkoyup o tarafa yönelmeye mecbur edecek dereceye varmakla, sohbetlerini dinlemekte olduğumuz üç zat dahi sözlerini keserek o tarafa nazarıdikkatlerini vermeye mecbur oldular. Meğer mesele ikisinin de önceden gördüğü, bu konuda birbiriyle rekabet eden ve Mademoiselle Gabrielle’in geçen kış “Mardi Gras” denilen yortu gecesinde tozpembe veyahut koyu kırmızı fistan giymiş olması bahsinden ibaret olup Zekâ Bey kadının tozpembe ve Sena Bey ise koyu kırmızı giymiş olduğunda ısrar ederlermiş. Cartrisse bir latife olmak üzere bu davayı sonlandırmaya muktedir olup olamayacağını Nasuh’tan sual etti. Nasuh “Sanki buna muvaffak olamaz mıyım zannediyorsunuz?” diye yerinden kalkıp genç beylerin yanına giderek “Beyler müsaade buyurur iseniz ben sizin ikinizin de hakkını meydana çıkarayım. O gece Mademoiselle Gabrielle’i ben de gördüm. Pembe fistan giymişti. Fakat Sena Bey’in gözlükleri koyu renkli olduğu cihetle pembeyi koyu kırmızı görmüş olduğuna şüphe yoktur.” dedi. Gerçekten Sena Bey’in o gece boynuna takmış olduğu gözlük hâlâ boynunda olup rengi dahi koyu maî olduğundan iki taraf da bu hükme razı oldular. Cartrisse ise Nasuh’un bu derece zekâsına hayran kaldı.
O gün akşama kadar nazarıdikkatleri çekebilecek başka bir hâl görülmedi. Çünkü Catherine tarafından edilen davet üzerine Cartrisse birinci mevkiye gidip Nasuh ise yatağına girmiş ve bir kitap alıp okumaya başlamış ve James hayallerini resim ve Autrans seyahatname yazmakla meşgul oldukları gibi Madame Syrienne ise henüz derdini kocakarıya anlatıp bitirememişti ve Zekâ ve Sena Beyler kumpanyası ise Mademoiselle Gabrielle’in Mardi Gras Yortusu’nda giydiği fistanın tozpembe olduğuna dair diğer delilleri ve muhtıraları tedarik etmekte bulunmuşlardı.
Şira açıklarının büyüdükçe büyümekte olan dalgaları gemiyi gerçekten sallandırmaya başlamış ve binaenaleyh denize alışık olmayan yolcuları gereği gibi hasta etmiş olduğundan o akşam sofrada ikinci kaptan ile Nasuh’tan ve bir de James ve Autrans’tan başka kimse bulunamamıştı.
Bir yandan yelken ve diğer taraftan makine kuvvetiyle saatte on milden on dört ve yerine göre on altı mile kadar mesafe kateden vapur, ertesi sabah erkenden Yunan adalarını bitirip Venedik Körfezi hizasına gelmiş ve binaenaleyh rüzgârı arkasına alıp adalar ise pupadan gelen dalgaların hızını kırmakta bulunmuş olduğundan yolcular birazcık sallantıyı dahi göze kestirerek etrafı görmek için güverteye çıkabilmişlerdi. Orada iki günden beri aralarındaki arkadaşlığı gittikçe kuvvetlendirmekte bulunan fırka fırka dostlar selamlaştıkları ve birkaçar kelime teati ettikleri gibi Cartrisse ile Nasuh arasında da şu kelimeler teati olunmuştu:
Cartrisse: “Bonjur! Monsieur Nasuh!”
Nasuh: “Bonjur madame! Havamız pek de fena değil. Çünkü yolumuza yardım ediyor.”
Cartrisse: “Lakin bu gece de fena sallanmadık.”
Nasuh: “Rahatsız oldunuz mu?”
Cartrisse: “Biraz.”
Nasuh: “Ama gemide olduğumuz da ne ile bilinecek ya? Tabiatın böyle kuvvetli pençesi altında bulunmak dahi zevktir.”
Cartrisse: “Haklısınız ama dostum ben tabiatın pençesinde olan kuvveti kendi üzerimde tecrübe etmek istemem. Onu hem edip hem filozof olanların kaleminden çıkmış olan eserlerde görürsem lezzetini hem de rahat rahat alırım.”
Nasuh: “Bu da güzel ama lezzetini kendiniz almış olmazsınız, başkasının aldığı lezzeti temaşa etmiş olursunuz. Siz gayet sevdiğiniz bir dost ile arkadaşlıkta ve söyleşmede bulunarak lezzetinden bayılmaktasınız. Ben de sizi temaşa ediyorum. Vakıa sizi temaşa etmek lezzetsiz değildir. Lakin sizin aldığınız lezzetin tamamından ben de zevk alamam.”
Cartrisse: “Misali pek serbestçe tuttunuz. Bu misali başka bir kadının huzurunda tasvir etmiş olsaydınız, kendisini bayıltacak olan lezzet üzerine size pek şen tebessümler ile mukabele ederdi!..”
Nasuh: “Hata mı ettik? Öyle ise meseleyi değiştireyim. Mesela bir seyahati siz etmişsiniz. Ben de seyahatnamenizi okumaktayım. Seyahatin lezzetini sizin bilfiil almış olduğunuz kadar ben de seyahatnamenizden alabilir miyim?”
Cartrisse: “Deminki misaliniz ne kadar gönül alıcı idiyse bu da o kadar akıllıca ve şairanedir. Her meselede bir büyük iktidar, bir büyük vukuf gösteriyorsunuz Monsieur Nasuh! Acaba siz bu bahisleri hep birer birer üstattan mı öğrendiniz? Buna imkân veremem. Zira bu kadar farklı, ince ve haklı fikirler bir ömür müddeti içinde tahsil edilemez.”
Nasuh: “Demek oluyor ki efendim bu bahiste kazandığım hak bana olan teveccühünüzü bir kat daha arttırdı. Bu gibi küçük küçük şeylerin muallimden tahsil edilecek ne ehemmiyetleri olabilir? Bunlar o hakikatlerin müfredatından değil midir ki apaçık ortada olmaları hasebiyle herkes onları görüp durur?”
Cartrisse: “Herkes demeyiniz! O hakikatleri insanların yüzde biri kendi kendisine görür. Yüzde kırk dokuz kadarı dahi birisi kendisine gösterir ise görebilir. Hele yüzde ellisi kendi kendisine göremedikten başka birisi gösterse bile göremez, bir türlü zihin sardırmaz. Neyse! Bu sabah Monsieur Gardiyanski’yi göremedik.”
Nasuh: “Belki henüz yatağındadır.”
Cartrisse: (tebessümle) “Yani o cesur Lehlinin kadınlar kadar da cesareti olmadığından hâlâ yatağından çıkamadığını anlatmak ve Gardiyanski’yi bu suretle zımnen çekiştirmek mi istiyorsunuz?”
Nasuh: “Estağfurullah efendim! Ben her ne kadar cehaletiyle itizar eder bir adam isem de bir kimseyi gerek zımnen gerek ulu orta yerde çekiştirmek ilminde büyük cehaletimi kendime şeref addederim. Özellikle de Gardiyanski gibi bir adam!”
Cartrisse: (merakla) “Gardiyanski hakkındaki fikriniz nedir Monsieur Nasuh?”
Nasuh: “O pek açık bir şeydir. Herkesin bu konuda fikri ne olabilir ise benim de fikrim ondan başka bir şey değildir.”
Cartrisse: “Yani?”
Nasuh: “Yani Gardiyanski ne ihtiyardır ne de genç. Fakat tecrübesi, aklı pek pirane ve muamelesi ise pek civanane, serbest, doğru sözlü, açık yürekli bir adamdır. Böyle adamların dışı ile içi bir olur. Görünüşünde iyilikten başka bir şey görülmediği gibi, içinde de görülmez.”
Cartrisse: “Riya ediyorsunuz efendim! Ben ise bilakis Gardiyanski’yi pek tehlikeli bir adam görüyorum. Onun yüreği kırkambar olmalıdır.”
Nasuh: “Eğer riyakârlığı bana layık ve münasip görüyor iseniz şimdi riyayı asıl şu sözünüz üzerine etmem, yani sözlerimi sizin fikrinize tatbik eylemem lazım gelirdi. Hâlbuki işte teveccühüne mazhar olmakta bulunduğum sizin gibi bir madame’ın şu fikrine itiraz etmeye cesaretle derim ki Gardiyanski hakkında pek büyük bir iftirada bulunuyorsunuz. Benim o adam hakkında fikir ve düşüncem sizin bu iftiranıza tamamıyla muhaliftir.
Cartrisse: “Öyle ama ben sizin fikrinizde çelişki gördüm. Dün siz demediniz mi ki bir adam ile öyle çarçabuk dost olamazsınız. Hâlbuki Gardiyanski hakkında…”
Nasuh: “Hayır efendim! Çelişmedim. Fikirce, lisanca, fiil ve hareketçe çelişkiyi, benim gibi tabiatına uygun hislerinden başka hiçbir fikir, emel ve düşünceye tatbik-i hareket etmeyen adamlarda bulamazsınız. Onu, hiss-i derunu başka ve müptela olduğu şeytanlık cihetiyle bin türlü gayrimeşru emele sapmasından dolayı düşüncesi ve hareketi de başka olan adamlarda bulursunuz. Ben dün size demedim ki bir adamı ancak uzun müddet içinde tanıyabilirim! Ve bugün de size demiyorum ki ben Gardiyanski’nin dostu oldum!”
Cartrisse: “Sizinle edilen sohbete doyulmaz Monsieur Nasuh! Fakat rüzgâr ve sallantı ziyade. Sizi terk etmeme müsaade buyurunuz, bonjur!”
Nasuh: “Her sözünüz ile bahtiyarlığımı arttırmaktasınız madame! Bonjur!”

Sekizinci Bölüm
Cartrisse’in vedası üzerine Nasuh, kadının kendi kabinesine inip yatağına gireceğini zannetmiş idiyse de Cartrisse aşağıya inmeyip bilakis birinci kamaraya doğru ilerledi. Bugün nazarıdikkatimizi Cartrisse ile beraber birinci kamaraya sevk edecek isek de ondan evvel şunu haber verelim ki öte tarafta mahut Madame de Trouville ve yine mahut tabirine layık göreceğiniz Zekâ Bey ile serbest serbest aşüftelik etmek için yalnız Nasuh’u mâni görmekte bulunduğunu Nasuh anlamış olduğundan bunları da biraz rahat bırakmak üzere bile bile aşağıya inmiştir.
Ama şimdi siz sual edersiniz ki Madame de Trouville’in Nasuh’tan çekinmesi ne idi?..
Biz bu sualinize şimdilik hiçbir ikna edici cevap veremeyiz. Nasuh’un De Trouville’e yalnız, “Bu hâller, bir marquise valideye bile yakışmaz. Nerede kaldı ki bir Madame de Trouville’e! Hatta bizim marquise valide asla böyle şeyler yapmazdı. Artık Madame de Trouville’e caiz midir ki!..” demiş olduğunu siz de işittiniz, biz de. Demek oluyor ki De Trouville’in yalnız bu efsunun kuvvetinden çekincesi vardı.
Nasuh salona indiğinde Monsieur Gardiyanski’yi görüp selamlaştı. Yukarıda Cartrisse ile olan konuşmalarının özetini arz etti. Gardiyanski Cartrisse’in kendi hakkında Nasuh’tan fikir sormasına pek memnun oldu. Zira bugün böyle bir mevkide şu hâl, Cartrisse’in, Monsieur Gardiyanski’yi mülahazaya ve tetkike değer bir adam olarak telakki etmiş bulunmasına delalet ederdi.
Sonra bu iki yol arkadaşı oturup konuşmaya başladılar. Sözü en evvel Cartrisse’in övgülerinden açıp sonra Fransız ahlak, davranış ve âdetlerine intikal ettirerek nihayet Fransızlar içinde Cartrisse hâl ve tavrında kadınlar pek nadir olacağına kadar varıp orada karar kıldılar. Biz şimdi nazarlarımızı birinci kamaraya çevirelim:
Henüz vakit sabah olup vakıa Catherine yatağından çıkmış idiyse de daha tuvaletini yapmayıp ve elbisesini giymeyip sütlü kahvesini kabinesine istemekle, orada yemeğini yemekte bulunmuştu. Cartrisse’i görünce tavrında o kadar büyük bir memnuniyet alameti ile karşıladı ki görseniz Cartrisse’in davası üzerine, Catherine kendisinin kızı idi zannederek kız kardeşi olmak hususunda Gardiyanski ile Nasuh’un inatlarının yersiz olduğuna hükmederdiniz.
Bunlar birbiriyle öpüşerek:
Cartrisse: “Bonjur benim mini mini afetim.”
Catherine: “Bonjur azizim Cartrisse! Vallahi geldiğine pek isabet ettin. Senin huzurunla içtiğim kahvede başka lezzetler bulacağıma sen de eminsin zannederim. Sana da bir kahve ısmarlayım mı?”
Cartrisse: “Teşekkür ederim. Ben kahvemi içtim. Yalnız seni sıhhatte, şevkte, şetarette görmek lezzeti bana kâfidir.”
Catherine: “Nasıl? Havamız pek fena değildir ya? Gemi o kadar sallanmıyor.”
Cartrisse: “Rüzgâr pupadandır. Gemiciler böyle havadan korkmazlar. Yelkenler fora! Yukarıya çıksan pek hoşlanırsın. Gemi donanmış bir gelin gibi. Hem de gerçekten bir gelin. Kar gibi beyaz elbisesinin eteklerini güzel ellerinin incecik parmaklarıyla çimdikleyerek nazla, istiğna ile raks eden gelin gibi.”
Catherine: “Şairsin be Cartrisse’ciğim. Şairliği hiç elden bırakmazsın.”
Cartrisse: “Bunda şairlik yok! Hakikat bundan ibarettir. Hem öyle bir tesadüf içinde seyahat ediyoruz ki insan hiç şair olmasa Victor Hugo kesilecek!”
Catherine: “Neden?”
Cartrisse: “Neden olacak? İkinci mevkide birkaç arkadaşım vardır ki Şark ve Garp’ın edebî eserlerini hafıza kütüphanelerine doldurmuşlar, hepsini toplamışlar.”
Catherine: “Sen tevekkeli vapurlarda, trenlerde hep ikinci mevkileri tercih etmezsin.”
Cartrisse: “Ben işimi bilirim kuzum. Birinci mevkiye gireyim de dünyasına geldiği için pişman olan İngiliz lordlarının mermer gibi suratlarına mı bakıp kalayım? Mermerden masnu[13 - Masnu: Sanatla yapılan, yapılmış. Yapma, yapmacık. (e.n.)] statülerde, mütebessim çehreler görülür, İngilizlerde görülmez. Bir sen varsın değil mi? Seni de gelip görebilmek elimdedir.”
Ama ikinci mevkiler, hiçbir vakitte kafa dengi adamlardan hali değildir. Orada ne servetine mağrur kibirliler bulunur ne de en sefil insanlar ki nazarımda adi hayvanlar takımındandırlar. Orada bazen orta hâlli ve fazilet cihetiyle birinci mertebede bulunanlar vardır. Zira defalarca tecrübe ettim ki fazilet cihetiyle birinciliği haiz olanlar ekseriya servet cihetiyle ikincilikte bile bulunamazlar.”
Catherine: “Zannederim ki beraber bulunduğun arkadaşlar yalnız şair değildirler. Hem şair hem de filozofturlar. Şairane fikirlerinle beraber, felsefi düşüncene dahi genişlik vermişler ki şairlikle filozofluğu meze ederek bahsediyorsun.”
Cartrisse: “Vakıa hata ediyorum. Dünyada seni şiir ve felsefe dahi eğlendiremez.”
Catherine: “Öyle evham ve zanlardan ne lezzet alabilirim?”
Cartrisse: “Hele fizikten bütün bütün sıkılırsın. Öyle değil mi?”
Catherine: “Tabiiyyat ve maddiyattan sıkılmayacağım gelir ama onlar dahi birer kuvvetli esas ve belli bir şey üzerine kurulu değildirler. Hayattan bahsederler, hayatın ne olduğunu bilmezler. Varlıkları tahsil ederler. Tahsil ettikleri unsurların ne olduğunu bilmezler. Boş şeyler efendim boş şeyler… Hepsine göz gezdirdik. Hiçbirisinde eğlenecek bir şey bulamadık.”
Cartrisse: “Ya müzik?”
Catherine: “Bak ona diyeceğim yoktur. Lakin onu da asli hüviyetinde bırakmamışlar ki! Müzik kendi manasını, hâl ehli olanlara anlatamayacakmış gibi tutmuşlar, içine bir de şiir ve edeb katmışlar. Müziği şairiyet seslerinin nağmeleri hâline getirmişler, bırakmışlar. Müzikte bir güzel parça icra olunuyor mu? Hemen hatıra o parça ile beraber okunacak şiirler geliyor. Geliyor da müziğin o semavi ve büyük manaları kaybolup insanın kulağına bir şehvetperest âşıkın bir nazlı aşüfteye söylediği mecnunane sözler vasıl oluyor.”
Cartrisse: “Ne anlaşılmaz bir fikrin vardır Catherine!”
Catherine: “Canım niçin anlaşılmaz olsun? Ben esassız şeylere itibar etmemek istiyorum vesselam. Felsefe mi? Esassız. Zira her mecnunun aklına gelen hülyalara vücut verilmekten ibaret bir şey. Tabiiyyat mı? Her…”
Cartrisse: “Yok a canım! Bunları anladık ya! Hakkın var. Müzik için söylüyorum. Müzik şiir ile ittifak etmez ise müzik olabilir mi ki sen…”
Catherine: “Demek oluyor ki benim fikrim anlaşılmaz bir fikir değildir. Belki sen anlayamamışsındır. Bakılsa anlamalıydın. Seneler geçti ki beraberiz. Ben diyorum ki müzik bir sadadır. Ama insan sadası değil! İnsanlığın üst tarafında vaki bir âlemin sadası. Şimdi bu sadayı insan sadası etmek mahiyetini bozmak demektir. Sadaya beşer lafızlarını katmamalı. Öz hâlinde bırakmalı. Mesela bir güzel opera ki her nağmesi iliklerime, kemiklerime kadar tesir ediyor. Ben bunu dinler iken hayal ediyorum ki içimden kabarıp gelen hislerin gereklerini naralar ile ifşa ve ilan etmek ister isem şu usuldeki naralarla kendimden geçeyim. Veyahut hayal ediyorum ki benim uzuvlarımı ve damarlarımı doldurmuş olan manevi hissin, kâinatı dahi doldurmuş olan azamın geriye kalan kısmı coşup taşmış da feryadını bana o şekilde işittiriyor.”
Cartrisse: “Aman Catherine! Bu laflar senin ağzından mı çıkıyor yoksa uluhiyetin manevi ağzından mı dökülüyor?”
Catherine: “Gördün mü bir kere! Şimdi tavsif ve tarifi sana bu sözü söyletmiş olan müzik, öyle ulu ve semavi bütün tesirleriyle beraber beni kendinden geçirecek derecelerine getirdiği esnada bir de şehvete tapan bir rezilin ‘Senin gonce-i lebin meşamm-ı iştiyâkımı müstefit edeceği hülyasıdır ki beni müteselli ediyor. Yoksa..’ diye maşuku tarafına attığı avaze-i rezalet kulağıma gelir ise müziğin se-maviliğine karşı büyük bir küfür edilmiş olmaz mı? Ama hakkım var ise teslim et. Yoksa beni ikna edecek gibi söz söyle.”
Cartrisse: “Hakkını teslim ederim. Fakat hâl bu merkezde olduğu için müziğe dahi düşmanlık etmek reva mıdır?”
Catherine: “Benim müziğe düşmanlık ettiğim yoktur. Hatta gönlümün hoşlanmadığı rezilliklere dahi katlanarak güzelce operaları dinlemeye devamdan dahi geri kalmadığımı bilirsin.”
Cartrisse: “Pekâlâ! Edebiyat ve felsefeye nefretin, fikrine uygun olacak surette bulunmadıkları için olduğuna göre, şayet fikrine muvafık olacak bir şey görsen dahi nefrette devam edecek misin?”
Catherine: “Benim fikrime muvafık olan şey yine benim fikrimdir Cartrisse! Ama sen bunu kibirliliğime hamledecekmişsin. Var hamlet. Herkesin bin türlü ayıbı olur. Benim ayıbım da kibirliliğim oluversin. Eğer ben kendi kalbî hislerimi kendim tasvir ederek şiir söyler isem onu beğenebilirim. Zira o zaman, müziği dahi kendi hissiyatımdan ibaret olan şiirleri feryat ediyor diye hülya ederim.”
Cartrisse: “İşte iyi ya? Niçin bu yola dökülmezsin?”
Catherine: “Ne? Şair mi olayım diyorsun?”
Cartrisse: “Niçin olmayasın? Kudretin mi yok? Lisanına kemaliyle maliksin. İçinde hiçbir fikir ve hikmet olmadığı hâlde sadece söylediğin sözlerin zati letafeti bile insanı hayran eder. Bir de buna saf fikirlerini ilave eder isen o hâlde…”
Catherine: “O hâlde kadın çıldırmış derler. Hem neme lazım a efendim! Ben kendi telezzüzüme[14 - Telezzüz: Tat ve zevk almak. Zevklenmek. (e.n.)] hizmet edeceğim. Zira kibirli olan biraz da hodendiş[15 - Hodendiş: Kendini düşünen. Kendi için endişe eden. (e.n.)] olur. Âlem benim neme lazım? Kendi zevkimi arayacak olduktan sonra hülyalarım dahi kifayet ediyor. Söyleyeceğim şiirleri hülya ederim, zevkini de çıkartırım iş biter, gider.”
Konuşma bu neticeye vardıktan sonra Catherine artık kahvesini bitirmiş olduğu cihetle Cartrisse’in yukarıya çıkar ise pek memnun olacağına dair ettiği ısrar üzerine Catherine giyinmeye başladı. Bir yandan giyinir ve bir yandan da Cartrisse ile şu vadide bir söz söylerdi:
Catherine: “Ey, nasıl? İkinci mevkide bulduğun dostlar ile bu tarz konuşmalarda bulunabilir misin?”
Cartrisse: “Henüz bu tarz konuşmalarda bulunduğum yoktur. Biz en çok vaktimizi edebiyatla geçirdik. Bazı zarifane sözler ve muameleler dahi doğrusu beni pek güzel eğlendirmektedir. Ancak görüştüğüm adamlar içinde seninle bu yolda söz söyleyebilecek adam yoktur diyemem.”
Catherine: “Vardır mı demek isteyeceksin?”
Cartrisse: “Evet!”
Catherine: “Hangisi? Hani ya şu gemilerin pruvalarına koydukları aslan resimleri kadar mağrur duran Moskof mu?”
Cartrisse: “O Moskof değil Lehlidir. O da pek iyi bir adamdır. Ama bu yolda tavsiye ettiğim o değil.”
Catherine: “Ya şu altmış yaşındaki telli bebekle rezaleti ayyuka çıkaran süsüne mağrur, güzelliğine kendisi hayran olan şık mı?”
Cartrisse: “Zekâ Bey dedikleri adam ha? Allah etmesin! Tavsiye etmek…”
Catherine: “Tavsiye etmek istediğiniz adam öyle ise hâl-ü şanına nazaran kendisini Jean Jacques Rousseau kadar büyük görüp tıpkı yine onun gibi dünyanın bütün elem ve kederleri kendi üzerine hücum etmiş zanneden ve bunun için gülmekte dahi bir sefalet olmasın diye dudaklarını ısırıp sahte tavırlarla dikkat nazarlarını celbetmeye çalışan fesli efendi mi?”
Cartrisse: “Amma vasıflar ha! Bir kere senin gibi akıl ve ileri görüşlülükle vasıflananlar bir adamın hakiki hâllerine tamamıyla vâkıf olmaksızın, dışarıdan aldıkları emareleri bu kadar uzatıp götürmezler.”
Catherine: “Yanlış mı hükmetmişim?”
Cartrisse: “Keyfî verilen hükümlerin hangisi doğru olabilir ki?”
Catherine: “Demek oluyor ki tavsiye edeceğin zat o dediğim adamdır.”
Cartrisse: “Evet ismi de Nasuh’tur.”
Catherine: “Bu nasıl isim?”
Cartrisse: “Türk ismi.”
Catherine: “Vay bu adam Türk ha?!”
Cartrisse: “Hem de hani ya şu gerçekten Türk olanlar yok mu? İşte onlardan. Öyle…”
Catherine: “Hani ya şu dört kadın, on sekiz cariyenin şehvetli ellerinde ve top gibi atılıp dolaşan Türklerden.”
Cartrisse: “Kaç karısı ve kaç cariyesi olduğunu bilemem.”
Catherine: “Hani ya şu bir kadından hevesi geçer geçmez onu gönül sahifesinden silip çıkarmak için yalnız bir kelimeyi telaffuzdan başka hiçbir şeye muhtaç olmayan Türklerden.”
Cartrisse: “Onu da bilemem.”
Catherine: “Etme Allah’ı seversen Cartrisse! Böyle boş yere ayak atma.”
Cartrisse: “Ben bir ayaktır attım. Attığım ayak boşa gitmedi. Kuvvetli bir esas üzerine bastı. Ama ayağımı geriye çekmek yine benim elimdedir. Üstelik ben Nasuh ile evlenmedim, evlenmeyeceğim ve evlenemem ki benim ile beraber daha kaç karı alacağını veyahut benden ne zaman usanıp ve beni hangi kelime ile gönül sayfasından sileceğini hesap edeyim. Yoldayız. Gemideyiz. Senin gibi öyle kabinemde kapanarak hülyalarım içinde boğulamam. Konuşacak, görüşecek adam isterim. Bu çocuğu yalnız gemide olanlardan değil hatta ömrüm boyunca gördüğüm adamlardan daha terbiyeli, daha nazik, daha akıllı, daha anlayışlı gördüm.”
Catherine: “Eğer hususi hâllerini bilmemiş olsaydım, şu barbar Türk’e âdeta alaka etmişsin derdim.”
Cartrisse: “Pek de istersen, hususi hâllerimi bildiğin hâlde dahi bu hükmü et. Lakin garip değil midir ki ben o barbar Türk ile sana dair birkaç söz söyledim. O hiç senin gibi kötü bir şey söylemedi.
Catherine: “Beni ona ne diye tavsiye ettin?”
Cartrisse: “Sen ne isen öyle tasvir ettim. Zekidir, anlayışlıdır fakat âlemde hiçbir kimseyi, hiçbir şeyi sevmez dedim. ‘İnsan değil mi? Serbesttir! İstediğini sever, istemediğini sevmez.’ dedi. Bir barbarın verdiği şu cevapla bir de kendi fikrini mukayese et.”
Catherine: “Öyle ise hem barbar hem ikiyüzlü ve hem de dalkavuk imiş!”
Cartrisse: “Ben de senin hususi hâlini bilmemiş olsaydım pek kibirli imişsin derdim. Ne ise artık bu kadar süs elverir. Yukarıda kendini beğendirecek bir adam yok ya? Biraz da derbeder çıkıver. Hoş ne kadar derbeder çıksan o kadar ziyade güzel görünürsün hırçın! Sen süsünle iftihar etmezsin, süs seninle iftihar eder.”
Catherine: “Bu koltuklamaları da o Türk’ten mi öğrendin?”
Cartrisse: “Evet ondan öğrendim! Senin de canın ister ise Türk’le biraz konuş da fikirlerine edilecek itirazları gör!”
Catherine: (merak gösterir bir tavırla) “İtiraz mı?”
Cartrisse: “Ne zannettin ya? Sen herkesi ‘Aman senin için kurban olayım!’ diye ayaklarına kapanır, gözyaşları döker ikiyüzlülerden zanneder isen çok hatalara düçar olursun.”
Catherine: “Sen bu sözleri söylüyorsun ki Türk ile görüşmeyi merak edeyim diye.”
Cartrisse: “Benim neme lazım? İster görüş ister görüşme. Zannedersem Türk dahi seninle görüşmeye o kadar can atmaz. Çünkü güzellere o kadar müştak olsaydı hazır İstanbul’dan tanıdığı Gabrielle isminde bir genç, güzel aktris var iken benim gibi bir kart karı ile ülfetten hoşlanmayarak onunla meşgul olurdu.”
Catherine: “İşte giyindik. Haydi bakalım şu senin Türk efendiyi de görelim.”

Dokuzuncu Bölüm
Bu hikâyemizde ashab-ı vakayiin hal-ü şanlarını yazarlık sıfatıyla kendi tarafımızdan vasfetmeyip ne hal-ü şanda bulunduklarını orada bulunan kimselerin kendileri tarafından fikirler ve fiiller ile göstermeleri suretini tercih etmiş olduğumuzdan Catherine’in fikir ve mütalaasından anlaşılacak ahvaline muhterem okuyucuların ne nazarla bakacaklarını bilemeyiz. Şu kadar var ki Cartrisse’e itiraz mahiyetinde söylemiş olduğu sözlerin cümlesi sırf ciddi olmayıp biraz da şakavari olacağı ihtimalden uzak olamaz. Zira bu kadar muhakemeye iktidar davasında bulunan bir kadının, öyle hiç tecrübe etmediği hususlar üzerine fikrini açıklayıp belli bir hüküm dahi vermesi akıl ve hikmetle tatbik kabul etmez bir durumdur.
Bunlar güverteye çıktıkları zaman ne Nasuh’u ve ne Gardiyanski’yi bulamayıp yalnız Sena ile Gabrielle’i bir tarafta oturmuş ve Zekâ Bey ile Madame de Trouville’i dahi kol kola ve farklı aşüftece hareketler ile gezinir ve oynaşır bulmuşlardı. Şimdi Catherine’in, “Hani ya senin akıllı Türk burada yoktur!” demesi üzerine Cartrisse “Mademki benim akıllı Türk’ü görmek istiyorsun haber göndereyim de gelsin.” dedi ve her ne kadar Catherine bu davete lüzum göstermemek istedi ise de Cartrisse ona bakmayıp kamarotu çağırarak özel bir emir ile ikinci mevkiye gönderdi.
Nasuh gezinti mahalline geldiği zaman Catherine’i kıç üzerinde bulunan dümen dolabının gayet süslü yapılmış olan sandukasına dirseğiyle dayanmış buldu ki beklerkenki tavrında büyük bir alay ve küçümseme alametini dahi gizleyemezdi. Nasuh bu acayip duruşu nazarıdikkatle derinlemesine düşünerek işin hakikatini anlamaktan geri kalmadı. Binaenaleyh ne o kadar temellük[16 - Temellük: Yaltaklanmak, tevazu ve yumuşaklık göstermek, dalkavukluk. (e.n.)] ne de lüzumundan fazla haşinlik ile olmayarak vakar ve tevazudan mürekkep güzel bir tavırla kadınları selamladı. Catherine’in yanı başında bulunan Cartrisse, kendisine düşen teşrifatçılık vazifesini güzel bir suretle icra etti. Çünkü eliyle nazik bir tavırla Nasuh’u işaret ederek ve yüzüyle Catherine’e hitap çehresi göstererek tavsiye hususunda ise yalnız, “Nasuh Efendi…” sözünden başka bir şey söyleyemedi. Cartrisse nazarında Nasuh’un mazhar olmuş bulunduğu mevki bundan ziyade söz söylemeye ihtiyaç mı gösterir?
Bunu müteakip işareti Catherine’e ve yüzünü dahi Nasuh’a çevirerek “Mademoiselle Catherine! Sizinle görüşme şerefini arzu eden ve görüşme ve sohbetinize liyakatini hakkıyla gösterecek olan Mademoiselle Catherine!” dedi ki bu söz ile Catherine’den ziyade Nasuh’u methetmiş olduğunu, gerek Nasuh ve gerek Catherine anladıkları cihetle ikisi dahi duruşlarında kendilerini toplamış olmaları emarelerini gösterdiler.
Nasuh: “Beni bu şerefe kadar mazhariyetle bahtiyar ettiğinizden dolayı evvela size teşekkürler ederim Madame Cartrisse, ikinci olarak Mademoiselle Catherine’in bu görüşmeye lütfen tenezzül buyurmuş olmalarını o kadar teşekkürlere şayan görürüm ki derecesini tayine lisanım muktedir olamaz.”
Catherine: (gerçekten alicenabane bir tavırla) “Sohbeti insanı mesut edecek saygıdeğer zevattan olduğunuz her hâlinizden anlaşılıyor Monsieur Nasuh. Binaenaleyh bu görüşme, beni de teşekkürü hakkıyla ifada aciz bırakacak nimetlerdendir.”
Şu ilk kelimeler edildikten sonra Cartrisse dümen yanını terk ve kenarlarda oturmaya mahsus olan peykelere oturmaya yöneldiğinden Catherine ile Nasuh dahi ona uydular. Orada bulunan Sena ile Gabrielle ve Zekâ ile Madame de Trouville, bunları küçümseyen bir nazarla gözden geçiriyorlardı. Hatta o aralık De Trouville’in Zekâ Bey’in kulağına fısıldamış olduğu sözlere kulak veren bulunsaydı şu kelimeleri işitirdi:
“Tiyatro temaşasındayım zannediyorum. Aktör ve aktrislerin maharetlerine de diyecek sözüm yoktur.”
Zekâ dahi şu mukabelede bulunmuştu:
“Hayır! Ben kendimi bir sefarethanede veya bir resmî baloda zannediyorum. Çünkü sözler pek resmî gidiyor.”
Cartrisse peyke üzerine oturmakla beraber Catherine dahi onun yanına oturup vakıa bunlar Nasuh’a yer gösterdiler ise de Nasuh ayakta durmayı tercih etti. Bir aralık, o güne kadar seyahatleri oldukça zararsız devam ettiğine ve Messina Boğazı’na yaklaştıkça fırtınanın şiddeti artacağına veyahut artmayacağına dair söz söylendi. Nihayet Catherine şu ufacık bir bahisten sözü açtı:
Catherine: “Bu seyahat ilk seyahatiniz midir Nasuh Efendi? Başka seyahatleriniz var mıdır?”
Nasuh: “Maddi olarak zikre şayan başka bir seyahatim yoktur mademoiselle.”
Catherine: “Acayip! Seyahatin maddisi, manevisi olur mu?”
Nasuh: “Niçin olmasın efendim? Manevi tabiri yakışık almaz ise ‘hayalî’ tabiri yakışık alır ya? Hayalî seyahatlerimden tıpkı şu maddi seyahatim kadar mütelezziz olmuşumdur.”
Cartrisse: “Ne gibi?”
Nasuh: “Ne gibi olacak? Bu seyahatimi lezzetli eden bir şey var ise o da arkadaşlığınızın lezzeti olduğunu arz etmeye hacet yoktur zannederim. Hayalî seyahatlerimde dahi kendime böyle aramakla bulunmayacak arkadaşlar hayal ederim. Onların arkadaşlıklarının lezzetleriyle mütelezziz olurum.”
Catherine: (belli belirsiz ve alaycı bir tebessümle) “Demek oluyor ki hayaline vücut verenlerdensiniz.”
Nasuh: “Hayalime vücut vermez isem nasıl lezzetini bulabilirim?”
Catherine: (yine aynı tavırla) “Öyle ise kendi kendinizi aldatıyorsunuz demek.”
Nasuh: “İşte yalnız işin burasının dediğiniz gibi olmadığını arz etmeme müsaade buyurmanızı rica ederim.”
Catherine: “Neden?”
Nasuh: “Şundan ki hayallerime vücut vermekle lezzet almakta isem de lezzetin yalnız hayallere vücut vermekle yetinip kendimi aldatmak derecesine hiçbir vakit varamam ki hatta ayıplamanızda hak kazanabilesiniz. İnsan kendi kendisini aldatabilmek için ya kendisinden ziyade ahmak olmalıdır veyahut kendi nefsinden ziyade akıllı. Tek bir nefiste ise bu ikiye dilinme mümkün değildir.”
Catherine: “Ben zannederim ki kendi kendisini aldatmaya muvaffak olanlar da vardır.”
Nasuh: “Bu sözdeki haksızlığınız o kadar büyük değildir mademoiselle. Vakıa bazı adamlar vardır ki kendi hülyalarına aldanmış gibi görünürler. Ancak bunlar o ahmaklardandırlar ki hülyayı hakkıyla edemeyip zihinleri daldan dala kalkar konar. Binaenaleyh bir hülyanın mahiyetini nazarıdikkatleri önünde tayin edemezler ki eksiğini, fazlalığını bulup da hülyaya aldanıp aldanmamak lazım geleceğini ona göre hesap etsinler. Siz bunları hülyalarına aldanmış zannedersiniz. Fakat kendilerine sorsanız ne aldandıklarına dair kesin bir cevap verebilirler ne de aldanmadıklarına. Ben hükmederim ki bu gibi hayallerde bulunanlar, hülyalarında bir lezzet bulamazlar.”
Cartrisse: (bir küçümseme tavrıyla Catherine’e bakarak) “Bu sözde Monsieur Nasuh’a hak vermek lazım gelecek zannederim.”
Catherine: “Bilakis. Hülyaya aldanıp aldanmamak bahsi zihnimde o kadar kuvvetle yer tutmuştur ki ben, insan hülyasına aldanmaz ise hiçbir lezzet bulamaz davasında sabitim. Binaenaleyh Nasuh Efendi’yi dahi hayallere aldananlardan addederim.”
Nasuh: (garip bir tebessüm ile Cartrisse’in yüzüne bakarak bu nazarda kendi hakkını ona tasdik ettirmiş olduğundan dolayı teşekkürlerini ifa etmiş olduktan sonra) “Öyle ise mademoiselle, beni hakikaten mazhar olmuş olduğum saadetin derecesine varmış farz ediyorsunuz.”
Catherine: “Neden? Hiç öyle bir fikir yoktur.”
Nasuh: “Evet! Öyle farz ediyorsunuz. Zira demek oluyor ki farz edelim ki ben kendimi size sevdirememiş olduğum hâlde sevdirmişim diye hülya eder isem aynıyla sevdirmişim demek olacağı cihetle âlemde size kendimi sevdirmek derecesinde bir saadetle mesut olmam lazım gelir.”
Catherine: “Eğer böyle olmaz ise ettiğiniz hülyalardan hiçbir lezzet almamanız lazım gelir.”
Nasuh: “Eğer böyle olur ise doğrudan doğruya mahremiyet dairenize ayak atmaya cesaret ettiğim zaman cinnetime hamledilmemek lazım gelir.”
Cartrisse: “Hani ya bir lüzum ki siz buna lüzumdan fazlasıyla yararlanırsınız öyle değil mi Monsieur Nasuh?”
Bu sözü Cartrisse tatlı bir tebessüm ile söyledi. Nasuh dahi galibane ve muzafferane bir tavırla dinledi. Catherine ise güya bir şey kaybetmiş de aranıyormuş gibi etrafına bakınmaya başladığından Nasuh bu bahsin daha ziyade uzamasının can sıkacağını anlayarak sustu.
Aradan birkaç dakika zaman sessizlik ile geçtikten sonra Catherine’in ne eski bahiste devam ettiğini ve ne de yeni bir söze girişmediğini gören Cartrisse tekrar sözü açarak:
Cartrisse: “Ey Monsieur Nasuh! Şu hayalî seyahatlerinizde nereleri gezdiniz bakayım? Neler gördünüz? Neler yaptınız?”
Nasuh: “O!.. Madame! Bir sual sordunuz ki cevabında size koca bir cilt yazmalıyım. Acaba nereleri gezmedim? Neler yapmadım? Zira ben öyle bir adamım ki dünyada lezzet alınacak şey ne ise ondan imkânların verdiği son müsaadesi derecesine kadar lezzet almak yolunda var kuvveti sarf etmekten geri durmam.”
Catherine: “Dünyada lezzet alınacak şey çok mudur?”
Nasuh: “Bu konudaki mahsus fikrinizin ne olduğunu bilmediğimden ihtimal ki vereceğim cevap beklentinize pek muvafık düşmeyecektir. Fakat size muamelemi bir kalp muamele olarak arz edeceğime saf olarak arz eder isem daha kârlı çıkacağıma şüphe yoktur.”
Catherine: (bayağı can sıkıntısıyla) “Hasılı?”
Nasuh: “Hasılı efendim ben dünyada lezzet alınacak şeyleri pek çok görmekteyim. O kadar çok ki âdeta en büyük felaketlerden dahi en büyük lezzet alınabilir demek isterim.”
Catherine: (kahkahalarla gülerek) “Amma yaptınız ha! Monsieur Nasuh!”
Nasuh: “Bu kadar istihzaya şayan bir hata etmedim zannederim. Eğer fikrimi izah etmeye müsaade buyurur iseniz…”
Catherine: “Ama bunda artık izaha filana da ihtiyaç kalmadı ki!”
Nasuh: “Öyle ise sizi bu kadar neşeli edecek bir hatamı da hizmetten sayacağım. Çünkü şu sohbette asıl maksadımız, eğlence ve vakit geçirmekten ibarettir zannederim.”
Cartrisse: (can sıkıntısıyla) “Yok efendim öyle değil. Biz istihza kahkahasını daha işi anlamadan ettik. Fikrinizi izah ediniz. Eğer gülünecek yeri tayin ve tahakkuk eder ise o hâlde hakkıyla gülelim. Bu kadarcık kahkaha ile kalmayalım.”
Catherine: (biraz kinayelice) “Pekâlâ! Dargınlık olmasın da öyle olsun…”
Nasuh: “Aman efendim! Ettiğim hata dargınlığa sebebiyet gösterecek ise o hâlde teessüfümü hiçbir şey yenemez.”
Cartrisse: “Bakılsa siz darılmalısınız.”
Nasuh: “Ben mi? Acayip! Ben dargınlık hâlimi pek nadir hatırlayabilmekteyim. Hiç dargın olmadığımı dava edecek olsam şayet…”
Catherine: “Ey, şu fikrin izahatı nedir bakalım?”
Nasuh: “Pek kısadır. Bazı edebî eserler okunur. İçinde en büyük felaketzedenin felaket-iştimal[17 - İştimal: İçine almak, kaplamak, çevirmek, ihata etmek, şamil olmak. (e.n.)] hâlleri, o suretle tasvir edilmiştir ki insan kendisini o felakete düşenin yerine koymakla mütelezziz olur. Tenha bir adaya düşen Robinson gibi. Birçok macera içinde tekrarlanan Telemaque gibi. Victor Hugo’nun musibetleri anlattığı eserinde belirttiği Jean Valjean gibi. Paris içinde yapılan gizli işler arasındaki Meryem Çiçeği namındaki kız gibi. Dahası çok… Hangi birini sayayım?
Cartrisse: “Bu izahatınız bence size hak kazandırdı. Fakat Mademoiselle Catherine bir kere edebî eserler okumaktan lezzet alamaz ki size hak verebilsin.”
Nasuh: (hayretle) “Edebiyattan lezzet alamaz mı dediniz?!”
Catherine: “Ham hayallerin hiçbirisinden lezzet alınamaz ki ben de alabileyim.”
Nasuh: “Ham hayallerden ha?! Acayip! Şimdi siz dünyada lezzet alınacak hiçbir şey bulamadınız mı?”
Catherine: “Hemen hiç?”
Nasuh: “Kaç yaşında varsınız mademoiselle?”
Catherine: “On dokuzu bitirdim.”
Nasuh: (inbisatla[18 - İnbisat: Açık yüzlü olma, şâd, mesrur ve mahzuz olma, gönül açıklığı, kalp ferahlığı. (e.n.)]) “Adam daha pek körpe imişsiniz! Dünyaya gireli, yani kendinizi bu gibi muhakemelere muktedir görmeye başlayalı kaç sene oldu?”
Catherine: “Dört beş sene var.”
Nasuh: “Bu da pek az! Vakıa benimki de pek çok olmadı ama yine bir on seneyi geçiyor. Ee, şu dört beş sene içinde dünyada alınabilecek lezzeti bari bir iyice aradınız ya?”
Catherine: “Pek çok şeye başvurdum.”
Nasuh: “Moliere’in ‘Âlim Karılar’ oyununu da elbet ya tiyatroda görmüş veyahut kitabını okumuşsunuzdur.”
Okuyanlara saklı olmayacağı veçhile Moliere insanın istihzaya şayan olan fikir ve hareketlerini alaya almada ve istihzada pek büyük şöhret almış bir filozof olup “Âlim Karılar” başlıklı eserinde ise kadınlar taifesinden âlim ve filozof geçinenleri pek layıkıyla alaya aldığından Nasuh’un Catherine’e bu oyunu anması zımnen “Öyle ise sen de Moliere’in alaya aldığı ‘Âlim Karılar’dan olmalısın.” gibi bir manaya delalet etmesiyle bu delalet Catherine’in solukça çehresine latif hicap kırmızılığı göstermişti. Nasuh bunun farkında olur olmaz hemen sözü değiştirmeye teşebbüs ederek:
Nasuh: “Ey bu âlemde gerçekten hiçbir şeyin lezzetini bulamadınız mı mademoiselle?”
Cartrisse: “Yalnız müziğin…”
Nasuh: “Hay Allah razı olsun! Hangi tarz müziği sevdiğinizi sorabilir miyim?”
Catherine: “Lafız ve kelimelerden arındırılmış olmak şartıyla operadan.” diye bir başlangıçla bu konuda Cartrisse ile daha önce ettiği sohbeti hemen aynıyla burada tekrar etti.
Nasuh: (Catherine’in izahlarını tamamıyla dinledikten sonra) “Tamam! Kendi hakkımı ispat etmek için sizin bu fikrinize aynıyla iştirak edeceğim. Demek oluyor ki operaların, o insan hislerine genişlik veren ahenklerini dinleyerek kendi hislerimizi dahi genişletmek için müziği seviyorsunuz. Öyle değil mi mademoiselle?”
Catherine: “Evet efendim!”
Nasuh: “Yanılmıyorsam operalar ekseriya trajik olurlar.”
Cartrisse: “Ekseriya!”
Nasuh: “Şu müziği dinleyerek hislerimize genişlik kazandırdığımız zaman, ciğerlerinizin içinden birtakım hisler kabarıp inbisat eder. Öyle değil miydi?”
Catherine: “Öyle idi.”
Nasuh: “Mutlaka bu hislerin melankolik olduğunu dahi lütfen teslim buyuracaksınız ya?”
Catherine: …
Nasuh: “Sükûtunuzu tasdik yerine kabul edeceğim. Öyle ise âlemde hüzün ve kederin dahi zevki varmış. İşte efendim dostunuz, âlemin lezzetini tamamıyla almak için böyle hüznün, kederin, belanın, musibetin dahi zevkini arar bulurum.”
Catherine: (mahcubane) “Bulabilir iseniz kendinizi mesut bilirsiniz. Ben ise…”
Nasuh: “Henüz bu uğursuz hâlimden şikâyetim geçmedi efendim. Her hâl üzerine Allah’a sonsuz şükürler olsun ki mesudum.”

Onuncu Bölüm
Söz bu nihayete erinceye kadar kıç üzerinde bulunan beyler, madam ve matmazeller, yalnız bir tiyatro temaşa eder gibi değil bilakis dinler gibi, özel bir dikkatle sohbeti dinlemişlerdi. Eğer Mister James ile Monsieur Autrans onların arkası sıra Lehli Gardiyanski dahi kıç üzerine çıkmamış olsalardı, ihtimal ki bu sohbet daha ziyade uzardı. Ancak onların gelişi bahse son verdi. Mister James’in: “Gerçekten, Monsieur Autrans hakkınız varmış. Siz beni Fransız edemediniz fakat ben sizi İngiliz ettim. Çünkü gemiye gireli üç güne vardığı hâlde ben henüz dışarıdan kamaraya çıkmadığım… Şey! Dışarıdan kamaraya demişim! Kamaradan dışarıya çıktığım gibi siz de çıkmadınız.” diye gelmesi herkesin nazarıdikkatini o tarafa çevirdi. Zira filhakika Mister James ile Autrans henüz güverte üzerinde görülmemiş olduklarından bunların orada görülmeleri yolcular için yeni bir şey yerine geçmişti.
Gardiyanski ise kıç üzerine çıkıp da etrafa nazar atarak Nasuh, Cartrisse ve Catherine’i baş başa görünce tabii onlar tarafına yöneldi. Cartrisse “Nasuh Efendi’yi arıyorsunuz, öyle değil mi Monsieur Gardiyanski? Arkadaşınızı elinizden aldığımız için bize gücenmediniz ya?” diye onu karşılayarak ve bu nazikane muameleye Gardiyanski dahi mukabele ettikten sonra, Nasuh’u Catherine’e nasıl takdim etmiş idiyse Gardiyanski’yi dahi öyle takdim etti.
Fakat Catherine, Gardiyanski’yi âdeta bir soğuk muamele ile karşıladı. Bunun sebebi ise zahirî hâlden anlaşıldığına göre, Nasuh ile olan sohbetindeki mağlubiyeti olup hâlbuki Nasuh bu dakikaya vâkıf olduğundan tam dereden tepeden laflar açılarak oldukça bir hararet dahi geldikten sonra bir münasebet düşürdü ve kadınlardan izin kopararak aşağıya kamarasına indi. Nasuh gittikten sonra Catherine’in şevki, neşesi birazcık daha artmış olmasını garip görürsünüz zannındayız. Bu hâl değişikliği dahi hakikat-i emrden Cartrisse’i haberdar eylediği cihetle, Cartrisse, Catherine’i ya bütün bütün deşmek veyahut Nasuh aleyhinde olan olumsuz hissinden çevirmek için dolaştıra dolaştıra getirdiği sözü yine Nasuh Efendi üzerinde karar kıldırdı. Cartrisse’in, Nasuh hakkında başlamış olduğu övgülerde, Gardiyanski’nin dahi kendisine uymaktan geri kalmayacağını bilirsiniz. Cartrisse, genç Osmanlı’nın ilmî faziletlerinden bahsettikçe Gardiyanski güzel ahlakını ve tabiatında olan mertçe yiğitliği metheder ve buna mukabil Cartrisse, onun daha arz ve beyana şayan başka bir hâlini zikrettikçe Gardiyanski dahi ona münasebet olacak bir fazilet daha bulup söylerdi. Hatta Catherine artık tahammül edemeyerek “Canım! Nasuh Efendi hakkında bunca övgüyü önceden ezberleyip hazırlamış mıydınız?” dediği zaman Gardiyanski “Hayır mademoiselle! Önceden hazırlamamıştık. Fakat şakayı bir tarafa bırakıp da pek ciddi bir cevap vermeme müsaade ederseniz şunu da arz ederim ki Nasuh Efendi’nin her muamelesinde görülen bir fevkaladelik, bizi her muamelesini ezberletmeye mecbur ediyor!” cevabını vermiştir.
Sabahleyin güverteye çıkılmış olduğunu haber verdiğimiz yerden buraya kadar hikâye ettiğimiz ahval oluncaya kadar kuşluk vakti dahi gelmişti. Binaenaleyh Catherine’in arkadaşları mecburen kendisiyle veda ederek kamaralarına geldiler. Hatta Mister James yemeğe davet olunup da davete icabet mecburiyetini görünce “O! Yemeğe değil mi? Elbet gideceğiz. Vakıa daha etrafa layıkıyla bir nazar edememiş isem de ben yemeğin bu aceleye getirilmesi üzerine kendimden ziyade şu hanımlara (Catherine takımına) acıdım. Zira pek tatlı sohbet ediyorlardı.” demişti.
Sofra başında Gardiyanski, Cartrisse ve Nasuh sabahtan beri Catherine ile aralarında cereyan eden konular üzerine söz söylemişlerdir diye hülya eder iseniz bu hülyanız boşa çıkar. O konuda tek harf söylenmemiş olduğuna sizi temin edebiliriz. Ama sebebini katiyen tayin edemeyiz. Sofrada Gardiyanski, Monsieur Autrans’ın bazı zevzekçesine sözleriyle meşgul ve Nasuh Efendi ise Gabrielle ile derin bir meşguliyet içinde olup Cartrisse dahi havanın ilerisi için kaptanın verdiği teminatı dinlerdi. Böyle yerlerin ve meşguliyetlerin birbirinden uzaklığı, sabahki konuşma üzerine söz söylenememesine bir sebep ve illet olabilir ise de işin içinde bir mülahaza daha vardır ki o da buna sebep olabilir. Ya Cartrisse “Dur bakalım Nasuh, Catherine hakkındaki fikir ve düşüncesini ne yolda gösterecek!..” diye adamı imtihan etmek istiyor ise? Ya Nasuh dahi bunun farkına varmış olduğundan bu konuda Cartrisse’e mağlup olmamaya karar vermiş ise?
Böyle belirsiz olan görüşmelerin başlangıçlarında bu gibi ihtiyatlar hiçbir vakitte ve hiçbir yerde eksik olamaz.
Sofradan kalkıldıktan sonra Mister James’in yeniden tasvir ettiği ve çizdiği birkaç parça şeyin temaşasıyla vakit geçirilirken bir de birinci kamaranın hizmetçilerinden birisi gelip Cartrisse’i davet etti. Bu davetin Catherine tarafından gelmiş olduğuna şüphe etmezsiniz. Eğer Catherine’in Nasuh hakkında ne fikir peyda ettiğini anlamak merakında iseniz tez fikrinizi Cartrisse ile beraber birinci mevkiye gönderiniz. Catherine’in, Cartrisse’i nasıl karşıladığını görenler o saklanılmayacak derecede olan alaycı tavırlara şaşar kalırdı.
Catherine: “Buyurunuz bakalım müdekkik[19 - Müdekkik: Dikkatle araştıran. İnceden inceye tetkik eden. En ufak gizli şeyleri bilmeye, görmeye çalışan. (e.n.)] Cartrisse! İnsanları birer birer imtihandan geçirip sınıf sınıf ayırmak sanatını icat etmiş olan Cartrisse! Genç Türk’ünüzden sizi ayırmış olduğuma üzülür isem de…”
Cartrisse: “Sanki bu başlangıçların neticesi ne olacak?”
Catherine: “Ne mi olacak? Hiç! Bir Türk ile bir de Lehliye aldanacak kadar safdil olduğunu bilmezdim.”
Cartrisse: “Eğer hakikaten aldanmış olduğuma beni vâkıf eder isen bana pek büyük bir hizmet görmüş olursun. Çünkü şimdiye kadar hemen hiç görmediğim bir şeyi bana göstermiş olacaksın?”
Catherine: “Öyle ise memnun ol. Zira gerçekten aldanmış olduğunu ispat edeceğim. Hiç şunu tecrübe ettiğin var mıdır ki bazı erkekler kadınperesliği, müşterek surette ederler!..”
Cartrisse: “Müşterek surette mi? Aman Catherine!.. Bu sözü senden işittiğime teessüf edeceğim gelir. Bu durum, taaddüd-i zevcata[20 - Taaddüd-i zevcat: Birden çok kadınla evlenmek, nikâhlı eşlerin birden çok olması. (e.n.)] mukabil bir taaddüd-i ezvac[21 - Taaddüd-i ezvac: Çok kocalılık. (e.n.)] mı olacaktır?”
Catherine: “Hayır! Sen muradımı anlamadın diyemem. Fakat ben anlatamadım. Müşterek hovardalık o değildir. Bak nasıldır: İki erkek ittifak ederler. Ağa düşürmek istedikleri karılar yanında birbirini methetmeye, yarandırmaya çalışırlar. Ettikleri düelloları vukuya gelen gayet insaniyetkârane ve merdane hâl ve hareketlerini hikâye ederler. Lakin herkes kendi hâlini hikâye etmez. Ondan temeddüh[22 - Temeddüh: Kendi kendini övmek, kendini beğendirmeye çalışmak, böbürlenmek. (e.n.)] çıkacağını bilirler. Yekdiğerinin ahvalini hikâye ederler. Bu suretle o kadar büyük komedyalar oynanmıştır ki hikâye etseler gülmekten kırılırsın. Böylece bu suretle o kadar dramlar, trajediler oynanmıştır ki nakletseler ağlamaktan kendini tutamazsın!.. Yüzüme ne bakıyorsun ya? Dediğim lakırtıyı anlayamadın mı?”
Cartrisse: “Nasuh’un hakkı varmış ya!”
Catherine: “Hangi hakkı?”
Cartrisse: “Sana pek körpecik demesinde. Gerçekten pek körpecikmişsin.”
Catherine: “Çocuk diyeceksin öyle mi?”
Cartrisse: “Tamam öyle! Zira yirmi beş senedir her cemiyeti görmüş, her nevi adamın hile tuzağından yemilmeyi düşürmüşüm. Bunu ben fark edemez isem kim fark eder? Sen Allah bilir ama böyle bir aldatmaya bir kerecik tesadüf ettiğin hâlde beni mi haberdar etmeye çalışıyorsun ki ben bana bu yolda hile etmek isteyenlere karşı hile bulmuş, yapmış ve muvaffak da olmuş bir Cartrisse’im.”
Catherine: “Ya!..”
Cartrisse: “O kadar şaşırmaya da gerek yoktur. Yalnız şunu mülahaza etmek kifayet eder ki Gardiyanski Lehlidir, Nasuh Türk. Gardiyanski Katolik’tir, Nasuh Müslüman. Gardiyanski ile Nasuh henüz üç günden beri arkadaş olmuşlar. Hepimiz birbirimizi ne kadar tanımakta isek bunlar da birbirini o kadar tanırlar.”
Catherine: “Öyle ise şu iki kelimeciği dahi arz etmeme müsaade et ki senin bunca senelik tecrübelerin hiçbir netice hasıl etmemiş demektir. Zira hovardalık yolunda arkadaş olacak iki erkeğin ikisi bir din, bir mezhep ve milletten olmak ve öteden beri bu işte ittifak ve ittihat etmiş bulunmak lazımdır zannediyorsun. Demek oluyor ki şehvani bir maksat uğrunda iki erkeğin derhâl ittifak edebileceklerini mümkün olmayan şeylerden addediyorsun.”
Cartrisse: (biraz düşündükten sonra) “Haydi bu sözde sana hak verebileyim. Lakin Nasuh’un tehlikeli bir adam olabileceği hakkındaki fikrini teslim etmeye bence ihtimal ve imkân yoktur.”
İki münazaracı kadınların konuşma ve sohbetlerinden bundan aşağısı âdeta inatlaşma suretini giymiş olduğundan, böyle bir konuşmayı sayfaya doldurmaya ne bir yazar lüzum görür ne de okuyucular okumaya tenezzül eder.
Biz yalnız şunu söyleyelim ki nasılsa ilk görüşmede Catherine ile Nasuh’un yıldızları barışmamış olduğundan Cartrisse davasında ne kadar sebat etmiş ise kadını ikna etmeye bir türlü muvaffak olamamıştı.
Catherine ile Nasuh’un yıldızları barışmamış olduğunun sebebini meçhul gibi gösterdik. Acaba zihnimizi biraz yoracak olsak bunun sebebini bulup çıkaramaz mıyız?
Bize kalır ise bu konuda o kadar kafa yormaya dahi lüzum görülmez. Vakıa Catherine ikiyüzlülükten hoşlanmaz, yılışık adamları sevmez kâmil bir kadın olmak üzere görülmüş idiyse de insan ne kadar kâmil olur ise olsun özellikle kadın olduğu için kendi fikir ve mütalaasına itiraz eden ve itirazında da hak kazanan adamı iyi bir göz ile göremez. Bu sebepten ötürü ki iki akıllı, iki sanatkâr, iki güzel vesair bu takımda ikiler asla ittifak edemezler. Dost olamazlar. Daima bir akıllı hikmetfüruşluk etmek için bir ahmağı arar. Bunun gibi her nevi dahi kendisini göstermek için enva-ı şaire efradına müracaat eder. Ama bir akıllı görseniz ki daima ukala ile görüşmeyi tercih ediyor, onu fevkalade bir adam olmak üzere telakki edebilirsiniz.
Hasılı Nasuh, Catherine ile olan sohbetinde biraz daha aşağıdan davranmış, yani hem kendi zekâsının keskinliğini gösterip hem de galibiyet gururuyla mağrur ve mütelezziz olması için genç kadına meydan vermiş olsaydı, kendisini ziyadesiyle sevdirebileceği beklenirdi demek isteriz
Catherine’in, Nasuh’u telakki keyfiyetini gördüğünüz gibi Nasuh’un dahi kadını ne suretle telakki etmiş olduğunu görmeye merakınız var ise belki akşam yemeğinde, sofrada buna dair bir söz açılır diye hemen ikinci mevkiye geçmeyiniz. Akşam yemeğinden sonra şu kıç üzerinde bir kenara oturmuş ve baş başa vererek konuşmakta bulunmuş olan bir kadın ile bir de erkeği gördünüz mü? İşte onlar Nasuh ile Cartrisse’dir ki merakınızı halletmek isterseniz hemen yanlarına yanaşıp sözüne kulak veriniz.

On Birinci Bölüm
Bu hâlde Nasuh ile Cartrisse’e kulak verenlerin işitecekleri sözler şunlardan ibaretti:
Cartrisse: “Catherine’i nasıl buldunuz Monsieur Nasuh?”
Nasuh: “Pek güzel!”
Cartrisse: “Bunu bundan önce dahi itiraf ettiniz. Maksadım yine güzelliği hakkındaki fikrinizi anlamak değildir. Zekâsını, fikrini, filanı…”
Nasuh: “Pek zeki.”
Cartrisse: “Yalnız bu kadar mı?”
Nasuh: “Pek zeki olanlarda sair ne gibi hâller bulunur ise cümlesini Catherine’de mevcut gördüm.”
Cartrisse: “Ama öyle dolambaçlı söz istemem. Fikrinizi izah etmelisiniz. Pek zeki olan adamlarda sair ne gibi hâller olabilir?”
Nasuh: “Her şeyde itidal lazım olduğu gibi madame zekâda dahi itidal fazlasıyla lazımdır. Eğer lüzumundan fazla olur ise bir kere insanı inatçı eder. Çünkü zeki olan, zekâsının kuvvetine güvenmekle herkese ilanıharpten geri durmaz. İkinci olarak zekânın ifradı insanı cahil bırakır. Çünkü zeki olan, bir ilme başlar başlamaz zihnini o ilmin gayesine kadar göründürdükten başka tatbikatına dahi yeltenip hâlbuki o ilmin âlimi olmadan, faydalı neticesini husule getirmek mümkün olamayacağından o dahi aciz kalınca ‘Adam sen de! Bunun bir faydası olacak mı? Ben aklımla onun daha iyi bir kolay yolunu bulabilirim.’ der. Üçüncüsü, lüzumundan fazla zeki olan bir adamın zihni bu âlemde sükûnet ve huzur bulamaz. Zira bir kere saadetin hangi derecesi kendisine teveccüh edecek olsa o dereceyi kendi zekâsının derecesinin lazım gelen mükâfatını bulamaz. Ondan sonra elindeki saadet sebeplerini dahi her gün bir suretle istimale karar verip her verdiği kararın dahi neticesini görmeden sair suretlere müracaat ederek daima mahrumiyet yüzünden başka bir şey göremez.”
Cartrisse: “Öyle ise Catherine hakkında fikriniz pek iyi değildir demek.”
Nasuh: “Siz bana fikrimi izah etmemi emrettiniz. Ben de izah ettim. Böyle iken Catherine hakkındaki fikrim pek de fena değildir. Eğer Catherine bu filozofluğu hiç olmaz ise otuz yaşından sonra ele almış olsaydı yaraşırdı. Ancak henüz pek körpe iken ona çalışmak istiyor, bu tabiata uygun değildir. Bildiği şeyi bilir. Bilmediğini de bilirim zanneder. Binaenaleyh tecrübesini, kuvvetli bir mücerrib[23 - Mücerrib: Tecrübe eden, deneyen, sınayan. (e.n.)] gibi arz eder. Hiç tecrübe etmemiş olduğu şeyleri dahi kırk yıldan beri tecrübe etmişçesine fikrine katıp hatta inat bile eder.”
Cartrisse: “Ya!.. Böyle ha?”
Nasuh: “Yok ama bana darılmanızı istemem. Eğer benim yüze gülen bir zendost[24 - Zendost: Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara. (e.n.)] olmamı arzu eder iseniz size Catherine’in güzel vasıflarını anlatmaya başlayayım.”
Cartrisse: “Ey böyle zeki yaramazları, akıllı çılgınları yola getirmenin ihtimali yok mudur?”
Nasuh: “Vardır ama güç ve tehlikelidir. Güç ve tehlikeli olması, bizimle bütün bütün görüşmeyi kesmenin lazım geleceği korkusundan ibarettir. Yoksa asla nezaket göstermeyip de fikrinde olan yanlışlık daima yüzüne vurulur ise her hatasına vâkıf oldukça fikrini düzeltmeye zekâsı gereği muktedir olacağından pek çabuk yola gelebilir. O zaman ise her söylediği hakikatin ta kendisi olacağında ayak diremeye gerek kalmaz ki inatçı olsun. Cehli kalmaz ki tahsile ihtiyacı baki kalsın.”
Cartrisse: “Yola gelir vesselam! Öyle mi?”
Nasuh: “Evet.”
Cartrisse: “Öyle ise o hâlde fikrine bir itidal gelerek dünyasından lezzet almaya da başlar ha?”
Nasuh: “Evet. (tebessümle) Şimdiki hâlde dünyaca hiçbir zevk ve lezzet bulamayan hanım o zaman âlemin lezzetine doyamamaya başlar.”
Nasuh’un işbu son sözünden sonra Madame yahut Mademoiselle Cartrisse’e garip bir dalgınlık geldi. Nasuh dahi Cartrisse’in sükûtunu bozmamayı lüzumlu gördü. Ama öyle bir dalgınlık ki güya bir savaşı ilan etmek veya bir barışı akdetmek için imza koyacak olan en muktedir diplomatmış da memleketinin menfaatlerini aramak yolunda düşüne düşüne kendisini kaybedip gitmiş gibi.
Bu aralık ikinci kamara yolcularından birkaçı daha yukarıya geldi. Ezcümle Mister James ile Autrans dahi gelip batı cihetinde ve ufka yakın bir yükseklikte birbiri üzerine yığılmış ve uzaktan dağ gibi görünmekte bulunmuş olan bulutları, Messina Boğazı’nı teşkil eden Sicilya Dağları’dır diye hükmederek derhâl kara kalem ile resmi alınmaya başlamıştı ki bunun altına dahi “Şu kadar mesafeden Messina Boğazı’nın tayini. Meşhur İngiliz ressamı Mister James” ibaresi yazılacağı malumdur. Hâlbuki bunlar olsa olsa Messina Boğazı’nı o gece sabaha karşı geçeceklerdi.
O gece hava biraz müsaadelice olduğundan birinci kamaradaki İngiliz lordları dahi kıç üzerine çıktılar. Zekâ ile Madame de Trouville bile çıkmış ve karşıda görünen şeyler dağ olmayıp bulut oldukları cümlesi tarafından James’e ispat edilmeye başlanmış idiyse bunların Sicilya Dağları olduğuna bir kere inanmış olan deli İngiliz’i fikrinden caydırmaya imkân bulunamamıştı.
Bu kadar gürültü patırtı Cartrisse’i bîdar[25 - Bîdar: Uykusuz, uyumayan. Uyanık. (e.n.)] edememiş ise hayret eder misiniz?
Madame Cartrisse, olduğu yerde dünyasını değiştirmiş gibi hareketsiz bir hâldeydi. Ta üzerinden bir saate yakın zaman geçtikten sonra başını kaldırıp dedi ki:
Cartrisse: “Catherine’i dünya lezzetinden faydalandırmak mümkündür ha? Monsieur Nasuh!”
Bu suale Nasuh yalnız bir “Evet!” ile mukabele edip havanın serinliğinden bahisle Cartrisse’i aşağıya, yerine indirmeye teşvik etti. O da buna uymaya lüzum görmüştü. İndiler. Kabine kapısı önünde gece vedasını icra ettiler.
Eğer Nasuh Efendi biraz daha aşağıya inmeyip de yukarıda kalmış olsaydı, tuhaf bir şey temaşa edecekti. Şöyle ki:
Türlü türlü renkler ile bezenmiş bir kelebek kadar süslü olan Zekâ Bey, yine aynen bir kelebek gibi çiçekten çiçeğe uçmak yaradılışında bulunmak hasebiyle, Madame de Trouville’den fırsat buldukça tiyatrocu Mademoiselle Gabrielle’e dahi yaranmaya yeltenirdi. Nasıl ki buna dair bir gün evvel ikinci kamarada bazı uygunsuz hâller dahi temaşa edilmişti.
Bu akşam ise kıç üzerinde Madame de Trouville’in, Mister James ile eğlenmekte bulunduğunu fırsat ittihaz eden Zekâ Beyefendi bir kenarda dinlenen Gabrielle’in yanına sokulup o zamana kadar peyda etmiş olduğu hususiyetin müsaadesi dâhilinde, hatta o hududun pek çok haricinde olarak bile ilanıaşka ve muaşaka çarkının hareketini hızlandırmaya başlayıp nihayet bahsi o akşam kabinenin anahtarı kendisine teslim olunmak niyazına kadar getirdi.
Böyle vapurlar içinde kamaranın anahtarını vermenin ne demek olduğu pek açık bulunduğundan izaha ihtiyaç yoktur. Vakıa Gabrielle için bu tarz bir teklifin ilk defa olarak arz edilmiş şeylerden olmadığını hükmedebiliriz. Ancak bu kadar serbestçe ve âdeta hayvanca edilecek tekliflerin bu birincisi olduğuna Gabrielle’i tanıyan bir adamın hiç şüphesi kalmaz.
Gabrielle’i tanıyan bir adam, onu nasıl tanır bilir misiniz? Sözü uzatmaya gerek yoktur. O yaşta ve o sanatta bulunan bir delikanlıyı nasıl tanır ise öyle. Bu gibi kadınların alışverişi akçe ile olmaz. Onlara gönül parasını vermelidir ama Zekâ Bey gibi bu alışverişin inceliklerini bilmeyerek değil.
Zaten şu sebep Gabrielle’i yüz çevirmeye kâfi olduğu cihetle, Zekâ’nın teklifini şiddetle reddetmekte ve galebe hususunda pek ziyade müşkülat görmekte iken bir de Madame de Trouville’in, Mister James ile olan latifesini bitirerek ve etrafa meraklı nazarlarla, Zekâ’yı Gabrielle ile baş başa görerek sırlarına vâkıf olmak için yavaş yavaş gelip yanı başlarına oturduğunu Gabrielle görmesin mi?
Artık güzel bir komedya oynamak zamanı gelip çattığına hükmetti. Çılgın zamparaya hem ümit verecek cilveli hâllerini gizleyemeyerek ve menedemeyerek hem de teklifini kabul etmekte o kadar inat gösterdi ve Zekâ Bey dahi hırsına ve hevesine galebe ile o derece saldırdı ki daha oracıkta öpücük almak küstahlığına bile kalkıştı. Binaenaleyh Gabrielle “Benim tarafımdan bundan sonra hiçbir şeye nail olamazsın!..” diye öyle ilahi bir silleyi süslü beyin sol yanağına bir indiriş indirdi ki fişek gibi patladı. Mutlaka bu fişek sillesinin ateşi, beyin gözlerinden fırlamıştır. Hâlbuki kıskançlığın icabatına bu zamana kadar hiddetinden titreye titreye güç hâlle sabretmiş olan De Trouville dahi ortaya fırlamıştı. Bir muharebe ki maazallah!..
Durum birinci kaptana arz olundu. Gemi içinde umumi adaba muhalif hâl ve harekette bulunanların, ilk iskeleye çıkarılıp terk edileceğine dair nizamname fıkrası beyefendiye gösterilip vakıa vapur Messina’dan başka yere uğramayacak ise de bir daha bu gibi hareketi görülür ise bir [daha] kabineden dışarı çıkmasına müsaade edilemeyeceği dahi kendisine anlatıldı.
Bu durum, Sena Bey’e iki cihetten dokunmuştu. Birincisi kendisi gibi bir Osmanlı’nın dost ve düşmana karşı bu gibi uygun olmayan muameleler görülerek tekdir edilmesi ve ikincisi de Gabrielle’e olan samimiyetini Zekâ Bey’den ziyade arttırmış bulunmasıyla bir bakıma himayesi altında demek olan bir kadına taarruz olunmasıdır. Ancak bu çocuk, gençliğiyle beraber ağırbaşlı mahcup bir şey olduğundan rezilliği bir kat daha arttırmamak için hiddetini yine içinde yenerek sabır ve sükûtu vacip gördü.
İşte Nasuh Efendi’nin yukarıda bulunmuş olsaydı görmüş olacağı vaka şundan ibaretti. Bari aşağıya indiğine göre başka bir kadın olsa. Madame Cartrisse’i yerine bıraktıktan sonra Lehli Gardiyanski ile birkaç çift söz söyleşmek için onun yanına vardı ise de Gardiyanski okumakta olduğu bir Rusya tarihi muhakematıyla pek ziyade meşgul olduğundan sohbet için itizar etmiş ve binaenaleyh Nasuh dahi eline bir kitap alarak yatağına girip perdeyi çekmiştir.

On İkinci Bölüm
Erken yatmış bulunmak hasebiyle ertesi sabah dahi erkenden kalkmış olan Nasuh, vapurun Reggio şehriyle Messina Burnu arasından geçerek Sardunya Denizi’ne girmekte bulunduğunu görmüştü. Bir gün evvelki havanın, Messina’da ziyadece fırtına yapacağı, yolcular tarafından hesap edilip kaptanın o konuda verdiği teminatı kabul etmemekte oldukları hâlde, havanın hemen limanlık diye hükmolunacak mertebede olması Nasuh için epeyce bir memnuniyete vesile oldu.
Bir sigara yaktı. Bir de alaturka kahve ısmarlayıp iki tarafı temaşa ederek sabah keyfini sürmeye başladı.
Nasuh bu hâlde iken bir de merdiven cihetinden Mademoiselle Catherine’in başı görünmesin mi? Sonra omuzları, nihayet tüm vücudu meydana çıktı. Ama buna Nasuh’un hayali manasını vermeyiniz. O dakikada Catherine’in, Nasuh’un hayalinde bile olmadığına emin olunuz. Bu gelen bir hayal olmadığı gibi, o kadar hakikat idi ki Nasuh’u gördüğü zaman birdenbire irkilip âdeta dönüp gidecek gibi bir tavır gösterdiği hâlde yine pişman olarak ilk azminde devam etti.
Evet! Mademoiselle Catherine idi. Zira dünkü gün, kuşluk yemeğinden beri âdeta kabinesinden salona bile çıkmamış olduğundan ve sabah erkenden güvertenin tenha olacağını da hesap etmiş bulunduğundan hava almak, gam dağıtmak için oraya çıkmıştı.
Kabinesinden niçin çıkmadığını ve güverteye çıkmak için böyle bir tenha vakti niçin aradığını mülahaza etmek lazım gelir ise de sormak icap etmez.
Nasuh kadını görünce sigarasını denize atıp yarıya kadar içmiş olduğu kahvesini dahi yanı başına koyarak ayağa kalkıp onu karşıladı. Catherine başıyla selam verdi. Verdi ama verdiği selam yekdiğerine müştak olan iki dostun verdikleri selamlardan olmayacağı malumdur. Pek soğuk bir selamdı. Nasuh ise aynen, dünkü gün gösterdiği tevazu ve nezaket derecesinde bir iltifatla selama karşılık vererek, aralarında henüz yedi sekiz adım mesafe olduğu hâlde Catherine’in yanına varmayıp kadın kendi yanına mı gelecektir yoksa başka bir tarafa gidip yalnız mı oturacaktır, emeli ne ise onun icrasında kendisini serbest bırakmaya lüzum gördü.
Hâlbuki bu düşüncenin Catherine’de dahi var olduğu görülüyordu. Zira ayakları Nasuh tarafına istemeye istemeye yürüyüp teveccühü ise başka taraflara idi. Ne ise istesin istemesin geldi, ağzından dökülürcesine birkaç iltifatlı kelime ile Nasuh’un yanına oturdu.
Birkaç dakika geçtiği hâlde henüz bir lakırtının ucunu tutamadılar. Catherine iç sıkıntısından esnemeye başlamıştı. Hatta Nasuh “Sizde bir sıkıntı görünüyor. Benim huzurumdan sıkılıyor iseniz çekileyim gideyim.” hükmünü tasvir eder mahsus bir tavırla yerinden kımıldandığı zaman bile Catherine hiçbir ilişik etmemişti. Nasuh nihayet ayağa kalkıp da ilk adımını dahi attıktan sonra:
Catherine: “Nereye savuşuyorsunuz monsieur?”
Nasuh: “Sizi şu gördüğüm iç sıkıntısından kurtarmak için ilaç aramaya!”
Catherine: (alaycı bir tebessümle) “Bu belli bir hastalık mıdır ki onun ilacı da belli olsun? Tıp…”
Nasuh: “Bu hastalıklar tıbbın bahsedeceği şeyler değildir mademoiselle. Bunlar güzel terbiye dershanesinde bahsedilir hastalıklardandır. İlacı elbette ki bellidir.”
Catherine: “Nedir?”
Nasuh: “İç sıkıntısını veren ne ise veyahut kim ise onun defi!”
Catherine: (mecburen) “Estağfurullah! Sizin gibi terbiyeli bir adam insana iç sıkıntısı verir mi ki?”
Nasuh: “Böyle bir teveccühünüze mazhar olmuş isem kendimi mesut addederim.”
Vakıa Nasuh bu söz üzerine, fakat bir iki metre kadar uzak olmak üzere Catherine’in yanına oturdu ise de üç dakikada bir kelimecik konuşulmak üzere Messina’nın geçilip geçilmediğine ve havanın yine bozulup bozulmayacağına dair yavan sözlerden başka bir zamana kadar söz söylenmedi. Eğer uzaktan bir yerden gizlice bakmış olsa idiniz, bunları gayet mahcup ve âdeta miskin bir yeni gelin ve güveyi zannederdiniz. Çünkü ağızlarından dökülen sözler öyle bir surette dökülürdü ki zihinlerinde bir başka şey olduğu hâlde ağızlarından başka sözler çıktığını her kime olsa anlatabilirdi. Bir de bu aralık pek muvafık bir konuşma vesilesi uç göstermesin mi? Nasuh bu ucu uzatmak fırsatını asla elden kaçırmadı. Şöyle ki:
Catherine: “Madame Cartrisse’i İstanbul’da iken tanıdınız mı Monsieur Nasuh?”
Nasuh: “Neden sordunuz efendim?”
Catherine: “Birbirinize olan samimiyetinizi ziyadece gördüm de ondan.”
Nasuh: (bahsi uzatmak için) “Samimiyetimize dair kuvvetli bir emare mi gördünüz?”
Catherine: “Birbirinize tarafgirlik etmenize bakılır ise.”
Nasuh: “Ne zaman? Hangi bahiste?”
Catherine: “Canım dünkü gün edilen bahiste…”
Nasuh: “Hata etmez isem biz dün yalnız zatıaliniz ile görüştük Cartrisse ise hemen üç lakırtı söylemedi.”
Catherine: “Demek oluyor ki Cartrisse ile olan samimi münasebetinizi inkâr etmek istiyorsunuz.”
Nasuh: “Ben kendim, hiçbir vakitte kendimi küfranınimette görmek istemem efendim. Eğer Cartrisse gibi melek huylu bir kadın ile samimi münasebet peyda edebilmiş olduğumu görsem, bunu bir büyük nimet bilerek teşekkürle itiraf ederdim. Fakat henüz böyle bir münasebeti akdeylediğimizi bilmiyorum. Vakıa biraz iltifatına mazhar oldum ama onu bana samimi bir lütuf olmak üzere etti. Çünkü ben kendimi Cartrisse gibi bir kadının iltifatına şayan görecek kadar mütekebbir değilim.”
Catherine: “Acayip! Bir söz söylüyorsunuz ki cihet cihet meraklara sebep oluyor. Cartrisse melek huylu bir kadın mıdır ki?”
Nasuh: “Bu davamı nazarımda iptal edecek henüz hiçbir şey görmedim. İlk sohbetinde ise hüsn-i nazar ve hüsn-i zan, akıllı ve terbiyeli olan bir adamın kârıdır.”
Catherine: (biraz bozularak) “İlk defa olarak sohbet edilen insan hakkında, hüsn-i nazar ve hüsn-i kabulde bulunmak akıl kârı olduğu bir yerde mukayyet midir?”
Nasuh: “Evet!”
Catherine: “Nerede?”
Nasuh: “Kin ve nefretten uzak saf yüreklerde.”
Catherine: (bu sözden daha ziyade üzülerek güya mukabele için) “Öyle ama pek de güvenilir olmayan bir kimseye, böyle hüsn-i kabul gösterip de sonra aldanmak?”
Nasuh: “Bunda yanılan için bir ayıp yoktur. Belki aldatan melunlar sınıfında kalır. Birisi kalpazandır. Sahte olan parasıyla beni aldatmış. Kanun hangimizi cezalandırır?”
Catherine: “Bu siyasi bir maddedir.”
Nasuh: “Kanunların cümlesi bir nokta-i nazardan bakıp ahvali değerlendirirler. Siyasi kanunlar ise sırf medeniyet ve insaniyet kanunları doğurmuştur.”
Nasuh bu sözleri söylerken Dizier ailesi halkı takımıyla yukarıya çıktıkları gibi Angeline tarafından görmekte bulunduğu sert ve soğuk muamelelerle beraber hâlâ ümidini kesmemiş bulunan Remzi Efendi dahi hiç olmaz ise uzaktan perestiş emeliyle arkalarına düşüp gelmişti. Ortalığın tenhalığı o suretle kalabalıklaştıktan sonra Catherine oturduğu yerden ayağa kalkıp güya gezinmek vaziyetini aldıysa da bu hâlde kolunu takdim etmek vazifesini kendisine teveccüh eden ve binaenaleyh kolunu arz eden Nasuh’a bir veda selamı vererek aşağıya indi ki bu muamele Catherine için Nasuh’a bir hakaret addolunarak reva görüldüğü anlaşılmakla beraber Nasuh katiyen üzülmedi. “Ben vazifeyi ifada kusur etmemiş olayım da o kibirli kadın benim bu nazikane muameleme, güzel mukabele etmemek ayıbı altında kalsın. Daha kârlı çıkarım.” dedi.
Yukarıda Remzi Efendi’nin Angeline’e göstermekte olduğu edepsiz olan âşıkane hâlleri görmek mi istersiniz? Yoksa zihninizi Nasuh ve Catherine ile beraber göndermek mi? Bize kalır ise ikinci suretin daha müreccah olacağına şüphe yoktur. Hatta şüphemiz olmadığı için biz kalbimizi bunların ardından sevk edeceğiz. Evvela Catherine’i ele alalım:
Kadın, kıç üzeri merdivenden aşağıya ininceye kadar hareket ve tavrında bir güne değişiklik göstermemek için kendini zorlayıp fakat tam birinci kamaranın salonuna gireceği zaman, artık içinde kaynayıp kabaran hiddetin tesirat-ı dahliyesine o kadar mağlup oldu ve o derece gazap ve hiddetle içeriye girdi ki kendisini karşılayan “Sabah kahvenizi içmeden çıktınız madam, burada salonda mı içeceksiniz? Yoksa yine kabinenize mi götürelim?” diyen kamarotu tanıyamayarak ve biçareyi Nasuh zannederek “Efendi efendi! Ettiğiniz hakaretler lazım derecesini ziyadesiyle aştı! Ya beni kendi hâlime terk ediniz veyahut ben kendimi sizin tasallutlarınızdan kurtarmak için ne iktidara malik isem ona müracaat etmeme müsaade buyurunuz!” diye kamarot ile âdeta kavgaya başladı.
Vakıa kamarotun “Aman efendim! Ben size ne hakaret ettim?!” diye itiraza başlaması üzerine, Catherine aklını başına topladığı zaman gayriihtiyari oynadığı bu komedyaya kendisinin dahi yine gayriihtiyari kahkahalar ile gülmesi lazım gelir idiyse de bu kere dahi bir Türk’ün muamelesinin heybeti, kendisini oraya kadar takip edecek derecede kuvvetli bulunmasına ve buna mukabil kendisinin pek aciz ve zayıf kalmış olmasına hiddet ederek kamarota, “Sözüm sana değil! Ben bu sabah kahve de istemem!..” cevabını vererek kendisini kabinesine attı.
Bereket versin ki Catherine’in bu gazap hâlinde, Cartrisse yanında bulunmadı. Bulunmuş olsaydı saç saça, baş başa bir güzel kavga edeceklerine hiç şüphe edilemezdi. Zira Catherine hiddetinden âdeta çıldırmışa dönüp kavga edecek hiçbir kimse bulamadığı hâlde, kendi nefsiyle kavgaya başlayıp “Ben de Cartrisse gibi bir budalanın sözlerine baktım da yabanın terbiyesiz, edepsiz Türkleriyle tanışıp görüşme peyda eyledim. Müstahakım! Müstahakım zahir! Böyle sözünü, sohbetini bilmez ve söylediği sözün bir ucu nereye dokunma ihtimali olduğunu düşünmez kaba heriflerin hakaretamiz hitap ve suçlamalarına müstahakım! Zira Cartrisse’in hikmetlerine kulak vermek gibi eşeklik derecesindeki bir ahmaklığın cezası olsa olsa bu olabilir. Akıllı ve terbiyeli ve nazik olanlar bir adamla ilk defa olmak üzere sohbet ettikleri zaman hüsn-i zan ve hüsn-i kabulde bulunurlarmış! Demek oluyor ki ben kendisiyle ilk sohbette hüsn-i nazarda bulunmadığım için akılsız, terbiyesiz ve nezaketsiz imişim!.. Ama sonra aldanır ise herkes aldatanı ayıplarmış! Çok yaşa koca Türk! Sen bu hikmetlerinle bin yaşa! Eğer ben bu gibi ağızlara kulak vermiş olsaydım, şimdiye kadar çoktan rezil olmuş gitmiştim! Bu düstur, saflık ve sadakatle dolu olan mahkuk[26 - Mahkuk: Hakkedilmiş. Sert bir şey üzerine sert kalemle kazılarak yazılmış. (e.n.)] imiş! Aman etme Allah’ı seversen Türk Efendi! Bu kadar yüksekten uçma! Sonra yuvarlandığın zaman boynunu kırarsın!” yollu muhakemeler ile sözün nakaratı olarak dahi hep “Böyle Cartrisse gibi zevzeğin sözüne kulak verdiğim için, Türklerin dahi edepsiz hakaretlerine müstahakım!” diye kendini suçlamada karar kılardı.
Catherine’in, Cartrisse aleyhine bu kadar şiddet göstermesi, Nasuh hakkındaki olumsuz fikrini, Cartrisse’in Nasuh’a hikâye etmiş bulunması ve buna dayanmak üzere dahi Nasuh’un zımnen kendisini akılsız ve terbiyesiz eylemiş olması hesabından doğardı. Ancak siz de bilirsiniz ki Cartrisse böyle bir münafıklıkta bulunmamıştır. Hatta Nasuh dahi bu sözleri, kötü düşünce ile söylemeyip yalnız dünyada her gördüğü şeye ve zata nefret göstermekte olan bir kadının fikrini gıcıklamak için söylemiş olduğuna güvenimiz tamdır. Lakin bu hakikati o gazap hâlinde iken Catherine’e anlatma ihtimali olabilir mi? Kadın düşündükçe kızar ve kızdıkça düşünür ve bazı kere olurdu ki hemen yukarıya çıkıp Türk’e bunca halk içinde bir şamar atmaya karar vermek derecelerini bulurdu.
Lakin bu derece şiddetinden dolayı Catherine’i ayıplamayınız. Sizin hem mütekebbir ve mağrur hem de kadın olduğunuz var mı? Ama nasıl mütekebbir? Zekâ ve anlayışıyla! Nasıl mağrur? İlim ve irfanıyla! Nasıl kadın? Âlemi kendi güzelliğine, servetine secde eder görmekle iftihar eden bir kadın. Bu hâl-ü şanda bulunan bir kadın, böyle bir bahiste bundan aşağı hiddetlenir ise asıl o zaman şaşırmaya mahal vardır.
Nasuh ise “Ben vazifeyi ifada kusur etmemiş olayım da o kibirli kadın nazikane muameleye güzel mukabele etmemek ayıbı altında kalsın. Ben daha kârlı çıkarım.” sözünü bitirdiği zaman bu sabah keyfi ile dolaşan ve kıç üstü olayının bütün tesirlerine dahi son vererek aşağıya o kadar sükûnetli bir hâl ile indi ki henüz giyinip yukarıya çıkmakta bulunan Gardiyanski, Nasuh’un yüzünden hiçbir şey anlayamadı.
Aralarında şöyle konuşmacık geçti:
Gardiyanski: “Vay bonjur kardeşim! Artık sana kardeşim diye hitap etmekliğime müsaade edersin ya?”
Nasuh: “Bu iltifatınıza teşekkürden başka söyleyecek bir söz bulamam. Fakat dostlukta, uhuvvette bu kadar aceleye mahal yoktur. Bonjur Monsieur Gardiyanski!”
Gardiyanski: “Ee nereye ya? Şu aceleye niçin mahal yok bakalım, onu anlamak için yukarıya bir tarafa çıkalım.”
Nasuh: “Ne hacet? Sizin gibi adamlar bir kere düello etmedikten sonra gerçekten dost ve kardeş olabilir mi? İşte bunu düşünürsen kifayet eder.”
Gardiyanski: “O bize mahsus bir kaide midir?”
Nasuh: “Kalemini meç gibi kullananlarla, meçini kalem gibi kullananlara mahsus bir kaidedir. Bunca edibin bahsettikleri kılıç ve kalem dahi işte bu yolda kullanılan aletlerdir ki bunların ikisini de sizde var görmekle iftihar ederim.”
Gardiyanski: “İyi ya a canım! Yukarıya çıkalım da iki çift söz söyleyelim. Akşam da söyleşmedik.”
Nasuh: “Bana yarım saatçik müsaade vermenizi rica ederim.”
Gardiyanski: “Öyle ise şimdilik bir yarım adiyö!”
Nasuh: “Bonjur Monsieur Gardiyanski!”
Nasuh’un Gardiyanski ile beraber yukarıya dönmek istememesine bakılır ise aşağıda görülecek bir mühim işi olduğu zannolunur. Hâlbuki bu zan büsbütün boştur. Nasuh âdeta yatağı içine şöyle uzanıp da akşam kenarını kırarak bırakmış olduğu sayfada bitirilememiş kalan bir bahsi okumaktan başka hiçbir iş için aşağıya inmemişti. Vakıa maksadı veçhile uzandı, yattı. Ancak bir gemide Mister James gibi bir deli İngiliz bulunur ise her dakikada bin komedyaya tesadüf eden yolcuların gülmekten kırılması, böyle okuma gibi sükûnet-i fikre muhtaç olan işleri tamamlamaya müsaade mi eder? Bu kere oynadığı komedya ise âlemde hemen Mister James ile yine onun gibi bir İngiliz’den başka kimsenin oynayamayacağı komedyalardandır.
Şöyle ki:
Hani ya şu sağdan soldan beşer tane kabine kapılarını geçtikten sonra iki tane dahi altıncı kapılar yok mu idi? Hani ya bunların hususiyetleri umuma ait olduğunu mahallinde zikretmiştik. İşte bizim Mister James sabahleyin bunlardan birisinin hususiyetine malik olmuş iken güya içeride beliren bir böcek kendisini korkutmuş gibi aceleyle dışarıya fırladı ve zaten yataktan çıktığı hâliyle şallak mallak bir surette bulunması az imiş, bir de gömleğini ve donunu bir eliyle buruşturup kavrayarak ve diğer elini dahi elbisenin katmerleri altından göstererek olanca avazıyla “Monsieur Autrans! Mister Autrans! Bir fikir daha geldi hem de şimdi geldi!..” diye salon içine kadar koşup geldi.
Autrans ise henüz giyinmekte olduğundan deli İngiliz’i bu hâlde görünce kahkahasını bir türlü yenememekle beraber, henüz yeni gelen fikrin neden ibaret olduğunu sordu ve filozof İngiliz’den şu cevabı aldı:
Payitahtın devlet-i aliyesinde!.. Şey! Devlet-i aliyenin payitahtında diyecektim! Tasvir ve çizilmeye şayan bir şey daha vardır. Hani ya şu Galata Köprüsü’nü geçip de İstanbul tarafına geçince bir büyük cami yok mu? Hani ya o caminin yanında alafrangaca ismini söylemek gayet ayıp olan sıra yerler yok mu? Ben orada birçok herif gördüm ki işte aynen benim bu hâlde duruşum gibi durup gizli bir iş ile meşgul olurlardı. Yanımdaki tercümana sordum. Bunun bir temizlik olduğunu haber verdi. Ama garip temizlik değil mi? Senin şöylece dahi bir resmini almak ve altına ‘Türklerin temizliği! Meşhur İngiliz ressamı Mister James tarafından resmolunmuştur.’ ibaresini yazmak fena olmayacak.”
Vakıa filozof İngiliz, Türklerin bu temizliğinin gizli olduğunu haber verir idiyse de kendisi asla gizlemeye lüzum görmezdi. İngiliz’in telaşı ve gürültüsü üzerine henüz yatağından çıkmamış olan Yorgidis dahi perdesinden başını çıkarıp çatlayıncaya kadar gülerdi. Nasuh Efendi dahi İngiliz’in bu cinneti üzerine artık sabır ve tahammülü tüketerek mukabeleye başladı ise de herife meram anlatmak pek güç oldu. Bakınız ama ne kadar güç:
Nasuh: “Canım a Mister James! Artık rezaletin bu derecesine de lüzum var mıdır ya?!”
James: “Nasıl rezalet? Hiç terbiyeli bir İngiliz rezalet yapar mı? Hiç Kraliçe Victoria’nın serbest bir tebaasına böyle iftira edilir mi?”
Nasuh: “Rica ederim bir kere mülahaza ediniz ki şimdi şu salonda kadınlar bulunmuş olsaydı ne derlerdi? Ne yaparlardı?”
James: (hâlâ işinde devam ederek) “Ne yapacaklar? Mendillerini veyahut yelpazelerini yüzlerine tutup fakat alt tarafından yine temaşadan geri kalmazlardı. Benim kötü bir maksadım yok ki ayıplıyorsunuz. Ben ressamım. Ressam kısmı çırçıplak bir kadını karşısına alıp Venüs ilahesinin resmini çıkaramaz mı? Ben de böyle bir resim çıkaracağım.”
Nasuh: “Pekâlâ! Venüs ilahesinin resmini çıkardığınız kız o hâlde bu salona girebilir mi?”
James: “Giremez ama mademki Meşhur İngiliz ressamı Mister James bu salondadır, artık buraya salon denmez; belki mükellef bir resimhane denir.”
Yorgidis: “Bir söz de benim söylememe müsaade buyurunuz. Siz hiçbir levha gördünüz mü ki bir halkın ne suretle tuvaletini yaptığını tasvir etsin?”
James: “Hay Allah razı olsun! Görmedik. Biz de işte hiçbir ressamın yapamamış olduğu şeyi yaparak bu yüzden nam almak, şan kazanmak istiyoruz.”
Deli İngiliz bu sözleri o kadar ciddi olarak söylerdi ki hatta bu sevdadan vazgeçmesini kraliçe emretse bile kabul etmeyeceği, söz ve davranışlarıyla gösterdiği devam ve ısrardan anlaşılırdı. Nihayet Nasuh Efendi başka bir tedbir bulamayarak herifi ite ite endam aynasının karşısına kadar götürüp “Bak Allah’ı seversen bak! Kendini gör! Şu hâlde yapacağın bir resmi satın alan bulunur mu? Buna hükûmet müsaade eder mi?” dedi ve bereket versin Autrans dahi bu müstehcen resmi seyahatnamesine koyamayacağını anlattı da İngiliz dahi yapacağı şeyin para etmeyeceğini anlayarak yalnız bunun için kararından vazgeçti.
Öyle ya! Bir adam filozof ve özellikle İngilizlikle beraber filozof olur ise kararından öyle çarçabuk dönememelidir.

On Üçüncü Bölüm
Deli İngiliz’in gürültüsü, bir iki günden beri geceleri yalnız yazı yazmak ve gündüzleri kuşluk yemeğine kadar uyuduğu gibi, yemekten sonra dahi bir iki saat zamanı uyku ile geçirmekten dolayı ortada çoğunlukla görünmeyen Alman Herr Kaliksberg’i bile dışarı çıkartmıştı. Kaliksberg, deli İngiliz’in her lafını işitmiş ve tuhaf hâlini dahi görmüş olduğundan Allah bilir ama bir iki günden beri yazdığı şey dahi İngiliz politikası aleyhine bir rapor olmalıdır ki bayağı tehevvür hâline gelmiş olan Nasuh Efendi’yi bir tarafa çekip gayet küçümseyen ve ifritçe bir tavır ile “Ayıplamayınız monsieur! Ne yapsın? Biçare İngiliz’dir. Onların Hint, Çin ve Amerika politikalarını parmakları ucunda çevirmek gayretinde bulunan lordları dahi tuhaflıkta Mister James’ten aşağı kalmazlar!” demişti.
Vakıa biraz sonra Cartrisse ile Madame Syrienne dahi dışarıya çıkmışlar idiyse de bereket versin ki İngiliz’i o hâlde görmeyip pantolonunu ayağına giymiş olduğu hâlde bulmuşlardı. Bunlar şamatanın sebebini sordular. Nasuh Efendi “Bir komedya ki kadınların göreceği şeylerden olmadığı gibi işiteceği şeylerden de değildir.” diye mukabele ederek işi tatlıya bağlamıştır.
Madame Syrienne zevcesi müteveffa Monsieur Syrienne’in böyle kadınların göremeyecekleri ve işitemeyecekleri hâllerde asla bulunmadığından başlayarak mutadı olduğu üzere müteveffayı biraz daha methettikten sonra kabinesine dönerek ve çocuklarını alarak yukarıya çıkmaya kalkışmasıyla, Cartrisse dahi Nasuh’u elinden tutarak Madame Syrienne’e uymuş ve şu hâlde ikinci kamara yolcuları hemen tamamıyla kıç üzerine dolmuştu. Lakin Nasuh, Catherine ile sabahleyin vuku bulan sohbeti asla ağzına almayıp Cartrisse dahi mezbure[27 - Mezbure: Adı geçen. İsmi yukarıda geçen. (e.n.)] hakkında dudağını açıp konuşmadığından aralarında edilen sohbet öte tarafta Angeline ile meşgul olan ve binaenaleyh Cartrisse ve Nasuh’un yukarıya çıktıklarından haberdar olamayan Gardiyanski’nin bazı güzel hâllerini hikâye ve muhakemeden ibaret kalmıştı.
Bugün kuşluk yemeğinden sonraya ve hatta akşamüzerine kadar zikre şayan âdeta hiçbir şey geçmemiştir. Akşamüzeri vuku bulan bir hâl ise şu seyahat üzerinde kayıt ve tahririne lüzum göreceğimiz hususlardandır.
Şöyle ki:
Nasuh, kuşluk yemeğinden sonra yazıya oturup Marsilya’dan İstanbul’a göndereceği bir mektubu yazmaya başlamıştı ki bu mektup İstanbul’dan Marsilya’ya kadar olan seyahati içine aldığı için ayrıntılıca bir şeydi. Tam yarıda iken Cartrisse telaşla geldi. Söze başladı:
Cartrisse: “Allah’ı severseniz Monsieur Nasuh! Bugün yine Catherine ile ne konuştunuz?”
Nasuh: (şaşırarak) “Hemen hiç!”
Cartrisse: “Nasıl hiç? Az kaldı ki evladım gibi muamele ettiğim Catherine ile bugün senin için boğaz boğaza geleyim!”
Nasuh: (kalemi elinden bırakarak) “Niçin?”
Cartrisse: “Siz ona akılsız, edepsiz, terbiyesiz demişsiniz?”
Nasuh: “Ne demişim? Ben mi demişim! Böyle bir laf Nasuh’un ağzından çıkmış ha? Yanlışınız var efendim.”
Cartrisse: “Evet! Öyle diyor.”
Nasuh: “Öyle ise âdeta hoppalık ediyor ki onun gibi kâmil geçinmek isteyen bir kadına hoppalık hiç yakışmaz. Ne ise! Böyle bir hezeyan etmiş olduğum gerçek ise gider özür dilerim.”
Cartrisse: “Bin bela ile yumuşattım. Gel Allah’ı seversen şuna bir şey anlatınız.”
Bu teklif üzerine Nasuh bir kere başını önüne eğdi. Fakat çok vakit bu durumda devam etmeyip hemen müteakiben yine kaldırdı. Hem de mütebessimane bir tavırla kaldırıp Cartrisse’e dedi ki:
Nasuh: “İster misiniz ki şu Catherine ile dost olayım?”
Cartrisse: “Ben dostluktan vazgeçtim. Birbirinizi hiç tanımadığınız zamanki hâle çevirebilirseniz memnun olurum.”
Nasuh: “Hayır! Hayır! Dost olacağım. Hem o kadar dost ki!..”
Cartrisse: “Ne kadar?”
Nasuh: “İhtimal ki sizi kıskandıracak kadar!”
Cartrisse: “Beni mi? Ben kıskanacağım ha? Neden kıskanayım? Aramızda bir alaka mı var?”
Nasuh: “Yok ama ben…”
Cartrisse: “Ey! Sen?”
Nasuh: “Ben istersem o dünyada kimseyi beğenmeyen azametli Mademoiselle Catherine’i kendime çıldırasıya âşık ederim.”
Cartrisse: “Güleceğimi getiriyorsunuz Monsieur Nasuh!”
Nasuh: “Ayaklarıma kapandırırım diyorum.”
Cartrisse: “Muhal[28 - Olamaz, olmaz, olmayacak, olması, gerçekleşmesi olanaksız. (e.n.)] denilen şeyin hükmü içinde bir de imkân var mıdır?”
Nasuh: “Bence vardır. Fakat sonra kıza yazık etmiş olmayalım.”
Cartrisse: “Bence bu dediğiniz şey muhaldir. Muhal hükmünde de hiç imkân yoktur. Binaenaleyh kıza yazık olmayacağına ben eminim. Elinizden geleni esirgemeyiniz. Eğer muvaffak olur iseniz o zaman da işin bir kolayı bulunmaz değil a?”
Nasuh: “Ha! Bak o zaman işin bence hiçbir kolayı bulunamaz. Bu bir muhaldir ki işte bunun imkânını bulmak gayet güçtür.”
Cartrisse: “Ne ise! Eğer siz bu dediğiniz şeyi yapabilir iseniz…”
Nasuh: “Yapabilir isem? O zaman bana ne verirsiniz?”
Cartrisse: “Ne istersiniz?”
Nasuh: “Bir bakıma pek küçük, bir bakıma pek büyük!..”
Cartrisse: “Ne?”
Nasuh: “Bir zafer öpücüğü!”
Cartrisse: “Benden mi?”
Nasuh: “Evet! Sizden! Ama istediğim gibi!”
Cartrisse: “Pekâlâ!”
Nasuh: “İstediğim gibi olacağına dikkat isterim. Bu kaydı asla ve kat’a unutmamalı!”
Cartrisse: “Asla ve kat’a unutmayacağım.”
Nasuh: “Öyle ise haydi gidelim.”
Bu müzakere ve karar üzerine ikisi beraber kalktılar doğruca birinci kamaranın salonuna gittiler. Çünkü Catherine, Nasuh aleyhine olan şikâyetini Olamaz, olmaz, olmayacak, olması, gerçekleşmesi olanaksız âdeta Cartrisse ile kavga edercesine arz edip Cartrisse dahi eğer Nasuh böyle bir edepsizlik etmiş ise mutlaka özür için getireceğini vadetmiş bulunmasıyla, o mütekebbir ve müteazzım[29 - Müteazzım: Taazzum eden, büyüklük taslayan. (e.n.)] kadın, mağlubu olan erkeğin kendisinden af ve özür dilemesine orada muntazır bulunurdu.
Nasuh önde ve Cartrisse arkada olarak salona girdikleri zaman Catherine, kendilerinden başka kimse bulunmayan o mükellef salon içinde ayak üzerinde bulunup her pencere arasını süsleyen aynalara bakarak güzelliğini, letafetini kıyaslayarak gururunu arttırdıkça arttırırdı. Bir nebzecik gurur her kadın için ziynet addolunabilir ise de Allah için işin şu cihetini itiraf etmelidir ki Catherine’e gururun ifratı dahi ziynet addolunabilmekteydi. Nasuh’un şimşek gibi tez olan nazarıdikkati, bu hakikati çoktan görmüş ve Catherine’in kimseyi beğenememesi âdeta kendisini hevaperestane bir kadın olarak göstermemek için olduğunu, kadın kendisiyle muaşaka edilmesi değil, sözün en kısası kendisine perestiş edilmesi davasında bulunduğunu fark etmişti. Zaten Catherine’i bu kadar imtihan ve tetkik etmemiş olsaydı, Cartrisse ile o büyük mukaveleyi akdedebilir miydi?
Kadının huzuruna geldiği zaman Nasuh’un verdiği selamda gösterdiği tevazu şimdiye kadar verdiği birkaç selamdan ne ziyadeydi ne de noksan. Catherine ise başını bile eğmeyerek Nemrut gibi bir duruşta bulundu ki duruşunda görülen azamet ve gururun, ta bu derecesinde dahi yine o dereceye mütenasip letafet ve tatlılık olduğunu teslim, elbette ve elbette lazımdır.
Nasuh: “İlk görüşmemizde size ‘Ben en büyük felaketlerin bile zevkini, lezzetini bulurum.’ dememiş miydim mademoiselle? Siz o zaman bana itiraz etmiştiniz. İşte davamı fiilen ispat ediyorum. Şu anda yaptığımı bilmediğim bir büyük edepsizliğimden dolayı huzurunuzda hatamı ve suçumu itirafa davet olundum. Merhamet ve affınızı istemeye getirildim. Ne büyük felaket! Âlemde en ziyade nefret ettiğim edepsizliği gayriihtiyari kabul etmiş olayım! Bundan büyük felaket mi olabilir? Lakin bakınız bu felaket içinde ne de büyük bir lezzet bulmaktayım. Bir de değil. Pek çok. Bir kere, büyük bir güzellik ve letafetle kadın nevine gerçekten üstün gelmiş olan en güzel bir kadını, tam bir hışım ve gazap içinde görmekteyim ki kıymetini bilenlere, bu dünya zevki değer. İkincisi, haberdar olmadığım suçumu itiraf ederek, hakk-ı galibiyetinizi teslimle sizi galip tavrı içinde görmekteyim ki bu muzafferane tatlılık, güzellik tanrıçası Venüs’te dahi yoktu. Zira kemal güzelliğiyle beraber gördüğü hakareti en bayağı bir kadın dahi görmez… Aman ya Rab! Bir güzel kadına galibiyet tavrı ne de güzel yaraşır? Üçüncüsü, suç ve kusuru itiraf ederek, yalvararak, ağlayarak mutlaka merhametinize nail olacağım ki elbette herkes için nail olunması imkânsız derecesinde zor olan bir nimete, benim böyle hiç beklemediğim bir kolaylıkla nail olmam en büyük nimet ve binaenaleyh büyük bir zevk ve lezzettir.”
Sözünü burada kestikten sonra cevabı bekler bir tavırla Catherine’in yüzüne baktı. Catherine, şu uzunca özrü, başından sonuna kadar güya her harfini ezber ediyormuşçasına tam bir dikkatle dinlemiş ve Nasuh cevabı beklediği zaman ise ömründe kimseden işitmediği ve ihtimal ki o zamana kadar kimsenin tefevvüh[30 - Tefevvüh: Ağza alma, dil uzatma, münasebetsiz söz söyleme. (e.n.)] edememiş olduğu bu garip özre, verecek hiçbir cevap bulamayıp âdeta nutku tutulmuş kalmıştı.
Bu şaşkınlık ve hayret şüphesiz üç beş dakikadan ziyade devam ettikten sonra Catherine güç hâlle “Buyurunuz oturalım.” diyebildi. Lakin öte taraf yalnız bu cevaba kanaat edemeyerek:
Nasuh: “Ağzınızdan af kelimesi çıkmadıktan sonra oturmak ihtimali yoktur. Yok eğer dizlerinize kapandığımı…”
Catherine: (dizlerine kapanmak üzere davranmış gibi görünen Nasuh’un kolundan tutarak) “Estağfurullah! Affa ihtiyaç görülecek bir kusurunuz mu var ki?”
Nasuh: “Tamam! Ben de öyle isterim ya! İşte kusurum olmadığı tarafınızdan itiraf edildiği hâlde, affedilmiş olmamı istemek arzusundayım ki nimet içinde nimet ve lezzet içinde lezzet olmak üzere bunu addeceğim yoksa benden bu lütfu esirgemek mi istiyorsunuz? Kalbiniz kadar hassas bir kalbe bu katılık yakışır mı?”
Catherine: (hissolunmaz derecede bir tebessümle) “İsteğiniz mutlaka ‘affettim’ dedirtmek midir?”
Cartrisse: “Öyle olmasa bu ricada bulunur muydu? Hatta benim de huzurunda aklanıp temize çıkmak için istediğim şey budur.”
Catherine: “Öyle ise affettim.”
Nasuh: “Teşekkür ederim!”
Diye cümlesi oturdular. Fakat zanneder misiniz ki bu muamele Catherine’i memnun edebildi? Heyhat! Catherine ahmak bir kız değildi. Kendisi için bulabileceğiniz bir kusur olabilirse o da son derecede hırçınlığı, kibri, azameti olabilir. Yoksa bu özür meselesinde dahi Nasuh’un galebe etmiş olduğunu gördüğünden içini yer bitirirdi. Şu kadar var ki hariçte hiss-i derunundan renk verir ise pek gülünç olacağını anladığı cihetle dereden tepeden sözler ile idare etmeye lüzum görmüştü.
Bu zaruri konuşmada Catherine’in gösterdiği yapmacık ve riyakârane nezaketi bililtizam[31 - Bililtizam: Bile bile. Bir şeyi doğru ve lüzumlu görüp taraftar olmakla. (e.n.)] ciddiye alan Cartrisse, gayet şen ve mütebessim bir tavırla ve şaka yollu Catherine’e dedi ki:
Cartrisse: “Bir dakika sonra böyle tatlı tatlı konuşacağın bir zat hakkında bir dakika evvelki şiddetini şimdi düşünebiliyor musun?”
Nasuh: (Catherine’e söz bırakmayarak) “Gerçekten her kusur bende oldu Madame Cartrisse! Fakat demincek Catherine cenaplarına arz ettiğim gibi bu kusurum dahi diğer taraftan büyük bir nimet olmak üzere arz-ı didar etti.”[32 - Arz-ı didar etmek: Güzelliğini göstermek, yüzünü göstermek, görünmek. (e.n.)]
Cartrisse: “Ne kusur ettinizdi?”
Nasuh: “Ettiğim kusur, yalancılığı ve ikiyüzlülüğü kabul etmemek oldu.”
Catherine: (mahcubane) “Acayip! Buna kusur mu derler?”
Nasuh: “Kusur olmasaydı, aleyhime sizi o kadar kızgın eder miydi? Daha üç günlük bir şey olduğu için hatırınızdan çıkmamıştır ki efendim ilk görüşmeye beni siz davet ettiniz. O davete icabette mazur idim. Bu sabah ise tesadüf olarak görüştük. Malumdur ki tesadüfün önüne kimse duvar çekemez. Ben bunda dahi mazur idim. Ama siz pek güzel bir kadın olduğunuz hâlde ben pek çirkin bir adam olduğumu, siz zengin olduğunuz hâlde ben fakir bulunduğumu, siz yüksek fikir erbabından olup mavera-yı tabiattan[33 - Mavera-yı tabiat: Metafizik, içyüz. (e.n.)] dem vurduğunuz hâlde, ben tabiattan ayrılmadığımı görerek ve özellikle de karakterim bir güzel kadını, serveti ve mavera-yı tabiatı sevmemekte bulunduğunu dahi gözümün önüne koyarak sizinle yalnız bir iki defa görüşecek olduğumu anlamalıydım da ona göre hareket etmeliydim. Yani her ne söyler iseniz tam hakikatin ta kendisi olduğunu tasdik etmeli ve…”
Catherine: “Pek tuhaf söylüyorsunuz Nasuh Efendi! Hiçbir fikriniz kimsenin fikrine uymuyor!”
Nasuh: “Niçin efendim?”
Catherine: “Hakkımda ettiğiniz müdahanelere[34 - Müdahane: Başka bir kişiye yaltaklanarak hoş görünme çabası, dalkavukluk. (e.n.)] itibar etmeyerek…”
Nasuh: (Catherine’in lafını keserek) “Yok ama bendenize müdahin[35 - Müdahin: Birisini yalandan yüzüne karşı metheden, yüzüne gülen. (e.n.)] sıfatını vermemenizi rica ederim. Sizin için hükmettiğim inkâr olunur şey değildir. İnkâr eder isem o zaman müdahin değil belki yalancı olmuş olurum.”
Catherine: “Orası lazım değil dedim. Bundan kat-ı nazar fakat bir güzel kadını, serveti filanı sevmemeniz?..”
Nasuh: “Başınızı ağrıtmaktan korkmamış olsam fikrimi izah ederdim.”
Catherine: “Estağfurullah! Bilakis lütfetmiş olurdunuz.”
Cartrisse: “Bu gibi yerlerde fikirler izahsız bırakılmamalıdır.”
Aldığı müsaade üzerine Nasuh bir kadın için güzellik denilen şeyin asla ehemmiyeti olmayıp asıl gerekli olan şeyin, kadının yüz güzelliği ile değil belki kemal bir terbiye ve nezaket ile gönülleri avlaması olduğunu ve çünkü güzellik daima tehlikede olup mesela bir çıban, elmas gibi bir kadının yüzünü berbat edebileceğini ve güzel ahlak ise hiçbir vakitte yok olmayıp güzellik gibi, ihtiyarlıkla fena bulmak şöyle dursun hatta o zaman olgunluk derecesine varmış olacağını ve servet bahsine gelince, dünyada servet denilen şey, bazı düşünürlerin hükümleri gibi kudret cihetiyle emsaline üstün olmak ise buna nail olmanın ihtimali olmadığını, çünkü hâlihazırdaki emsale üstünlük hasıl olduktan sonra varılacak derecede dahi üstün gelinmesi lazım gelen birçok yeni emsal zuhur edeceğini ve âlemde servet cihetiyle tek olmak ise imkânsız derecesinde güç bir şey olduğunu ve servetten maksat rahat ve huzurlu bir hayat geçirmek ise o hâlde kanaatin servetten ziyade insanı zengin edebileceğini o kadar güzel ve tatlı misaller ile muhakeme etti ki bu muhakemeden, Catherine hırçınlığı sebebiyle ne kadar bizar oldu ise Cartrisse ağırbaşlılığı ve gerçekten filozofluğu münasebetiyle o nispette memnun ve mütelezziz olup “Monsieur Nasuh! Hani şu anlaştığımız zafer hediyesi yok mu? Alınmak vakti geldi zannederim. Zira bu fetanet önünde dağlar dayanamaz.” demişti.
Cartrisse’in bu sözü ihtimal ki Catherine’i daha ziyade muzdarip edebilirdi. Ancak Nasuh sözü getirip getirip de “Bununla beraber bir kadın sizin gibi güzel olur da güzelliğini kendi terbiyesine üstün tutmaz ve zengin olur da servetini kanaatinden büyük bilmez ise artık sevmeye değil, tapmaya layık ondan başka kadın olamayacağına hükmedilmelidir. Ancak ne yazık ki öyle bir devlet dahi hiçbir vakitte benim gibi bir pespayenin başına konamaz. İşte efendim bu mülahazayı daha evvelden etmeliydim de sizinle ancak bir ve nihayet tesadüfi olarak iki defacık görüşme şerefine nail olabileceğimi göz önüne alarak ona göre idare-i lisan etmeliydim. Ben ise içi dışı bir olan insanlar gibi tam bir saflık ve serbesti ile bahse giriştim ki bu kusur, pek büyük bir kusurdur.” hükmü üzerinde karar verince; Catherine derin hissiyatınca büyük bir inkılap görerek her hâlde, yani velev ki zaruri olsun, bir “Estağfurullah!” arz etmekten geri duramadı.

On Dördüncü Bölüm
Nasuh, Catherine’in şu pişmanlığını da serrişte[36 - Serrişte: Vesile, başa kakma. (e.n.)] ittihazıyla çekip uzattı. Onun üzerine de bin güzel şey söyledi. Zaten bugün Nasuh neyi serrişte etmezdi ki? Yalnız Catherine’e varlık göstermek için değil; âdeta fikrine zımnen itirazlar ederek, kendisinin noksanını yüzüne vurup, bu kadar noksanla bu derece kibir, azamet ve inat bir yere sığamayacağını da anlatmak dahi cümle-i amaldendi.
Ne ise ta akşam yemeği vaktine kadar bunların konuşmaları devam edip Catherine çok üzüldü, sıkıldıysa da Nasuh’tan gözünün yıldığına Nasuh’un bile şüphesi kalmadı. Bir aralık Catherine, o akşam yemeğini birinci mevkide birlikte yemeyi teklif etmişti. İkinci mevki yolcuları bu iltifata teşekkürle beraber af bile dileyerek tam yemek vakti kalktılar ve kendi salonlarına geldiler.
Yolda Cartrisse “Vay genç Nasuh vay! Akl-ü hikmet kadri bilen bir kimseyi kendine hayran bırakmak senin için hiçbir şey değildir.” demişti. Nasuh bu lafta dahi Cartrisse’in kendisine senli benli söz söylemesini vesile edinerek “Vay benim akl-ü hikmet kadrini bilir(!..) kâmil Madame Cartrisse’im! Artık benim ile senli benli söyleyecek kadar hususiyetinize nail oldum mu?” demiş ve Cartrisse’in hikmet kadrini bilenlerin kendisine hayran olacağını hükmetmesi üzerine bu kadirşinaslığı Cartrisse’i affetmesi zımnen bir muhabbet ilanı yerine geçtiğini kadına anlatmış ise de bu vakte kadar dahi salona inmiş bulunduklarından Cartrisse tarafından ne muvafık ne de muarız bir cevap almaya vakit kalmamıştı.
O gece yemekten sonra Gardiyanski ve hatta Herr Kaliksberg dahi Cartrisse’in sohbet meclisinde bulundukları cihetle hususi durumlara dair söz söyleyemeyeceklerini Nasuh gördüğünden ve Aktris Mademoiselle Gabrielle’i dahi tenhaca bulduğundan biraz vakti de onunla geçirmek için yanına gitti ve İstanbul’da peyda eyledikleri görüşme üzerine birçok sözler açarak ve biraz sonra Sena ile Yorgidis dahi gelerek söz kızışıp pek güzel gülündü, eğlenildi.
Dikkat ettiğiniz var mıdır ki ağırbaşlı, kâmil adamlar ne mevki ve vaziyette bulunsalar muamelesini kendilerine yakıştırırlar? Buna eğer henüz dikkat etmemiş iseniz bu dikkati size tavsiye ederiz. Hem bu bir hakikattir ki sebepleri dahi meçhul değildir. Kararsız fikirler, ikiyüzlü tavırlar erbabının her tavır ve vaziyeti yalancıktan olduğu cihetle ne tavır ve vaziyette bulunsalar bir yakışık aldıramazlar. Kâmiller ise her hâlde hakiki sözlerden ayrılmayacakları malum olup bir şey hakiki ve samimi olduktan sonra ne kadar bayağı olsa dahi yine yakışığındandır. Binaenaleyh bu gece Nasuh, Gabrielle, Yorgidis ve Sena Bey’den ibaret olan şu cemiyetçik dahi bayağı bir hovarda cemiyeti demek olup bakılsa böyle bir cemiyette ve o cemiyetin açtığı bahis ve konuşmada Nasuh Efendi’nin bulunması tavrına uymaz gibi görünürken bilakis Nasuh güya oyun eğlenceye alışık ve bu yaratılışta bir adammış gibi tam böyle bir cemiyet ve öyle bir bahse layık ve münasip görünürdü.
Bu geceden sonraki gün yataktan kalkar kalkmaz güverteye fırlayan yolcular, vapurun Korsika Adası kıyısınca gittiğini görünce ve o akşam Marsilya’ya varılacağı dahi hesap edilince, genel bir memnuniyet ile tavırlarında beşaşet[37 - Beşaşet: Tazelik, güler yüzlülük. (e.n.)] göstermeye başlamışlardır.
Bu cemaat içinde Nasuh dahi vardı. Hatta bir aralık Cartrisse, Nasuh’a birinci kamaraya gidip sabah sütlü kahvesini Catherine ile birlikte içmeyi de teklif etti. Ancak Nasuh dünkü gün başlamış olduğu tafsilatlı mektubu bugün tamamlayacağından bahisle özür dileyerek aşağıya salona indi ve yazıhane başına geçip iştigale başladı.
Birinci kamarada Catherine ile Cartrisse aralarında Nasuh’a dair söz açılmış olduğuna şüphe etmezsiniz. Açılmıştı. Hem de pek ziyade uzayıp gitmişti. Lakin kısaca hükmü hep Catherine’in Nasuh’u beğenememesinden ibaret olduğu cihetle söylenen sözleri burada tafsilatıyla kayıt ve tahrire lüzum görmemekteyiz. Şu aralık araştırılmaya değer bir şey var ise o da bu hikâyemizin başlıca azasından olmak üzere birtakım hâllerini gördüğümüz Cartrisse ve Catherine ile Nasuh, Gardiyanski yürekleri olsun. Başka zevat, hep şimdilik ikinci derecede azadan olup fakat bu dört zatın yürekleri içine girer isek bizi faydalandıracak bazı hissiyata tesadüf edebiliriz.
Cartrisse’in, Nasuh’u ne suretle ve ne derecede takdir etmiş olduğuna dair lisanından işitmiş olduğumuz sözlerin bu yürek bahsinde asla hükmü görülmemelidir. Zira pek çok lisanın pek çok meselede, yüreğe sadık bir tercüman olamadığına dair meydanda bin misal vardır. Ancak Cartrisse’in lisan-ı hissi kalbi için sadık bir tercüman olduğu bir konuda pek nadir olan misallerden addolunsa şayandır.
Bu kadın Nasuh’u takdir ederek ve beğenerek lisanıyla ne söylemiş ise kalbiyle dahi onu hissetmiş de öyle söylemişti. Binaenaleyh yüreğinde Nasuh için bir büyük muhabbet vardı. Ama bu muhabbetin mahiyetini takdir müşküldür. Eğer Cartrisse on sekiz yirmi yaşında bir kadın olsa veyahut kendisini o yaşta gören budalalardan bulunsaydı, Nasuh’a olan muhabbetin sebebini ve keyfiyetini tayin pek sadeleşirdi. Ama diyeceksiniz ki aralarında yaşça bu kadar fark bulunabilmekle beraber Cartrisse’in Nasuh’a olan muhabbeti yine o mahiyet ve keyfiyetini tayin ve takdir pek kolay olan muhabbetlerden olabilmek tabii ihtimallerin haricinde değildir. Eğer bu sözü söyler iseniz tarafımızdan hiçbir itiraz görmezsiniz. Zira hani ya şu zafer öpücüğü meselesi yok mu? Cartrisse bunun isminde bile pek büyük bir lezzet bulmuştu. Nerede kaldı ki kendisinde… Ama zafer öpücüğü alınması Catherine’i Nasuh’un ayaklarına kapanmış görme şartına bağlı!.. Yani Nasuh’un kendisini Catherine’e sevdirebilmesi ile!.. Bu hâlde Catherine’in Cartrisse’e rakip olması lazım gelecek. Hâlbuki Cartrisse, diliyle dahi itiraf etmiş olduğu cihetle, Catherine’i kendi kızı veyahut kız kardeşi gibi mi seveceğinde kararsız olup her hâlde onun hakkında büyük bir muhabbeti olduğu müsellemdir.[38 - Müsellem: Tasdik olunmuş, kimse tarafından inkâr veya itiraz olunamayan. (e.n.)] Bu kadar büyük bir dostluk için bu kadar büyük bir düşmanlık sevdasında bulunmayı Cartrisse’e yakıştırabilir misiniz?
Şu hâllere nazaran Cartrisse’in Nasuh’a olan muhabbeti bir kardeş muhabbeti olmak üzere dahi hükmedilebilir. Bu da olamaz ise dostluk ortaya çıkar. Elhasıl kadında, Nasuh için mahiyetinin takdiri müşkül olacak büyük bir muhabbet, yüreği içindeki siyah ve kırmızı kanlar arasında mahlut[39 - Mahlut: Karıştırılmış, katılmış, karışık. (e.n.)] idi.
Cartrisse’in, Gardiyanski ile olan kalbî münasebetine gelince: Sebebini Cartrisse’in kendisi dahi bilmediği derin bir his, daima kendisini Gardiyanski için bir büyük hürmete tazime[40 - Tazim: Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zat hakkında büyük sayıldığına delalet edecek surette güzel muamelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunmak. (e.n.)] ama tatlı, lezzetli ve memnun bir tazime sevk ederdi. Nazarında Nasuh ile Gardiyanski’nin bir farkı var ise o da Nasuh herkesin ama herkesin sevebileceği bir adam ve Gardiyanski ise bilhassa kendisinin ama pek garip bir hisle sevebileceği bir zat olmasından ibaretti.
Catherine’in yüreğini pek de eşelemeye gelmez. Çünkü çıfıt çarşısı olduğundan bir kere karmakarışık olur ise bir daha ayrılabilmek mümkün olmaz. Ama orada göreceğiniz türlü duygular içinde muhabbete dair bir şey bulamazsınız. Hangisinin mahiyetini tahlil edecek olursanız nefretten, kötülükten ve alaydan ibaret bulursunuz. Yalnız müziğe olan muhabbeti görürsünüz ki o da şiire olan nefretle mezcedilmiş olduğundan muhabbet olduğu anlaşılacak bir hâlde değildir. Hele Nasuh hakkındaki hissi, gerçek bir mağlubiyetin doğurduğu haset, gazap ve düşmanlığın karışmasından ibaret olup içine yalnız bir miktar insaf cevheri karışmamış olsa bu hislerin icap ve zorlamasıyla aşüfte, biçare Nasuh’un mahvolmasını da arzu edeceğine şüphe edilmemelidir.
Bu kadının Cartrisse’e bile muhabbeti yoktu. Dünyada hiçbir şeye, hiçbir kimseye muhabbeti olmayan kadın Cartrisse’e mi muhabbet eder? Onun hakkındaki hissi, hürmet ve şükran-ı nimete gibi duyguların birleşiminden ibaret olup bunların karışımının ve birleşiminin mahiyeti muhabbet renginde görünür bir şeydi. Hele Gardiyanski, Catherine’in nazarında bir züğürt Lehli müfsidi olup fesatlığından dolayı Moskoflar kendisini kovmuş, uzaklaştırmış ve belki de bir yerden kaçıp gelmiş(!) olduğundan pek tehlikeli bir adam olmaktan başka hiçbir meziyete sahip değildi.
Gardiyanski!.. O saf ve mücella bir yürek! İçinde aşktan ve muhabbetten başka hemen hiçbir şey yok. Ama ne aşkı? Ne muhabbeti? Vatan, insaniyet, dostluk, doğruluk vesaire, vesaire!.. O yürekte Cartrisse hürmet ve tazime değer bir kadın! Ama “kadın” lafzından ne kadar hüküm beklenir ise öyle bir kadın! Nasuh ise dost olacak, bel bağlanacak, ölmek öldürmek için ittifak edilecek bir mert çocuk. Garip değil midir ki bu yürekte Catherine’in eseri bile yok?
Bize kalır ise bu pek garip bir şey değildir. Zira bu gibi meselelerde göz dediğimiz uzuvlar fotoğraf makinesinin iki camı olup kalp ise fotoğraflar ıstılahında “karanlık oda” denilen derun-ı vücutta “collodion” eczâ-yı mütehassisiyle hazır edilmiş bir safi billurdur. Binaenaleyh gözlerin özel bir dikkatle göremedikleri şey, kalp billuruna intikal edemez ve nakşedemez. Gardiyanski dahi Catherine’i o kadar büyük bir dikkatle görmemişti ki hatta kalbine nakşedebilsin.
Sebebi?
Onu kim bilir?
Gelgelelim Nasuh’a:
Bu yürek Catherine’in yüreği ile mütenasip ise de aralarındaki nispet mebsuta değil ma’kusedir. Catherine’in kalbine çıfıt çarşısı dedik ise haydi buna da aktarın dükkânı diyelim. Ama öyle bir aktar dükkânı ki sıçanotunu sıçanları öldürmeye medar olmak için satmaya dahi rıza göstermez. Şayet satacak olsa panzehirini de içine katar da verir. İçinde her şey var. Yalnız muzır olan hiçbir şey yok. Aşkların, muhabbetlerin o kadar çeşidi var ki bunların tam takımı oradan başka hiçbir yerde bulunamayacağı dava edilse pek güç itiraz olunabilir. Kendisine düşmanlık ve husumet edenlere dahi hizmette bulunmak, iyilik etmek sevdası var ki bunun pek nadir şeylerden olduğunu elbet teslim edersiniz.
Mevcut olan duygular arasında şehvani his bile var. Ama ırz yıkmak, masum baştan çıkarmak melaneti yok ki muzır olsun. Adam öldürmek hissi bile var. Ama adam ihyası için olmak hissi de yanı başında koruyucu ve gözetici. Bir büyük haset var! Ama insana hizmet etmeye münhasır! Kendisinin yapamamış olduğu bir insani hizmeti, başka birisi yapar ise “Ah keşke bu hizmeti o yapmamış olsaydı da ben yapmış olsaydım!” dedirten bir his!
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki içinde muzır olarak hiçbir şey yoktu. Bu yürekte ne Cartrisse’in, ne Catherine’in ne de Gardiyanski’nin akisleri layıkıyla nakşolunmuş. Buna da şaşmamalıdır. Çünkü bir makinenin kuvveti bu kadar kısma ayrılırsa, hareketlerinin ağırlaşması tabiatın hikmetine uygundur. Şu kadar var ki bunca güzel duygular içinde teşekkül eden bir şeyin dahi bizzat güzel olacağı şimdiden ümit edilebilir.
İşte şu dört yüreği muayene ve imtihan etmiş olduğumuz gizli sırları ile bunların sahiplerinden şimdiye kadar görmüş olduğunuz hareketleri mukabele ve tatbik ederseniz, edeceğiniz istifade şu olabilir ki insanların yüreklerini fiil ve hareketleriyle açıklamak hususunda maharet peyda ettikten başka bir kalbe hariçten yabancı bir his ithal edilir ise o hissin diğer duygular ile imtizacından ne gibi yeni hisler doğabileceğini dahi kestirebilirsiniz.
Kalp tuhaf şey değil mi? Tıpkı bir eczacının kimyahanesine benziyor. Orada bir süleymanîyi başka türden olanlarla meze ederek ve karıştırarak öldürücü zehir iken deva-yı şafi yerine verdikleri gibi kalpte dahi haset gibi, şehvet gibi zehirlerin emzice-i saire ile birleşiminden ve karışımından ne güzel karışımlar vücuda geliyor.
Şu muhakeme ile iştigal ettiğimiz müddet içinde, yolcuların ne ile meşgul olduklarını da bilmek ister misiniz? Artık Marsilya’ya yaklaşılmış olduğu cihetle bunlar eşyalarını hazırlamaktaydılar. Hele en ziyade meşgul olanı Mister James olup Osmanlı eşyası sergisi demek olan sandıklarını yerleştirir ve bu işte Autrans dahi kendisine yardım ederdi.
Diğer taraftan yolcuların Marsilya’dan Paris’e kadar olan kara yolu için birbiriyle bağdaşmaları dahi başlıca bir meşguliyet addolunsa layıktır. Nasuh ise hiçbir kimseye bakmayıp yalnız bir kitap addolunacak kadar geniş olan tafsilatlı mektubunu yazmakla iştigal ederdi. Hatta kuşluk yemeğini müteakiben Cartrisse yanına gelerek yolun ilerisi için kararının ne olduğunu sorduğu hâlde ona dahi “Bakalım… Marsilya’ya çıkalım da elbet bir karar veririz…”den ibaret bir cevap verdi. Yine yazısıyla meşgul oldu.
O gün havanın tamamen uygunluğuyla gemi on ikiden on dört mile kadar mesafe katederek akşam güneşinin batışıyla beraber Marsilya’ya vardılar. Herkeste çıkmak için bir telaş!.. Hele Marsilya gümrüğünün yolcuları bunaltma hususunda meşhur-i afak olan şiddeti, yükü çok olanları ve bilhassa Mister James’i o kadar bizar etti ki tarif kabul etmez. “Bu gümrüklerin Fransızları! Şey, gümrüklerin Fransızları demişim! Fransızların gümrükleri kadar da insan hürriyetini rahatsız eden bir şey olamaz. Bu ne rezalet! İşte bende Türk tütünü yoktur. Mevcut eşyamın defterini de takdim ediyorum. Artık muayenede bu kadar taassuba hacet mi var?” diye bar bar bağırır idiyse de memurlar kemal-i nezaketini yine elden bırakmamakla beraber sandıkları silkip sarstıktan sonra James’in ceplerini, koynunu, koltuğunu dahi aradıkça deli İngiliz bütün bütün çıldırmak derecesini bulurdu.
Bu aralık nereden çıktı bilemeyiz, Yorgidis, James’in yanına sokulup “Nasıl? Filozof Mister James! İstanbul’da Yeni Cami’de gördüğünüz garabetin resmini yapmak istiyordunuz. İstanbul gümrüğünde bu şiddeti gördünüz müydü? Asıl lazım olan şey Marsilya gümrüğünün resmini yapmaktır.” deyince Mister James dahi “O! Yes! Hakkınız var! Marsilya gümrüğünün de resmini yapacağım ve altına ‘Meşhur İngiliz ressam Mister James tarafından resmolunmuştur.’ diye yazacağım.” cevabını vermişti.
Elinde bir çantasından başka eşyası olmayan Nasuh Efendi muayene azabından pek kolay yakayı kurtardıktan sonra gümrük kapısından çıkarken Cartrisse ile karşılaştı.
Cartrisse: “Nereye ineceksiniz Monsieur Nasuh?”
Nasuh: (elindeki turist rehberini gösterip) “Buna danıştım. İşime elveren Hotel d’Espania’dır.”
Cartrisse: “Aman pek kötü bir yerdir! Biz Hotel de Lyon’a ineceğiz. Siz de oraya geliniz.”
Nasuh: “İşime elvermez.”
Cartrisse: “Canım kolayını buluruz! Dostlukta…”
Nasuh: “Yardıma da ihtiyacım yoktur. Dostun dosta yük olmasını da uygun bulmam.”
Cartrisse: “Öyle ise zafer öpücüğü meselesini unuttunuz demek…”
Nasuh: “Hayır! O mukavelede müddet yoktur. Yarın gelir sizi görürüm. Burası kalabalık. Uzun uzadıya söz söylemeye müsait değil. Adiyö!..”
Orada yolcuları bekleyen arabalardan birisine atladığı gibi Nasuh Hotel d’Espania emrini verip yola revan oldu. Bu İspanya oteli Cartrisse’in dediği gibi pek kötü bir yer olmayıp bilakis oldukça temiz olduğu hâlde, yiyecek ve içeceğinin fiyatı da Nasuh gibi esnafça seyahat edenlere pek elverişli bir yerdir. Hem de otellere bu gibi memleket isimlerini takmak emr-i itibarı[41 - Emr-i itibarı: Hakikatte, hariçte vücudu olmayıp var kabul edilen emir, iş. (e.n.)] olduğu hâlde, İspanya otelinin ismi hakikate pek muvafıktı. Orada hizmetçilerden başlayarak şaraba varıncaya kadar birer İspanyol numunesi bulunabilir. Hasılı burası her bakımdan Nasuh’un işine elverecek bir yer olduğundan o gece Nasuh’un rahat etmiş olacağına şüpheniz kalmasın.
Gardiyanski, Marsilya’da polis hizmetinde bulunan bir hemşehrisine misafir gidip nakdî kuvvetine itimadı bulunan Zekâ Bey ile dalkavuğu Remzi Efendi, o mükellef ve müzeyyen Hotel de Paris’e inmiş, vesair yolcular dahi işlerine elverecek yerlere gitmişlerdir.
Vakıa Messagerie vapurunun varışıyla beraber Paris’e bir de tren katarı hareket ettiğinden yolcuların ne sebebe binaen bu katar ile gitmemiş oldukları hatıra gelecek bir şeydir. Ancak gemide mahut İngiliz lordlarından başka bu katarın ne fiyatına ne de isticaline katlanabilecek adam yoktu.

On Beşinci Bölüm
Marsilya’ya varış gecesinin sabahı Nasuh Efendi bir arabaya binerek doğruca Hotel de Lyon’a vardı. Ve Cartrisse’in ismini verdiği hâlde isteğine nail olamayarak ancak “Catherine ve arkadaşı” ismini yolcuların isimlerinin kaydedildiği levha üzerinde görmekle o ismi vererek aradığı zevatı bulabildi. Meğer Marsilya’dan Paris’e kadar birlikte seyahat etmek bunlarca kararlaştırılmış olup hatta Nasuh Efendi trende dahi ikinci mevkiyi seçerse ona refakat için Cartrisse, Catherine’in de vaadini almış imiş. Bunun üzerine hâl ve hatır sualinden sonra sözü buna çevirdiler.
Cartrisse: (kararı Nasuh’a anlattıktan sonra) “Ey! Bu karara uyarsınız ya Monsieur Nasuh?”
Nasuh: “Affınızı rica ederim madame. Özürüm vardır.”
Cartrisse: “Acayip! Bizim gibi iki arkadaş ile birlikte seyahat etmeye özür mü olur? Gümrük kapısı önündeki özrü ileri sürecek iseniz ben zaten öyle bir söz söylemiş olduğum için mahcubum.”
Nasuh: “Hayır! O sözü ben çoktan unuttum bile. Hele Mademoiselle Catherine gibi, sizin gibi zatlar ile seyahat etmek pek büyük bir şeref ve lezzet olduğunu teşekkürle itiraf ederim. Lakin özürüm başkadır.”
Catherine: “Özrünüzün ne olduğunu biz de bilebilir miyiz?”
Nasuh: “Evet mademoiselle! Siz süratle gideceksiniz. Ben ise yavaş yavaş!”
Cartrisse: “O nasıl söz?”
Nasuh: “Efendim ben Fransa’yı henüz ilk defa olmak üzere görmekteyim. Özellikle pek etraflı görmeye mecburiyetim de vardır. Bunun için evvela bir hafta on gün kadar Marsilya’da ikamete mecburum. O zaman zarfında Lyon’da oturacağım. Hasılı ben Paris’e iki aya kadar gelemem.”
Cartrisse: “Önümüz kıştır. Kış vakti bu zahmete hacet ne? İnşallah ilkbaharda bir Fransa’nın güney seyahatiyle eğleniriz.”
Nasuh: “İnşallah! O vakit bir daha geliriz. Lakin şimdi seyahati bu suretle etmeye kesin mecburiyetim vardır diyorum.”
Cartrisse: “Bu kadar büyük bir mecburiyet ha?”
Nasuh: “Evet!”
Catherine: “Nedir bu kadar büyük mecburiyet?”
Nasuh: “Benim gizli kapaklı hiçbir işim yoktur efendim. Kendimi mahcup edecek hiçbir hareketi de kabul etmem. Fransa’ya gitmek için kendiliğimce edebildiğim hazırlıkları tamamladıktan sonra bir gazeteci ile anlaştım ki İstanbul’dan Paris’e kadar ama icap eden yerlerde lüzumu kadar oturarak ve mevkilerin ahvalini güzelce inceleyerek, seyahatimi ve meşhudatımı[42 - Meşhudat: Görünenler, seyredilenler. (e.n.)] açıklayan mektuplar yazayım. O da İstanbul’dan Paris’e kadar her ne masrafım olursa göndereceğim defter mucibince ödeme yapacak. İşte bir kere burada Hotel de Lyon’da sizinle beraber bulunmak şerefinden kendimi mahrum edişim, herife göndereceğim masraf defterinin yekûnunu çoğaltmamak içindir. Paris’e kadar arkadaşlığınızdan mahrum oluşum ise sadece üzerime aldığım hizmeti hakkıyla eda etmiş olmak içindir.”
Nasuh’un bu suretle ettiği itizar[43 - İtizar: Kusurunu bilerek özür dilemek. Kusurunu beyan edip ve anlayıp af dilemek. (e.n.)] üzerine kadınlar birbirinin yüzüne baktılar ve bir aralık hizmeti bu kadar mükemmel görmeye gayret ettiği hâlde masrafın artmasından korkmamak lazım geleceğini ve hatta istenilen mektuplar Parisçe gerekli incelemenin icrasıyla yazılmak dahi mümkün olacağını anlatmak istediler. Lakin Nasuh, bu emirlerine itaat etmenin, insaniyetin ve doğruluğun haricine çıkmak demek olacağını arzla özrünü kabul ettirdi. Lakin kadınların Parisçe adreslerini (ikamet mahallerinin isim ve numarasını) almakla yetinerek oraya vardığında kendilerini yine ziyarette kusur etmeyeceğini vaat ve veda ederek çıktı, oteline geldi.
Bir memlekette yalnız orasını tanıyıncaya kadar misafir kalacak olan adamların edecekleri hareketi mülahaza etmek o kadar güç bir şey değildir. Özellikle Avrupa beldeleri gibi her hususi hâlini anlatan kitaplar dahi elde bulunur ise işin bir kat daha kolaylık kazanacağı ortadadır. Nasuh ise elinde bulunan turist rehberini seyahat esnasında ezberlemek derecesini bulduğu hâlde Marsilya’da, şehir merkezinin, etraf ve civarının ahvalini anlatan birkaç kitapçık, plan ve haritalar satın almakla onları dahi okuyup inceledikten sonra tatbikatına başladı. Şehrin içinde girmediği yer, görmediği şey kalmamıştı. Her gittiği yeri ve her gördüğü şeyi hemen kaleme alıp hatta Marsilya rasathanesine düzenli olarak gece gidip kendisinin gözlemlediği şeyleri yazmaya memur bir seyyah olduğunu anlatması üzerine, memurlar koca dürbünler ve teleskoplar ile henüz hilâl hâlinde bulunan ayı Nasuh’a temaşa ettirdiler ve muzî[44 - Muzî: Eziyet ve sıkıntı veren. Rahat bırakmayan, inciten. (e.n.)] cihetiyle muzlim ciheti hakkında birçok tariflerde bulunup bunların cümlesini Nasuh’un kaydetmesini rica ettiler ve kaydettirdiler. Çünkü verdikleri malumat, yeni incelemeler ve keşiflerden olmasıyla, bu malumatların Marsilya rasathanesi namına neşredilmesi onların da mültezimiydi.
Şehir merkezinin içini ta tersaneye ve gayet külfetle yapılmış olan deniz inşaatlarını, havuzlarına varıncaya kadar her yerini gezip gördükten ve malumat alınması lazım gelen şeyleri öğrendikten sonra sıra etrafa gelince Nasuh, Alexandre Dumas’nın “Monte Kristo” hikâyesiyle halkın nazarında namını teşhir ettiği Iff Kalesi’nden işe başladı. Vakıa hâlâ bu kale metruk ve kullanılmaz bir hâlde ise de vaktiyle yani Fransa’da kral veya imparator sarayının önünden geçmek cihetiyle, kral veya imparator taraftarı addolunarak bu kadar bir töhmetle müebbeden prangaya atılanların miktarı yirmi binleri geçtiği esnada haiz olduğu ehemmiyet, hâlâ oraya birçok seyyahın nazarıdikkatini celbetmektedir. Nasuh bu kalenin göz tırmalayıcı heybet ve dehşetini gayet tafsilatıyla kaleme aldıktan ve dıştan fotoğrafı çekilmiş bir de resmini ilave ettikten sonra, fazla olarak bir de kendisi kalenin planını çizdi. Ve kat kat duvarlarını ve katmer katmer koğuşlarını, setlerini, birbiri içinden girilir kapılarının mevkilerini dahi bu suretle tayin etti ve gösterdi.
Iff Kalesi’ni hatırlatmamızı müteakip hatırınıza gelen şey, mutlaka Catalan karyesi olacaktır. Hatta Nasuh’un aklına dahi bu gelmişti. Binaenaleyh kaleden Marsilya’ya dönerek ertesi günü için dahi Catalan karyesini ziyarete karar verdi.
Bu karye hakkında Alexandre Dumas’nın vermiş olduğu coğrafi ve tarihî bilgiler, vakıa tamamıyla muvafık olup şu kadar var ki mevkisinin güzelliğine ve ahalisinin mertçe ve vefakâr hasletlerine dair tayin ettiği mertebeler vakıadan pek çok noksandır. Nasuh bu karye ahalisiyle âdeta karışırcasına mülakatlar ve sohbetlerle merkum ahali indinde meşhur olan eski şarkılara varıncaya kadar, bunların hepsini ayrıntılarıyla kayıt altına aldı.
Hâlbuki Catalan karyesine verilen vizite bazı başka komşu köyleri dahi ziyarete lüzum göstermiş olduğundan Nasuh Efendi Marsilya’da ikamet süresini yirmi güne kadar uzatmaya mecbur olmuştur. Bu süre zarfında hemen iki günde bir kere yol arkadaşı Lehli Gardiyanski’yi görür ve Paris’e ne zaman gitme kararında olduğuna dair ettiği suallere Nasuh, “bakalım”dan başka cevap veremezdi. Nihayet İstanbul’dan Marsilya’ya kadar olan seyahatini anlatan ilk mektubundan başka, birisi büyük Marsilya şehrinin içini ve diğeri etraf ve civarını anlatmak üzere iki mektup gönderdikten sonra, bir gün ertesi sabah Lyon’a gideceğini Gardiyanski’ye ifade ve resmî vedayı dahi icra etti.
Gardiyanski gibi bir dosttan ayrılmak her kim için üzüntüye sebep olsa Nasuh için olmayacağına inanmalıdır. Ama Nasuh’ta dost kadri bilecek meziyet olmadığı için değil; ancak dostluğu, biraz güççe akdetmek ve dostluk akdolununcaya kadar ettiği nezaket ve insaniyeti ise yalnız alicenabane bir mürüvvetle etmek Nasuh’un yaradılışının gereklerinden bulunmasıyla Gardiyanski ile henüz böyle bir dostluk akdetmemiş bulunmasından ayrılmasından üzülmemişti.
Trenin ikinci mevkisinden Lyon’a kadar tedarik ettiği bileti mütesahhiben istasyondan katara yola çıkacağı zaman kendisini içinde kadınlar bulunmayan bir vagona bindirmesini kondüktörden rica etmesi üzerine “Tıpkı sizin gibi bir efendi daha vardır. O da kadınlar ile beraber seyahat etmeyi istemediğinden başlı başına bir yere kapadık. Sizi de onun yanına koyalım.” diye Nasuh’u bir göz vagonun içine koydular. Kadınlar ile birlikte seyahat etmek istemeyen o diğer efendi kim olsa beğenirsiniz? Lehli Gardiyanski değil mi? Hem de ta kendisi!
Gardiyanski ile ayrılmasından, o kadar üzülmemiş olan Nasuh, bu kere onu yolcu sıfatıyla görünce bilakis ziyadesiyle memnun olmuştu.
Nasuh: “Vay! Bu ne garip tesadüf?”
Gardiyanski: “Size böyle bir şaka yapmak istedim.”
Nasuh: “Ne? Yolcu değil misiniz yoksa?”
Gardiyanski: “Yolcuyum. Lyon’a kadar.”
Nasuh: “Ben de oraya kadar. Öyledir de niçin vaktiyle haber vermediniz?”
Gardiyanski: “Bir şaka yapmak istedim dedim ya? Hem de oynayacağım komedyanın tertibini iki hesap üzerine yaptım. Birisi size trende rast gelmek ve ikincisi dahi Lyon İstasyonu’nda yakalamaktı. Tren tertibi üzerine kondüktörden kadınsız bir yer istedim. Zira sizin dahi öyle bir yer arayacağınızı tahmin etmiştim. O hâlde ya sizi benim yanıma veyahut beni sizin yanınıza götürecekleri ihtimalini düşündüm.”
Nasuh: “Ya benim kadınsız yer arayacağımı nereden bildiniz?”
Gardiyanski: “Hey kuzum hey! Gardiyanski tanımak istediği adamı layıkıyla tanır. Ben size vaktiyle kardeş demiştim. Siz henüz birbirimizi kardeş sayacak kadar tanışıklık peyda etmemiş olduğumuzdan bahisle kabul etmemiştiniz. Hâlbuki ben kendiliğimce size kardeşlik teklif edecek kadar tanışıklık peyda etmiştim. İspatı ise işte sizin kadınlar ile birlikte seyahat etmeyi istemediğinizi anlayışımdır.”
Nasuh: “Yok ama siz bunu Cartrisse ve Catherine’in teklif ettikleri arkadaşlığı kabul etmemiş olduğumdan anladınız, yoksa gemide…”
Gardiyanski: “Hayır! Gemide anladım. O arkadaşlığı kabul etmemeniz dahi görüşümde hatam olmadığını bana ispat etti.”
Nasuh: “Acayip!”
Gardiyanski: “Vakıa biraz acayiptir. Eğer benden başka birisi olsaydı, sizi kadınlarla arkadaşlığa can atar bir adam olmak üzere tanırdı. Öyle değil mi? Öyle ise benim sizi bilakis ve fakat hakiki veçhile tanımış olduğuma hayret etmeye hakkınız vardır.”
Nasuh: “Ey! Nasıl anladınız bakayım?”
Gardiyanski: “Şundan anladım ki Cartrisse, yolculuk hâlinde yabana atılmayacak ve özellikle Catherine her zaman için hava ve hevesi insanı meşgul edecek bir kadın oldukları ve size doğrusu ya kimseye etmedikleri iltifatı ve hüsn-i kabulü etmiş bulundukları hâlde, siz bunlarla hemen asla meşgul olmadınız. Hatta benim ile onlar hakkında heveskârane bir sözde bulunmadınız. Başka bir kadına da iltifatınızı görmedim. Muamelenizi, sohbetinizi daima mertçe gördüm. Bu ahvalinizin de yapmacık olmayıp ciddi olduğunu epeyce sonra anladım. Artık bu kadar emareler ve alametler biraz da zekâ ile ittifak eder ise cümlesinin toplam yekûnundan hakiki bir hüküm çıkarılamaz mı?”
Bizim iki arkadaş, daha bu sohbetin ortalık yerinde iken lokomotif hareket ederek Lyon hattı üzerinde tekerlenmeye başlamıştı. Bunlar şu istizah ve izahı bitirdikten sonra sözü Cartrisse ile Catherine’e intikal ettirerek o konuda dahi bir hayli laflar ettiler. Nasuh tarafından sözün netice-i hükmü Cartrisse’in pek ziyade hürmete layık, olgun bir kadın olması ve Catherine’in ise Cartrisse’in yaşına geldikten sonra belki onun derecesinde hürmete mazhar olabileceği ve şimdiki hâlde, bir kadınperestin riyakârlığından başka bir şeye mazhar olamayacağı suretinden ibaret olup Gardiyanski dahi bu fikre iştirak ederek şu kadar var ki Cartrisse’in yalnız hürmet ve riayete değil, hatta muhabbete dahi şayan bir kadın olduğunu ve insan bir kadın sevecek ise Cartrisse’ten başkasına bel bağlamamak lazım geleceğini ilave etti.
Bir seyahatte arkadaş uygun olur ve bahis dahi usanç vermeden değişir ise sözün arkası kesilmek mi bilir? Cartrisse ile Catherine hakkındaki fikirlerini beyandan ibaret olan bu konuya dahi, son verdikten sonra biraz dereden tepeye intikal eden söz gele gele Gardiyanski’nin tercüme-i hâli üzerine geldi ve orada karar kıldı. Vakıa Gardiyanski başından geçen hâlleri hikâyede naz göstermemişti. Ama tam Nasuh tarafından bu konudaki sual irat olunur olunmaz, koca Pulak’ın tavrına derhâl bir değişiklik gelerek rengi kızardı. Gözleri başkalaştı. Âdeta pür-gazap diye hükmolunabilecek emareler meydana çıkıp bir ahı diğerini takip ederek, aşağıdaki gibi hâlini hikâyeye başladı.

On Altıncı Bölüm
“Ey arkadaş!
Artık arkadaş diye ettiğim hitabı da kardeş diye ettiğim hitap gibi reddetmeyerek kabul edeceksin.
İşte ben isminden, şekil ve simasından derhâl Pulak olduğu anlaşılacak Pulaklardanım. Hatta Varşova şehrinin merkezinden ve oldukça da aristokrat sayılan bir ailedenim. Yaşım için çehremin ettiği delalet ve şehadet yanlıştır. Çehrem beni elli yaşına varmış gibi gösterir ise de yaşım henüz kırka varmamıştır.
Ailemin tarihini hiç sorma! Vatanımın tarihi kadar feci bir tarihtir. Ecdadım zamanından beri vuku bulan savaşlarda Gardiyanski Ailesi nam almıştır. Almıştır ama bu ismi kanları pahasına almıştır. Pederime ve ondan sonra dahi benden büyük diğer bir kardeşime gelinceye kadar ailemin erkekleri hep Moskof kurşununa hedef olmuş veyahut Moskof kılıcıyla kesilmiş veya Moskof ipliğiyle asılmıştır.
Validemiz vatanı uğrunda kurban etmek için rastgele bir tek kızdan başka kız doğurmayıp hep erkek doğurmuş ve bu kızcağız savaşta canını feda eden pek sevgili bir kocanın ayrılığına tahammül edemeyerek mezara kadar kocasına arkadaşlık etmiş olduğu gibi, validem dahi pederin vefatına ağlaya ağlaya hayatı terk etmiş olduğundan biz iki kardeş ömrümüz boyunca evlenmemeye ve laşemize ağlamaktan helak olacak kadınlar veyahut Moskof kurşunlarına hedef olacak erkekler tevlit etmekten[45 - Tevlit etmek: Doğurtmak. (e.n.)] ise etmemeye karar verdik. Vakıa bizden sonra ailemizin namının Lehistan içinde kaybolacağını da hesaba katmıştık. Ancak Lehistan tarihinde dünyanın son gününe kadar baki kalacak olan namımızın bize yine kifayet edeceğini düşündük de müteselli olduk. Bu verdiğimiz karar, geçenki Lehistan ihtilalinden önce verilmişti. Hatta ihtilalin vukusuyla Pulak cengâverlerinin tümü silaha gözü yaşlı olarak sarılmış oldukları hâlde, biz gözü kuru olarak sarılmıştık. Çünkü hepsi ya bir şefkatli anadan veya bir muhabbetli kız kardeş veya sevdalı zevce veyahut ciğerparesi evlattan ayrılıp vatan müdafaası savaşında kurban olmaya gittikleri hâlde, biz kimseden ayrılmayarak gidiyorduk. Kimimiz var ki kimden ayrılalım?
Lakin ne fayda ki savaşa katılışımız bu kadar mesut olduğu hâlde, neticesi pek feci oldu. Ben ilk savaşta üç yerimden yaralandım. Hastane ittihaz edilen bir ormanda altı hafta tedavi olunarak henüz yaralarımın üzerinde fitil bulunduğu hâlde, yine savaşa girip, tesadüf bu ya, üç yara daha aldım ve akabinde kardeşim ile beraber esir düştüm.
Allah için söyleyelim. Moskofların insaniyete en uygun bir hareketleri var ise o da esirlere ve bilhassa yaralılarına güzel bakmalarıdır. Beni hastaneye dayadılar ve hizmetçi olmak üzere dahi yanıma yine kardeşimi tayin ettiler. İki buçuk ay hastanede iyileşmeye yüz tuttum ise de ondan sonra yine kardeşimle beraber bizi bir zincire bağladıkları gibi, Sibir’e sürgün ettiler.
Gidenler yalnız biz değildik. Bizimle beraber otuz yedi çift daha vardı. Şimdi Lehistan’dan Ural Dağları’nın maverasına kadar olan mesafeyi yaya olarak katetmeyi zihninizde bulmalısınız. Karakoldan karakola teslim edilmek üzere tam yirmi beş gün yürüdüğümüz hâlde, ancak yüz saat mesafe katedebildik. Zira boyunlarımızda on sekiz yirmişer okka demir ve arkalarımızda bundan ağır birer yol çantasıyla günde dört saatten ziyade öldürseler yol alamazdık. Yirmi altıncı günü yarı yolda kardeşim ansızın vefat etmesin mi? Sebebi ise hiddetle ümitsizliğin birleşmesinden başka hiçbir şey değildi. Zira kendisi zayıf bünyeli olduğundan sürünün en arkasında daima biz kalırdık. Sevkimize memur olan kazakta ise merhamet dedikleri şeyin eseri bile bulunmadığından bizi yürümeye zorlardı. O gün ise zorlamaya bir de kamçı ilave etti. Kardeşim pek vakarlı bir zat olduğundan hakaretin bu derecesine tahammül edemeyerek, terk-i hayat etti.
O vefat etti, kurtuldu. Ama şimdi ben ne yapacağım, onu da düşünüyor musun? Kardeşimin naaşını sırtıma yüklenip götürmek lazım geldi. Zira boğazımızda olan zincir halkalarının anahtarı sevkimize memur olan kazakta olmadığı gibi, yol esnasında demiri kırıp, cenazeyi deriden ayırmanın da ihtimali yoktu. Çünkü yabanın çölünde bunun için gerekli olan alet ve edevatı nereden bulmalı? Hemşehrilerin dahi fikir birliğiyle biraderin kafası kesilip, naaşının benden ayrılmasına razı oldum.
Bu ameliyat icra olundu. Fakat yalnız benim değil; hemşehrilerin dahi gözlerinden kan revan olurdu. Biraderimin vefatından sonra dahi, boynu Moskof kılıcına gelmesi gibi bir tecelliye kim ağlamaz?
Hasılı sevgili kardeşimi Tataristan çöllerinde etlerini kurtlar, kuşlar yemek üzere terk ettim. Biz yola revan olduk. Ancak gitmekle biter, tükenir yol değil ki gide gide bitirebilelim. Özellikle mamureden uzaklaşıp da Asya’nın vahşet hâli bizi karşılamaya başladıkça bütün bütün zihnimiz perişan olurdu. Nihayet üç beş kişi, kurtulmaya değil, mutlaka ölmeye karar verdik. Şu kadar var ki bütün bütün bedava harcanmayıp kurtulmak gayreti yolunda ölmeye söz verdik. Yavaş yavaş bu sırrı hemşehrilerin hepsine bildirdik. Boyunları zincirli ve elleri kelepçeli olmak üzere yetmiş üç sürgünün muhafazasında topu topu on nefer ile bir de onbaşı süvari vardı. Akşamları vardığımız karakollarda ikişer onbaşı takımı asker bulunup bunlarla beraber otuz nefere varan askerî kuvvet bizden ancak yirmişer neferin ellerini çözüp yarımşar saat rahatlandırabilmeye müsaade gösterirlerdi. Tam Orenburg vilayetindeydi ki bir akşam içimizde olanı icraya karar verdik. Şöyle ki:
Karakola varışımızda içinde benim dahi dâhil olduğum yirmi mahpustan ibaret bir postanın kelepçeleri açıldığı zaman, çünkü yoldan gelen on süvari hayvanlarının hizmetiyle meşgul olduklarından, bu meşguliyetten dahi istifade ederek, biz hemen karakolda mevcut yirmi asker üzerine hücum ettik. Ama nasıl hücum ediş? Sıkıştırılıp sıkıştırılıp da tam tamamen ümitsizlik hâline gelen kedinin insanın gözlerine sıçraması gibi bir hücum ki bu yıldırım gibi sürat ve şiddetli hareketimize kazaklar şaşıp kaldılar ve biz onların gırtlaklarına sarıldıktan sonra hareketimizin hakikatine varabildiler.
Bir kızılca kıyamettir koptu. Kazakların sivri uçlu kamalarına biz tırnaklarımızla mukabele ettiğimiz hâlde, ahır hizmetiyle meşgul olanlar yetişinceye kadar biz mevcut yirmiden, on ikisinin gırtlağını kopardık!
Sonra bunların elimize geçen silahıyla kuvvetimizi arttırarak yalnız dört tanemizden başkası ahır tarafından imdada gelenler ile cenk ederdik. Dört tanemiz ise derhâl tedarik edilebilen nalbant çekici vesaire ile bağlıların kelepçelerini kırardık.
Ah! Bu muharebe görülecek bir muharebeydi! Boğazlarından birbirine hâlâ bağlı olan zincirli iki Lehlinin bir Moskof’u aynen sansar boğar gibi boğduklarını görmüş olaydın bunları çıldırmış mecnunlar zannederdin. Ama biz hakikaten çıldırmıştık. Galebemizin yalnız iki sebebi olup birisi bu çılgınlık ve diğeri dahi iki adamın bir halka ile yekdiğerine bağlanmış olmasıydı. Çünkü çıldırmış olmasaydık kama ucuna tırnakla mukabeleye çıkışamazdık. Bağlı olmasaydık iki adamın birbirini Moskof pençesinde terk edebilmeleri muhtemeldi. Hasılı Moskoflar demir pençeli bir canavar oldukları hâlde biz dahi dörder ayaklı, dörder elli, ikişer kafa ve ikişer ağızlı bir mahluk olduğumuzdan ve o müdafaada şu serbest olan azamızın hepsini kullandığımızdan muvaffak olduk.
Hele hiç gözümün önünden gitmez ki ikisi bir zincirde bağlı, gayet gürbüz iki çocuk, birer asker kazağı yakalayıp kıskıvrak zapt etmiş oldukları hâlde, öldürmenin bir kolayını bulamayınca herifleri sürüye sürüye eli kelepçeli olanların yanına götürdüler ve onlar dahi demir bağ ile bağlı olan kollarını başlarından yukarıya kaldırarak demiri Moskofların kafalarına indirdikleri anda fare ezer gibi ezdiler.
Bu muharebenin neticesinde otuz nefer kazaktan on sekizi cansız ve dördü son nefesinde yaralı görülüp bizden dahi yirmi beş vefat ve üç yaralı vuku bulmuş idiyse de kalan sekiz kazak firar ederek karakol zabtımız altında kaldı.
Sağ ve salim kalan kırk beş kişi bir meşveret meclisi akdeylediğimiz zaman en evvel kesin olarak karar verdiğimiz şey, asla vakit kaybetmemek lüzumu idi. Zira sağda solda olan karakolların mesafesi beşer altışar saat olup şu hâlde nihayet sekiz on saat geçince takibimize adamlar çıkarılacağı ortada idi. Bu müzakere ve karardan sonra firara müsaraat[46 - Müsaraat: Teşebbüs, girişme, sürat ve acele etme. (e.n.)] gösterdik. Vakıa kaçan kazaklar hayvanlarını bırakıp yaya oldukları hâlde firar etmişler idiyse de mevcut olan otuz hayvan kırk beş kişiye yetmediğinden ve bunları başka türlü taksime dahi imkân bulamadığımızdan kuraya müracaat lazım geldi.
Bereket versin ki ben, ismine beygir isabet eden mesutlardan oldum.
Yaralıları orada terk etmek lazım geldiği cihetle öpüştük, koklaştık, ağlaştık, sızlaştık onlarla vedayı icra ederek hayvanlara bindik. Hayvan üzerinde dahi bir meşveret akdederek bunda hepimiz toptan bir tarafa yönelmeyerek, her birimiz farklı taraflara dağılmamız kararlaştı. Zira toplu olduğumuz zaman takibimiz kolaylaşıp dağınık olduğumuz hâlde ise güçleşeceği ve birazımız yakayı ele verir ise birazımızın mutlaka kurtulacağına şüphe olmadığı ortada idi.
Bu hâlde yekdiğerimiz ile ettiğimiz veda ise dünyada burnumu en ziyade sızlatmış olan acılardan olduğunu itiraf ederim. Ta yekdiğerimizi gözden kaybedinceye kadar hiçbirimiz yolumuzun ilerisini teftiş etmeyip daima boynumuzu geriye büker ve sevgili hemşehrileri bir kerecik daha olsun görmek lezzetini elden kaçırmamaya çalışırdık.
İşte bu suretle ayrılıktan sonra ben bir buçuk ayda Hazar Denizi kenarına inmeye muvaffak olabildim ama anamdan emdiğim sütün burnumdan geldiğini dahi âdeta kendi gözümle görür gibi gördüm. İlk üç gün zarfında hayvan aç susuz olduğu hâlde âdeta gece gündüz ılgar eylediğimden hayvanın çatlaması üzerine bir Tatar’ın ahırına hırsız gibi girerek hayvan çalmak ve kendimi hiçbir kimseye göstermemek için köylere daima gece girerek ve haneleri açarak ekmek çalmak gibi cinayetlerde dahi bulundum. Ne yaparsın? Rusya’da bir köy yoktur ki içinde birkaç nefer süvari bulunmasın. Bir kere izimi belli eder isem kurtulmanın imkânsız olduğuna kesin hükmeylemiştim.
Hele bir defasında hastalanmayayım mı? Artık ömrümün son günü geldiğine şüphe kalmadı. Ural Nehri sahilinde bir balıkçı kulübesine müracaat ettim. Bereket versin ki herif Müslüman’mış. Zira hâl-ü şanımdan kaçak olduğum besbelli olup herif ise zaten Moskof zulmünden şikâyetçi olduğu cihetle, benimle hemhâl oldu. Bir hafta beni kendi evinde saklayıp tedavi ettikten başka bana bir kat Tatar elbisesi dahi verdi.
Vakıa müfredatı veçhile, sayıp dökmesi ve hikâyesi pek uzuna varacak tehlikeler ile Hazar Denizi kenarını buldum ama henüz selametin kenarına çıkmış sayılmazdım. Hâlâ Moskof memleketinde bulunmaktan kat-ı nazar önümde Kafkasya dahi vardı. Hesabıma göre Kafkasya benim için iki cihetle tehlikeliydi. Birisi orasının dahi bir Moskof memleketi olması ve ikincisi için de elbette Hristiyanlığın düşmanı olması lazım gelen mutaassıp bir millet bulunmasıdır. Bu iki tür tehlike gözlerimin önünde olduğu hâlde bir Türkmen gemisine binerek Kafkas sahiline çıktım. Çıktım ama artık mahiyetim dahi dilenciden başka hiçbir şey değildi.
Açlığımı giderecek bir lokma ekmeği, lisanını, ahvalini, merhamet ve mürüvvet derecesini bilmediğim halktan dilene dilene Kafkas vilayeti içine girdim. Elimde büyücek bir sopadan başka mukavemet silahı dahi yoktu. Bir de tam yüksek dağlar içinde kışa tesadüf etmeyeyim mi?
Benim için karşı koyması imkânsız bir düşman var ise o da kış idi. Zira kendimi açlıktan, soğuktan, ele geçmekten muhafaza ettikten başka, bir de sürüsüyle gezen kurtların pençesinden muhafaza etmek mecburiyeti vardı.
Bunca felaketler içinde aralıkta bir kere Cenabıhakk’ın adlini, zulmünü, merhametini, şiddetini de muhakemeye vakit bulabilirdim. Derdim ki: ‘Ey Allah! Şu zavallı Lehistan sana ne fenalık etti ki o güzel memleketi bunca belalara uğrattın. Özellikle bizler sana ne fenalık ettik ki böyle rüyamda bile görmediğim yaban yerlerde beni zelil ve şaşkın süründürüyorsun? Azamet-i ilahiyyeni bu suretle mi tecrübe ediyorsun? Sen kavisin, azimsin, ezelî ve ebedîsin! Bunu dinsiz addettiğimiz vahşiler bile teslim etmektedirler. Artık senin tecrübe-i azamete ne ihtiyacın olabilir? Yoksa bu icraatın abes midir? Hâlbuki sen âlimsin, hakîmsin! Abesle iştigal sana gerekmez. Yoksa sen bizim hülyamızdan ibaret bir manasın da seni biz mi tahayyül ediyoruz? Aman! Acaba seni inkâr eden dinsiz felsefeciler, şimdi benim nazarımda iddialarını ispat mı edeceklerdir?.. Yok!
Yok! Haşa! Sümme haşa! Ben şu hâlde soğuğun şiddetiyle ayağımın parmaklarından dökülmekte olan tırnakların ve açlık tesiratıyla sızlamakta bulunan midemin ızdırabı gibi maddi ve tarife sığmaz manevi nice bin acılara tahammül edemeyecek kadar zaafa düçar olduğum için, bu küfür ve inkâr yoluna ayak atmaktayım. Rücu ettim ya Rab! Pişman oldum. Senin şu felaketli hâl içinde dahi üzerimden hiçbir zaman eksik olmayan büyük himayenin beni ne kadar belalardan muhafaza etmiş olduğunu şimdi gözümün önüne getirdim. Rabbani himayen olmasaydı ben buraya kadar dahi gelebilir miydim? Yolumun daha ilerisi için senin lütfundan başka hangi sığınağım var ki?’ diye tövbekâr müstağfir olurdum.
Kışta kıyamette, bata çıka bin belaya, bin acıya tahammül ede ede Çeçen vilayetine kadar geldim. Lakin kışın şiddeti dahi kemalini bulduğu cihetle artık yolun daha ilerisine devam ihtimali kalmamıştı. Bir köye girdim. Görünüşü diğerlerinden daha muntazam olan büyücek bir evin kapısı önünde boynumu bükerek, bir yardım bekleyerek avcumu dahi açtım. Çünkü merhamet ve şefkat dileği için bundan başka lisan bilmezdim. Ama kapı henüz kapalıydı. Bu heriflerin Müslüman olduklarını bildiğim için kapıyı açıp içeriye girmek şöyle dursun çalmaya bile cesaret edemezdim.
Nihayet kapı açıldı. İçeriden gayet müzeyyen bir kadın çıkıp beni o hâlde görünce Çeçen lisanıyla birkaç lakırtı söyledi ve lakırtının şivesinden bana bir şey sorduğunu anladım ama ne sorduğunu tahmin bile edemedim. Kadın benden bir cevap alamayınca içeriye dönerek hızlı hızlı birkaç lakırtı söyledi. Bir de bakayım ki iki üç erkek, dört beş kadın bu hanımın emrine koştular.
‘Artık işi fenaya saldırdık.’ dedim. Çünkü bunların beni sille ile tokat ile kovup defedeceklerine şüphem kalmamıştı. Ama bu tahminim dahi yanlış çıktı. Her biri bana bir lisanla lakırtı söylerdi. Hatta Türkçe bile sorduklarını anladım. Ne yazık ki bende bu lisanların hiçbirisine vukuf yoktu. Ben şu hâlde iken on iki on üç yaşında bir çocuğun bana Moskof lisanıyla ‘Rusça anlar mısınız efendi?’ dediğini işitirsem ne kadar memnun olacağımı hesap edebilir misin?
‘Allah garibiyim Gospodin! Yabancıyım! Sizin en küçük bir merhametinize muhtacım!’ dedim. Çocuk bu sözlerimi hanıma bildirdi. Derhâl kadının yüzünde birçok merhamet ve şefkat alameti gördüm. Ama hâl-ü şanım da merhamet ve şefkati tahrik edebilecek bir suretteydi.
Kadının verdiği emir üzerine beni derhâl içeriye aldılar. Güzel bir ateşin başına oturttular. Isındım. Kurundum. Sıcak çorbadan başlayarak karnımı dahi bir güzel doyurdular. Fakat hanım orada bulunmayıp kapıyı açtığı zaman nereye gidecek idiyse gitti. Ta gece vakti yanında bir de ihtiyar adam dahi olduğu hâlde geldi.
Bu adam dahi Moskofça bilirdi. Hanım bunun vasıtasıyla beni sorgulamaya başladı. Ben de bütün başımdan geçenleri başından sonuna hikâye ettim. Zaten o yere gelinceye kadar bin yerde hikâye etmiş bulunduğumdan söyleyeceğim sözler hep ezberimdeydi. Hem şimdi size hikâye etmekte olduğum şu suretle hikâye etmedim. Müfredata[47 - Müfredat: Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri, bir şeyin içindekiler. (e.n.)] dahi girişerek o şekilde naklettim.
Benim Moskof olmayıp da Lehli olduğuma hanım gayet memnun oldu. Zira onlar Lehlilerin Moskoflarla olan muharebelerini işitmiştiler. Hele başımdan geçenlerin ağlanacak yerlerine ağlamak derecesinde üzüntüsünü görünce artık hanıma olan emniyetim tam oldu. Sözü uzatmayalım. Burada üç gün müddet istirahatıma edilen hizmet ve yardımı ömrümde hiçbir yerde ve hatta babamın evinde bile görmemiş olduğumu teşekkürlerle itiraf ederim. Üzerimde lime lime yırtılmış olan Tatar elbisesini, daha ikinci günü soydular.
Yerine bir takım güzel Çeçen elbisesi giydirdiler ki kuzu derisinden mamul güzel kalpağın ve elbisenin her tarafının dikiş yerlerine beyaz kılaptan gaytanlar çekilmişti. Ne dersin? Ben bu elbiseyi beğenmez isem hayret eder misiniz? Fakat beğenmemekte özrüm vardı. Zira bu elbise ile seyahat edemeyeceğimi ve yolda hangi Çeçen beni görse merhamete şayan bulmadıktan başka elbiseme tamah ederek canıma dahi kastedeceğini hesap ederdim. Bakınız kardeşim, bakınız!.. İnsan bazı ahvale düçar olur ki o hâl içinde saadet dahi kendisine musibet yerine geçer!
Üç gün misafirlikten sonra gitmem için hanımdan izin istemekle beraber, bu elbisenin dahi değiştirilerek yerine bir takım fakir elbisesi inayet buyurur ise benim için daha büyük bir lütuf etmiş olacağını arz ettiğim zaman, hanım latif tebessümü gizleyemeyerek çocuk vasıtasıyla bana dedirtmişti ki: ‘Bu kışta kıyamette nereye gideceksin? Biz senden hoşlandık. Hem senden bir de hizmet beklemekteyiz. Eğer o hizmeti ifa ederek kışı dahi burada geçirir isen bizi minnettar etmiş olursun.’ Ne? Benden bir hizmet mi bekliyorlar? Benim gibi garip bir adam ne hizmete muktedir olabilir? Hem de kendilerini minnettar edecek hizmet ha?
Bu teklifi aldığım zaman hasıl olan şaşkınlığımı bir türlü tarif edemem. Nihayet teklif olunan hizmeti anladık. On üç yaşında dediğim çocuk bu hanımın oğluymuş. Babası bir Moskof savaşında şehit olmuş. Çocuk bir Moskof esirinden Rusya lisanını öğrenmiş ise de şimdi hanım çocuğa Moskofça yazdırmak ve okutturmak dahi istermiş.
Vakıa tam da benim yapacağım iş. Memnuniyetle kabul ederek artık oraya kendi evim gibi yerleştim ve yolun ilerisinde beni bekleyip duran bunca tehlikelerin bir anda gözlerimin önünde mübeddel-i sühûlet olduğunu görünce Cenabıhakk’a teşekkürler ettim.
Verdiğim dersleri sanki bakır levha üzerine hakkederdim. Bir kere zihnine nakşettim mi bir daha silinmek mümkün değil. Hele hanece muamelemiz bir dereceyi buldu ki hanımdan sonra evin işlerini ben emreder oldum. Köle ve cariyelere ve hanımın diğer elinin altındakilere gayet lütufla muamele ettiğimden hepsine kendimi sevdirdim.
Görüyorsunuz ki Çeçen lisanını dahi konuşmaya başlamışım. Ben Ahmet Şemayil’e Moskofça öğrettiğim kadar o da bana Çeçen lisanı öğrettiğinden, bir buçuk ay zarfında hanımla vasıtasız konuşmaya başladım.
Bu aralık hanıma mahsus olmak üzere iki çift sözü esirgemeyelim:
On üç yaşında bir Ahmet Şemayil’e malik olan hanımı kaç yaşında kıyas edersiniz? Ha! Bak siz Türk’sünüz ey Nasuh! Siz doğru tahmin edebilirsiniz. Avrupalı olsanız hanımı otuz beşten aşağı tahmin edemezdiniz. Zira Avrupa’da bir kadının yirmi yaşını geçmeyince ana olması hemen emsalsizdir. Ana olur ama… Analığı kendisine yüz karası olacağı cihetle!.. O imtiyazı melunca bir hissin yardımıyla mahvetmeye çalışır. Ahmet Şemayil’in validesi Fatıma Çemsay Hanım ise ancak yirmi altı yaşında vardı. Kafkaslı bir kadını vasfetmeye gerek mi vardır? O fidan gibi boy, o kumral saçlar, kaşlar, gözler, o beyazlık, o tenasüp dünyanın müsellemi[48 - Müsellem: Teslim olunmuş olan, doğruluğu herkes tarafından kabul edilip emniyet ve itimat edilen. (e.n.)] değil midir? Çemsay ise dünyadan başka Kafkasyalıların dahi müsellemiydi. Nasıl? Derhâl zihnin bozuldu mu? Yirmi altı yaşında bir dul hanım! Ben ise otuz dört otuz beş yaşında bir Gardiyanski? Hem de nasıl Gardiyanski! Çeçen kıyafetini endamına pek ziyade yakıştırmış bir Gardiyanski! Şu içtima, tam ateş ile barutun içtiması addolunabilir ya?
Ne yalan söyleyeyim? İşin bencesini sorar isen kadının şirinliği hâlâ gözlerimin önündedir. Kadın, kendisine verdiği süsü günden güne arttırır ve bana olan nezaketi genişletir ve hatta pek zannederim ki benim kendisini bir nazar-ı tahassürle imtihan etmekte bulunduğumu gördükçe mutlaka mütelezziz olurdu. Ancak!..
Bu ancak yok mu? Bu pek büyük bir ancaktır. O kadar büyük bir ancaktır ki şu içinde bulunduğumuz Avrupa kıtasında henüz tekellüm edilmemiş olduğu dava edilse yeridir. Zira beş buçuk altı ay müddet Çemsay Hanım’ın evinde misafir kaldığım hâlde köylüden hiçbirisinin, bu içtimayı tehlikeli görmemesinden dahi anlayacağınız üzere Çemsay Hanım’ın şehit kocasına vermiş olduğu sadakat vaadinin tehlikeye düştüğü hiçbir dakikayı tasavvur bile edememekteyim. Meleklerin hâlini nasıl tasvir ederler bilirsiniz ya?
İşte Çemsay dahi kanatları eksik bir melekti. Ahmet Şemayil Bey bu müddet zarfında Rusça okudu, yazdı. Tam mevsim bahar dahi geçip de ortalık gereği gibi yaz olduğu zaman bizim de ayrılık zamanı geldi. Bereket versin ki hem Çemsay’dan hem Şemayil’den bir anda ayrılmadım. Zira mutlaka çıldırmak nevinden bir tehlikeye düçar olurdum.
Hanım, genç Şemayil’i ta beni Karadeniz kenarına kadar götürmeye memur ettiğinden ikimiz dahi gözlerimizden pınar gibi yaş akıttığımız hâlde birbirimizden ayrılabildik!
Niçin ağlardık? Onu ne ben bilirim, ne hanım! Şu kadar var ki yolda ben Şemayil’i, Çemsay nazarından başka bir nazar ile görmediğimden müteselli olabilirdim.
Adige ve Abaza vilayetlerinden geçerek ta Karadeniz sahilinde bulunan Sohum Kalesi’ne gelinceye kadar bir buçuk ay müddet ettiğimiz seyahatin tadını kimse tatmamıştır. Hayvanlarımız ve maiyetimizdeki kölelerimiz mükemmel! Hangi beyin evinde misafir olsak, Şemayil namı en büyük beylerin bile hürmetine mazhar olmaktaydı. Beğendiğimiz yerlerde birkaç gün misafir kalarak avlanarak eğlenerek gelirdik. Bir acı günümüz dahi Sohum Kalesi’nde İngiliz vapurunun içinde Ahmet Şemayil’den ayrıldığımız günü oldu ise de bu hanedanla geçirdiğim vakitte aldığım lezzet hiçbir zaman dimağımdan zail olamayacağını iyi bildiğimden onunla müteselli olmaktayım.

On Yedinci Bölüm
Gardiyanski’nin buraya kadar başından geçenleri hikâye etmesi müddetinde Lyon treni bir iki istasyon geçmiş idiyse de Nasuh yerinden bile kımıldamayıp hikâyeyi harfi harfine âdeta ezberlercesine dinledi. Bittikten sonra dahi Sohum Kalesi’nden sonra nereye gittiğini ve o zamandan bu zamana kadar ne suretle vakit geçirdiğini sual etmesi üzerine; Gardiyanski İstanbul’a geldiğini ve İstanbul’dan Viyana’ya gidip oradan Varşova ile haberleşerek ailesinin ne kadar emlakı var ise sattırıp pahasını bankalara yatırdığını ve İstanbul’da, Viyana’da, Paris’te, Londra’da dahi vatanı olan Lehistan gayretiyle gerek kale-men ve gerek fiilen pek çok hizmetler gördüğünü ve hâlen Lehistan’la haberleşmesinin eksik olmayıp hatta bu kere Paris’e gidişi dahi Fransa ve Rusya politikasının biraz şekerrenk[49 - Şekerrenk: İki kişi arasında dostluk ilişkilerinin bozuk olması. (e.n.)] kesbetmesi üzerine mücerret bir millî istifadeye muvaffakiyet için olduğunu anlattı.
Üç beş dakikalık bir sükût Gardiyanski hikâyesine bir ara verdikten sonra o dahi Nasuh’un sergüzeştini sual etmişti. Nasuh: “Benim de hayatımda az gariplikler yoktur. Lakin sizin hayatınız tam bir tarih olmayıp benimki ise gayet bir roman olabilir. Aralarındaki fark bu nispettedir.” dedi. Ve o da aşağıdaki gibi hâlini hikâyeye başladı:
“Ben İstanbul’da ulemadan bir adamın sulbünden doğmuşum. Lakin ulemadan dediğim adam öyle devletçe yükseltilmiş menasıb-ı ilmiyye[50 - Menasıb-ı ilmiyye: Osmanlı idari yapılanmasının belirgin hâle geldiği XVI. yüzyıldan itibaren yargı, eğitim görevlerini ve bazı dinî görevleri gören sınıf. (e.n.)] ashabından değildi. Vaktiyle birkaç defa kadılık etmiş ve o zamanın kadılarının bekledikleri yaverî-i tali’ Azrail’in himmetine raci olmasıyla servet erbabından vefat edenlerin metrukat-ı rüsumu pederi başlı başına yaşayabilecek kadar zengin etmiş.
Ben babamı tanıdığım zaman evimiz adi bir esnafın hanesi kadar bereketliydi. Validemi hiç tanımam. Çünkü ondan iki yaşındayken ebedî ayrılmışız. Pederim ise Arabi ilimlerde gerçekten behremend[51 - Behremend: Nasibi olan, bilen, anlayan. (e.n.)] ve İran edebiyatına vâkıf ve İslam filozoflarının felsefi eserlerini hafız olduktan başka her şeye meraklı bir adam olmak hasebiyle evimiz içinde marangozluk ve demirciliğe kadar merak ettiği sırada efrenc[52 - Efrenc: Bu kelime, Orta Çağ’da teşekkül ederek o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagne’in hükmü altında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalılara denmiştir. Frenk. Avrupalı ve hasseten Fransız. (e.n.)] ilimlerini dahi merak etmiş. Strazburglu Doktor Hell namında bir dostu vardı ki ne Almanlıktan bütün bütün çıkmış ve ne de bütünüyle Fransızlaşmış bir adam olup oryantalist[53 - Batı ilimleri ile Şark ilimlerini merak edip ömrünü onlara adayanlara denir. (y.n.)] bulunmak hasebiyle vaktini şark tarafında geçirmek için İstanbul’a gelmiş.
Lakin o zamanlar İstanbul’da bir Frenk ile bir Türk’ün ihtilafı o kadar kolay bir şey değildi. Merhum peder, filozof-meşrep bir adam olduğu için Doktor Hell ile ihtilafta bir güne güçlük görmemiş.
Doktor Hell, hekimlikten başlayarak sefaret tercümanlığına kadar her işe girer, yani ekmeğini bin kapıdan toplar bir adam olup fakat asıl maksadı Şark ilimlerinde derinleşmek olduğundan haftada mutlaka dört beş geceyi pederle beraber geçirir ve her ikisi birbirine malumat verirdi.
Pederin benden başka evladı olmadığından artık beni istediği gibi terbiye etmek için hiçbir şeyi esirgemezdi. Ama onun istediği gibi terbiye nasıl olur düşünebiliyor musunuz? Her şeye başvurmak bu terbiyenin mebna aleyhi[54 - Mebna aleyh: Üzerine kurulmuş şey, bir fikrin dayandırıldığı temel konu. (e.n.)] idi. Terbiye yöntemini size şu şekilde tasvir edeyim ki her birinde ikişer üçer ay kalmak üzere otuz farklı sanatı dolaştık. Ondan sonra bizi yanından ayırmayarak her türlü adamın sohbet meclisine soktu. Dindarane sohbetler de işittik dinane olmayan sözler de. Felsefi sohbette de bulunduk, zahidane konuşmalarda da!..
Zekâ ve hafıza kuvvetim yerinde olduğu cihetle gördüğüm ve işittiğim şeyleri asla unutmazdım. Tahsil cihetine gelince Türkçe, Fransızca, Arapça ve Farsçanın hepsine birden başladık. Hatta pederim Rumcaya dahi bunlar ile beraber başlatamamış olduğuna üzülürdü. Doktor Hell’in ailesi halkı Kule Kapısı’nda ikamet ettiği cihetle Fransızca dersleri almak için haftada üç gün ikametgâhımız olan Beşiktaş’tan oraya kadar giderdim. Zira benden büyük bir kızı ile benden küçük iki oğlu ve karısı benimle Fransızca konuşmaya mecbur olduklarından o dersi kendi evimizde almak yasaktı. Tahsilim müddetince dahi farklı farklı kitaplar okudum. Fikrim bir hâle geldi ki kırkambar!
İşte bu suretle serpilip meydana çıktıktan, yani on üç yaşıma geldikten sonra pederin vefatı vukuya geldi. Biz yetim! Hâlbuki Doktor Hell’den başka bana vasi tayin edilmemesi dahi pederin hâl-i hayatından beri ettiği vasiyetler hükmündendi. Ölüm yatağına girdiği zaman da beni Doktor Hell’e emanet edip terbiyemi kendi bildiği gibi tamamlamasını rica etti. Binaenaleyh kassam[55 - Kassam: Hukukta, vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru. Taksim eden. (s.n.)] tarafından satılacak olanlar satıldıktan ve alınacak olanlar alındıktan sonra Doktor Hell bizi aldığı gibi kendi evine götürdü.
On üç yaşımda bulunmakla beraber eğer Doktor Hell’in hitap[56 - Hitap: Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma. (e.n.)] mevkisinde bulunabilecek ve her söylediği sözün hükmünü anlayıp fikrimi dahi kendisine tercüme ve tefhim[57 - Tefhim: Anlatmak, bildirmek. (e.n.)] edecek kadar terbiye ve tahsil görmemiş olsaydım, onun evi ve ailesi benim için pek tehlikeli bir yer olacağı şüphesizdi. Bilakis kabil-i hitab[58 - Kâbil-i hitap: Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse. (e.n.)] olacak derecede bulunmam ise yine bilakis ziyadesiyle istifademi icap eyledi.
Ben diyemem ki Doktor Hell Hristiyan’dır. Hell’e şimdiki muhakemem üzerine azıcık aklı kemale varanların Hristiyan kalamadıklarını dava etmekteyim ya! Doktor Hell İslamiyeti, Hristiyaniyeti, Museviyeti hasılı her şeyi kendisinde toplamış bir adamdı. Bildiği şeyleri bana birer birer öğrettikten sonra hepsinin nereye vardığını da gösterirdi. Bir yandan kendi talim ve terbiyesi altında bulunur ve bir yandan da aklam-ı devlete[59 - Aklam-ı devlet: Tanzimat’tan sonra Bâbıâli yeniden düzenlenirken bütün kalemler kaldırılarak aklâm-ı devlet adı altında resmî niteliği daha belirgin yeni bürolar oluşturuldu. Aklâm-ı devletin aynı zamanda birer okul işlevi görmesi geleneğine de ağırlık verildi. (e.n.)] devam ederdim. Onun da fikir ve okuması merhum pederin okuması gibi olup zihnimi mevcudatla kuşatmayarak belki mevcudatı muhit etmek için her şeyi az çok görmek lazım geldiğini dava ettiğinden biz hiçbir kalemde bir sene kalamadık. Kalemin ehemmiyetine göre üç aydan altı aya kadar devamla hususi hâlini anladıktan sonra ondan çıkar bir diğerine girerdik. Elhasıl vukuf cihetiyle neye malik isem pederimden sonra hep Doktor Hell’e, ömrümün sonuna kadar unutulmayacak bergüzarıdır.
Yirmi yaşıma vardığımda ikinci babam olan Doktor Hell’i de ahirete gönderdik. Garip değil midir ki ta o güne gelinceye kadar ben pederimden bana miras kalmış olduğunu aklıma bile getirmediğim gibi, Doktor Hell dahi o konuda bana tek harf söylemezdi. Bir de hiçbir şeye muhtaç olmayan delikanlılar gibi ömür sürerdim. Ve bu inayeti dahi doktorun zatından bilerek teşekkürlerimi de ona göre yapardım. Bir de herif tekerlendikten sonra kendimin kimler eline kaldığımı ve bu dünyada dayanak noktamın ne olabileceğini hatırıma getirmeyim mi?
Bu hatıra beni bayağı sarstı. Örseledi. Zira hısım akrabadan bir kimseye malik olmadığım gibi bir dostum dahi yoktu. Pederim ile Doktor Hell bize her şeyi öğretmeye çalıştıkları hâlde dost kazanmak cihetine ehemmiyet vermemişlerdi. Dolayısıyla kendimi o gün öksüz kalmış bir biçare görerek Doktor Hell için ağladığım dereceden ziyade öksüzlüğüme ağlamaya başladım.
Bir de efendim doktorun vasiyetnamesi meydana çıkınca ne göreyim?! O, vasiyetname değil; âdeta bir muhasebe defteriymiş! Yedi seneden beri benim paralarımın ve malımın idare şekli müfredatı veçhile yazılıp zatıma ait masraflar dahi müfredatı veçhile tenzil edildikten sonra mevcut servetimin neden ibaret olduğu yine müfredatı veçhile gösterilmiş!
Bu hâlde dahi ağlamam daha da şiddetlendi. Zira henüz çocuk sayılacağım ortada olmakla beraber, âdemiyet ve insaniyetin bu derecesinin insanı ağlatacak kadar mesrur edeceğini muhakeme edebilen çocuklardandım.
Artık Hell ailesinden ayrılmak lazım geldi. Zira Madame Hell, kızını amcası oğluna vermek ve oğullarını dahi ileride kendileri için geçim vasıtası kazanabilecekleri birer büyük mektebe sokmak için Strasbourg’a dönmüştü. Bu aileden ayrılışım sizin Çemsay Hanım’dan ayrılışınıza dahi kıyas kabul etmez. Zira siz gönlünüzün pek ziyade hoşlandığı bir kadın ile zekâsını, güzelliğini takdir ettiğiniz bir çocuktan ayrılmıştınız. Ben ise anamdan, kız kardeşimden, kardeşlerimden ayrılmıştım!.. Ne ise sergüzeştlerin bu gibi müfredatına girişmeye bir defada ihtimal ve imkân yoktur ki ben de Hell ailesi içinde nasıl ömür sürdüğümü size müfredatı veçhile hikâye edebileyim. Hatta ömrümün bundan sonrasını dahi yine böyle kısaca hikâye edeceğim. Müfredat ise eğer daha uzun müddet birlikte bulunur isek o zaman sırası geldikçe meydana çıkar.
Tek başıma kaldıktan sonra bir kere kendimi yokladım. Sanatların ve memuriyetlerin cümlesini tanıdığım cihetle hangi sanata gireceğimi düşündüm. Mümkün değil hiçbirisini gönlüm istemedi. Yüreğim derdi ki: ‘Hangi sanata girsen kâinat gibi sınırsız mesafelerinden kendini menedip yalnız o sanatın dar sınırları içine hapsetmiş olursun.’ Bir sanat arardım ki her şeye karışabileyim. Göklerde uçayım, karalarda dolaşayım, denizler dibine dalıp çıkayım. Lakin bu sanatın ne olduğunu birdenbire kestiremezdim. Derken bu sanatın ne olduğu hatırıma geldi. Bu sanatın yazarlık sanatı olduğunu anladım. Lakin bir memleketteyim ki bu sanat icad rahminden doğmamış. Yazar olsam bir hatibe benzeyeceğim ki muhatabı yoktur.
Dolayısıyla yüreğim bu nokta üzerinden ayrılamadığı cihetle gece gündüz bunu etrafıyla düşünmeye başladım. Bir şey etrafıyla düşünülür ise mutlaka bir çıkar yolu bulunur. Ben de yolumu buldum. Servetimi hesap ettim. Ben İstanbul’da bey gibi değil ise de kimseye muhtaç olmayacak kadar geçindirebilecek derecede buldum. Bunun üzerine dedim ki: ‘Ben yazar olurum. Ama öyle bir yazar ki eserleri kendi zamanında basılamaz. Okuyan bulunmaz ki basılsın. Ben yazar yazar yığarım. Eğer ömrüm bir muvafık zamana kadar varır ise sonra basarım. Varmaz ise ta o muvafık gelip çatınca basılır. Bu Osmanlılar şu hâlde kalmazlar ya? Elbet yeni medeniyet, Hind’e, Çin’e yayıldığı sırada bizim memlekete dahi bir selam olsun verir. O zaman eserlerimi basanlar da bulunur.”
İşte bu düşünce üzerine hiçbir sanata, hiçbir memuriyete girmemeye karar verdim. Ondan sonra artık keşkülü elinde vukuf ve malumat dilencisi gibi kapı kapı dolaşmaya başladım. Zira takdir etmiştim ki vukuf ve malumatın bende olan derecesi bir adamı bayağılıktan çıkarabilir ise de emsalsiz derecesine vardıramaz. Artık medrese kapısı dedim açtım, manastır kapısı dedim açtım, tekye kapısı dedim açtım. Kim ne bilir ise ondan tederrüse[60 - Tederrüs: Ders alma, okuyup öğrenme. (e.n.)] başladım.
Öğrendiklerimi de bir yandan da kaleme alırdım. Kime göstersem övmekten geri durmazdı. Lakin bence bu övgülerin de hükmü yoktu. Zira görürdüm ki herifler hiç bilmedikleri bir şeyi övüyorlar. Bahusus bir sene önce yazdığım şeyleri bir sene sonra kendim de beğenmezdim.
Ama vukuf ve malumatı yalnız yukarıda saydığım mukaddes kapılardan dilendim zannetmeyiniz. Meyhane kapılarına, kerhane kapılarına da başvurdum. Gizli hovardalık âleminde ölümleri gözüme kestirmek derecelerini buldum. Tulumbacılar ile de görüştüm. Kâğıthane zendostlarıyla da arkadaş oldum. Fakat şu sözümü de sahih olarak kabul etmelisiniz ki bu âlemleri dolaşmam fesad-ı hâle esir olmak mecburiyetinden değildi. Dünyayı görmek ve âlemin her türlü gavamızına[61 - Gavamız: Anlaşılması zor hakikatler. İnce ve derin meseleler. (e.n.)] vukuf peyda etmekti. Hülya ediniz ki Naum’un operasında perdeciliğe ve Fransız tiyatrosunda makinistliğe kadar girdim. Bundan maksadım ne para kazanmaktı ne aktrislere yeşillenmek. Vakıa oyunculara çatmak arzusundaydım. Ama sadece o âlemi dahi görmek için.
Bin vesileler, bin hizmetler bularak Avrupalı ailelere sokulurdum. En büyük vesilem Fransızca tedris etmek sureti olmak üzere Osmanlı ailelerine dahi intisap ederdim. Bende ne kadar Çemsay Hanımlar, ne kadar Şemayil Beyler vardır ki her birinin hikâyesi insanı hayran eder.
Şu hâller ta bundan üç sene öncesine kadar devam etti. Ondan sonra ise durumum bütün bütün başkalaştı. Artık kalemin işlemesi lazım gelen zaman geldi. Hem de bizim kalem Türkçe ve Ermenice olmak üzere iki suretle işlerdi. İbaresi Türkçe, harfleri Ermenice olan tebliğlerim sırf Türkçe olanlardan ziyade revaç buldu. İnsanlar arasındaki şöhretim ise Felâtunlar derecesine vardı. Ancak bu kadar şöhreti aldıktan sonra bir de kendimi yokladım ki bende o şöhrete münasip kuvvet yoktur. İstanbul’da ise artık tahsilimi tamamlamaya imkân kalmadı. Ben her çiçeğin balını almış bitirmiştim. Binaenaleyh gönlümde Avrupa havaları esmeye başladı. Bütün gün meşhur olan Avrupa’nın meşhur şehirlerinin hâllerini anlatan kitaplar okurdum. Bütün gece dahi hayalimde, rüyamda Avrupa’ya seyahat ederdim.
Zaman geçtikçe bu arzu büyüdü. Hele Avrupa’nın ilmî gelişmişliği beni kendisine âşık etti. Nihayet bu kere azmimi fiile çıkarmaya karar verdim. Vakıa elde olan sermayem beni Avrupa’da peynir ekmekle dahi besleyemez ise de İstanbul’da birkaç matbaacı ile anlaşmalarım vardır. Eğer Paris’te hayal ve hesabım gibi çalışabilir isem hem kendimi besleyebileceğim hem de tahsili istediğim dereceye vardırmaya muvaffak olacağım.”
Nasuh şu son fıkrayı cemaat tahiyyatta olup da imam “Allahuekber” diyerek kalktığı zaman, henüz tahiyyatı bitirememiş olan musalli[62 - Musalli: Namaz kılan. Beş vakit namaza devam eden. (e.n.)] gibi gayet sürat ve acele ile söylemişti. Zira katar durarak kondüktör dahi, “Yemek için on beş dakika!” diye müsaade müddetini tayin etmiş olduğundan diğer yolcular gibi bunlar dahi dışarıya fırlamaya ve istasyon yanında bulunan otelde iskemle yakalamaya girişmişlerdi.
Böyle dar bir zaman içinde sofrada karın doyurmaktan başka hiçbir şeye ehemmiyet verilmeyeceği malumdur. Bunlar dahi bu konuda genel kaideye uyarak yalnız yemek ile meşgul oldular. Vagonlara tekrar girildiği zaman ise Paris’te nasıl geçinebileceklerine dair söz açmışlardı. Bu sözde dahi birkaç saat geçirdiler. Nihayet:
Gardiyanski: “Ey Nasuh Efendi! Lyon’da birlikte ikametimize razı olur musunuz?”
Nasuh: “Canıgönülden! Ama nerede?”
Gardiyanski: “Şüphe yok ki kesemize elverecek bir yerde.”
Nasuh: “Evet! Öyle olmalı. Zira Lyon’da dahi hiç olmaz ise iki haftacık ikamete mecburum.”
Gardiyanski: “Gezilecek yerleri gezdirmek için başka delile de ihtiyacınız kalmaz.”
Nasuh: “Zaten delile o kadar ihtiyacım yok ise de refakatinizden elbet daha ziyade müstefit olurum.”
Lyon’a vardıklarında Gardiyanski’nin Nasuh’u götürdüğü yer “Restauration Bourgeoise” levhalı bir lokanta idi ki temizliği ve nezafeti zararsız olmakla beraber fiyatlarının ucuzluğu için söz olamazdı. Avrupa’nın bu hâli acayiptir. İnsan bir frank ile karnını doyurabilir, on frank verse de aç kalır. Yer vardır ki herif süsten, alayişten başka bir şey satmaz. Yer vardır ki insandan aldıkları para kadar mal verirler. İşte “Restauration Bourgeoise” lokantası dahi müşterilerini böyle zararlı çıkarmayacak olan yerlerdendi.
Nasuh, Lyon’da dahi aynen Marsilya’da olduğu gibi memleketin içinin ve dışının tahkik ve muayenesi lazım gelen yerlerini ziyaret ve gördüklerinin hülasasını tafsilatlı bir mektuba geçirmekle İstanbul’a gönderdikten sonra yani tam iki hafta ikametten sonra Paris’e gitmek üzere trene bindi. Lakin Gardiyanski dahi ayrılmamıştı. Zira Gardiyanski asıl menzili doğrudan doğruya Paris olduğu hâlde sadece Nasuh’un arkadaşlığının lezzetinden mahrum olmamak için böyle İstanbul’dan Marsilya’ya ve oradan Lyon’a giderek her yerde on beşer yirmişer gün ikameti uygun görmüştü.
Lyon’dan Paris’e kadar bunlar tenhaca bir vagonda bulunduklarından dünyanın farklı hâllerine ve kendi başlarından geçenlere dair sohbetlerden başka fevkalade bir vakaya tesadüf etmemişlerdi. Binaenaleyh Nasuh’u Paris’te görmek için zihinlerimizi ondan evvel o payitahta göndererek kendisini tren istasyonundan karşılamamız lazım gelir.
(Birinci Kısmın Sonu)

İKİNCİ KISIM
Paris’te Bir Kış

Birinci Bölüm
Paris’te Aralık ayının soğucak akşamlarının birisinde, Boulevard Mazas üzerinde bulunan Lyon tren istasyonunda birçok kira arabacıları ve bir hayli de adamlar Lyon katarının gelişini bekliyorlardı. Zira o gün katarın mutat olan saatten biraz geç kalması, bazı bekleyenler için merakı mucip olmuştu.
Verilen işaretler ve çalınan çanlar ve düdükler trenin gelişini haber verdikçe bekleyen araba ve cemaat içinde büyücek bir dalgalanma hasıl oldu. Çünkü Paris’te bir tren istasyonuna inmek bizim Sirkeci iskelesine inmeye de benzemeyip olsa olsa Akdeniz ve Karadeniz’den gelen bir yolcunun vapurdan kayıklara ve onlar vasıtasıyla gümrüğe inmesine kıyas kabul edebilir ki İstanbul’da kayıkçılardan ve gümrük yoklamacılarından yolcular ne kadar bıkarlar ise Paris’te dahi arabacılardan, polislerden, gümrükçülerden, pasaportçulardan yolcular o kadar bıkarlar. Bu kadar rahatsızlığın hazırlanması için ise katarın varması esnasında görülen büyücek bir dalgalanma çok görülmemelidir.
Tren varıp da yekdiğerini çiğnercesine çıkan yolcuların şikâyet edercesine mırıldanmalarına kulak verenler, o gün lokomotifin yoldan çıkmış ve halkı bir hayli korkuttuktan sonra iki saatten ziyade zahmetle ancak yola sokulabilmiş olduğunu anladılar ise de işin tafsilatını öğrenemeyen gazete correspondantları (muhbirleri), ötekiyi berikiyi sorguya çekerlerdi. Paris’te yolcu ve eşya vesairenin iskelesi tren istasyonları olduğu gibi vilayetler ve yabancı havadis müteferrikasının iskelesi dahi istasyonlar olduğundan oralarda gazete bürolarına haber götürmekle ömür süren muhbirler eksik değildirler.
Bu hercümerç hâline bir çeyrek yirmi dakika sonra son verilircesine sükûnet geldikten sonra, bizim dahi gelişlerini beklediğimiz Nasuh Efendi ile Lehli Gardiyanski istasyon kapısından çıktılar ise de yalnız kendileri olmayıp yanları sıra bir de kadın vardı. Ama bu kadın şimdiye kadar tanımış olduğumuz kadınlardan değildir. Onlardan başka bir kadındır ki yaşı otuzu geçmiş ve endamı, güzelliği oldukça yerinde olup hâl-ü şanından dahi öyle pek bayağı bir şey olmadığı anlaşılır.
Vakıa bu kadın, Nasuh ve Gardiyanski ile birlikte çıktı. Ancak onlar ile beraber arabaya binmeyip erkekler ilk önce çektikleri arabaya kadını bindirip hâl-i sebîline terk ettikten sonra bir araba dahi kendileri için tedarik ederek arabacıya, “Monsieur le Prince Sokağı, numara dokuz!” emrini Nasuh verdi.
Paris’te arabalar kurs ve saat hesabı olmak üzere iki suretle kiralanır ki kurs demek müşteriyi bir yerden istenilen son yere kadar götürmek demek olduğundan ve bunun ücreti ise maktu[63 - Maktu: Pazarlıksız, değeri ve pahası biçilmiş. (e.n.)] bulunduğundan o şekilde rakip olanların arabacıyı filan sokaktan geçmesi için emir vermeye gerek yoktur. Arabacı hangi sokağı kestirme bulur ise oradan geçer. Yolcu istediği sokaktan geçmesi hakkını kazanmak ister ise arabayı saat hesabıyla tutmaya mecbur olur. Nasuh’un verdiği emir ise kurs emri olduğundan Austerlitz Köprüsü’nü geçip de Valhubert Meydanı’na giren arabacı Jardin des Plantes (botanik bahçesini) sağ tarafına alarak Buffon Sokağı’ndan sürmeye başladı. Ve birkaç sokağı döndükten, büküldükten sonra Luxembourg Bahçesi’ne çıkıp oradan dahi Monsieur le Prince Sokağı’na girmeyi kararlaştırdı. Paris sokaklarını tanımak ve bir yere gidilecek en kestirme yolu bulmak hususunda arabacıların mahareti sergent de ville’lerin (şehir kavaslarının) maharetinden daha ziyade olduğu müsellemdir.
Arabacı karar verdiği yoldan istenilen menzile gidedursun, biz araba içinde iki arkadaş arasında geçen şu sözlere kulak verelim:
Nasuh: “Vakıa bu defaki seyahatimizde tek başımıza rahat rahat gelemedik ise de Madame Mapercine ile ettiğimiz arkadaşlığın da lezzeti fena değildi ha Monsieur Gardiyanski?”
Gardiyanski: “Evet! Hem de bu Madame Mapercine şimdiye kadar gördüğümüz kadınlardan hiçbirisine benzemiyor. Ne ağır başlı ne hafif meşrepli ne filozof ne dindar, ne…”
Nasuh: “Ne Fransız ne İngiliz ne Alman! Öyle değil mi? Bize adresini verdiği fena olmadı. Bir aralık bulur isek gider kendisine arz-ı hulus[64 - Arz-ı hulus etmek: Samimi sevgi göstermek. (e.n.)] ederiz.”
Gardiyanski: “Fena olmaz. Hem de adresi Rue de Rivoli Sokağı’nda
numarada. Pek de züğürt yatağı bir yer olmamalıdır.”
Nasuh: “Baht ve talihin şimdiye kadar gösterdiği yardıma bakılır ise Paris’te işlerimiz yolunda gidecektir. Hele bu defaki yardımı!”
Gardiyanski: “Şimdi de kadercilik mezhebini mi tercih edeceğiz?”
Nasuh: “Hangisi işimize gelir ise… Ama bu tesadüfe de diyecek var mıdır? Tren yoldan çıktığı zaman hasıl olan sarsıntısıyla Madame Mapercine’i kaldırıp bizim kucağımıza atmak! Ya kucağımıza atmayıp da tahta perde üzerine atmış olsaydı?”
Gardiyanski: “Atmış olsaydı öte taraftaki locadan kaldırıp attığı adama tahta perdeyi de parçalayarak (palettirerek) bizim loca için bir kapı açtırdığı gibi Madame Mapercine’in vücut ağırlığıyla dahi bizim vagondan öteye doğru bir gedik açtırırdı.”
Nasuh: “Ama o zaman Madame Mapercine öteki locadan bizim locaya fırlatılmış olan adam gibi yalnız al kanlar içinde kalmazdı. Bizim locanın öte tarafında artık loca bulunmayıp vagon arası bulunduğundan Madame Mapercine kendisini vagonların tekerlekleri arasında bulurdu. Hasılı bir küçük tesadüf bizi Madame Mapercine için bir büyük hizmete mecbur etti. Kadın da bu hizmetimizin kadrini layıkıyla takdir etti ki bize o kadar teşekkürlerde bulundu. Hatta dostluğun ilerisi için dahi adresini verdi.”
Araba Soufflot Sokağı’ndan Luxembourg Bahçesi kenarına çıktığında turist rehberini elinden düşürmeyen Nasuh “Geldik!” diyerek sohbete son verip vakıa akabinde araba dahi Monsieur le Prince Sokağı’na girdi ise de henüz numaralar dokuzdan ziyadece olmasıyla artık numaraların azala azala dokuza kadar inmesini beklemişlerdi. Ayrıca saatte on kilometre sürat ile yol alan araba, istenilen numaraya ulaşmada dahi gecikmedi.
Yolcular çıktılar. Arabacının ücretinden başka, pourboire, yani şarap parası bahşişini de verdiler. Vakıa arabacıların belli olan ücretinden başka, bahşiş namıyla bir şey talebine nizamen hakları yok ise de bahşiş hususunda Paris İstanbul’umuzu fersah fersah geçmiş ve yirmi santimlik bir kahve içildiği zaman bir yirmi santim dahi uşağa bahşiş vermemek bayağı hakareti müstelzim[65 - Müstelzim: Lüzumlu, gerektiren. Mucip ve sebep. Bais olan. Bir şeyin lüzumunu deruhde eden. (e.n.)] bulunmuş olduğundan arabacılara nizama aykırı olarak şarap parası vermek dahi yolcuların cümle mecburiyetlerine dâhil olmuş kalmıştır.
Yolcuların arabadan çıktıktan sonra girdikleri dokuz numara kapısının üzerindeki “mefruşhane” serlevhasından dahi malum olacağı veçhile bir misafirhane olup bu evden kiralanacak dayalı döşeli bir oda için, şehrî yirmi beş franga kadar ücret verilir.
Beyoğlu’nda en kötü bir otelde oda kirası olarak bir gece için bir mecidiye yani dört franktan ziyadece ücret verildiği hâlde, Paris’te bu kadar ucuz bulduğunuza hayret mi ediyorsunuz? Daha ucuzu bile vardır. Nasuh Efendi idaresini bilir bir adam olmakla beraber müdebbirane[66 - Müdebbir: Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören. (e.n.)] ve mutasarrıfane[67 - Mutasarrıf: Tasarruf eden. Bir işi kendi isteğine göre idare eden. (e.n.)] bir yolda izzetinefsini dahi arar takımdan olmasıyla, bu yeri tercih etmişti. Yoksa bundan daha ucuz yerler dahi vardır.
Hem Paris’in ucuzluğu, pahalılığı, yerine ve o yerde sakin olan halkın hususi durumlarına göre değişir. İşbu Monsieur le Prince Sokağı, Seine Nehri’nin güney tarafında ve Quartier Latin Mahallesi denilen semtte olup oralar ise ekseriyetle talebe ve ulema yatağı olduğundan her şeyin fiyatı ehvence olması zaruridir. Çünkü Paris’te talebelik eden bir adam bizim İstanbul talebesi gibi yalnız bir imaret fodlası[68 - Fodla: Çoğunlukla imaretlerde yoksullara verilen kepekli undan yapılmış pideye benzer bir tür ekmek. (e.n.)] ve bir de çorba ile kalmayıp her biri hâline ve vaktine göre her türlü zevkten geri kalmazlar. Hatta Paris’in herkesten ziyade zevkini çıkaranlar talebe güruhu olduğunu dahi çok geçmeden pek çok misaliyle göreceksiniz. Binaenaleyh talebe umumi ismi altında yâd olunan bir kısım gençlerin medeni ve beşerî bütün levazımı, o civarda mükemmel olmakla beraber, bunlar dünyanın her tarafından gelip oraya toplanmış ve tahsil ve ilmin genişletilmesi yolunda gençliklerini geçirmekte bulunmuş olmalarından dolayı, kendilerine bir özel izin olmak üzere fiyatça ucuzluğu daima ararlar ve icra ederler.
Paris’in Champs-Elysees gibi, Rue de Rivoli Caddesi gibi daha muteber yerleri varken Nasuh Efendi’nin gelip bu ilim tahsil eden talebelerin mahallesinde ikameti seçmesine bir mana veremeyecek olur iseniz size şunu ihtar edelim ki koyun gibi kendi cinsinin arkası sıra gitmeyip yani halk böyle yapıyor diye muhakemesiz halkın yaptığını yapmayıp da insan gibi kendi akıl ve vicdanının delaletine tabi olanlar, Paris’te muteber yerlere rağbet etmeye ve muteber olmayanlarından kaçınmaya hiç lüzum görmezler. Paris bir büyük şehirdir ki kâmil insan nazarında her tarafının itibarı birdir. Zira hangi tarafında bulunsanız arzu ettiğiniz taraflara sizi derhâl götürmek için faytonlar gibi, omnibüsler gibi, trenler gibi, nehir vapurları gibi binlerce nakliye aracı emrinize, yani beş on paranıza muntazırdırlar. Hangi tarafta olsanız gecenizi geçirebilirsiniz. Öyle İstanbul’da olduğu gibi Allah korusun, geceyi Fatih’te geçirmeye mecburiyet elverip de bir ahbap hanesi dahi bulunmaz ise bakkal dükkânında zeytin, ekmek yiyerek kahvehane peykesinde (O da kahveci razı olursa. Çünkü sizi kabule hiç mecburiyeti yoktur.) gecelemeye muhtaç kalmazsınız.
Bununla beraber Nasuh Efendi’nin seçmiş olduğu yer aslına bakılırsa beğenmeye değmez mahallerden değildi. En büyük mektepler oraya komşu oldukları gibi yanı başında koca Luxembourg Sarayı ve bahçesi ve yine onun yanı başında olmak üzere Odeon Tiyatrosu ve civarda Pantheon ibadethanesi ve defin yeriyle bunun meydanı vardır ki Paris’in yalnız bu parçası medenileşmiş ve gelişmiş bir devlet için başkent olmaya şayandır.
Bu mahallede oturan bir adamın pek de canı sıkılır ise Monsieur le Prince Sokağı’nı kuzeye doğru geçerek ve Mazarine Caddesi’ni dahi geçerek Enstitü Meydanı’na varabilir ki bu meydan, Seine Nehri kenarında olup oradan Louvre Sarayı ve daha alt tarafından büyük Tuileries Sarayı temaşa edilebilir. Karşı tarafa varmak için dahi ayaklarınız önüne Sanayi Köprüsü serilmiştir.
Sözü daha ziyade uzatmaya ne hacet! Gardiyanski Paris’e bir iki defa gelmiş ve oldukça her tarafını gezmiş, öğrenmiş olduğu hâlde Nasuh’un bu seçimine itiraz etmeyip “Zorla para harcamak isteyenlerden başka herkesin her arzusunu tamamlayabilecek yer burası olabilir.” diye seçme işinde Nasuh’a tabi olmuştu.
Turist rehberinin Nasuh’un ezberinde olduğunu bundan önce haber vermiştik. O hâlde Paris’in heyet-i umumiyesiyle Nasuh’un ezberinde olduğunu teslim etmelidir. Gardiyanski bu teslimiyette bulunduğu için Nasuh’un lokanta seçimine dahi itiraz etmedi. Dauphin Sokağı’nda on altı numarada “Provence’lı İki Kardeşler” levhasıyla meşhur olan lokanta seçildi ki orada bir adamı doyurduktan sonra artabilecek kadar biftek altmış santimedir (yaklaşık üç kuruş). Paris’e gidenlere malumdur ki orada lokantaların fiyatını takdir etmek için biftek fiyatı mukayese ve mikyas unsuru makamında olup böyle bifteği altmış santime olan bir lokantada iki adam yarımşar biftek yemek ve yiyecek ve diğer içecekleri de ona tatbik eylemek üzere hatta uşağın şarap parası da dâhil olduğu hâlde, iki frankla akşam yemeğini edebilirler. Adam başına birer frank yani beşer kuruş ile edilen akşam yemeğini İstanbul’da onar kuruşa ancak edebilirsiniz.
Kendi ikametgâhlarına daha yakın yerde lokantalar bulunduğu hâlde Nasuh’un birkaç yüz adım mesafede bir yeri seçmesindeki hikmeti sorar iseniz şudur ki bu kadar mesafenin insanı korkutacak kadar uzak olmamasından kat-ı nazar Odeon Meydanı ve yine bu nama mensup olan ve çoğu gencin maksimi bulunan dört yol ağzı dahi bu yolun üzerinde bulunmak cihetiyle akşam gerek yemeğe gidiyor ve gerek dönüyorken tenezzüh[69 - Tenezzüh: Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi izale için çıkmak. (e.n.)] ve teferruc[70 - Teferruc: Ferahlanmak, içi açılmak. Gezintiye çıkmak.] imkânı dahi eldedir.

İkinci Bölüm
Monsieur le Prince Sokağı’ndaki dokuz numaralı mefruşhane zemin katından başka üç kattan ibaret koca bir konak olup katların hepsi birbirinin aynı olduğu cihetle, yalnız birisinin mimari taksimatını kısaca haber versek hepsi için bu haber yeterli olur.
Merdivenden çıkıldığı zaman kare şeklinde bir divanhaneye çıkılır ise de buna divanhane demekten ziyade bir “maksim” demek yakışık alır. Zira bu mahallin üç kenarı üzerinde yalnız oda kapılarından başka hiçbir şey görünmeyip genişliği ise merdivenden çıkanların birkaç adımda odalarına girmelerine ancak müsait olabilir. İşbu kare üzerine açılan kapılar üç nevi miskinlerin kapısıdır. Birinci nevine “bekâr” odası ıtlak olunur[71 - Itlak olunmak: Genelleştirmek. (e.n.)] ki kapı açıldığında tütün kutusu kadar bir medhale[72 - Medhal: Girecek yer, kapı, ağız. (e.n.)] girilip ondan dahi gemi kabinelerinden biraz daha farklıca olan odaya bir kapı açılır. İkinci nevi “ikilik oda”lar olup bunlar yalnız iki adamın gecelemesine kifayet etmek üzere birinci neviden biraz daha genişçe yapılmış ve fakat şekli onun aynı olmak üzere tarh edilmiştir. Üçüncü nevi mebeyyitler “daire” dedikleri yerlerdir ki kapıdan girildiği zaman yine ufak bir kare içine girilir ise de bu kareye sağdan soldan ve karşıdan üç kapı açılır. Sağ taraftaki kapı küçücük bir Frenk mutfağıdır.
Sol taraftaki ise yine mutfak kadar küçük bir odacıktır ki ekseriya hizmetçi kalır. Karşıya gelen kapı açıldığında bir salona girilir ki yedi sekiz kişinin toplanmasına ve oturmasına müsaittir. Salonun sağında solunda dahi birer kapı bulunup içleri ikişer yatağı barındıran birer yatak odasıdır
Merdiven başında olan karenin merdiven cihetindeki kenarı üzerinde dahi dört bölüm istirahat yeri bulunup ikisinin üzerinde “hanımlar için” ve ikisinin üzerinde dahi “erkekler için” kelimeleri okunur.
İşte evin her katı bunun aynıdır. Nasuh Efendi değeri beş frank kadar farka bakmayarak ikinci katta, ikinci nevi bekâr odalarından iki oda kiraladı. Bunun birisi kendi, diğeri Gardiyanski için olacağı malumdur.
Bunların iki adama kifayet edecek olan bir daire tedarik etmemeleri ise herkesin kendi keyfinde hür olması düşüncesinden neşet eder. Hem daire kiralamaya ise mahal de yoktur. Zira daireler mutfaklarını kendileri idare edecek ailelere mahsus yerlerdir.
Nasuh Efendi ve arkadaşının ikamet için seçtikleri işbu ikinci kata, birinci neviden dört ve ikinci neviden yine dört ve dairelerden dahi iki bölüm mesken vardı ki bunların her birisini dörder oda hesap edersek tam yirmi dört oda demekti. Söz konusu mahalden ikincilerin bizimkiler tarafından kiralanan ikisinden başka birisi boş olup birisi bir Moskoflu talebe tarafından tutulmuş ve birer adamlık bekâr odalarından birisi boş olup ikisi iki Alman kardeş ve diğeri dahi yalnız bir Moskof tarafından alınmıştı. Dairelerin ise ikisi dahi dolu olup birisinde ailesiyle beraber Parisli bir genel tarih hocası ve diğerinde dahi talebeye borç para vermekle geçimini sağlayan yine Parisli bir aile halkı kalıyordu.
İlk Moskoflunun ismi Petroviç ve diğerinin İvanof ve Alman kardeşlerden birisinin ismi Friedrich ve diğerinin Guillaume ve muallim ailesinin adı Hyrienne ve sarraf ailesinin ismi dahi Savemond olduğu burada kaydı lazım gelen malumattandır.
Petroviç, Moskova şehrinin merkezinden, oldukça zengin, iri yapılı, sarı saçlı, mavi gözlü fakat bir dereceye kadar güzel bir adam olup İvanof ise Tiflis halkından yine zengince, orta boylu, nahif endamlı, kara yağız ve mamafih güzelce bir delikanlıdır. Alman kardeşlerin ikisi de bir kalıptan dökme gibi birbirine benzer, yani ikisi de hem enli hem uzun, kumral tüylü, ne güzel ne çirkin çocuklar olup bunlar Bavyeralı yani bira hemşehrisi asıl Alman oğlu Alman’dır. Hyrienne ailesinin pederi olan Monsieur Hyrienne ellisini geçmiş fakat bu ömrü içinde tarihten başka hiçbir şeye heves etmeyerek tarihi ise güya bugünkü bir mesele imiş gibi tamamıyla ezberine almış, sakalı, bıyığı tıraşlı, orta boylu, şişman, mavice gözlü, iri burunlu bir Fransız’dır. Zevcesi Madame Hyrienne, yaşça kocasıyla eşit, uzun boylu, zayıfça ve esmer yağız, oldukça nazik bir kadın olup kız kardeşi yani Monsieur Hyrienne’in baldızı Madame Garnold, henüz otuz yaşında ve oldukça beyaz ve güzelce bir kadın olduğu hâlde kocası Monsieur Garnold’un pek uygunsuz bir adam çıkmasından dolayı ayrılmış ve eniştesi yanında âdeta çocuk dadılığı ifa etmekle yiyecek bir lokma ekmek bulabilmekte bulunmuştur.
Zira Paris’te kardeş kardeşe yardım etmek gayreti değil fakat iktidarı azdır. Hyrienne’in, Poliny isminde bir kızı vardır ki on sekiz yaşına varmış olduğundan pederine, kolaylıkla çaresi bulunmaz bir baş belası olmuştu. Zira biçare Monsieur Hyrienne zengin olan bahtiyarlardan bulunmadığı cihetle kızına verecek çeyizi olmadığından ve çeyiz bulunmadıktan sonra dahi kızına müşteri çıkmayacağı ortada olduğundan bunun için ne kadar kasavetlense yeri vardı. Poliny’den başka evladı ise on iki yaşında Jean ismindeki oğluydu. Bu kadar kalabalık bir ailenin üç oda ve bir saloncuktan ibaret daireye sıkışmaları dahi servetçe olan iktidarlarını hesap etmeye yeterli olur. Savemond ailesine gelince, Madame Savemond isminde kırk yaşında şişman bir kadın ile Alfred Savemond isminde on sekiz yaşında çirkin ve sevimsiz bir oğuldan ve bir de Rose isminde Savoie’li bir işçi kadından ibaret ve gerek azlık ve gerek servet cihetiyle ikinci katın en mesutlarından sayılırlardı.
İstanbul’da bir mahalleden bir mahalleye göç ettiğiniz zaman, mahallenin kadınları hareminize gelip hoş geldin vazifesine girişirler. Vakıa bunların şu ilk ziyaretleri hareminizin alay edilmeye layık ahvali var ise onu görmek asli emeline dayandığı şüphesiz ise de böyle olmakla beraber bu hâl tanışmanın süratine yardım edeceği cihetle her hâlde makbul olması lazım gelir. Paris’te ise böyle konu komşu ile tanışma pek çabuk ve pek kolay hasıl olmaz.
Zira tanışmanın hasıl olması yani iki komşunun birbiriyle merhabalaşması için ya daireleri kapısından girer veya çıkar iken veyahut merdiven üzerinde tesadüfle boyun eğmekten başlaması lazım gelir. Nasuh bu meseleyi bilir idiyse de tanışma peydası için ayların geçmesine katlanamadığı ve bir haneye yabancı girer gibi girip çıkmayı dahi sevmediği cihetle, daha gelişinin ertesi günü komşularının birer birer kapısını çalıp girerek ve “Hanımlar! Efendiler! Kendimi size yeni komşunuz olmak üzere takdim ederim ve sizi taciz edecek hiçbir hâl ve hareketim vukuya gelmeyeceğini vaatle hakkımda teveccühünüzü rica ederim.” tarzında girişler yaparak derhâl tanışma münasebeti bağına muvaffak olmuştu. Moskoflar Nasuh’un bu hareketinden memnun kaldılar. Zira Avrupa’nın en kibar milleti Moskoflar addedilse şayandır. Zira insanoğluna derhâl temayül[73 - Temayül: Bir yana veya bir kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek. (e.n.)] ederek ana, baba, kardeş gibi ısınmakta Türklerden bile ileridirler. Almanlar, Nasuh’un bu laubalice hareketine şaşırmışlardı. Çünkü onlar İngilizler kadar da sıcak değildirler. Hele Fransız ailelerince Nasuh’un bu hareketi yabancılığına yoruldu. Zira Paris’te ya şehvani bir menfaat veyahut nakdî bir fayda icap etmez ise birbirini bilmeyen iki adam arasındaki münasebet pek bayağı bir hâlde kalır gider.
Nasuh Efendi’nin komşularıyla tanışma akdini ettikten sonra o gün için göreceği iş, gidip Cartrisse ile Catherine’e birer ziyarette bulunmak olduğundan bunun için Gardiyanski’ye dahi refakat teklif ettiyse de Gardiyanski o gün göreceği bazı hemşehrileri olduğundan bahisle refakati kabul etmedi. Zira bunlar Paris’te yekdiğerini kâmil bir hürriyet içinde bırakmak şartıyla refakat akdi etmişler ve beraber ikameti dahi bu suretle kararlaştırmışlardı. Binaenaleyh Nasuh kendi başına evinden çıktı ve Odeon Meydanı’ndan bir araba tutarak “Rivoli Sokağı’nda Hotel Brighton, numara iki yüz on sekiz.” emrini vererek Sanayi Köprüsü’ne doğru yola revan oldu.
Buraya kadar defalarca haber vermiş olduğumuz üzere Nasuh, Paris planını o kadar ezberlemiş ve o büyük başkentin panoramasını ve büyük tarihî binalarının resimlerini o kadar incelemişti ki bu kere Rivoli Sokağı’na doğru seyahat eder iken güya kırk yıldan beri ikamet etmekte bulunduğu bir memlekette seyahat ediyormuş gibi yolculuk esnasında tesadüf ettiği Enstitü Sarayı, Louvre ve Grand Hotel de Louvre, Tuileries Sarayı ve Palais Royale gibi büyük binaları hep kendi kendisine tanır, temaşa ederdi. Nihayet Brighton Hotel’ine vardı ve Cartrisse ile Catherine’in kaldıkları yerlerinin numarasını öğrenerek evvela Cartrisse’in yanına girdi.
Cartrisse: “Vay bonjur Monsieur Nasuh! Pek geç kaldınız ya!”
Nasuh: “Bonjur madame! İşlerim ancak bitebildi. Lakin sizi Paris’te arayanlar Londra’da bulacaklar demek.”
Cartrisse: “Niçin?”
Nasuh: “Vakıa Paris’in en şerefli bir yerinde ikameti seçmiş iseniz de büsbütün İngilizlerin ikametgâhı olan mahallini tercih etmişsiniz.”
Cartrisse: “Hakkınız vardır. Bizim merdümgiriz[74 - Merdümgiriz: İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen. (e.n.)] Catherine’i insan içine sokmak mümkün müdür? İngilizler dahi kendisi gibi insandan kaçar adamlar oldukları için burasını tercih etti.”
Vakıa Rivoli Sokağı’nın bu semti, Tuileries Sarayı ile karşı karşıya ve Palais Royale ve Concorde meydanları gibi umumi meydanlar vesair muteber yerler ile aynı civarda olduğundan Paris’in en şerefli yeri addolunur ise de bir sırada bulunan Hotel Maurice ve Hotel Windsor, Hotel Brighton ve Hotel Wagram ile Hotel Rivoli gibi büyük misafirhaneler hep İngilizlerin karargâhı olmasıyla âdeta Londra demek gibi bir şeydir.
Gerek Cartrisse’in teklifi ve gerek Nasuh’un arzusu üzerine Catherine’i ziyarete gittiler. Catherine’in Hotel Brighton’un ikinci katında gayet mükellef bir dairenin yine gayet mükellef salonu içinde bulunduğu zaman gösterdiği tavır, Messagerie Imperiale vapurundaki tavrına dahi kıyas edilebilir değildi. Güya kendisi Fransa İmparatoriçesi Eugenie imiş de Devlet-i Aliye elçisini huzuruna kabul ediyormuşçasına vakarlı bir tavır ile karşılayarak Nasuh’un öpmesi için elini uzatmaya hemen ramak dahi kalmamıştı.
Kadının bu tavrına âdeta alaylı bir gülüşle güleceği gelen Nasuh, içinden galeyan edip gelen kahkahayı yine içinde sarf ederek görünüşte kadının muamelesine gerekli mukabelede bulunarak gayet ağır ve vakur bir muamele gösterdi ki Cartrisse şaşkınlığından Nasuh’un yüzüne bakakaldı.
Bu muamelede bulunan bir kadın ile ne söz bulunur da söylenir? Hâlbuki Nasuh arzu etmiş olsaydı söyleyecek ve kadına dahi söyletecek söz bulabilirdi. Ancak Catherine’in Fransa’yı beğenip beğenmediğine dair gayet kısa bir yolda sorduğu şeylere o dahi gayet kestirme bir yoldan cevap vererek beş on dakika vakit geçirdikten sonra kalktı, yine geldiği gibi, bir resmî veda icra olunarak oradan çıktı.
Gitti zannetmeyiniz. Cartrisse salıverir mi? Zaten salıverecek olsa da Nasuh gider mi? Bu kere Cartrisse’in odasında genişliğine ve derinliğine söze koyuldular.
Söylenen sözlerin başlangıcı Nasuh’un Fransa ve özellikle Paris hakkındaki fikrinden ibaret olup Nasuh Fransa’ya dair hariçten aldığı malumatı henüz hakikate tatbik etmemiş olduğunu cevaben arz ederdi. Derken söz yine o ela gözlü Catherine cenaplarına intikal etti:
Cartrisse: “Ey Monsieur Nasuh! Bizim kraliçe Catherine’i nasıl buldunuz? Rusya İmparatoriçesi Catherine ile bunun arasında ne fark görüyorsunuz?”
Nasuh: “Hemen hiçbir fark kalmamış! Kendisinin iltifatlı tavırlarına hayran olanlar, zat-ı hükümdarîlerini vapurda tesadüf ettirmeyi dua etmelidirler.”
Cartrisse: “Evet! Vapurda can sıkıntısından sizin gibi adamlara iltifat derecesine tenezzül ederdi.”
Nasuh: “Ey, burada canı sıkılmaz mı?”
Cartrisse: “Bana kalsa pek sıkılır. Lakin sıkıldığını bir türlü itiraf etmiyor.”
Nasuh: “Ne ile vakit geçirir?”
Cartrisse: “Bütün gün piyano başında.”
Nasuh: “Gezmeye filan?”
Cartrisse: “Zaten şimdi havalar kış. Nereye gitsin? Pek sevdiği bir müzik var ise de bazı kere operaya gider.”
Nasuh: “Fakat kimse ile görüşmez öyle değil mi?”
Cartrisse: “Ona ne şüphe? En başta scena üzerindeki locaya abone olmuştur. Çünkü o locanın özel olarak tanzim olunan perdeleri gerek ışığı ve gerek hariçten bakışların şuasını menederek içindeki zevatı umumun dürbin-i imtihanından muhafaza eyler.”
Nasuh: “Locasına da kimse girmez ha?”
Cartrisse: “Benden başka kimse girmez.”
Nasuh: (tebessümle) “Vay gidi merdümgiriz vay!”
Cartrisse: “Ya ne zannettiniz idi? Siz o mahut zafer öpücüğüne kolay kolay nail olurum hülyasında mı idiniz?”
Nasuh: “Ben size kolay kolay nail olacağıma söz vermedim. Mutlaka nail olacağıma söz verdim.”
Cartrisse: “Bana kalır ise…”
Nasuh: “Size kalmaz. Korkmayınız! Ey, operadan başka hiçbir salona gitmez mi? Buraya da ahbabını kabul etmez mi?”
Cartrisse: “Pek nadir!”
Nasuh: “Geceleri erken mi yatar geç mi?”
Cartrisse: “Amma sorgulama ha!”
Nasuh: “Yok ama verdiğim sözü yerine getirmek için işi böyle inceden inceye sormama müsaade buyurunuz.”
Cartrisse: “Doğrusunu ister iseniz operaya ve bir salona gitmediği geceler hemen erkenden yatar.”
Nasuh: “Sabahleyin?”
Cartrisse: “Sabahleyin pek erken uyanır imişse de kendisini bekleyen hiçbir işi olmadığı için kapısını açmaz imiş.”
Nasuh: “Kendi kendisini hapsedermiş ha?”
Cartrisse: “Onun gibi bir şey… Lakin ona sorsanız öyle değil. Hülyalarıyla eğlenirmiş.”
Nasuh: (biraz düşündükten sonra) “Baloya meyli var mıdır?”
Cartrisse: “Asla!”
Nasuh: “Balodan mı nefret eder, yoksa mutlaka oyundan mı?”
Cartrisse: “Ben onun hızlıca adım attığını dahi bilemem.”
Söz burada bir hayli müddet kesildi. Nasuh düşünmeye vardı, o kadar ki Madame Cartrisse Nasuh’u ikaza mecbur olarak:
Cartrisse: “Ey ama ben bu zafer öpücüğü makulesinden[75 - Makule: Aynı türden olan şeylerin bazı özelliklerle ayrılan öbeklerinden her biri, tür, nev. (e.n.)] dahi vazgeçtim. O sözü bıraksak da bari biraz söz teati etsek.”
Bu söz üzerine Nasuh vakıa düşüncelerinden kendisini kurtarıp Cartrisse ile başka cihetten sohbete başladı. Cartrisse kendisini Paris’in aileleri içine sokacağı hakkında vaatler verdikçe Nasuh’un memnuniyeti artıyordu. Gardiyanski hakkında dahi sözler söylendi. Neticesinden anlaşıldığına göre Cartrisse’in Nasuh hakkındaki teveccühü kadar Gardiyanski hakkında da teveccühü olup bundan böyle kendilerini ziyarete geldikçe onu da getirmesini özel olarak ve defaatla rica etti.
İşte bu ikinci defasında Cartrisse’in odasında edilen toplantı ve sohbet, şüphesiz bir buçuk saatten ziyade uzadıktan sonra Nasuh resmî vedasını ifa ederek çıktı.
Yine gitti zannetmeyiniz. Hiç Nasuh Catherine ile ilgili Cartrisse’ten hakikatini anladığı garip hâlleri üzerine bir emare aramadan hoteli terk eder gider mi? “Böyle insan olmaz! Özellikle de böyle bir kadın olamaz!.. Mutlaka bunda bir iş vardır ki ben o sırra vâkıf olamaz ve Cartrisse’ten zafer öpücüğü alamaz isem kahrolurum!..” demişti.
Bu söz hâlâ zihninde olduğu hâlde hotelin concierge’i (yani kapıcısı demek olan dizdarı) yanına inip genç zamparaların bu adamlardan malumat almak üzere yanlarına girdikleri zaman gösterdikleri sahte mahcup tavır ile söze başlama olan beş franklık bir altını takdim etti. Böyle bir “pourboire” (şarap parası) verildiği zaman kapıcıların “Votre serviteur Monsieur!” (“Hizmetkârınızım, bendenizim efendi!”) cevabıyla muntazır kalmaları usuldendir. Bu intizarı görünce şu suretle meramını ifadeye başladı:
Nasuh: “Gece hotelin kapısı kapandıktan sonra içeriden dışarıya çıkanlar veyahut dışarıdan içeriye girenler var mıdır?”
Kapıcı: “Hotel büyük! Eksik değildir efendim!”
Nasuh: “Hayır! Sualimi anlamadınız. Eğer istediğim malumatı sizden alabilir isem siz de benden istediğiniz kadar mükâfat alacağınızı elbet anlamışsınızdır.”
Kapıcı: (yılışarak) “Canım orası öyle ya!”
Nasuh: “Dairesine girmek için gecikmiş veyahut bir mühim işi için rastgele dışarı çıkmaya mecburiyet görmüş olanları sormuyorum. Hani ya şu görünüşte dışarıya çıkacak lüzumlu bir işi olmadığı hâlde…”
Kapıcı: (hâlâ yılışık olduğu hâlde) “Anlıyorum efendim, anlıyorum. Kocasını uyuttuktan sonra baloya kaçan karıların çıktıkları gibi! Değil mi?”
Nasuh: “Tam öyle!”
Kapıcı: “Burasının İngilizlerin karargâhı olduğunu bilmiyor musunuz?”
Nasuh: “Bu hotelde İngiliz’den başka kimse de yok değil a?”
Kapıcı: “Durunuz bakayım biraz düşüneyim!.. Siz kadın soruyorsunuz. Öyle değil mi?”
Nasuh: “Öyle olacağı derhâl anlaşılabilir.”
Kapıcı: “Hayır efendim! Öyle bir kadın burada yoktur. Yalnız bir erkek vardır ki bazı kere gece yarısından bir saat evvel çıkar ve sabah açılırken döner. Bu delikanlıya merhamet ettiğim için gece kendisine kapıyı açmakta asla zorluk göstermem. O da kendisine layık olanı icradan geri durmaz ya! Allah için itiraf edelim! On franktan aşağı bahşiş vermez. Hani ya on frank da insanı gece yatağından kaldırtabilecek bir paradır.”
Nasuh: “Ey, bu delikanlı kimdir? Kimin nesidir?”
Kapıcı: “Ha bakınız size şunu da itiraf edeyim ki ben onun kim olduğuna dikkat bile etmedim. Etmedim değil edemedim! Bir İngiliz ama her zaman çıkar iken şapkasını burnu üzerine kadar indirir. Mendilini de ağzına tutar. O saat anlaşılır ki kendisini göstermek istemiyor. Benim de neme lazım? Ben yalnız on frangı görmek isterim. O bana on frangı göstersin de varsın yüzünü göstermesin!”
Nasuh: “Bu delikanlının çıktığı geceler malum mudur? Belli midir?”
Kapıcı: “Hayır pek de belli değildir. Yalnız ekseriya pazar akşamlarını geçirmez.”
Nasuh: “Ey, bundan başka böyle gizlice kimse çıkmaz ha? Özellikle kadınlardan?”
Kapıcı: “Hayır efendim hayır! Kadınlardan kimse çıkmaz.”
Nasuh: (biraz inceden inceye düşündükten sonra) “Teessüf ederim ki benden bir napolyon daha bahşiş alamadınız.”
Kapıcı: (yılışarak) “Sizin alışverişiniz bu hotel içinde olacaksa napolyonu bir defada alamaz isem bile birkaç defada olsun alabilirim.”
Nasuh: “İnşallah! Adiyö!”
Kapıcı: “Bonjur monsieur!”

Üçüncü Bölüm
Nasuh Efendi Brighton Hotel’inden çıkıp Champs-Elysees tarafına doğru büküldü ve yürümeye başladı ise de zihni gayet meşgul olduğu henüz ilk defa olarak gördüğü memleketin en meşhur bir sokağı içinde iki tarafına bakmaya dahi meydan bulamamasından anlaşılırdı.
Nelerle zihni meşgul idi?
Onu kim bilir? Fakat altı yüz adım kadar gittikten sonra kendi kendisine “Rivoli Sokağı numara
ha? İşte şu büyük konak olacaktır.” diye bir büyük konağın kapısına yöneldi.
Biz Rivoli Sokağı’nda üç yıldız adresini tanırız. Bu adres Madame Mapercine namıyla Lyon’dan Paris’e gelirler iken trende tesadüf ettikleri kadının ikamet mahallini gösterir. Nasuh hazır Rivoli Sokağı’na kadar gelmişken bir de Madame Mapercine’in hatırını sormayı uygun gördüğünden kapının çıngırak düğmesini çekti ve kapı açılıp içeriye girdi ise de burası Hotel Brighton olmadığı ve bir hususi konak olduğu görünüşteki hâlinden anlaşılırdı.
Kendisini karşılayan üstü başı gayet temiz bir uşağa “Madame Mapercine” ismini verdiği zaman uşak şaşkın bir tavırla Nasuh’un yüzüne bakıp “Efendi! Yanlış gelmiş olmalısınız! Burası Madame Mapercine’in konağı değildir.” deyince Nasuh pek fena surette bozulmuştu. Öte tarafta bu sual ve cevabı işitmiş olan yine üstü başı temiz ve fakat ihtiyar bir uşak telaşla geldi ve “Hayır efendim hayır! Yanlış söyledi Madame Mapercine’in konağı burasıdır! O bilmez, hata etti.” yollu izahatla her ne kadar olsa Paris’in acemisi olan Nasuh’u müteselli edebilmişti. Evvelki uşak “Canım burası nasıl Madame Mapercine’in konağı olabilir ki o ismi hiç bile işitmemişiz.” diyedursun, ihtiyar uşak “Sizi kim diye haber verelim efendim?” sorusuna “Dünkü gün Lyon’dan gelir iken trende tesadüf şerefine nail olan iki yolcudan birisi deseniz kifayet eder.” cevabını alıp da bu haberi yerine ulaştırmaya gittiği zaman evvelki uşak “Çıldırmak işten bile değil! Bizim hanımın altı aydan beri Paris’ten dışarıya çıktığı yoktur. Bu herif çıldırmamış ise onun yerine ben çıldırayım!” diye mırıldanmakta kalmıştı.
Bu hitap ve cevap ihtilafı Nasuh’u dahi merakta bırakmış olsa yeridir. Ancak ihtiyar uşak dönüp de “Buyurunuz efendim! Teşrifinize muntazırdırlar!” cevabını getirdiği ve Nasuh’u alıp Madame Mapercine’in huzuruna götürdüğü zaman Nasuh trende tesadüf ettiği kadından başka bir kadın görmemişti.
Evet! Gördüğü kadın Madame Mapercine’in hem de ta kendisiydi. Lakin hâl yolda gördüğü hâl değil. Vagondaki Madame Mapercine’in hâl ve şanından kendisinin pek bayağı bir şey olmadığı anlaşıldığı hâlde salondaki Madame Mapercine’in pek büyük bir aileden olduğu anlaşılırdı. Yolda imtihan ettikleri ahvali üzerine bu kadın için “Ne ağır başlı ne hafif meşrepli ne filozof ne dindar ne Fransız ne İngiliz ne Alman!..” diye her hükmü çeker bir hüküm vermiş idiyseler de bu kere Madame Mapercine’in gayet iltifatlı, gayet zarif, şen şetaretli! Nazik!..” bir kadın olduğu görüldü. Zira bu suretle kabul etmişti ki gösterdiği herkesin beğenebileceği tavır ile Nasuh, vücudunun her kılı dibinden ve her gözeneğinden birtakım acayip ve garip hisler sızıyor zannetmişti.
Hâl ve hatır soruştuktan ve Gardiyanski’ye dair birkaç çift laf teati ettikten sonra Madame Mapercine Nasuh’un nereli olduğunu ve Paris’e ne iş için gelmiş bulunduğunu suale başladı. Ama öyle olur olmaz sual değil. Sorgulama! Binaenaleyh Nasuh dahi yolda Gardiyanski’ye hikâye etmiş olduğu ahvalin hemen hepsini Madame Mapercine’e takdirle ondan sonra kadının fikir ve mütalaa ve imtihan hevesine dair derin perdeden yanaştırdığı suallere pek zarifane ve hâlden anlar bir şekilde verdiği cevaplarla da bayağı hüsn-i teveccühünü[76 - Hüsn-i teveccüh: Sevgi ile karışık medih ve takdir. İyi karşılanmak ve alaka görmek. (e.n.)] celbetti. Zira bir saatten ziyade sohbetten sonra veda ederek çıktığı zaman “Monsieur Nasuh Efendi! Her salı akşamı konağımızda dost toplantısı vardır. Eğer arkadaşınız Gardiyanski ile beraber teşrife rağbet buyurur iseniz yalnız beni değil ahbap topluluğunu bile memnun edersiniz.” demiştir.
Nasuh’un Madame Mapercine konağından çıktığı zamanki hâli Hotel Brighton’dan çıktığı zamanki hâline de kıyaslanabilir değildi. Şu genç uşağın kendi hanımının isminin ne olduğunu bilememesine ve hele hanımının Lyon’a seyahat ettiğinden haberdar olamamasına ziyadesiyle hayret ederek bu işte dahi ucu görünüp duran garabeti elbette meydana çıkaracağı ümidiyle teselli bulmaya çalışmıştır.
Rivoli Sokağı’ndan kendi ikametgâhına kadar yaya olarak gelmenin işbu ilk gün için seyahatin yeter derecesi olacağı hesabıyla Nasuh artık başka yere gitmeye lüzum görmeyerek yavaş yavaş evinin semtine döndü. Kendi hesabına göre Monsieur Gardiyanski’yi evinde bulacak idiyse de bulamadığından ve akşam yemeğine ise daha bir buçuk saatten ziyade vakit olduğundan dairesi kapısı önünde rast getirdiği tarih hocası Monsieur Hyrienne’i odasına davet ederek onunla bazı şeyleri konuşmaya başladı.
Böyle bir adamla Nasuh’un edeceği konuşmanın neye dair olacağı biz söylemeden anlaşılacak bir şeydir. Monsieur Hyrienne bu âlemde tarihten başka neye dair söz söyler. İlk önce söz Nasuh’un Türk olması ve bu defa Paris’e gelmek için yola çıktığı noktanın İstanbul bulunması suretinden ibaret olduğu hâlde Monsieur Hyrienne Türk ve İstanbul isimlerinden bin tarihî fıkra açarak hele Nasuh’un dahi Osmanlı tarihî meselelerinde pek de kendisinden aşağı kalmadığını görünce artık sözün silsilesine son verecek yemek vaktinden başka bir şey kalmadı. Hem de güneş batıp da Monsieur Hyrienne’in baldızı kendisini yemeğe davet ettiği zaman, tarih meraklısı olan o koca muallim, Nasuh’tan bayağı mahzun olarak ayrılmıştı. Nasuh ise Monsieur Gardiyanski’nin hâlâ dönmediğini görünce, “Belki lokantada bulurum.” diye kalktı, Provence’lı kardeşlerin lokantasına gitti.
Gerçekten arkadaşını orada bulmuştu.
Nasuh: “Sizi şimdiye kadar otelde bekledim.”
Gardiyanski: “Ben de sizi burada beklemekteydim. Yoksa Paris’te iki arkadaşın birbirini hanelerinde bulamazlar ise müşterisi oldukları lokantada bulabilecekleri sizin turist rehberinizde açıkça izah edilmiş değildir?”
Nasuh: “Benim aklıma bu geldi. Bir değil birkaç rehbere malik olduğum hâlde böyle açık ibareye erişmeyişime gerçekten hayret edeceğim geliyor.”
Bir yandan bu latifeyi ederek diğer taraftan dahi garsonun getirmiş olduğu altmış santimlik bir bifteği iki arkadaş adilce pay etmeye başlamışlardı. Nasuh o gün yaşadıklarının özetini arkadaşına arz etti. Gardiyanski, Madame Mapercine’in kendisine gıyaben göstermiş olduğu hüsnükabule ve Cartrisse’in daimî ilgisine teşekkürden sonra o dahi o gün hemşehrileriyle görüştüğünü ve eğer Napolyon’un Rusya politikası böyle soğuk ve tehlikeli devam eder ise yakında bir Lehistan ihtilalinin daha baş göstermesinin ihtimalden uzak olmadığını Nasuh’a anlattı.
Mevsimin kış olması münasebetiyle yemekten sonra ya bir tiyatroya veyahut bir gazinoya veyahut şarkılı bir kahveye gitmek imkânı elde olup hatta Gardiyanski buna fazla arzu dahi gösterdi ise de Nasuh Paris’e varışı mektup müşiri[77 - Müşir: İşar eden, haber veren, bildiren. (e.n.)] ile yol masraflarını beyan eden defteri bu gece yazacağından ve tanzim edeceğinden bahisle dostunu istediği yere gitmekte hür bırakarak kendisi doğruca konağına dönerek yazmaya başlamıştır. İşi bittiği anda dahi yatağına girmiş olduğundan tam gece yarısı alafranga saat on ikide dönen Gardiyanski, Nasuh’u uykuya varmış bulunca Paris’te yaşamını sürdüren bir adamın gece yarısından evvel uyumasına hayret ettiyse de bunu Nasuh’un henüz hükmü devam eden Osmanlı âdetlerine hamlederek mazur gördü.
Nasuh’un ertesi sabahki işi öyle bir iştir ki bunu Paris’e her gidenin yapması lazım geldiği hâlde hayret edilse yeridir ki gidenlerin hemen yüzde doksanı buna lüzum görmezler ve yüzde onu lüzum görseler dahi hakkıyla ve layıkıyla beceremezler. Bu ise yeni gelinmiş olan memleketi dâhilen ve devren bir seyahat etmektir.
Nasuh Efendi bu seyahati pek mükemmel icra etmek kararıyla ertesi sabah kalktı ve arkadaşı Gardiyanski ile kahvaltısını ettikten ve fikrini bir kere dahi ona teklif ile ret cevabını aldıktan sonra, Saint Michele Bulvarı’ndan saat pazarlığıyla bir araba tuttu. Fakat arabanın içine binmedi. Zira bundan önce dahi haber vermiş olduğumuz üzere Paris şehrini arabacılar kadar hiçbir kimse tanıyamadığından ve Nasuh her gördüğü şey hakkında istediği ve hiçbir rehberde bulamayacağı geniş ve hususi malumatı arabacıdan almak kararında bulunduğundan çıktı. Arabacının yanı başına oturdu.
Boulevard Saint Michele’i güneye doğru indiler ve ondan Saint Jacques Sokağı’na bükülüp Paris’in büyük rasathanesinin sağ taraflarını da görerek Saint Jacques Bulvarı’na girdiler. Sonra Boulevard D’ltalie ve Boulevard de La Gare ve nihayet Bercy Köprüsü’nü geçerek Boulevard de Bercy ve Boulevard de Reuilly üzerinden tren meydanına kadar geldiler.
Vakıa bu bulvarlar Paris’in kenarları demek olduğu cihetle temaşaya şayan olan hususlar buralarda nadir ise de Paris’te yaşayan bir adamın buralara nadiren yolu düşeceğine ve Paris’i tanımak isteyenlerin ise bu yerleri görmeleri gerekli şeylerden addolunacağına dayarak Nasuh, her gördüğü yeri hıfzına almak için nazarının var kuvvetini sarf ederdi.
Tröne Meydanı yuvarlak şekilli bir yer olup birçok yola maksim[78 - Maksim: Taksim edilecek, dağıtılacak yer. (e.n.)] ittihaz edilmiş olduğundan orada bir çeyrek kadar dinlenmeden sonra yine yola revan oldular. Bu kere tuttukları yol Boulevard de Charonne olup onun üst tarafında Menilmontant Bulvarı’na gelip de meşhur Pere-Lachaise Mezarlığı’nı sağ taraflarında görünce Nasuh kendi kendisine Bu mezarlık dahi beni bir gün işgal edecektir. Zira yeni medeniyetin vazı’ı[79 - Vazı: Koyan. Yerleştiren. Vaz’ eden. (e.n.)] olanlarla görüşmek isteyenler, onların en kalabalık kısmını burada bulabilirler, demişti. Daha yukarıda Bellevile Bulvarı’nı ta Boulevard de La Fayette ile kavuştuğu mahalle kadar geçtikten sonra, La Fayette Bulvarı’na girdiler ve o koca caddeyi ta Opera’ya kadar indiler.
Bir dinlenme yeri de burası ittihaz olunduğundan ve seyahatin bu derecesi için üç buçuk saat kadar yol yürümüş bulunduklarından Nasuh arabacıya yirmi dakika kadar dinlenmeye meydan verip kendisi Opera Tiyatrosu’nun etrafını gezdi ve biraz acıkmış olan midesine imdat olmak üzere birkaç kurabiye filan alıp bir yandan da onları yedi.
Dinlenme müddeti bittikten sonra yeni ve meraklı yolcu yine arabasına binip Capucins Bulvarı’ndan Madeleine’e geldiğinde “Gerek burası ve gerek bunun gibi başlıca noktalar hep birer hususi ziyaretlere muhtaçtırlar.” diye Saint Honore Sokağı’ndan ve Elysee Sarayı yanından Champs-Elysees’ye inince arabacı, Tuileries Sarayı’na doğru inip asıl görmesi lazım gelen yerleri göstermek istediyse de Nasuh “Ben oralarını ne zaman olsa görebilirim.” diye Champs- Elysees’yi, Yıldız Kavsi Zaferi’ne kadar çıktıktan sonra Rue Vernet Caddesi’nden ve Meydanı’ndan Iena Köprüsü’ne indi ve 1861 senesinde Paris genel sergisinin kurulmuş olduğu Champ de Mars denilen meydana girip oradan De Duquesne ve Montparnasse caddeleriyle yine Saint Michel Caddesi’ne girerek Provence’lı Kardeşler Lokantası’na indi; ama toplam yedi saati geçmiş olan bu seyahat az kalmıştı ki akşam yemeği vaktini de geçirsin. Arabacının hakkını tamamen ödedikten ve bir frank dahi şarap parası verdikten sonra lokantaya girip Gardiyanski’yi yemek başında buldu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/paris-te-bir-turk-69428890/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Maznun: Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen. (e.n.)

2
Teeddüb: Edepli olma. Utanma. Çekinme. Edebini takınma. (e.n.)

3
Çeşm: Göz. (e.n.)

4
Mebna aleyh: Üzerine kurulmuş şey, bir fikrin dayandırıldığı temel konu. (e.n.)

5
Heyet-i mecmua: Bir şeyin teferruatına ve cüz’lerine bakılmaksızın bütününün gösterdiği hâl ve manzara. (e.n.)

6
Heyet-i umumiye: Bir şeyin teferruatları nazara alınmadan olan umumi durumu. (e.n.)

7
Salta: Yakasız, iliksiz, kolları bolca bir tür kısa ceket. (e.n.)

8
İstizah: Belirsiz ve müphem bir şey hakkında açık konuşulmasını istemek. İzah istemek. (e.n.)

9
Müteaacibane: Şaşakalma suretiyle. Taaccüb eder şekilde. (e.n.)

10
Mehamid: Şükür ve hamtler. Medihler. Sebeb-i şükür ve hamd olan hasletler. (e.n.)

11
İşar: Yazı ile haber vermek. Anlatmak, bildirmek. (e.n.)

12
Hikmet-füruş: Hikmet bildiğini iddia eden, hikmet satan. (e.n.)

13
Masnu: Sanatla yapılan, yapılmış. Yapma, yapmacık. (e.n.)

14
Telezzüz: Tat ve zevk almak. Zevklenmek. (e.n.)

15
Hodendiş: Kendini düşünen. Kendi için endişe eden. (e.n.)

16
Temellük: Yaltaklanmak, tevazu ve yumuşaklık göstermek, dalkavukluk. (e.n.)

17
İştimal: İçine almak, kaplamak, çevirmek, ihata etmek, şamil olmak. (e.n.)

18
İnbisat: Açık yüzlü olma, şâd, mesrur ve mahzuz olma, gönül açıklığı, kalp ferahlığı. (e.n.)

19
Müdekkik: Dikkatle araştıran. İnceden inceye tetkik eden. En ufak gizli şeyleri bilmeye, görmeye çalışan. (e.n.)

20
Taaddüd-i zevcat: Birden çok kadınla evlenmek, nikâhlı eşlerin birden çok olması. (e.n.)

21
Taaddüd-i ezvac: Çok kocalılık. (e.n.)

22
Temeddüh: Kendi kendini övmek, kendini beğendirmeye çalışmak, böbürlenmek. (e.n.)

23
Mücerrib: Tecrübe eden, deneyen, sınayan. (e.n.)

24
Zendost: Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara. (e.n.)

25
Bîdar: Uykusuz, uyumayan. Uyanık. (e.n.)

26
Mahkuk: Hakkedilmiş. Sert bir şey üzerine sert kalemle kazılarak yazılmış. (e.n.)

27
Mezbure: Adı geçen. İsmi yukarıda geçen. (e.n.)

28
Olamaz, olmaz, olmayacak, olması, gerçekleşmesi olanaksız. (e.n.)

29
Müteazzım: Taazzum eden, büyüklük taslayan. (e.n.)

30
Tefevvüh: Ağza alma, dil uzatma, münasebetsiz söz söyleme. (e.n.)

31
Bililtizam: Bile bile. Bir şeyi doğru ve lüzumlu görüp taraftar olmakla. (e.n.)

32
Arz-ı didar etmek: Güzelliğini göstermek, yüzünü göstermek, görünmek. (e.n.)

33
Mavera-yı tabiat: Metafizik, içyüz. (e.n.)

34
Müdahane: Başka bir kişiye yaltaklanarak hoş görünme çabası, dalkavukluk. (e.n.)

35
Müdahin: Birisini yalandan yüzüne karşı metheden, yüzüne gülen. (e.n.)

36
Serrişte: Vesile, başa kakma. (e.n.)

37
Beşaşet: Tazelik, güler yüzlülük. (e.n.)

38
Müsellem: Tasdik olunmuş, kimse tarafından inkâr veya itiraz olunamayan. (e.n.)

39
Mahlut: Karıştırılmış, katılmış, karışık. (e.n.)

40
Tazim: Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zat hakkında büyük sayıldığına delalet edecek surette güzel muamelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunmak. (e.n.)

41
Emr-i itibarı: Hakikatte, hariçte vücudu olmayıp var kabul edilen emir, iş. (e.n.)

42
Meşhudat: Görünenler, seyredilenler. (e.n.)

43
İtizar: Kusurunu bilerek özür dilemek. Kusurunu beyan edip ve anlayıp af dilemek. (e.n.)

44
Muzî: Eziyet ve sıkıntı veren. Rahat bırakmayan, inciten. (e.n.)

45
Tevlit etmek: Doğurtmak. (e.n.)

46
Müsaraat: Teşebbüs, girişme, sürat ve acele etme. (e.n.)

47
Müfredat: Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri, bir şeyin içindekiler. (e.n.)

48
Müsellem: Teslim olunmuş olan, doğruluğu herkes tarafından kabul edilip emniyet ve itimat edilen. (e.n.)

49
Şekerrenk: İki kişi arasında dostluk ilişkilerinin bozuk olması. (e.n.)

50
Menasıb-ı ilmiyye: Osmanlı idari yapılanmasının belirgin hâle geldiği XVI. yüzyıldan itibaren yargı, eğitim görevlerini ve bazı dinî görevleri gören sınıf. (e.n.)

51
Behremend: Nasibi olan, bilen, anlayan. (e.n.)

52
Efrenc: Bu kelime, Orta Çağ’da teşekkül ederek o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagne’in hükmü altında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalılara denmiştir. Frenk. Avrupalı ve hasseten Fransız. (e.n.)

53
Batı ilimleri ile Şark ilimlerini merak edip ömrünü onlara adayanlara denir. (y.n.)

54
Mebna aleyh: Üzerine kurulmuş şey, bir fikrin dayandırıldığı temel konu. (e.n.)

55
Kassam: Hukukta, vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru. Taksim eden. (s.n.)

56
Hitap: Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma. (e.n.)

57
Tefhim: Anlatmak, bildirmek. (e.n.)

58
Kâbil-i hitap: Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse. (e.n.)

59
Aklam-ı devlet: Tanzimat’tan sonra Bâbıâli yeniden düzenlenirken bütün kalemler kaldırılarak aklâm-ı devlet adı altında resmî niteliği daha belirgin yeni bürolar oluşturuldu. Aklâm-ı devletin aynı zamanda birer okul işlevi görmesi geleneğine de ağırlık verildi. (e.n.)

60
Tederrüs: Ders alma, okuyup öğrenme. (e.n.)

61
Gavamız: Anlaşılması zor hakikatler. İnce ve derin meseleler. (e.n.)

62
Musalli: Namaz kılan. Beş vakit namaza devam eden. (e.n.)

63
Maktu: Pazarlıksız, değeri ve pahası biçilmiş. (e.n.)

64
Arz-ı hulus etmek: Samimi sevgi göstermek. (e.n.)

65
Müstelzim: Lüzumlu, gerektiren. Mucip ve sebep. Bais olan. Bir şeyin lüzumunu deruhde eden. (e.n.)

66
Müdebbir: Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören. (e.n.)

67
Mutasarrıf: Tasarruf eden. Bir işi kendi isteğine göre idare eden. (e.n.)

68
Fodla: Çoğunlukla imaretlerde yoksullara verilen kepekli undan yapılmış pideye benzer bir tür ekmek. (e.n.)

69
Tenezzüh: Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi izale için çıkmak. (e.n.)

70
Teferruc: Ferahlanmak, içi açılmak. Gezintiye çıkmak.

71
Itlak olunmak: Genelleştirmek. (e.n.)

72
Medhal: Girecek yer, kapı, ağız. (e.n.)

73
Temayül: Bir yana veya bir kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek. (e.n.)

74
Merdümgiriz: İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen. (e.n.)

75
Makule: Aynı türden olan şeylerin bazı özelliklerle ayrılan öbeklerinden her biri, tür, nev. (e.n.)

76
Hüsn-i teveccüh: Sevgi ile karışık medih ve takdir. İyi karşılanmak ve alaka görmek. (e.n.)

77
Müşir: İşar eden, haber veren, bildiren. (e.n.)

78
Maksim: Taksim edilecek, dağıtılacak yer. (e.n.)

79
Vazı: Koyan. Yerleştiren. Vaz’ eden. (e.n.)
Paris’te Bir Türk Ахмет Мидхат
Paris’te Bir Türk

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Tanzimat Dönemi yazarlarından olan Ahmet Mithat Efendi, ölümüne dek iki yüzden fazla eser yayımlamıştır. Eserlerinde akla gelebilecek her türlü konuya değinen Ahmet Mithat, özellikle Avrupa’nın bilim ve sanayideki gelişmişliğini methederken, Osmanlı toplumunun ahlaki değerlerini koruması gerektiğini vurgulamıştır. “Paris’te Bir Türk”, eserlerinde göze çarpan bu gibi unsurların yoğun bir şekilde işlendiği romanların başında gelir. Romanın başkahramanı Nasuh’un ağzından giyimden evliliğe, medeniyetten geri kalmışlığa, krallıktan cumhuriyete, Doğu kültüründen Batı kültürüne kadar her şey tartışılır ve bu tartışmaların sonucunda bir fikir birliğine varılarak okuyucuya sunulur. Nasuh’un seyahatinde, -onun Paris’teki gezintileri, farklı milletlerden tanıştığı insanlarla sohbetleri, kadınlarla olan ilişkileri boyunca- bu gibi konular Ahmet Mithat’ın sade diliyle tafsilatıyla ele alınır. "Zira tanışmanın hasıl olması yani iki komşunun birbiriyle merhabalaşması için ya daireleri kapısından girer veya çıkar iken veyahut merdiven üzerinde tesadüfle boyun eğmekten başlaması lazım gelir. Nasuh bu meseleyi bilir idiyse de tanışma peydası için ayların geçmesine katlanamadığı ve bir haneye yabancı girer gibi girip çıkmayı dahi sevmediği cihetle, daha gelişinin ertesi günü komşularının birer birer kapısını çalıp girerek ve ′Hanımlar! Efendiler! Kendimi size yeni komşunuz olmak üzere takdim ederim ve sizi taciz edecek hiçbir hâl ve hareketim vukuya gelmeyeceğini vaatle hakkımda teveccühünüzü rica ederim.′ tarzında girişler yaparak derhâl tanışma münasebeti bağına muvaffak olmuştu. Moskoflar Nasuh’un bu hareketinden memnun kaldılar. Zira Avrupa’nın en kibar milleti Moskoflar addedilse şayandır. Zira insanoğluna derhâl temayül ederek ana, baba, kardeş gibi ısınmakta Türklerden bile ileridirler. Almanlar, Nasuh’un bu laubalice hareketine şaşırmışlardı. Çünkü onlar İngilizler kadar da sıcak değildirler. Hele Fransız ailelerince Nasuh’un bu hareketi yabancılığına yoruldu. Zira Paris’te ya şehvani bir menfaat veyahut nakdî bir fayda icap etmez ise birbirini bilmeyen iki adam arasındaki münasebet pek bayağı bir hâlde kalır gider."

  • Добавить отзыв