Altın Âşıkları
Ahmet Mithat Efendi
"Geçen asrın sonunda Fransa’nın meşhur iç savaştan kendisini kurtarmaya çalıştığı esnada iki adam, iki kardeş ortaya çıktı. Bunlar Michel kardeşler diye bilinen adamlardır. Bunlar o vakit genç, kuvvetli, zekiydiler ve büyük bir gayrete, cürete sahiptiler. Çünkü uzun bir süre boyunca aynı maksada hizmet ederek ondan asla ayrılmamak için pek büyük kuvvete ihtiyaç vardı. Talih denilen şey her akıl sahibine bir iş vereceği zaman yaptığı gibi bunların da kulaklarına doğru eğilerek: ‘Sizin insanca ameliniz ne olacak? Bu âlemde nasıl bir yük yükleneceksiniz? Altın mı istersiniz? Onun görünüşteki kuvvet ve kudretini mi, onunla meydana gelebilecek geleceği ve aile saadetini mi istersiniz? Yoksa iyilik edebilme kudretini, hemcinsinizin minnet ve teşekkürlerine layık olmayı, fakirler tarafından hürmet gösterilme bahtiyarlığını mı?’ diye sordu. Onlar: ‘Biz altın isteriz, altın! Hep altın isteriz. Altından başka bir şey istemeyiz. Kudret, saadet, her şey ondan ibarettir!’ diye cevap verdiler.”
Ahmet Mithat Efendi
Altın Âşıkları
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin’de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul’a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868’de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayımlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılarla birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayımlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’in desteğini aldı ve 1879’da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhiye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stokholm’de toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayımladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darülmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
GİRİŞ
Geçen ramazanda Tarik gazetesinde yer alan fıkralarımdan birisinin başlığı “A’cebü’l-Acâyib” idi. Konusu, Fransa’nın Nis şehrinde tiyatro localarının ve arabaların kapısını açmakla görevli Bunasi adında güzel bir kızın, âşıklarından birisini katletmesi üzerine kısasen, idam değilse bile hiç olmazsa müebbeden ve bu mümkün olmazsa geçici olarak kürek cezası verilmesi lazım gelir iken güya kadınlığına hürmeten sorguya çekilmediği gibi herhangi bir ceza verilmeden serbest bırakılması ve bu duruma hayret eden ve bunu adaletsizlik olarak gören bir kısım insanların -Amerika’nın linç (lunge) âdeti gereğince-Bunasi’nin üzerine hücum edip, onu tepelemiş olmasından ibaret idi.
Bu durumu bana “A’cebü’l-Acâyib” olarak göstermiş olan şey ise bir buçuk seneden beri Fransa’da genel bir meşguliyet suretini alan ve hatta serpintisi bütün dünyayı sarmakta bulunan Dreyfus meselesiydi. O yüzbaşının adli meselesi ki Fransa’nın Harbiye Nezaretinde mahfuz olan ve Fransa’nın askerî sırlarına dair bulunan bazı evrakları yabancı bir devletin eline geçirtmiş olmak hıyanetiyle ta dünyanın öteki ucunda Şeytan Adası denilen bir kaya üzerinde müebbeden sürgüne mahkûm edilmiş idi de aradan bir iki sene geçtikten sonra Fransa Meclis-i Ayan’ı ikinci reisi Mösyö Şurar Kestner:
“Dreyfus masumdur. Suçsuzken mahkûm edilmiştir. Dreyfus’a isnat olunan suçların failleri başkalarıdır. Bu muhakeme iade edilsin ki hak ortaya çıksın!” davasına kalkışarak hemen bütün Fransa’nın yarısı “Muhakeme iade edilsin!” ve diğer yarısı “Edilmesin!” naralarıyla dünyaya seslerini duyurmaya teşebbüs etmişlerdi ki bu garip ve acayip mesele henüz bir neticeye kavuşmamıştır. Fransa mahkemelerinin adaletin gereğinden başka bir şey yapmayacağı inancında bulunanlar nazarında şu Dreyfus meselesi gibi altında siyasi sırları gizleyen mühim bir mesele değil a işte bir Bunasi, bir kapı açıcı kızın cinayeti gibi sıradan bir meselenin mahkemesinde ne acayip ve garip hâller bulunduğunu görünce bu durum bana “A’cebül-Acayib” diye tasvir edecek derecelerde acayip ve garip görünmüş idi.
Bu kısım, Tarik gazetesinde neşrolunduğu gün maarif erbabından bir zat ile karşılaştım. Bunasi ve Dreyfus meseleleri üzerine açılan söz, adli makamlar arasında “cause celebre” yani “meşhur dava” diye bilinen adli kayıtlara intikal etti. Adli mahkemelerin bazen kasıtlı olarak ve bazen yanılarak bu gibi ilginç kararları vermesinin nadiren olmadığına dair sözler edildiği sırada o faziletli dostum:
“Mesela ‘Michel Kardeşler’ meselesi gibi.” deyince, ondan izah ister tarzda yüzüne bakmışım.
Bu bakışımla uyanarak:
“Mesele hakkında bilginiz yok mudur?” dedi.
Tasdik işareti verişim üzerine ilave etti:
“Oo!.. Asıl ‘A’cebü’l-Acâyib’ işte bu meseledir. Bu mesele bir asra yakındır herkesin hayretini çekmiştir. Ayrıntıları benim de hatırımda değildir ama Fransa tarihinde zaman zaman ebvab ve fusulu meşgul etmiştir. Teracim-i Ahval kamuslarına kadar geçtiğinden yalnız ‘Michel’ ismine müracaat ederseniz kâfidir. Sizin gibi bir romancı bu konuyu biraz daha açıklayıp ayrıntılara girerse bundan o kadar acayip ve garip bir roman çıkar ki Montepin ve Gaborieu gibi cinayet romanları yazanların hayalleri bile bu dereceye varamaz.”
Bu sözü söyleyen zatın çok geniş ilim ve marifeti şu tavsiyesine de büyük bir ehemmiyet verdireceğinden evime gelir gelmez ilk işim doğruca kütüphaneme koşmak oldu. İftar zamanına kadar alelacele icra ettiğim araştırmalar, dostumun tavsiyesindeki ehemmiyeti daha da arttırdı. İftardan önce hep bu konu ile uğraştım. Asıl işime yarayacak tafsilatı “Dictionnaire de la Conversation” yani “Muhavere Kamusu”nun “Michel” kelimesinde buldum. Gördüm ki iş yalnız “A’cebü’l-Acâyib” bir cinayet romanından da ibaret değil. İşin içinde asıl bir zenginlik sevdası var.
Bir altın aşkı!.. Ama ne aşk!.. Bunun bir maşuk-ı dil ü can olması hususunda sair hiçbir şeye meydan bırakmayan altın uğruna din ve iman, ırz ve namus dahi feda olunmuş. Her şey feda olunmuş ama o altın ile hasıl olacak bahtiyarlıkları ele geçirmek için değil. Zira altın âşığı!.. Hayır! Bunlar iki kardeş oldukları için bu durumu kuvvetle belirtmeliyim. Zira altın âşıkları yalnız milyonlara sahip olma sefasıyla kanaat edip evlenememişler bile. Bu milyonlar ile kendilerini hayırla yâd ettirecek hiçbir esere de muvaffak olamamışlar.
Nice müthiş cinayetlerle topladıkları milyonlar, halk nazarında kendilerine görünüşte bile hiçbir itibar kazandıramamış. Elbette para kuvvetiyle olduğuna şüphe edilemeyecek bir surette kafalarını adalet satırından kurtarabilmişlerse de yüzlerini halkın nefretle söyledikleri “Katil!” hitabına karşı kızarmaktan men ve muhafaza edememişler. Sağlıklarında oldukları gibi öldükten sonra da bu genel lanet kendileri hakkında devam edegelmiş. Hatta bunlara ait bazı davalarda, lehlerinde hüküm veren mahkemelerde bile isimleri nefret ve tiksinti ile yâd olunmuş. İşte altına öyle bir aşk ki Rabb’im cümleyi böyle mekruh ve lanetlenmiş sevdalardan muhafaza buyursun. Âmin!..
Çocukluk mu ediyoruz?
Romanın ta sonlarında görülmesi lazım gelen şeyleri şimdiden söylüyoruz ha!.. Gerçi bir romanı teşkil eden sırların peyderpey meydana çıkması ve her sır meydana çıktıkça okuyucuların hayrette kalması romancılık sanatının en büyük gereklerindense de bu roman başkalarına kıyas edilecek gibi değildir. “Kamus-ı Muhavere”nin tafsilatlı kısımlarını kendime bir plan kabul ederek zaten pek mükemmel olan bu planı biraz daha açıklayıp ayrıntılara girmek için başka kaynaklardan topladığım olayların en duygusuz olanları bile ibretkâr bir hayrete düşürmemesi mümkün olmayan tuhaflığı için elverir de artar bile. Bu esrardaki tuhaflığı arttırmak için sanatın gerekliliklerinden yardım almaya hiç mecburiyet yoktur. Zaten bu yazdığım şeyler, bir roman değildir ki!.. Zamanı gelip de Dreyfus meselesi yazıldığında, ona roman demek mümkün olacak ise buna da roman denilebilir. Bu defterde bir kısım hakiki insanların yaşadıkları gerçek olaylar ve bunların mensup oldukları asrın gerçek tarihinden başka hiçbir şey görülmeyecektir.
Bunları söylemeye de gerek yok çünkü olaylar anlatılırken hem gerçek yıllar hem de gerçek isimler kullanılacaktır. Arzu edenler tarihe ve teracim-i ahval kitaplarına müracaat ederek bu konuda bilgi sahibi olabilirler.
I
Vitri Cinayeti
“Vitri” kelimesi birkaç yerin ismi olup, bu hikâyede Paris’in yedi kilometre uzağında ve güneydoğusunda yer alan bir köyün adıdır. Arazisi Seine Nehri’ne kadar vasıl olsa da asıl köy, nehrin sol sahilinden biraz geridedir. Köyün hâlâ üç bin kadar ahalisi vardır. Gayet güzel bir şatosu da vardır ki onun içinde vuku bulan müthiş bir macerayı, hemen hikâye edeceğiz.
Miladın on dördüncü ya da on beşinci asırlarında, bu köy civarında kanlı savaşlar olmuştur. Fransa Kralı Birinci Henri’nin miladi 1060 senesinde vefatı da bu köyde meydana gelmiştir. Bundan bir asır önce Vitri köyü ve arazisi Paris’in yanı başında bulunmakla beraber “sinyoriyal” bir malikâne idi. Fransa tarihinde “sinyoriyal” denilen mekânlar; baron, marki, kont, dük gibi unvanlara sahip olan büyük sinyorların malikâneleri olarak kullanılırdı. Buralarda yaşayan insanlar, bu mekânların namlarını kullanarak buraların gelirleriyle geçindikleri gibi Orta Çağ’a kadar bu malikânelerde yaşayan insanların sahip oldukları hukuki haklara da sahip idiler. Sonraları bunların sahip oldukları hükümran haklar, birçok fırsat ve münasebet üzerine yavaş yavaş onlardan alınarak Fransa kralları tarafından kullanılmıştır. Bu malikânelerde yaşayanlara ise sadece unvanlarını kullanma ve bazı gelirlerden faydalanabilme hakkı verilmiştir. Sonraki tarihlerde ise bütün gelirler kralların hazinelerine konulmuştur. Malikânelerde yaşayanlara ise sadece belli miktarda maaş bağlanmıştır.
Nihayet Fransız İhtilali’nin oluşturduğu büyük karışıklıktan sonra onların unvanları da ellerinden alınmıştır. “Mesail-i Muğlaka” namıyla bundan evvel kaleme almış olduğum romanda bu mesele hakkında daha geniş bilgi vardır.
Ancak Avrupa tarihinin derebeylik dönemine dair bu bilgiler hakkında ne buradaki açıklamalar ne de “Mesail-i Muğlaka” romanında verdiğim bilgiler yeterli gelir. Merak edenler, bunu tafsilatlı tarih kitaplarından araştırırlarsa elim ve komik nice romanlara zemin olabilecek binlerce olay görerek hem faydalanmış hem de ders almış olurlar.
İleride görüleceği üzere şu defterde bir araya getirdiğim olaylar her ne kadar Fransa’nın “Büyük Karışıklık” devrinin tarihini teşkil eden süreçte ve “Directoire”[1 - Fransız İhtilali hükûmetinin beşler heyeti dönemi.] döneminde cereyan ediyorsa da besbelli o zamanlar malikânelerin gelirleri orada yaşayan insanlar tarafından toplanıyormuş ki bu Vitri Malikânesi’nin o zamanki maliyesinin ve mülkiyesinin ehemmiyet derecesi “Senede elli bin frank getirir.” diye tayin olunmuştur. İleriye doğru hikâye edeceğim müthiş olaydan sonra da görüleceği gibi, bir aralık bu Vitri Malikânesi, Paris’te polis müdürlüğü yapan Mösyö Dubois tarafından satın alınmış ve uzun süre onun elinde kalmıştır. Yüz senelik gelirlerine mukabil satın alınmışsa da asıl bedeli beş milyon civarındadır.
Hikâyemizin geçtiği zamanlarda bu malikânenin sahibi Du Petit Val namında bir sarraf imiş ki haddizatında pek zengin bir adam olup, “agio” yani faiz üzerine sarraflık yaparmış. Paris şehri içinde daimî ikametgâhı Voltaire Rıhtımı üzerinde bulunan, büyük ve mükellef bir konak olup fakat Vitri Malikânesi de Paris’in yanı başında bulunduğundan ve gayet ferah, ihtişamlı ve sonradan yapılan yenilemeler ve genişletmeler üzerine bugün dahi mamur ve meşhur olduğundan ve bir de şatosu bulunduğundan Mösyö Du Petit Val, sık sık Vitri Malikânesi’ne gider ve orada istediği gibi hoş hâl ile vakit geçirirmiş. İşte romanın bu kısmına başlık olarak konulan “Vitri Cinayeti” bu malikânenin şatosunda meydana gelmiştir ki daha önceden de belirttiğimiz gibi bu köy, zaten birçok olayla büyük bir şöhret kazanmışken bu cinayetin meydana gelmesi o şöhreti bir kat daha arttırmıştır.
***
Mösyö Du Petit Val, miladi 1796 Nisan’ının yirminci gecesinde, kayınvalidesi, iki hemşiresi ve beş hizmetkârından ibaret olan hane halkıyla bu şatoda ikamet ediyormuş. Zaten Paris civarının bahar mevsimi, Avrupa’nın diğer büyük şehirlerine nasip olmayacak derecede güzel ve şirin olurmuş.
Bilhassa Seine Nehri’nin vadisi, iki sahilin köşkleri ve bunların cennet misali bahçeleri ile bahar mevsiminde o kadar güzel olur ki şimdilerde bile İngiltere’den birçok zengin ve kibar ailenin bu gönül açan mevsimi o vadide geçirmelerini sağlamıştır. Bu güzellik, eskiden beri, savaşın olmadığı senelerde ve barışın sağlandığı dönemlerde, çok külfetli olan seyahatleri de göze aldırtarak, Paris’i görme arzusunda bulunan zengin ve kibar İngiliz ailelerini, hep bu mevsimde Seine Vadisi’ne yönlendirirmiş.
İncelemelerden anlaşıldığına göre Mösyö Du Petit Val, o dönemde bekâr imiş. İşin içinde yedi sekiz yaşında bir de çocuk varsa da Mösyö Du Petit Val’in kendi çocuğu mudur, kız kardeşlerinden birisinin midir, yoksa uşaklara mı aittir, bu konuyu tayin edecek bir kayda rastlayamadım. Vitri Şatosu gayet geniş bir parkın, yani güzel bir ormanın ortasında, müstakil bir hâlde bulunması nedeniyle içinde geçen olaylardan haricen haberdar olmak mümkün değilmiş. Fakat zikrolunan Nisan ayının yirminci gününü yirmi birinci güne bağlayan bahar gecesinin sonunda, yani yirmi birinci günde şato halkının bilinen saatinde ve sonrasında dışarıya çıkmamaları ve içeriden bir varlık belirtisi göstermemeleri nedeniyle şato dışındaki halkı bir merak sarmış. Kapıya, pencerelere yaklaşarak seslendikleri hâlde hiçbir cevap alamayınca hükûmete müracaat etmişler ve polis gelmiş.
Onun da verdiği seslere cevap alınamayınca kanun gereği şatonun kapısı kırılarak içeriye girilmeye mecbur olunmuş.
İçeriye girildiği zaman gerek polis memurlarının ve gerekse halkın gösterdiği hayret kim bilir ne dereceye varmıştır! Zira en evvel kapıcının odasına girilince biçare kapıcıyı yatağının içinde boğazlanmış buldukları gibi diğer dört hizmetkârın da tamamını yataklarının içinde koyun gibi boğazlanmış olarak bulmuşlar. Oradan hemen Mösyö Du Petit Val’in odasına koştuklarında onu da aynen yatağında boğazlanmış, kanı yatağın içinde göllenmiş hâlde buldukları gibi kayınvalidesini ve iki hemşiresini de hep bu hâlde görmüşler.
Kaynaklarımızın yedi sekiz yaşında diye nitelendirdikleri bir çocuk dışında dokuz kişilik hane halkının tamamı birer birer yatakları içinde koyun gibi boğazlanmışlar. Sadece o çocuk, eceli gelmediğinden, mucize gibi bir surette bu insan kasaplarının fiil ve zulümlerinden korunmuş. Evet! Mucize gibi bir surette!.. Zira uşaklara varıncaya kadar hane içindeki halkın tamamını boğazlayıp öldüren melunların maksatları elbette yalnız Mösyö Du Petit Val aleyhinde tertiplenmiş olan bu cinayeti işledikten sonra onun hakkında tahkikat ve inceleme yapmak için hiçbir imkân bırakmamak olacağı daha ilk bakışta polis tarafından anlaşılıp hükmedilmiş. Hatta Mösyö Du Petit Val’den önce uşakların katledilerek sonra o biçarenin üzerine hücum edildiği bile zannolunmuş.
Zira bu ihtişamlı ikametgâhın iç düzeni gereği, elbette malum olduğu üzere içeri giren caniler doğrudan doğruya Du Petit Val’in üzerine hücum ederlerse meydana gelecek gürültüden patırtıdan ve yakılacak vakitsiz ışıktan filandan, uşakların evde bir şeylerin olduğunu fark edeceklerini öngörerek kati olarak karar verdikleri cinayetlerine şahit olabilmeleri ihtimal dâhilinde olan bu zavallıları her şeyden önce aradan çıkarmaya lüzum görmüşler.
***
Böyle zengin bir adamın bütün ailesiyle beraber feci bir şekilde öldürülüp ortadan kaldırılması hırsızlık maksadından başka nasıl yorumlanabilir öyle değil mi? Gerçi kapıyı kırıp da şatoya girenler bu feci görüntü karşısında böyle bir hükme varmışlarsa da daha ilk incelemede bu zan ve yanlış düşüncenin hakikatsiz olduğuna hükmetmekte gecikmemişler.
Zamanın en zenginlerinden olan bu zatın Voltaire Rıhtımı üzerindeki konağı gibi bu köşkü de bir prensin kalacağı şekilde döşenmiş olup, her odasında, her tarafında güzel ev eşyalarından başka güzel sanatlara ait gayet pahalı şeyler mevcut olduğu ve özellikle yemek odası ve kiler dolapları altın ve gümüş kaplarla dolu bulunduğu hâlde bunların hiçbirisine el sürülmemiştir. Şato içerisinde bulunabilecek madenî paralar ve mücevherlerin, gerek Du Petit Val’in, gerek kayınvalide ve kız kardeşlerin hususi sandık ve çekmecelerinde bulunacağı elbette katillerin malumları olması lazım geldiği ve ev halkını bütünüyle öldürdükten sonra her tarafı istedikleri gibi arayıp tarayıp soymakta hiçbir mânileri kalmadığı hâlde bunların hiçbirisine el sürmemişler.
Demek oluyor ki bu müthiş insan kasaplığı, yalnız şahsi bir intikam için meydana gelmiş.
İlk incelemede asıl akla gelen şey, oradan gasp edilecek olan kıymetli eşyanın sonradan cinayet faillerini meydana çıkarmaya hizmet edebilecekleri hesabıyla hiçbir şeye el sürülmemiş olması hükmüymüş. Miladi 1796 senesine rastlayan “directoire” devri büyük karışıklığın “terör” denilen en müthiş kısmına rastlamayıp ona nispetle pek zararsız bir devri addolunur ise de bu devirde dahi karışıklığın o müthiş ve iğrenç kanlı seli henüz kesilmemiş olduğundan şu cinayetin emsali nadir olmayan siyasi cinayetlere bile hamledilmesi bâdî-i nazarda mümkün görülebilir iken Mösyö Du Petit Val’in hususi durumuna nazaran böyle bir isnada dahi imkân bulunamamış. Çünkü bu adam gayet zengin olmakla beraber güzel ahlak sahibi biri olup, birbirinin gözlerini çıkarmaya fırsat arayan siyasi fırkaların hiçbirisine de mensup değilmiş. Zaten böyle olmasaydı Paris’in yanı başında olmakla beraber gayet geniş bir parkın ortasında kurulmuş olan bir köşkte hayatını sürdürebilir miydi? Bu zat elinden geldiği kadar hayır ve hasenatta kusur etmeyip, malikânesinin merkezi olan Vitri köyünün ahalisine evlat gibi muamelede bulunduğu için köy halkının hususi muhabbetini kazanmış bulunması kendisini her düşmana karşı koruyan sebeplerin en mühimini teşkil edermiş.
Bu korkutan hadisenin her işiteni, özellikle her göreni son derece gazaba ve hayrete sevk edeceğini etraflı olarak anlatmaya gerek var mıdır? Fakat Fransa tarihinin bu devrinde, ahalinin durumunu da dikkatli bir bakıştan ve ehemmiyetten uzak tutmamalı.
Evet, bu hâl her işiteni, hatta bütün Paris halkını hayrete düşürmüştü. Özellikle bundan önce Lion şehrinden gelen bir postacı katledilerek bu cinayetin, “Lesorak işi” namıyla meşhur davanın en acayip ve garip yönlerinden birisini teşkil etmiş olması, halkın ehemmiyetli nazarını celbetmişti ve Vitri cinayeti onu müteakiben meydana gelince iki meselenin ehemmiyeti birleşip halk nazarında büyük bir hadise meydana getirmişti. Bilhassa bu Vitri cinayetinin dehşeti asıl Vitri köyü ahalisini titretmişti. Zira bunlar, polisin önlemlerine rağmen grup grup gelip sevgili sinyorlarını al kanlar içinde yatağına uzanmış görünce üzüntü ve hiddetlerini bir türlü menedemiyorlar ve ondan sonra kayınvalide ve iki kız kardeşi de kurban edilmiş görünce iyice çileden çıkıyorlar ve nihayet beş hizmetkârın da aynı akıbete uğradığını görünce ağlamak sızlamak suretiyle hakkıyla izhar edemedikleri yeis ve matemlerini katillere lanet ve beddua yağdırmakla ortaya koyup ilan etmeye çalışıyorlardı.
Lakin Fransa bu!.. Paris bu!.. Özellikle büyük karışıklık devri bu!.. Bu müthiş cinayetin halk üzerinde oluşturduğu tesirin en yüksek derecesi cinayetin ilk işitildiği güne münhasır olup, bu üzüntü ikinci gün azalmaya başladığı gibi, üçüncü, dördüncü günlerde bitmiş ve haftasından sonra olay, Paris’te âdeta tümüyle unutulmuştu. Asıl Vitri köyündeyse birkaç hafta devam edebilmişse de o devirde bu gibi felaketler nadirattan olmadığı ve sonraki vukuat evvelkilerin tesirlerini ortadan kaldırdığı için Vitri köyü dahi bu trajediyi birkaç hafta sonra unuttu gitti. Koca Paris!.. Hiçbir bela ve musibetten ders almayan ve böyle bir ikaz ile çılgıncasına vur patlasın çal oynasın âlemlerini ertelemeyen Paris şehri yine eğlencesinde, dans ve müziğinde, zevk ve sefasında devam etmekteydi.
Adli zabıtaca hiç mi takibat yapılmadı?
Yapıldı. Fakat resmen ilan olunan zabıta raporunda yer alan şeylerin en mühimi, canilerin şatodaki mücevheratla altın, gümüş kaplar ve madenî paralardan hiçbir şey alıp götürmemiş olduklarından ibaret kalıp adli takibata delil olabilecek hiçbir iz, hiçbir emare bırakılmadığı ve bir de araştırmaya devam olunduğu beyan edilmişti.
Bu beyandan sonra bir daha duyuru yapılmadı ki Vitri hadisesini halkın bir daha hatırına getirmiş olsun.
Velev ki bir beyanname daha icra olunsaydı, velev ki canilerin izleri de bulunsaydı artık olmuş bitmiş bir olay için halkın üzüntülerini yenilemek mümkün olabilir miydi? Meğerki mesele “Lesorak işi”nin sonradan almış olduğu acayip ehemmiyet gibi bir ehemmiyet almış olsun da gerek asıl caniler ve gerek cani zannolunanlar meydana çıkarılarak muhakemeden sonra idama mahkûm edilsinler, siyaset meydanında başlarının kesileceği duyurulsun. O gün halkta bir tesir hasıl olabilirse de o korkunç Vitri cinayetinin yenilenen tesiri olamazdı. Belki o zaman Paris halkının en zevkli temaşası olan birkaç mahkûmun birden başları kesilmek temaşasından ibaret olmak üzere yeni ve hikmetli bir tesir meydana getirebilirdi. Nasıl ki Lesorak meselesinde iş böyle olmuştur; yani emrin sonunda caniler siyaset meydanına getirildikleri zaman Lion postacısının öldürülmesi yeni bir tesir meydana getirmemiştir. Lesorak namında bir kimsenin sehven kafası kesiliyor diye bağımsız, acayip bir tesir meydana gelmiştir. İleride bu garip meselenin de ayrıntılarını göreceğiz.
Fransa ve özellikle Paris şehri yalnız zamanımızda, garip bir merkez olmakla kalmaz!.
Ey sevgili okuyucu! Nispet edilecek olursa bu zamanda o memlekette acayip ve garip işler azalmıştır. General Boulange ve Dreyfus meselelerinin o zamanki durumlara kıyasla lafları mı olur? Haydi, Fransa tarihinin o zamanki durumunu gelecek için bir levhada tasvir edelim. Oo!.. Pek kısa bir tasvir!.. Bunu hakkıyla tasvir etmek için merhum Thiers gibi ciltler doldurmalı. Ressamların dedikleri gibi şöyle iri ve kalın çizgilerle çarçabuk kotarılmış bir levha vücuda getirelim.
II
Tarihî Bir Levha
Fransa tarihinin bu uğursuz devrinde, savaş emirleri birtakım türedilerin ellerinde kalmıştı. Bu kişiler güya en gayretli, en güvenilir vatanseverlerden oldukları iddiasını ayyuka çıkardıkları hâlde işin içyüzünü görenler bunların aslında yalnız kendi gayelerinden, yalnız kendi geleceklerinden, yalnız kendi servet ve zenginliklerinden, yalnız kendi nefsi heveslerinden başka hiçbir şeye hizmet etmediklerini apaçık görürlerdi. Yıldızlı ve parlak politika hapları yutturularak sarhoş olan ve dehşete düşen gafillere sözümüz yoktur. Fakat tarihî olaylardan ibret alarak gerçekten gayret sahibi olan kişilere bu izlenimin doğruluğunu şu şekilde ispat edebiliriz: İlk başlarda hamiyet davasıyla ortaya çıkmış olanlar, ikballi mevkilere erişince hem de nice siyasi ve adi cinayetler pahasına olarak bu ikballi mevkileri ele geçirince bir zaman sonra onların dahi foyaları meydana çıkarak, o dünkü hamiyetliler bugün vatan hainliği ile suçlanarak giyotine gönderiliyorlardı.
Ama Fransa tarihinin bu devri hakkında bunca senelik inceleme ve araştırmalar üzerine şu kanaate vardığımıza bakıp da bundan önceki zulüm dönemini hoş karşıladığımızı zannetmeyiniz. Ona da güzel diyemeyiz. İnsan denilen aziz mahlukun ilahi lütuflardan ümide haklı olduğu makul ve meşru bahtiyarlığa erişmede, önünü kesen ve onu karanlığa sevk eden tarihî devirlerin hiçbirisini beğenemeyiz. Hele bunlar arasında karışıklık ve fetret dönemlerinin önde gelenlerini en büyük nefretle anarız.
Fransa’nın bu tarihî dönemlerini beğenememekte bizim gibi yabancı milletler yalnız değildirler. Fransız insanının da büyük bir kısmı bu durumu beğenememektedir. Bahsi geçmiş olayları şiddetle tenkit etme konusunda neler yazılmıştır neler ki Fransız lisanına vâkıf olduğunuz zaman bunları okuduğunuzda hakikaten şaşar kalırsınız. Bu olaylar, bazı ağır hiciv ve mizaha da konu olmuşlardır. Mesela “Madam Ango’nun Kızı” başlıklı komik opera, işte bu devirlerin şu garip durumunu ortaya sermek için sergilenen oyunlardandır ki İstanbul’da da pek çok kez oynanmış bulunduğu için elbette bilginiz dâhilindedir.
Bunlara ne gerek var!.. Bugünkü Fransa’nın şu anki hâlini her Fransız beğeniyor mu? “Bonapartist”, “Royalist” gibi muhalif grupları da bırakınız. Hâlihazırdaki hükûmetin taraftarı olan fırkaların hiçbiri bugünkü durumu beğeniyorlar mı? Heyhat!.. Fransa’nın yarısı şu anki durumlarından şikâyetçidirler. Değil mi? Hem de çok şikâyetçidirler. Muhalif fikirlere sahip kişiler arasında tezat ve husumet o kadar büyüktür ki harp hâlinde bulunan iki yabancı millet arasında bile husumetin bu derecesi çok görülebilir. Bu hâlde bihakkın akil olanlar her şey için “Fransa’da böyle imiş!” diye uçup konmazlar. Fransa’da öyle imiş amma bakalım Fransa’da dahi o şey makbul mü imiş, mebgûz mu imiş? Kimlerin makbulü imiş, kimlerin mebgûzu imiş? Bizim işimize de hangi tarafın kabulü ve hangi tarafın buğzu uygun düşermiş? Bunlar aranıp taranmaksızın çocukçasına ve körü körüne saldırıştan dolayı kendi kendimizi bir belanın içine atmış olursak sonraki pişmanlık fayda verir mi?
Bu düşüncelerimizi yalnız siyasi olarak algılamamalı. Siyasi, dinî, edebî, ahlaki hep böyledir. Bu manevi hususlar o kadar nazik şeylerdir ki asıl işin başlangıcında hataya düşmemenin yolunu temin etmek gerekir. Yoksa hataya bir kere düştükten sonra artık o hatayı düzeltme imkânı uzaklaştıkça uzaklaşır.
***
Vitri cinayetinin Paris halkı üzerinde bir dereceye kadar pek büyük bir etki bırakmasına “Lesorak işi” denilen diğer bir olayın sebep olduğunu ortaya koymuştuk. Şu tarihî levhamızda asıl bu işi biraz izah etmeye lüzum vardır. Hatta “biraz” değil başlı başına bir roman denemesine sebep olan asıl bu vakayı izah etmek gerekir ki Fransa’nın o zamanki acayip hâlini tasvir için bundan daha güzel bir zemin bulunamaz.
Yine şu Vitri cinayetinin gerçekleştiği yıl olan 1796 miladi senesinde ve söz konusu cinayetin gerçekleşmesinden birkaç hafta evvel Paris’ten Lion’a giden postacı hemen Paris’ten çıkar çıkmaz altı cani askerin hücumuna maruz kalmıştır. Postacı cesur bir adam olduğundan gerek hayatını ve gerek muhafazasına memur olduğu postayı müdafaa için pek çok yararlık göstermişse de altı cani askere karşı koymak mümkün olmadığından biçareyi idam etmişler ve arabada mevcut olan on dört bin frank nakit dışında yedi milyon franklık paraya da el koymuşlardır ki bu nakit paranın altın sikkeyle kıymeti ancak on yedi, on sekiz bin frank tutabilirdi. Zira bu karışıklık ve kargaşa esnasında Fransız parasının kıymeti o kadar fazladır ki Napolyon Bonapart’ın bilmem kaç yüz bin frankla bir çift çizme satın aldığı ve bilmem hangi zatın böyle büyük bir miktar karşılığında yalnız bir krep yemiş olduğu meşhurdur.
Bir tarafta gizli bulunan iki kadın, bu cinayetin meydana geliş şeklini görmüş olduklarından katillerin eşkâlleri hakkında verdikleri etraflı malumat üzerine Koriyol, Bernard ve Richard adında üç kişi tevkif olunmuştur. Diğerleri de araştırılmaktayken kasabanın küçük memurlarından olan Lesorak ve Gisno namındaki arkadaşı, iş icabı polis nezaretine geldikleri bir gün bahsi geçen iki muhbir kadın da orada bulunarak bu Lesorak ile Gisno’nun da katillerden olduğunu sorgu hâkimine beyan etmeleri ve tanıkların önceden vermiş oldukları eşkâl ve delilleri tekrar ihtar etmeleri üzerine iki zanlı tutuklanmıştır.
Bu Lesorak, 1763 senesinde Due’de doğarak Ovronya Alayı’nda askerî hizmetini gayet namuslu bir şekilde ifa ettikten sonra memleketine dönmüş ve kasabanın küçük memuriyetlerinden birisini elde etmiştir. Ancak kendisi senelik on sekiz bin frank gelire sahip ve epeyce zengin bir adam olmasıyla beraber çocuklarının talim ve terbiyesine yakından nezaret için sonradan Paris’e yerleşmiş. Herif kendisine isnat olunan müthiş cinayeti bittabi üzerine almayacağı gibi serveti bu derecede bulunan bir adamın, altı caniye isabet etmesi lazım gelen nihayet beş bin franklık gasp için böyle bir cinayetin tehlikesini göze aldıramayacağı dahi ortaya konulmuşsa da kadınların Lesorak’ı görmeden önce eşkâl ve alametleri hakkında vermiş oldukları haberler bu adamın şekline o kadar uygun görülmekte ve Lesorak’ı gördükten sonra dahi kadınların bu adamın mutlaka katillerden birisi olduğu hakkındaki şehadetleri o kadar ısrarlı bir şekilde meydana gelmekteymiş ki Lesorak’ın beraatini ispat için ortaya konulan delillerin hiçbirisi adli heyeti ikna edememiş. İki kadın, Gisno’nun da katillerden birisi olduğuna dair ısrarda bulunmuşlarsa da o, postacının öldürüldüğü gece başka bir yerde bulunduğunu ispat edebilmiş. Bunun üzerine Lesorak da cinayetin olduğu gün iki dostuyla bir yerde yemek yediklerini ve hatta o gün Garde Nationale karakollarının birisinde nöbet bekleme hizmetinin kendisinin olduğunu söyleyerek bu iki dost ile Garde Nationale’nin yoklamacısı da şahitlik etmişse de Lesorak hakkında evvelce haber verilen alametifarikalara kadar, kadınların ifadeleri o kadar kuvvetliymiş ki bu şahitlikler sorgu hâkimlerine pek inandırıcı gelmemiş.
Nihayet Lesorak’ın iyi hâline şahitlik için kendi memleketinin ahalisinin itibar ettiği seksen adamın, masraf ve yolculuğun zahmetlerine katlanarak Paris’e kadar gelmesi üzerine bu adamın beraat etme ihtimali bazı hatırlara gelmiş idiyse de olacağa bakmalı ki postacı cinayetinin meydana geldiği gün Lesorak, Palais Royal kuyumcularına bir çift küpe götürüp bir gümüş kaşıkla değiştirmiş olduğunu hatırlatarak cinayetin işlendiği yerde bulunmadığını ispat için mahkemeye durumunu bildirmiştir. Mahkeme ise Lesorak’ın haber verdiği kuyumcuları çağırıp, bunların defterleri üzerinde incelemelere girişmiştir. Gerçi bunların defterlerinde buna dair bazı işaretler görülmüşse de birisinin tarihi yanlış konulduğu, diğerinin çizilip düzeltilmiş olduğu görülünce bu durum da bir sahtekârlığa yorumlanarak mahkeme huzurunda kabule layık görülmemiştir.
Mahkemeyi Lesorak aleyhinde en ziyade ikna eden delil, bir kırık mahmuz olmuş ki bunu cinayetin meydana geldiği yere yakın bir yerde bularak mahkemeye götürmüşler. Şahit ve muhbir kadınlar, bu kırık mahmuzu da gelmeden evvel mahkemeye bildirmişler. Mahmuz mahkemeye gelince kadınlar onu gördükleri anda tanımış, birisi Lesorak’ın yüzüne karşı:
“Senin bu mahmuzun kırılmıştı da onu bağlamak için benden biraz iplik istememiş miydin? Ben de vermemiş miydim? Meğer güzelce bağlayamadığın için yine düşmüş!” demişti.
Mahkemenin kanaat kaynağı olan diğer bir delil de birkaç kişinin, “Cinayet meydana geldikten üç gün sonra biz Lesorak’ı, zan altında olan Koriyol ve Bernard ile baş başa yemek yerken gördük.” diye ettikleri şahitlik olmuştu.
Zira Lesorak, o zamana kadar bu herifleri tanımadığını ısrarla belirttiği gibi bu şahitlik üzerine şu iddiasında ısrar etmişti.
İşte Vitri cinayetinin halk üzerinde oluşturduğu etkide ortada böyle bir “Lesorak işi” bulunmasının dahi büyük bir dahli olmuştur.
Muhakeme neticesinde zan altında olanlardan Gisno ile Bruer’in beraatine; Richard’ın, sadece katillere at tedarik etmiş olduğu için hapsine; Lesorak, Koriyol ve Bernard’ın ise idamlarına hükmedilmiştir. İşin başlangıcından ta siyaset meydanına çıkarıldığı güne kadar Lesorak suçsuz ve masum olduğunu iddiadan geri durmamıştır. Tam sonuç hükmü uygulamaya konulacağı sırada Koriyol insafa gelerek:
“Mahkemeye beyan edecek bazı sırlarım var. Bu muhakeme ve hükümde mahkemeyi müthiş bir hatadan kurtaracağım!” deyince hepsinin cezalarının infaz edilmesi ertelenmiş ve mevzu tekrar mahkemeye sevk edilmişti. Koriyol, orada olanları ihbar eden ve şahitlik eden kadınların haber verdikleri cinayetin ortağı Lesorak değil, gerçekte aynı eşkâle sahip Döbusak namında birisi olduğunu beyan etmişse de mahkemeye yine kanaat gelmemiş. Koriyol, artık hayatından ümidini kestiğinden, ailesine Lesorak tarafından çokça para verileceği vaadiyle şu itirafın satın alındığı fikrine kapılmışlar. Evvelce verilen karar hükmü uygulamaya konularak Koriyol, Bernard ve Lesorak’ın başını kesmişler.
Bir de aradan pek az bir zaman geçtikten sonra Koriyol’un haber verdiği Döbusak da tutuklanmaz mı? Gerçekten Lesorak’a tamamıyla benzeyen bir adam olduğu görülmez mi? Hatta muhbir ve şahit kadınlar da onu gördüklerinde:
“Evet! Gerçekte asıl gördüğümüz katil buydu. Diğerinin buna tamamen benzemesi bizi de hataya düşürmüş!” diye özürler dilemeye başlamışlarsa da iş işten geçmiştir. Biçare, masum Lesorak’ın kesilen başını bir daha yerine yapıştırmanın mümkün olamayacağı açıkça ortadadır.
***
Adli mahkemelerce yapılan bu gibi müthiş hatalar Avrupa’da az değildir. Ama Fransa tarihinin bu devri için misal aldığımız şu olay sadece bir hata olmasıyla misal almaya değer değildir. Bakınız asıl gariplikler hangi noktalardadır.
Bu kargaşa ve karışıklık devrinde Fransa’yı bölünmeye götüren siyasi grupların birbirlerine karşı kin ve düşmanlıkları o kadar çoktu ki hâkimlerin, ileri gelenlerin ve hükûmet reislerinin bile tarafsızlıklarına hiçbir kesimin güveni kalmamıştı. Böyle önemli bir davada, zanlıların lehinde ve hatta icabına göre aleyhinde bile söylenen sözlerin düşmanlıktan yoksun olabileceklerine güvenilmeyip hangi taraf her ne söylerse söylesin, diğer taraf onu mutlaka düzenbazlığa, hilekârlığa yorardı. Kıyas eksikliğinden dolayı o zaman bu Lesorak işi tıpkı şimdiki Dreyfus işine benzemişti. Hatta Koriyol’un itirafı da meydana konulunca zaten bu meselenin o zamana kadar ortaya çıkmış olan ehemmiyeti üzerine pek çok kimse bu muhakemenin her hâlükârda iadesini talep etmiştir. Ancak cinayet ve temyiz mahkemelerinden geçip tasdik dahi edilmiş olmasıyla davayı geri çevirme konusunda yürürlükteki kanunların müsaadesi yoktu.
Bunun için olağanüstü bir girişimle hükûmet başkanlığı tarafından, o zamanın parlamentosu hükmünde olan Beş Yüzler Meclisine bir rapor gönderilerek davanın ne olursa olsun iade olunmasına lüzum gösterilmekle meclisin bir kısmı bu lüzumu desteklerken diğer kısmı red için şimdiki Dreyfus meselesinin iade-i muhakemesi gürültülerinden ziyade şamatalarla dünyanın beynini yormuşlardı. Nihayet dava evraklarının yeniden incelenmesi sonucunda bir komisyon oluşturulmasına karar verilmiştir. Ancak evvelce cinayet davasında temyiz üyesini Lesorak aleyhine ikna eden sebepler ile adamcağızın beraatini iddia edenlerin meydana koydukları deliller bu komisyonda karşılaştırılınca komisyon üyeleri dahi Lesorak’ın suçluluğuna ve bu hâlde mahkeme hükümlerinin yerine getirilmesinin gereğine karar vermişlerdir.
O zamanlar idama mahkûm olanlar yalnız başlarını kaybetmekle kalmaz, bütün mal ve mülkleri de ellerinden alınırdı. Bu durum da o zulüm zamanlarının tuhaflıklarındandı. Dava sonucunun icrasından sonra Lesorak’ın malı mülkü de elinden alındığından çoluk çocuğu bir katilin ve idama mahkûm edilmiş bir adamın evladı olmalarından dolayı bütün halkın nefretine maruz kaldıkları gibi, dilenme derecesinde bir sefalete sürüklenmişlerdi. Hata meydana çıkıp da Lesorak’ın boş yere harcandığı resmen ispat edilmesi üzerine biçarenin el konulan malları mirasçılarına iade olunmuş ve ondan sonra bunların katilzade kabul addolunmamaları hakkında dahi bir karar verilmişse de hata sonucu ve zulmen kesilen bir baş yerine konulamamıştır.
İşte “Lesorak işi” diye adli mahkemeler tarihinde pek mühim bir husus teşkil etmiş olan olay, bundan ibarettir. Lakin “cause cellebre” yani “meşhur davalar” koleksiyonunu teşkil eden adli meseleler yalnız bu Lesorak işinden ibaret değildir. Bu iş bizim Vitri cinayetiyle aynı tarihlerde meydana gelmesi nedeniyle ve söz konusu cinayet meselesine hiç olmazsa insanların nazarlarındaki tesirinden dolayı olsun bir ilgi uyandırmış olduğu için biz bunu şu kadarcık açıklamayla ortaya koyduk. Yoksa meşhur davalar içinde o kadar garip ve acayipleri vardır ki her biri başlı başına birer roman olmaya fazlasıyla yeter. İş yalnız bu salahiyetten ibaret kalmamıştır. Onların birçoğu ya aynen romanlara girmiş yahut cinayet romanı yazanlara ilham kaynağı olmuştur.
***
Vitri Şatosu’nda meydana gelen cinayetin faillerinden hiçbir iz bulunamayınca bu suçu cinayet şebekelerinden hangilerine isnat edebilmekte halkın şaşıp kaldığını bundan önce anlatmıştık. Şimdi Fransa’da Dreyfus ve sair misallerini vesile ederek hakikatteyse kendi menfaatleri ve hususi gayeleri için şamata çıkaranların yaygaralarının ne kadar anlamsız olduğunu göstermek, yani tarafsız ve hakkı konuşan sıfatıyla hareket etmiş olmak için şu gerçeği kabul etmeliyiz ki Fransa’daki bugünkü güvenilirlik, o zamanlar hayal ve hatırdan bile geçmezdi. Bu mukayese yalnız Fransa’ya tatbik edilmeye değer değildir. Dünyanın hangi tarafına tatbik edilse bu gerçek apaçık ortaya çıkar ki emniyet ve toplumun rahatlığı konusunda seksen, yüz, yüz elli sene önceki genel durum, bugünkü asayişle asla kıyaslanamaz. Köroğlu’nun Çamlıbel’de eşkıyalık yapması gibi kanunsuzluklar şimdi hakikaten hiçbir memlekette hayal bile edilemez. Bu meselede de bir kıyas olmak üzere yine Fransa’yı örnek olarak ele alalım. Çünkü hikâyemiz esasen orayla alakalıdır.
O zamanlar Fransa’da Chauffeur’ler denilen eşkıyalar bir dereceye kadar diğer çetelerden iyi sayılırdı. Çünkü eşkıyalık faaliyetlerini yalnız alışılmış suçlara hasretmiş bir hırsız zümresiydi. Ancak ne yaman bir zümre ki Fransa’nın doğu tarafındaki eyaletlerini kasıp kavurdukları gibi, ta Paris şehri kapılarının dibine kadar eşkıyalıklarını yaymışlardı. Rivayete göre bunların büyük şehir ve kasabalarda sözü geçen muhbirleri, koruyucuları, yani ortakları bulunduğu için emniyetçe bir takip kararı alındığında hemen haberleri olurmuş. Böylece o takibin yapılacağı yerlerde eserlerini bile göstermemekte tedbirlerini alırlarmış. Hatta Vitri cinayetinin bu Chauffeur’ler zümresinin işi olabileceği, birçok kimsenin aklına yatmıştı. Ancak Paris emniyetine imzasız yahut sahte isim ve imzalarla gönderilen birçok mektupta Vitri cinayetinin bu Chauffeur’ler zümresine dayandırılması yanlıştır.
“Emniyeti temin ederiz ki bu iş bizim işimiz değildir. Mösyö Du Petit Val’in bir dirhemine bile el uzatılmamış olması bu işin bizim tarafımızdan yapılmadığını ispata kâfidir. Çünkü biz bir cinayet icra edecek olursak mutlaka hırsızlık durumunu kolaylaştırmak için o cinayeti işleriz. Boş yere insan kanına girmeyiz. Bu ihtarımız, gerçek canilerin zabıtayı aldatmamaları içindir.” yolunda güvence verildiğinden Chauffeur’ler hakkındaki zan derhâl kuvvetten düşmüştür.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/altin-asiklari-69428866/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Fransız İhtilali hükûmetinin beşler heyeti dönemi.