Bahtiyarlık
Ahmet Mithat Efendi
İdealist, azimli, hayatın gerçeklerinden haberdar Şinasi’nin yerli imkânları kullanarak sağladığı başarı ile alafranga düşkünlüğünün ve hilekâr yapısının cezası olarak İsviçre’ye gidip kayıplara karışan Senai’nin trajikomik dramını işleyen Ahmet Mithat; köy hayatına olumlu bir bakış açısıyla yaklaşır. Senai, köydeki arazileriyle Karun kadar zengin babasından aldığı öğütlerle şehir hayatının özentisi içerisinde Mekteb-i Sultaniyi bitirdikten sonra avukat olup Avrupa’ya gitme hayalindedir. Şinasi’nin ise hedefinde okulu bitirdikten sonra köye gidip tarım ve ticaret alanında kendini geliştirmek vardır. Böylelikle iki zıt karakter bahtiyarlığı bulma gayesindedir. "Vücudum sakat değil, tam! Aklım noksan değil, kâmil! Yaradılışımda, fıtratımda tembellik yok; çalışkanlık var! Karar verme gücüm, miskinliğe rızadan ibaret değil; bahtiyarlık arzusundan ibaret! İşte Cenabıhak bunları her kime verirse o adam bahtiyar olabilir."
Ahmet Mithat Efendi
Bahtiyarlık
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
BİRİNCİ BÖLÜM
“Mektepte”
Bahsedeceğimiz mektep kadim Galatasaray’ın değiştirilmesiyle meydana gelen Mekteb-i Sultanidir. Hamdolsun padişahımızın sayesinde mekteplerimiz çoğalmışsa da diğerleri henüz ne bir tarihçinin ne de hayalî bir tarihçi demek olan romancının meşgul olabilecekleri kadar eski ve kadim değildir.
Birinci bölümümüzün başlığına “Mektepte” dedik. Şimdi haber verelim ki, mektebe isnat edeceğimiz hâl de Mekteb-i Sultaninin üçüncü senesini teşkil eden sınıfta meydana geliyor.
Mekteplerin çoğalması mektepli dünyasının ne demek olduğunu, yani geceli gündüzlü mektepte bulunan çocukların yatakhane, yemekhane, dershane, teneffüshane gibi yerleri hep ayrı olduğunu ve her hanede oraya mahsus olan işlerin görüldüğünü, aksi hareketlerin yani yatakhanede derse bakmak ve dershanede sohbet etmek gibi her mahallin durumuna uygun olmayan hareketlerde bulunulamayacağını okuyucularımıza uzun uzadıya anlatmak mecburiyetinde değiliz. Şu kadarcık bir şey arz edelim ki yatakhaneler öğrencilerin yalnız uyku mahalleri olarak kullanılıyor. Oralarda uzun uzadıya sohbet edilemezse de birisinden diğerine kol yetişemeyecek kadar uzak olan karyolalarda öğrenciler yattıkları vakit uykuya dalıncaya kadar yatak komşularıyla biraz konuşabilirlerdi. Gerçi bu da, bazen hoş görüldüğünden geceleri sabaha kadar yatakhaneyi bir ucundan öteki ucuna doğru oraları ölçercesine kumaştan yapılma terlikleriyle gezen görevliler, karyolalar arasındaki her türlü konuşmayı menetmeye memursalar da, uykuya varıncaya kadar bazı arkadaş olan çocukların konuşacakları kelimeleri bazen duymazlığa vurmak da bunlar için talebeler hakkında bir hoşgörü sayılabilir.
Şimdi Mekteb-i Sultaninin üçüncü sınıf öğrencilerinin yatakhanesinde Senai Efendi ile Şinasi Bey arasında teneffüs odasında birkaç söz edilmekteydi. Senai, şehirlerdeki medeni hayatın pek şiddetli ve gayretli taraftarı olduğunu söylerken; Şinasi ise bilakis kır ve sahra âlemini tercihte bulunuyordu. Dolayısıyla birbirine yatak komşusu bulunan bu iki sınıf arkadaşı, yataklarına yatmak üzere bulundukları zaman dahi gündüzden bitirememiş oldukları sohbetleri bitirmeye çalışıyorlarmış gibi bir hâlde bulunuyorlardı. Senai dedi ki:
“Mesela sizin beğendiğiniz köylülük âleminde pireli bir toprak üzerine serilmiş bir kilim üstünde yatmakla, şehirlerin şöyle sakız gibi çarşaflı karyolaları üzerinde yatmak eşit midir?”
Şinasi: “Sizin pederiniz de pireli bir yerde kilim üzerinde mi yatıyordu?”
“Siz pederime ne bakıyorsunuz? Pederim gibi bir ağa, üç dört köyde bir bulunmaz.”
“Sakız gibi çarşaflı karyolalar üstünde yatan şehirliler de üç dört mahallede bir bulunmaz. Geçen sabah hamama giderken mektep kapısının parmaklığı önünde çimento üzerine yatmış bulunan bir fakir kadınla üç dört çocuğuna birlikte acımamış mıydık?”
“Hakkınız var. Fakat insan köyden ziyade elbette şehirlerde kolaylıkla bahtiyar olabilir. O kadın çimento üzerinde yatıyorsa da cihanı ve cihanın terakkisini köyde hilalli çarşaflar üzerinde yatan pederimden ziyade görmüş tanımıştır. Cihanı o kadının görüp tanıdığı kadar bilmek dahi pederimin hayvancasına yiyip içmekten, yatıp kalkmaktan ibaret tanıdığı hayata tercih olunur. Zaten pederim de böyle söylüyordu. ‘Oğlum! Bari sen benim gibi hayvan kalma. Şehre git! Oku! Yaz! Terbiye ol! Talihinde varsa paşa bile olursun. Benim gibi çiftçi kalmak bahtiyarlık mıdır?’ derdi.”
“Garip şey! Benim pederim de aksini söylerdi. ‘Şehirlerde insanın serveti, geleceği ne kadar çok ne kadar yüksek olursa rahatsızlığı da o kadar artar. Refah ve saadet, büyük cemiyetlerden uzak yaşamaktadır.’ derdi.”
“Canım köylülük âleminin bu kadar âşığıysanız köylü olunuz! Köye gidiniz! Ben şehirli olacağım.”
“Evet! Köye gideceğim! Köylü olacağım. Kendimce ettiğim arzuda talih yardım ederse beni mutlaka köylü göreceksiniz.”
“Allah arzunuza nail etsin kardeşim! Beni de arzularıma nail eylesin. Ben kendimde istidat görüyorum. Tahsilime de istidadım derecesinde gayret gösteriyorum. Köylerde Voltaireler, Jean Jacques Rousseaular, Shakespeareler yetişebilirler mi? Ben onlar gibi olmak istiyorum. Hâlbuki babamın istediği gibi bey paşa olmak için de insana köy değil şehir lazımdır.”
“Benim muhakememe kalırsa insan vatanına faydalı bir adam olmaya çalışmakla beraber asıl kendine faydalı bir adam olmalıdır. İnsanın nefsi her şeyden öncedir. Şehirlerde bir adam yine medeni hayat gereğince o kadar çok zorluklar ve mâniler içinde bulunur ki, sizin gibi genç girişimcilerden binde birisi bunları aşamayarak umutsuzluğa düşerler. Hâlbuki şehirlerde başarılı olamayan ve umutsuzluğa düşen on binde dokuz yüz doksan dokuz girişimciler köyde olsaydılar nefislerine, vatanlarına faydalı adamlar olmak neticesini daha kolaylıkla ele geçirebilirlerdi. Her ne ise sözün en doğrusu demincek etmiş olduğunuz temennidir. Allah herkesi arzusuna nail ve muvaffak eylesin vesselam.”
İki mektep arkadaşının sohbetten kalan sözleri olmak üzere buraya kaydettiğimiz sözleri bunların hâllerine şanlarına dair bize epeyce malumat verebilmiştir. Anlaşılmıştır ki, Senai bir köy ağasının oğlu olup şehirde talim ve terbiye görerek büyük adam olmak, pederinin de arzu ettiği bir şey olduğundan şehre bu maksatla gelmiştir. Şinasi ise şehirde büyüdüğü hâlde şehirlerin dağdağasından bıkmış usanmış bir adamın oğlu bulunması hasebiyle insan için bahtiyarlık denen şeyin şehirlerde nasip olmayacağı suretinden ibaret olan tecrübeyi pederinden hazırca bulmuş ve o hikmet gereğince, bu köy hayatı fikrini zihnine koymuştur.
Bu iki genci okuyucularımıza daha güzelce tanıtmak için biraz da pederlerinin ahvalinden bahsedelim:
Senai Efendi, Hüdavendigâr vilayetinin Söğüt taraflarında bulunan bir köyde Yamalı Musa Ağa adıyla tanınan bir adamın oğludur. Pederinin yekpare bir çiftlik suretinde geniş bir arazisi yoktur. Ancak memleketin beş altısında mutasarrıflık yaptığı; dolayısıyla farklı yerlerde birçok farklı araziye sahip olduğu, bu arazinin toplamı yedi sekiz bin dönüme varmıştır. Bununla birlikte en büyük zirvesi Keşiş Dağı adıyla bilinen ve Toros Dağları içine doğru uzanan yerlerde hadsiz hesapsız orman ve meralara da sahip olmuştur. Bundan başka nerede iki taş çevirmeye kabil bir su akıntısına rast gelmişse bir değirmen inşa etmek suretiyle istifade ettiği gibi Söğüt kasabasında bir ipek fabrikası, bir han ve Bursa’da beş on dükkândan ibaret geliri de vücuda getirmiştir.
Musa Ağa’nın bu mülkü bir değil; beş on Musa Ağa’yı tamamıyla bahtiyar etmeye kâfi olduğu elbette okuyucularımızın hatırına gelmiştir. Ancak bunu Musa Ağa’nın hatırlaması zordur. Elde ettiği arazi ve emlaki idare etmeye gücü yetmez ve onun yorgunluğuna değmez diye ve binlerce kese akçe kazanmak için en büyük hevesini vergi toplama işine vermiştir. Öşür vergisini topladığı köylerde, ahalinin mahsulatının vergisini toplamaya başladıkça üç katını ve belki de dört katını zorla toplardı. Bu keyfîliğe biçare köylüler feryat ve figan içinde hükûmete müracaat edecek olsalar, hükûmet meclisindeki aza ve âyanın hemen tümü Musa Ağa’nın ahbabı veya ortağı olduğundan yine köylülerin haksız çıkacakları aşikâr bulunmakla biçareler vergi toplayan ağanın zulümlerine ister istemez boyunlarını bükerek uymak zorunda kalıyorlardı.
İşte bu suretle Yamalı Musa hakikaten Karun’un malına yakın bir servete sahip olduğu hâlde dahi gözü bir türlü doymuyordu. Dünyada bir bahtiyarlık var ise o da İstanbullu olmaktan ve devlet ricaline mensup bulunmaktan ibaret olduğunu zihnine koymuştu. “Ah! İstanbullu bulunsaydım da bir eyalet valisi değilse bile hiç olmazsa bir sancak mutasarrıfı olsaydım bak o vakit paranın belini nasıl kırardım!” diye her zaman yakınmalarda bulunurdu.
Böyle bir babanın oğlu olan Osman Kâmil, pederinden bu yoldaki sözleri hemen beşikte işittiği ninniler arasında duyup bellemeye başlamıştı. Hitap ve cevaba kudret kazandıktan sonra ise “Ben paşa olacağım.” sözünü âdeta hiç dilinden düşürmemişti. Çocuk, köyde köy imamı vasıtasıyla okumaya başlamıştı. Fakat bu gidişle imam derecesinde âlim olsa bile bununla bir büyük memur olmanın mümkün olamayacağını Yamalı Musa öğrenmekle, çocuğu Bursa’ya gönderip ortaokula yazdırmıştı. Çocuğa bakmak üzere validesini de Bursa’da özel olarak hazırlattığı bir haneye göndermiş ve o suretle artan masraftan mümkün mertebe istifade yolunu temin için de köyde sakin kalan hanesine ikinci bir hanım getirip onunla da ikinci evliliğini yapmıştı.
Gerçi Osman Kâmil’in validesi şu hâlden asla memnun olamamışsa da Yamalı Musa öyle bir kadının memnuniyetine, memnuniyetsizliğine kulak verecek takımdan olmadığı gibi kadıncağız bol bol kızmaktan, yakınmaktan başka kendisine teselli verecek bir şey bulamamıştır.
Osman Kâmil, Bursa’ya geldiği zaman altı yaşında ancak vardı. Beş sene Bursa’da kaldı. Bu zaman zarfında tahsilini epeyce ileriye götürdüyse de bu konudaki aferin ne Osman’a ve ne de ortaokula verilmedi. Zira bunu hak eden validesiydi. Çünkü kadıncağız yılda birkaç kerecik Bursa’ya gelip kendisini gören bir zevce ile hayalini meşgul etmediğinden bütün kuvvetini oğlunun terbiyesine vermişti. Ortaokuldan başka Vali Paşa’nın divan efendisi vasıtasıyla dışarıda da yazı öğrenmeye ve Fransızcanın başlangıcı gibi dersler alarak çocuğunu Bursa için mümkün olabilen derecenin biraz da fevkinde terbiyeye muvaffak olmuştu.
Çocuk on beş yaşındayken Bursa Ortaokulundan birincilik diplomasıyla mezun oldu. Bazı dostlar Osman Kâmil’in liseye verilmesi nasihatinde bulundular. Validesi de askerî terbiyenin kıymetini takdire muktedir akıllı bir kadın olduğu hâlde, pederinin arzusu çocuğu asker yapmak değil; mülkiye[1 - Günümüzdeki karşılığı, Siyasal Bilgiler Fakültesi.] yolunda büyütmekti. Validesi çocuğunun bu mektebe verilmesini Yamalı Musa’ya hatırlatınca Musa Ağa, Mekteb-i Sultanide[2 - İstanbul’daki Galatasaray Lisesi.] neler okunduğunu ve ne ücretle çocuğa bakıldığını araştırmaya başladı.
Hesap, matematik, fizik ve kimya gibi şeylerin ne olacaklarına bir türlü akıl erdiremiyordu. Hele Fransızca lisanı ağanın tümüyle suratını ekşittiyse de sonra bu mektepten çıkanlardan başka kimsenin büyük adam olamayacağını ve hele siyaset, politika memurlarının bile bu mektepten çıkabileceklerini duyunca, biricik oğlunu Mekteb-i Sultaniye vermek mecburiyetine katlandı.
Çocuk, Mekteb-i Sultaniye verilinceye kadar aradan iki sene daha zaman geçmişti. Validesiyle beraber on üç yaşındayken İstanbul’a gelmişse de varışları kasım ayına denk gelmişti. Dolayısıyla kendilerini toplayıncaya kadar bir iki ay daha zaman geçtiğinden ve yaz tatilini müteakip mektebe kaydolunacak çocuklar yazılıp sınıflar da derse başlamış olduğundan çocuk o sene de Mekteb-i Sultaniye girememişti.
Ya bir sene daha çocuk boşta mı kalsın? Hiç Bursa Ortaokulundan iyi bir diplomayla çıktıktan sonra validesi kendisini iki sene boş mu bırakmıştı ki bir sene daha boşta kalsın?
Bursa’da çocuğu bir yandan medreseye gönderdi ve bir yandan da Arapça ve Farsçasını ilerletmesi için gayret sarf etti. Yazı yazmayı da gereği gibi öğretti. Çocuğun İstanbul’daki zamanının da boş geçmemesi için tahsil ve terbiyesine de hep bu yolda gayret gösterdi. Osman Kâmil ismi de bazı sebeplerle sonradan Senai oldu. Senai, sonunda Mekteb-i Sultaniye de yazdırıldı.
Senai’nin daha çocuklukta sürekli tekrar ettiği ve hiç dilinden düşürmediği, “Ben paşa olacağım.” sözü pek çok zamanlar da dilinden düşmedi. İşte ezcümle Şinasi ile olan sohbetinde dahi yine bu hüküm üzerine bahsi yürüttü. Şu kadar var ki, “Ben paşa olacağım.” sözünün çok da mümkün olamayacağını öğrenince, bu defa da yalnız şehirlerde alınacak terbiyeyle varılacak mertebelerin en yükseğine varmayı maksat edindi.
Şinasi’nin babasının şehirli olduğunu biliyoruz. Şimdi öğrenelim ki çok da zengin birisi değildir. Bu adamın ismi Semih Efendi’dir. Asıl ilmiye sınıfından yetişmiş ve sonradan da mülkiyeye geçmiştir. Bilgi olarak akranlarından daha ileri seviyedeydi. Epeyce büyük memuriyetlerde bulunmuşsa da her memuriyetin maaşı ona göre masraflarını da arttırmıştır. Semih Efendi, bu isminden ziyade “Afif”[3 - Temiz, güzel nezih, iffetli ve namuslu olan adam.] ismine layık birisi olarak temiz, güzel, nezih, iffetli ve namuslu davranarak zengin olmaya hiç çalışmamıştır.
Semih Efendi’nin ilim irfanca akranlarına üstün olduğu gibi zekâsının kuvveti yüz binde bir adama nasip olamayacak mertebedeydi. Dünyanın gidişatı ve yaşantısı hakkında isabetli görüşleri vardı. Bu derin bilgi ve hikmetiyle derdi ki: “Memur olan adam maaşı karşılığında bütün ömrünü, devletine milletine satmıştır. Bu adam memuriyet işlerinden, devlet ve milletinin hizmetinden başka hiçbir şeye zihin ve zamanını sarf etmemelidir. Sarf ederse bunu da bir hırsızlık saymalıdır.”
Gerçi şu sözleri söylediği vakit Semih Efendi artık yaşlanmıştı ve emekli olmayı düşünüyordu. Artık evladının da belli bir yaşa geldiği için kendi geçimini sağlayabileceğini düşünüyordu. Adamcağız, sanat ve ticaret yollarının memuriyet yoluna tercih edilebileceğini de savunuyordu. “Bir sanat veya ticarette sebat ve gayret sonucunda milyonlar kazanmak mümkündür. Memuriyetteyse iffet, sadakat ve istikamet feda edilmedikten sonra böyle bir servet kazanmak mümkün olamaz.” derdi. Ne çare ki on yaşına kadar sanat ve ticarete dair her şeyin cahili olan adamcağızın bir de o tarafa kayması mümkün olamadığından oğlu Şinasi’ye: “Ben bu dünyada bahtiyar olamadım. Bari sen bahtiyar ol.” diye bütün bu düşüncelerini ona aktarırdı.
İşte Şinasi’nin de köylülük âlemi hakkında peyda etmiş olduğu fikir ve düşünceleri bu suretle olgunlaşmıştı.
Şinasi’nin ilk tahsiline dair tafsilat vermeye muhtaç ve mecbur değiliz. Semih Efendi gibi bir adamın oğlu, bu ilk bilgilere ihtiyaç mı duyar ki, biz de bunlar hakkında bilgi vermeye ayrıca mecburiyet duyalım. Dolayısıyla çocuğun talim ve terbiyesine dair tafsilat vereceğimize şunu arz edelim ki:
Bir gün Semih Efendi birkaç ahbabıyla dünya işlerine dair konuşuyorlardı. Memuriyet, sanat ve ticaret hakkında şimdiye kadar bize malum olmuş bulunan fikirlerini dostlarına anlatıyordu. İçlerinden birisi, “A sultanım! Oğlunuzu sanatkâr veyahut tüccar yapacaksınız. Şöyle pek de zengin bulunmadığınız hâlde senede üç beş kuruş masrafa tahammül ederek Galatasaray’a yazdıracağınıza bir sanata çırak verseniz konuştuklarınız ile yaptıklarınız daha münasip düşmez miydi?” deyince koca hâkim gayet latif bir tebessüm eyledi ve dedi ki:
“Efendim! Ben oğlum sanatkâr olsun diyorsam yorgancı veyahut yemenici çırağı olsun demiyorum… Ben oğlum tacir olsun diyorsam bakkal veyahut attar olsun demiyorum. İstanbul, Galata ve Beyoğlu mağazalarını gezip sanayinin terakkisine vesile olan bunca sanatlı şeyleri görmüyor musunuz? Üstatlarından gördüklerinden başka bir şey yapmayanlar bu mevcut eserleri bu yeni icat edilmiş şeyleri ortaya koyabiliyorlar mı? Bahçekapı’sı ve Galata gibi ticaret merkezlerinde bulunan mağazaları görmüyor musunuz ki içlerinden birer yazıhaneden başka bir şey bulunmadığı hâlde size iki kelimeyle iki bin kese akçelik mal devrediyorlar bunlarla kırk paralık kuru kahve satan tüccar arasındaki farkı bulamıyor musunuz? İtikadımız gereği tahsil ve talim yalnız devlet memuriyeti mesleğinde bulunanlara mı mahsus kalacak? Okumanın, ilmin lüzumu olmasaydı, dünyadaki gelişmelerde akılları hayrette bırakan bu yeni keşifler mümkün olabilir miydi? Ben oğluma muhtaç olduğu ilmi, irfanı vereyim ve bu şekilde kendi ilmî tecrübelerimi de öğreteyim de ondan sonra ne olacaksa, neyle meşgul olacaksa onu kendi iradesiyle karar verip yapsın. Ben şimdi kendi kendime düşünüyorum ki, ben Şinasi’nin nasıl babası isem benim de öyle bir babam bulunmuş olsaydı ben bahtiyar olabilirdim. Cenabıhak bir kimseyi bahtiyar etmek için ne verebilirse bana vermiştir. Vücudum sakat değil, tam! Aklım noksan değil kâmil! Yaratılışımda, fıtratımda tembellik yok çalışkanlık var! Karar verme gücüm miskinliğe rızadan ibaret değil; bahtiyarlık arzusundan ibaret! İşte Cenabıhak bunları her kime verirse o adam bahtiyar olabilir. Fakat aldığı terbiye ve seçtiği meslek benim terbiyem ve benim mesleğimin aynısı olmamalıdır. Benim Şinasi’ye verdiğim terbiye ve ona gösterdiğim meslek olmalıdır.
İşte Semih Efendi’nin ahbabına arz ettiği şu hususlar kendi oğluna verdiği terbiyenin bir nevi özetiydi. Bu hikmettendi ki Söğütlü Yamalı Musa’nın oğlu Senai Efendi daha medeni gördüğü şehirde çalışıp kazancını temin etmeye bahtiyar olma hevesindeyken; İstanbullu Semih Efendi’nin oğlu Şinasi ise medeni gelişmeyi ve bahtiyar olmayı İstanbul’un dışında aramayı zihnine koymuştu.
İKİNCİ BÖLÜM
“Senai”
Beyoğlu’ndaki Flamme kahvehanesini acaba okuyucularımız unuttular mı? İhtimal ki pek çokları bunun vücudundan haberdar bile olmadılar. Öyleyse hiç şüphe etmemelidirler ki bundan dolayı en bahtiyar olanlar da kendileriydiler. “Niçin” mi dediniz? Onu şimdi anlarsınız.
Flamme “alev” manasına geldiğinden bir zamanlar, “Centilmenlerimiz Flamme’de alevi aldı.” tarzındaki zarafetler pek ziyade tekrarlanırdı. Gariptir ki bundan altı yedi sene evvel Flamme’nin kendisi de alev alarak dört duvardan ibaret kaldıktan sonra belediye, Beyoğlu Büyük Caddesi’ni yeniden düzenlenmeye girişmiştir. Buna bağlı olarak Flamme’nin o yıkılmamış duvarları da feda edildiğinden bina zeminle beraber yıkılmış ve şimdi yerine güzel bir tuhafiyeci mağazası ve üzerine de üç dört katlı güzel bir ev bina edilmiştir.
Flamme için birçok lakırtı söyledik ama hâlâ Flamme’yi tarif etmedik değil mi? Flamme bir haneydi. Fakat eski zaman usulünce hane sayılması lazım geldiğinden pek çok haneler Flamme içinde dâhil bulunduğu görülüyordu. “Hane! Hane! Hane?” denilip de mesela “misafirhane” denildi mi? Flamme’nin bir ismi söylenmiş olur. “Kahvehane” deniliyorsa bir ismi daha söylenmiş olur. “Meyhane!” bu da bir ismidir. “Tiyatrohane!” bu da Flamme’nin bir adıdır. “Mızıkahane ve hanendehane!” Flamme’nin iki ismini birden söylemiş oldunuz. “Kumarhane!” En mühim adlarından birini andınız, “…hane! Hane…” daha da ilerisine varmayalım. Flamme’de alevi alanlar yalnız bizzat ateşten yananlar değildir. Heva ve hevesten yananlar da vardır. Burada o kadar kumar yangınları görülürdü ki, kül olmuş bulundukları keselerinde beş para kalmamak şöyle dursun, beş para edebilirse keseyi de kumara basmak gayretinde bulundukları hâlde reddedilmiş olmakla ümitsiz düşenler bile görünürlerdi.
Kısacası Flamme bir âteş-i sûzândı.[4 - Yakıcı ateş.] Herkesi yaktı. Nihayet ateşi kendi içine sığamayarak kendi kendisini de yaktı.
Şimdi şu satırlarımızı okuyan okuyucular arasında Flamme’yi tanıyanlar varsa mutlaka yürek yakacak bir hâline de dokunacağından şimdiki hatıraları yine âdeta onların yüreklerini sızlatır.
Avrupa’dan gelir gelmez Flamme’ye başvurarak ilk şöhretlerini orada arayan kadın sanatkârlar İstanbul’da hakikaten en ziyade şöhret almış olanlardır. Şimdiki Konkordya, şimdiki Alkazar acaba bir şey midir? Hâlbuki bir zamanki Elhamralar bir zamanki Kafe Kristaller bile Flamme’nin yanında pek sönük kalırlardı. Gerçi bunlar kapıların önünü binlerce gaz lambalarıyla donattıkları hâlde Flamme’nin bir arşın kalın eski kâgir duvarlarına geçirilmiş, “dört köşe” vasfına uygun şekilde olan pencereleri de içli dışlı iki kat camdan oluşmuştu. Bir bunlar demir panjurlarla kapanmış olmakla dışarıdan bakanlara hiçbir şeyi göstermezlerdi. Bazen içerisi çok ısınırdı. O sıcaktan ve bazen de tehlikeli bir şey olduğunda, orada bulunanlar sıkıca kapanmış bir fener etrafında dönen pervaneler gibi hemen Flamme kapısına koşuşurlardı.
Bu âlemlerin erbabına mesela “Finet” ismini verecek olur isek derhâl tanıyıp derler ki: “Evet! Cihanı Elhamra’ya çeken hanende bir kızdı.” Hâlbuki hata ederler. Finet ilk şöhretini Flamme’de kazanmıştır. Burada şöhretini kazandıktan sonra Elhamra’ya iltica etmiştir.
Biz burada “Finet” demekle Flamme’nin en mahir sanatkârlarından birisini anmış olmadık. Asıl maksadımız “Rizet” demekti. Rizet’i kim tanımaz? Bir kadında ümit olunamayacak kadar kaba ve davudi olan o titreşimli ses, hâlâ bugün bile kimin kulaklarında çınlamaz? Okuduğu güzel şarkıların ciddiyetine münasip sesi ve o sese uygun yüzünde oluşan ciddiyeti onun hususi özelliklerindendi. Böyle bir sanatkârın tavırları ve sesi hiç dikkat ehlinin nazarından gider mi? Ya ciddiyete zevzeklik karıştırmak ve diğer bir tabirle zevzekliği ciddiyet suretinde satmak maharetine sahip olan o sanatkârın “Marseyez Fe-minin” şarkısı hangi hatıralardan çıkar?
Öyle bir geceydi ki Flamme’nin en parlak gecelerindendi. Rizet, “Mastık-ı Türk” diye bütün dünya meşrubatlarından üstün gördüğü Sakız mastikasından aralıkta bir kendisine sunulan birkaç kadehi fazladan içerek ve yemekte yine kendi tabirince “biftek sur biftek” diye iki bifteği de üst üste eklemek için bir şişe de Bordo şarabını son damlasına kadar içerek Flamme’ye mahsus heyecanlarla âdeta alevlenmişti. O gece Flamme hınca hınç dolmuştu. Rizet’ten evvel birkaç kadın çıkıp şarkılar okumuşlarsa da halkın bunlara övgü yolunda ettikleri alkışlar sıradandı. Herkesin nazarları en sonra çıkacak olan asıl Rizet üzerindeydi.
Rizet Rizet diyoruz. Acaba bu kadın nail olduğu şöhrete münasip olarak bir de güzel miydi?
Heyhat! Yalnız dıştan olan güzellik insanların rağbetini çekecekse Rizet’ten önce Flamme’deki resimler şöhret kazanırlardı. Rizet zayıf bünyeli, uzunca boylu, ziyadece esmer yüzlü bir kızdı. Hatta “kız” dediğimize bakıp da gençliğine hükmetmemelidir. “Kadın” diyecek olduk. Kadın diye kadın kadıncık olanlara denileceği ve Rizet ise oralara yanaşamayacağı için bu lafzı kullanamadık. “Karı” demek pek kaba düşeceğinden bunu mecburen diyemedik. Başından henüz nikâh geçmeyenlere “matmazel” denildiği için biz de kız dedik.
Bazı kere nahif ve esmer olanlar da güzel olurlar. Bunlara da “esmer güzeli” derler. Hâlbuki Rizet oldukça çirkin bir kızdı. Ancak hep gülerdi. Kendisine elli liralık yüzük veya bilezik hediye edene de gülerek teşekkür ederdi. Kendisine elli paralık bir bira ihsan edene de gülerek teşekkür ederdi. Ya her ikisine de gülmekte hakkı yok muydu?
Elli liralık hediye sahibinin hediyesine önceden peşin olarak gülerdi. Elli paralık bira takdim eden zavallıya ise sadece daha ziyadeye kudreti olmayan acezeden iken hâlâ filan geliyor hâlâ kendisine alevlenip yelteniyor diye gülerdi.
Bu kız hakikaten çirkindi. Tıpkı bülbül gibi! Çirkinliğinin yanında sesi tahrik ediciydi. Çok para kazanmış, hâlâ da kazanıyorken Rizet’te henüz dünyalık denilen şeyden eser olmadığı ortadaydı. Çamaşırcısının hesabını görür. Bir mendil ile bir jüponun unutulmasından hoşlanmaz ve kadından bir frank elli santim keserdi. Ertesi gün çamaşırcı kadın gelir kız kardeşi hasta olduğundan bahisle ileride yıkayacağı çamaşıra karşılık para ister. Rizet ona karşılık değil; yardım olarak bir şeyler vermek ister. Parası olmadığından Flamme müdürüne gidip alelhesap bir miktar istediği hâlde her zaman böyle yardımlar, sadakalar için para almaktan dolayı iki buçuk üç aylığını evvelden almış bulunduğu hakkındaki ihtarı “Sen adam olmayacaksın Rizet! Alıp verdiğini bilmiyorsun!” tarzında bir de tekdirle beraber alırdı. Hâlbuki kız kardeşi hasta olan çamaşırcıyı eli boş gönderemeyince, kulaklarından kırk liralık küpeyi çıkarıp çamaşırcıya verir. Verir de o hesabı çamaşırcı hesabına sokmaz ve bunun için Rizet’te bir para bulunmaz.
Rizet çirkindi. Fakat çirkinliği yalnız yüzünden ibaretti. Yüzünden başka her şeyi güzeldi. Bu sebeple Flamme’ye müdavim olanların tümü onu tutkundular ve onu görmek için sabırsızlanırlardı.
Ne diyorduk? Rizet’in şevkli bir akşamından bahsediyorduk. Ondan önce sahneye çıkanları öylesine dinliyorlardı. Herkes Rizet’in çıkmasını bekliyordu. Rizet çıktı. Gayet güzel bir gemici şarkısı söylemeye başladıysa da o kadar sabırsızlıkla beklenilen Rizet’i dinleyen var mı? Bir el şakırtısı bir ayak tepintisi bir baston takırtısı ve bir tabak çevrinti takırtısı arasında “Bravo!” tezahüratlarıyla beraber bir de “marseyez feminin” sesleri Flamme’nin kalın duvarları içine sığmamaya başladı.
Kız şarkıyı bitirdi. Şarkı biter ama şakırtı biter mi? Birkaç defa Rizet kayboldu. Yine getirildi. Halkın emeli kıza “marseyez feminin”i söyletmekti. Rizet’in emeli ise halka naz etmekti. Artık bu niyaz ve naz esnasında el çırpmadan çatlamadık avuç mu kaldı?
Patlamadık avuçları görmedik. Fakat eldiven patladığını gördük. Sahneye yakın, tekerlekli masa yanında oturan şık bir bey, giymiş olduğu açık renk elbiseye uygun olarak ellerinde açık renk eldiven bulunduğu hâlde çıplak elle Rizet’i alkışlamaktan utanarak eldivenli elleriyle alkışlamak için eldivenleri patlatmış, zeki ve zarif Rizet ise bu iltifatı pek köylücesine bir nezaket bularak buna da ağzı kulaklarına varırcasına gülmüştü.
Ettiği alkış pek köylücesine pek kaba bir alkış görerek Rizet’in gülmüş olduğu delikanlının bizim Senai olacağını zannedebiliyor musunuz? Evet, bu delikanlı Senai’ydi. Hem de şöyle sadece Senai değil. Senai Beyefendi! Daha ziyade anlatmak için “Yamalı Musa oğlu” demek isterdik ama Senai’nin bu şöhreti İstanbul’da olmadığından onu demeye muktedir olamadık.
Senai, Galatasaray’dan çıkmış ve hükûmet dairelerinden birisine devama başlamışsa da, on yedi on sekiz yaşındaki zengin ve heveskâr bir çocuk için mektepten bu suretle çıkmak bir esaret altından kurtulmak hükmünü almıştı.
Şehirlilerin yaşantısı içinde büyümek arzusunda bulunan Senai bu arzusunu eğitim öğretimce ileriye götüre götüre öyle bir dereceyi bulmuştu ki iddiasınca asıl şehir Frengistan, yani Batı şehirleriydi. Onlara nispetle İstanbul ancak büyük bir köy sayılırdı. Dolayısıyla bir şey iyi ve medeniyet şanına layık olması için mutlaka Frenk’e mensup olmak lazımdı. Alaturka olduktan sonra hiçbir şey Senai’nin nazarında iyi sayılmazdı.
Senai, Osmanlıların yeme içme, yatıp kalkma usullerinden hiçbirisini beğenmezdi. Hatta Osmanlının idare sistemini de beğenmezdi. Böyle barbarcasına bir usule tabi olmak onu çok üzerdi. Kendisi her şeyiyle alafranga olmak istiyordu. Yalnız dış işlerine olan mensubiyeti ise ileride sefirliğe kadar yol açacağı nedeniyle mümkün mertebe alafrangaya yakın gördüğünden, gönlü o daireye meyletmişti.
Meyli diplomatlığa olduğuna göre bari o yola uysa ya!
Böyle şeylerin Senai nazarında hiç acelesi yoktur. Senai nefsine o kadar mağrurdur ki hangi gün bir bakanlığa müracaat etse istediği kaleme çırak edilebileceğini ve hangi sefirlikte bir başkâtiplik açılacak olsa başvurur vurmaz oraya alınacağına kesin inanırdı. Kendi kendisine derdi:
“Onlardan aylık isteyeceğim yok. Yıllık isteyeceğim. Avrupa’da dahi sefirlerin maiyetlerine hep zengin olan aristokratlar tayin olunurlar. Memuriyetlerinden aldıkları beş on lira maaşla o memuriyetlerin şanını muhafaza etmek mümkün müdür?”
Dikkat buyuruluyor mu ki bizim Yamalı Musa oğlu Osman kendi hayalinde kendi mertebesini aristokratlığa kadar nasıl vardırıyor?
İşte bu kafada olan Senai eğlence kısmında da alafrangayı tercih ederek Flamme’nin en başlı müdavimlerinden ve Rizet’in en büyük ahbabından olmuştu.
Rizet halkın avuçlar ve eldivenler patlatarak vuku bulan iltimaslarını kabul ile talep edilen şarkıyı okuduktan ve hatta birkaç kere tekrar ettikten sonra istirahat için kendi hususi odasına çekildi. Sanatkâr matmazele “bonsuvar”[5 - İyi akşamlar.] demeyi Frenk medeniyeti şanının birinci vazifelerinden sayan Senai, hemen yerinden fırladı kalktı ve kızın odasına kadar can attı.
Senai, burnunu yere sürercesine bir “reverans” yaparak “Bonsuvar Rizet!” deyince Rizet cevaben “Bonsuvar prens!” demesin mi? Senai bu nitelendirmeden epeyce mahcup oldu. Dedi ki:
“Prens mi? İşte bu pek ziyade!”
“Neden ziyade olsun? Almanya’da öyle hükümdarlar var ki ülkeleri, sizin pederinizin köylerinden birisi kadar bile değildir. Pederinizin yalnız çobanları iki yüz elli üç yüze vardığını geçen gün söylüyordunuz. Bazı Alman prenslerinin ise ordularının mevcudu seksen askere varmaz.”
“Orası öyle ama…”
“Aması filanı yok. Siz Avrupa’da olsaydınız kendinize emlakinizden en meşhur olanın ismiyle tesmiye ettirerek mesela “Senai de Söğüt” dedirtirdiniz.”
Senai, Söğüt’ü o kadar şık bulmadı. Kendi arazileri içinde bir mevkinin ismi “Berrakpınar” olduğundan bunu manasıyla beraber Rizet’e ihtar edince, şu parlak ismi o da beğenerek ve yalnız prens unvanını biraz ifratça görerek fakat “Senyör de Berrakpınar” isimlendirilmesine kimsenin bir diyeceği olamayacağına sesli kahkahalar ile karar verildi.
Bu unvanın Senai’ye bedava mı verildiğini zannedersiniz? Bedava olarak selam bile verilmez. Matmazel Rizet’e yirmi sekiz liralık bir broş takı takdim olundu. Gariplik bunda değil. Asıl gariplik malum unvanın Senai tarafından ciddi olarak kabul edilmesindedir. Senai ahmak bir herif olsaydı bu kabule hayret edilmeyebilirdi. Zekâsı yolunda olduğu hâlde sadece alafrangalık ve büyüklük taslamak için böyle bin unvan kabul edilmiştir. Ondan sonra Senai, Fransızca yazdığı mektupları “S. de Berrakpınar” diye imzaya başladı. Yalnız Türkçe olan mektuplarına bu imzayı koymazdı. Koyamadığından dolayı hiddet dahi ederek derdi ki:
“Evvela böyle şeyleri Türklerden kimler anlayabilir? İkincisi ‘Berrakpınar’ın Senai’si’ diyecek olsak bunlardan o mevkinin sahibi manası çıkarılabilir mi? İşte insan bu Türkçede bir isim, bir unvan sahibi olmaya bile muktedir olamıyor.”
Senai’nin validesi Cihangir taraflarında bir ev satın alarak oğluyla beraber oturmakta ve kocası Yamalı Musa’nın hane masrafı olarak tahsis etmiş olduğu sekiz lirayla kendisini pekâlâ geçindirmekteyse de, Yamalı Musa’nın Senai’ye tahsis etmiş olduğu on lira aylık kifayet etmek şöyle dursun validesinin dizi altınları, gerdanlık, bilezik, küpe ve yüzük gibi elmasları da bir yandan sökülüp gitmekteydi. Hâlbuki Berrakpınar senyörü için bunlar dahi yetmediğinden ve Avrupa’da aristokratın parasız kaldığı zamanlar, velileri vefat ederek mirasa konduklarında, karşılanmak üzere borca girdikleri de Senai’nin malumu bulunduğundan Senai Beyefendi bir yandan da bu yolda borçlanmakla senyörlük şanını tamamlamaya çalışıyordu.
Zavallı annesi oğlunun en büyük mürüvvetini görmek için Senai’yi evlendirmek arzusunda da bulunuyordu. Fakat Senai’nin evlenmeye yaklaşması mümkün mü? Validesi “Evladım! Geçinmeyecek ne başımız var? Çıtı pıtı bir kız alıp güzel güzel geçiniriz.” dedikçe Senai bu sözleri pek sade pek pespaye pek alaturka bularak âdeta kendisine hakaret addeder ve validesi bundan fukara kızı istemediği manasını çıkararak: “Ben oğluma paşa kızı bile alırım.” dedikçe Senai bu söze daha ziyade kızardı. Nihayet validesi “Ya oğlum derdin nedir? Nasıl bir şey istiyorsun? Söyle de istediğin gibisini bulayım.” der idiyse de Senai’nin meramını validesi anlayabilir mi ki anlatsın?
Gerçi Senai evliliğin alafrangaca pek de ehemmiyet verilecek şey olmadığını henüz nazarıdikkate almamıştı. Hatta seveceği bir kızla evliliği arzu dahi etmekteydi. Ancak onun sevebileceği bir kız kibarzade, güzel ve zengin olmaktan başka okuryazar da olmalı. Hatta Fransızca bilmeli, musikiye mensubiyeti bulunmalı. Kısacası Avrupalı bir kız gibi olmalı. Yoksa alacağı kız kadın kadıncıkmış, dikiş diker, nakış işler, oya yapar, bez dokur, yemek pişirir, işinin gücünün sahibi olabilirmiş! Hiç Senai buralarda mıdır? Herif bir modistre[6 - Kadın terzi.] bir aşçı bir yukarı hizmetçisi istemiyor. Kendisi Berrakpınar Prensi olduğu gibi yine Berrakpınar’a layık olabilecek bir prenses hevesinde bulunuyor. Bu hevesini validesine nasıl anlatsın?
İşte bizim Yamalı Musa Ağazade Senai Beyefendi medeni Avrupa âleminde şu mertebeyi bulmuştu. Gerçi tahsil yolunda, hele Fransızcası pek mükemmel idiyse de, Mekteb-i Sultaniye gideliden beri Türkçeye önem vermediğinden, Arapça ve Farsçadan çocukluğu zamanında tahsil etmiş olduğu miktarı da sonradan Osmanlıcaya tatbik edemediğinden ana dilinden de pek ziyade geride kalmıştı. Ama Senai bu kusuru kendisinde bulur mu? Kusur hep Osmanlı lisanında, hep Osmanlılıkta! Böyle barbar bir halkın muntazam olmayan lisanını mükemmelce tahsil etmek mümkün olur mu ki zavallı çocuk bunları tahsile muktedir olabilsin? Bazı pek canı sıkıldıkça kendi kendisine derdi ki:
“Canım! Farsçada ‘peder’ Arapçada ‘eb’ derler. Farsça ve Arapça lisanları Osmanlıcadan alınmadır ve ondan sayılır. ‘Peder-i âcizânem’ demek hata addolunmaz da ‘eb-i âcizânem’ denildiğinde herkes güler artık buna akıl mı erdirilebilir?”
Sonuç olarak Senai, Frenklikten başka hiçbir şeyi beğenmez bir adam olmuştu. Hatta cihanda kendisinden başka hiç kimseyi beğenmediği hâlde kendisinde de beğenmediği yalnız bir şey vardı. O da Osmanlı doğmuş bulunmasından ibaretti. Bunu düşündükçe büyük üzüntü duyardı ve derdi ki:
“Ah! Pederimin bu kadar emlaki Avrupa’da olsaydı da ben de Avrupa’da doğmuş bulunsaydım gerçekten bir marki veyahut kont olurdum. Türk doğmuş bulunduktan sonra velev ki aristokratlardan velev ki zenginlerden ol. Yine Türk’sün barbarsın vesselam!”
Senai’nin gençlik hâllerini şu kadarcık görmüş olduğumuz hâlde şunu da hatırlatmalıyız ki, Senai asıl köylülüğü istemeyip şehirlilik âleminde bahtiyarlık aramakta bulunduğuna göre eğer İstanbul şehirliliğine mahsus olan bahtiyarlığı aramış olsaydı bu bahtiyarlığın epeyce büyük bir derecesine nail olarak gençliğinden pek güzel istifade edebilirdi. Nazarında İstanbul büyük bir köy menzilesindeydi. Asıl şehir ise Avrupa olarak sayıldıktan sonra Senai bir kere Osmanlı yaşantısı dâhilinde bulunabilecek bahtiyarlıktan kendini mahrum etti. Hâlbuki asıl uygarlaşma addettiği alafrangalık âlemine dahi girememiştir. Zira Avrupa yaşantısı Flamme gibi yerlerde rezilce sürtmekten ibaret değildi. Namuslu, terbiyeli kibar âlemine mensup olan Avrupalılar da bu rezilliği kesinlikle kabul etmemektedirler.
Bari Senai içinde bulunduğu israf ve sefahat âleminde olsun kendini bahtiyar bulabiliyor muydu? Zira en doğru bir tarifine göre bahtiyarlık demek insanın bahtiyar olduğuna inanıp tatmin olması demektir.
Heyhat! Senai şu devam ettiği sefahat ve israf hayatında dahi kendisini bahtiyar bulamıyordu. Zavallı çocuk nasıl bahtiyar olabilsin ki! Bahtiyarlığının tamamlayıcısı olmak üzere her ne hayalde bulunursa bulunsun, hayallerinden hiçbirisini icra edemiyordu. Mesela tek arzusu Avrupa’ya gitmek olduğu hâlde gidemiyordu. Bu emelini icra için paraya muhtaç olduğu hâlde bulamıyordu. Para bulması pederinin vefatına bağlı olduğu hâlde babası hayattaydı. İçinde yaşadığı sefahat âleminde aynen bir Frenk gibi davranmak ve kendisini Osmanlılıktan başka göstermek istediği hâlde tabii olarak her hâl ve tavrı Frenkliğinin acemiliğini gösteriyordu. Ashap ve ahbabına kendisini gülünç gösteriyordu. Mesela Flamme kahvehanesinde bir tellal bile Senai’nin uşağı olamazken şu sefih hayatta yine Senai’den maharetli görünerek zavallı Senai onun dahi mağlubu ve mahcubu oluyordu.
Hele bu mahrumiyetlerin dışında olmak üzere Osmanlı takımı da Senai’yi “düzme Frenk” ve “tatlı su Frenk’i” gibi aşağılayıcı teşbihlerle küçümsemeye çalışırlardı. İşte böyle her cihetten mahrum ve namsız olan zavallı çocuk için şu dünya bahtiyarlık dünyası değil hakikaten sefalet ve ızdırap dünyası olmuş kalmıştı.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
“Şinasi”
Hüdavendigâr vilayeti dâhilinde Sultanoku Sancağı’nda bulunuyoruz. Mevsim dahi kasımı yirmi gün geçmiş olan bir zamandır.
Bir Anadolu haritasına nazar edildiği zaman, vatanımızın bütün dünya yüzünde büyük bir Bâğ-ı İrem[7 - Efsaneye göre Ad kavminden Şeddad’ın cenneti yeryüzünde kurmak maksadıyla yaptığı şehrin adı olup Türk edebiyatında “cennet bağı” anlamında tasvir edilir. (e.n.)] olmaya salahiyet şanıyla yaratılmış bulunduğuna insanın şüphesi kalır mı? Karadeniz, Marmara ve Akdeniz, vatanımızı üç taraftan süsleyerek çevirmiştir. Fırat ve Dicle gibi büyük nehirler, dördüncü denizimiz olan Basra Körfezi’ne vararak Kızıldeniz dahi beşinci denizimiz olarak Hint Denizi’ne doğru bize yol açmaktadır.
Vatanımızın şu umumi güzelliği arasında hayretli nazarlar, bilhassa Hüdavendigâr vilayetine münhasır kalır. Toros Dağları’nın en güzel şubeleri bu vilayet dâhilindedir. Sakarya, Kırkpınar ve Nilüfer gibi en güzel nehirler bu mübarek kıta dâhilinde çağlar. Dağları, dağlıktan gelen bir güzellik ve menfaatin her türlüsünü kapsıyor. Ovaları, ovalardan beklenebilen tüm güzellik ve verimi üzerinde taşıyor.
Okuyucularımızın hayallerini sevk ettiğimiz Sultanoku Sancağı ise Sakarya Nehri’nin sahilinin solunda bulunuyor. Porsuk çayı ve Pitekas Deresi gibi akarsuları ve güzel arazisiyle en ziyade nazarlara çarpıyor. Hele Osmanlı’nın ilk şaşaalı yerleri olmasıyla da buranın Osmanlılar nazarındaki kutsiyeti hiçbir şeye kıyas kabul edemez.
İşte mevsimin kasım ayında yirmi gün sonra olduğunu haber verdiğimiz bir zamanda şöyle güzel bir sancak içinde bulunuyoruz.
O sancağın da kuzeybatısındayız ki, Pitekas Deresi’nin Ermeni Dağı’ndan başlayarak Ermeni Derbendi’ni geçtikten sonra Bozok Ovası’na doğru indiği bir yerinde yani asıl Bozok kasabacığının iki buçuk saat kadar kuzeydoğusu tarafındayız.
O gün malum yerde seksen yüz kadar köylüler toplanarak bir ark kazmakla meşguldüler. Fakat bunlar gündelikçi değillerdi. Angaryaya da gelmemişlerdi. Belki yine kendi ziraat işleri için bu çalışmada bulundukları, aralarında geçen sözlerden anlaşılıyordu.
İçlerinden iş başı hâl ve tavrını takınmış Köse Muhtar isminde birisi vardı. Bu adam: “Haydi çocuklar! Akşamdan evvel bir gayret daha!” diye ameleyi ziyadece teşvik ettiğinde ameleden bazıları: “Bu İstanbullu da nerenin cehenneminden başımıza geldi? Türlü türlü icatlar çıkarıyor.” diye mırıldanmaya başladıklarından Köse Muhtar bunlara nasihat için dedi ki:
“Nankör herifler! İstanbullu size güzel güzel akıllar öğrettiği için mi fena oldu? A be herifler! Bu çocuğun ne olduğunu henüz anlayamadınız mı? Herif kuluçkasız piliç çıkartıyor be! Dört tahtadan bir sandık yaptı; içine rakı ile mi, ne ile yanan bir kandil koydu. Bastı yumurtayı! Bastı yumurtayı! İki yüz pilici birden çıkarttı! Evvelki sene kuraktan tarlalarımızda ot bile yokken onun pamukları adam boyu yükselip kozalakları kafamız kadar oldu! Hâlbuki herif tarlasını sulamak için kanal açarken ‘Buraya patlıcan mı ekecek? Hiç pamuk tarlası sulanır mıymış?’ diye gülüyorduk. Sonra şu araziyi on beş günlük sürmekle su altına alabileceğini söyledi. Hepimiz kandık. İşte başladık! Başlayalı beş gün olduğu hâlde bakınız ne kadar iş gördük? Herif öyle kör kazma, ağaç, kürek, küfe ve sepetle iş görmüyor! Bir kere şu elinizdeki kazmaya bakınız! Toprağa gösterir göstermez gömülüp gidiyor. Şu demir kürekleri rüyanızda gördüğünüz var mıydı? Bir daldırışta otuz okka toprak kaldırıyorlar. Ya şu el arabalarına ne dersiniz? Yüz yirmi okka toprağı bir adam kaldırıp iki dakikada yüz yirmi adım yere götürüyor. Çocuğun dediğini yapacak olursak bütün beş yüz dönüm yeri su altına alıp pamuk ekeceğiz. Allah da inayet ederse ilk senesinin mahsulüyle bütün zahmetimizi çıkarabileceğiz.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/bahtiyarlik-69428842/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Günümüzdeki karşılığı, Siyasal Bilgiler Fakültesi.
2
İstanbul’daki Galatasaray Lisesi.
3
Temiz, güzel nezih, iffetli ve namuslu olan adam.
4
Yakıcı ateş.
5
İyi akşamlar.
6
Kadın terzi.
7
Efsaneye göre Ad kavminden Şeddad’ın cenneti yeryüzünde kurmak maksadıyla yaptığı şehrin adı olup Türk edebiyatında “cennet bağı” anlamında tasvir edilir. (e.n.)