Felatun Bey ile Rakım Efendi

Felatun Bey ile Rakım Efendi
Ahmet Mithat Efendi
Modernleşme ve Batılılaşma yolundaki Osmanlı'yı mercek altına alan, yazarının Batılılaşmanın nasıl olması gerektiği hakkındaki fikrini ortaya koyan bu romanın ana karakterlerinden Felatun Bey, Batılılaşmayı yüzeysel olarak yorumlamış biridir. Batı’nın gerçek değerlerini alarak hayata atılan Rakım Efendi ise her bakımdan kendisinden farklıdır. Romanda, Rakım Efendi’nin yaşayışı ile Felatun Bey’in içine düştüğü gülünç durumlar, dönemin manzarası eşliğinde resmedilir. “(…) Önce Ahmet Mithat Efendi, okuyucuya öğretmenlik yapıyor, sonra o ve diğerlerinin gayreti ‘nasıl Osmanlı kalsak da Frenk mukallidi olmasak’ tezi etrafında yoğunlaşıyor. Tanzimat’tan bu yana hangi esere baksanız bir Rakım Efendi ile Felatun Bey karşılaştırması bulursunuz. Bu sabitleşen züppe ile Osmanlı kutuplaşması konusu, Osmanlı aydınının modernleşme olgusunu kavramaktaki aczinin bir göstergesidir…” İlber Ortaylı, “Gelenekten Geleceğe” bu laubalice hareketine şaşırmışlardı. Çünkü onlar İngilizler kadar da sıcak değildirler. Hele Fransız ailelerince Nasuh’un bu hareketi yabancılığına yoruldu. Zira Paris’te ya şehvani bir menfaat veyahut nakdî bir fayda icap etmez ise birbirini bilmeyen iki adam arasındaki münasebet pek bayağı bir hâlde kalır gider.

Ahmet Mithat Efendi
Felatun Bey ile Rakım Efendi

Birinci Bölüm
Felatun Bey’i tanır mısınız? Hani şu Mustafa Meraki Efendi’nin oğlu Felatun Bey… Galiba tanıyamadınız. Fakat tanınacak bir çocuktur.
Mustafa Meraki Efendi, Tophane’nin Beyoğlu civarındaki bir mahallesinde oturur. Mahallesinin semtini haber vermek olmaz. Semtini anladınız ya? Bu kadarıyla yetininiz.
Kendisi kırk beşlik bir adamdır. Fakat babası, bir çocuğun, genç yaşta evlendirilirse yüzü gözü açılmadan dünyaevine girmiş olacağından ırz ve edebini güzel muhafaza edeceğini düşünerek Mustafa Meraki Efendi’yi henüz on altı yaşında iken evlendirmişti. Bu sebeple Mustafa Meraki Efendi kırk beş yaşında olduğu hâlde yirmi yedi yaşında bir oğlu bulunup o da Felatun Bey’dir. Fakat Mustafa Meraki Efendi’nin evladı yalnız Felatun Bey’den ibaret değildir. Bir de kızı vardır ki ismi Mihriban Hanım’dır. Mustafa Meraki Efendi kırk beş yaşında iken bu kız da on beş yaşındadır.
İnsanın kırk beş yaşındayken böyle yirmi yedi yaşında bir oğul ile on beş yaşında bir kıza sahip olması büyük bir saadettir. Ancak size derhâl şunu da hatırlatalım ki böyle bir saadet genellikle babalara mahsus olup valideler için bu durum çoğunlukla musibet kabul edilir. Nasıl ki Mustafa Meraki Efendi’nin zevcesi için dahi öyle olmuştu. Zira Mustafa Meraki Efendi on altı yaşındayken babası tarafından evlendirildiğinde, eşi henüz on iki yaşındaydı. Öyle ya! Kadının, kocasından dört beş yaş küçük olması lazım gelmez mi?.. Gerçi on iki yaşındaki bu kızcağız, on beş yaşında dünyaya çocuk getirdi ancak sonradan kaç defa gebe kaldıysa da çocuğunu rahminde barındıramayıp düşürdü. Hekimler işin aslını tetkik edemediklerinden hanımın rahminde tedavisi mümkün olmayan bir hastalık teşhisiyle el çektiler. İş ebelere kaldı. Onlar sargılar ile Mihriban Hanım’ı düşük yaptırtmayıp muhafaza edebildilerse de biçare validesi bu kızı doğurduktan sonra, henüz lohusa yatağındayken şehiden vefat etmişti…
Mevla rahmet eylesin! Böyle şeyler olağandır… Başka ne diyelim ki? Mustafa Meraki Efendi, eşini kaybettikten sonra, elinde on üç yaşında bir oğul ile kundakta bir kız bulunduğundan bir müddet zorunlu olarak evlenemedi. Son zamanların en medeni şehri olan İstanbul’da bekâr yaşayabilmek mümkün olduğundan bir müddet daha bekâr yaşadı. Daha sonraları da pek ihtiyaç duymadığı için evlenmedi. Kızına bakması zorlaşınca ona dadılık etmesi için eve yaşlıca bir cariye aldı. Aldığı bir Rum kadın da ev hizmetini görür, Ermeni bir kadın ise yemekleri pişirirdi.
Nasıl? Mustafa Meraki’nin evinin içindeki bu durumu garip mi gördünüz? Bizim Mustafa Meraki Efendi alafranga meşrep bir adamdı. Hem de alafranga yaşam tarzını nasıl seven bir adam olduğunu biliyor musunuz? Hani bundan on beş yirmi sene evvel İstanbul’da alafranga geçinenler yok muydu? İşte onlardan!.. Maddi durumu fazlasıyla iyi olduğundan Üsküdar’da bulunan konağı, bağı ve bahçesini ucuz pahalı demeden alafranga yaşama hevesiyle satmıştı. Tophane’nin Beyoğlu civarındaki bir mahallesinde yeni, güzel bir ev inşa ettirip yerleşmiş ve böylece rahatlamıştı. Alafrangaya olan merakının derecesini şundan anlayınız ki yaptırdığı ev, mutlaka alafranga olması için kâgir olarak yaptırılmıştı. Şimdi böyle bir semtte, böyle bir evde bu kadar alafranga bir adam artık hanesine Arap çorap doldurur mu? Bahusus arada bir gelen alafranga dostlarına hizmet etmek için Rum ve Ermeni hizmetçilere olan ihtiyacı ortadaydı.
Bizim asıl maksadımız Felatun Bey’i okuyucuya tanıtmak olduğundan, pederi Mustafa Meraki Efendi hakkında, böyle geçmişe dair verdiğimiz geniş bilgileri lüzumsuz görmeyiniz. Felatun Bey’i iyi tanımak için elbette ailesinin geçmişini bilmek lazım gelir çünkü böyle bir aileden doğan bir zatın hâl ve tavrı bu sayede daha kolay anlaşılabilir.
Felatun Bey’in çocukluk dönemini nasıl geçirmiş olduğunu anlatmak için daha geniş malumata ihtiyacımız yoktur. Mustafa Meraki Efendi, abartılı bir alaturka yaşantıdan; birdenbire yine aşırı derecedeki alafranga yaşantıya geçtiğinden, küçük yaşta öksüz kalan evladı Felatun Bey’in hem yaşantı hem de ahlaken nasıl bir çocuk olacağını hemen hemen herkes tahmin edebilir. Bakınız, çocuk mekteb-i rüştiyeye[1 - Ortaokul] verilmişti, her gün çantası elinde gider gelirdi. Bundan başka bir de Fransız hocası vardı ki haftada iki defa gelirdi. Ancak Mustafa Meraki Efendi öyle tahsil görmüş bir adam olmadığı gibi çocuğunun eğitim ve öğretimine ayıracak zamanı da yoktu. Böylece oğlunun mektebe gidip gelmesini ve Fransız hocasının da eve gelip gitmesini bir çocuğun terbiyesi için yeterli görmüştü.
Oğlunun terbiyesine bu kadar zaman ayıran baba için, kızının terbiyesinin nasıl olacağını tahmin etmek zor değildi.
Fakat şunu da hatırlatmaktan geri durmayalım ki bu çocukların giyim kuşamı gerçekten söz götürmezdi. Beyoğlu’nda çocuk giysisi olarak o dönemde her ne moda ise Meraki Efendi hemen hepsinden alıp çocuklarına giydirmek için kendisini mecbur hissederdi.
Ha! Bak biz şunu hatırlatmayı unuttuk. Bizim Mustafa Meraki Efendi’nin ismi yalnız Mustafa Efendi’dir. Meraki lakabı kendisine sonradan verilmiştir. Zira bu adamın bazı garip hâlleri vardır. Mesela kendi evinde mükemmel bir yemek dururken bazı akşamlar gidip Beyoğlu’nda bir bakkal dükkânında, çiroz ve zeytin gibi şeylerle karnını doyururdu. Akşam yemeğine bazı ahbapları itiraz ettikçe, “Ne yapalım merakımdır!” diye cevap verirdi. Yine bazı geceler Naum’un tiyatrosuna gitmektense Elmadağ’da balıkçı ve kuşbaz takımının gittikleri yerleri tercih etmesine bir mana veremeyenlere ise “Merak bu ya!”, “Merakımdır.”, “Merakıma dokundu.”, “Merakım elvermez.” gibi sözlerle karşılık vermesi, kendisine “Meraki” lakabının takılmasına sebep olmuştu.
Buraya kadar verdiğimiz malumatlar, bizim Felatun Bey’in önceki yaşantısına bakılıp bundan sonraki yaşantısı hakkında yapacağımız tahminler için kâfidir. Şimdi yine Mustafa Meraki Efendi’nin kırk beş, oğlu Felatun Bey’in yirmi yedi, kızı Mihriban Hanım’ın ise on beş yaşlarında oldukları zamanlara gidelim.
Bu esnada Felatun Bey büyük kalemlerin[2 - Devlet dairesi.] birisinde memurdu. Hani ya kalemlerde bazı efendiler vardır ki ileride devletin en büyük makamlarına geçebilmek için kâtiplik zamanlarını iyi değerlendirip bütün güçlerini kullanırlar. Böyle gayretli insanları tanırsınız ya!.. Ancak bizim Felatun Beyefendi bunlardan değildi. Nesine lazım? Ayda en az yirmi bin kuruş geliri olan bir babanın biricik oğludur. Kendi zekâsını Eflatun gibi filozoflardan daha üstün gören bu adamın hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Bu gücüne dayanarak cuma günü mutlaka bir mesire yerine gidip eğlenirdi. Cumartesi ise önceki günün yorgunluğunu çıkarırdı. Pazar günü piknik alanları daha alafranga olduğundan oralara gezmeye gitmeyi de ihmal etmezdi. Pazarın yorgunluğunu ise pazartesi çıkarırdı. Salı günü çalıştığı iş yerine gitmeye hazırlanıyorsa da havayı uygun görünce Beyoğlu’nun bazı gezi mahallerini, baba dostlarını, ahbabı vesaireyi ziyaret arzusu o günü dahi tatil ettirirdi. Şayet çarşamba günü çalıştığı kuruma gidecek olursa saat altıdan dokuza kadar olan vaktini ancak o haftanın olaylarını anlatmaya ayırırdı. Akşam eğlencesi için mutlaka kendisi gibi iki dalkavukla eve gelirdi. Bunlar da kendi gibi genç olduklarından ve bahusus Felatun Beyefendi Beyoğlu’nda oturduğundan bu dostlarını alafranga bir şekilde eğlendirmek için perşembe gecesini bu gibi eğlence yerlerinde geçirirdi. O gece sabahlandığı cihetle perşembe günü akşama kadar uyunurdu. Nihayet yine cuma gelir ve işte bu bir haftalık eğlencede olduğu gibi sonraki haftalarda da hemen hemen aynı şeyler yaşanırdı.
Böyle haftada üç saat kaleme giderek, onu da başından geçenleri arkadaşlarına anlatarak geçiren bir delikanlı ne öğrenebilir ki?
Nasıl ne öğrenebilir? İşte Felatun Bey öğrenmiş ya!.. Yazısı var, okuması var, Fransızcası var!.. Zeki, anlayışlı ve becerikli!.. Bahusus babasının ayda yirmi bin kuruşluk geliri var!.. Dünyada bir adamın öğreneceği daha ne kaldı?
Bak Allah için söyleyelim!.. Felatun Bey’in yeni çıkan eserlere de merakı pek fazladır. “Canım, böyle bir hikâye basılmış.” dediler mi? Felatun Bey için “Onu görmedim.” demek söz konusu olamazdı. Hangi kitap çıkarsa çıksın satıcılardan alıp kendisine götürmeye alışmış olan postacı ilk önce Felatun Bey’in kitabını götürüp Beyoğlu’nda kitap cildi yapan Gulam’a teslim ederdi. Bu usta ise tam alafranga bir cilt yapar ve arkasına altın yaldız ile “A. P.” harflerini dahi bastıktan sonra götürüp Felatun Bey’in uşağına verirdi. Felatun Bey akşam eve gelip kitabı gördükten sonra uşak, kitabı götürüp gayet düzenli bir şekilde kütüphanesine yerleştirirdi.
Fransızcadaki bu iki harfi tanırsınız ya? Birisi uzatmalı “elif”, birisi de “p” harfidir. İlki Ahmet Felatun Bey’in isminin ilk harfi; ikincisi ise Felatun sözcüğünün Fransızcası olan Platon kelimesinin ilk harfidir. Alafrangada bir adamın isminin yahut isimlerinin böyle ilk harfini yahut harflerini kullanmak gibi bir gelenek vardır ki buna o adamın “markası” denilir.
Burada amacımız Felatun Bey’i eleştirip küçük düşürmek değildir. Tam tersine bütün yaşantısını olduğu gibi okuyucuya sunup tanıtmaktır. Ancak şunu da ilave edelim ki bizim Felatun Bey bu kadar zengin ve kendine güveni tam olduğuna göre, acaba kendisini büyük görüp kibirlenir miydi? Hayır! Felatun Bey’in yaşantısı bunun tam tersiydi. Alafranga yaşantısı malum ya! Herkese tevazu göstermeye, herkesin yüzüne gülmeye insan mecburdur. Hatta bazı zamanlar Felatun Bey’in yanında bulunan uşağı, kendi beyini, bir adam ile gayet tatlı ve nazikâne ve hürmetkârane konuşuyor gördüğünde, “Bu efendi bizim beyin pek yakın dostu olmalıdır.” inancına kapılırdı. Fakat o adamdan ayrıldıktan sonra beyefendinin hiddetinden çıldırma derecesine geldiğini hatta ona sövüp saydığını görünce ve işitince uşak şaşkınlığından ne diyeceğini dahi bilemezdi. Aslında eskiler arkasından sövüp sayacağı bir adamın yüzüne karşı böyle nezaket göstermeyi kendilerinin inandıkları mertliğe uygun bulmazlardı. Ancak alafranga olanlar, “mertlik âdeta ahmaklıktır” inancını taşırlardı.
Burada Felatun Bey’in uşağından bahsettik ancak onun hakkında pek fazla bilgi vermedik. Bu Mehmetçik, Gastangalı’dan yeni gelmiş, henüz dünyayı öğrenmemiş, ayda yüz kuruşun meftunu, ensesine muhabbet ve aferin makamında bir tokat vurulmasının mecburu bir adam olup; hizmet ettiği efendisinin bir oğlu ile bir kızı bulunduğunu öğrenmeye muvaffak olmuş ve hatta oğlunun isminin “Pantolon Bey”, kızının isminin de “Merdüvan Hanım” olduğunu bellemişti.
Ne zannettiniz ya?.. Felatun isminden “Pantolon”, Mihriban isminden de “Merdüvan” kelimesini çıkartmayı öyle kolay mı zannediyorsunuz? Mehmetçik, asıl büyük efendiye dahi “Meraklı Efendi!” der idiyse de efendisinin isminde “lâm” harfi olmadığı için bunu doğru söyleyemediğini anlayarak mahcup olurdu. Hem bizim Mehmet, memleketindeyken “gam” cüzüne kadar okumaya az da olsa muvaffak olmuştu.
Meraki Efendi’nin alafrangalığıyla beraber böyle bir Mehmetçiği konağına kabul etmiş olmasına şaşmayınız. Onu terbiye edecekti hatta terbiye etmeye başladı bile… Bir gün “Mehmet, beyefendi ne yapıyor?” deyip de Mehmet’ten, “Çorba içiyor.” cevabını alınca; “Oğlan, öyle söyleme! Ona alafrangada ‘supe yiyor’, derler.” hatırlatmasına karşılık Mehmet, “Hayır efendim! Allah göstermesin! Sopa yediği yok, çorba içiyor.” dediği hâlde dahi Meraki Efendi meraklanmayıp, “Oğlum! Alafrangada çorbanın ismi ‘supe’dir, bunları birer birer öğrenmelisin.” diye bir nasihat vermişti. İşte anlayınız ki Mehmet dahi yavaş yavaş alafranga olacaktır.
Nasıl olmasın ki!.. Olmamak mümkün mü? Büyük efendi neyse de küçük bey Fransızcadan başka söz söylemiyor ki!.. Sütlü kahve isteyeceği zaman “kefe ole” diyor. Mehmet ise bunu “kavala”dan başlayıp önceden öğrenmiş olduğu “karyola” kelimesine kadar tatbik ede ede ister istemez belliyor.
Felatun Bey’in kıyafetini sorarsanız onu tariften aciz kalırız. Şu kadar diyelim ki hani ya Beyoğlu’nda elbiseci ve terzi dükkânlarında modayı göstermek için mukavvalar üzerinde birçok resim vardır ya? İşte bunlardan birkaç yüz tanesi Felatun Bey’de mevcut olup elinde resim, endam aynasının karşısına geçer ve kendini resme benzetinceye kadar mutlaka çalışırdı. Ancak kendisini iki gün bile aynı kıyafet içerisinde gören olmazdı ki “Felatun Bey’in kıyafeti şudur.” demek mümkün olsun.
Simasını kısaca tarif edebiliriz: Orta boylu, nahif endamlı, sarıca benizli bir delikanlı olup; kaşları gözleri siyah, saçları, ağzı, burnu falan bir kadın kadar latif ve güzeldi.
Mademki Felatun Bey hakkında bu kadar malumat verdik, biraz da Mihriban Hanım hakkında bilgi verelim.
Bu kız, huyu ve siması ile Felatun Bey’in kardeşi olduğunu belli ederdi. Ancak bir bayan olarak Mihriban ondan daha zarif ve güzeldi.
Sair kızlar gibi Mihriban Hanım da oya yapmayı bilmez zira alafrangalarda oya diye bir şey yoktur. Kese, çorap vesaire örmesini dahi bilmez çünkü onları modacı kızları örer. Nakışı dahi onlar işler. Yapma çiçekler ise Beyoğlu’nda çok! Bunları yapmak için niye zahmete girsin? Çamaşır yıkamak, ütülemek hizmetkârların ve yemek pişirmek ise aşçının işidir. Hatta kendi saçını taramak bile alafrangada söz konusu değildi, özellikle saç tarayıcı kadınlar gelip tarardı.
Alafrangada kızlar için okuma yazma tahsili lazım idiyse de biçare kızcağız öksüz büyüdüğünden buna imkân bulamadı. Babası müzik öğrenmesi için iyi bir piyanist madam getirmişti. Ancak bu bayan kendisi çalıp babası dinlediğinden, Mihriban Hanım, “Taş altında bir yılan, kaşları durur divan” şarkısından başka bir şey öğrenemedi.
Bununla beraber kızcağız hoppa mı hoppa, şen mi şen idi. Zıp zıp sıçrar! Ter ter tepinir!
Kendisi artık yetişkin bir kız olduğundan birkaç yerden görücüye gelmişlerdi. Özellikle pederinin serveti bu konuda birçok insanı heveslendirirdi. Ancak gelen görücülere Mihriban Hanım, oğullarının ne iş yaptıklarını sormadan edemezdi. “Kâtip” cevabını alınca “Ah! Cebi delik!”; “asker” cevabını alınca “Yarım kunduralı!” ve “hoca” cevabını alınca da “Sarımsak başlı!” derdi. Velhasıl her biri için bir kulp uydurup, Allah göstermesin, eğer görücüler, “A hanım kızım niçin böyle söylüyorsun? Oğlumuz şöyledir böyledir…” diyecek olursa bir püsküllü kahkaha koyverip, “Oh, kalmış kalmışım da sizin oğlunuza mı kalmışım. Hanım, oğlunuza başka yerden kız arayınız!” diye kalkar oradan ayrılırdı.
Nasıl! Mihriban Hanım’ın bu kadar serbestliğine hayret mi ediyorsunuz? Hayır, buna şaşırmayınız. Zira kızcağız bir evin hanımı olarak büyümüş olduğundan gelen görücüleri gelin makamında kendisi karşıladığı gibi, görücü hanımlara bir kayınvalide sıfatıyla yine kendisi cevap verirdi. İşte hayret edecekseniz, serbestçe davranan bu kayınvalideye hayret ediniz!..
Eğer Felatun Bey, Mustafa Meraki Efendi ve Mihriban Hanım’ın yaşantılarının tasvirinden size usanç geldiyse affınıza sığınarak son olarak şunu da arz etmeme müsaade buyurmanızı rica ederim:
İşte, bu baba, oğul ve kız yahut kız kardeş üçü bir yerde bulundukları zaman baba oğul şayet Mihriban Hanım’ın bir çiçeğini veya eldiven giyişini beğenmeyecek olsalar, kızcağızın üç gün üç gece ağlayacağını bildikleri için başına bir çiçek değil saksıyı geçirmiş olsa bile pek ziyade yakıştığına dair yemin etmeye mecburdurlar. Felatun Bey ise bir fikrini babası beğenmediği zaman herifin cehalet hâlini ortaya koymaktan çekinmezdi. Onun için biçare adamcağız, oğlu Felatun’un yanında mahcup kalmamak uğruna, beyefendi oğlu her ne fikir beyan ederse etsin onun doğru olduğunu tasdiklemek zorundaydı. Hatta bir gün baba ile oğul arasında günlerin uzayıp kısalmasının hikmetine dair bir bahis açılmıştı. Mustafa Meraki Efendi bu konuda kendi görüşünü söylemekten kaçınarak, yanlış olduğunu bildiği hâlde oğlunun söylediklerini kabule mecbur olmuştu. Hatta çocuk “Kış mevsiminde havalar kapalı olduğu için bulutlar güneşin ışınlarının bize ulaşmasını engelliyor.” dediği zaman babası, “Maşallah maşallah!.. Gerçekten Eflatunlar bile bu fikir karşısında âciz kalır. Vallahi ben de öyle düşünüyordum ama bir kere de sizin fikrinizi almak istemiştim.” demişti.
Ama inanınız ki herifçioğlunun bu fikrini çok orijinal bulmuştu. Oğluna rica ederek bu söylediklerini kaleme almasını istedi. Hatta yazılanları o zaman çıkan fenni dergilerden birisinde yayımlatmak üzere matbaya götürdüyse de kabul ettiremediğinden kızgınlıkla eve döndü.

İkinci Bölüm
Bundan önceki bölüm, hikâyemizi kendi ismine nispet ettiğimiz iki kişiden birinin hususi hayatını bize epeyce öğretti. Burada, yine böyle kısaca da olsa Rakım Efendi’nin hayatını kısmen öğrenmeye muhtacız.
Rakım Efendi dediğimiz çocuk, eski Tophane kavaslarından[3 - Eskiden vezirlerin maiyetlerinde bulunan silahlı görevliler.] birisinin oğlu olup, bundan yirmi dört sene evvel pederi vefat edince validesinin elinde, bir yaşında yetim kalmıştı. Bir kavas, evladına ne bırakabilir? Bizim Rakım Efendi’nin babası ise Salıpazarı tarafında üç odalı, çürük, kümes gibi bir ev ile Arap bir cariyeden başka geride hiçbir şey bırakmamıştı.
Validesi gayet kadın ve Fedayi adlı Arap cariye ise belki validesinden de daha kadın olduğundan; kocasını yıllar önce kaybeden validesi, acılarını bir tarafa bırakarak, “Fedayi! Artık aramızda hanımlık halayıklık kalmadı! İkimizin de çalışıp kendimizi ve şu yavrucağı beslemekten başka çaremiz yoktur.” dediğinde sadık Arap, “Ah hanımcığım! Sen niye çalışacaksın? Ben çalışırım hem seni hem de küçük beyimi, evladımı beslerim.” diye bütün idareyi kendi üzerine almayı dahi göze almıştı. Gerçi validesi bütün işleri Fedayi’nin üzerine bırakmadı. Kendisi de el işi, oya, çevre, uçkur işleri yapar ve bunları Salıpazarı’nda Fedayi’ye sattırırdı. Sair günler ise Fedayi’yi büyük yerlere, çamaşıra, tahtaya gönderir, arada bir kendisi de giderdi. Kısacası aile, kendi el emekleriyle kimseye muhtaç olmadan geçinirdi.
Rakım büyüdü. Beş yaşındayken Salıpazarı’ndaki Taş Mektepe verildi. On bir yaşındayken İstanbul tarafında bulunan Valide Rüşdiye Mektebine alındı. On altısında oradan çıkıp Hariciye Kaleminde kendisine bir iş buldu.
Aman bu çocuk ne kadar çalışıyordu! Hani ya “Gece gündüz çalışıyor.” derler ya! İşte gece gündüz gerçekten çalışan buydu. Validesi, tam oğlunu bu boya getirdikten sonra vefat etmesin mi!..
Ama bu durum bile onun için şükretmeyi gerektiren bir nimet sayılırdı. “Ah! Rakımcığım, bir kere insan içine karıştığını görsem hiç gözüm arkada kalmazdı.” derdi ve işte arzu ettiği bu nimete kavuştuktan sonra vefat etti.
Rakım’ın henüz maaşı yok. Sadık Fedayi hâlâ dikiş işleriyle uğraşır, mendil, çevre işler; kahve torbası diker; çamaşıra, tahta silmeye gider. Aldığı paradan evinin zaruri ihtiyaçlarını az da olsa karşılardı. Bir de “Delikanlıdır parasız kalmasın.” diye kalan parasının tamamını Rakım’a verirdi. Fakat Rakım’ın cep harçlığına o kadar da ihtiyacı yoktu. Sabahleyin Süleymaniye’deki medreseye gidip saat dörtte oradan çıktıktan sonra iş yerine geçerdi. Sonra iş yerinde aldığı Fransızca dersini geliştirmekle beraber bu konuda bir kat daha ileriye gitmek için Galata’daki bir hekime uğrardı. Bunlarla birlikte akşam saat birde evine gelen ve yemekten sonra Kazancılar Mahallesi’nden Beyoğlu’na çıkıp, Hariciye Kaleminden arkadaşı olan bir Ermeni’ye Türkçe okutmak ve bu hizmete mukabil onun birçok Fransızca kitaplarını karıştırmak ile vakit geçiren bir çocuğa paranın ne lüzumu kalır ki?
Hatta Rakım cumaları bile zikrettiğimiz Ermeni arkadaşının kütüphanesinden çıkmazdı. O kadar ki ev halkınca ve ailece Rakım’a tam güvendiklerinden, pazar günleri Hariciye Kalemi tatil olunca Rakım yine dostunun evine giderdi. O gün eğer ailece bir yere gidilecek ise Rakım’ı kütüphane odasında bırakıp giderlerdi. Rakım için böyle bir gün ne mesut gündü…
Bizim Rakım Efendi bu şekilde tam dört yıl daha tahsiline devam etti. Koca Fedayi ise halk mutfaklarında çalışarak, hanımın kendisine emanet bırakmış olduğu göz nuru Rakım’ı hor ve hakir bırakmak şöyle dursun, âdeta hâli vakti yerinde olan bir aile gibi onun bütün ihtiyaçlarını giderdi. Gerçi Rakım Efendi’nin aldığı terbiye ve gördüğü tahsil de öyle her hâli vakti yerinde olan aileye nasip olmaz. Kendi gayreti ve bir de dadısının sevk ve teşviki neticesinde Arapçadan, sarf ve nahiv ilminden başka, “Risale-i Erbaa”yı şerhleriyle beraber layıkıyla gördü. Hele mantık yönünü sonuna kadar pek kuvvetli bir şekilde tahsil etti. Hadis ilmi ile tefsir konusunda oldukça başarı kazandı. Fıkıh ilmini de gözden geçirdi. Farsça eserlerden “Gülistan”, “Baharistan”, “Bostan”, “Pend-i Attâr” ile “Hafız” ve “Sâib” divanlarının tamamını okumakla birlikte en seçme beyitlerini de ezberledi. Fransızcaya gelince, bir kere bu lisanda büyük başarı kazandı. Sonra Galata’daki dostundan fizik, kimya ve tıp bilgisini iyice geliştirdi. Beyoğlu’ndaki Ermeni dostunun kütüphanesinde de coğrafya, tarih, hukuk ve devletler arasındaki antlaşmalara dair önemli bilgiler topladı. Hele okuduğu Fransızca roman, tiyatro ve şiirlerin haddi hesabı yok gibiydi. İki gece kendisinde kalmak üzere bir kitabı evine götürmek için müsaade alabilecek olsa onu yalnız okumakla yetinmeyerek en güzel parçalarını, kendinde kalmak üzere kopya bile ederdi. İşte Rakım Efendi’nin önceki hâli bundan ibaretti. Parasızlık ise neredeyse yirmi yaşına kadar devam etmişti. O zamana kadar çalıştığı iş yerinden aldığı maaş yüz elliye kadar varmış idiyse de yirmi yaşında olan bir hariciye memuru için bu paranın pek de fazla bir şey olmadığı herkesçe bilinir.
Bir gün Rakım Efendi’nin dostlarından bir matbaacı, kendisine Fransızca bir kitap getirdi. Bunu Türkçeye tercüme ederse yirmi altın kadar verebileceğini arz etti. Kitap yüz elli, iki yüz sayfalı olduğundan Rakım bunu bir haftada çevirme cesaretiyle kabul etti. Gerçi bir hafta değil, on iki günde kitabı bitirip götürdü. Matbaacı da buna karşılık bir seferde yirmi lirayı verdi.
Haydi bakalım, bu parayı aldığı zaman şu Rakım Efendi’nin ne kadar sevinmiş olduğunu kim hesap edebilir?
Boşuna kimse hesap etmeye kalkmasın. Biçare Rakım o zamana kadar bu kadar parayı Galata’da sarraf kutularından başka bir yerde görmemişti. Hele bir gün kendi el emeği olarak bu kadar paraya sahip olabileceği ihtimalini -gerçi arzu eder idiyse de- hiç düşünmemişti. Şimdi bu serveti, bu hazineyi avcunun içinde görünce hâlâ kendisinin olduğuna inanamamıştı. Bir hayli düşündükten sonra bu hazineye gerçekten sahip olduğunu anlayınca sevincinden gözlerinden dolu taneleri gibi akan gözyaşlarını tutamamıştı.
Ne o? Şaşırdınız mı? Hey kardeşim hey! İçinizde Rakım gibi büyümüş adam varsa düşünsün baksın. El emeği olarak ilk kazandığı paraya ne kadar sevinmiştir, bir hatırlasın. Bir adamın yirmi lirası olamaz mı? diye düşünmek boşunadır. İşte ömründe yirmi lirayı görmemiş, yaşamak için ne lazımsa yerine getirmiş ve ömründe çalışmaktan hiç geri durmadığı hâlde ilk defa olarak bu parayı kazanmış olan kişi, bizim Rakım Efendi’dir.
Biçare oğlan paraları alınca hemen evine koşup sadık dadısının önüne koydu. Ne dersiniz? Dadı kalfa bunları görünce çok bozuldu ve “Aman beyim! Bunları nereden buldun? Sakın!..” diye âdeta onun bunları bir yerden çalmış olabileceği zannına düştü. Ancak Rakım paranın kaynağını ve nereden aldığını dadı kalfaya anlatarak onu kendisinden daha ziyade memnun etmişti. Bunun ardından dadı kalfa, “Ah! Validen sağ olsaydı da senin böyle dört kese parayı birden kazandığını görseydi! Mevla rahmet eylesin!” dediği zaman kendini tutamayıp ağlamaya başladığı gibi, Rakım dahi yine ağlamıştır.
Sonra şu ilk servetin nasıl harcanacağını düşünmeye başladılar. Zira biz Rakım’ın bu kadar paraya ilk defa olarak malik olduğunu söylediysek de kendisini açgözlülük gibi bir şeyle itham etmemiştik. Bilakis Rakım fakirliği içinde tok gözlü olarak büyüdüğünden eline para geçtiği zaman onu kısmayarak yerinde harcardı. Parayı bir saadet kaynağı olarak bilir ve böylece mutlu olma yolunda sarf etmek için kazanmayı da severdi. Kendi dadısı, “Beyim! Bana kalsa bu para ile birkaç kat elbise alırdık da halk içinde temiz temiz gezerdik.” dediyse de Rakım, “Hayır dadıcığım! Benim üstüm başım bana yeter, birinci iş seni artık halka hizmet etmekten kurtarmaktır. Zira sen artık ihtiyarladın.” diye paranın yarısıyla ayda iki yüz elli kuruş vermek üzere dört aylık taksitle onun borcunu ödemişti. Diğer yarısıyla da pek ziyade haraplaşmaya başlamış olan evlerini tamir ettirdiler.
Her başlangıçta, her siftahta bir bereket olduğu erbabı tarafından bilinir. Bu inanç bizim Rakım Efendi’de gecikmeden kendini gösterdi. Kendisi Babıali’ye gelen yabancı gazeteleri baştan aşağı inceleyerek aldığı malumat üzerine -diplomatlık konusunda fırsat buldukça- arada bir bazı gazetelere makale yazmaya başladı. Bu hizmeti bir aralık parasız yaptıysa da matbaacılar kendisini bu hizmeti yapmaya mecbur bırakmak için haftada veya on beş günde bir Rakım’ın eline birer ikişer lira kıstırmaya başladılar. Hatta bu gelire sonraları daha ziyade rağbet edildi. Bu durum o kadar ileri seviyelere vardı ki Rakım haftada iki lira kadar paranın sürekli geldiğini görünce kalemdeki memuriyetini dahi terke mecbur oldu.
Biz bu ayrılışa üzüldük. Zira koca Rakım memuriyette kalmış olsaydı feyz alacağına şüphe edilemezdi.
Rakım bir aralık yabancı dostlarını çoğalttı. Bunların çoğalması kendisine alafranga dilekçe yazma ve tercümanlık yolunu açtı. Yabancılardan Türkçe bir nota, şikâyet, protesto ve arzuhâl falan yazdırmak isteyenler işlerini Rakım’a havale ederlerdi.
Sözü uzatmaya neden mecbur olalım? Rakım birkaç sene bu işe devam ettikten sonra ayda yirmi otuz liraya kadar kazanmaya başladı fakat biçare çocuk bu parayı kazanabilmek için günün yalnız yedi saatini uyku, istirahat ve yeme içmeye ayırıp günün on yedi saatini tamamen çalışmakla geçirirdi.
Salıpazarı’ndaki evini tadilattan geçirdi. Pek güzel ve rahat bir şekilde dayadı döşedi. Kendisine bir kütüphane yaptı. Burada Türkçe ve Fransızca olmak üzere en güzel eserleri topladı. Bu kadar masrafla beraber yine de Rakım’ın kesesinde para eksik olmazdı.
Dadısı birkaç defa Rakım’ı evlendirmeye kalkıştı. Rakım kendisinin evlenmeye ihtiyacı olmadığını söyledi. Sadık Fedayi ev içine bir gelin gelmesini yalnız Rakım için istemeyip ihtiyarlık zamanında kendisine can yoldaşı olabilecek bir arkadaşa ihtiyacı olduğunu arz edince Rakım işin bu cihetini münasip görerek bir cariye alınmasına karar verdi.
Dadısının, tanıdığı bazı esircilere sipariş etmiş olduğu cihetle öteden beriden birkaç Arap cariye gelirdi. Fedayi bunları bir, nihayet iki gün tecrübe eder, beğenmez, yine iade ederdi. Bir gün Rakım Efendi, Tophane’den Beyoğlu’na çıkmak için Kumbaracı Yokuşu’na kestirmeden varmak üzere Karabaş’tan geçer. Bu dere üzerinde ihtiyar, ak sakallı bir Çerkez’in, yanında bir kızla birlikte bir kapıyı çaldığını gördü. Kıza dikkatle baktı. Baktığı anda yüreği kıza tutulduysa da Neme lazım! Dadım beyaz istemiyor, Arap istiyor, bu bizim işimize gelmez, diye geçip yürüyüvermişti. Zira ak sakallı ihtiyarın yanında bulunan kız beyaz tenli ve güzel bir Çerkez’di.
Rakım yürüyüverdi ama bir türlü ayakları ileri gitmez ki! Niçin böyle olduğunu kendisi de bilmez. Canım bir kere görür sorarım, almaya borçlu olacak değilim ya? diye geriye döndüğünde ihtiyar ve genç kız çoktan kapıyı kapatmışlardı. Sonra kapıyı çalmak zorunda kaldı.
Açtılar. Rakım ihtiyarı çağırdı. Kızın cariye ve satılık olup olmadığını sordu. Cariye satılıkmış. Görmek istedi. Gösterdiler. Uzun boylu, kara gözlü, kara kaşlı, ufacık ağızlı, güzel burunlu, hasılı münasip idiyse de gayet zayıf ve hastalıklıydı, on dört yaşında olduğundan öyle olur olmaz müşterinin beğeneceği gibi bir tip değildi fakat neydi bu kızda o baygın bakışlar? Neydi mahzunane tebessümler?
Rakım kızın elini kendisine yakın bulup ani bir şaşkınlıkla elini tutuvermiş ve onu bırakmak da o anda aklına gelmemişti. Herife fiyatını sordu. Yüz altın, demesin mi?
Herif kızın değerinden bahseder. Ya Rakım ne yapar? Rakım çocuk gibi ağlar! Ay, kıza ne oldu? Zira o da Rakım’a karşı ağlamaya başladı!
İhtiyar olanlara bir anlam veremez. Bir yakınına benzetip benzetmediğini Rakım’a sorar, bir cevap alamaz.
Hayır! Rakım kızı kimseye benzetmemişti. Size biz haber verelim. Rakım, Cenabıhakk’ın, kendisi gibi bir öksüze böyle beyaz bir cariye satın almayı nasip ettiği için sevinçle ağlamıştı. Evet! Rakım bu kadar hassas ve ince düşünen bir çocuktu. İhtiyara, “Bu kızın değeri var mı, yok mu diye sormuyorum. Asıl satılan şey bunun hürriyetidir. Özgürlüğünün dünyalara değeceğini biliyorum lakin benim seksen altından başka param yoktur. Bu paraya mukabil kızı verirsen alayım.” sözüne karşı ihtiyar, söylediği fiyattan bile pişmanlık duyduğunu, bu fiyatın bir kuruş aşağısına dahi veremeyeceğini belirtir. Rakım, “Öyle olsun, bana yirmi altın için bir ay müsaade verirsen alırım.” der. İhtiyar da zaten kızda ince hastalık sezdiğinden onu bir an önce elinden çıkarmak için bu teklifi uygun gördü. Böylece alışveriş usulünce tamamlanmış oldu.
Ne dersiniz? Rakım kızın elini tutmamış mıydı? Ta kız teslim edilinceye kadar elini elinden bırakmadı!
Sonra Beyoğlu seferinden vazgeçerek ihtiyar ile beraber Salıpazarı’na geldiler. Kızı içeriye bırakıp kendisi dadısından parasını istedi. Seksen altını esirciye saydıktan sonra yirmi altın için bir senet yazıp Tophane’de kendisini tanıyanlardan dört beş adamı şahit göstererek esirciyi evine gönderdi.
Bu işleri görüp de evine dönerken, “Acaba dadım bu işe ne diyecek? Gördün mü, çocukluk ettim! Anam makamında bulunan dadıcığıma danışmalıydım!” diye masum bir şüphe ve pişmanlık duymuştu. Evine geldiğinde dadısı kendisini karşılayarak, “Aman beyim! Ne kadar isabet ettin ne de can sevecek bir kız! Sen bana bunu can yoldaşı diye almadın mı? Adı Canan olsun.” diye hoşnutluğunu gösterince biçare Rakım her şeyden ziyade dadısını memnun edebilmiş olduğuna sevinerek ismi de kabul etti.
Şurasını bilmek lazım gelir ki Rakım beyaz bir cariye aldığı için işinden geri kalacak adamlardan değildi. O gün Beyoğlu’nda iki mühim işi olduğu için bu işleri bir an önce görmek üzere kalktı. Bu defa Kazancılar tarafından Beyoğlu’na çıktı. İki mühim işinden biri Ermeni G. Bey’i görmekti. Zira daha bir akşam evvel adı geçen bey, hizmetkârını gönderip kendisini mutlaka görmek istemişti. Evi Ağa Hamamı’nda bulunan beye gitti ve kendisini evinde buldu. Silistre eyaletinin işleriyle ilgili olarak oranın valisine gönderilmek üzere bir dilekçe yazdıracakmış. Rakım bu dilekçeyi on beş dakika içinde karalayıp temize çekerek mühürletti ve çekmecesinin üzerine koydu. Daha başka bir emri olup olmadığını sorduktan sonra bey, yazıcısını çağırıp Rakım’ın görülecek hesabı varsa halledilmesini emretti. Bu emri verince Rakım mahcup olarak, “Ben başka bir emriniz var mı diye beklemiştim.” dediyse de bey, Osmanlı kültürüyle yetişmiş bir adam olduğundan, “Verdiğim emir de emir değil midir? Bu emrin de yerine getirilmesi lazım gelir!” diye bir latife yaptı. Biraz sonra yazıcı elinde bazı belgelerle içeri girdi. Bunlar Rakım’ın üç aydan beri yapmış olduğu işlerle ilgili belgelerdi.
Bey belgeleri alıp okumaya başladı, “Bursa eyaletinin .... senesinden kalan borçlarının tahsiline dair Bursa Valisi’ne arz olunan belgelere on, bunun cevabına on, Varna Sancağı’nın, öşür ve diğer hesaplara dair bir senelik muhasebe işleriyle ilgili Maliye Nezaret-i Celilesi adına tutulan defter ki altı sayfa hâlinde düzenlenmiştir. Bu defterin güzel tutulması ve bir de geniş bilgiler içeren şikâyet dilekçeleri ile perakende mektupların kıtasına sekiz…”
Bey, belgeleri bu şekilde okuduktan sonra yine, “Bunların hiçbirisi için para vermeyeceğim. Yalnız Bursa evrakları güzel tanzim edildiğinden tamamıyla tahsil edildi. İşte onun için beş on parayı gözden çıkarabileceğim.” diyerek Rakım’a otuz lira verilmesini yazıcısına emretti.
Vay Rakım’daki sevinç! Vay Rakım’daki teşekkür! Hem de o kısık gözleri yaşla dolarak bir teşekkür etti ama kime? Kendisi gibi bir öksüze bu güzel yolu açmış olan Cenab-ı Hüda-yı Keremkâr’a!
Hakkını aldıktan sonra ikinci işine gitti. Bu ikinci iş, İngiltere’den yeni gelip Asmalı Mescit Sokağı’ndaki bir eve yerleşmiş olan, hayli kibar bir İngiliz ailesinin nezdinde görülecek bir işti. Lakin işin ne olduğunu Rakım da henüz bilmiyordu. Bir dostu kendisi için orada görülecek bir iş olduğunu haber verince gitmişti. Vardığında dostunu da orada buldu. Meğer iş denilen şey, İngiliz’in iki kızına haftada birer gün Türkçe dersi vermekmiş.
Hiç Rakım için iş bulunur da kabul edilmemesi mümkün olur mu? Herif iş makinesi!.. Bunu da büyük bir memnuniyetle kabul etti. Kendisi aylık, haftalık için herhangi bir meblağ söylemeden, dostu her defası için birer İngiliz lirası takdim olunacağını arz ederek kabulü için İngiliz adına ricada bulundu. Rakım utancından kızararak bir şey demedi. Cenabıhakk’ın bu lütfuna da şükür hasebiyle kızarıp işe karar verdikten sonra dört yol ağzından Kumbaracı Yokuşu’na doğru sanki ayakları yerden kesilmiş bir şekilde indi. Tophane’ye, Karabaş’a varıp esirciler kahvesinde Çerkez’e rastlayınca, “Gel baba, gel! Ben borçtan hoşlanmam. İşte paranı tedarik ettim. Bin kere şükrolsun. Cenabıhak hiç ummadığım yerden gönderdi.” diyerek yirmi altın borcunu verip senedini aldı. Hatta gereği bile olmadığı hâlde durumu şahitlere de haber verdikten sonra kalan on altınlık servetiyle evine döndü.
Bu haberi de sadık dadısına söylediğinde vay Fedayi’deki sevinç! Kıza muhabbeti bir kat daha arttı. Vermiş olduğu Canan ismine “meymenetli”[4 - Meymenetli: Uğurlu] mahlasını da ekledi.
İşte hikâyemizi kendi isimlerine nispet ettiğimiz zatlardan ikincisi de budur.

Üçüncü Bölüm
Rakım Efendi ile dadısı, Cenabıhakk’ın bir lütf-u ihsanı olarak gördükleri Canan’ı talim ve terbiyeye başladılar. Biçare kızcağızda bazı hastalıklar varmış. Geldiğinin ikinci günü Rakım, Galata’daki doktor dostuna koşup durumu anlatarak Canan’ın hastalığına bir çare bulması için evine davet etti. Bir faytona binerek geldiler. Doktor kızı etraflıca muayeneden geçirdi. Tetkiklerinden sonra, “Kızda korkulacak bir şey yok. Bu hastalığın sebebi Kafkasya’nın iklimiymiş. O soğuk memleketten İstanbul gibi sıcak bir memlekete geldikten sonra kendi kendisine şifa bulmuş. Şimdi ben bir ilaç tavsiye edeceğim. Onu kullanmalı. Her sabah kalktığında yüz elli dirhem kadar halis inek sütünü kaynatıp sıcak sıcak içirmelisiniz. Tozlu topraklı yerlerde gezmemeli. Şarkı söylemek ve benzeri şeyler için kendisini zorlamamalı. Arada bir geniş yerlere götürüp, deniz kenarına çıkarıp hava aldırmalı. Soluk soluğa kalacak kadar yormamalı. Bunları yaptıktan sonra Allah’ın izniyle bir şey kalmaz. Zaten korkulacak bir şey de yok ya! Bunları da tedbir olsun diye tavsiye ediyoruz. Güzel kızcağızdır, Allah’a emanet.” dedi.
Dadı kalfa bunun nasıl bir hastalık olduğunu anlayamadıysa da Rakım her şeyin farkındaydı. Tabibi teşekkürlerle gönderdi. Doktorun tavsiyelerini dadısına itina ile tekrar anlattı. Biçare Fedayi’yi böyle gariplere edilecek hizmet için uyarmaya lüzum var mıdır? Zavallı Arapçık, güya kızı kendi rahatı için istemişti. Fakat şimdi kendi kızının iyileşmesi için gayret edecekti. Bu Arapların iyileri ne kadar merhametli olur.
Canan bir tarafta tedavi görüp eğitiledursun, biz hikâyemizin şu cihetine bakalım:
Asmalı Mescit’teki İngiliz’in kızlarına verilecek ders için cuma günleri belirlendiğinden, cuma gelince Rakım öğleden sonra saat yedide kalkıp oraya gitti.
Bu İngilizlerin kibar bir aile olduğunu söylemiştik. Hikâyemizin başlıca karakterlerinden birisi de bu İngiliz olduğundan, onun durumu hakkında biraz malumat vermeliyiz.
Evet, İngiliz oldukça kibar sınıftandır. Kibardır ama öyle lord, dük falan gibi üst sınıflardan değildir. Kâğıt ticaretiyle sermayesini beş yüz bin İngiliz lirasına kavuşturduktan sonra ticareti bırakarak kalan ömrünü rahat geçirmek için İstanbul’a gelmiştir. Zira herifin erkek çocuğu olmayıp ailesi, bir zevcesiyle iki de kızından ibaretti. Bu kadar servetle kızlarını herkes alabileceği gibi zevcesi de bunlar arasında saadetle yaşayacağını düşündüğünden artık İngiliz’i rahat rahat yaşamaktan hiçbir iş, hiçbir fikir, hiçbir mülahaza menedemezdi.
Ecdadından kendilerine geçen isim Ziklas olduğundan, zevcesine de “Mrs. Ziklas”[5 - Mrs. Ziklas: Bayan Ziklas (e.n.)] denirdi. Kızları da bu ismi alabilirlerdi ama evin içinde büyük kıza “Can”, küçüğüne ise “Margrit” ismiyle hitap edilirdi. Bu aile Kanterburi[6 - Kanterburi: “Canterbury” diye yazılır. İngiltere’de bulunan bir şehrin adıdır (e.n.).] şehrinden oldukları hâlde çevrelerindeki Fransız ailelerle ticaret yaptıklarından ailenin her ferdi pek güzel Fransızca konuşurdu. Dolayısıyla Rakım ile bu lisan sayesinde anlaşıyorlardı. Böylece Rakım da bunlara vereceği derste başarılı olacağını anladı.
Can ile Margrit hani ya “bir elmanın iki yarısı” demezler mi? İşte bu söz sanki bunlar için söylenmiş gibidir. İkisinde de fidan gibi boy, nahif endam, kıpkırmızı çehre, masmavi gözler, beyaza yakın, açık lepiska saçlar! İngiliz kızları vesselam…
Gerçi tarifimizden bunların yüzlerine bakılmakla kalbe pek de ferahlık gelmeyeceği zannolunur lakin bu zanda acele edilmemelidir. Her güzelin kendine mahsus bir havası vardır, her güzel o kendine mahsus havasıyla karşısındakine kendisini beğendirip sevdirebilir, tecrübe sahibi olanlar bunu bilirler.
Neticede Rakım, bir tabaka güzel İngiliz kâğıdının üzerine kalın kalem ile “elif, be, pe, te, se, cim, çe, ha, hı, dal, zel, rı, ze, je…” ve benzeri harfleri yazıp telaffuzlarını dahi öğretti. Bir hafta içinde bunların şekillerini zihinlerinde teşkil etmeleri tembihiyle kalktı, eve geldi.
Vay yazar efendi! Yalnız bu kadar mı oldu? Aralarında sohbet falan… Hiç olmazsa babalarıyla, analarıyla ilgili, dereden tepeden…
Hayır! O gün iş yalnız bundan ibaret kaldı. Evinde dadısı ile Canan’ı merak ettiğinden hemen Kumbaracı Yokuşu’ndan Tophane’ye inip -parası olduğundan- bir sürücü beygirine binerek Salıpazarı’ndaki evine geldi.
Vay! Artık yaya yürümemeye de mi başladı?
Estağfurullah! Kendisine her ders için bir İngiliz lirasını ayrıca ayak teri ve hayvan kirası karşılığında veriyorlardı. Mademki Cenab-ı Hallak-ı Kerim bu geliri de Rakım Efendi’ye nasip etti, öyleyse artık Rakım Efendi’nin bu nimete şükür karşılığı olarak ders günleri Beyoğlu’na hayvanla gidip gelmesi lazım geliyordu hatta sabahleyin hayvana binmemiş olduğuna pişman oldu. İşte bizim Rakım’ın Allah ile pazarlığı böyle bambaşkaydı!..
Evine geldiğinde onu her zaman dadısı karşılardı. O akşam kendisini karşılayan Canan oldu. Gün geçtikçe kızın tavır ve davranışları, üstü başı düzelmiş ve hatta bunlar yüzüne de yansımıştı. Bunları fark eden Rakım, olanlara bir anlam veremediğinden bu konuda açıklama istemeye mecbur oldu.
“Dadı, ben her akşam geldiğimde ilk önce senin yüzünü görmeye alışmıştım. Bu akşam bu âdetini değiştirdiğini gördüm.” dedi.
Fedayi, “Evladım, beyim! Allah bize güzel bir cariye vermiş, artık akşam gelir gelmez benim esmer yüzümü görmeye ne lüzum var? Ben tembih ettim.” diye cevap verdi.
Rakım koşup dadısının kucağına atılır, boynuna sarılıp şapır şupur öperek, “Yok dadıcığım, yok! Senin yüzün bana validemin yüzü kadar tatlıdır. Cennetten huri çıksa da gelse bana senden güzel görünemez. Ben her akşam senin mübarek yüzünü görmeliyim. Sonra vallahi Canan’ı buradan defetmeye beni mecbur bırakırsın. Hem ona bu emirleri verme. Çocuktur. İhtimal ki bazı ümitlere düşer. Bende ise o gibi ümitlerin eseri bile yoktur.” dedi.
Fedayi, “A beyim, canım, niçin böyle?..”
Rakım, “Sana dedim ya işte! Sen beni evladın gibi seviyorsan o zaman benim arzum üzerine hareket edersin.”
Rakım, dadısına bu nasihatleri verdikten sonra, “Hazır İngiliz kızlarını bugün başlattık ya! Dur bakalım, şu Çerkez’i de başlatalım. Bu mu onları geçer yoksa onlar mı bunu?” diye Canan’ı yanına çağırıp ona da alfabedeki harfleri ezberlemesi için yazıp verdi. Vay kızcağızdaki sevinç! Evet, Çerkez kısmı okumaya pek hırslıdır. Bu Çerkez’i okutmaktan daha güzel bir şey olamaz.
Şu kadarı var ki Canan’ın İngiliz kızlarını geçeceği daha ilk haftasında anlaşıldı. Zira Rakım, her gece Canan’ın yanında olduğundan kız öğrenmiş olduğu şeyleri hemen ona okurdu. Bu da kısa sürede kendini geliştirmesine yardımcı oluyordu.
Öte tarafta İngiliz kızlarıyla derslere başlayalı bir ay olmuş ve bu bir ayda vermiş olduğu dört ders ile kızlara yalnız “elif” ve “be”yi değil, “elif, be, be, be…” gibi çok farklı heceleri de öğretmişti. Ayrıca bu harflerin; kelimelerin başında, sonunda, ortasında nasıl yazılacağını ve okunacağını da anlatmıştı. Bir de “elif, vav, he, ye” gibi harflerin harekeli ve harekesiz olduklarında nasıl okunacağını, “baba, kuzu, küpe, tuti” gibi örneklerle öğretmişti. Ancak Canan bunlarla kıyas edilemez. Bir ay zarfında Canan, dört beş heceden ibaret kelimeleri bile yazabildiği gibi “benim, senin, onun, bizim, sizin, onların” gibi ifadelerle de birleştirebiliyordu.
Demek oluyor ki Rakım, kendine göre bir eğitim öğretim metodu oluşturmuştu.
Evet öyleydi.
Bir cuma günü Rakım yine Mister Ziklas’ın evine gidince kime tesadüf etse beğenirsiniz? Felatun Bey’e rast gelirse beğenirsiniz herhâlde! İşte ona rast geldi. Felatun Bey’i kızlar ile valide ve pederlerinin yanında bulmuştu. O gün ders günü olduğundan Felatun Bey, muallim efendinin gelişini beklemiş ve kendisince kızları aldıkları derslerden imtihana tabi tutmuştu. Felatun Bey, Rakım Efendi’yi görünce ayağa kalktı, İngilizlerin de anlaması için onunla Fransızca konuşmaya başladı.
Felatun, “Ha ha hay! Hanımların hocası sen miydin birader?” dedi.
Rakım mahzun bir ifadeyle, “Evet efendim, bendenizim beyim!” diye cevap verdi.
Mister Ziklas, “Vay!.. Demek oluyor ki önceden tanışıyorsunuz!”
Felatun, büyük bir gururla, “Evet! Kendi haklarında muhabbetim tamdır. O da beni sever zannederim.”
Rakım, “Dünyada benim sevmediğim adam mı vardır? Ben ki herkesin güzel olan düşüncelerine büyük bir ihtiyaçla muhtacım. Herkesi sevmeye bu yönüyle de mecburum.”
Felatun, Rakım’a dönerek, “Mister ve Mrs. Ziklas ile tanışalı iki ay oldu. Sizin de buraya gelip gitmeniz bir ayı geçmiş ama nasıl olmuşsa karşılaşmamışız.”
Rakım, “Kısmet bugünmüş efendim.”
Felatun, “Tanışmamız Peder Efendi vasıtasıyla oldu. Kendilerini benden evvel tanıma şerefine nail olmuşlar. Sonra beni de getirip Mister Ziklas ile eşine takdim ettiler!”
Mister Ziklas, “Evet! Bu iyiliklerinden dolayı Peder Efendi Hazretleri’ne nasıl teşekkür edeceğimizi bilememekteyiz.”
Felatun, vakar ile tevazuyu bir araya getiren bir tavırla, “O sizin nezaketinizin gereğidir efendim.”
Aradan bazı havai sözler geçtikten sonra Rakım, “Beyimiz müsaade buyurur musunuz? Biraz da derse bakalım mı?”
Felatun, hâlâ mübarek tebessümünü devam ettirerek, “Hay hay! Hatta ben şimdi hanımları imtihan ediyordum.”
Rakım, “Nasıl? Bari epeyce gelişmiş buldunuz mu?”
Felatun hâlâ o mübarek tebessümüyle, “Hanımların zekâ ve gayretlerine söylenecek söz var mı? Fakat birader, ben bu derslerde bazı şeyler görüyorum da bir mana veremiyorum. Mesela şu elifbada, bu ‘pe, çe, je’ harfleri var mıydı? Biz mektepteyken ‘elif, be, te, se, cim, ha, hı, dal, zal, rı, ze, sin, şın’ diye öğrendik. Bunları görmedik. Bunlara ne isim vermeli?”
Can, “Evet, muallim efendi! Felatun Efendi öyle söyledi. Bizim zihnimiz karıştı.”
Rakım, “Hayır efendim! Bunda zihin karıştıracak bir şey yok. Felatun Beyefendi daha iyi bilirler ama birdenbire zihinlerine gelmedi. Gerçi beyim, mektepte biz buyurduğunuz gibi okuduk ama bizim okuduğumuz elifba yalnız Arapça içindir. Türkçe için fazladan birkaç harfe ihtiyacımız vardır. Mesela ‘paşa, çavuş, müjde’ yazacağımız zaman nasıl yazarız! Elbette bu harflere muhtaç olmaz mıyız?”
Meğerse Felatun Bey, evvelce bu harfleri gördüğü hâlde eski elifbada mevcut olmadığını düşündüğü için fırsat bulmuşken acemi İngilizlere biraz Felatunluk satmak istemiş. Bunun için öğretmenlerinin asla Türkçe bilmediğini ve böyle adamlara müracaat edilirse kızların hiçbir şey öğrenemeyecekleri gibi konulara değinerek henüz kim olduğunu bilmediği Rakım’ı bir güzel aşağılamış ve alaya almış. Ancak şimdi işin aslını öğrenince yüzü garip bir şekilde kızararak, “Evet, evet! Hakkınız var. Anladım!..” diye cevap verdi.
Mister Ziklas, “Ben de böyle düşünmekteyim. Bizde Türkçe harfleri öğrenmek için bir risale var, onda da bu harfler mevcuttur.” dedi
Felatun, “Benim de aklıma geldi efendim. Bir şüphem daha var ama arz etmek için Muallim Efendi Hazretleri’nin müsaadelerini isterim.”
Rakım, “Estağfurullah efendim! Gayemiz hanımefendilerin istifade etmesidir. Şayet uygun bulurlarsa yaptığınız açıklamalardan biz de istifade ederiz!..”
Felatun, “Estağfurullah efendim! Hatırıma gelen şu ki biz şu ‘be’yi görmüşsek de böyle ‘be, be, be’ler görmemişizdir. Hani ya demek isterim ki efendim böyle karışık şeyler ile hanımların zihinleri bozulmazsa daha iyi olurdu.”
Margrit, “Öyle ama bu harfleri öğrenmeden heceleri birbirine nasıl bitiştirebiliriz? İşte babamın demin bahsettiği risale bizim yanımızdadır. Biz, hoca efendinin verdiği dersleri o risaleye uygun değil, ondan daha güzel bulmaktayız.” diyerek risaleyi açıp bahsi geçen harfleri gösterdiyse de Rakım ona fırsat bırakmayıp bir kalem alarak, “Efendim! Faraza ‘Mustafa’ yazacak olsak ‘mim, sad, tı, fe, ye’ diye yazmayız. Bunları mutlaka birbirine bağlayarak yazarız.” deyince Felatun bunun da farkına varmış ve bu defaki utancı, öncekini de geçmiştir.
Amma yaptınız ha!.. Felatun’un harf ve heceleri bilmemesi söz konusu olabilir mi?
Bilmiyor değildi fakat bazı adamlar vardır ki kendi bildikleri şeyleri nasıl öğrenmiş olduklarını bilmezler! Memleketimizdeki insanların çoğu böyledir. İşte Felatun Bey dahi bildiği şeyi nasıl öğrenmiş olduğunu bilmeyenlerdendi. Pek hayret etmeyiniz. Biz bir efendi gördük ki gerçekten kâtip ve güzel yazı yazan birisi olduğu hâlde; divani kırması[7 - Divani kırması: “Divani” yazısının (süslü bir yazı şekli) bir türü (e.n.).] olarak hepsi bir yerde ve birbirine bitişik surette yazdığı “bulunduğundan” kelimesinin o birleşik şeklinin vasfını, her yönüyle göstermek ve tarif etmekten âciz kaldı.
Felatun Bey, düştüğü mahcubiyet üzerine daha fazla duramayıp biraz sonra kalktı gitti. Rakım ise bey gittikten sonra ne fazileti ne de cehaleti hakkında hiçbir şey konuşmadı. Yalnız kendi işiyle meşgul olmuştu. Fakat akşamüzeri oradan ayrılacağı sırada, kızlar ile valideleri ve pederleri bir aradayken Rakım, “Efendim, böyle haftada bir verilen dersi hanımlar için az ve bana gösterdiğiniz lütfu ise hizmetime nispetle çok görüyorum. Rica ederim dersleri haftada iki defaya çıkarmaya müsaade buyurunuz.” demiş ve bu ricası büyük bir memnuniyetle kabul edilmişti.
Bir ay içinde Rakım Efendi’nin Mister Ziklas’ın evinde kazandığı itibarın derecesini öğrenmek ister misiniz? O kadar ki Rakım, aile içinde sadece hoca sıfatıyla kabul edilmezdi. Belki bir aile dostu, ırz ehli, edip, alçak gönüllü bir âlim, kâmil bir kişi olarak görülmüş ve ona göre davranılmıştı.
O akşam Rakım, biraz erkence döndü ve evinde fevkalade bir şey gördü. Gördüğü şey ise Canan’ın orada bulunmamasıydı.
Rakım, “Dadı! Canan nerede?” diye sordu.
Fedayi, “Buradadır, beyim!” diye cevap verdi.
“Buranın neresinde? İşte evimiz üç oda bir sofadan ibaret, her yere baktım yok.”
Fedayi biraz bozuldu, “Buradadır beyim. Şimdi gelir.”
“Canım neredeyse söyle. Söylenmeyecek bir yerde bile olsa söyle. Benden saklı bir işiniz var diye hakkınızda şüphede mi bulunayım?”
“Vallahi beyim biz bu işi senden gizli yapmaya karar vermiştik ama hata etmişiz.”
Rakım telaşla sorar, “Ne oldu canım?”
“Bir şey olduğu yok. Komşumuz… Beyefendi cariyelerine piyano öğretmek üzere bir madam tutmuş. Biz de heveslendik. Sana söylersek izin vermezsin diye korktuk da!..”
Rakım öfkeyle, “Evet dadıcığım! İzin vermezdim. Hâlâ da iznim yoktur. Canan piyano öğrenme hevesine düşmüşse hiçbir arzumuzu geri çevirmeyen Cenabıhak bu isteğimizin yerine gelmesi için de kolaylık gösterir. Sana fikrimi doğrudan doğruya söyleyeyim mi? Sen yanında olmadıktan sonra Canan’ın sokak kapısından dışarı çıkmasına bile razı değilim. Sen yanında olduktan sonra nereye istersen al götür. Dünyanın hâli acayiptir. Sonra kıza verdiğimiz terbiyeyi kabul ettiremezsek yazık etmiş oluruz.” dedi.
Biçare Rakım bu sözleri öyle edebî, uygun bir dil ve eda ile söyledi ki anlatmak istediği fikri Fedayi fazlasıyla anladı. Aradan yarım saat kadar zaman geçtikten sonra Canan da geldi. Beyi eve gelmiş bulunca huzuruna çıktı. Korkudan titriyordu. Rakım, sert bir söz söyleyecek olsa kıza âdeta bir fenalık geleceğini hâlinden anlamıştı.
“Gel bakalım Canan. Gel, korkma yavrum. İşte ben dadıma tembih ettim. Bundan sonra nereye gitmek isterseniz beraber gitmeye izinlisiniz fakat dadım olmayınca kapıdan dışarıya çıkmana bile rızam yoktur. Sen piyanoya mı heves ettin kuzum? Ben sana piyano alırım. Ben de buraya senin için bir öğretmen getirtebilirim.”
Zavallı kızcağız, efendisinin kendisini tekdir etmediğini ve piyano alacağını da vadettiğini görünce sevincinden efendisinin boynuna sarılacağı geldi. Bu inayete teşekkür edecek oldu ancak Türkçeyi henüz güzel konuşamadığı için söyleyeceği söz ağzında kaldı.
Bundan sonra Rakım kendisini, bir piyano ile piyano hocası bulmaya mecbur hissediyordu. Her akşam eve gelip de Canan’ın yüzünü görünce kızın çehresi sanki, “Hani ya vaadin?” diye sual ediyormuş zannederek mahcup oluyordu. O sıralarda fiyatı yirmi beş otuz lira olan bir piyano almaya durumu müsait değilse de bu uğurda bir borca girmeyi göze almak Rakım için işten bile değildi. Fakat asıl mesele hoca bulmaktaydı ki ayda dört beş lira ücret vermek Rakım için güçtü.
Bir gün Rakım, Beyoğlu’nda Mathev Angel adlı bir Fransız dostunun evindeydi. Salonda bulunan dört beş kadın piyano çalıyorlardı ki bunların arasında Mathev’in zevcesi ve kız kardeşi de vardı. Rakım’ı herkes sevdiği gibi o aile de severdi ve hepsi orada bulunmasından dolayı memnun olmuşlardı. Hatta Rakım’ın ricası üzerine esmer ve güzel bir madam piyanonun başına geçip, “O dökülen kumral saç” ile “Hüsnünde var iken” gibi birkaç alaturka hava da çalmıştı. Oradakiler bu havaların Rakım’ı memnun edeceğini düşünürken onun hüzünlendiğini görünce şaşırdılar. Öyle ki sebebini sormaya mecbur kaldılar. Rakım, “Aman, benim çocuk ruhlu olduğumu bilmez misiniz?” diye kendisini savunmak istediyse de kimisi bu durumu Rakım’ın bir aşk ateşiyle yandığına, kimisi de başka şeylere yorunca Rakım, “Hayır efendim, hayır! Gönlüm gerçi pek hassastır ancak henüz kimseye tutulmuş değildir. İşin içinde başka iş var. Bir cariyem vardır ki piyano çalmaya merak sarmış. Bir beyin evine gelen öğretmenden sair cariyelerle beraber ders almaya gidermiş. Henüz acemi, henüz hayata dair bir şey bildiği yok. Böyle bir kızı her yere göndermek bana göre uygun olmadığı için onu gitmekten menettim. Kendisine piyano alacağıma söz verdim ve aklıma yine o geldi de…” diye durumunu açıkladı. Derken sözü edilen esmer madam, söylediklerini tasdik ederek, “Evet efendim! Siz benim en iyi öğrencimi elimden aldınız. Ben öteki aşüftelere bir şey öğretemiyorum. Beş hafta oldu ki o kızı dersten menettiniz. Şimdiye kadar daha da ileriye giderdi.” diye hayıflanınca Rakım bu rastlantıya hayret ederek, “Demek oluyor ki öğretmeni sizdiniz madam.” dedi.
“Evet efendim, o şerefle müşerreftim.”
“Estağfurullah! Fakat!..”
“Yok, kızı ahlakı için menettiyseniz bu konuda haklısınız çünkü diğer arkadaşları pek şeytan şeylerdi.”
Mathev, “Güzel ama şimdi bunun çaresi ne?” diye sordu.
Rakım, “Vallahi efendim çaresi, madama bizim kız için rica etmektir ama…”
Mathev, “Evet, işte o ‘ama’ fena… Ben de bilirim ki fena… Zira bizim Baba Rakım, öyle bir liraya falan öğretmen tutamaz ki!” dedi.
Esmer madam, “Özellikle de ben Rakım Efendi’ye bir liraya gitmem! Daha yüksek bir ücretle gitmek isterim.” diye araya girdi.
Orada bulunanlar hep bir ağızdan sordular, “Nedir bakalım o yüksek ücret?”
Esmer madam, “Büyüktür efendim büyük!.. Rakım Efendi’nin dostluğu!.. Eğer beni dostu olarak kabul ederse her hafta dersten çıkınca onun cariyesine de giderim.” dedi.
Esmer madamın adı Jozefino’dur. Madam Jozefino’nun Rakım’a bu lütfu vadetmesi yalnız Rakım’ı değil, bütün cemiyet halkını memnun etmişti.
Jozefino koşullarını söyledi, “Bak yalnız bir şey var ki o olmazsa olmaz. Bir güzel piyano isterim. Öyle olur olmaz piyanoya parmaklarımı dokundurmam! En az sekiz yüz frangı gözden çıkarmalısın.”
Oradakiler, “Öyle ya!” diye onayladılar.
Rakım, “Olur olmaz piyanoya parmaklarınızı dokundurmanızı ben de uygun bulmam ancak piyano seçme hususunda fazla bilgim yok. Hangi piyanoyu beğeniyorsanız emrediniz şimdi alayım.” dedi.
“Buradan çıkınca beraber gideriz.”
Rakım, Jozefino’nun sunduğu bu teklife de teşekkür etmişti. Gerçi Jozefino bu iyiliği Rakım’dan ziyade Canan’ın hatırı için yaptığını söylese de biz meselenin içyüzünü biliyoruz. O, … Bey’in cariyeleri pek havai meşrep olduklarından hiçbir şey öğrenemezlerdi. Canan ise kendisine bir kere gösterilen dersi hemen kavradığından ileride … Bey, cariyelerinin hiçbir şey öğrenemediklerini söylerse Jozefino, “İşte falan kızcağıza da onlara verdiğim dersi aynen verdim, o pek güzel öğrendi, bunlarsa gayret etmedikleri için öğrenemediler.” diyebilme niyetiyle işi bu şekle getirmişti. Nemize lazım? Rakım’ın ihtiyacı bir öğretmendi. İstediğinden daha iyisini, hem de bedava olarak buldu.
Mathev’in evinden çıktıktan sonra gittiler. Kulekapısı’nda müzik aletleri satan bir dükkâna girip Jozefino’nun seçtiği gayet güzel bir piyanoyu yedi yüz franga satın aldılar. Rakım, dört yüz frangını peşin verdi. Kalanı için de yine Jozefino’nun tavsiyesi üzerine bir ay mühlet alıp piyanoyu sırık hamalına yükleterek evine götürdü.
Vay Canan’daki sevinç! Kız çıldıracak be! Öteki odada dadısının boynuna sarılmış, yüzünü gözünü öpüyor! Bu hâli Rakım da gördü. Canım ne kadar da duygulandı ya? Kızın bu kadar sevinmesi Rakım’ın hislerini uyandırıp gözlerini yaşla doldurdu. Bu imkânı veren Allah’a, çaresiz kalan bir kızcağızı bu kadar sevindirmeyi nasip ettiği için şükretti.
Üç odadan ibaret bulunan evlerini üç kişinin kalabileceği şekilde düzenledikleri gibi, bir de misafir kabul etmek üzere salonlarını döşetmişlerdi. Madem sözü bu kadar açtık. Geliniz şu evin içine bir göz gezdirelim:
Evceğiz bir katlıydı. Zeminde mutfak, kiler, odunluk ve bodrum vardı. Merdivenden çıkıldığında ufak bir sofaya ve karşıdaki camlı kapı açılınca salona girilirdi. Eskiden üç odanın üç kapısıyla bir de hela kapısı salona açılırdı. Sonradan yaptıkları tadilatla Rakım, birisi karşısına ve ikisi de sağ tarafına gelecek şekilde oda kapılarının önüne bir buçuk arşınlık bir bağdadi duvar çektirdiğinden kapılar bir koridorun içinde kalmıştı. Hela ise karşıya gelen odanın sol tarafındaydı ve bu hâlde gerek odalara ve gerek helaya yol veren koridorun yalnız bir kapısı sağ taraftan tam salonun ortasına açılırdı. Salonun sağ tarafı sokağa baktığından, bu vaziyet gereğince odalar aydınlığını sokak tarafından alırdı. Salonun sol tarafta üç penceresi olup bunların ortada bulunanı onun karşısındaki kapıya uygun gelecek şekilde “yırık pencere” denilen camlı kapı gibi bir şeydi. Yanı başlarında bulunan diğer ikisi de âdeta birer pencereydi. Bu pencerelerin açıldığı taraf dört yüz arşın kadar, ufacık bir bahçe olup zemini sokak zemininden yüksek olduğu için salonun camlı kapısından üç ayaklık bir merdivenle bahçeye inilebilirdi.
Evin şeklini ve düzenini anladınız ya! Şimdi bunun içini güzelce boyayınız, kâğıtlayınız, yerlere güzel kilimler döşeyiniz, salonun içine yarım takım kanepe, bir ayna ve bir konsol koyunuz. Aynanın iki tarafına iki güzel resim dahi asınız. İşte böylece Rakım’ın salonunu teşkil etmiş olursunuz. Hele merdiven yanındaki camlı kapıya karşı, duvar dibine bir piyano da konulduktan sonra o mini mini salon ne kadar güzel olur!
Rakım’ın odası, sağ tarafta, en başta bulunan odadır. Kapısından girerseniz hemen karşınızda pencereleri görürsünüz. Odanın sağ tarafı kütüphanedir. Sol tarafında Rakım’ın karyolası görülür. Kapıdan girildiği zaman iki tarafında kalan boşlukta da birer dolap vardır ki içinde antikalar ve tuhaf hırdavatlar vardır.
Bu odanın yanındaki oda Canan’a tahsis edilmiş. Gerçi Canan’ın kendisine kapı komşusu olmamasını istemiş idiyse de bu odanın yüklüğü olmadığından dadı kalfa burada rahat edemeyeceğini belirterek oranın mutlaka Canan’a tahsis edilmesini istemişti. Odaya girildiği zaman yine sol tarafında bir karyola, sağ tarafında ufak konsol üzerinde güzel bir ayna, yanında iki çiçeklik, kapı civarında bir tuvalet takımı, pencere tarafındaki küçük masanın üzerinde ise dikiş malzemeleri falan bulunurdu.
Bu arada şunu da hatırlatalım ki Rakım’ın sadece bir tuvalet takımı vardı, o da Canan’ın odasında bulunduğundan sabahları orada hazırlanırdı.
Dadı kalfanın odasına gelince, bu odanın penceresi yoktu. Koridorun sonunda bulunan bir pencerenin bahçeden aldığı ışık ile yarım yamalak da olsa aydınlanırdı. Bu oda eski zaman odaları gibi dolaplıydı. Dadı kalfa karyolada yatmadığından alaturka yatak takımı yüklükte dururdu. Bu oda aynı zamanda sandık odası olarak da kullanılırdı. Gerek Rakım’ın gerek Canan’ın sandıkları da yüklükteki özel yerlerine konulmuştu.
Jozefino derslerini perşembe günlerine tahsis etmiş olduğundan ilk geldiği gün Rakım Efendi de evdeydi. Madam saat on civarında geldi. Canan gelen hocanın kendi eski hocası olduğunu görünce madamı kucaklayıp yarı Çerkezce yarı Türkçe memnuniyetini göstermişti. Jozefino bir kelime bile Türkçe anlamadığı hâlde o da kızı kucaklayıp öperek Rakım’a “Mösyö Rakım, şu çocuğun lisanını anlamam fakat bunun gözleri, hâl ve tavrı ne demek istediğini pek güzel anlatıyor.” dedi.
Rakım, Jozefino’nun Canan’a gösterdiği muhabbete memnun ve müteşekkir olmuştu. Bu biçare kızcağızı öğrenci değil de bir kız kardeş olarak kabul etmesini tavsiye etti.
Jozefino, Rakım’ın salonunu pek güzel buldu. Hele salondan bahçeye bakıp da tertip ve düzenini görünce daha ziyade memnun oldu.
“Mösyö Rakım, evinizi pek beğendim. Ne kadar zevk sahibiymişsiniz! Vallahi kutu gibi bir saloncuk! Ancak odalarınızı da görmek isterim.”
Rakım, “Madam, evin diğer bölümleri yalnız yatak odalarından ibarettir.” diye karşılık verdi.
“Çocuk olmayınız be!.. Biz bundan sonra dost olacak değil miyiz? Yatak odası dahi olsa görmek istiyorum. Sizin gibi serbest adamların böyle düşünmesine ancak şaşılır.”
Bu lakırtı üzerine Rakım, yatak odalarını da Madam Jozefino’ya gösterdi. Artık Canan’ın kabiliyetlerinden uzun uzadıya bahsetmeye lüzum var mı? Jozefino odaları tertemiz bir hâlde buldu. Her şey yerli yerinde, her şey intizamlı… O kadar memnun oldu ki böyle bir eve, böyle bir cariyeye sahip olmanın en büyük saadet olduğunu defalarca tekrarladı. Rakım, dadısı Fedayi’yi takdim edip onu validesi olarak gördüğünü belirttiğinde o da Jozefino’nun iltifatlarına mazhar oldu.
Bugün Canan’ın, Rakım Efendi’nin evine gelişinin üçüncü ayıydı. Jozefino bir aydan beri Canan’ı görmemişti. Bu süre zarfında Canan her bakımdan gelişmiş ve değişmişti. Yüzüne canlı bir renk geldiği gibi, güzelliği de artmıştı. Jozefino yarım saat içinde Canan’ın dersini verip bitirdikten sonra Rakım ile Canan hakkında bir iki şey söylemeye mecbur kaldı, “Uzatmayınız Mösyö Rakım! Cariyeniz pek güzel, pek zeki ve pek etkileyici!..”
Rakım, “Daha yavaş yavaş açılır madam!” diye karşılık verdi.
“Onu demek istemiyorum! Siz de gençsiniz, o da! İki genç bir yerde, fena âlem değildir ha?..”
“Yok, işte bu düşünceniz yanlıştır.”
“Niçin yanlış olsun? Sanki ayıp bir şey mi?”
“Niye ayıp olacak? Zaten benim cariyemdir.”
“Öyleyse niye?..”
“Ama ben kendisini kız kardeş gibi seversem daha ziyade memnun olacağım.”
“Durunuz bakalım, o sizi kardeş gibi sevecek mi?”
“Benden kardeşlikten başka bir şey görmezse ne yapacak? Elbet o da beni kardeş gibi sevecek.”
“Onlar bugünkü lakırtıdır kuzum. Durunuz bakalım, biraz daha zaman geçsin de… Siz de melek misiniz sanki? Bir güzelden istifade etmeyi protesto mu ediyorsunuz?”
“Yok, hatta bu istifade için fedakârlık bile ederim ama Canan’ı o yolda terbiye etmek istemem.”
“Neyse, sizi tebrik ediyorum!”
Bu konuşma bittikten sonra saat on bir buçuğa gelmiş olduğundan Jozefino; Rakım’a, Canan’a ve Fedayi’ye veda ederek gitti.
Bu Canan’ın niçin satın alındığını hatırlıyorsunuzdur. Güya ihtiyar Fedayi’yi rahat ettirmek için alınmıştı. Öyle değil mi? Hâlbuki biçare Fedayi hâlâ mutfaktan çıkamamıştı. Canan’ın kendisine yardımı, yalnız üst katın hizmetini üstüne almasından ibaretti. Haftada bir gün çamaşır yıkar, sair zamanlarda ise giyinmiş kuşanmış olarak dersiyle, dikişiyle uğraşırdı. Hele piyano geldikten sonra artık bir dakikasını bile boş geçirmemeye başladı. Dersten usansa piyanoya, piyanodan usansa dikişe otururdu. Sadık Fedayi ise kızcağız ne kadar kendisini eğlendirirse o kadar memnun olurdu.
Fedayi’nin bu kızı Rakım’dan kıskanmadığına hayret eder misiniz? Ne mümkün, Fedayi’nin elinden gelse kızı kaptığı gibi Rakım’ın koynuna sokacağı ortadaydı. Hatta, “Benim beyim melek midir nedir? Karşısında huri gibi kız gezdiği hâlde asla alıcı gözüyle baktığı yok.” diye canı sıkılıyordu. Her ne zaman moda olan bir kumaş çıksa dadı kalfa, Rakım’a rica ederek, “Gençtir, giyinsin kuşansın, karşında temiz gezsin.” diye mutlaka aldırır ve aldırdığı anda nerede güzel biçki biçen bir hanım varsa götürüp rica minnet en yeni modaya uygun olarak kestirir ve kızın kendisine diktirip giydirirdi. Sonra Canan aldığı kumaşları kesmek için dahi kimseye muhtaç olmadı ya! Hangi entari kendisine daha ziyade yakışırsa onu söker ve onun üzerinden yenisini kestirip yeniden dikerek isteğine ulaşırdı. Biçare kızcağız endam düşkünü, güzellik fakiri değildi ki giydiği kendisine yakışmasın. Ne giyerse kendisine kaşık gibi yakıştırırdı.
Okuyucular içinde bu kadar saadeti Rakım için çok görenler varsa ona haksızlık etmiş olduklarını kendilerine hatırlatırız. Bir adam ki yedi sekiz sene, gece gündüz demeyerek göz nuru döküp eğitim öğretimini tamamladıktan sonra bu kadar mükâfata bile sahip olmazsa ilim ve marifetin ne meziyeti kalır?
Tahsilde Canan nasıl hızlı ilerliyorsa İngiliz kızları da o süratle kendilerini geliştirmektedir. Bunlar her ders gününde hocalarına kırk elli kadar Türkçe kelimenin anlamını sorarak ve bir deftere kaydederek ezberlerlerdi. Bu şekilde çat pat Türkçe konuşmaya bile başlamışlardı. Hele okuma yazma hususunda, başka hocalardan bir senede öğrenemeyecekleri bilgileri Rakım’dan çok daha kısa bir sürede öğrenmişlerdi.
Kendisine ailece duyulan hürmet ve riayete dayanarak ve fazla gelişen muhabbet gereğince Rakım, bazen akşam yemeği için bunların evinde kalmaya başladı. Hele bir pazar günü ailece Kâğıthane’ye gidilmiş ve Rakım’ın onlara refakatinden dolayı hepsi de çok memnun olmuşlardı. Gerçi münasebet ve muhabbet yalnız bu derecede kalmadı. Mister Ziklas’ın diğer İngilizler gibi denize merakı olduğundan ve Rakım’da da bu merak ondan aşağı kalmadığından, Ziklas’ın satın aldığı iki güzel sandaldan birini Salıpazarı Limanı’nda muhafaza etmek üzere Rakım’a verdiler. Bazı pazar günleri Rakım sandalı Tophane İskelesi’ne getirerek İngilizlerle orada buluşurdu. Kadıköy’e, Adalar’a doğru çıkıp yelken açarlardı fakat bu sandal seyahatleri çeşitli yorumlara sebep olacağından bununla ilgili birkaç satır bilgi vermemiz lazım gelir.
Can ile Margrit sandal ile seyahate çıktıkları zaman kendilerine mahsus deniz kıyafetlerini giymeyi alışkanlık hâline getirmişlerdi. Ayaklarında ruganları, kafalarında gemici şapkaları vardır ki etrafına bir mavi kurdele sarılmış ve yine bir mavi kurdele çene altından geçirilmiştir. Saçlar toplanmış ve kuru kuruya taranıp omuzlar üzerine salıverilmiş. Üzerlerinde bir beyaz Frenk gömleği ki yakaları mavidir, devrik yerinde birer beyaz çapa resmi bulunuyor. Gömleklerinin kolları da mavidir. Şinelvari kısa yağmurluklarını lüzumuna göre üzerlerine alırlardı. Altlarında dizden yukarıya kısa ve beyaz bir fistan vardı. Bunun omuzlarında da mavi kurdeleden askılar bulunuyordu. Ayaklarında dizden yukarıya kadar birer beyaz çorap, bunun üzerine baldırlara kadar yükselen birer çift mavi potin… İşte bir de mavi canfesten, yarım daire şeklinde bir boyunbağı bu giysiyi tamamlardı.
Bu iki genç tayfa kürek oturaklarına oturdukları zaman Ziklas dümen tarafında kalır ve Rakım ile Mrs. Ziklas karşı karşıya otururlardı. Yelkeni fora etmek, sarmak iki genç tayfanın işi olup şayet kürek çekmek icap ederse o zaman dümenin kontrolünü Mrs. Ziklas eline alırdı; kocası, Rakım ve iki güzel tayfa da küreğe geçerlerdi. Sandalın içinde atıştırmalık pek çok şey bulunduğu gibi en âlâ arpa suları da eksik olmadığından Rakım, bu sandal seyahatlerindeki zevk ve sefaya doyamazdı. Hele rüzgâr azalıp da kürek çekmek zorunda kalındığı zaman büyük kız pruva tarafından birinci hamlada, Rakım ikincide, küçük kız üçüncüde, babaları da dördüncü hamlada bulunur, İngiliz gemicileri gibi küreklere eğilerek asıldıkları gibi ta sırtüstü yatıncaya kadar da yaslanırlardı. Küreklere asılma sırasında sırtüstü yatınca biraz yan tarafta kalsa bile Rakım kendisini büyük kızın kucağına yaslanmış ve küçüğü de kendi kucağına dayanmış görürdü ki her şeyden ziyade lezzet aldığı hâl buydu. Bu durum valide ve pederlerine bir şüphe verir miydi dersiniz?
Vay!.. Rakım’da böyle hevesler de vardı ha!..
Niçin olmasın? Size Rakım’ı, melekler gibi yemez, içmez, cinsiyetsizdir diye mi tarif ettiler? Gerçi Rakım’ın aldığı lezzet bütün bütün hissî ve vicdani idi. Bundan ötesini asla hatırına bile getirmediği için valide ve pederlerine en küçük bir şüphe dahi vermezdi.
Sandal seyahati dedik de hatırımıza geldi. Bir gün Felatun Bey, yine Mister Ziklas’ın ailesiyle sandal seyahatine çıkmıştı. O gün biraz lodos vardı Adalar’ın açıklarında da büyük dalgalar oluşmuştu. Yelken açtıkları esnada dalgaların sandalı karpuz gibi kaldırıp da yere vurması, İngilizler için büyük bir zevke vesile olduğu hâlde Felatun Bey’in kanı başına sıçramıştı ve hele bir defasında, “Anacığım! Anacığım!” diye bağırmıştı. Gerçi İngilizler önce bu bağırıştan bir şey anlayamadılarsa da beyin hâl ve tavrından onun büyük bir korkuya kapıldığını anladıkları için o günden sonra birkaç defa onun bu korkusu ile eğlenmişlerdi. Bu durum Rakım tarafından da duyulmuştu.
Söz yine Felatun Bey’e mi geldi?
Öyleyse haber verilecek ufak tefek birkaç şey daha kaldı ki şu sırada onları da söyleyelim.

Dördüncü Bölüm
Kışın gelmesiyle günler kısalmış olduğundan Rakım Efendi İngiliz kızlarının derslerini akşam saat ikiden üç buçuğa kadar tayin etmişti. Gerçi kendisi zamana riayet konusunda en az bir İngiliz kadar dikkat ettiğinden hep tam saatinde gelir, ikide derse başlardı. Ancak gerek kızlar ve gerekse valide ve pederleri ders akşamları saat yarımda gelerek yemeğe kalmasını rica ederlerdi, bir akşam Rakım yemeği bunların evinde yemek için Beyoğlu’na erken çıkma gereği duydu ve yola koyuldu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/felatun-bey-ile-rakim-efendi-69428848/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Ortaokul

2
Devlet dairesi.

3
Eskiden vezirlerin maiyetlerinde bulunan silahlı görevliler.

4
Meymenetli: Uğurlu

5
Mrs. Ziklas: Bayan Ziklas (e.n.)

6
Kanterburi: “Canterbury” diye yazılır. İngiltere’de bulunan bir şehrin adıdır (e.n.).

7
Divani kırması: “Divani” yazısının (süslü bir yazı şekli) bir türü (e.n.).
Felatun Bey ile Rakım Efendi Ахмет Мидхат
Felatun Bey ile Rakım Efendi

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Modernleşme ve Batılılaşma yolundaki Osmanlı′yı mercek altına alan, yazarının Batılılaşmanın nasıl olması gerektiği hakkındaki fikrini ortaya koyan bu romanın ana karakterlerinden Felatun Bey, Batılılaşmayı yüzeysel olarak yorumlamış biridir. Batı’nın gerçek değerlerini alarak hayata atılan Rakım Efendi ise her bakımdan kendisinden farklıdır. Romanda, Rakım Efendi’nin yaşayışı ile Felatun Bey’in içine düştüğü gülünç durumlar, dönemin manzarası eşliğinde resmedilir. “(…) Önce Ahmet Mithat Efendi, okuyucuya öğretmenlik yapıyor, sonra o ve diğerlerinin gayreti ‘nasıl Osmanlı kalsak da Frenk mukallidi olmasak’ tezi etrafında yoğunlaşıyor. Tanzimat’tan bu yana hangi esere baksanız bir Rakım Efendi ile Felatun Bey karşılaştırması bulursunuz. Bu sabitleşen züppe ile Osmanlı kutuplaşması konusu, Osmanlı aydınının modernleşme olgusunu kavramaktaki aczinin bir göstergesidir…” İlber Ortaylı, “Gelenekten Geleceğe” bu laubalice hareketine şaşırmışlardı. Çünkü onlar İngilizler kadar da sıcak değildirler. Hele Fransız ailelerince Nasuh’un bu hareketi yabancılığına yoruldu. Zira Paris’te ya şehvani bir menfaat veyahut nakdî bir fayda icap etmez ise birbirini bilmeyen iki adam arasındaki münasebet pek bayağı bir hâlde kalır gider.

  • Добавить отзыв