Dürdane Hanım
Ahmet Mithat Efendi
Romanları ile halkı aydınlatmayı ve bilgilendirmeyi amaç edinen Ahmet Mithat Efendi, toplum hayatını ilgilendiren her türlü mesele hakkında kalem oynatmış, tartışmalı konuları irdelemiş, özellikle de kadının toplumsal hayattaki yeri üzerinde çokça durmuştur. Eserlerinde kadın edilgin değil, etkindir… İlginç bir olay akışına sahip “Dürdane Hanım” da kadın karakterlerin baskın olduğu bir romandır. Romanda, haksızlığa ve hakarete uğrayan genç bir kızı, sahip olduğu hayret uyandırıcı bir güçle kendini onun öcünü almaya adamış meraklı bir kadını görüyoruz. Erkek karakterler ise gelişen maceralı ve sürükleyici olaylar silsilesinde planlayıcı olmaktan çok yardımcılıklarıyla boy göstermektedir… Romanın sonunda, yapılan planlar amacına ulaşır ve öç alınır; fakat yine kadınca ve hiç beklenmeyen bir şekilde… “O benim elimde mi a kardeşim? Herhâlde çalışacağım, helak olmayacağım! Şu hainden intikamımı alacağım. Hem de öyle bir intikam alayım ki bütün dünyaya bir ibret olsun!”“Aferin Dürdane Hanım! Evet bir intikam alalım ki bütün dünyaya ibret versin. Bu gaddar erkekler dahi görsünler ki bir kadın intikama dahi muktedir olabilirmiş. Bunu anlasınlar da bundan sonra kadınları öyle bir mendil zannederek burnunu sildikten sonra bir tarafa atıvermeye cesaret bulamasınlar!”
Ahmet Mithat Efendi
Dürdane Hanım
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin’de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul’a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868’de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayımlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılarla birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayımlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’in desteğini aldı ve 1879’da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhiye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stokholm’de toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayımladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darülmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
BİRİNCİ KISIM
ACEM ALİ BEY
Galata’dan geçerken birtakım geniş meyhaneler görürsünüz ki yirmi yirmi beş arşın genişliğinde ve kırk elli arşın uzunluğundadırlar. Bu meyhanelerin sokak cihetine yakın bir tarafında süslüce bir tezgâh görüp de onun ön tarafında dahi Eski Yunanlıların şarap tanrısı olan Baküs’ün kendinden geçmiş tasvirinin resmedilmiş olduğuna bakarak bunları medeniyetin bugünkü ileriliklerinin vücuda getirmiş olduğu yeni eserlerden olduğunu zannetmeyiniz. Diğer cihetinde meyhanenin boylu boyuna iki veyahut üç sıra olmak üzere birbirinin üzerine dizilmiş olan ve beşer yüz okkalık olan fıçılara nazarıdikkatlerinizi çeviriniz.
Gerçi bu fıçıların üzerinde numaralar dahi göreceğinizden belediye dairelerinin dükkân ve hanelere numaralar koyduğu zamandan beri hatırlara gelmiş olan şu numaralar size bu fıçıların dahi henüz birkaç senelik şeyler olduğunu zannettirir. Ve özellikle bazı meyhanelerde bunların çivit rengi veyahut beyaz renklere boyanmış görünmesi, bu zannınızı kuvvetlendirirse de o fıçılar aynen elli beş yaşından sonra ustura, ibrişim ve pomatlarla kendisine gençlik ve tazelik vermeye çalışan kart ve kıranta herifler gibi şu dış görünüşteki süslenmelere büründüklerinden dolayı zamanın şıkları gibi genç sayılmazlar.
Yağmur yağış görmeyen meşe tahtaları kaç yüz sene dayanabilirse bunların dahi oracıkta ne zamandan beri yiyip içenlerin hizmetlerinde bulunduklarını ona göre tahmin edebilirsiniz. Hem de bu tahmininizde mübalağa korkusu sizin yanınıza bile uğramaz.
Gerçi şimdiki hâlde bahsedilen meyhanelerin çoğunda bu fıçılar boştur. Boş olmaları ise onların ne kadar ihtiyar olduklarını tahmine daha ziyade yardım eder. Zira onların için mesken kabul etmiş olan örümceklerin her biri hemen yengeç büyüklüğünü almış ve renkleri bozarmış olduğundan biyoloji tarihine vukufunuz var ise bu örümceklerin yetmiş seksener yaşında olduklarını hükümde tereddüt etmezsiniz.
Bugün hiçbir sarhoş bulamazsınız ki bu fıçıların tamamıyla dopdolu olarak sarhoşlukta ifrata varmış olan şarapçıların şöyle kuvvetli bir mahalde tiril tiril terlemekten bayıldıkları gibi o fıçıların dahi içlerindeki sıvıları tahtaların aralarından ve gözeneklerinden sızdırmakta veyahut içki için içleri titrediği hâlde cepte parası olmayan mahrumların meyhaneler önlerinde ağızlarının sularını akıtmaları gibi bu fıçıların dahi ağaç musluklarından damlalar damlamakta olduğunu hiç olmazsa çocukluğunda olsun görmüş ve hâlâ hatırlamakta olsun. Bununla beraber bir vakit bahsi geçen meyhanelerin bu meziyetleri herkes tarafından kabul edilmiş olup sonraki asır incelmeye başlaması ve özellikle en son yeniçeri dayılarının ebedî istirahatgâhlarına çekilip gitmesi üzerine bunların da asri ilerlemelere tabi olması lazım gelmiştir de şimdiki yenilenme vuku bulmuştur.
Yoksa vaktiyle “zecriye”[1 - Osmanlı Devleti’nde alkollü içkilerden alınan ağır vergi. (e.n.)] denilen ve sonradan “müskirat rüsumu”[2 - İçkilerden alınan bütün vergiler. (e.n.)] namını almış olan özel verginin aslında bu meyhaneler için vazedilmiş bulunmasıyla hâlâ o fıçılar iftihar ederler.
Şimdiki hâlde kendilerinin rakibi ve kaim-i makamları olan damacanalara, binliklere, kadehlere karşı onlar olgunca tavırlarıyla ve hâl diliyle derler ki: “Hey gidi züğürt şıklar hey! Bizim bahtiyar olduğumuz bereketli zamanlarda bu mahaller içinde ‘Bir kadeh!’ veyahut ‘Bir mastika!’ gibi tabirler kullanılmazdı. ‘Bir elli!’ yahut ‘Okkalık!’ denilip dört elli içmekle yetinen sarhoşların yüzüne bile bakmazlardı. Bir baş tömbekiyi nargilede içinceye kadar okkalığı sızdıran ve meze olarak dahi bir çeyrek turp ile yetinen sarhoşları şimdi tezgâhların önünde resmi görülen Baküs görseydi şarap tanrılığından istifa ederek makamını onlara terk ederdi. Buraya ‘su’ denilen şey ancak kap kacak yıkamak için girip yoksa öyle bir kadeh rakının yanında koca bir bardak da su bulunduğunu o koca sarhoşlar görselerdi ‘Eyvah, ne günlere kaldık! Su ile mi keyif yetiştireceğiz!’ diye aşırı gazaplanırlardı.”
İşte şimdiki gördüğünüz meyhaneler kendi hâllerince, kendi âlemlerince böyle büyük büyük günler görmüş kudemadan[3 - Kudema: Eski zamanda gelmiş olanlar. (e.n.)] olup onlara nispetle aynalı gazinolar filanlar çocuk oyuncağı gibi bir hâlde kalırlar.
Bunlarda o eski fıçılara bedel şimdiki hâlde binlik ve damacanalar onların ikbal mevkisini işgal ettikleri gibi müdavimlerince dahi bir zamanın yeniçerilerine ve kalyoncularına bedel şimdi tulumbacılar, sırık hamalları, Rum sandalcıları ve yankesicileri filanlar görülmekte ise de gerek damacananın ve gerek fıçının içindeki içki, hep o insanın aklını başından alan sıvı olduğu gibi gerek yeniçeri ve kalyoncuların ve gerek tulumbacı ve sandalcıların damarlarında dolaşan kan dahi hani ya şu gazap ateşiyle galeyana geldiği zaman insanı kanlı cinayetlere sevk eden kan olduğundan, şu hâlde evvelki müdavimlerle şimdiki müdavimler arasında bir fark kalırsa o da evvelkilerin birer arşın piştovlarıyla birer buçuk kulaç yatağanları bellerini silah deposuna benzettiği hâlde şimdikilerin birer karış kamaları, kıçları üzerinde kuşak arasına sıkışıp kalmış olmasından ve altı ateşli küçücük revolverleri dahi ceplerinde bulunmasından ibarettir.
Yoksa bir meyhane içinde hay huy deyinceye kadar bir adamın dört beş yerinden yara yiyerek zaptiyeler yetişene kadar ya arka veyahut ön kapıdan savuşan katilin arkası sıra yaralının dahi can vermesi ve katilinse izi bile belli olamaması veyahut zaptiyeler yetiştikleri hâlde zaten sarhoşken döktüğü kan kendi kanını da başına sıçratmış olan katilin, beş altı zaptiye üzerine de saldırışı veya onlardan da birkaçını yaralamak veyahut birkaç süngü veya kurşunla kendisi geberip gitmek gibi neticeler vukuya gelmesi, şimdi dahi evvelkinden nadir değildir.
Şu tasvirimize bakıp da Galata Caddesi’ni tramvay ile bile geçmek tehlikeli bir iştir diye mi düşünüyorsunuz? Gerçi en yeni zamanlarda hem de bu cadde üzerinde görülen hadiseler hatırlanırsa öyle bir düşünceye kuvvet verebilirsiniz. Lakin siz kendi hâlinizde yürür gezer bir adamsanız Galata Caddesi’nde sizin için tasavvur edilebilecek tehlikeler ya saatinizin ya da para kesenizin başına gelip siz böyle bir şeye mukabil her beladan korunabilirsiniz. Oraların en büyük tehlikesi yine oralarda tehlike arayan serseri ve serkeşlere mahsus olup onlar yekdiğerinin kanını içmek hususunda kurtlardan bile yırtıcıdırlar.
Fakat büyük caddenin sağında ve solunda olan sokaklardan içerilere girmek isterseniz işte o zaman hiç teminat verilemez. Zira büyük cadde üzerinde jandarmaların parıl parıl parlayan gözleri bu şehir eşkıyalarının gözlerine çarptıkça gözleri kamaşmaktaysa da iç sokaklarda ve bilhassa bunların gözlerini rakı buharı yahut kan bürümüş olduğu zaman dostu da düşman diye telakki edecekleri ve hele tarafsız olan gelip geçenleri hiç tanıyamayacakları malumdur. Zaten şimdiki hâlde asıl hırsız, asıl yankesici, asıl batakçı, asıl kanlı ve katil olanlar zaptiyenin gözünün kolay kolay görebileceği yerlerde o kadar çoklukla barınamayarak en ücra ve tenha yerleri kollaştırırlar.
Maksadımız Galata hakkında kısaca fikir vermek olduğundan şimdilik şu kadarla yetinebiliriz. Zira hikâyemizde Galata’ya ait olan hâller, o mahalli bundan ziyade anlatmaya lüzum göstermeyecek kadar kısadır.
Şimdi ne bahsi geçen fıçıların ikbal ve hürmet mevkisinde bulundukları zaman kadar eski ve ne de dün veyahut evvelki gün denilemeyecek kadar yeni bir zamanda bir cumartesi akşamıydı ki Galata’nın her meyhanesi hıncahınç dolmuştu.
Hâlâ dahi Galata’nın en kalabalık zamanı cumartesi akşamından başlayıp pazar akşamının saat dördüne, beşine uzayıp giden zamandır. Zira İslam olsun, Hristiyan olsun, Yahudi olsun, Galata ahalisinin yüzde doksanı, gerek doğrudan doğruya ve gerek dolaylı olarak gümrüklerle ve Avrupalılarla ilgili işlerle meşgul olarak bunların ve büyük tüccarların pazar tatilleri herkes için zaruri bir tatil hükmünü alır.
Gerçi mevsim karnaval mevsimi olmayıp sonbaharın ilk ayı olan eylül içinde bulunuluyorduysa da Galata’nın karnavala filana ihtiyacı var mıdır? Karnavalda da Büyük Perhiz’de de ilkbaharda, sonbaharda Amerika tiyatrosu vesaire bu gibi eğlence mahalleri yetmiş iki milletin bin renkli bayraklarıyla donanarak hele tatil zamanlarında her meyhanenin önünde “laterna” denilen birer sandık çalgısı bulunması Galata’yı ebedî bir bayram hâline koyar.
Sarhoşluk! Bu malum ya?! Sarhoşluk, arabacılığa benzemez, derler. Hâlbuki hiçbir şeye benzemez. Bir hafta müddet Şirket-i Hayriye vapuruna kömür vermekle kömürden bir adam olmak derecelerini bulmuş olan Muşlu bir Ermeni’ye bu akşam meyhanede bakınız ki oporta yere bir iskemle koyup üzerine oturmuş ve etrafına üç tane laterna alarak bunların üçü birden başka havalar çaldıkları cihetle, horadan beter bir gürültü meydana getirmelerine mukabil kendisi dahi naraları attıkça müzikaların sesini bastırarak etrafı güm güm gümletmekte bulunmuştur.
Bu kömürden insanın veyahut insandan kömürün sarhoşlukla bir kat daha parlamakta olan gözlerine ve homurdandıkça dişlerinin beyazlığı, dudaklarının ve dilinin kırmızılığıyla karışarak suretine gülünç bir şekil verdiğine bakıp da yalnız gülmekle yetinmeyiniz. Bu hâle gelmiş olan bir adamın karnavala, Paskalya’ya filana hiç ihtiyacı kalmadığını düşünerek hâlbuki her akşam bile Galata’da böyle binlerce serdengeçtilerin bulunduğu cihetle Galata’nın her zaman karnaval hâlinde bulunduğunu teslim ediniz.
Haber verdiğimiz akşam bu meyhanelerin birinde orta boylu, sarı bıyıklı, sarı benizli, tahminen otuz beş yaşında ve mavnacı[4 - Mavna: Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne. (e.n.)] kıyafetinde bir adam ta meyhanenin içinde sağ taraftaki köşeye oturmuş ve önünde bulunan bira kadehi ile aralıkta bir kere dudaklarını ıslatıyordu.
Biz bu adamın otuz beş yaşında kadar olduğunu kendi hakkındaki ilk haberlerden olmak üzere söyleyiverdik ise de yüzünün çehresine dikkat edenler bunun kırk beşi aşkın olduğuna veyahut ömrünü, gününü suistimallerle yıpratarak gençken ihtiyarlamış bulunduğuna hükmederler.
Ekseriyetle sarı benizli olan adamların çehresinde insanın hoşuna gidecek ve belki de insanı acındırarak kendisini sevdirecek hüzünlü bir tavır bulunursa da bu sarı o sarılardan değildi.
Gerçi şu oturduğu yerde pek süklüm püklüm, pek heyecanlı bir tavırla oturur idiyse de aralıkta bir kere gözlerini bir tarafa çevirip de dikkatlice bakacak olursa sarı gözlerinden sanki alevler çıkarak bakışının hedefinde demir olsa eritecek zannolunurdu.
Vakit akşamın saat yarımı olup bu zamanda Galata içinde meyhanede oturanlardan hiçbirisi artık ayık sayılmayacakları gibi herkes ahbabını ve arkadaşını bulmuş oldukları için yalnız başına oturan hiçbir adam dahi görülmemekteyken tarif ettiğimiz sarı herifin hem yalnız hem de hâlâ ilk bira kadehiyle dudaklarını ıslatmakla ve içmekle yetinmesi nazarıdikkati çekmeye değerdi. Fakat herkes sarhoşluk denizine dalmış olduğu bir zamanda bu dikkat kimde olacak?
Meğer Galata’da bizim sarı herife benzer bir adam daha varmış. Bu ise kıranta bir Rum idi ki kalıbı kıyafeti hırsızlıkta ve yankesicilikte artık pir olduğuna tek bakışta hükmettirirdi. Zaten bu vakit Galata’da özel bir niyeti olan yankesiciden başka kim ayık bulunabilir?
Kıranta Rum, bizim sarı herifin yanına geldiği zaman bir eski dostuna tesadüf etmiş gibi mütebessim bir tavırla dedi ki:
“Vay! Akşamlar hayrolsun Sohbet Ağa!”
“O! Akşamlar hayrolsun Papazoğlu! Yine buralarda ne geziyorsun bakayım?”
“Ne yapalım a gözüm? Bizim sandalımız yok, mavnamız yok! Biz de çoluk çocuk sahibiyiz. Ekmek parası ister. Fakat sen böyle yalnız oturmaktan…”
“Bilirsin ki ben her vakit yalnız otururum. Ee, bu akşam kimi gözüne kestirdin bakalım?”
“Bana da bir bira ısmarlarsan anlatırım.”
“Çıkarken paraları yine sen vereceksen ısmarlamak da benden olsun.”
Papazoğlu denilen bu Rum, bir hasır iskemle alarak Mavnacı Çerkez Sohbet’in yanına sokuldu. Evet! Mademki sarı herifin ismini öğrendik, öyle eksik olarak öğrenmeyip isminin yalnız “Sohbet” değil “Çerkez Sohbet” olduğunu da öğrenmeliyiz.
Kıranta Rum iskemleye oturduktan sonra kapağı kırık bir sigara kutusu çıkarıp bir yandan sigarasını yapmaya başlayarak diğer cihetten de Sohbet’e dedi ki:
“Uzun etme be Sohbet! Bilirsin ki bende para olduğu zaman hiç esirgemem. Hatta geçen günkü vurgunda bizim ihtiyar Vasil’e bir kat elbise bile aldığımı bilirsin ya?”
“Fakat bak şimdi ayağında kundura ve kıçında da pantolon kalmamış.”
“Bizimkisi öyledir. Bugün beş on liralık bir şey çarpıp beyler gibi giyinir kuşanırsın, yarın bir kumarhanede bu hâle girersin.”
“Hâlâ şu kumardan vazgeçmedin gitti!”
“Ben elime geçen paraları tutmuş olsaydım şimdi Kirya Papazoğlu Andonaki diye itibarlı bir sarraf olurdum. Fakat bundan sonra aklımı başıma alacağım Sohbet! Hele bu akşam beklediğim herifi bir güzelce kesimine getirirsem yarın sen beni görürsün.”
“Kimi bekliyorsun bakalım?”
“Bir bira ısmarlamazsan söylemem. Ismarlarsan âdeta seni de ortak ederim.”
Çerkez Sohbet meyhaneciye bir bira daha ısmarlamakla beraber pazularını Papazoğlu’na göstererek dedi ki:
“Allah bu pazuları bana yankesicilik etsin diye vermedi.”
“Ya mavna küreği çekerek avuçları patlasın diye mi verdi?”
“Ne yapayım? Sanatım buymuş!”
“Öyle kaba sanatlar bir işe yaramazlar dostum. İnce sanatlara bakmalı, ince sanatlara! Hem artık kırk yıllık Çerkez Sohbet şimdi bize kendisini ırz ehli diye satamaz ya?”
“Ben sana ırz ehli, aklı başında, kâmil bir adamım demiyorum. Hırsız ve yankesici değilim diyorum.”
“Kanlı katil de…”
“Hımm!..”
Çerkez Sohbet, Papazoğlu’nun yüzüne öyle bir bakış baktı ki herif lakırtısının alt tarafını bitiremedi.
Bira geldi. Papazoğlu bir nefeste kadehi son damlasına kadar içerek kır bıyıklarının üzerine yığılan köpükleri dahi alt dudağının burun hizasına kadar kaldırarak bıyıklarını emmekle aldı.
Sohbet herife sordu ki:
“Ee kimi bekliyorsun bakayım?”
“Nasıl söyleyeyim a dostum? Bana arkadaş olmayacak olduktan sonra söylemenin faydası ne?”
“Her hâlde vakit geçirmek için seni dinlerim, söyle!”
“Acem Ali Bey dedikleri birisi türemiş. Bir genç mirasyedi. İşte onu!”
Sohbet bir kere kaşlarını çattı. Papazoğlu sordu ki:
“Ne o! Suratın başkalaştı?”
“Hiç!”
“Bu Acem Ali Bey’i tanıyor musun yoksa?”
“Hem de ne tanıyış? Kendimden ziyade!”
“Ahbabın, arkadaşın mıdır?.. Ben de amma soruyorum ha! Onun gibi bir mirasyedi senin gibi bir sandalcıyla…”
“Yok, ahbabım, arkadaşım değil. Başka türlü tanıyorum.”
“Fakat çehren değişti!”
“Sana acıdığımdan!”
“Bana acıdığından mı?”
“Evet?”
“Bana neden dolayı acıyorsun?”
“Beş on altın ümidiyle kendini geberttireceksin de onun için acıyorum.”
“Ben mi gebereceğim? Papazoğlu Andonaki ha?”
“Sen de o Acem oğlunu benim gibi tanısan böyle söylemezsin. Vallahi seni köpek boğar gibi bir sıkmada boğar!”
Yankesicinin tavrı gayet aşağılarcasına bir hâl kazandı. Birkaç damlası bira ve birkaç damlası köpük olmak üzere kadehin dibine süzülen birikintiyi dahi ağzına diktikten sonra Sohbet’e dedi ki:
“Bu Acem Ali Bey, benim gibi birkaç köpeği boğmuş ha!”
“Beş altı kadarını birden!”
“Fakat ben o köpeklere benzemem. Ben eski çomarım!”
“O da genç aslan!”
“Hani ya şu tömbekici dükkânlarındaki eli kılıçlı aslanlardan mı? Hani ya arkasına dahi güneşi yüklenmiş?”
Biraz sükûttan sonra Sohbet dedi ki:
“Acırım sana Andon!”
“Bırak Allah’ı seversen şu zevzekliği! Artık tüysüz tüssüz çocuklardan da mı korkacağız? Sanatımızın namusuna toz toprak konduruyorsun!”
“Dinle, sana bir şey nakledeyim: Boğaziçi’nde bir yere göç götürüyorduk. Bir yalının rıhtımı önüne yanaşmaya başladık. Bir de bakalım ki koca bir pazar kayığı dahi göç yüklü olduğu hâlde geldi çattı. Rüzgâr fena! Sular fena! İskeleyi pazar kayığına bıraksak biz bir yere tutunamayarak saatlerce uğraşacağız. Sen yanaşırsın, ben yanaşırımdan başlayarak al sana bir kavga! Biz iki kürekçi, bir de dümenci üç kişiydik. Pazar kayığında yedi kişiden başka göçlerin sahipleri midir, sahiplerinin uşakları mıdır nedir, hasılı üçü de setre pantolonlu herif. Onu birden üzerimize yüklendiler.
Belimde kama olduğundan çekecek olsam onun da kanıyla denizi boyarım ama artık tövbekâr olmadık mı ya? Tekrar prangayı da hiç canım istemediğinden tövbeyi bozmadım. Herifler bizi istedikleri gibi pataklamaya başladılar. Bir de civar yalılardan bir genç herif fırladı. Çok tokat yedim ama öylesini hiç tattığım yoktur Andon! Enseme bir şeydir indi ama yıldırım mı indi, ne oldu, anlayamadım. Allah hakkı için o anda ensem Galata francalası gibi kabardı. Baktım başka çare yok. ‘Aman beyim! Kabahat bizim değil! İskeleye en evvel biz yanaşmıştık.’ dedim. Bir kere döndü suratıma baktı. Kara gözleri sanki ateş gibi kıpkırmızı kesilmişti. ‘Vay! Yanlış ettik. Affet babacan! Ben sizi kurtarmaya gelmiştim!’ diye bizi bırakıp pantolonlu heriflerle pazar kayıkçılarına bulaştı. Onlardan dahi onu birden çocuğun üzerine yüklendiler. Bir aralık zavallıyı yere serdiler ama herif ele avuca sığar canavar değil ki! Davrandı kalktı. İki kayıkçıyı birden yakalayıp herifleri birbirine öyle bir çarpış çarptı ki pekmez testisi gibi parça parça olmadıklarına şaştım. Fakat ikisi dahi rıhtım üzerine serildiler. Pantolonlu heriflerden birisine bir şamar attıydı, herif bir ayağının topuğu üzerinde macuncu fırıldağı gibi fırıl fırıl dönerek yıkıldı. Kayıkçı Türk’ün birisinin göğsüne bir yumruk indirdiği gibi herifin nefesi tıkanıp simsiyah kesildi. Sana bir şey söyleyeyim mi Andon? Eğer altısı hemen kayığa atlayıp da denize açılmamış olsalardı, vallahi billahi herif hepsini Bulgar kalpağı gibi kapıp kapıp taşlar üzerine çarpa çarpa eski pöstekiye çevirecekti!”
Papazoğlu Andon hikâyeyi buraya kadar tam bir dikkatle dinleyerek Çerkez Sohbet söze ara verdikten sonra da biraz zaman put gibi hareketsiz kaldı. Nihayet büyük bir hayretle dedi ki:
“Vay babasının canına yandığım! O cılız çocuk bu herif olsun?!”
“Ta kendisi! Sonra nasılsa geçen günler burada görüşerek ben kendisini tanıdım da isminin de Acem Ali Bey olduğunu o zaman öğrendim.”
“Ee sanki bu beyefendiden bize hiç ekmek yok mudur zannedersin?”
“Sana acıdığımdan söylüyorum. Kendisi neredeyse şimdi buraya gelir, görürsün.”
“Ben kendisini gördüm. Hem de epeyce gözüme kestirdim. Fakat demek oluyor ki senin ahbabındır. Sen de işin içinde olduktan sonra artık bana ümit kalmaz.”
“Yok yok! Onun bana hiç ihtiyacı yoktur. Hatta yemin ederim ki kendi hakkındaki maksadından Acem Ali Bey’e hiç malumat dahi vermem. Fakat benim yediğim şamar gibi bir taneciğini de senin yediğini görmek isterim. Herife silah kullanmak hiç lazım değil. Bir yumruğu kifayet ediyor.”
Papazoğlu, boş bira kadehini tekrar ağzına dikerek hiç olmazsa kadehin kenarında kalan köpükleri dudaklarıyla toplamaya ve Çerkez Sohbet dahi henüz yarıya kadar bile inmemiş bulunan kadehten bir daha dudaklarını ıslatmaya davranıp şu hâlde iki konuşmacı arasında tabii bir sükût hasıl oldu.
Bu sükût çok sürmedi. Zira yüzünü dükkânın ön tarafına dönmüş olan Sohbet Ağa dükkândan içeriye Acem Ali Bey’in girdiğini görerek sokak tarafına arkasını dönmüş olan Papazoğlu’na dedi ki:
“İşte geliyor. Emin ol ki hiçbir şey söylemeyeceğim. Eğer Ali Bey’in bir şamarına benim tahammül edebildiğim kadar dayanabilip de gebermezsen sana bin aferin!”
Papazoğlu arkasına dönüp baktığında o dahi Acem Ali Bey’i görüp fakat besbelli bir dakika önce işitmiş olduğu hikâyenin tesirinden olmalıdır ki çehresi sapsarı kesildi.
Garip değil midir ki Acem Ali Bey, Papazoğlu’nu Mavnacı Sohbet’in yanında görür görmez sanki yankesiciyi kırk yıldır tanıyormuş gibi Sohbet’e “A be Sohbet! Senin hırsız olduğunu bilmezdim! Böyle yankesicilerle ne işin var?” demesin mi?
Yalnız cesareti, yalnız pazu kuvvetiyle değil, bu kadar dikkatiyle dahi akıllara hayret veren Ali Bey, Papazoğlu’nun gözünde bir kat daha dehşete peyda ederek eski çomarlığıyla iftihar eden Andonaki’nin çeneleri titrediği hâlde kekeleyerek dedi ki:
“Ess… Estağfurullah efendim? Ben… Bendenizim… Kulunuz…
Fakir bir adamım. Hem Osmanlı kapısında büyümüşüm! Ka… Ka…
Kabul etmem!”
Acem Ali Bey’in bu telaşa güleceği gelerek ve fakat gülmeyerek dedi ki:
“Geçen gece Kurşunlumahzen yanında arkamdan ayrılmayan sendin. Kastının ne olduğunu da anladım. Fakat mademki Sohbet’in dostusun, sana merhameten nasihat ederim ki kısmetini başka yerden ara dostum! Hem al şu bir lirayı da bu gece harçlık et. Senin gibi köpekler gazaptan ziyade merhamete şayandırlar.”
Papazoğlu’nda lirayı aldığı gibi bir gidiş var!
Hatta Sandalcı Sohbet dahi şu hâlden pek ziyade mahcup olarak adı geçen Papazoğlu’yla yalnız bir göz aşinalığı olduğunu ifade ederek dedi ki:
“Beyim! Eğer beni gerçekten Papazoğlu’nun dostu ve arkadaşı tanıyorsan merhabayı keselim! Zira emin olmadığın bir adamla arkadaş olmamalısın.”
“Sana en doğrusunu söyleyeyim mi Sohbet? Şu Galata içinde senden daha cesaretli bir babayiğit bulunmadığını teslim ederim. Fakat bin düşmanım olsa yine korkum yoktur. Rıhtım kavgasını gördün ya? Papazoğlu’na ettiğim dikkati de şimdi gördün. Kahpe olan düşmandan hile ve oyunum ve cesur olandan da yumruğum sayesinde hiç korkum yoktur. Fakat emin ol ki seni öyle hırsız çeşidinden tanımam. Sen her cinayeti etmiş bir adam isen de hiçbir kimsenin hiçbir habbesine göz dikerek canına dahi kastetmemişsindir.”
“Ben o sözü söyleyeceğinizi bilseydim Papazoğlu’nu hiç de yanıma bile uğratmazdım. Ben burada sizi beklerken o kendisi geldi yanıma oturdu. Hatta bir de biramı içti. Neyse! Bu gece beni mutlaka görmek isteyişinizin ne için olduğunu merak ettim. Bir kimseyle kavganız filanınız mı var?”
“Bir kimseyle kavgam olsa yardımcıya muhtaç mıyım?”
“Yok! Muhtaç değilsin amma…”
“Bu gece seni kendime yardımcı etmeye geldim. Amma kavga için yardımcı değil. Hatta bu gece görülecek bir iş için de değil. Birkaç güne kadar bir işim var da onun için!”
“Vallahi Ali Bey, sizinle beraber olduktan sonra ateş olsa saldırırım.”
“Amma ben öyle boş lakırtılara kulak veremem. İnsan verdiği sözün eri olmalıdır. Hem öyle ateşe filana saldırmak lazım değil. Ateşsiz filansız bir iş! Şu kadar ki sırrı açıklamak olmayacak.”
“Can çıkar da sır çıkmaz. Gerçi sizinle hepi topu birkaç defa görüştük. Onlar da pek üstünkörü olduysa da size o kadar muhabbet ettim ki kırk yıllık dostunuz, arkadaşınız gibi oldum.”
Çerkez Sohbet bu sözü söylemekle beraber Acem Ali’nin yüzüne öyle bir bakış baktı ki kırk yıllık dostu değil ama sanki kalubeladan beri âşığı imiş gibi bir bakıştı.
Ya böyle bir bakışa Acem Ali’nin değeri yok muydu? Hem bu bakışın Acem Ali dahi farkına vararak her ne kadar kahır pençesinde aslanları zebun edecek bir kahraman olduğu kendisine dahi malum idiyse de ne kadar olsa gençliği ve güzelliği olmak hasebiyle öyle babayiğit bir adamın böyle bir bakışından mahcup olarak önüne bakmaya kalben bir mecburiyet hissetti.
Evet! Acem Ali Bey on sekiz, nihayet on dokuz yaşlarında tahmin olunabilecek bir delikanlı olup vücudu nahif, boyu uzunca ve elleri küçücük olduğuna göre, öyle pazar kayıkçılarını yekdiğerine çarpıştırmaya kâfi kuvvetin nerede olduğuna insan şaşardı.
Sakal ve bıyık henüz belli bile olmayıp binaenaleyh Çerkez Sohbet kendisine “Acem Ali” unvanından ziyade “Köse Ali” unvanını layık görür idiyse de çoğunlukla tüysüz olanların yüzlerinin derileri bu kusurlarının hükmünü kuvvetlendirecek kadar kerih bulunduğu hâlde Acem Ali’nin cildinde ise bilakis tazelik dahi görülürdü. Eğer kendisi ziyadece esmer olmasaydı o kara kaşlar ile kara gözler bir kat daha güzelleşirler idiyse de bu kadar güzel kara kaş ve kara göz öyle beyaz tenlerde pek nadir olarak, esmer olanların genelinde bulunduğundan bu nevi gözlerin en güzelleri Ali’de bulunması tenindeki esmerliği dahi süslerdi.
İran mahbubları,[5 - Mahbub (Farsça): Sevilen erkek (e.n.)] çoğunlukla Ermeni delikanlılarını andırırlar ise de bizim Acem Ali’nin çehresi İranlılardan ziyade Arap evlatlarının necip simalarına benzerdi. Hatta Acemler çoğunlukla kıllı oldukları hâlde Ali’nin bilakis kılsızca olması dahi Araplığa benzeyişini arttırıp burnunun, ağzının gayet küçüklüğü ve dişlerinin hem küçük hem de kar gibi beyazlığı Şam’da, Halep’te tesadüf olunan mahbublardan başka hemen hiçbir yerin dilberinde bulunamaz.
Hülasa bizim Acem Ali “mahbub” lafzının her anlamına göre mükemmel bir mahbub olup Çerkez Sohbet’te mahbub-dostluk asla mevcut olmadığı hâlde, Ali’ye olan âşıkça bakışının Ali dahi farkında olur idiyse de o pazu kuvveti kendisinde bulundukça hakikaten hiçbir tehlikeden ürkmezdi. Şu kadar ki “Ah bir kere bıyıklarım çıksa da şu hayret ve tahassür[6 - Tahassür: Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek (e.n.)] bakışlarından kendimi kurtarsam!” diyen birçok delikanlıdan biri de herhâlde Ali’ydi.
İsmi Acem Ali olduğuna göre kendisini papağı ve paşmağıyla bir Acem zannetmeyiniz. Potinli, pantolonlu, ceketli ve boyun bağlı olan güzel bir şık olup Acemliğinden kendisinde bakiye sayılabilecek bir şey varsa o da konuşma tarzında hissedilen pek sınırlı bir Acem şivesinden ibarettir.
Ya bu şive dahi kendisini meziyetten anlayanlar nezdinde bir kat daha mahbub edecek bir şey sayılmaz mı?
Her ne kadar Sandalcı Çerkez Sohbet, Farisi dilinin ne kadar şeker olduğunu ve o lisana mahsus tatlılıkla söylenen Türkçeyi bile sair mahbubların Türkçelerinden fark edebilecek şekilde terbiye görmüş bir adam değil idiyse de Ali’nin, en sert ifadeleri bile en güzel bir kızın, hem de kendi hemşehrileri olan Çerkez kızlarının ifadeleri kadar latif olduğunu takdir ederek, mekânı olsa da Ali kırk yıl söyleyip kendisi dahi kırk yıl dinlese yine Ali’yi dinlemeye doyamayacağını pek çok defalar hatırından hükmetmiştir.
Acaba Çerkez Sohbet’in kendi hakkındaki hislerinin bu derecelere kadar vardığını Ali dahi anlamış mıydı?
Eğer Çerkez Sohbet, böyle genç kahramanlarda görülen mükemmel güzelliği takdir edişi, kendi ahlakınca ayıplamayı ve nefreti gerektirecek melunlardan bulunsaydı belki Ali dahi bahsi geçen hisleri anlamış olurdu. Zira o hâlde bulunan kötü niyetli insanlar içlerindeki derdi bir türlü saklayamayarak güzideleri olan delikanlılara gizli aşklarını ifşa ederler. Fakat Çerkez Sohbet bu gibi kötü ahlaklılardan olmayıp “güzellik” denilen sıfatı ise bir genç kızda, bir genç erkekte değil, atta, kuşta hatta biçimli bir sandalda görse bile hayran olacak kadar güzel tabiat sahibi bir adam olduğundan zaten yüreğinde Ali için saldırgan bir his yoktu ki hatta az çok bir taşkınlıkta bulunacağı tasavvur edilebilsin.
Ya rıhtım üzerindeki kavga meselesi ortada iken velev ki Sohbet’te öyle nahoş bir his bulunsa bile cüzice eserini[7 - Eser: Bir şeyin varlığına delalet eden tesir (e.n.)] meydana çıkarabilmek mümkün müdür?
Şu kadar var ki Sohbet’in bakışları adi bakışlardan dahi olmadıklarını Acem Ali anladığı için önceden de haber vermiş olduğumuz üzere Sohbet biraz başka türlü kendi gözlerinin içine baktıkça Acem dilberi de gözlerini indirmeye mecbur olurdu.
Sandalcı Sohbet’ten aldığı vefa vaadine, Acem Ali’nin cidden itimat etmesi lazım gelirdi. Zira Sohbet her ne kadar Ali’den yediği şamarın acısını unutamayacak kadar şiddetini görmesi üzerine Ali’yi her hâlde kendisinden üstün tanımışsa da yine Acem Ali’nin itirafı üzerine Ali’den sonra da Galata’da Sohbet’ten daha kabadayı bir kimse bulunmadığından Sohbet, Ali’nin refakatine hiç de muhtaç değildi. Zaten Acem Ali ne kadar zorba olursa olsun, bundan Sohbet’e ne zarar gelir ki? Acem dilberi henüz birkaç haftadan beri Galata’da türemiş olup Sohbet’se Galata’nın kırk yıllık Sandalcı Sohbet’idir. Hangi meyhaneye, hangi gazinoya, hangi baloya girmiş olsa herkes tir tir titrer. Acem Ali’nin bu dereceyi bulabilmesi için daha pek çok belalar geçirmesi, bu yolun bu tarikin cümle-i mukteziyât-ı ahkâmından olup böyle henüz birkaç haftalık bir Acem Ali Bey olması hâlindeyse işte bir aralık Papazoğlu Andon gibi miskin yankesiciler bile kendisini göze kestirebilirler. Bu gibi eşkıyaların her birine kendisini anlatmak kolay olamaz. Rıhtım vakasının hikâye edilmesi bahsi geçen eşkıyaları yıldıramaz. Rıhtım vakası gibi olaylar artmalı ve çoğalmalı ve Acem Ali Bey dahi attığı tokatlar ve yumruklar gibi birkaç yüz tanesini kendisi de yiyip hatta yalnız yumruk ve şamar şakalarında kalmayarak kama ve revolver sohbetlerine kadar varmalı ki Sandalcı Sohbet derecesinde yaygın şöhret kazanabilsin.
Bu tetkikler zaten Acem Ali Bey’den uzak olmadıkları cihetle mavnacının verdiği vefa vaadi öyle kahpe ve namert bir çapkının vaadi olmayacağını anladı ise de işi bir kat daha takviyeye lüzum görmekteydi. Bu takviye için dahi Mavnacı Sohbet’le bir kat daha kaynaşmaya lüzum gördü.
Bu gibi delikanlıları yekdiğerine en ziyade perçinleyip kaynatacak olan şeyin içki içmekten başka bir şey olması mümkün müdür?
Binaenaleyh Acem Ali, sandalcıya dedi ki:
“ ‘Hepi topu birkaç defa görüştük.’ mü dedin? ‘Onlar da pek üstünkörü idiler.’ mi dedin? Gerçi hakkın var. Haydi öyleyse bu gece seninle enine boyuna bir görüşelim. Hem de sen ne istersen öyle yapalım. Hangi meyhaneyi beğenirsen orada içip hangi lokanta hoşuna gidiyorsa orada yemek yiyelim. Yemekten sonra dahi geceyi hep senin istediğin gibi geçirelim. Paralar benden! Nasıl, beğendin ya?”
“Evet, fena olmaz. Hazır yarın da pazar olduğundan işimiz yok demektir.”
“Öyleyse haydi bakalım, kalk da nereden başlayacaksak önüme düş gidelim.”
Biraz düşündükten sonra Sandalcı Sohbet şöyle dedi:
“Ben sana bir şey söyleyeyim mi?”
“Söyle!”
“Biz öyle rakıyı bir meyhanede, yemeği bir lokantada, eğlenceyi bir tiyatroda yapacağımıza, şuradan seninle kalksak, (…) oteline gitsek de ta yarın sabaha kadar her eğlencemizi orada tamamlasak fena mı olur?”
“Sen bilirsin. Bu gece ben sana tabiyim dedim ya!”
“Orada içki de var, yemek de var, her türlü eğlence de var! Hem pahaca dahi o kadar şikâyet olunacak derecede değildir.”
“Sen para cihetine karışma. Ne kadar giderse gitsin.”
“Evet! Zaten ben de orasını onun için istiyorum ya işte! Gündeliği bir mecidiyeyi güç dolduran benim gibi bir sandalcı için o yerler gidilir görülür şeyler değildir. Bir kerecik sizden iyi olmasın bir beyefendiyle gitmiştik. Şimdi o bey artık Galatalara tenezzül etmeyip Beyoğlularına devam etmeye başlamıştır. Belki siz dahi buralardan usanırsanız Beyoğlu’na devam edersiniz. Lakin bizim Galata için ondan daha kibar bir mekân bulunamaz.”
“Galata’dan usanmak, Beyoğlu’na devam etmek, şimdi bilinecek, hükmolunacak şeyler değildir. Eğer oralara devam etmeye kadar varırsak ihtimal ki yine beraber olur. Biz şimdiki hâlde bu gecelik eğlencemize bakalım!”
Bundan evvel “Henüz On Yedi Yaşında” başlığıyla kaleme almış olduğumuz bir romanda Beyoğlu’nun eğlence mahallerine dair okuyucularımıza epeyce tafsilatlı malumat vermiştik. Bu defa Galata’nın eğlence mahalleri hakkında o ölçüde tafsilat vermeyeceğiz. Zaten evvelce dahi dediğimiz gibi hikâyemizin Galata’yla ilgisi nispeten pek az bir şey olup bununla beraber Beyoğlu hakkında evvelki hikâyemizdeki izahlar, Galata’ya dahi tatbik olunabilmesi için şu noktayı dikkatlice anlamaya çalışmak kifayet eder ki biz “Henüz On Yedi Yaşında” romanında Beyoğlu’nun en muteber eğlencelerini tasvir etmiş olduğumuz hâlde o tarafın en müptezel eğlence mahalleri ne kadar murdar ve tehlikeli olmak lazım gelirse işte o murdar ve tehlikeli yerlerin dahi Galata’ya nispetle en muteber bir yer olacağı malumdur.
En rezil bir aşüfte, Beyoğlu’nda artık beş para edemeyecek kadar bayağılaştıktan sonra Galata’ya indiğinde henüz yeni türeme olmak mertebesinde itibarlı sayılır.
Beyoğlu’nda muteberce yerlerde pazarlık için liralar vahid-i kıyasi[8 - Vahid-i kıyasi: Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. (e.n.)] olup en müptezel yerlerinde mecidiyeden bahsolunur. Galata’daysa mecidiye denildiği zaman beşibiryerde liradan bahsolunmuş kadar hüküm sürüp çeyrek ve kuruş dahi vahid-i kıyasi kabul edilmektedir.
Ne hacet? Geçenlerde Galata’da bir yangın zuhur ederek yangından sonra arsası kazılırken beş altı insanın kemikleri ortaya çıkmış ve bunlar yangında helak olan adamlar olmayıp ondan evvel defterleri dürülerek mağazaların içine defnedildikleri ortaya çıkmıştı. Bu gibi tehlikeler Beyoğlu’nda yüzde bir muhtemel ise de Galata’da yüzde doksan dokuz muhtemeldir.
Acaba bizim genç Acem dilberinin Sandalcı Sohbet’le arkadaşlık etmesi bu tehlikeleri bildiği için Sohbet’in şöhretinin himayesinde kendi emniyetini de muhafaza etmiş olmak için midir?
Pek iyi bilemezsek de pek kuvvetli olarak zannederiz ki bunun için olmamalıdır. Zira Acem Ali’nin kendisi dahi demiş olduğu üzere bu gibi tehlikelere karşı hiçbir yardımcının himayesine muhtaç olmadığı gibi canı isterse Beyoğlu’nun en itibarlı yerlerinde eğlenebilecek kadar zengin de görünmektedir.
Herhâlde yine daha şimdiden hikâyenin her sırrını keşfetmek için zihni yormayalım da Acem Ali’yle Sandalcı Sohbet’i kendi gidişlerine bırakarak hâl ve hareketlerinin neticesinin nereye varacağını görelim.
Bunlar önceden karar verdikleri gibi (…) oteline vardılar. Fakat otelin herkes için gazino kabul edilen mahalline oturmayıp kendilerine mahsus bir oda açtırdılar.
Zaten Sandalcı Sohbet her yerde meşhur olduğu gibi namı bu otelde dahi bilindiğinden ilk defa geldiği zamandan beri orada hizmetçilik eden bir uşak Sandalcı Sohbet’in oraya geldiğini herkese haber verince sadece otel içinde bulunan kadın erkek hizmetçiler değil hatta müşteriler arasında dahi henüz Sohbet’in yüzünü görmemiş olanlar “Böyle Galata’yı sindirmiş olan Sohbet acaba nasıl bir adammış, görelim.” diye kapının önünden gelip geçerek ve birçoğu da birer vesileyle odaya girerek hasılı otelin içini altüst etmişti.
Böyle bir mahalde Sohbet’in yanında bir de güzel delikanlı bulunmasına bâdi-i emirde herkesin ne mana vereceğini izaha lüzum var mıdır?
Fakat bu şüphe çok vakit devam etmedi. Zira içkileri, yemekleri emreder iken bu delikanlının kese sahibi olduğu anlaşılacak tavırlarda bulunması ikinci derecede olarak kendisinin bir mirasyedi ve Sohbet’in de onun yanında dalkavuk olduğu hükmünü verdirip bir de delikanlının ismi “Acem Ali Bey” olduğu anlaşılınca zaten Ali Bey’in de ismi Galata’da şurada burada yavaş yavaş duyulmaya başladığından bu ikinci hüküm dahi bertaraf olarak herkeste en doğru inanç husule geldi.
Kendilerini birbirine beğendirmeye gayret eden iki yeni dostun her şeyde olduğu gibi içki içme hususunda dahi tam bir mümaşattan[9 - Mümaşat: Birlikte hoş geçinmek. Bir kimsenin fikrine katılıyormuş gibi görünme. (e.n.)] geriye durmayacakları kabul edilir. Hatta içki içme alışkınlıkları olmasa bile iyi arkadaşlığa halel vermemek için ikisi de Bekri Mustafa kesilirler. Bu hâl Acem Ali Bey’le Çerkez Sohbet arasında dahi görülüp kadehler boşaldıkça derhâl doldurulur ve sanki kadehlerin dolu durmaları ayıpmış gibi hemen boşaltılır ve yine doldurulurdu.
Binaenaleyh oraya varışlarından yarım saat sonra bunlar çakırkeyif derecesinden kendilerini bilmeyecek kadar sorhoşlaşmaya başladılar. Hatta o zamana kadar sohbetleri pek hususi iken ondan sonra odalarına gelen birkaç aşüfteye dahi hüsnükabul yüzü göstererek cemiyetlerini büyüttüler.
Acem Ali Bey bir aralık kendisini yokladığında sarhoşluğun derecesinden ürkerek ihtiyata lüzum gördüyse de şöyle bir mağlubiyeti dahi kahramanlık şanına yediremediğinden Sohbet’e dedi ki:
“Bugün ağzıma lokma koymadım desem yalan değildir. Karnım bir aç ki! Bütün bütün aç karnına içtiğimiz için rakı da iyi sardı. Ama ne parlak neşeliyim!”
“İsterseniz artık yemek yiyelim.”
“Fena olmaz. Çünkü benim bir âdetim vardır ki ziyadece sarhoş olursam yemek de yemem. O hâlde yarın sabaha kadar açlıktan âdeta gebermek muhakkak olur.”
“Yiyelim yiyelim! Ben de içkinin bundan ziyadesini sevmem.”
“Yemekten sonra şarapla keyifler tazelemek dahi mümkündür.”
“Öyle ya!”
Yemek lafı ortaya çıkınca misafir olarak içki içmekte bulunan bir iki aşüfte kalkıp gitmeye davrandılar. Acem Ali Bey, Sohbet’in ne diyeceğini görmek için bunların dağılmasına hiçbir şey demedi. Sohbet dahi hiç ses çıkarmayınca Ali Bey kızlara dedi ki:
“Ismarladığımız yemek hepimize yeter. Oturunuz, güle oynaya beraber yiyelim de sonra gidersiniz.”
Hemen hiçbir vakit karınları güzelce doymamakta bulunan aşüfteler Acem Ali Bey’in şu cömertliğinden memnun kaldılar. Hatta yemeği hazırlamak için kendileri hizmete kalkıştılar.
Bunlar hizmetteyken bir aralık Acem Ali Bey ile sandalcı yalnız kalınca Ali demişti ki:
“Nasıl arkadaş? Bu kızlardan hangisini beğendin?”
“Ben mi?”
“Ya kim olacak? Artık bu geceyi bekâr geçirmek olamaz ya?”
“Eğer benim için düşünüyorsan hiç düşünme! Kendin içinse hiç ummam ki senin gibi bir bey böyle murdar karılara tenezzül etsin.”
“Acayip! Rakılarını içmek ve yemeklerini yemek için murdar değiller de koynumuza alıp sarılıp yatmak için mi murdardırlar?”
“Evet!”
“Nasıl evet? İşte buna şaşırdım. Karılardan hoşlanmaz mısın yoksa? Tabiatın başkaysa ona diyeceğim yoktur.”
Bu son bahis Sohbet’in çehresinde öyle bir utangaçlık peyda etmişti ki Acem Ali’nin zannettiği tabiatta olmadığını ispat için bundan daha parlak delil olamazdı.
Sonra Sohbet dedi ki:
“Kadınlardan hoşlanmam demek, ben insan değilim demektir. Fakat sen bunlara ‘kadın’ diyebilir misin?”
“İyi ama buralarda bulunabilen kadınlar da bunlardan iyi olamaz. Ama istersen haydi Beyoğlu’na gidelim. Bu gece nasıl istersen seni öyle eğlendireceğim.”
Sohbet Ağa bu teklife dahi hiçbir cevap vermedi. Acem Ali Bey sordu ki:
“Ne sustun ya? İstersen Beyoğlu’na gideriz dedim. Sen pahasına filana karışma!”
“Paha ve para meselesinde bulunmadığımızı bilirim. Teşekkür ederim fakat ben ne Galata karılarını isterim ne de Beyoğlu!”
Oteldeki karılar bir yandan sofrayı kurup murdar çatal bıçak ve kaşıklar ve ele alınmaz peşkirler ve yüzüne bakılmaz tabaklar, kadehler filanlarla sofrayı süslemekteydiler. Bizim iki arkadaş yine konuşmalarına devam ederlerdi.
Acem Ali Bey dedi ki:
“Öyleyse mutlaka sevdiğin bir karı olmalıdır.”
“Neden sevdiğim bir karı olsun?”
“Böyle hiçbir karıyı beğenmek istememek ancak insanın sevdiği bir karısı olmasından kaynaklanır. Yok eğer bu suallerim can sıkıyorsa sormayayım. Arkadaşımı sıkmak istemem.”
“Hayır! Neden canım sıkılsın? Doğrusunu istersen ne sevdiğim bir karı vardır ne de yoktur.”
“Demek oluyor ki herhâlde bir kadın vardır ama…”
“Evet! Çamaşırlarımı yıkayan bir karı vardır.”
“Ama sevilecek bir şey olmadığından sevmezsin. Değil mi?”
“Ezcümle kırk beş yaşında bir karıdır.”
“Öyleyse bir gececik genç, güzel ve parlak bir kızla vakit geçirsen olmaz mı?”
“Senin canın istiyorsa istediğin gibi eğlenebilirsin. Hatta benim de refakat etmemi istersen beraber bulunurum. Lakin bana karı filan teklif etme!”
“Vallahi Sohbet! Ne kafada bir adam olduğunu anlayamadım!..”
“Hey beyim hey! Şimdiki hâlde bir Sandalcı Sohbet isem de ben de bir vakit bir Sohbet Bey’dim. Dünya gördüm beyim, çekmediğim bela kalmadıysa da gözlerim evvelden görmüş oldukları şeyleri bir türlü unutamazlar. Ben öyle beş on kuruş için koynuma girecek olan karı dünya güzeli olsa bile yine kabul etmem.
Acem Ali bir kahkaha kopardı, dedi ki:
“Demek oluyor ki o dünya güzeli kadının sana âşık olmasını, seni sevmesini istiyorsun ha? Fakat bir kere şu aynaya baksana! Hiç Sandalcı Sohbet öyle dünya güzeli hanımların sevebilecekleri bir herif midir?”
“Ben sevsinler demiyorum. Sevilmeyeceğimi ben de biliyorum. Fakat şu hâlde bir Sandalcı Çerkez Sohbet’im diye varıp da kendi karılıklarını kendileri dahi bilmeyen birtakım aşüftelerin kucaklarına atılacak değilim ya!”
“Öyleyse bir fakir kız bulup evlensene. Senin gibi adamlar fakirliğine, servetine itibar etmeyen fakat kendisini iyilikle kabul edecek olan bir kızcağızı canlarına sokarlar.”
“Pek doğrudur! Lakin günde ancak bir mecidiye kazanabilmekle o zavallı kızcağızı mesut edemem. Kış mevsiminde onu da kazanmak mümkün olamıyor.”
“Ama öyle bir kızda kanaat dahi bulunur.”
“Onda bulunursa bende bulunmaz. Ben karımın biraz da karıya benzemesini isterim.”
“Oo! Alicenaplığın da var ha?”
“Ne yapayım? Alicenabı olan adamlar içinde büyüdüm. Onun içindir ki ben de böyle Sandalcı Sohbet olduğum hâlde geberip gidinceye kadar sürünüp kalacağım. Kabahat bende değil amma!.. Neyse! Cenabıhakk’ın takdiri böyleymiş.”
Bu sözü söylediği zaman biçare Sohbet’in hâl ve tavrı pek ziyade nazarıdikkati ve ehemmiyeti çekecek bir suret peyda etmişti. Acem Ali, dikkat ehli bir adammış ki herifin bu tavrına çok dikkat etti. Lakin hiç sesini çıkarmadı. O zamana kadar sofra dahi kurulmuş olduğundan birkaç karıyla birlikte sofraya oturdular.
Cereyan eden konuşma Sohbet’te neşe bırakmamış olduğu gibi Acem Ali dahi nasılsa bir düşünceye vardığından davet olunan aşüfteler ise birkaç şenlik göstermek istediler ancak makbule geçmediği gibi zaten makbule geçebilecek tarzda dahi değildi.
Şu kadar var ki rakıyla tamam olmayan keyifleri şarapla tamamlamak hususunda dahi Acem Ali’yle Sandalcı Sohbet birbirlerine teşvik edici mümaşatta bulunmaya başladılar.
Sofradan kalkıldığı zaman iki arkadaşın ikisi de gerçekten kendilerini kaybedecek kadar sarhoştular. Hatta Acem Ali Bey, içkiye bu kadar alışkın adamlardan olmamalıdır ki içkinin tesiriyle daha ziyade etkilenmiş görünmekteydi. Binaenaleyh yemekten sonra eğlencede devama ihtimal kalmadı. Hemen yataklarda yuvarlanmak ihtiyacı baş gösterdiğinden hizmetçilere o yolda emirler verildi.
Bir yandan kahveler içilmek ve bir taraftan yatağa girileceği zamanı beklemekle beraber Acem Ali’yle Sohbet Ağa kalan sohbetlerine devam ettiler. Cereyan eden sohbet hep yukarıdan beri örneğini sunduğumuz tarzda olup Acem Ali tekrar tekrar Sandalcı Sohbet’e karı teklif eder ve Sohbet ise her defasında birer akıllıca özürle reddederdi. Şu kadar var ki bu sohbetlerin neticesinde Sandalcı Sohbet’in gerçekten şu sefil hâle layık bir adam olmadığı ve kadınları tanımak, kadınlara rağbet etmek hususunda gerçekten tabiat sahibi bir adam olduğu anlaşılırdı.
Gece henüz saat dörde gelmemiş olduğu hâlde bunların sarhoşluk mahmurluğuyla gözleri kapanmak derecelerine gelip nihayet soyundular, yataklarına girdiler. Hem de yatakların ikisi de bir odada olup buna ise Acem Ali lüzum göstermişti. İhtimal ki gençlik ve güzellik bazı yerlerde zenginlikten ziyade hırslı ve tamahkâr bakışları çektiğini göz önünde bulundurarak Sandalcı Sohbet’in himayesine kendisini bırakmak için böyle ikisinin bir odada yatmasına lüzum görmüş ve göstermiş olmalıdır.
İki arkadaşın ikisi de yatağa girer girmez horlamaya başladılar.
Hatta Sandalcı Sohbet, Acem Ali’den daha evvel uyumuştu.
Lakin horultu çok zaman devam etmedi. Sandalcı Sohbet bir aralık yatağından başını kaldırıp etrafı teftiş etti.
Ancak kaldırdığı başı tekrar yastık üzerine koymadı. Etrafı teftişten sonra gözleri Acem Ali üzerine dikilip orada dahi mıhlanıp kaldılar.
Acem Ali hâlâ horlamaktaydı.
Çerkez Sohbet hem Ali’yi temaşa eder hem de çehresinde o kadar değişimler gösterirdi ki dikkat ehli olan birisi bunu görecek olsa yüreğinden dahi pek çok şeyler geçmekte olduğuna hükmedebilirdi. Zira çehre yüreğin aynasıdır derler.
Sakın sandalcı baba, genç Acem delikanlı hakkında düşüncelerini değiştirmiş olmasın?
Sohbet Ağa yatağı içinde uzanmış olduğu hâlde Ali’yi temaşaya kanaat edemeyip kalktı, yatağın içine oturdu. Bir de sigara yaktı.
Anlaşılıyor ya! Sandalcının uykusu kaçtı.
Sigarasını içinceye kadar dahi yatağı içinde oturarak sonra yatağından çıktı. Ta Ali’nin yatağı yanına kadar sokulup iki gözlerini delikanlının yüzüne dikti. O kadar dikkatle bakıyordu ki bu bakışa bir âşık bakışı denilse pek de hata edilmemiş olur.
Acem Ali hâlâ horluyor. Hem de cidden pek derin uykuya varmış. Âdeta vücuduna iğne sokulsa duymayacak!
Sandalcı Sohbet, Ali’nin yatağına biraz daha sokuldu. Fakat o kadar sakınarak sokuldu ve çehresi dahi o kadar başkalaştı ki âdeta o aralık Ali gözlerini açıverecek olsa sandalcının bir kere hoplayacak olan kalbi bir daha çarpmaya meydan bulamayarak biçarenin bir anda helak olacağına dahi hükmolunabilirdi.
Bununla beraber yine bu anda tavrında sınırsız bir memnuniyetle sınırsız cüreti itham eder yeni bir hâl ve suret daha gelerek yatağa bütün bütün sokulmakla beraber Ali’nin yorganını biraz kaldırmaya kadar vardı. Zira Ali yorganına tamamıyla bürünmüş olarak yalnız yüzünü göstermekteydi.
Ne garip hâl! Sohbet yorganı kaldırıp da Ali’nin vücuduna bakar bakmaz sanki yorgan altında korkunç bir şey görmüş gibi birdenbire tekrar örterek iki adım dahi geriye çekildi.
Sohbet’in çehresinde nice bin hayret alameti varsa da kalbinde olanlar maksadı bildirecek bir şeyi söylemiyor ki!
Şüphesiz on dakika kadar daha ve fakat hareketsiz bir hâlde durduktan sonra tekrar Ali’nin yatağına sokularak yorganı bir daha açtı. Hem de bu defa evvelkinden daha ziyade sakınma hâlinde bulunup şu sakınmasından anlaşılıyordu ki ilk açtığı zaman gördüğü şeyin sıhhat ve hakikatine inanamamış da inanç getirmek için bu ikinci keşfe dahi mecbur olmuştur.
Acaba bu ikinci bakışında biz dahi Ali’ye Sohbet’le beraber bakmış olsaydık ne görürdük?
Ne göreceğiz? Soyunduğu zaman ceketini, yeleğini, Frenk gömleğini çıkarıp yalnız fanilasıyla yatağa girmiş olan Acem Ali Bey’in göğsündeki fanilanın altına sanki iki turunç koymuşlar gibi bir hâl!
Eğer Sandalcı Sohbet biraz daha cesaret edip de Ali’nin göğsüne elini koymuş olsaydı bu küreciklerin turunç kadar katı olmadıklarını görerek âdeta en güzel kız memelerinden bir çift meme olduğunu anlar ve hükmederdi.
Demek oluyor ki Acem Ali Bey denilen ve rıhtım üzerinde on kişiyi çil yavrusu gibi dağıtan kahraman, âdeta nazik bir kız imiş.
Evet ama yalnız “nazik” sıfatı biraz fazla görülüyor! Çünkü o demir pençeye pek de “nazik” denilemez.
Eğer Acem Ali Bey şişman bir adam olsaydı, bu memelerin kız memesi olmadığı akla gelebilirdi. Zira bazı şişman adamlarda hemen kız memesine yakın memeler görülmekte olup özellikle de sıkıca bir fanila giyildiği zaman bunlar bayağı kız memesi gibi kürevîlik dahi peyda ederlerdi.
Ancak Acem Ali Bey âdeta nahif endamlı bir delikanlı olup ondan başka Sandalcı Sohbet bu zatın kulaklarına dahi dikkat etmişti.
Sandalcı Sohbet, gerçekten, dünya görmüş bir adam olduğunu şu dikkatiyle herkese kabul ettirebilir. Zira Acem Ali Bey’in Rüstem-i Zalleri dahi aciz bırakacak pazu kuvvetinin dışında simasında öyle bir tatlılık görmüştü ki bu tatlılığın ne kadar güzel ve mahbub olursa olsun bir delikanlıda bulunabilmesi mümkün olamaz. O güzel ağız bilahare bıyık denilen bir tutam kılla örtülmek için yaratılmamıştı. O mini mini ve yumru çene ileride sakal denilen bir kıllı mahfaza ile hayret bakışlarından saklanacaksa pek yazık olacaktı.
İşte Sandalcı Sohbet bu dakikalara kadar inceleyici bakışlarını sevk ettiği hâlde Acem Ali’nin kulaklarına dikkat etmemek mümkün olur mu?
Bu dikkati de yatağından kalkıp da Ali’nin yatağına sokulduğu zaman etmiş ve kulaklarında küpe takmak için birer delik görünce şüphesi artarak nihayet yorganı kaldırmaya kadar cüret bulmuştur.
İkinci defa olarak yorganı kaldırıp baktıktan sonra Sandalcı Sohbet artık doğruca yatağına gelip uzandı. Fakat uyumak için değil. Bilakis bir sigara daha yaktı. Yine gözlerini Ali’ye dikerek sigarayı o kadar sık sık çekerdi ki bu hâlin dahi derin bir meraktan kaynaklanacağı malumdur.
Kim bilir bu hâlde Sandalcı Sohbet, Ali’nin bazı hareketlerini mi beklerdi? Kim bilir Ali’yi uyku uyumayıp da uyanıktır diye mi zannediyordu?
Fakat sigaranın birisi bitti, bir dahası yapılıp o da bitti. Yine Ali’de hiçbir hareket olmayıp kalbi üzerinden kurşun yemiş Moskof kazağı gibi yatmaktadır.
Sigaraların birkaçı daha öncekilerini takip ederek kül oldular. Ali’de hâlâ bir hareket yok. Nihayet Sandalcı Sohbet’in dahi gözleri kapanarak uykuya vardı.
Galata Caddesi’nde gidiş gelişin peyda ettiği gürültü Sohbet’i uykudan uyandırdığı zaman pencerelerden içeriye giren güneş odanın içini ışığa boğmuştu.
Sohbet’in gözlerinin en evvel Acem Ali’nin yatmış olduğu yatak tarafına dönmesi tabii olup orada Ali’yi göremeyince oda içinde aranmaya başladı.
Ali oda içinde de yoktu. Sohbet hemen kalkıp alelacele elbisesini giyindi, tam potinlerini ayağına giyerken kapı açılıp Acem Ali içeriye girdi.
“Uyandın mı arkadaş?”
“Şimdi kalktım.”
“Bu sarhoşluk üzerine bir işkembe çorbası yarar ya?”
“Hayhay!”
“Ben hesapları ödedim. Haydi öyleyse işkembeci dükkânına!”
Bunlar oradan çıktılar. İşkembeci dükkânında kahvaltılarını ettiler. Fakat Acem Ali Bey hep dün akşamki Acem Ali Bey olduğu gibi Sandalcı Sohbet de hep dün akşamki Sandalcı Sohbet olup Ali’nin bir kız olduğunu keşfettiğine dair sandalcıda hiçbir tavır, bir alâmet yoktu.
İşkembeciden dahi çıktıktan sonra Acem Ali arkadaşına dedi ki:
“Ey Sohbet! Bu gece güzel eğlenebildin mi?”
“Benim gibi bir adam ne kadar güzel eğlenebilirse o kadar!”
“Şimdi beni dinle! İstersen her zaman böyle eğlenebilmek ve güzel bir kız ile evlenerek rahat bir köşeye çekilmek, rahatlamak senin için mümkündür. Fakat benim de sana gördürecek bir hizmetim vardır.”
“Ben eğlenmek, yaşamak, ölmek filan gibi hesaplarda değilim. Senin arkadaşın olmak bana yeter. Hizmetin neyse hemen söyle.”
“Lakin bu hizmette körü körüne itaat isterim. Eğer zerre kadar itaatsizlik olursa…”
“Zerre kadar itaatsizlik olursa o anda beni öldür. Kanım katlim helal olsun!”
“Bir de esrarı meydana çıkarmamak…”
“Onların hepsi belli şeyler…”
“Öyleyse iki gün sonra, yani pazartesi akşamı seni yine dün akşam bulduğum meyhanede bulmalıyım.”
“Allah ölümden aman verirse muhakkak olarak bulursun.”
“Tamam. Şimdi bana izin ver de ayrılalım!”
“Uğurlar olsun!”
İKİNCİ KISIM
AYŞE EBE
(…) semtlerinde Ayşe Ebe diye şöhret bulan bir ebe hanımın başına gelen acayip vakayı işittiniz mi? Henüz unutulmuş olması muhtemel olacak kadar eski vukuattan değilse de bu vaka herkesin hayret nazarlarını çekmiş olduğu zamanlar bile birbirini nakzetmiş olan birçok rivayet, bu vaka hakkında pek çok kimselerin şüphesiz bir fikir hasıl edememelerine yol açmış olduğundan durumu bu defa size etrafıyla anlatmayı lazım saydık.
Bu Ayşe Ebe her ne kadar loğusalar nezdinde alışılageldiği gibi “ebe nine” hitabına mazhar olursa da kendisi “nine” sayılacak kadar ihtiyar olmayıp âdeta “hemşire” sayılacak genç bir kadındır.
Yalnız genç değil! Hem genç hem de oldukça ve daha doğrusu pek ziyade güzeldir.
Bir akşam bu kadın, ev halkıyla güzel güzel oturup yedikten içtikten ve söz sohbet ettikten sonra yatak odasına çekilir. Ertesi sabah herkes uykudan uyanmasını beklerse de ebe hanım uyanmaz. Şayet gece, uykusu kaçmıştır da biraz geç uyanacaktır diye bir hayli zaman kendisini rahatsız etmezlerse de öğle vakti olduğu hâlde yine Ayşe Ebe’den bir eser görülmeyince gelip odasının kapısını vururlar.
Tabii ki odadan ses seda alınamaz.
Herkeste merak artar. Kapıyı kırmak lazım gelirse de içlerinden birisi kapının zembereğini kurcaladığında kapı açılır. Böyle sürmeli olmayan ve kendi kendisine açılan kapıyı tekrar kırmaya gerek görülmeyeceği tabiidir.
Kapı açılır ama oda içinde kimse yok. “Acaba ebe hanım biraz evvel kalktı da dışarıya mı çıktı?” diye öte beri aranırsa da ebe hanım evin içinde yoktur.
Al bir merak daha!
“Sakın kara sevdaya filana uğrayıp da kendisini kuyuya muyuya atmasın?” denilir. Araştırmalara daha ziyade devam edilir. Yine bir eser yok. Hatta hırsız filan gibi bir düşman eliyle öldürülmüş olması lazım gelse mutlaka bir emare görülmesi gerekirken öyle bir emare dahi yok.
Meraklar gittikçe artar. “Sabah erkenden bazı konuya komşuya gitmiş olmasın?” diye en ziyade münasebet alacak konu komşu dahi aranırsa da hiçbir tarafta iz bulunamaz.
Artık çaresiz zaptiyeye müracaat olunarak birkaç müfettiş tayin olunup evin içi ve dışı etraflıca incelenirse de içeriye hırsız filan girdiğine dair hiçbir eser bulunamaz.
Bundan sonra bir taraftan zaptiye ve bir taraftan da hane halkı bütün İstanbul içinde Ayşe Ebe diye aramaya başlarlar. Sanki yer yarılmış da içine girmiş, Ayşe Ebe hiçbir yerde yok vesselam!
Bir gün iki gün böyle devam eder. Ebeden haber yok. Üçüncü, dördüncü gün dahi geçer, yine haber yok.
Nihayet beşinci gece hane halkı kâh ağlayarak kâh düşünerek Ayşe Ebe’ye ne hâl olduğuna bir mana vermekte şaşkın iken sokak kapısı açılıp sonra kapanarak “Kızlar! Mumu çıkarınız! Ben geldim!” diye bir ses işitilir.
Bu sesin Ayşe Ebe’nin kendi sesi olduğu tanınmayla herkes dışarıya fırlar. “Acaba Ayşe Ebe ne hâlde görülecek?” diye herkes ebe hanımı bir başka hâl ve surette göreceğiz zannederken bilakis Ayşe Ebe arkasında bir kat gayet güzel elbise olduğu hâlde bir yandan feracesini yaşmağını çıkararak kendisini karşılamaya gelenlerin yanına yaklaşır.
Herkes “Canım! A ebe hanım! Ne oldun? Nereye kaybolup gittin?!” diye işin aslını öğrenmeye girişirler. Ebe hanım da “Hiç, ne olacağım? Ebe değil miyim? Gece gündüz denilir mi? Ebe kısmı her zaman hizmetine muntazır ve hazır olmalıdır!” diye izaha başlar ve hem de ev halkına yaklaşırsa da sanki arka tarafında kendisini bir tehlike takip ediyormuş gibi sık sık arkasına dönüp bakarak korku, çekinme alametleri gösterir.
Hasılı kadıncağız oda içine can atıp da kendisini ev halkı içinde ve selamette bulunca bir kere “Hay!” diye haykırıp hemen kendisinden geçer!
Herkeste tabii olarak oluşan telaşı izaha ve etraflıca bildirmeye gerek var mı?
Kadın evinden kaybolduğu gece, arkasında bir basma entari varken bu gece gayet mükellef bir canfes elbise bulunması hane halkının dikkatini her şeyden önce çekerek baygın bir hâlde bulunan Ayşe Ebe için ilk edilecek tedbir, elbisesini çıkarmak olmakla kadınlar bu elbiseyi çıkarmaya başladıkları zaman cebinde bir de çıkın bulmuşlar ve açtıkları zaman içinde yüz lira bulunduğunu görmüşlerdi.
Ne kadar merak gerektirecek bir hâl! Buna, alametlere nazaran Ayşe Ebe dost eline mi düşmüş, yoksa düşman pençesine mi düçar olmuş diye hükmolunur?
Hâlbuki Ayşe Ebe hâlâ kendisini toplayamıyor. Tabibe mi haber göndermeli yoksa zaptiyeye mi?
Tabibe “Bir hasta var!” diye haber gönderilip zaptiyeye dahi “Ayşe Ebe kendi kendisine geldi çıktı.” diye malumat verilir.
Hem tabip hem de bir müfettiş gelirler.
Tabip efendi küçük bir tedavi ile Ayşe Ebe’nin aklını başına getirip müfettiş dahi tanzime memur ve mecbur olduğu raporunu yazmak için kadıncağızı sorgulamaya çalışırsa da Ayşe Ebe hâlâ büyük bir şaşkınlıkla etrafına bakınarak henüz tam emin bir mahalde olduğundan emin olmadığını anlatır.
Bu hâlde hane halkı ile polis memuru dahi kadını temine girişirlerse de Ayşe Ebe gereği gibi kendisini topladıktan sonra müfettişe dedi ki:
“Zaptiye ile görülecek hiçbir iş yoktur efendim. Nafile zahmet buyurmayınız.”
Müfettiş: “Korkmayınız efendim, söyleyiniz!”
Hane halkı: “Artık seni muhafaza için hepimiz gece gündüz uyanık dururuz. Sana ne hâl olduysa söyle!”
Ayşe Ebe: “Bana hiçbir hâl olmadı. Gece vakitsiz olarak bir loğusaya çağırdılar, gittim, doğurttum, geldim.”
Müfettiş: “Gece vakitsiz loğusaya çağırsalar elbette evdekilerin dahi haberi olurdu. Hâlbuki onlar büyük bir telaşla zaptiyeye müracaat ettiler.”
Ayşe Ebe: “Hata etmişler! Boşuna telaş etmişler.”
Müfettiş: “Öyleyse çağrıldığınız yerin neresi olduğunu haber veriniz.”
Ayşe Ebe: “Pek kibar bir yerden çağrılmışım.”
Müfettiş: “Gerçi üzerinizde görülen canfes elbiseyle yüz lira buna işaret ederse de gittiğiniz mahallin ismini haber vermeye bu hâl mâni olamaz.”
Ayşe Ebe: “Gittiğim yerin neresi olduğunu ben de bilmiyorum.”
Müfettiş: “Canım öyle laf mı olur?”
Ayşe Ebe: “Öyle möyle, işte bu kadar! Zaptiyece işimiz yok diyorum. Ben canımdan korkarım!”
Hane halkı: “Canından niçin korkuyorsun?”
Ayşe Ebe: “Aman üstüme varmayınız! Bir şey yok diyorum! Sağ salim haneme geldim ya işte!”
Gerek müfettiş ve gerek hane halkı ebeyi daha ziyade söyletmek için epeyce uğraştılarsa da ebe hanımın bundan ziyade izahat vermesi gerçekten imkânsızdı.
Nihayet hane halkı birbirinin yüzlerine bakarak hayretlerini beyan ettiler. Müfettiş de yerine gittiği zaman ertesi sabah amirine takdim için şöyle bir rapor kaleme aldı:
“Yüksek şahsiyetlerinin malumu olduğu üzere içinde bulunduğumuz ayın (…)’nci salı gecesi (…) mahallesi sakinelerinden Ayşe Ebe kendi hanesinden kaybolarak ne tarafa gittiği hakkında hanesince malumat olmadığı gibi zaptiyeler tarafından yapılan inceleme ve araştırmalardan dahi bir netice alınamamışken bu gece söz konusu kadının kendi kendine hanesine döndüğü hane halkı tarafından haber verilmesi üzerine hemen vaka mahalline gidilince adı geçen Ayşe Ebe baygın bir hâlde bulunmuş ve çağrılan tabip kadının aklını başına getirmişti. Nasıl kaybolduğu hakkında malumat almak için her ne kadar sorgulamaya gayret edilmişse de ‘Zaptiyelik işim yoktur!’dan başka ağzından söz alabilmek mümkün olmayıp fakat kadın kendi hanesinden kaybolduğu zaman üzerinde bir basma elbise varken gayet mükellef bir kat canfes elbise ve cebinde de yüz lira nakitle dönmesi ve kendisinin genç ve güzel bir yüz sahibi olması işbu şüphenin sebeplerini başka türlü hâllere hamlettireceği meydanda bulunmuş ve bununla beraber yaralama ve hırsızlık gibi cinayetle alakalı işlerden bir şey olmadığı dahi bütün hâl ve tavırlardan anlaşılarak bu hâlde zabıtaca yapılabilecek bir şey görülememiş olmakla tek malumat olmak üzere hâli arza ve beyana süratle başlandı. Ol babda…”
Ayşe Ebe hakkında müfettiş efendinin raporunda beyan olunan şüpheden dolayı müfettişi ayıplar mısınız?
Hâlbuki bu zan hane halkında dahi vaki olmuş ve eğer Ayşe Ebe evli bir kadın olsaydı, kocasının şüphelerinin âdeta bir ayrılığa kadar varacağı malum bulunmuştu.
Hem ne kadar kibar bir yere giderse gitsin, bir loğusayı tevlîd için yüz lira bahşiş verilmek nerede görülmüş şeydir?!
Öyle ya! Nihayet otuz yaşını aşmış olmamak üzere bir hanım düşününüz ki güzel endamı ve tatlı siması dahi mükemmel olsun; bir gece hanesinden kaybolarak beş gün sonra dahi mükellef giyinmiş olduğu hâlde cebinde de yüz lira bulunarak geri dönsün!
Kendisi bayılmamış olsaydı ve söz konusu meblağ hane halkının araştırmasıyla meydana çıkmamış olsaydı, acaba Ayşe Ebe bu parayı meydana çıkarabilir miydi?
Hem ne kadar kibar bir yere giderse gitsin bir loğusayı doğurtmak için yüz lira bahşiş verilmesi nerede görülmüş şeydir?!
Farz edelim ki yüz lira bahşiş dahi verilmiş olsun ya nereye gittiğini niçin söylemiyor? Ya geldiği zaman o korku ve çekinme neden kaynaklanıyordu?
İşte bunların hepsi umumi şüpheyi Ayşe Ebe’nin aleyhine toplayacak ve birleştirecek hâllerden olmakla o zamanlar herkes aklına geleni söylemişti.
Bu meselede işin aslı ta sonra ve âdeta pek yakın bir zamanda meydana çıkmıştır. Evde aradan zaman geçmesiyle artık Ayşe Ebe’nin hiçbir şeyden çekincesi kalmaması üzerine kendi tarafından yine hane halkına hikâye edilmek suretiyle meydana çıkmıştır.
Ayşe Ebe demiştir ki:
“O gece odama varıp da yatağıma girdikten sonra odamın kapısı tekrar açıldı. Zira kapıyı sürmelemeyi hiç hatırıma bile getirmemiştim.
Kapıdan içeriye üç herif girdi. Birisi gayet genç ve şivesine bakılırsa ya Arap ya Acem olduğu anlaşılan bir adam olup diğeri orta yaşlı ve üçüncüsüyse kıranta bir herifti ki bu üçüncü bir Rum gibi konuşurdu.
Ben bunları görünce korkumdan dilim tutulmak derecelerine geldim. Genç herif dedi ki:
‘Korkma hanım! Biz hırsız değiliz. Sana hiç de kastımız yoktur. Fakat ses çıkaracak olursan işte o zaman kendini yok bil! Bize tamamıyla itaat ettiğin hâlde ise sana hiçbir zarar dokunmadıktan fazla pek çok iyiliğimiz dahi dokunacaktır.’
Herif bu lafları o kadar kati söyledi ve üçünün de ellerindeki kamalar, bu sözleri o kadar teyit etti ki eğer ‘Yangın var!’ diye haykırmak lazım gelseydi, yalnız ‘Ya…’ demeye vakit kalmaksızın üç kamanın darbeleri altında can vermek benim için muhakkaktı.
Kendi kendime derhâl düşündüm taşındım. Gördüm ki bu herifler evvela hırsız değildirler. Zira hırsız olsalar bu kadar külfete gerek duymaksızın soyar soğana çevirirler, defolup giderler. İkincisi bunlar benim canıma kast için dahi gelmemişlerdir. Zira ben hiçbir kimsenin böyle bir düşmanlığını kazanacak hâllerde bulunmadığım gibi, farz edelim canıma kasıtları olsaydı böyle sözü uzatmaya ne hacet? Kamaları göğsüme soktukları gibi giderler. Ölümden başka her ne kasıtları olsa kazaya rıza diye katlanmak lazım. Zira kendimi kurtarmak için her ne harekette bulunsam daha ilk sesimi çıkarırken ölmek muhakkaktır. Binaenaleyh heriflere dedim ki:
‘Bana suikastınız olmadıktan sonra, her ne emrederseniz korkmadan ve çekinmeden yapmaya hazırım.’
Genç herif dedi ki:
‘Fakat bu sözü yalnız burada söylemeyeceksin! Gideceğin yerlerde her ne görürsen yine sırrını saklamaya böyle gayret edeceksin. Şayet kurtulmak için bir fırsat görür de en küçük bir hareket edecek olursan muhakkak olarak bil ki seni derhâl öldürmek bizim ilk işimiz olacaktır.’ İşin biraz gizli olmak üzere saklı kalacağı beni daha ziyade korkutmayıp bilakis cesaretime yol açtı. Zira ölümden başka her ne kaza olsa rıza göstermeyi kararlaştırdıktan sonra bu kazaların birer gizli sır kalması da benim için fazla bir kazanç demekti. Binaenaleyh heriflere bunun için de teminat verdim.
O hâlde beni odamdan çıkardılar. Yanı başımdaki odaya girip sürme pencereyi indirdiler ki bu pencere sokağa bakıyordu, öyle ipten merdiven filana benzer bir şey göremeyince heriflerin birbirlerinin omuzlarına binerek birisi yukarıya çıktıktan sonra diğerini de çekip çıkarmış olduklarını anladım.
Dördümüz birden sokağa çıktık. O zaman Rum şivesince konuştuğunu haber verdiğim kıranta herife Acem veyahut Arap gibi laf söylüyor dediğim genç herif ‘Papazoğlu! Yak bakalım şu feneri!’ dedi. Papazoğlu dahi sokağın bir tarafına gizlemiş olduğu üç mumlu büyük bir cam feneri yakıp öne düştü.
Yolda giderken korkuyor muydum yoksa alelade bir konağa ebeliğe mi gidiyordum, buralarını fark edemem. Ölümden başka her belaya katlanmaya ve yalnız kendi ihtiyatsızlığım ile ölüme sebebiyet vermemeye karar verdikten sonra artık korku ve telaşa da lüzum kalmayacağı malumdur.
Gide gide (…) iskelesine kadar vardık. Orada bir mavnayla bir de kayık, denizin yavaşça çalkantısına uyarak sallanır dururlardı. Biz evvela mavnaya girdik. Mavnanın baş tarafında kamara gibi bir yer var. Ama ne kadar pis bir yer! Tabut kadar bir yatak var ki eğer bir gece onun içinde yatmak lazım geleceğini düşünseniz mideniz bulanıp bağırsaklarınızı kusarsınız. Bu yatağın üzerinde nispeten daha temizce bir bohça vardı. Genç adam bu bohçayı önüme atıp bana dedi ki:
‘Ebe hanım! Kadın elbisesini çıkar da şu erkek elbisesini giy!’
Muhalefet mümkün mü?! Fakat bu sözden, orada kalınmayacağını anladım. Mutlaka başka bir yere gidilecek! Hem de kıyafet değişikliğiyle gidilecek. Derhâl kıyafetimi değiştirmeye başladımsa da yelken bezinden bir gömlekle yine yelken bezinden bir dizliği kolayca giyebilmek benim için mümkün mü? Neyse delikanlı dahi yardım ederek kendimi bu çuvalların içine sığdırabildim.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/durdane-hanim-69428788/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Osmanlı Devleti’nde alkollü içkilerden alınan ağır vergi. (e.n.)
2
İçkilerden alınan bütün vergiler. (e.n.)
3
Kudema: Eski zamanda gelmiş olanlar. (e.n.)
4
Mavna: Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne. (e.n.)
5
Mahbub (Farsça): Sevilen erkek (e.n.)
6
Tahassür: Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek (e.n.)
7
Eser: Bir şeyin varlığına delalet eden tesir (e.n.)
8
Vahid-i kıyasi: Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. (e.n.)
9
Mümaşat: Birlikte hoş geçinmek. Bir kimsenin fikrine katılıyormuş gibi görünme. (e.n.)