Acayib-i Âlem

Acayib-i Âlem
Ahmet Mithat Efendi
Gönlüne bilim merakından başka bir ilgi görmemiş Suphi Bey, bu ilgisini tatmin için dünyanın en kuzeyine gitmeye karar verir. İnsanlar arasında adı zaten deliye hazır olan bu bilim âşığının, o dönem için biraz Donkişotvari sayılabilecek bu yolculuğunda ona eşlik edecek bir Sancho Panza da hazırdır: Hicabi Bey. Artık yapılması gereken tek şey rotayı kuzeye ayarlayıp sürekli yol almaktır. Bu yolculuğa türlü tesadüflerle beraber yine bir bilim âşığı İngiliz kız da karışınca gönüllerde bilim aşkının yanında başka türlü aşkların da uyandığı bir gezi romanı çıkar ortaya. Bizim üç seyyah bu kiliseyi enine boyuna gezip her tarafını son derece ehemmiyetle seyrettikten sonra Arkhangelsky Sobor adı verilen diğer bir kiliseye daha girdiler ki her ne kadar dış görünüşü pek miskin bir şey görülür ise de büyük kiliseden sonra Rusların en mühim kiliseleri burasıdır.Bu kilise içinde o kadar çok buhur, o kadar çok mum yanmış ki duvarları ve yaldızları tamamen örtülüp kalmıştır. En eski zamanlardan Büyük Petro'ya gelinceye kadar Moskova'da tahta çıkmış bulunan çarların tasvirleri hep bu kilisede bulunduğu mezarları da buradadır.

Ahmet Mithat Efendi
Acayib-i Âlem

Birinci Kısım
Bir Acayip Âşık
Bundan on iki sene kadar evvel mart ayında yani nevruz-i sultani[1 - Nevruz-i sultani: Sultan Celalettin Melikşah takviminde nevruz. (e.n.)] esnasında idi ki akşam saat on sularında köprüden kalkan Şirket-i Hayriye vapurunun kaptan mevkisinde iki efendi arasında gayet neşeli bir konuşma geçmekteydi.
Her şeyden önce haber verelim ki o mevsimde havalar henüz serince olduğundan kaptan mevkisi henüz tente gerilerek ve kanepeler konularak birinci mevki hâline getirilmemiştir. Belki oturmak için bir hasır iskemleyi bile kahvecilere ancak bir de kahve içerek kırk para vermekle elde ederler. “Kaptan ile konuşmak yasaktır!” diyen levhada kaptanın bulunduğu davlumbazın öte tarafındaki davlumbazda iki arkadaşın konuşmasının da yasak olduğuna dair hiçbir işaret olmadığından bizim iki arkadaş oraya oturmuşlar ve vapurun gidiş hızı ile oluşacak rüzgârdan kendilerini korumak için kaptanlara mahsus olarak yapılan siper arkasına gizlenmişlerdi.
Bunların gayet neşelice olan konuşmaları mevkinin kendilerine en yakın olan köşesinde oturmuş ve bunlara arkasını dönmüş olan bir efendinin dikkatini çekti.
Konuşma şu şekilde başlayıp devam etmişti:
“Haberiniz var mı? Biçare Suphi Bey!..”
“Ne olmuş? Vefat mı etmiş?”
“Hayır! Fakat yarı vefat etmiş de sayılabilir ya? Biçare çıldırmış! Kah kah kah! Aman görmek gerek!”
“Acayip, çıldırmış ha?”
“Aman görmeli, görmeli!”
“Zaten onun aklı tam değildi ya? Bugün vapur yapmaya kalkar. Yarın balon ile havaya çıkmaya çalışır. Bir aralık zamanın mucitleri niçin insanlara iki kanat uydurmamışlar diye kızar. Ey şimdi acaba aklını ne ile bozmuş?”
“Şimdi de aşk ile aklını bozmuş!”
“Aşk ile mi? Kih kih kih! Amma yaptınız ha! Nasıl aşk? Suphi Bey nerede, aşk nerede? Cihanda Suphi’nin arzulu bakışını çekebilecek bir kadın yaratılmış mıdır?”
“Hayır öyle söylemeyiniz! Dünyada Suphi Efendi’ye istekle bakacak bir kadın var mıdır diye sormalı!”
“Öyle ya! Öyle ya! Aşkta yalnız beğenmek şart değildir. Beğenilmek dahi şarttır. İnsan yalnız sevmekle âşık olamaz. Sevilmek dahi lazımdır. Ve illa bazı şairlerimizde görüldüğü gibi yalnız hicrandan micrandan şikâyetle ömrünü, gününü ağlayarak geçiren [kimsenin] gülünç bir şey olması muhakkaktır.”
“Fakat efendim işittiğime göre Suphi Bey’in aşkı dahi tam kendisine münasip bir şey!”
“Nasıl olduğunu açıklar mısınız?”
“Âşık Ömer mi hani ya hangi âşık bir kurbağanın gözüne âşık olmuş da yedi yıl tam o hayvanın gözüne gözlerini dikerek bakakalmış. Bunu işittiniz ya?”
“Evet!”
“İşte şimdi Suphi Bey de buna yakın garip bir şekilde âşık olmuş!”
“O da korkarım lüfer balığının kılçığına âşık olmuş olmalıdır. Kah kah kah! Kih kih kih!”
“Hayır öylesi de değil! Keşke lüfer balığının kılçığına âşık olsa idi. Okkası dörde lüfer çok! Bir çuval ile balığı önüne döktüğümüz gibi âşığımızı muradına eriştirirdik.”
“Ya neye âşık olmuş?”
“Tabiata âşık olmuş, tabiata!”
“Bu tabiat hanım kim oluyormuş? Güzel bir şey mi bari?”
“Kah kah kah! Siz de bilerek mi böyle söylüyorsunuz? Tabiat hanım olur mu?”
“Neden olmasın? Bu kadar acayip ve garip isimler yanında bir de tabiat hanım bulunur ise çok mu olur?”
“Canım hani ya şu bilginlerin bunca bahislere kattıkları tabiat yok mu? Ona bazıları da ‘Cenabıhakk’ın yaratılış kanunu!’ demiyorlar mı?”
“Ey!”
“İşte ona âşık olmuş!”
“Yaratılış kanunu ha? Eğer padişahın ceza kanununa âşık olsa idi biçare âşığı maşukuna kavuşturmak pek kolay olur mu idi? On beş sene müddetle Akka’ya gittiği gibi işte maşuğunu göğsüne çekmiş olurdu. Lakin tabiat kanununu henüz Matbaa-i Amire’de basmadılar ki!”
“İşte tabiat kanununa âşık olmuş vesselam!”
“Ey nasıl kavuşacağını düşünüyor bakalım?”
“Evvelki gibi balon ve kanat hülyasına bedel şimdi önünde koca bir harita! Bir yandan sıcak memleketler çöllerini bir taraftan da kutup denizinin buzlarını ölçmek için elinde pergel gece gündüz uyku uyumuyormuş.”
“Vay vay! Anladım! Korkarım maşukası hanımefendi Hindistan dilberlerindendir de Suphi Bey onu Hindistan’da bulmaya gittiği zaman şayet tabiat hanım kuzey tarafına kaçacak olursa arkası sıra gidip Kuzey Kutbu buzları arasında kendisini sıkıştırmayı hayal ediyor.”
“Hemen de onun gibi bir şey! Geçen gün ahbaplardan bir zat kendisiyle görüşmüş! ‘Ah tabiat ah! Sana kavuşmak nasıl nasip olacak!’ diye hüngür hüngür ağladıkça gözlerinden bela seli gibi yaş dökülüyormuş! Kah kah kah kah!..”
“Vallahi doğrusunu isterseniz ben bu biçareye gülmekten ziyade acımak istiyorum!”
“Ben de acımak istiyorum ama bir türlü elimden gelmiyor.”
Şu konuşmayı dinlemekte olan efendi, Hicabi Bey isminde, dostları arasında pek ziyade zekâ ve kavrayışıyla ün salmış bir adam olup zaten Suphi Bey ile dahi tanışıklığı bulunduğundan ve Suphi Bey’in böyle şuna buna eğlence olan hâllerini de bildiğinden alaycı beylerin alaylarından fazlasıyla sıkıldı. Kendisi Kuruçeşme tarafında bir yalıya misafirliğe gitmekte olduğu için biletçiden bir Kuruçeşme bileti istemiş olduğu hâlde birdenbire fikir değiştirerek “…” diye orası için bir bilet istedi. Suphi Bey orada ikamet ettiğinden Hicabi Bey’in o akşam Suphi Bey’in evine gideceği anlaşıldı.
Vapur … İskelesi’ne yanaştığı zaman Hicabi Bey zaten Suphi Efendi’nin evinin köy içinde hangi yerde olduğunu bildiği için doğruca o tarafa doğruldu. Saat on bir buçuğu geçiyordu ki tak tak Suphi’nin kapısını çaldı. İçeriden “Kimdir o?” sesini Suphi bizzat kendisi verip Hicabi “Aç Suphi Bey birader!” deyince bir aralık “Evde kimse yok! Beyefendi burada değildir!” sesi geldi ki bu ses dahi Suphi Bey’in kendi sesi olduğundan eğer vapurdaki alaycı efendiler olsalar idi biçare adamcağızın deliliğine hükmetmek bundan açık delil istemeyerek kahkahalarını koparırlardı.
Hicabi Bey, Suphi’nin hususi hâllerini bildiği için kendi ismini vererek “Canım teklifli tekellüflü bir misafir değil!” deyince “Vay birader sen misin!” diye paldır küldür merdivenden aşağıya koştu. Kapıyı da açıp Hicabi’yi karşıladı. Şu şekilde özürler dahi diledi:
“Affedersiniz baba Hicabi! Başkasını sandım. Bilirsiniz ya! Bizde karı falan hiçbir şey yok! Misafirime ikram için lazım gelen şeylerin hiçbirisi yok. Bununla beraber sizin gibi vara yoğa bakmayacak misafirler dahi olursa da şu aralık birtakım züppelerin alayları bir dereceye vardı ki artık insanoğlu ile görüşmemeye karar vermiştim!”
“Artık sizin tarafınızdan bu derecesi de mübalağadır ya?”
“Neden mübalağa olsun? Hele buyurunuz yukarıya da bunun kavgasını yukarıda ederiz. Kapı önünde sohbet olmaz.”
Hicabi Bey içeriye girdi, kapı kapandı.
Bu evin içi birazcık izah gerektirir. Çünkü “Zikr-i zarf irade-i mazruf!”[2 - Edebî bir kalıptır. Bir şeyin dışını tarif ederek içindekini kastetmek anlamında kullanılır. (e.n)] meselesi en çok hükmünü burada gösterebilir. Bu evi görmek Suphi Bey’i tamamıyla tanımak demektir.
Bu ev bir “ev altı”[3 - Ev altı: Eski evlerde ambar, ahır olarak kullanılan zemin katı. (e.n.)] üzerine bina olunmuş üç oda ve bir sofadan ibarettir. Hâlbuki binasının III. Selim dönemi binalarından olduğu, merdivenden sofaya çıkıldığı zaman insanın alnına gelen bir pencere üzerine resmedilen bir tuğranın Sultan Selim tuğrası olmasından anlaşılır. İhtimal ki ev daha eski olup tuğra dahi sonradan resmolunmuştur. Şu kadar ki anılan ev yapıldığı zaman pek sağlam olarak yapılmış olduğundan her ne kadar şu anki görünüşü bir eski ev olduğunu gösterir ise de çökmek ve yıkılmak üzere bulunan eski evlerden olmayıp her tarafı hâlâ pek sağlam, pek mütenasiptir.
Ev içinde döşemeye dayamaya benzer hiçbir şey yoktur. Eğer pencerelere asılmış olan üçer arşın Amerikan bezlerine “perde” adı verilebilirse ona karışmayız. Odaların birisinde Suphi Bey’in bir karyolası bulunup üzerine âdeta mükemmel sıfatına layık bir yatak tanzim olunmuştur. Yine bu odada bir elbise dolabı vardır, içinde Suphi Bey’in kıyafetleri bulunur. Bundan başka birkaç tabak, çanak, çatal ve kaşığın karmakarışık yükletilmiş olduğu bir masa da diğer odadadır ki burasını da yemek salonu saymaya imkân varsa bizden itiraz yoktur.
Odanın üçüncüsüne gelince: Bu odanın dört duvarına dörder tabaka raf yapılmıştır ki her bir rafın genişliği birer metre olup birbirlerinden yükseklikleri de seksen santimetredir. Bu şekilde oluşan on altı raftan yalnız kapı tarafında bulunan dört tabaka en küçük raflar üzerine beş yüz cilt kadar Arapça, Fransızca kitaplar yığılmış olup diğer üç tarafın rafları üzerinde ise o kadar numuneler vardır ki bu derecesi hemen hiçbir kimsenin numunehanesinde[4 - Numunehane: Numunelik şeylerin konulduğu yer. Müze. (e.n.)] görülmemiştir. Zaten bizde numunehanelere henüz tanık olunmuş dahi değildir ya? Suphi Bey’in rafları üzerinde ise türlü türlü ağaçların kütük kesitlerinden başlayarak böcek türünden olarak iğneler ucuna saplanmış haşerata varıncaya kadar maden, bitki ve hayvan numuneleri dopdoludur. Hele İstanbul civarında bulunan her tür böcekleri, kuşları ve birçok türden bitkileri Suphi Bey bizzat toplayıp kurutmuş ve bitkilerden kurudukları zaman renklerini kaybedenleri de doğal rengine göre boyayıp sürekli denilebilecek bir şekle koymuştur.
Şu boyama konusunun ardından haber verelim ki Suphi Bey, güzel sanatlardan ressamlığa bayağı maharetli olup numunehanesinin bir büyük kısmını teşkil eden resimler bir aralık kara kalem şeyler iken bunların sergiledikleri letafeti verecek renklerin eksik olmasını hiçbir şekilde uygun göremediğinden Beyoğlu’nda ve İstanbul tarafında en mükemmel hususi kütüphaneleri gezerek ve birçok ilim ve marifet sahibi ile görüşerek adı geçen resim ve tasvirleri bir kere doğal renklerine göre boyadıktan sonra her renk yağlı boya ile ayrı ayrı resimlerini de yapmıştır. Bundan dolayı mesela çiçek numuneleri arasında sapları üzerinde karanfiller görürsünüz ki bunları boyayıp taze hâline koyduğu gibi onun yanında el kadar bir levha üzerine kaç cins ve kaç renkli karanfil tabiatta mevcut ise hepsinin birer resmini dahi yapıp asmıştır.
Raflardan birisi dahi bilimsel aletlere mahsus olup bunlar arasında bir adet mükemmel mikroskop ile epeyce mükemmel bir de gözlem dürbünü vardır. Hele elektrik makinesi pek küçük bir şey ise de son usul üzere yapıldığı için bayağı büyük makinelerin görecekleri işleri dahi görebilir. Bir tane hava boşaltma makinesi edinebilmek için Suphi Bey’in bir oda döşemesi satmış olduğu meşhurdur. Bu saydığımız aletler gündelik incelemeleri için en fazla lazım olan şeyler olup bunlardan başka Suphi’de gözlemlerde ve diğer hikmetli işlerde kullanılmak için birçok aletler dahi vardır.
İkametgâhtan ikamet edeni de tanımak için ev içine ilk atfetmiş olduğumuz şu bakış yeterlidir. Zaten hikâyemizde Suphi Bey’in bu kitaplar, numuneler ve aletler içinde ne şekilde ömür geçirmiş olduğuna dair birçok bahislere girişilecektir. Dolayısıyla evinin bu şekilde intizamından başka büyük kız kardeşinin vefatıyla bir de dadısı makamında bulunan bir ihtiyar Arap cariyeyi mücavirlik[5 - Mücavir: Yurdunu terk ederek zamanını Haremeyn-i Şerifeyn’de ibadetle geçiren. (e.n.)] suretiyle Hicaz’a gönderdiği zamandan, yani yedi seneden beri bu eve hısım akraba namıyla kadın erkek hiçbir kimsenin girmemiş olduğunu ve Suphi Bey’in tek başına yaşadığını haber verirsek vereceğimiz ilk bilgileri tamamlamış oluruz.
Hicabi Efendi yukarıya çıktığı zaman Suphi Bey, kendisini bu kütüphane, numunehane ve alethane tutulan odaya aldı ve oturması için bir kırık koltuk işaret ederek dedi ki:
“Siz benim gibi zeytin ekmek ile akşam yemeği yemeye alışmamışsınızdır. Burada öyle lokanta filan da yoktur. Bir miktar balık tedariki mümkün ise de bizim üç tavuktan ikisi beş on gündür yumurtlamakta olduklarından epeyce taze yumurta birikmiştir. Siz biraz kendinizi eğlendirmeye çalışınız. Ben de size âlâ tereyağı içinde bir yumurta pişireyim.”
“Birader beyefendi! Eğer benim için hiçbir zahmete girmezseniz daha ziyade teşekkür ederim. Filozoflukta ben de sizden aşağı kalmam. Hiçbir şey öğrenmedim ise bari yemekten maksat lezzet almak olmayıp sağlığı korumak olduğunu öğrendim. Bu yüzden yumurtanın muhafaza edeceği sağlığı zeytin ekmek de muhafaza edebilir.”
“Pek doğru söylediniz. Zaten bir haftadan beri yumurtaların birikmesini temin eden şey de bu düşünce değil midir? Fakat artık bugün biraz dışarıya çıkmış ve iskele bakkalında güzel tereyağı görmüş olduğumdan bu akşam canıma bir de ziyafet çekmek için bir miktar yağ alıp yumurtaların konulmuş oldukları dolaba koymuştum. Fakat zamanı yumurta pişirmek ile geçirmekten sizinle sohbet üzerinde geçirmek daha tatlı olduğundan haydi şu yumurtadan vazgeçelim de zeytin ekmeğimiz ile kanaat edelim.”
“Bu hâl benim için daha büyük bir saygı ve ikram sayılır.”
Suphi Beyefendi’nin bu sözlerinden anlaşılan hâl ve tavrı eğer yapmacık ve ikiyüzlüce bir şey olsa idi dünyada ondan çok alaya değer hiçbir adam düşünülemezdi bile. Ancak Suphi Bey’in bu hâli, tavrı ve konuşma şekli kendisi için o kadar tabii bir tarzda idi ki bunda yapmacığa, ikiyüzlülüğe benzer hiçbir şey görülmedikten başka hakikaten birçok seneden beri dünyadan el çekerek şöyle bilim âleminde kendi kendisine yaşamakta olduğu anlaşılırdı.
İki ahbap karşı karşıya oturarak Hicabi Bey sigarasını yaktı ve Suphi de nargilesini tazeledi. Nargileyi sigaraya tercih etmekteki hikmet ise bir defa tazelenen nargilenin bir saatten fazla devam ederek bu yüzden oyalamasının daha fazla olmasından ibaretti.
Başlangıç olarak dereden tepeden bazı sözler edildikten sonra Hicabi Bey dedi ki:
“Size pek ciddi bir şey söyleyeyim mi? Şöyle kitaplar, numuneler, bilimsel aletler içinde geçirmekte bulunduğunuz ömür hakikaten gıptaya değer bir ömürdür. Âdeta tabiat âlemi içinde yaşamaktasınız.”
“Ne dediniz? Ne dediniz? Tabiat âlemi içinde yaşamaktayım mı dediniz?”
“Öyle ya? Şu oda içinde her ne görmekte isem hep tabiat âlemini inceleyecek şeylerden ibarettir.”
“Bazı kadınlar görürsünüz ki şapkasının üzerine bir tavus tüyü asarlar. Böyle bir tüy asmakla o kadını tavusa sahip sayar mısınız?”
“O ne demek?”
“Onun ne demek olduğunu pekâlâ anladınız. Tabiat âleminden benim inceleyebildiğim şey bir tam tavusa nispetle bir tüy kadar da değildir. Ah! Cenab-ı Kadir-i Kayyum Hazretleri’nin milyonlarla, milyarlarla sayılması mümkün olamayan sanat eserlerini ve acayip yaratıklarını incelemek nerede, ben nerede!”
Suphi’nin bu ahı hakikaten can azaltıcı idi. Öyle bir ah ki ancak âşık olanlarda görülür. Hatta bu aha Hicabi dikkat ederek biraz da gülümsedi.
Suphi ise hiç sözünü kesmeyerek eliyle bir levhayı işaret etti ki onun üzerinde nice bin böcek kuruları iğneler üzerine saplanmış idiler. Onu göstererek dedi ki:
“Şu böceklerden en adisini alınız. Mesela kunduz böceği ki çocukken elbette siz de ayağına iplik takarak bir hayli uçurmuş ve böcek uçar ve siz koşarken elbette birkaç defa ayağınıza taş, topaç iliştirerek düşüp burnunuzu da kanatmışsınızdır. İşte o en adi böceğe elinizde şöyle bir ibret nazarıyla bakınız. Bu bir böcek üzerinde yapılması lazım gelen incelemeleri yapıp bitirmeye acaba insan ömrü yeter mi? O renkler nedir? O letafet nereden geliyor? Bir de böceği şu mikroskobun altına koyunuz da genel durumunu dıştan seyretmekle rengine, letafetine hayran kaldığınız tüylerini birer birer seyrediniz. Bakınız her bir tüyü bir tavus tüyüne ne kadar üstündür. Aman ya Rab! Yine meraklarımı kışkırttınız! Ah! Ya Cenabıhak beni kör yaratmalı idi veyahut tabiat kanununu böyle bir milyon adamın aklı bir yere gelse aciz kalacak kadar engin yapmayıp yaratık çeşitlerinin fertlerini azaltarak incelemesi mümkün olabilecek bir şekilde yaratmalı idi.”
Suphi Bey şu sözü o kadar âşıkça ve kendinden geçmişçesine söylemişti ki Hicabi Efendi evvelki tebessümden âdeta pişman olarak bu koca adamın hâlini büyük bir ehemmiyetle seyretmeye lüzum görmüştü. Sordu ki:
“Pekâlâ! Siz kör yaratılmanızı mı tercih ederdiniz yoksa tabiat âleminin şimdiki enginliğinden daha az engin olmasını mı? Hayal bu ya! Söz ile tabiat âlemi değişmez ya?”
“Doğrusunu söyleyeyim: Benim kör yaratılmamı tercih ederdim. Düşününüz ki güzel yüzlerde tecelli eden ve ismine yalnız ‘cemal’ denilip mahiyeti hiçbir kimse tarafından anlaşılamayan şey ilahi kudreti ölçmek için ne büyük bir inceleme noktasıdır! Bu yüce seyirden bütün dünyanın mahrum kalmasına razı olmaya imkân düşünülebilir mi? Ben kör olayım da görmeyim! Buna razı olurum. Fakat dünyada ‘cemal’ yok olmasın da başkaları onu hayretle seyretmekten mahrum kalmasın.”
Suphi’nin şu sözü kendisinin vapurdaki beyler nezdinde deli mi yoksa eşsiz bir bilge mi olduğunu ölçmeye vesile olabilirdi.
Hicabi Bey, Suphi Bey’i zaten tanıdığı için kendisinden aldığı şu cevaptan şaşırmadı. Fakat bundan önce Suphi’nin bu derecelere ulaşmış olduğunu tam anlamıyla incelememiş olduğundan şimdi kendisinden şu cevabı alınca Suphi’nin bir hayli ilerlemiş bulunduğu fikrine kapılarak işte bunu takdir etti.
Tabiatın incelenmesine ne kadar âşık olduğuna dair Hicabi’nin Suphi’ye söylettiği sözler şundan ibaret kalmadı. Özetle Suphi’nin tabiat âleminden gözlemlerinin pek az olmasından başka daha fazlası için imkânın da müsait olmamasından pek ziyade umutsuz kaldığı hakkındaki bir sözü üzerine demişti ki:
“Seyahat etmekte bulunduğunuz incelemeler âleminde birkaç adım daha fazla atabilmek için ne yapmak lazım olduğunu düşünüyorsunuz?”
“Ne yapmak lazım olduğunu mu düşünüyorum? Pek sade bir şey! Benim gibi meraklı olan fakat benim kadar incelemelere muvaffak olamamış bulunan bir adam için şu oda içinde gördüğünüz eşyanın en az iki bin beş yüz üç bin lira kıymeti vardır. Ben iki bine razıyım, o parayı alıp bunları vererek sonra o para ile seyahate çıkmalıyım. Ah seyahat ah!”
“Ya ömrünüzü sarf ederek biriktirdiğiniz bu numunelere sonradan acımaz mısınız?”
“Azizim bunlar birer hikâye kitabına benzerler. Bir kere okur lezzet alırsınız. Yazarın yüce fikirlerini ve filozofça muhakemelerini daha güzel incelemek için bir daha okursanız belki daha fazla lezzet alırsınız. Üçüncü, dördüncü defasında ise artık o hikâyeyi ezberlemiş olursunuz. Dolayısıyla bütün ömrünüzü yalnız bir kitabı tekrar tekrar okumakla sarf etmek istemezsiniz ya? Elbette onu satıp başka eserleri dahi görmek istersiniz. Eğer tabiat âleminin muhteviyatının yalnız şunlar olduğuna inansa idim bu odayı bütün dünyaya bedel sayarak hiç de buradan ayrılmayı hatırıma bile getirmezdim. Şu elde bulunan numuneler üzerine incelemelerin son derecesine varmaya çalışarak ömür tüketirdim. Lakin âlemde daha neler var! Ah seyahat! Ah seyahat!”
Suphi Bey bir yandan bu sözü söylemekle beraber diğer taraftan eli gayriihtiyari sağ tarafında bulunan okkalık bir ekmeği koparmaya uzandı. Kopardığı parçayı ağzına attı. Çiğnemeye başladığı zaman misafiri de hatırına gelerek dedi ki:
“Ha! Sahi! Yemek vakti geldi. Rakı falan zevkiniz midir?”
“Estağfurullah!”
“Aferin size! Çağdaşlarımız arasında işrete[6 - İşret: İçki içmek. (e.n.)] müptela olmayanları pek az görmekle üzülüyorum. Efendim işret insanı zihnî meşguliyetlerden menediyor. En büyük lezzet ise zihnî meşguliyetlerden oluyor. Kendisini sersem bir hâlde bırakmaktan ne lezzet alıyorlar bir türlü akıl erdiremiyorum. Haydi buyurunuz yemek yiyelim.” diye Suphi yerinden kalktı. Okkalık ekmeği yakalayarak içeriki odaya gitti. Hicabi de arkasından gidip evvelce tarif ettiğimiz masanın başına oturdular. Kaşar peyniri, tulum peyniri, Kayseri pastırması, zeytin, havyar falan hep birer kap içine konulmuş oldukları hâlde orada hazır idiler. İkisi de istediklerinden birer miktar alarak yemeye başladılar.
Yemek esnasında söz yalnız insanoğlunun heveslerinin artmasının kendisini yormaktan başka bir şeye yaramadığı tarzında birtakım felsefi düşüncelere dairdi. Hicabi Efendi bunları tamamen dinledikten sonra tasdik makamında dedi ki:
“Ona şüphe yok. Sade giyinmiş bir adam hangi yerde olsa oturmakta hiçbir tekellüfe ihtiyaç görmez. Güzel giyinmiş bir şık ise oturabilmek için mutlaka bir sandalyeye muhtaç olup sandalye bulunmayan yerlerin hepsi kendisine gurbet diyarı kadar garip gelir. Bununla beraber heveslerin bu derecesi vardır ki yine insanı yormaksızın refahını tamamlayabilir. Mesela bir lokanta bulunarak yemek vakti oraya gitmek ki mutfak, aşçı derdi ve vekilharcın hırsızlıkları endişesi olmaksızın insan istediği gibi karnını doyurabilir.”
“Doğrudur efendim! Lakin lokantaya külbastı ısmarlayıp da bir saat beklediğiniz hâlde sabır ve takati tüketerek hiddetle kalkıp yürüyüverdiğiniz yok mudur? Böyle yerlerde insan parası ile bir mihnet altına girer. Bununla beraber burada öyle bir lokanta bulunsa devama katlanırdık. Lakin o da yok. Bereket versin ki yok da biz de o külfetten azadeyiz.”
Suphi Efendi hakkında buraya kadar almış olduğumuz malumattan anlaşılmış olan hâllerinin hususiyeti asla ifrat ve tefrite yorulamazdı. Çünkü bu yolda yaşamak için nefsine hiçbir zahmet vermeyip âdeta dünyada yaşayış bundan ibaret olmak üzere memnun bir şekilde şu azadelik hâlinde bulunurdu. Onun için dünyaya gelmekten murat, Rabbani sanatları seyretmekten ibaret olup yemek içmek, giyinmek kuşanmak gibi şeyler ise ilahi sanat eserlerini seyretmek ile ruhunu gıdalandıracak olan insanın vücudunu da muhafaza için lazım gelen sebeplerden sayar ve bunlar ne kadar sade ve kolay elde edilir olurlar ise ömürden asıl istifade için o kadar çok zaman kazanmış olacağını hükmederdi.
Yemekten sonra tekrar kütüphaneye geldiler. İspirto ile kahve pişirmek de Suphi’nin en sade keyif sebeplerinden olmasıyla ispirtoya ateş verildi. Ve onun mavi ve saf ışığı özel bir neşe ile seyredilerek kahve pişip içildikten sonra yine konuşmaya devam edildi.
Hicabi dedi ki:
“Demincek ‘Ah seyahat!’ diye bir tahassürde[7 - Tahassür: Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek. (e.n.)] bulunuyordunuz. Seyahat külfetine katlanmaktan ise odanız içinde bütün âlemi gezmiş olsanız yeğ değil midir? Çünkü bugünkü günde basın o kadar ileriye gitmiştir ki bütün tabiat âlemini ciltler içinde toplayabiliyor. Türlü türlü resimler ile tasvir dahi ediyorlar. Mesela Dr. Schweinfurt’un Afrika Seyahatnamesi elde dururken insan artık Afrika’ya gitmedim, görmedim diyebilir mi?”
“Doğru söylüyorsunuz. Bugün insan bir Avrupa dilini bilirse gerçekten bütün incelemecilerin yaptıkları incelemeleri kitaplarda görebilir. Lakin bu neye benzer bilir misiniz? En güzel bir yanaktan yahut en latif bir dudaktan buseyi ben alırım da size dahi yalnız şapırtısı ile lezzet almanızı teklif ederim. İşte ona benzer! Acaba Dr. Schweinfurt’un Afrika’da vahşilerin doğal yaşamları içinde o zamana kadar emsalini görmediği bitkiler ve hayvanları incelediği sırada aldığı lezzeti onun kitabını okuyanlar alabilirler mi? Bu nedenle o lezzeti ben de istediğim gibi almalıyım. Maşukam bulunan tabiat dilberini istediğim gibi kucaklayarak sarmalıyım. Bu ise ancak seyahat ile olur. Ah seyahat! Bin defa tekrar ederim, bin defa tekrar ediyorum, bin defa daha tekrar edeceğim, diyeceğim ki ah seyahat!”
Hicabi Bey, Suphi Bey’in yüzüne büyük bir dikkatle bakarak o koca filozofun hâlleri hakkında zihninden bir anda bin şey geçtiği hâl ve tavrından anlaşıldıktan sonra dedi ki:
“Seyahat için gösterdiğiniz bu heveslerin beni de heveslendirmeye başladığını söylersem inanır mısınız?”
“Cenabıhakk’ın yaratıcı kudretinin sırlarını ölçmeye vesile olan tabiat kanununa siz de âşık mısınız?”
“Vallahi beyim! Benim tabiat bilimleri ile hiç iştigalim yoktur. Ayıp değil a! İnsan cehaletini bilir ise bari kendisini katmerli cehaletten kurtarmış olur. Bununla beraber ben de ömrümü beyhude geçirmedim. Ben de bizim İslam âlemimize ilgisi olan ilimleri gördüm. Şimdi ise anlıyorum ki her ilim bir hakiki maşuka ulaşmak ve hiç olmaz ise yaklaşmak için bir yoldur. O hakiki maşuk ise…”
Hicabi Bey sözü bu vadiye dökünce Suphi’nin hâli bütün bütün başkalaştı. Başındaki saçları dimdik kesilip marpuç dahi elinden düştü. Parmaklarıyla saçlarını birkaç kere taradı. Filozofun bu hâlini görünce Hicabi Bey de sözünü keserek onun yüzüne bakmaya başladı.
Suphi güya bir nihayetsiz okyanusun dibine birkaç kere dalıp çıktıktan sonra garip bir tebessüm ile dedi ki:
“Baba Hicabi! Gerçekten bu hakikate ulaştınız mı? Eğer bu hakikate ulaştınız ise kümmelindensiniz![8 - Kümmelin: İlmen, dinen ve manen kâmil olan büyük zatlar. Büyük maneviyat ve fazilet sahibi insanlar. (e.n.)] Her ilmin, her mesleğin hakiki bir maşuğa ulaşma yolu olduğunu anlamak âdeta kemal mertebesidir. Çünkü insanlardan çoğunu görürüz ki bu yolları değil o hakiki maşuğu, o ezelî ve ebedî aşkı, o ruhani temizliğin neşesini dahi fark etmeyerek aşk denilen şeyi bir güzel kızı kucaklamaktan ve neşe denilen şeyi de kadehleri devirmekten ibarettir zannederler.”
“Buralarını takdir etmiş olduğum gibi demincek güzelliğe, cemale dair söylediğiniz iki söz dahi zihnimi hayli genişletmişti.”
“Evet! Gerçekten güzel yüz sevilir. Çünkü güzellik denilen şeyin neden ibaret olduğunu şimdiye kadar hiçbir bilge, hiçbir şair, hiçbir ressam anlamamıştır. Yüzü oluşturan ayrıntıların birer birer girişlerine uygun ağız, burun, göz, kaş, çene ve dudak falan hep bir araya getirilse ihtimal ki yüzüne bakılamayacak kadar acayip bir şahıs oluşturur. Hâlbuki bu ayrıntıların her biri onlar hakkında edilen övgülere uygun olmadığı hâlde bir yüz görürsünüz ki onda güzellik görünüp insan baktıkça doyamaz! Doyamadıkça bakar! Bu güzellik işte ezelî güzellikten aksetmiş bir nurdur. Kâinat içinde türlü türlü renkler göze letafet verirler. Fakat sakın hükmetme ki gül pembesi denilen renk asma filizi denilen renkten daha güzeldir. Keza havai mavinin kanarya sarısından güzel olduğuna hükmetmek gibi bir hatada dahi bulunma! Bunların hepsi sevgilinin yüzünü oluşturan ayrı ayrı vücut azaları gibidirler. Asıl renklerin güzelliği ise güneş ışığından ibarettir. Bu müfredat[9 - Müfredat: Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri. (e.n.)] üzerinde insanın gözlerine parlaklık veren güzellik, hakikaten güneşin ışığından ibarettir. Zira o güneş ışığı söndükten sonra onun yerine bir başka ışık koymuş olsalar o gül pembe de asma filizi de kanarya sarısı da havai mavi de insana âdeta bembeyaz, yani renklerin yokluğu olarak görünürlerdi. Bu acayiplik fizik bilimiyle açıkça sabittir.”
“Of! Hikmetleri ne güzel açıklıyorsunuz.”
“Ah! Bunu açıklayan ben değilim! İlahi yaratış kanununa benden evvel, benden fazla âşık olan araştırmacılar böyle açıklamış da işte ben size naklediyorum. Kısacası azizim tek güzellik ezelî ve ebedî güzelliktir. Hem kıyas etmeli ki bu güzellik dahi yaratan değil yaratılandır. Cemal sahibi, kâinatın hâkimi hazretleri o güzelliğin dahi yaratıcısıdır. İşte güzelliğe âşık olmak var ise o güzelliğe âşık olmalı. Hakiki vuslat var ise ona ulaşmalı!”
“Tıpkı bizim tasavvufta öğrendiğimiz adaptan söz ediyorsunuz. Ulaşma yolları başlangıçlarında birbirinden başka göründükleri hâlde gide gide hepsi bir yola vardıkları gibi ilimler ve mesleklerin tümü dahi hep o amaçlanan umumi hedefe yönelmiş olduklarını anlatmak istiyorsunuz değil mi?”
“Evet! İşte benzerini de arz edeyim: (parmaklarını pergel gibi açıp işaret ederek) Pergel ile şöyle bir daire çizersiniz. Merkezi yok mu? Farz ediniz ki amaçlanan umumi hedef işte o merkezdir. Bu daireyi gözünüzün önüne koyduğunuz zaman usulen size en yakın olan taraf ‘güney’, önünüzde bulunan taraf ‘kuzey’, sağ tarafınız ‘doğu’ ve sol tarafınız da ‘batı’ sayılır. Şimdi söz konusu daireyi doğudan batıya, kuzeyden güneye ikişer yarı bölgeye ayırmak üzere iki çizgi çekiniz. Bu hâlde dört çeyrek daire meydana gelir. Bu çizgilerden kuzeyden güneye gelen çizginin bir ucu kuzey kutbu, diğeri de güney kutbu farz edilsin. Doğudan batıya giden çizginin dahi bir ucu doğu ve diğer ucu batı noktaları sayılsın. Sonra farz ediniz ki bir adam doğudan batıya ve diğeri batıdan doğuya gidiyor. Bunların ikisi aynı yöne yönelmiş sayılırlar mı? Ne gezer? Birbirinin tamamıyla zıddına gidiyorlar. Keza birisi kuzeyden güneye ve diğeri güneyden kuzeye giden adamlar da birbirinin zıddına birer istikamet almışlar demektir. Hâlbuki gidiş yönleri işte bu kadar birbirinin zıddı olan adamların hepsinin amaçladıkları hedef gide gide hep bir merkeze çıkar!”
“Aferin koca Suphi!”
Hicabi bu sözü söyledikten sonra içinden kendi kendisine de şu sözü söyledi:
“Sana deli diyenler delidir ey misalsiz bilge!”
Suphi sözüne devam ederek dedi ki:
“Yalnız dışı görmekle kalanlar güya küçük şeylere ehemmiyet vermeyerek büyük şeylerle uğraşmak kibirlenmesine kapılıp ‘Acaba tabiat Tanrı’nın ta kendisi ve Tanrı bizatihi tabiat mıdır?’ diye öyle bir denize dalarlar ki nihayet kendi evham dalgaları arasında helak olup giderler. Acele etmeyelim a kardeşim! Acele etmeyelim! O yüce mertebelere varmadan evvel kafa yoracak daha nelerimiz vardır! İlimlerin hepsi hakikate ulaşmak için birer yoldur demiştik. Düşünelim ki ‘hesap’ dediğimiz bilimlerin anahtarı[10 - Matematik kastediliyor. (e.n.)] ‘sayılardan bahseder’ diye hemen söyleyip geçiveriyoruz. Sayılar ise birden başlarmış. Bereket versin ki sıfırdan başlar diyenler dahi bulunmuş. Hâlbuki sıfır denilen şey varlık ile yokluğun buluşma noktasıdır. Sıfırın üst tarafında ne kadar sayı, varlık işaret edebilirlerse sıfırın alt tarafında dahi o kadar sayı, yokluk işaret ederler. Şu artı (+) işareti bir hikmetten dolayı icat olunmuş ise ya bu eksi işareti hikmetsiz olarak mı işaret olunmuş? Sıfırın üst tarafındaki varlığı birler, binler, milyonlar, milyarlar diye nihayet kentilyonlara kadar saymışlar. Fakat zihninize bununla kanaat gelir mi? Kentilyonun üst tarafı yok mudur? Ezelî ve ebedî varlık kendisinden ibaret olan umumi maşuk, o umumi maksuda nispetle hiç varlık denilen şey kentilyonda son bulur mu? Yirmi bir basamaktan ibaret bulunan bir kalem rakamın varlığa son vermesi haddine mi düşmüş? Bu rakamları yirmi bir değil yüz bir bin bir hatta kentilyon bir derecesine kadar ulaştırsalar yine varlığa son verememiş olurlar. Ama sayılarda böyle sonu bulunamayacak kadar olan miktarlara zihni sevk etmek insanı çıldırtırmış. Çıldırtır ya? Günde bir buçuk kıyye[11 - Kıyye: Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram. (e.n.)] rakı içerek bir beyin iltihabı ile çıldırmaktan ise işte bu hakiki keyif ile çıldırmalıdır. Sayıların varlığı böyle kentilyon kere kentilyon basamaklı rakamlar ile dahi sınırlanamayacağı gibi yokluğu da böyle sonsuzdur. İşte bilimlerin anahtarı olan bir hesap ilmi her şeyden önce insana ebedîlik ile ezelîlik arasındaki oranı bu şekilde gösteriyor. Bu yüzden hesap ilmi amaca ulaşma yollarından birisi sayılmalıdır.”
“Hakkınız var azizim! Hatta amaca ulaşmak demek dahi ‘bilgiyi hakkıyla bilemedik’ demekten ibarettir, değil mi?”
“Öyle ya? Bundan sonra geometriye geçelim. En evvel önümüze doğru çizgi çıkar değil mi? Acaba bu doğru çizgi geometri kitabında gördüğümüz kadar yani birkaç parmak uzunluğunda bir çizgiden ibaret midir? Yok! O çizgiyi uzatabilmek mümkündür. Öyle değil mi? Bir metre kadar uzatabiliriz. Bin metre kadar uzatabiliriz. Birkaç bin kilometre kadar uzatabiliriz. Daha fazla uzatabiliriz. Sonu, nihayet bulunmayacak kadar uzatabiliriz.”
“Öyle ya! Mesela güneşe en uzak olan yıldızların yörüngelerinin çapı kadar uzatabiliriz. Mesela bizim küremizden en uzak yıldızların belirledikleri uzaklığa kadar uzatabiliriz ki akılları kaçırtacak bir süratle yol alan ışık bile o yıldızlardan bize kadar ancak birkaç yüz senede gelebilir. Hâlbuki o doğru çizgi de uzayı evvelce bilmek için bir mukayese unsuru, bir ölçü bile sayılamaz. Zihnimizi uzaya doğru sevk edelim efendim! Ama zihnimiz yorulmuş! Ama bu tahayyüle dimağımız tahammül edemeyerek çıldırır imişiz! Ne yapalım? O zaman dahi cinnetimizle övünür ve ondan lezzet alırız!”
Cankulağıyla Suphi’yi dinlemekte olan Hicabi Bey bahsin böyle yükselmesi üzerine öyle bir derinden göğüs geçirdi ki göğsü gümbür gümbür gümbürdedi!
Suphi ise sözüne şöyle devam etti:
“Ulaşılması imkânsız olan iki son ucu göstermek… Hayır! Göstermek denilemez! İnsanın acizlik ve şaşkınlığının önüne koymak hususunda hesap ile geometrinin bir oluşlarına ne dersiniz?”
“Hepsi bir demek mi ya?”
“Evet hepsi birdir elbet! Hele o ela gözlü kozmografyaya, belalı astronomiye göz atarsak!.. Ah! Kâinat içinde darı tanesi kadar kalmayan şu dünyanın üzerinde küçüklüğü insanı çıldırtacak derecede kendimi gördükçe ilahımın haşmetli büyüklüğüne karşı ne tatlı bir mahviyet ile mahvolup giderim!”
“Ey! Bunlarla seyahat arasındaki ilişki?”
“O! Pek açık! Pek aşikâr! Bunu size nasıl tarif edeyim? Farz ediniz ki tabiatın sevgilisi cennet hurileri gibi, bazı düşünürlerin dedikleri gibi yetmiş yıllık mesafe kadar boyu uzun bir sevgili imiş. Öyle olsun, ben o sevgilinin en şevke getiren bir yerinde bulunayım. İnsan sevgilisinin her güzelliğini seyretmek arzusunda bulunmaz mı? Endamının, vücudunun her tarafını görüp, okşayıp, sevip kavuşmanın nimetiyle istediği gibi cesaretli olmayı istemez mi? Bu yüzden tabiat sevgilisinin her güzelliğini görmek için onu evirip çevirip istediğimiz gibi kucaklayamayız. Belki kendimiz seyahatin külfetini göze aldırarak onun güzelliklerini araştırmaya ve seyretmeye gitmeliyiz!”
Suphi burada kesip nargilesini tazelemeye davrandı.
Hicabi ise kafasını iki elleri içine alarak öyle bir şekilde dalmış gitmişti ki Suphi’nin buraya kadar söylediği şeyler ile uyandırmış olduğu düşünme ve hayal etme gücünün, düşünceler ve hayalleri nazarında âdeta vücut bulup tecelli ederek uyanık iken rüya görmek şeklinde bir hâle yakalanmıştı.
Fakat Hicabi bu hâlin de farkında değildi. Hâlâ Suphi söylüyor da kendisi dinliyor zannediyordu. Bundan dolayı nargile dolup da ateşlenerek ilk defa guruldadığı zaman şu garip ses Hicabi’yi uyandırdı. Şaşkın şaşkın etrafına bakına bakına bir açıklama isteme ve anlama tavrı ile “Ey?” dedi.
Suphi dedi ki:
“Eyisi işte böyle azizim! Âleme gelmekten bir maksat varsa ben zannediyorum ki o maksat dahi tabiat incelemeleri ile Cenab-ı Halik-ı Mutlak ve Sani-i Azam[12 - Cenab-ı Halik-ı Mutlak ve Sani-i Azam: Mutlak yaratıcı ve ulu sanatkâr (Allah). (e.n.)] Hazretleri’nin kudret ve maharetine hayran olmaktır. Zevk de bundan ibarettir.”
“Hakkın var azizim!”
Vakit gecenin saat üç buçuğu dördü olup mart ayında bu zaman ise artık yatağa girmek zamanı olduğundan Suphi Bey’in “Arkadaş birer kahve daha içelim de yatalım mı? Bizim gevezelik sizin başınızı ağrıttı ise de ne yapalım? Benim gibi çıldırmış bir adamın evine gelen misafirin işte böyle başı ağrır. Deli değil miyim? Boğazınıza sarılmadığıma teşekkürler ediniz!” demesiyle Hicabi Efendi kahveyi tercih etmekle beraber canının hiç de uyku istemediğini ve uyku zevkinin kendisine her zaman nasip olan zevklerden olup hâlbuki bu geceki bahisten aldığı lezzetin her zaman mümkün olan şeylerden bulunmadığını ifade etmiş ve delilik bahsine gelince biraz evvel içinden kendi kendisine söylediği şeyi bu defa Suphi Bey’e söyleyerek böyle bir bilgeye deli diyenlerin kendilerinin deli olduklarına hükmetmişti.
Suphi dedi ki:
“Benim zannıma göre akıl ve delilik denilen şeyler dahi hep bir dereceye kadar akıl ve bir dereceye kadar deliliktir. Tabiata hayran olmak delilik ise tabiat mucizelerine karşı kayıtsızlık dahi deliliktir. Zevki tabiat incelemelerinde aramak delilik ise vur patlasın çal oynasın âleminde aramak da deliliktir. Dolayısıyla biz yiyip içmeyi seven birtakım kimselerin deliliklerine acıdığımız gibi onların da bizim deliliklerimize acımalarına hak vermeliyiz.”
Örneğini buraya kadar görmüş olduğumuz sohbet, kahve pişinceye kadar değil yataklara girinceye kadar dahi uzayıp gitti. Ve Suphi’nin ağzından inci döker gibi çıkardığı hikmet incilerini Hicabi hep dikkat ve ehemmiyet ipliğine dizmekte asla ihmal etmezdi.
Suphi’nin evinde topu topu bir takım yatak bulunduğunu bildiğimiz hâlde “yataklara girilinceye kadar” diye yataklarının çoğalmasını ima etmiş olmamıza hayret etmemelidir. Kahveler içildikten sonra Suphi “Şimdi Servinaz Kalfa gelsin de yataklarımızı yapsın.” diye gülerek ayağa kalkıp Servinaz Kalfa’nın dahi kendisinden ibaret bulunduğunu işveli bir cariyeye mahsus olabilecek kırılış ve dökülüşlerle anlattıktan sonra karyolasını darmadağınık etti. Üç şilte ve bir ot minderden oluşan yatak takımından iki şilteyi yere serip ot minder üzerinde yalnız bir şilte bıraktı. Ve üç adet yüz yastığından ikisini yerdeki yatağa koyup karyoladaki bir yastığın altına da paltosunu koyarak besledi. İki yorgandan birisini yerdeki yatağa ayırıp sandıktan yalnız bir temiz çarşaf çıkararak onu da yerdeki yatağa serdi. Ve bu yerdeki yatak hesapça daha mükemmelce olduğundan onu misafire sundu.
Suphi Efendi’nin “Siz buraya buyurunuz.” demesine “Estağfurullah!” falan diye özür göstermek nezaket gereği sayılmazdı. Çünkü böyle serbest adamlara en fazla cefa veren bir şey olabilirse o da beyhude nazlar, yavan özürler ve tatsız nezaketlerdir.
Yataklara girildikten sonra Suphi Bey eline bir Avrupa haritası alarak “Ben şimdi hiç olmazsa hayalen olsun seyahate çıkacağım. İşte harita elimde değil mi? İstediğim yerlere gidip gezeceğim! Siz de kendinizi nasıl eğlendirebilirseniz öyle eğlendirmekte serbestsiniz!” deyince Hicabi Bey “Ben de işittiğim sözlerin zihnime verdikleri zevki hiç bozmaksızın uyku zevkine varacağım.” dedi ise de zihni o kadar meşguldü ki Suphi Bey horul horul horlamaya başladığı hâlde Hicabi henüz uykunun başlangıcını dahi görememişti.

İkinci Kısım
Aşk Deliliğinin Bulaşması
Sabah olup da Hicabi Bey uykudan uyandığı zaman Suphi Bey’in karyolasını boş gördü. Güneş ise bayağı yükselmiş olduğundan saat bir buçuğu geçmiş tahmin olunabilirdi.
Hicabi derhâl giyinerek Suphi’yi kitap odasında buldu. “Gel bakalım arkadaş! Sizi rahatsız etmemek için kahvemi burada içiyordum.” diye misafirine de bir kahve pişirmekle uğraşmaya başladı.
“Sizi rahatsız etmemek” sözü üzerine Hicabi dedi ki:
“Sizinle zaman geçirmek insanı rahatsız değil, bilakis derecesiz mütelezziz ediyor. Bu gece bütün geceyi kâh balonlarla gökyüzünde kâh vapurla denizde seyahat ederek geçirdim.”
“Balonlarla seyahat mi? Demek oluyor ki siz bunu da hayal ettiniz. Hâlbuki bu gece balonlarla seyahate dair biz hiçbir şey söylememiştik.”
“Tabiat âlemini inceleme seyahatinde değil miyiz ya? O hâlde zihinler kendi kendilerine balona dahi yönelirler.”
Bu balon meselesini Hicabi bilerek söylemişti. Çünkü Şirket-i Hayriye vapurunda Suphi’nin deliliğini eğlence edinenler o araştırmacı bilgenin bir zaman balonlarda seyahati ve hatta kanatlanıp uçmayı dahi merak edinmiş olduğunu söylemiş olduklarından Hicabi Bey bu konuda dahi Suphi’yi biraz söyletmek isterdi.
Suphi gibi zaten bilimsel meseleleri kendisine dert edinceye kadar merak etmiş bulunan bir zat söylemek için en adi vesileleri bekleyeceğinden bir yandan kahveyi pişirip misafirine takdim etmekle beraber diğer taraftan balon meselesini de yorumlamaya başladı.
Dedi ki:
“Balon seyahatinin ehemmiyeti karadan edilecek seyahat derecesine varamaz ise de birkaç defa için yapılması pek mühim, pek lazım bir şey de budur. Balonlar icat oluncaya kadar bulutlardaki elektrik kuvvetine gerektiği kadar kafa yorulmamıştı. Cisimlerin gökyüzünden yere düşüşü hâlinde indikçe hızın arttığına dair olan kanunları da balonlar apaçıklık derecesine çıkarmışlardır. Yeryüzünden yükseldikçe atmosferin sıcaklık ve soğukluk bakımından görülen değişimlerini balonlarla tecrübe etmek zevkli ve pek mühim bir şeydir. Hele yeryüzünde mesela kuzey rüzgârı estiği hâlde biraz yukarıda aksi bir rüzgâr esmesi veyahut yeryüzünde hava sakin iken yukarıda fırtınalar ve boralar olması veya bunun aksine olarak yeryüzünde boralar hüküm sürdüğü hâlde yukarıda havanın sakin olması gibi gariplikleri seyretmek daha ziyade güzeldir. Ya yerin şeklinin küresel olduğunu balon ile gözle görmek az tuhaf, az mühim bir şey midir? Yeryüzü üzerinde insan denizde bile bulunarak hiçbir engele tesadüf etmeyecek olsa uçsuz bucaksız yerden görebileceği mesafe pek sınırlı kalır. Kendisini nispi olarak pek dar bir ufuk ile kuşatılmış bulur. Fakat balon ile yükselmeye başladığı zaman ufuk dairesi de genişlemeye başlayarak nihayet bir yükseklik derecesine varır ki güya yerkürenin dışına çıkmış da oradan seyrediyormuş gibi küreselliği hemen hemen açıkça görmeye başlar. Gerçi bu tecrübeyi henüz hakkıyla icra eden yoksa da mümkün olan derecesi dahi az garip değildir. Bunun için gayet kuvvetli bir dürbün bulunması gerekip yeryüzü o dürbün ile seyredilirse pek çok mesafeler insanın ayakları altında görülür. İşte bu seyirler için balon ile seyahat lazımdır. Yoksa asıl tabiat incelemeleri yeryüzünde, hem de karalarda ve özellikle yaya olarak yapılan seyahatler ile mümkündür.”
Kahveler içildikten sonra da bahsin arkası bırakılmadı. Hatta yine hazır olan şeylerden bir kuşluk yemeği yenilip o zamana kadar da vakitlerini hep tabiat kanununun incelemelerine ve bunun için dahi seyahatler yapmaya dair sözler ile geçirdiler.
Bu bahislerden Hicabi Bey o kadar faydalanıyordu ki sabah vapurlarıyla İstanbul’a inmek azminde iken akşamın son vapuruna ancak yetişebildi.
Hele zihninden asla silinmeyecek derecede zihnine yer etmiş olan söz şu idi:
“Ona deli diyenler asıl delidir. Dünyada çok akıllı bir adam varsa o da Suphi’dir.”
Hicabi Beyefendi oldukça servet sahibi bir adam olmakla beraber devletçe memuriyeti de kendisini rahat ve bollukla yaşatabilecek bir derecede idi. Tahsilinin yalnız Doğu bilimlerine özgü olduğunu kendisi dahi itiraf etmiş olup hâlbuki Suphi ile şöyle uzun uzadıya görüştükten sonra bilimin hayret verici şeylerine merakı onu dahi bir derecelerde istila etti ki bu merakı gidermek için mutlaka bir yabancı dil öğrenmeyi lazım ve gerekli saydı.
O zamanlar ise Prusya ile Avusturya arasındaki Sadowa Savaşı henüz meydana gelmiş olup o zamana kadar Almanya hakkında bizim Osmanlıların bilgisi pek yok iken Almanların yalnız iğneli tüfekler kullanımında pek maharetli adamlar olmayıp bunlardan ne kadar bilgin ve erdemli insan gelmiş olduğuna dair gerekli bilgi yeni yayılmaya başlamıştı. Hicabi Efendi Alman dilinde mevcut olan kütüphanenin diğer dillerin kütüphanelerinden daha fakir değil bilakis daha zengin olduğunu güzelce araştırdıktan sonra kendi kendisine dedi ki:
“İçimizde Fransız dilini bilenlerimiz pek çoktur. Alman dili ise o kadar yaygın değildir. Haydi ben de şu dili öğrenip hiç olmazsa bununla akranlarım arasında bir sivrileyim.”
Gerçi Hicabi Efendi artık tahsil zamanını geçirmiş ve yaşı otuza yaklaşmış ise de bu gibi gayretli kimseler için hiçbir şekilde tahsil zamanı geçmiş sayılamayacağından Viyanalı bir doktoru kendisine öğretmen tayin ederek Alman dilini öğrenmeye başladı. Bir dili kolayca öğrenmek için en büyük şart o dili konuşanların içinde yuvarlanmak olduğu için Hicabi Bey de artık Galata ve Beyoğlu’nun birahanelerine devama başladı. Ehl-i işretten değil idiyse de gaz limonatasından başladığı rağbeti yavaş yavaş bira derecesine kadar vardı.
Bir yandan Alman dilini öğreniyor bir yandan da bilimsel meseleler üzerine eğiliyordu. Bu merakta bir dereceye vardı ki çevrilmiş ve yazılmış Osmanlıca bilimsel ve felsefi eserlerin hepsini tedarik edip okumaktan başka bu cümleden olarak aslı Arnavutluk ahalisinden olup felsefe ve doğa bilimlerindeki yed-i tulası[13 - “Yed-i tula” kelimesi hem “en uzun el” hem de “geniş nüfuz” manasına gelmektedir.] bilimseverler nezdinde daima son derece saygıyla öpülmekte bulunan Hoca Tahsin Efendi’den dahi özel olarak dersler almaya başladı.
Malumdur ki söz konusu hoca, kendi öğrencilerini yalnız düzenli şekilde ders vererek faydalandırmayıp nice bilimsel ve felsefi bahisler ve konuşmalarla dahi zihinlerini genişletir ve basiret gözlerini aydınlatırdı.
Kısacası gerek dil gerek bilimler bakımından tahsili arttıkça merakı da artarak altı yedi ay zarfında Hicabi Efendi bir dereceyi buldu ki memuriyetini bu tahsil için engel sayarak istifasını verdi ve o zamana kadar yalnız Suphi Bey hakkında verilmekte bulunan delilik hükmü bundan böyle Hicabi Bey hakkında da verilerek zarifler meclislerinde ve mahfillerinde sonu gelmez kahkahalara Hicabi dahi sebep ve sermaye olurdu.
Gönül ehlinin birbirini bilmemesi ve sevmemesi insaf değilmiş. Hâlbuki Hicabi Efendi daha tabiat sevdası deliliği kendisine geçmemiş olduğu zamanlar dahi Suphi’yi tanımış ve takdir edip sevmekte bulunmuş olduğundan bu defa onunla hemhâl ve hemfikir olunca gidip gelmeyi de artırdı. Haftada birkaç defa mutlaka evine giderek gece yarılarına kadar bilimsel ve felsefi konuşmalarla vakit geçiriyordu. Hatta her zaman Suphi’nin yatağını paylaşmak zahmete yol açtığından Hicabi Bey kendi evinden bir takım yatağı Suphi Bey’in evine aşırmış ve bu şekilde şu zahmet ve külfeti dahi ortadan kaldırmıştı.
Hicabi ile Suphi arasında yalnız bir fark varsa o da Suphi’nin dünyada hiçbir kimsesinin bulunmamasına karşılık Hicabi’nin zevcesi, iki çocuğu, bir kız kardeşi ve bir de kendisinden küçük biraderi bulunmasından ibaretti. O zamana kadar ailesi halkına sevgisi ve evini refah içinde yaşatmaya gayreti başkaları için dahi uyulması gerek bir örnek olan Hicabi Efendi artık evin idaresini küçük kardeşine bırakarak zamanını ya kırlarda kelebek ve böcek avlamak ve otlar, kökler, çiçekler toplamak veyahut Suphi’nin evinde bilimsel konuşmaları sabahlara kadar uzatmak ile geçirmeye başlayınca buna ailesi haddinden fazla gücenmeye başladığı gibi eşi dostu da onlarla aynı dili konuşarak Suphi’yi ayıplamaya ve kötülemeye koyuldular. “Allah belasını versin, kendisi çıldırmış olduğu gibi bizimkini de çıldırttı!” sözleri bunların diline dolanmıştı. Diğer ayıplayıcı kişiler ise aile halkından daha ileriye vararak o gibi bilimle uğraşan kişilerin âdeta zararlı delilerden olduklarını ve eğer yüce hükûmet bunları tımarhaneye doldurur ise tam isabet etmiş olacağına hükmederlerdi.
İşte yaz mevsimi bu şekilde geçtiği gibi kış mevsimi geldiği zaman Hicabi Bey hemen hiç de evine barkına uğramaz oldu. Zaten evine gelecek olsa dahi mutlaka Suphi Bey ile beraber gelip zamanlarını yine felsefi konuşmalarla geçirirlerdi. Bu felsefi konuşmalar bitip tükenir şey midir ki Hicabi ona bir ara verebilsin de biraz da dünyasını, kendini ve ailesini düşünsün!
Bir akşam Hicabi Bey, Firuzağa taraflarında bulunan kendi evinde Suphi Bey’siz bulunarak ailesi halkı kendisine böyle yalnızca malik olabildikleri için sevinmekte iken saat üçten sonra çat çat kapı çalındı. Kapı açılınca Suphi Bey’in gelmiş olduğu görülerek ev halkı ne kadar üzüldü, ne kadar kızdı ise Hicabi bilakis o kadar memnun olup arkadaşını karşılamaya can attı.
Artık aralarındaki münasebet senli benli söyleşmek derecelerini bulmuş olduğu için Hicabi dedi ki:
“Aman birader! Ne kadar isabet ettin! Akşamdan beri nasıl vakit geçireceğimi bilemeyerek iç sıkıntısından çatır çatır çatlamakta idim.”
“Aman kardeş! Sana bir müjde ile geliyorum ki sevincinden çıldırmalısın!”
“Korkarım tabiat tarihi kitaplarında mevcut olmayan bir böcek keşfettin!”
“Değil değil! Daha mühim! Kuzeye efendim kuzeye!”
Suphi bu sözü o kadar telaşla söylemişti ki âdeta Hicabi dahi arkadaşını çıldırmış sanarak dikkatli dikkatli yüzüne baktı.
Merdiven ayağında bu bahsi uzatmanın, zaten memnuniyetsizliklerini anladığı ev halkını bir kat daha çıldırtacağını bildiği için Hicabi Bey arkadaşını yukarıya alarak sordu ki:
“O nasıl söz? ‘Kuzeye kuzeye’ ne demek?”
“Kuzey Kutbu’na kadar seyahate gitmek amacı gerçekleşiyor.”
“Deme Allah’ı seversen!”
Hicabi’nin bu sözü dahi Suphi’den daha az delice bir telaşla söylenmemişti. Suphi cevaben dedi ki:
“Beyoğlu’ndan, İngiliz Club Commercial’ından geliyorum. İstanbul civarında bulunan böcekler ile ot ve çiçeklere dair toplamaya muvaffak olduğum iki koleksiyon yok mudur?”
“Ey?”
“Evvelki gün bir İngiliz seyyahı bize gelerek bunları görmüş, hem de son derece hayretle seyretmişti. Meğer herif bunları satın alma merakına düşmüş. Bir dostuma aracılık etmesini rica etmiş. O da dün bana işi açmıştı. Pek de satmak niyetinde olmadığımdan bin adet sterlin lirası verirse vereceğimi söylemiştim. Herif bu fiyatı kabul ederse ne dersin?”
“Allah aşkına!”
“Ama yalnız numuneleri istemiyor. Benim yapmış olduğum resimlerimi de beraber istiyor. Hani ya pek de pahalı olmuş olmayacak öyle değil mi?”
“Öyle ama…”
“Dur! Dahası var. Yalnız bu kadar değil. Alışveriş yalnız bundan ibaret olsaydı ben belki razı olmazdım. Club Commercial’da bir de Mısırlı beyzade var. Yok beyzade değil, paşazade imiş.”
“Ne zade olursa olsun.”
“Öyle ya! Ne zade olursa olsun. İngiliz bizim kütüphanenin mükemmeliyetini bu Mısırlıya anlatmış. Hatta bir müşteri bulursam satacağımı da söylemiş. Mısırlı ile konuştu. Kataloğu gereğince ve satış fiyatıyla satın alacağını söyledi. Kendisi de kitapların seçimi hususundaki maharetimden istifade edecek.”
“Öyle ya! Sen onları seçinceye kadar ne zahmetler çektin?”
“Yalnız zahmet mi ya? Ne kadar kitap alıp sattım! Kısacası altı yüz liradan fazla da kitaplar eder. Yarın Mısırlı ile kütüphaneye bakmaya gideceğiz. Anlamıyor musun? Anlamıyor musun? Bin altı yüz lira ele girince artık İstanbul’da kim durur? Ah seyahat ah! Tabiat sevgilisine ulaşma yolu sensin!”
Numunehanesi ile kütüphanesi için bundan evvel bin altı yüz liradan daha, pek daha çok paha takdir ederken şimdi bu kadar ile yetinmesine Hicabi Bey biraz şaşırdı ise de bu merakını açıktan açığa halletmek istemeyip yalnız şöyle bir soru sordu. Dedi ki:
“Geçenlerde bir görüşmemizde seyahat için üç bin altın kadar tahmin ediyordun. Şimdi ise bin altı yüzü de yeterli görüyorsun. Acaba evvelki tahmin yüksek mi idi? Yoksa şimdiki tahmin mi azdır?”
“A gözüm! Seyahat denilen şey bir bina değildir ki kaç kuruş masraf gidecek diye bir keşif defteri yapılsın! Eğer bazı kibarın seyahatleri gibi seyahat edecek olursak o zaman bir tahmin mümkün olursa da bu tahmin dahi doğru olamaz. Çünkü seyahatte insan ne kadar parası varsa o kadar sarf eder. Hâlbuki seyahat hususunda bir de Orta Asya’dan ibret almalıdır. Herifler dilenerek dünyayı dolaşırlar.”
“Öyle ama onlar İslam memleketlerinde dolaştıklarından kendilerine sadaka verenler bulunur. İslam memleketlerinin dışına rahatlıkla çıkmak mümkün olur mu?”
“Elde keşkül[14 - Keşkül: Gezici bazı dervişlerin ve dilencilerin ellerinde tuttukları, Hindistan cevizi kabuğundan, metalden veya abanozdan yapılmış dilenci çanağı. (e.n.)] sokaklarda gezilemez ise de başka türlü medet ve yardım isteme dahi mümkün olur. Lakin işte bizim ona dahi ihtiyacımız kalmadı. Bin altı yüz lira ile en az bin altı yüz gün seyahat edebilirim. Daha fazlası da ne lazım?”
Hicabi Bey gerçi bu miktar bir para ile uzun uzadıya seyahat edebilmenin mümkün olduğunu teslim etti. Ancak İslam memleketlerinde olduğu gibi onun dışında da dilenerek seyahatin mümkün olduğu meselesini Suphi Efendi’nin izah etmemesi Hicabi’nin bu konuda şüphelenmeye devam etmesini gerektirdi. Dolayısıyla bunu da arkadaşına sordu. Suphi dedi ki:
“Bazı gazetelerde hiç görmedin mi? Mesela Orta Asya seyahatinden dönmekte olduğundan bahisle filanca zatın falan yerde bir konferans vereceği ve o konferansta gördüklerini anlatarak herkesi bilgilendireceği ilan olunur ki bu toplantılara giriş için çoğunlukla fazlaca bir ücret koyarlar ve toplantıya gelinmeyecek olsa bile biletlerini kabul ve ücretlerini vermeleri için kibara gönderirler. İşte bu konferansların hasılatı o seyyaha yardım olur. Bir de trenlerde, vapurlarda fakir olan seyyahlar için parasız gidiş biletleri alınabilmesi mümkündür. Bunun için de bu hususta tecrübeli bazı kişiler tarafından tavsiyeler alınarak kumpanyalara müracaat olunabilir. Kısacası ilmî ve fennî dernekler seyyahlara yardım parası verebilecekleri gibi seyahat esnasında birtakım manastırlarda, falanlarda insan kendisini misafir kabul ettirebilir. Hele Avrupa medeniyetinden biraz uzakça bulunan memleketlerin hepsinde ve âdeta vahşiler diyarında bile yolcular haklarında misafirperverlik öteden beri geçerli olduğu gibi bundan sonra dahi olagidecektir. İşte insan medet ve yardım isteme külfetine katlanacak olursa parasız seyahat dahi mümkün olabilir ise de seyahatten maksat tabiat kitabını okumak gibi büyük bir istifade ise o meşguliyet bir tarafta dururken diğer taraftan nereye başvursam da bir yardıma nail olsam diye zihni meşgul etmek doğru olamaz.”
“Demek oluyor ki seyahat merakı seni buralarını araştırmaya kadar sevk etti ha?”
“Sorar mısın a kardeş sorar mısın? Kaç defa başımı alıp çıkıvermeyi kurdum ise de cesaretsizlik engel olmuştu.”
Suphi zaten geç vakit gelmiş idiyse de seyahat imkânının belirmeye başlaması üzerine o kadar sevinmişti ki gözlerine uyku girmediğinden gece pek geç vakte kadar Hicabi ile hep şu seyahat sözlerini uzattı gitti. Ondan sonra Suphi’nin gözleri kapanarak yatağı içinde uykuya daldı ise de gözlerini kapadığı anda rüya gören bâtıni gözlerine yeniden seyahat yolu görünmeye başladığından sanki hiç uykuya varmamış da gözleri kapalı olduğu hâlde konuşuyormuş gibi yine hep seyahat meselesini sayıklamakta idi.
Hicabi’ye gelince: Suphi Bey’den sonra dahi onun gözlerine uyku girmedi. Seyahat meselesi gözünde büyüdükçe büyümeye başladı. Kendi kendisine dedi ki:
“Aksaray’da bir oda içinde dünyaya gel. İstanbul’dan dışarı çıkmaksızın büyü! Bu yaşa geldiğin hâlde henüz İzmit’e bile gidip görmemiş ol! Dört mevsim yirmi otuz defa birbirini takip etsin de seni hep İstanbul ufku içinde görsün. Ey insanoğlu! Bir coğrafya haritasına hiç ibret nazarıyla bakmıyor musun? Dünya yalnız senin bulunduğun noktadan mı ibaret? Daha bu kadar karalar, denizler var. Her karada İstanbul’a mahsus olan garipliklerden başka nice bin gariplik var. Ve denizde keza! Hâlbuki senin beşerî yaratılışın araştırmaya o kadar meyillidir ki yolda giderken herkes bir tarafa baksa ve o baktıkları tarafta hiçbir şey görünmese sen dahi mevcut olmayan şeyi görmek için yolundan kalarak durup bakarsın! Kıyafeti biraz garip olan bir adama tesadüf edecek olsan acaba bu nasıl adamdır diye şaşkın bakışların derhâl onun üzerine dikilir. Ya dünyanın başka tarafları senin yaratılış ve araştırma güdünü neden gıcıklamıyor? İstanbul’u gördün ise gördün! Anladın ise anladın! Bu dünyaya bir daha gelecek değilsin ki âlemin diğer taraflarını o ikinci gelişte seyredesin! Seyahat vasıtaları henüz düzenli olmayan yerlere gidemezsen de düzenli olan yerlere pekâlâ gidebilirsin. Bugün İstanbul’dan Amerika’ya kadar gitmek azmi de gitmekten başka türlü değildir. Yalnız vapurların ve trenlerin katedecekleri mesafenin uzunluğundan ibaret bir fark vardır.”
Biz Hicabi’nin kendi kendisine söylediği söze şurada son veriyor isek de Hicabi’nin kendi kendine olan hitabı bundan ibaret değildi. Hicabi bu konuşmayı uzattıkça uzattı. Âdeta sabah açılmaya başladığı hâlde biçare adamcağız hâlâ sigaraların birisini yakıp diğerini söndürmekte, hâlâ bu seyahat meselesini düşünmekte idi.
Zihninin karar kıldığı nokta, imkânın son derecesine kadar insan için seyahatin gerekliliğinden ibaret olup doğduğu yerden ölünceye kadar ayrılmayan bir adam için hemen hemen dünyaya hiç de gelmemiş hükmünün verilmesi gerektiği hükmüne kadar vardı.
Bu hükümde Hicabi’nin isabetini ve isabetsizliğini bilemeyiz. Biz burada bir muhakemenin hakemi veyahut mümeyyizi[15 - Mümeyyiz: İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayıracak durumda olan. (e.n.)] olmayıp bir vakanın anlatıcısı olduğumuzdan yalnız vakaları anlatmakla yetiniyoruz. Vakaların şimdi şu ana mahsus olan şekli ise Hicabi Bey’in zihninde şu düşüncenin belirmesinden ve kendi kendisine şöyle bir söz söylemesinden ibaretti:
“Cenabıhakk’ın insana iki göz vermesinden maksadı eğer ‘görmek’ ise insanın seyahat etmesi şarttır. Görmek hikmeti bize, etrafımıza bakmak lüzumunu hissettiriyorsa etrafımıza birkaç adım atmak lüzumunu da mutlaka hissettirmelidir. Gözlerini yalnız bir noktaya dikerek o noktadan ayırmayan insana eğer ‘deli’ diyebilmek mümkün ise seyahat etmeyen insana da bu sıfatı vermek mümkündür. Çünkü insanın içinde doğdu(ğu) şehir bütün dünyaya nispetle bir nokta olup insan elbette o noktadan gözlerini ayırarak biraz da diğer noktaları görmelidir.”
Hicabi Efendi şu sözde karar kıldığı esnada idi ki yatağı içinde kımıldanan Suphi Bey de şöyle bir sözle sayıkladı:
“Allah bile Kur’an-ı Kerim’inde seyahati tavsiye buyurmuş!”
Bu söz Hicabi’yi özel kararı üzerinde bütün bütün takviye etti ve destekledi. Derhâl “Onlara de ki: Yeryüzünde yolculuk etsinler! Öncekilerin akıbetinin ne olduğunu görsünler!” mealinde olan ayet-i kerime hatırına gelip tefsirde, hadiste, kelamda olan büyük bilgisi, kendisini ve ayet-i celilenin hikmetlerini göz önüne almak vadisine dahi sevk edince artık Hicabi seyahat şevkiyle Suphi’den fazla çıldırmaya başladı.
Suphi’nin uykuya varması dört saati geçmiş olduğundan ve Hicabi artık zihnî isteklerine kendi kendisine tahammül ve mukavemet etmeyi imkânsız gördüğünden arkadaşını ayağından çekip kımıldatarak dedi ki:
“Hey! Baba Suphi! Suphi Bey! Amma uyudun ha! Baksana artık sabah oldu. Ortalık açıldı. Aç sen de gözlerini bakalım.”
“Uf kardeş sus Allah’ı seversen!”
“O ne be? Öte tarafa döndü. Yine horlamaya başladı. Hey Suphi Bey! Aç gözlerini diyorum. Uyuya uyuya şiştin be!”
“Ey ne istersin sanki?”
“Evinde rahat oturan insanın uykusunu kaçır da sonra kendin horul horul uyu! Bu da insaf mı ya! Kalk Allah’ı seversen, sabah kahvelerini içerek iki satır söz edelim!”
Suphi esneyerek, gerinerek, gözlerini ovuşturarak, ağzını şapırdatarak kalktı. Henüz uykusunu layıkıyla alamadığı için biraz mırıldandı, söylendi ise de gerçekten artık gündüz olmuş bulunduğu için yatağı içinde oturdu.
Aralarındaki münasebetin artması üzerine Hicabi Bey, Suphi Bey için kendi evinde özel olarak bir nargile bulundurmakta olduğundan kalktı, derhâl nargileyi hazırlayıp marpucu dostunun sakalına dayadı. Haremde herkes zaten uykudan uyanmış olduğu için kahveyi de onlara sipariş etti.
Suphi Bey esnemeye biraz ara verdikten ve kahveyi de içtikten sonra Hicabi dedi ki:
“Senin seyahat meselesi bu gece benim uykumu kaçırırsa ne dersin?”
“Neden uykunu kaçırsın? ‘Borç benim kasavet senin.’ dedikleri gibi seyahat benim olduğu hâlde kasaveti sana mı kaldı?”
“Öylesi değil! Senin her deliliğin bir hikmetten uzak olmadığı gibi bir şeyi tercihin elbette ve elbette bir hikmetten uzak değildir. Seyahat için ‘kuzeye kuzeye’ diyordun. Seyahatin lüzumunu zihnime tasdik ettirdim. Senin bu konudaki cüret ve azmini takdir ettirdim. Hatta bir imkânı olsa ben de sana refakat cüretini göstermekten bile uzak değilim. Fakat şu kuzey yönünü tercihe sebebin ne olduğunu anlayamadım.”
“Bana refakat için cüret mi dedin? Amma yaptın ha! Hiç İstanbul’a âşık olan sizin gibi İstanbullular bana refakat edebilirler mi? Ben neyim? Bir deli! Öyle değil mi?”
“Estağfurullah! Fakat sen şimdi benim refakat edebilip edemeyeceğimi düşünme! Bununla söz israf etme! Henüz senin bile seyahatin kesinlikle kararlaştırılmış değildir. Daha kütüphane ve numunehane satılarak para eline girmedi ki!”
“Neden girmesin? Girmiş demektir.”
“İyi ya işte! Benim de kararım verilmiş demek olabilir. Şu kuzey yönünü tercihin ne hikmetten dolayıdır? Onu soruyorum.”
“Bir vakit Afrika seyahatnamelerini okurken gerek Afrika’nın gerek Amerika’nın vahşileri içinde bulunmak hevesine düşerdim. Çünkü oralarda türümüzden öyle bir sınıf halk vardır ki henüz medeniyetten hiçbir nasipleri yoktur. Medeniyet her şeyden önce insanların topluluk hâlinde, yardımlaşma ve yayılma kaidesiyle yaşamalarını gerektirirken bunlarda topluluk bile yoktur. Hatta evladı ana babaya bağlayan münasebet dahi onlarda diğer hayvanlarda görülen derecelerde bulunur. Yani bir tavuk kendi piliçlerine yeri eşeleyerek taneyi, kökü veyahut böceği meydana çıkarıp yemeyi ve kendisini yiyecek olan daha kuvvetli bir hayvandan kaçmayı öğrettikten sonra artık tavuk başka ve piliç başka ve ikisi de ayrı ayrı olarak yaşamak için ayrıldıkları gibi o vahşilerde dahi bir kadın kendi yavrusunu büyüttükten sonra ayrıldıklarını seyahat kitaplarında okudum ve bunların evliliklerinin de diğer dört ayaklı hayvanların çiftleşmelerinden farklı bir şey olmadığını, şu ilkel hâli görerek onun üzerine insanların gelişmek isteyen yaratılışı icabınca ilave edilmiş bulunan şeyleri muvazene etmek isterdim. Hâlbuki biz henüz beşerî medeniyetin bugün ulaşmış bulunduğu ilerlemeyi dahi görmemişizdir. Beşerî ilerlemelerin bizim memleketimizde görüldüğü dereceden ibaret olmadığını anlayabilmek güç bir şey midir? Bunca yeni icadın hangi taraftan geldiğini düşündüğümüz gibi bizim medeni memleketler ile medeni olmayanlar arasında bir ara kesit teşkil etmekte bulunduğumuz kendi kendisine meydana çıkar.”
“Ona şüphe yok. Buraları bence zaten su götürmezdir.”
“Bu yüzden sonraları vahşi memleketleri seyahat arzusu değişti. Kendi kendime dedim ki: ‘İlk önce medeni memleketleri görmeli ve medeni ilerlemelerin ulaşmış bulunduğu mertebeyi hakkıyla anlamalı da ondan sonra vahşi memleketleri seyahat etmeli.’ ”
“Ey kuzey tarafında bu yüksek medeniyeti bulacak mısın?”
“Dinlesen a? Okumada ve düşünmede ilerledikçe zihnim seyahatten maksadın ne olduğunu daha fazla etraflı olarak düşünmeye başladı. Yalnız medeni ilerlemeler noktainazarından âlemi seyretmenin de yeterli olmadığını gördüm. Acayib-i âlemin asıl bilimsel bir noktainazardan bakılarak seyredilebileceğini anladım. Hatta bugünkü günde seyahat denilen şeyin birçok şekil ve türleri arasında bilimsel seyahate başkaca bir ehemmiyet verildiğini ve sadece bilimsel incelemeler için koca koca gemilerin dünyanın çeşitli yerlerine gittiklerini düşündüm. Bu hâlde tabiatın ekvatordan çok kutuplarda bulunduğunu nazarıdikkate aldığım gibi kutuplardan bize en yakın olan Kuzey Kutbu’nun, Avrupa’nın medeni ve ilerlemiş memleketlerine dahi komşu olduğunu düşünerek hem medeni ilerlemeleri hem tabiat harikalarını görmek için kuzey yönünü tercih ettim.”
Hicabi Efendi başını önüne eğerek elinde bükmekte olduğu sigarayı dudaklarında yapıştırdıktan sonra dedi ki:
“Acayib-i âlem ekvatordan çok kutuplarda neden bulunsun?”
“Bahsimizi bir kozmografya dersine mi dönüştürmek istiyorsun?”
“Yok!”
“Öyle ise sana yalnız şu kadarcık söyleyeyim: Bizim buralarda en uzun gece ve gün on beş saat olduğu hâlde diyelim ki yazın gündüzler ve kışın dahi geceler on altı on yedi saat kadar uzasalar veyahut on üç veya on iki saatten ziyade uzasalar şu fark bize fazla bir değişiklik şeklinde görülmezdi. Lakin gündüz denilen şey yirmi üç buçuk saat uzayıp da gece yarım saat kalır ve bu hâlde güneş şimdi battığı hâlde biraz sonra yine doğarsa ve bu hâl aksi olarak gece yirmi üç buçuk ve gündüz yarım sat uzayıp güneş şimdi doğmuş ise biraz sonra yine battığı hâlde bu değişim bizim gözümüzde pek mühim bir değişim olur. Öyle değil mi?”
“Anladım efendim!”
“Ya bir gece aylarca müddet devam eder ve bir gün keza aylarca müddet uzayıp gider de güneş ya hiç doğmaz veyahut hiç batmaz ise?”
“Öyle ya! Öyle ya!”
“Hâlbuki kuzey taraflarının olağanüstülüğü yalnız bundan da ibaret değildir. Tabiatın yıkıcı gücü oralarda insanların yaşamasına ihtimal vermek istemediği ve taşları ve ağaçları bile çatır çatır mahvedecek sanıldığı hâlde oralarda bu yıkıcı güce Cenabıhakk’ın verdiği akıl kuvvetiyle mukavemet ederek yaşayan birçok halk dahi görürüz. Sıcak memleketlerde ne elbiseye ne ev ve meskene ihtiyacı olmadığı gibi doğal mahsullerle karnını dahi doyurabilecek olan insanların yaşayışının ne kadar sade olabileceğini bir kere düşünmeli de buzul memleketlerde her şeye muhtaç olan insanların yaşayışının ne kadar dikkate değer olacağını hesaba katmalı.”
“Ve işte bu hesaptan sonra vatanımızın cennet gibi güzel olduğuna hükmetmeli. Öyle değil mi efendim?”
“Ona ne şüphe! Şimdiki hâlde İstanbul’dan dışarıya çıkmamış olan bir adam İstanbul’un güzelliğine hayran görünür ise o adama hayret edebiliriz. Çünkü her şey zıddıyla kendisini belli edebildiği hâlde güzel olmayan veyahut daha ziyade güzel olan yerleri görmeksizin kendi doğum yerinin güzelliğine hayran olmak âdeta bir taklitçilik demektir. Herkes güzel dediği için o da herkesi taklit ederek güzelliğine inanmış sayılır.”
Biraz sessizlikten sonra Hicabi Bey dedi ki:
“Zannıma kalırsa kuzey taraflarını seyahat etmek seyir ve hareketçe de güney taraflarından daha kolaydır.”
“Hiç şüphe etmemeli!”
“Çünkü birçok yere trenler ve gemiler ile gidilir. Hâlbuki güney tarafları buna benzemez.”
“Pek doğrudur. Bugün bir mevsimine düşürülür ise hemen on beş gün kadar bir müddet içinde kuzey tarafına en fazla sokulabilmek mümkün olur. Fakat biz henüz daha seyahatin bu taraflarını seninle konuşmadık. Tren ile seyahat etmek seyahatten mi sayılır?”
“Vay! Seyahatten sayılmaz mı?”
“Sayılmaz ya? Bir vagon içinde oturmak seyahatten sayılacak ise kendini bir sandığa hapsedersin. ‘Ben seyyahım!’ diye iftiharından koltuklarını istediğin kadar kabartırsın! Benim âşığı olduğum tabiata kavuşmak için edilecek seyahat tren ile değil beygir ve araba ile de yapılamaz. Mutlaka yaya olarak icra yapılmalı.”
“Yaya olarak mı? Tabanvay ha?”
“Evet! Ben her otun, her kökün, her böceğin yanından geçerken durup bakmaz ve eğilip dokunmazsam o seyahatten ne anlarım? Yalnız şehirden şehire, onların da lokantalarından lokantalarına ve tiyatrolarından tiyatrolarına seyahat edilecek ise işte resimli kitapların oturduğumuz yerde gözlerimize sunduğu dünya bu dünya olacağından seyahat külfetine hiç de ihtiyaç kalmazdı. İmkânı olsa denizlerde dahi yürüyerek seyahat etsek. Hem denizlerin dibinden! Çünkü denizlerde görülecek şey, yalnız ufkun, engel olmadan gözlerimizde tam dairesini resmetmesinden ibaret değildir. Denizin harikaları asıl o mavi yüzeyin altındadır. Bununla beraber inceleyici bakışları çekmeye değer olacak bir tarafı bulunmayan ve dolayısıyla yine çöl ve yaban denilmek lazım gelen bazı uzun mesafeleri kendi bacaklarımızın kuvvetlerinden başka kuvvetlerle katetmek imkânından istifade hususunda yine hürriyetimize malik oluruz.”
O gün seyahat hakkında kahvaltı zamanına kadar uzayıp giden sözde bizim için gereksiz bilgi sayılmaya değer olacak diğer muhakemelere ve izahlara girişilmedi. İki arkadaş kahvaltılarını da ederek karınlarını doyurduktan sonra hep seyahatin faydasından, güzelliğinden bahsede bahsede ikisi beraber Beyoğlu’na kadar geldiler. Ve Club Commercial’a varıp sözü geçen İngiliz ile Mısırlıyı buldular.
İngiliz tabiatçılardan olup zaten İstanbul’a gelişi tabiat tarihine dair birtakım incelemeler için olduğundan, bu incelemeleri hazır edilmiş ve numuneleri dahi tertip olunmuş bulduğundan ne kadar memnun idiyse Mısırlı beyefendi dahi Suphi Bey gibi bir uzman zat tarafından seçilmiş ve tertip edilmiş bulunan bir kütüphaneye sahip olmak için talep edilen parayı az bile görmekte idi. Çünkü Amerika savaşı hasebiyle bütün Avrupa fabrikalarının muhtaç oldukları pamukları Mısır’dan satın almak suretiyle Mısır’a yağdırmış oldukları liralar Mısır’ın adi fellahlarını bile bir lirayı bir bakır kuruş sayacak derecelerde zenginleştirmiş olduğundan Mısırlı beyefendi en adi şeyler için bile avuç doluları altın sarf ettiği hâlde umurunda bile olmazdı.
O gün iki müşteri satın alacakları malları birer kere daha gözden geçirip son kararı vermek için Suphi ve Hicabi beyler ile beraber vapura binerek … köyüne gittiler. Bir müşteri mal almak hususunda İngiliz ve Mısırlı kadar hırslı olur ve bir satıcı da satmakta Suphi kadar mecbur ve aceleci bulunur ise alışverişin pek kolaylıkla yapılması tabiidir. Dolayısıyla bunlar hemen o gün satış akdine karar vererek İngiliz hemen koynundan çıkardığı bir cüzdandan bir yaprak koparıp üzerine Osmanlı Bankasına hitaben bir çek yazdı. Ve Mısırlı da ödeme hızında İngiliz’den aşağı kalmamak için cebinden diğer bir cüzdan çıkarıp kütüphane için belirlenen altı yüz lirayı tamamen banka kaymesi olarak ödedi.
Bu alışverişin yapılmasından sonra yine dördü birden vapura binerek Köprü’ye çıktılar. Hicabi’nin evine gelmek için müşterilerden ayrıldıktan sonra bir arabaya binen iki arkadaştan Suphi Bey, Hicabi’ye dedi ki:
“İşte para arkadaş! Hani ya seyahat için sen de heveslenmiş görünüyordun. Bu sözün gerçek ise işte para!”
“İş paraya kalınca Allah kerim. Zaten ben sana masraf bakımından yük olmayı kabul etmem.”
“Neden? Aramızda teklif tekellüf mü var?”
“Hayır! Param olmayacak olsa teklif tekellüf olmamasından belki istifade edebilirdim.”
“Ama bu para bizi iki seneden fazla seyahat etmek için idare eder.”
“Dört sene müddet seyahat edecek kadar paramız olsa fena mı olur? Bahis para bahsi değil diyorum.”
“Ya ne bahsi?”
“Aile halkının rızasını alabilmek para bahsinden daha müşküldür.”
“Ha bak bende aile falan olmadığı için ben o müşkülatı hiç ölçüp biçemem. Demek oluyor ki ailenden ayrılmayı pek de gönlün istemiyor.”
“Gönlüm istemiyor da değil.”
“O değil, bu değil. Ya nedir efendim? Hevesin bir kuru hevesten ibaret ise bari ondan bahsetme de insanı kendi hevesi veçhile edeceği hayallerden de menetme.”
“Hevesim pek kuvvetli bir hevestir. Resulullah’ın sayesinde senin paran kadar bir parayı benim bu yolda harcamaya gücüm vardır. Ancak ailemin güzelce rızası ve oluruyla yola çıkarsam daha fazla rahat ve kalp huzuruyla seyahat etmiş olacağım. Birader! Böyle uzun uzadıya seyahatlere çıkıldığı zaman gidip de gelmemek ve gelip de bulmamak var. Onun için insan her vazifesini yerine getirerek çıkmalı!”
“Amma uzun düşünce ha! Gidip de gelmemek olursa toprağımız Kuzey Kutbu’ndan alınmış deyiveririz. Gelip de bulmayacak olursak hasret kıyamete kaldı diye teselli buluruz. Bazı kere o kadar filozof görünürsün ki ben de şaşarım. Bazı kere…”
“Bencesi yine böyledir. Fakat ev halkıncası böyle değildir. Sen işi bana bırak. Sana ne lazım? Ne kadar olsa sen daha birkaç güne kadar yola çıkamazsın değil mi?”
“Öyle ya? Yol tedariki olarak bazı şeyler alacağım. Gerçi asıl soğuk memleketler için gereken seyahat ihtiyaçlarını Petersburg’dan tedarik edecek isek de buradan alınacak birtakım şeyler de vardır. Herhâlde bir hafta on gün kadar daha buradayım.”
“Tamam! Ben de o zamana kadar buradaki işleri görür bitiririm.”
İki arkadaş Hicabi Bey’in evine geldiler. O gece yemekte ve yemekten sonra hep seyahate dair söz edileceği malumdur. Bu akşam Hicabi Bey Suphi’yi yatak odasında yalnız bırakarak kendisi harem tarafında yattı ve zihnî meşguliyeti bir yandan uykusunu reddetmekle beraber diğer taraftan dün geceden beri devam eden uykusuzluk kendi hükmünü dahi yürüterek bir hayli zaman Hicabi’yi hemen gözleri kapalı bir hâlde bulundurdu ise de Hicabi yine geç vakte kadar uyuyamayıp pek muzdarip bir hâlde vakit geçirdi.
Ancak bu gece ailesi halkına seyahatten falandan asla bahis açmadı. Hicabi Bey bu bahsi ertesi sabah açtı. Hem de seyahatin faydasından, ehemmiyetinden bahsederek güzel bir başlangıç ile söze girişti. Özetle demişti ki: “Dünyayı görmeyen bir adam hiçbir şey görmemiş demektir. Çünkü bu âlemde bizce maddeten bir varlık varsa o da dünya ve içindekilerden ibarettir. Hâlbuki biz İstanbul’da doğup İstanbul’da büyümekle dünyayı görmüş sayılamayız. Bu yüzden birkaç ay müddet için Suphi Beyefendi ile seyahat azmine düştüm.”
Güzel muhakeme, güzel arzu, güzel niyet ama aile halkı için bu giriş sözlerini kabul etmek ihtimali var mı ki hatta neticeyi dahi kabul etmek mümkün olsun?
Zaten aile halkının en büyük düşman tanıdığı bir adam varsa o da Suphi Bey’di. Herkes, “Suphi Bey denilen deli ile düşüp kalkmayı artırıncaya kadar bizim beyefendi evini barkını sever, pek iyi bir adamdı. Onunla düşüp kalkmayı ve ahbaplığı arttıralıdan beri bozuldu. Hele şimdilerde büsbütün divane oldu!” diye Suphi’yi elinden gelse bir kaşık su içinde boğmak isterdi.
Hele seyahat denilen şey hakkında Hicabi Efendi ailesinin malumatı o kadar azdı ki “Biraz da seyyah olarak ömür süreyim.” sözü Hicabi Efendi’nin ağzından çıktığı zaman “A! Üstüme iyilik sağlık! Elde keşkül hu bereket Allah diye dilenmek size mi kalmış?” dediler ki bu hâlde seyyah sözünden Buharalı dervişleri anladıkları anlaşılınca Hicabi Efendi anlayışları bundan ibaret olan kadınların âdeta hâllerine acıdı.
O gün Suphi Bey Osmanlı Bankasına havale olunan parayı almak için bankaya giderek Hicabi Bey evinde kalmış ve ta akşama kadar kadınlar ile bahiste devam etmiş ise de küçük çocuklara ve hizmetkârlara varıncaya kadar hepsi bir aralık beyin delirdiğine inandıktan sonra nihayet aklını henüz bozmadığını görüp içleri rahatlayarak fakat bu seyahat arzu ve hevesinden dolayı biçareyi alaya almaya karar vermişlerdi.
Akşam Suphi geldi. Paraları almış olduğundan koruması için hepsini Hicabi Bey’e verdi. Dedi ki:
“Bu parayı aldığıma hata ettim. Zira bu kadar para yanımızda olduğu hâlde seyahat edemeyiz. Bu yüzden lüzumu kadar paranın bize Petersburg’da banka tarafından teslim olunması ve kalanı için de dünyanın hangi taraflarından telgraf çekersek hemen poliçelerinin gönderilmesi hususunda gerek bunları gerek Mısırlıdan aldığımız paraları tamamen bankaya teslim etmeliydik. Lakin seyahatimiz için gereken planı henüz yapmadığımdan şimdilik paraların bizim korumamızda olması için aldım buraya getirdim… Ey, sen kendi işini ne yaptın bakalım?”
Hicabi Bey bu soruya birdenbire cevap veremedi. Biraz şaşırıp kekeledikten sonra dedi ki:
“Biz de henüz bir karar veremedik. A kardeş böyle kadınlarla ciddi şeylerden söz edilir mi? ‘Seyyah’ deyince onlar ceylan derisi sırtımızda, külah başımızda Buharalılar kıyafetine girerek memleketten memlekete, tekkeden tekkeye sürtüp gezeceğiz zannediyorlar.”
“Ben zaten senin seyahatine imkân veremiyorum azizim. Çoluğu çocuğu beyhude yere üzme! Haydi içeriye git de bu sevdadan vazgeçtiğini söyle! İstersen ben hanım kardeşi şuraya, kapıya çağırayım da söyleyeyim.”
“Etme Allah’ı seversen! Zaten ben onları seninle iknaya çalışırken şimdi işi sen bozma!”
“Benimle iknaya mı çalışıyorsun? Ne diyorsun?”
“Yalnız seyahat etmeyip beraber seyahat edeceğimizden ve senin fazilet ve irfanından bahisle bu seyahatin herhâlde benim, eğitim ve görgü bakımından mükemmelleşmemi temin edeceğini söylüyorum.”
“Güzel ama geçen gün hanım kardeşin dikçe bir sesle seninle bahsederken benim âdeta deli olduğumu söylediğini ben burada işitmiştim. Ben şimdi işin olmayacağını görüyorum. Bu yüzden bari seni bu seyahat deliliğinden ben vazgeçirmiş olayım da o münasebetle onların nazarında deli olmadığımı da ispat etmiş olayım.”
“Hiçbir şey hakkında kendi fikirleri olmayan o biçareleri bundan dolayı ayıplama! Kadın bu! Özellikle Osmanlı kadınları! Avrupa kadınları olsalar kocaları ile beraber seyahate çıkarlardı. Fakat bizim kadınlar buradan Boğaziçi’ne misafirliğe gidecek olsalar evin yarı eşyasını bohçalara doldurup beraber götürürler. Dolayısıyla ben onları ikna ederim. Sen keyfine, rahatına bak da bana müsaade ver ki ben de onlar ile uğraşayım!”
Misafirin istirahat sebeplerini tamamladıktan sonra Hicabi Bey tekrar hareme girdi. O gece dahi seyir ve seyahate olan hevesinden ve bu seyahatle edeceği istifade ve alacağı lezzetten uzun uzun konuştu ise de bunların hiçbirisi aile halkının kulağına girmedi. İnsan için zevk ve sefa çoluğuyla çocuğuyla, tam bir refah ve rahatla yaşamakla olacağı için öyle uzak memleketlerde hastalık ve sağlık ihtimallerine karşılık seyahate kalkışmak deliliğin ta kendisi sayılacağından ibaret cevaplar alıyordu.
Bu gecelik de Hicabi Bey, daha fazla işi üstelemeyip odasına çekildi. Ertesi gün bütün aile halkını odasına çağırarak dedi ki:
“Ölmek, yaşamak insanoğlu için değil midir? Birtakım adamlar vardır ki benim kadar da yaşamayıp genç hâlinde vefat etmişlerdir. Şimdi siz dahi diyebilirsiniz ki ben de yarından itibaren vefat edeceğim. İşte sizi bugün vasiyet için çağırıyorum. Beni vefat etmiş sayacaksınız. Cenabıhak afiyet verir de gelirsem yine kavuşuruz. Evet! Sizi mirasımdan mahrum etmek de istemem. Kendisi sağ iken malını çarçur edip de vefatından sonra çoluğunu çocuğunu sürüm sürüm süründüren adamlardan ben nefret ederim. Fakat herkes malının üçte birine kendi başına sahiptir. Malının üçte birini mirasçılarından alarak hayrata, hayır işlerine canı, keyfi neresini isterse oraya harcar. Ben de malımın üçte birini istediğim yere harcayacağım. Hatta alacağım para malımın üçte biri değil çeyreği bile olmaz. Dolayısıyla ben başımı alıp dünyayı görmeye gideceğim. İşte bu kararım, bu sözüm kesindir. Eğer bundan beni caydırmakta ısrar edecek olursanız sonra daha fena bir şey yaparım da siz de ettiğiniz ısrardan pişman olursunuz.”
Hicabi Efendi’nin bu defa ailesi halkına söylediği söz, faydası pek kesin bir söz idi. Hele seyahatine rıza gösterilmeyecek olursa aile için daha büyük bir faciayı yapmaya kadar varacağını öyle bir ciddi şekilde söylemişti ki sonradan kız kardeşi, karısı ve biraderi bir araya toplanıp da kendi kendilerine konuştukları zaman biraderi, “Bırakınız efendim bırakınız! Ağabeyimdeki hâl deliliğe yakın bir aşk eseridir. Menedecek, üstüne varacak olursanız daha fena etmiş olursunuz.” dediği zaman kadınların ikisi de son derece üzüntü ve umutsuzluk ile çocuğu tasdik etmişlerdi.
Aradan bir gün geçti. Meseleye dair hiçbir söz olmamıştı. Ondan sonra yine bir akşamüzeri aile halkı toplanarak müzakere ettiklerinde Hicabi’nin küçük biraderi dedi ki:
“Birader arzunuzun gerçekleşmesine aile halkının katiyen engel olduğu düşüncesiyle kendinizi üzmeyiniz. Meyus olmayınız. Hepimizin hakkınızdaki özel sevgimiz gereğince elbette ayrılığı gönlümüz istemez. Lakin sizin içinizi rahatlatacak bir hevesin gerçekleşmesini elbette arzu ederiz.”
Burada Hicabi kardeşinin sözünü keserek dedi ki:
“Ha şöyle! Bak böyle akıllıca düşünceye ne diyeyim?”
“Gidiniz kardeşim. Geziniz. Âlemi görünüz. Lakin böyle bir seyahati ölüme benzeterek malınızın üçte birine kendi başına sahiplikten falandan söz etmeye ne gerek var? Biz de sizin mal da sizin. Ne kadar para lazım ise alınız. Sizden bir ricamız varsa o da evinizi barkınızı gözden uzak ve gönülden ayrı etmeyerek Cenabıhak afiyet ihsan ederse esenlikle ve sağlıkla memleketinize, evinize dönmeyi kalbinizde tutarak gidiniz. Öyle değil mi?”
Çocuğun yalnız bu son soruyu sormuş olduğu kız kardeşi değil Hicabi’nin karısı bulunan yengesi dahi hâlleriyle, tavırlarıyla bu sözleri teyit ettiler.
Artık Hicabi’nin memnuniyetine nihayet mi olur? Eğer o akşam Suphi Bey orada bulunsa idi koşup sevincinden boynuna sarılacağı şüphesizdi.
Artık seyahate ailesi tarafından gösterilen rıza üzerine Hicabi Bey seyir ve seyahatin lezzetinden, zevkinden bahisle o kadar izahlara ve mukayeselere girişti ki her ne kadar kadınlar bu muhakemelere ehemmiyet vermiyorlar idiyse de kardeşi bu izahları son derece ehemmiyetle karşılayarak o bile kalbinde seyahat için âdeta hevesler bulmaya başladı.
Bu gecenin ertesi Hicabi Bey kardeşi ile bir odaya çekilip konuyu konuşmaya başladılar. Zaten ev işleri bir zamandan beri biraderinin üzerine bırakılmış bulunduğundan ve seyahat için gereken parayı vermek dahi aile halkınca karar altına alındığından küçük kardeşi dedi ki:
“Size seyahat için ne kadar para lazım?”
“Bunun miktarı belli değildir. Suphi Bey’in eline bin altı yüz lira geçmiş. Hepsini harcayabilecek mi harcayamayacak mı henüz kesin değil. Parayı Osmanlı Bankasına yatırıp kendisi Avrupa’da nerelerde bulunur ise göreceği lüzum üzerine oralara havalenameleri isteyecek.”
“Tamam! Biz dahi sizin isteyeceğiniz havalenameleri istediğiniz yere ulaştırmada Osmanlı Bankasından geri kalmayız. Şimdiki hâlde ise çekmecemizde beş altı yüz lira var ki hiçbir taraf için lüzumu olmadığından onlarla ilk ihtiyaçlarınızı görebilirsiniz.”
“Teşekkür ederim kardeşim. Doğrusu ya şu akılsız kadınları rıza göstermeye teşvik etmenizden dolayı âdeta minnettarınızım.”
Kendisinin olmadığı süre boyunca ev işlerini son derece dikkatle görmesi için kardeşine gerekli öğütleri verdi. Hatta sağ ve salim döndüğü zaman kendisini parlak bir düğün ile evlendirmek vaadini dahi vererek, bu vaat her ne kadar biraderini mahcup etti ise de iki kardeş kucaklaşıp öpüşmek suretiyle birbirinin fikir ve arzusunu tasdik etmiş oldular.”
Henüz küçük biradere tahvil edilmemiş bulunan bazı hesaplar, evrak ve senetleri de Hicabi Bey kardeşine teslim etti ve bundan sonra evinin tek müdürü ve kumandanı biraderi oldu ve kendisi şu mutlu kararı bildirmek için hemen sabah vapurlarından birine binerek Suphi Bey’in evine gitti.
Suphi ile buluşmasında tavrı o kadar güleç idi ki daha kendisi bir harf söylemeksizin Suphi işin aslını anlayarak “Korkarım aileyi seyahate razı ettin?” dedi.
“Ona şüphe mi var? Bu sakaldan sonra da başına buyruk olmazsam ne zaman başına buyruk olacağım.”
Yolculuk masrafı olmak üzere kardeşi ile verdiği kararı Suphi’ye anlattığı zaman Suphi demişti ki:
“Canım bu kadar paraya ne ihtiyaç var? Ben bütün seyahat kitaplarını ve seyyah kılavuzlarını gözden geçirdim ve geçiriyorum. Seyahat masrafını ikamet masrafından pek de yüksek sanmayınız. Ama ikamet diyorsam bir şehirde esnafın ve diğer iş sahiplerinin ikameti anlaşılmamalıdır. Rahatça ömür sürenlerin ikameti anlaşılmalıdır. Bugün İstanbul’umuzda rahatça ömür sürmek için ayda otuz liradan aşağı gelir yetmez. Hâlbuki bu para, yani birbiri üzerine günde bir lira ile dünyanın her tarafı seyahat edilebilir. İki adam olur ve birbirine yardımla kanaat üzerine hareket ederse birbiri üzerine günde bir buçuk lira dahi yeter. Şu hâlde ikimizin 3200 lirası, bizi 2400 gün gezdirebilir. Bu ise yedi sene kadar bir zaman eder. Hiç yedi sene müddet seyahat edilir mi? Bizim için bir sene seyahat yeterlidir. Haydi pek pek iki sene olsun.”
“Canım biz de bu parayı mutlaka harcayacağız demiyoruz ya? Şu işte ortak değil miyiz? İki ortağın sermayesi eşit olsun diyoruz.”
Mevsim âdeta şubat olduğundan ve bizim iki arkadaşın seyahat kararı artık katiyen verilmiş bulunduğundan bunların yolculuk tedarikleri hakkında görüşmesi dahi uzun sürmedi. Kuzey taraflarına edilecek bir seyahat için lazım gelen hazırlıkları İstanbul’da yapmaktan ise Petersburg’da yapmak yeğ görülerek yalnız İstanbul’dan Petersburg’a kadar seyahat için çizme, yağmurluk, fanila ve çamaşır gibi şeyler tedarik olundu ve Dersaadet’ten Odesa vapuruna binilmek için Bahçekapısı’nda bir İngiliz vapurunun simsarından iki adet kamara bileti alındı.

Üçüncü Kısım
İstanbul’dan Odesa’ya
Boğaziçi ahalisinden olsanız da bir gün yalınızın penceresi önünde otursanız ve nazarıdikkatinizi Boğaz’dan gelip geçen gemilere hasretseniz hepsi kıçlarından çarklı ve âdeta tamamı ikişer direkli birtakım vapurlar görürsünüz ki bunlar öyle Şirket-i Hayriye’nin cır cır öten vapurları gibi başınızı ağrıtmaksızın son derece sükûnetle çekip giderler.
Lakin bunların geçişi için bazı mevsimler vardır ki o mevsimlere göre mesela Marmara’dan Karadeniz’e giden vapurların üstü Maden Dağı gibi yüksek oldukları ve hatta uskurlarının yarısı yunus balıkları gibi vakit vakit sudan baş çıkararak döndükleri hâlde geçip bazı mevsime göre dahi Karadeniz’den Marmara’ya geçenleri hemen hemen tamamıyla denize gömülmüş oldukları hâlde Boğaz’ın akıntı yerlerinde dalgalar altına girecekler gibi gelip geçerler.
Her hâlde bu vapurların gelip gidişlerinde garip bir ahestelik içinde yoluna devam için öyle bir gayret vardır ve bu gayret gözlerde o kadar heybet ve azamet resmeder ki insan bunlara bir ibret gözüyle baktığı zaman bu nakliye vasıtasının pek büyük, pek uzun yolculuk meşakkatlerine yalnız sabra ve kuvvetinin sağlamlığıyla tahammüle yetenekli olduklarını anlar.
Gerçekten bu vapurlar pek uzun yolculukların pek büyük meşakkatlerine o kadar tahammül için yapılmışlardır ki bunlar Londra’yı, Odesa’yı âdeta Balıkesir’in İstanbul’a yakınlığından fazla yaklaştırmışlardır. Mesela Balıkesir’de yüz kantar taşınız bulunsa onu İstanbul’a taşımak için Londra’daki yüz kantarlık yükünüzden fazla zahmet çeker ve ona oranla daha fazla masraf ve daha fazla zaman sarf edersiniz.
Sözü edilen vapurları nazarıdikkatinize bu şekilde sunuşumuzdan ihtimal ki hoşlanmazsınız. Çünkü bundan bir zevk almak için insanda ticaret zevkinin de bulunması gerekir. Hele ekonomi düşünceleri o insanın dimağına yerleşmiş olarak bir mülkü, daha geniş tabirle cihan mülkünü mamur etmek için en büyük kuvvetin nakliye vasıtalarından ibaret bulunduğuna, nakliye vasıtalarının görebileceği işleri eğitim ve sanayinin bile göremeyeceğine, eğitim ve sanayinin dahi sadece nakliye araçları sayesinde nasip olduğuna zihinler tam bir kanaatle ile inanmış bulunmalıdır.
Bununla beraber kendimizi eğlendirmek için roman okuduğumuz hâlde dahi bu vapurlar bizim nazarıdikkatimize layıktırlar. Düşünmeliyiz ki bunların içinde bulunan türdeşlerimiz deniz hayvanlarından imişler gibi denizde doğarak, denizde büyüyerek yine denizde yaşamakta ve hangisinin talihi müsait olup da kimisi batarak yine denize defnedilmezlerse yalnız onlar vefatlarından sonra karalara taşınarak mezarlara gömülmektedirler.
Biz Şirket-i Hayriye vapurlarında en ufak yolculuğumuz için iki saat kadar kaldığımız hâlde Köprü’ye yanaştığımız zaman bir an önce kendimizi dışarıya atmak için birbirimizi çiğneyerek can atarız. O vapurların içinde bulunanlar ise haftalarca, aylarca zamanı, ufka kadar dünyayı istila eden su üzerinde geçirdikleri hâlde İstanbul gibi dış görünüşü o kadar göz alıcı olan bir yerden geçerlerken bile pek çokları hemen kamarasından çıkmayarak etrafı görmeksizin geçer gider.
Ama bu hâlde devam edebilmek için insan mutlaka İngiliz olmalı imiş! Ona şüphe yok! Ya İngiliz olmalı ya deli!
İşte bu vapurlardan birisi Londra’dan kömür yüklü olduğu hâlde İstanbul’a gelip kömürünü satmış ve ondan sonra zahire yüklemek için Odesa’ya gitmek üzere mevsimin gelmesini beklemekte bulunmuştu. Çünkü Odesa Limanı bu hikâyemizin geçtiği zaman olan 1867 miladi senesinde donmuş olduğundan oraya tüccar gemilerinin yaklaşmaları mümkün olamayıp bu yüzden birçok gemi İstanbul Limanı’nda beklemekte idi.
Şubatın yirmi altıncı günü Odesa’dan gelen telgraflar beş on günden beri havaların müsaadesinden dolayı limanın buzlarının çözüldüğünü müjdelemekle birçok vapur fayrap[16 - Fayrap: 1. Bir istim kazanının, istim oluşturacak biçimdeki yanar durumu. 2. Gemilerde ateşçiye, ateşi hızlandırması, harlı duruma getirmesi için verilen komut. (e.n.)] ettikleri gibi kömür yükünü sattığını yukarıda söylediğimiz ve beyan ettiğimiz vapur dahi gidiş işareti olan düz mavi üzerinde beyaz bir kareden ibaret bulunan işaretini çekmişti.
Bu gibi vapurlarda yolcu görünmesi nadirattan olduğu gibi, çoğu ortaya çıkacak yolcuları kabul dahi etmezler ise de bu vapura yaz mevsiminde Odesa’da amelelik etmek için birçok Laz binmekte olduğundan etrafında bir hayli sandal ve güvertesi üzerinde epeyce yolcu görülürdü.
Vapurun hareketinden yarım saat önce bir sandalda üç adam geldi ki ikisinin ayakları çizmeli, başları sargılı ve arkaları kıvırcık kuzu kaplı paltolu olduklarından ve omuzlarından başlarına doğru çapraz olarak dürbün çanta asmış bulunduklarından bunların yolcu ve diğerinin ise İstanbul’da her gün gezilen kıyafette olmasıyla onun da teşyici[17 - Teşyici: Uğurlayıcı. (e.n.)] olduğu anlaşıldı.
Şu iki yolcu bizim Suphi ve Hicabi beyler olup yanlarındaki teşyici de Hicabi’nin biraderi idi. Bunlar vapura çıktıkları zaman birader bey de kendisinin son derece kolaylıkla kaldırabilmesinden hafiflik derecesi anlaşılan bir yol sandığını omuzlayıp vapura çıktı. Kendilerini derhâl karşılamış olan güverte zabitine Suphi Bey elindeki biletleri gösterince zabit İngilizlerin pelesengi olup “evet” manasında olan “yes” sözünü iki dişleri arasından fışkırtarak yolcuların önlerine düştü.
Bunlar kıç tarafında bulunan bir kamaraya vardılar. Burada Hicabi Bey “Aman ne pis kamara!” diye bir hayret tavrı gösterdi ise de Suphi Bey “Kamaranın güzeli Fransız ve Avusturya vapurlarında bulunur. Ucuzu da işte böyle olur!” diye arkadaşını susturdu.
Yol sandığını kamaraya koyduktan ve yatacakları yatağın da ne derecelerde yatılabilir bir şey olduğunu görmek için şöylece bir inceledikten sonra arkadaşlar vapurun hareketini görmeye, güverte üzerine çıktılar. Hâlbuki baş tarafta galdır galdır demir almaya başladıklarından bu seyirleri çok zaman sürmeyecekti.
Dolayısıyla Hicabi Bey biraderi ile öpüşerek ayrılık kederiyle ikisi de kederlenip ağlaşarak Hicabi “Kız kardeşime ve çocuklara selam söyle! Sen de onlar hakkındaki muhabbet ve şefkat ile ev işlerini görmede aymazlık etme!” öğütlerini tekrar ettikten sonra Suphi Bey ile de vedalaşmaya geldiği zaman Suphi demişti ki:
“Benim selam gönderecek kimsem yoktur. ‘Hatırdan çıkarmayınız.’ diyecek olsam bence bu da o kadar mühim bir şey değildir. Sizi Allah’a ısmarladık vesselam!”
Kardeşi gittikten sonra Hicabi Bey’in ağlaması bir zaman daha sürdü. O aralık vapurun da hareket etmesiyle Suphi Bey arkadaşının yanına gelerek dedi ki:
“Artık vapur hareket ettiğinden şimdiki hâlde biz mukim değil seyyah demeğiz. Seyyah kısmına ağlamak yakışmaz!”
“Ah birader! Sen ne kadar mutlusun! Dünyada bir dikili ağacın bile yok.”
“Mutlu muyum? Mutsuz muyum? Onu kim bilir? Bazı kimselere göre saadet çoluk çocuk sahibi olmakta imiş. Diğer bazılarına sorarsan dünyanın en büyük belası çoluktan çocuktan ibaretmiş. Fakat şu saatte ağlamadığıma bakılırsa yine şu saat için benim senden daha fazla mutlu olduğuma hükmedilebilir.”
Vapurun İstanbul’dan hareketi esnasında Suphi Bey saatine bakarak cebinden çıkardığı cep defterine vapurun on bir saat yirmi dakikada hareket ettiğini kurşun kalem ile işaretlemişti. Dolayısıyla vapur tam Anadolu Kavağı Burnu’nu dolaşırken bir çan çalındı ki bunun akşam yemeği için davet işareti olduğu anlaşılarak iki arkadaş kamaraya indiler.
Sofra ne mide kabul etmeyecek kadar pis ne de muntazam kumpanyaların birinci mevkilerindeki sofralar kadar temiz olmayıp orta hâlde bir temizlik ile düzenlenmişti. Zaten gemi sofralarında tabakların bir parmak kalınlığında olmalarından kıyas edilecek sağlamlık alışılmış olduğu gibi bu denizcilik hâline bir de İngilizlik hâli ilave olunursa artık çatalların, bıçakların, havluların sağlamlıklarını insan pek kolay anlar. Hele gemi yalpa ettiği zaman devrilmemesi için kadehlerin diplerinin lüzumundan pek fazla olarak geniş bulunduğunu, bununla beraber ufak şarap kadeh ve şişelerinin delikli tahtalara konulmuş ve dizilmiş bulunduklarını az çok seyahat edenlerin hepsi görmüş olacaklarından burada ayrıntıyı uzatmaya da lüzum yoktur.
Sofra on iki kişilik olmak üzere düzenlenmiş ise de buna rağbet edenler birinci ve ikinci kaptanlar, vapurun yazıcısı, birinci ve ikinci kaptanların karıları ile bir de yolcu olduğu anlaşılan değil sanılabilen bir İngiliz’den sonra bizim iki arkadaştan ibaret idiler. Gerçi diğer kumpanya vapurlarında ikinci kaptan ikinci kamara müşterileriyle birlikte yemek yerse de bu vapur yolcu vapuru olmadığından bu sofra da zaten kaptanlar için kurulmaktadır. Hatta Hicabi Bey bu konuda arkadaşından işin aslını öğrenmek isteyince Suphi demişti ki:
“Bu vapurun sahipleri kendilerinden yolcu hesabını hiç sormazlar. Zaten yolcu almalarına müsaadeleri de yoktur. Dolayısıyla vapur memurları ne kadar yolcu bulabilirler ve onlardan her ne ücret alırlarsa onu kendi aralarında paylaşırlar. Biz bu akşam yolcular için hazırlanmış bir yemek yemiyoruz. Kaptanlar için hazırlanan yemeği yiyoruz. Keza yolculara mahsus kamaralarda yatmayacağız. Anladın mı? Kendi erzaklarıyla yerlerini bize satarak istifade ediyorlar. Biz de Rusya kumpanyasına vereceğimiz yüzlerce rublelerin üç çeyreğini tasarruf ile istifade ediyoruz.
Gerek Hicabi gerek Suphi beylerin bu yolculukları İstanbul’dan henüz ilk ayrılıkları idiyse de evini gördüğümüz zaman anlamış olmamız gerektiği üzere Suphi Bey İstanbul’da doğup büyüdüğü hâlde kendi doğduğu yerde mukim şeklinde değil âdeta misafir şeklinde yaşamış ve o zamana kadar ömrünü yalnız hemşehrilerinden değil belki bütün dünyadan uzak düşmüş gibi bir hâlde geçirmiş olduğundan seyahatin şu ilk gecesini İngiliz vapurunun kamarasında bir gurbet âlemi içinde olarak değil sanki kendi evinde imiş gibi bayağı rahatça geçirebilmişti.
Hicabi Bey’e gelince: Onu Suphi ile karşılaştırabilmek pek de kolay değildir. Biçare Hicabi o zamana kadar ömrünü hep ailesi halkının ihtiyaçlarını karşılamaktan geri kalmayan bir izzetinefis ile geçirmiş olup gerçi sonradan o dahi tabiatın hakikatlerine düşkünlükte Suphi’den aşağıda kalmayacak bir meraka düşmüş ise de heves ve merak gibi şeylerin emrettikleri ve zorladıkları gayret ve sebata vücudun kuvveti yetmeyecek olursa insan her hâlde aczini hissedeceğinden zavallı Hicabi o gece İngiliz vapurunun kamarasında kendisini tabut kadar dar bir yatak içinde bulup da kımıldanmanın pek de kolay bir şey olmadığını görünce hemen hemen sabahlara kadar gözlerine uyku girmemişti.
Şu uykusuzluğun sebeplerinden birisi de kız kardeş, birader, eş ve evladından ayrılmak meselesinin ruhsal kederleri sayılsa uzak bir ihtimal değildir.
Bununla beraber Hicabi’nin bu ilk geceki sıkıntısına bakıp da yolculuk ve seyahat meşakkatlerine tahammül edemeyerek yarı yoldan ve daha doğrusu yolun başlangıcından geriye döneceğini hayal etmemelidir. Vücudunda kuvvet her ne kadar pek az ise de kalbindeki gayret pek çok olduğundan yolculuk meşakkatlerini kendisine bir zevk, bir sefa saymak derecesinde kalbindeki gayretin teşvikini memnuniyetle kabul etmekte idi.
Sabah olup da iki arkadaş yataklarından çıkarak yüzlerini yıkadıktan sonra kamarotun getirdiği kahve, süt ve biraz da francala ve tereyağı ile hem sabah kahvesini içmek hem de ilk kahvaltıyı yapmak işlerini görürlerken Suphi Bey sormuştu ki:
“Nasıl arkadaş? Bu gece hayli rahatsız oldun ya?”
“Olmadım desem yalan söylerim. Fakat karşılaştırılacak olursa en rahat seyahatimiz şu Karadeniz seyahati olacaktır. Bundan sonra daha güç yolculukları düşünerek bu zahmete teşekkürler ediyorum.”
“Yok! Yolumuzun bundan ilerisinde dahi öyle insanı yıldıracak zahmetler yoktur. Bir Rus köylüsünün evinde dahi insan pekâlâ misafir olabilir. Bir Tatar medresesinde iki kaşık çorba bulunabilir.”
“Demek oluyor ki sen bu gece hiç rahatsız olmadın ha?”
“Hiç değil ama rahatsız olmadım demektir. İnsan arkasının alışmış olduğu yatağını terk ederse şüphe yok ki yerini yadırgar. Lakin İstanbul’da bir yere misafirliğe gitse idim ne kadar rahatsız olacak idiysem bu gece de o kadar rahatsız oldum. Fakat bu kadarcık rahatsızlık seyahatin güzelliklerini bize meşakkat olarak gösterebilir mi?”
“Hayır! Onun için demiyorum. Şüphe yok ki insan her yerde rahat da edebilir, rahatsız da olur. Bununla beraber karadan edeceğimiz seyahatin zahmeti elbette deniz seyahatinden fazladır.”
“Zahmeti fazladır ama zevki de fazladır.”
Kahvelerini, kahvaltılarını yiyip içtikten sonra ikisi de kürk kaplı paltolarına bürünerek güverteye çıktılar. Bayağı şiddetlice bir lodos rüzgârı esmekte idiyse de vapur bütün yelkenlerini açarak dalgadan dalgaya sekmekte olduğu için sallantısı azdı.
Akşam birlikte yemek yemiş oldukları kaptanlar bizim yolcuları görünce şapkalarını çıkarıp selamladılar. Kaptanların çehrelerindeki güleçlik bu havadan pek ziyade memnun olduklarını gösteriyordu.
Suphi, Hicabi’ye dedi ki:
“Şu kaptanların niçin memnun olduklarını anlayabilir misin?”
“Havalarını bulmuşlar da ondan!”
“Onlar ömürlerini deniz üzerinde geçirmek için yaratıldıklarından Odesa’ya altmış saatte varmak ile seksen saatte varmak arasında bir fark bulunur mu?”
“Ne bileyim ben?”
“İşte İstanbul’da baklanın, enginarın turfandasından başka bir şeye kafa yormayan beyler dünyanın böyle inceliklerini hesap edemezler.”
“Bunda ne incelik var?”
“Ne incelik mi var? Yelkenlerin yardımı ile bu vapur Odesa’ya yirmi saat evvel varırsa saatte onar kantardan iki yüz kantar kömür kazanılmış olur.”
“Öyle ya!”
“Dur dahası var. Bu iki yüz kantar kömür de en kötüsü yirmi liraya yakın para ederek o para da bizim gibi yolculardan aldıkları ücretler gibi sonra bölüşülmek üzere çalınmış şeyler defterine kaydolunur. Şimdi anladın mı? Avrupalılar da hırsızlık ederler ama böyle efendilerinin aramamak üzere karar verdikleri şeylerden çalarlar.”
Hicabi Bey, Suphi’nin yalnız yüksek bilimsel konulara değil genel işlere de böyle hiçbir kimsenin kafa yormaya lüzum görmeyeceği şeylere varıncaya kadar kafa yormuş olmasına şaşarak bununla beraber arkadaşını takdir dahi etti.
Birinci kaptanın karısı bütün gece kendisini hapsetmiş olduğu kamaradan biraz hava almak için dışarıya çıkmış ve akşam sofradaki beraberlikten dolayı bizim yolcuları selamlamıştı. Bu kadın Fransız ve Alman dilleri gibi yabancı dillerden birisine vâkıf olmak şöyle dursun kendisi İrlanda kıyılarından bir balıkçı kızı olmasıyla yerli dilinden başka hatta İngilizceyi bile bilmezdi. Dolayısıyla Fransızca konuşup konuşamadığı hakkında Suphi Bey’in sorduğu soru boşa çıktığı gibi Almanca bilip bilmediği hakkında Hicabi’nin sorusu da cevapsız kalarak kadın ise hâl ve hatır soruyorlar zannıyla İngilizce yalnız bir “Thank you.” yani “Teşekkürler ederim.” demekle karşılık verirdi.
Kadının hâline gülmek mi gülmemek mi lazım geleceğini düşünmeye dahi lüzum görmeyen iki arkadaş ufku çepeçevre istila eden deniz yüzeyini seyretmeye başladılar. Suphi Bey yeryüzünün küreselliğini ispat için şu deniz yüzeyinin dışbükeyliğinden büyük bir açık delil olamayacağını arkadaşına anlatıp Hicabi Bey dahi artık bu gibi bilimsel meselelerin acemisi olmadığından denizlerin yalnız yeryüzünün küreselliğini ispata yarar bir açık delil olmadıklarını ve belki yerin çekim gücünü ispata dahi o kadar açıklık ile delalet ettiğini öne sürerek dedi ki:
“Geçenlerde bu bahis bir yerde hayli dedikoduya yol açmıştı. Yeryüzünün küre bir cisim olduğunu bir türlü zihnine sığdıramayan bir zat ‘Eğer dünya bir küre ise ayak ucumuza gelen denizler baş aşağı bulundukları hâlde nasıl olup da dökülmüyorlar?’ sorusunda ısrar ederek hâlbuki genel çekim kuralı hakkında değil hiçbir şey hakkında kendisinde bir ön bilgi bile bulunmadığı için herkes bu meseleyi kendisine anlatmaya boş yere çalıştıktan ve anlatamadıktan sonra dedi ki: ‘İşte efendim! İspatı mümkün olmayan saçma sapan sözleri böyle bilimsel kanunlar suretinde herkese yutturmaya çalışanlara şaşarım. Bu meselede beni ikna edebilecek olan laf ebesi bilim adamlarının alınlarına çelenk takarım.’ ”
“Ah! Cenabıhak bu kadar bönlüğü bana da ihsan buyursa idi de ömrümü diğer hayvanların nail oldukları kayıtsızlık nimeti gibi bir nimet içinde geçirseydim.”
Suphi’nin bu üzüntüsü insan akıllarının tabiatın hakikatleri karşısında ne kadar aciz olduğu meselesine bir giriş açarak bir insanın şu acayip kâinat ve şaşırtıcı âleme karşılık hakikate kayıtsız bulunmak nimetine mazhar olursa dünyada en mesut adam olacağına ve özellikle bu meselelere dair delilsiz, kanıtsız olarak işittiği sözlere bir kere inanıp da zihni o malumata inanır ve artık hiç de fikir yormaya lüzum görmezse o adamın elbette evvelki kayıtsızdan daha rahat sayılacağına son derece üzüntüyle hükmettiler.
Kuşluk yemeği için çalınan çan bizim iki arkadaşı kamaraya indirmişti. Sofra halkını yine dün akşamki kimselerden ibaret bularak hele hâl ve şanından yolcu olduğunu anladıkları İngiliz’in kaptanlar ile konuşmasından gerçek yolcu olduğuna artık şüpheleri kalmadı ise de bu İngiliz kendilerine hiçbir hitapta bulunmadığı için onlar da kendisini konuşmaya davet etmeye lüzum görmediler.
Yemekten sonra yine yukarıya çıktıkları zaman dümencinin yanına gittiler. Dümenci önündeki pusulaya geminin hareketini tatbik için pek büyük bir ihtimamda bulunmakta idi. Hicabi dedi ki:
“Acaba bu dümenci şu pusulanın ne demek olduğunu bilerek ve anlayarak mı ona bakar?”
“Ne mümkün! Hatta Christophe Colomb Amerika’yı keşfe çıktığı zaman tamam ekvatorun altına gelip de pusula artık iki kutuptan hangisi tarafından çekileceğini şaşırdığı ve bu yüzden mihveri üzerinde macuncu fırıldağı gibi fırıl fırıl dönmeye başladığı zaman Christophe Colomb bile şu fiziki acayiplikten ürküp umutsuzluğa kapılmıştı. Pek çok sanayicinin birtakım tatbikatın bilimsel meselelerinden haberi bile yoktur.”
Biraz sessizlikten sonra Hicabi Bey dedi ki:
“Üzerinde bulunduğumuz yerkürenin diğer gök cisimleri ile olan münasebetini maddeten ve açıkça gösteren şeylerin üçüncüsü de şu pusula üzerinde eseri görülen mıknatıs kuvvetidir. Gelgit olayı ayın ve bitkileri olgunlaştırmak özelliği güneşin bizimle olan münasebetini ispat ettiği gibi mıknatıs iğnesinin Kuzey ve Güney kutbu taraflarından çekimi de yine o münasebeti ispat ediyor.”
“Fransa’nın çağdaş yazarlarından Louis Figuier’nin ‘Ölümden Sonra’ başlıklı kitabını okusa idiniz bu bahsi nerelere kadar uzatmış olduğunu anlardınız.”
“Almancaya tercümesi yoktur ki! Bununla beraber mıknatısın özelliklerine dair Almanların pek çok incelemelerini de okudum.”
“Hayır! Mıknatısın özelliklerine dair değil. Yerküre ile diğer yıldızlar arasındaki münasebeti söylüyorum. Louis Figuier bu münasebeti âdeta bir nevi haberleşme derecesine vardırarak hiçbir din sahibinin inkâr edemediği ahirete o şekilde vücut veriyor.”
“Ne diyor Allah’ı seversen ne diyor? Bu bahis pek mühim bir bahis olmalı.”
“Ona şüphe yok. Bahis o kadar mühimdir ki Figuier’nin bu düşünceleri yayılacak olsa da Avrupa bilginleri biraz da şeri ilimlerimizi inceleyecek olsa hatadan hataya düşe düşe nihayet ahiret hakkında bizim kelam ilmimizin verdiği hükmü kabule en fazla layık bulurlardı.”
“Figuier ne diyor?”
“Figuier ‘İnsanı yalnız bu dünya üzerinde ot gibi bitip yine bu dünya üzerinde ot gibi mahvoluyor diye düşünmekte bulunan bilginlerin zihninin bu dünyanın dışına çıkmadığına teessüfler edilir. Hâlbuki otlar bile yalnız bu dünya üzerinde bitmiyorlar. Eğer diğer gök cisimlerinden yerden bitme özelliği gelmeyecek olsa bu dünya üzerinde ot bile bitemeyeceğini ispat ile hayvanların ruhlarının diğer gök cisimlerinden gelen can verici güçten besleneceği ilk olarak görülmesi gerekirken ölümden sonra ruhların yine diğer gök cisimleri gibi idrak dairemizin dışında olan öteki dünyalara geri dönmeyeceğine nasıl hükmedebiliriz.’ diyor.”
“Demek oluyor ki işi yine kapalı bırakıyor.”
“Bu gibi hakikatleri kesin olarak belirlemek ve hakkında hükme varmak bilimlerin bugünkü derecesi ile mümkün olur mu? Bununla beraber birkaç yüz sayfada söz konusu yazarın verdiği izahatı ve verdiği delilleri burada sana birkaç kelime ile haber vermek imkânsız olur. İnsan o kitabı okursa Louis Figuier’nin ispatına çalıştığı şeyler tamamı tamamına İslami hikmete uygun olmamakla beraber ileride bu incelemelerde devam ettiği hâlde pek çok hakikate yol açabilecek şeyler olduğunu da insan aklı kabul eder.”
“Gerçekten bu mıknatıs ve elektrik kuvveti, henüz yeni yeni keşfedilen ve incelenen bir şey olup bu konuda incelemeler ileriye götürülecek olursa o kadar hakikatler meydana çıkacaktır ki Cenabıhakk’ın yaratılış kanunundaki sırlar hemen apaçık görülecektir. Buna hiç şüphe etmemelidir. Şu kadar ki böyle orta yerde var olmadığı hâlde eserleri ve büyük tesirleri görülen şeyleri incelemek için bilimsel araçlar dahi azdır. Dolayısıyla bu yolun sonuna varmanın ne kadar zamanda nasip olacağını hükmedemeyiz. Lakin yolun bu kadarı katedildikten sonra insan aklının şu menzilde kalmayı uygun bulmayarak bir zaman gelip de hayatın hakiki mahiyeti gibi şimdi imkânsız derecesinde sayılan şeylerin de kesin olarak belirlenmesi mümkün olabilecektir.”
“İnsan hayatının ölüm tehlikesinden muhafazasına yol bulunabileceğini aklın gerçekten keser mi?”
“Cenabıhak bu iktidarı da insanoğluna vermiş ise neden kesmesin? Lakin şimdiki görünüşe bakılırsa bundaki müşkülat imkânsız derecesindedir. Böyle etten, kemikten, sinirden, damardan müteşekkil vücutlar için sonsuzluk nasıl hayal edilebilir? Hayatın olmazsa olmaz bir büyük şartı özellikle kan dolaşımı iken damarlar ve atardamarlar denilen borular işleye işleye iç tarafından birikinti tutarak darlaşıyorlar. Dolaşımı kuvvetinden düşürüyorlar. Dolayısıyla vücut evvelki gibi beslenemiyor. Kalp denilen kanı pompalayan tulumba da işleye işleye kemikleşiyor. Vücuda hizmet eden aletlerin hepsi böyle eskiyor. Dolayısıyla hayatın sırları layıkıyla ve tamamıyla anlaşılacak olsa bile özellikle tamamıyla anlaşılmış bulunan hazım ve kan dolaşımı aletlerinin tamirine imkân tasavvur olunur mu ki hayatın devamını sağlayan diğer azanın da tamiri mümkün olsun! Dolmuş ve eskimiş bulunan atardamar ve damarları vücudumuzdan çıkarıp yerlerine yeni damarlar koymaya insan sanatı yeterli olur mu? Hâlbuki canı çıkmış olan bir adama bir damardan sağlıklı kan vererek tekrar gözlerini açmak mertebesine yaklaşıldığı hâlde o adama katiyen taze hayat verilemiyor.”
“Gerçekten öyle! Maalesef öyle!”
“Neden maalesef? Bu hayata muhabbetiniz o kadar büyük müdür?”
“Büyük olsa da ayıp değil a? Kendim için değil! Fakat olgun bir insanın 40, 50 senelik ömrünü sarf ederek bunca olgunluğa eriştikten sonra ölümün pençesi ile mahvolup gitmesini uygun bulur musun?”
“Hayhay! Tamamıyla uygun bulurum.”
“Ya o adamın insani olgunluğundan türdeşleri faydalanmasınlar mı?”
“Faydalansınlar! Yazı denilen şey ne için icat olunmuştur ya? Hâlâ bugün Aristo’nun felsefi olgunluğundan faydalanmıyor muyuz?”
“Ya hâlâ bu güzel Aristo hayatta olsa idi daha güzel olmaz mıydı?”
“Bugün Aristo’nun hayatta olmasının temini için o zamandan beri ana rahminden doğan insanların dahi hayatta olmalarına ihtimal vermek gerekir. Bu ise yerküre üzerinde ayak basacak yer bulunamayacak kadar insan çoğalmasını gerektirirdi. Hâlâ şimdi bile Avrupa gibi tabiat bilgisinin ve sağlığın korunması kurallarının gelişmesi sayesinde doğanların vefat edenlerden az olduğu memlekette insan nüfusu o kadar artmaktadır ki her sene yüz binlerce nüfus dünyanın uzak kıtalarına göçtükleri hâlde yine Avrupa nüfusu o kıtaya sığmayacak kadar çoğalmaktadır. Geçenlerde bir gazetede bir yazı görmüştüm. Yazarı diyor ki: Avrupa nüfusu yavaş yavaş bütün dünyayı doldurursa oturacak, yaşayacak yerimiz kalmaz.”
“Amma vehim ha!”
“Şimdilik vehim görülür. Lakin üç yüz senede Avrupa nüfusunun ne kadar uzak memleketleri doldurmuş olduğuna göz gezdirip de bu ilerlemenin birkaç yüz asır daha devamına ihtimal verince o vehimlinin vehimleri derhâl bir hakikat şeklini alabilir.”
“Demek oluyor ki insanların ölüm pençesi ile yok olmaya mecbur olmalarını beğeniyorsun ha?”
“Cenabıhakk’ın rabbani hükmünden hangisi beğenilmez ki bu da beğenilmesin? Zaten hayatın zevki dahi doğmakta, büyümekte ve nihayet ölmektedir. Yeni doğmuş bir çocuğa bakarak kendi çocukluğumuzun zevkini şimdi anlarız. Delikanlı iken ömrün lezzetini pekâlâ fark etmekte idik. Şu babayiğitlik zamanı bize daha şimdiden ak sakallı olacağımız zamanları vadederek herkesin hürmetine mazhar bir güzel ihtiyar olmaktaki lezzete şimdiden bizi ulaştırır. İhtiyarlığa mahsus olan büyüklük ise artık onların bu dünya adamı olmaktan çıkmış sayılmalarından doğar. Bu dahi ölümün gelişini muvazeneye vesile olur.”
“O kadar istekle söylüyorsun ki güya ölmeye daha şimdiden can atıyormuşsun zannedeceğim geliyor.”
“Ne bileyim? Ölümün hemen şimdi hazır olmadığına elde ne senedim var?”
Şu yolda açılan söz, iki arkadaşı akşama kadar eğlendirdi. O akşam dahi yine her zamanki kimselerden ibaret sofra halkı yemek başında toplandılar. Başka bir adam olsaydı ihtimal ki bu şekilde yemek yiyişten bıkardı. Çünkü yarım saatten fazla sofrada bulunulduğu hâlde hazır bulunanların hepsinin ağzından hemen yirmi söz çıkmayıp, bu sözler dahi hâl ve şanından yolcu olduğu anlaşıldığını haber vermiş olduğumuz İngiliz’in birinci ve ikinci kaptanların karılarına son derece lütuf ve nezaketinden dolayı söylediği sözlerden ibaretti.
İngilizlerin şu söz cimrilikleri bazı kere bir dereceye varır ki hakikaten artık can sıkmaya başlar ise de bu sıkıntı bizim gibi söze, sohbete alışmış olan adamlara mahsus olup yoksa sözleri, sohbetleri yine kendilerine mahsus olan Suphi ile Hicabi, İngiliz’in âleminden o kadar sıkılmamışlardır.
Hicabi Bey’in tabuta benzetmiş olduğu gemi yataklarında o gece de yattılar. Ertesi sabah uyandıklarında vapur makinesinin işlemesinden ve geminin hareketinden oluşan gürültü ve şamata olmayarak gayet derin bir sükût ve sükûnet hâlinde bulunmaları bunların hayretine yol açtı.
Gerçekten bir insanın böyle gürültülere alışması, o gürültülerin kesilmesi hâlinde kendisini bütün bütün başka bir âlemde bulundurmak gibi bir üzüntü meydana getirir. Trenlerde, vapurlarda ve bazı kere değirmenlerde insan bu yerlere mahsus olan gürültü içinde uykuya dalarsa gürültüleri oluşturan hareketin kesilmesiyle derhâl uykudan dahi uyanır.
Hicabi dedi ki:
“Ne olduk acaba arkadaş? Galiba vapur yoluna devam etmiyor. Galiba durduk.”
“Galibası yok. Hesapça Odesa’ya geldik.”
“Odesa’ya mı geldik?”
“Öyle ya? Daha hızlı posta vapuru olsa böyle arkadan lodosun da yardımıyla daha tez gelirdik.”
“Öyle ise haydi çabucak kalkalım.”
“Pek de acelemiz yok ise de bununla beraber kalkmak zamanı da geldi.”
Seyyah efendiler kalktılar. Ellerini, yüzlerini yıkayıp giyindikten sonra ulaşılması hedeflenen limana varıştan sonra artık posta vapurlarında bile kamarotlar yolculara kahvaltı vermeyeceklerinden yalnız birer kahve içmekle yetinerek çizmelerini giydiler. Yol sandığını da ellerine alıp güverteye çıktılar.
Yeni seyahate çıkanlar bir memleketi, gerek karadan gerek denizden, hele bilhassa denizden ilk defa olarak gördükleri zaman ne güzel bir his ile hislenirler!
İnsan, kendisinin içinde doğup büyüdüğü memleketten başka dünya yüzünde daha birçok memleket bulunduğunu işitmek, okumak ve hatta resimlerini seyretmek hâllerini öyle bir memleketi gözleriyle gördüğü zamanki hislenmeleriyle asla karşılaştıramaz.
Güya yeniden doğmuş da başka bir dünyaya gelmiş gibi yüreğinde bir şeyler hisseder.
Hakikat! Seyahat edenler tecrübe etmişlerdir ki bir adam kendi memleketinden veyahut bir zamandan beri ikamet etmekte bulunduğu yerden hareket ettiği zaman kendisinin bir seyyah olduğunu, seyahate mahsus olan hissiyattan pek de anlayamaz. Böyle bir memlekete girdiği zaman kendisinin seyyah olduğunu anlar. Çünkü o hâlde kendisine her şey yeni göründüğü gibi kendisi de orada herkese yeni bir adam görünüyorum zanneder. Her tesadüf ettiği adam “Mutlaka bana bakıyor! Benim yabancı ve seyyah olduğumu mutlaka anlamıştır.” sanıyor.
İşte seyahatin insan kalbinde uyandırdığı şu neşeyi Suphi Bey de Hicabi Bey de hissetmeye başlayarak vapurun etrafında bulunan birkaç sandala elleriyle “Buraya gel! Buraya yanaş!” işaretini verdikleri zaman konuşmadan yalnız bir el işareti verdikleri hâlde dahi hâl ve tavırlarından o kadar azamet, o kadar gurur anlaşılmakta idi ki âdeta “Bizi görmüyor musunuz be? Bizi? İşte biz seyyahız! Misafiriz! Bizi böyle bir geminin üzerinde görünce hemen karşılamaya koşmalı!” manaları dahi hâl ve şanlarından anlaşılmakta idi.
Bununla beraber sandalın hızlıca gelmesini, karşılarındaki panoramayı seyretmeye doymuş değil henüz başlamış olan gözleri hiç de hemen istemeyip Odesa’nın ilk görünümü ikisini de hayrete boğmuştu.
Gerçekten İstanbul’un dıştan görünüşü kadar güzel bir panoramanın bütün dünyada emsalsiz olduğu herkesin ortak görüşü ise de İstanbul’da doğup yine İstanbul’da büyüyerek o güzelliğe alışmış olanlar onun kadrini tamamıyla takdir edemezler. Hatta sonradan görüşüp insanın âşık olduğu bir kadın hakkındaki âşıkça hayranlığı bile kavuşma ve beraberliğin uzamasıyla yavaş yavaş bir kayıtsızlığa dönüşerek insan evvelce gözlerinden kıskandığı sevgilisini bir zaman sonra hiç de güzel bulmaz. Hiç de sevmez olur! Bu hâlde başka bir güzel gördüğü zaman aslında eski sevgilisinden daha güzel olmadığı hâlde bile “Aman ne güzelmiş!” diye içi titrer.
İstanbul şehri emsalsiz bir sevgili olmakla beraber ona her gün ulaşanlar artık güzelliğine alışmış bulundukları hâlde bunlar Odesa’yı görürler de hakikaten kendi sevgilileriyle rekabete muktedir bir diğer sevgili görmüş derecesinde şaşırırlar ise hayret etmemelidir.
Gerçi Odesa şehri İstanbul’un ancak onda biri kadar küçük bir şehirdir. Lakin henüz son yüzyılın vücuda getirdiği şehirlerden birisi olmakla bu kadar güzel, bu kadar zengin görünür ki İstanbul’da böyle bir seyire nail olmak için şehrimizin yüksek binalarını tamamen bir yere toplayarak dışarıdan bakmak gerekir.
Odesa şehri önünde dört beş yüz gemi alabilecek kadar geniş bir liman bulunup o limanın uygun bir şekilde konumlandırılmasıyla açılan gözler sahilde yedi sekiz kışla ile üç dört hastanenin ve diğer birtakım devlet binalarının gayet geometrik bir şekilde dizilmiş olmaları göze ilk güzelliği bahşeder. Sonra asıl şehre meyilli bir zemin üzerine kurulmuş olduğundan İstanbul Limanı’ndan bakıldığı zaman âdeta Beyoğlu’nun görünüşü gibi kâgir ve yüksek binaların birbiri üzerinde görülmeleri şehrin seyreden gözlerdeki azametini arttırdıkça arttırır.
Suphi bu görünüm karşısında o kadar hayrandı ki Hicabi Bey “Ne güzel bir şehir!” dediği zaman bu sözü işitemediği gibi evvelce işaret etmiş oldukları sandal vapura yanaştığı zaman dahi âdeta haberdar değildi.
Nihayet arkadaşı kendisini uyandırarak sandala bindiler. Sandalda Hicabi Bey “Ne güzel şehir! Ne güzel manzara!” sözlerini tekrar edince Suphi dedi ki:
“Ona ne şüphe! Odesa’nın güzelliğini dost değil düşman dahi teslim eder. Bu hikmetten dolayıdır ki Kırım Savaşı’nda İngiliz ve Fransız donanması işte şu askerî limanda Rusya donanmasını yakmaya geldikleri zaman atılan top tanelerinin şehri dahi harap etmemesine pek ziyade dikkat etmişlerdi.”
“Şehre acıdılar ha?”
“Bu kadar emekler harcayarak vücuda getirilen şöyle kız gibi bir şehre top atmak, hem de lüzumsuz yere top atmak yazık değil midir?”
“Ama birtakım şehirleri topa tuttukları nadir değildir.”
“Zorunlu olur da onun için topa tutarlar. Hâlbuki buraya top atan İngiliz, Fransız donanmasının maksadı Odesa’yı yıkmak değil mütehassın[18 - Mütehassın: Kaleye veya istihkâmlı bir yere kapanmış. (e.n.)] bulunan Rusya donanmasını yakmaktı. Medeniyet dünyasında yalnız bir milletin değil bütün insanlığın ortaklaşa muhafazasına mecbur olacakları derecelerde kıymetli birtakım şeyler vardır ki onlara tahrip elini uzatmak âdeta cinayettir. Hem bu yüce fikir şimdilerde ortaya çıkmış bir şey değildir. İstanbul topa tutulduğu zaman Ayasofya’nın tahrip güllesinden esirgenmesi dahi bu koruma fikrinden doğmuştur.”
Suphi Bey bu sözleri söylerken sandalcı bir yandan pasaporthaneye doğru kürek çekmekte olduğu gibi Hicabi dahi diğer taraftan Suphi’nin ne kadar bilgili bir adam olduğuna hayran olarak söylediği sözleri dinliyor ve kendi kendisine dahi diyordu ki:
“Kırım Savaşı’na biz de iştirak ettiğimiz hâlde henüz mükemmel bir tarihi yazmaya bile ehemmiyet vermemişiz. Yabancı diller üzerine yazılan tarihleri böyle Suphi kadar ehemmiyet ve itina ile okuyarak düşman donanmasının Odesa’yı yıkmaya kıyamadıklarını özellikle bellemek ve işte böyle yeri geldiği zaman kullanarak kapsamlı bilgisine dinleyenleri hayran etmek dahi herkese nasip olur mu? Doğrusu ya! Suphi ile seyahate çıktığıma pek isabet ettim. Dünyayı şimdi görüp şimdi anlayacağım.”
Sandaldan çıkıp pasaporthaneye vardıktan ve orada malum resmî muameleyi yaptıktan sonra şehre girmeye karar verdiler.
Odesa’nın deniz sahilinden asıl şehre girmek için büyük bir seddi aşmak gerekir. Çünkü asıl şehir tabii bir set üzerine kuruludur. Hâlbuki Odesa şehrinin bir garipliği de bu seddi aşmak için yapılmış olan merdivendir ki gayet geniş ve taştan yapılmış iki yüz basamak üzerine inşa edilmiştir.
İki arkadaş bu merdivenden çıkmaya başladılar. Merdivenin üzerinde tunçtan yapılmış azim bir heykel görününce Hicabi Bey sordu ki:
“Bu heykel kimin resmidir?”
“Duc de Richelieu’nun resmidir!”
“Ben bu Richelieu ismini Fransız tarihinde görmüştüm. Bu adam Fransız’dır.”
“Evet ama bu şehrin kurucusudur.”
Hicabi Bey zaten Avrupa tarihine vâkıf olmuş bulunduğu için Suphi Bey’in hemen sözü geçen heykelin yanından geçerken ayakta hatırlatma yollu söylediği bir iki söz Hicabi için gerekli izahat yerine geçmiş idiyse de okurlarımız arasında tarih bilmeyenler için Suphi’nin bu kısa izahatı yeterli olamayacağından onu bizim Suphi ağzından olmak üzere fakat daha da açık olarak şöyle anlatalım ki:
“Rusya İmparatoriçesi Katerina zamanına gelinceye kadar bu Odesa şehri ‘Hoca Bey’ adıyla küçücük bir Tatar köyünden ibaret olup söz konusu yer hem Dinyeper hem de Dinyester nehirlerinin birleştiği yer bulunmakla bu nehirlerde balıkçılık eden birtakım Kazaklar dahi bu civarlarda kulübeler inşa ederlerdi. Ne vakit ki Rusya Karadeniz’de deniz ticareti için kendisine bir yol açtı, Karadeniz limanlarının en mühiminin şu Hoca Bey mevkisinde olabileceğini takdir ile oraya yeniden bir şehir bina etmeye başladı. Fakat şehrin bu derece süs ve mamurluğuna hizmet eden ancak Duc de Richelieu olmuştur. Çünkü büyük Napolyon Fransa’yı altüst ettiği zaman Fransa kibarından birçokları şuraya buraya kaçtıkları gibi Richelieu da Rusya’ya göç edip bu devlet tarafından Odesa’ya tayin olunmuştu. Şimdi şu suni limanı inşa ettiren Duc de Richelieu olduğu gibi en meşhur binalar da onundur.”
Odesa’ya ulaşan yolcular eğer paralarına güvenirler ise “Bulvar” denilen büyük cadde üzerinde bulunan Londra Oteli ile Petersburg Oteli ve Avrupa Oteli gibi yerlere misafir olabilirler. Lakin bizim iki seyyah böyle zengin Avrupa seyyahlarıyla karşılaştırılamazlardı. Odesa’da Karadeniz kıyıları ile İstanbul’dan ve Akdeniz adalarından gelen tüccarlar için birçok misafirhane daha vardır ki bunlar âdeta bizim Galata ve İstanbul taraflarının hanları ve lokantaları kadar ucuz olup fakat temizlikte de onlardan ileride değildirler. Bu yerler “Perivedosni Bazar” denilen yer ve civarında bulunur. Zaten orası Moldovalıların, Rumların ve Yahudilerin ve diğer bunlar gibi meslek sahiplerinin meskenidir.
Suphi ile Hicabi beyler burada kendilerine bir misafirhane bulduktan ve bir miktar da kuşluk yemeği yedikten sonra şehri gezmeye çıkmak istediler. Yolları tabii olarak bilemeyeceklerinden bir Çingene ile günde yarım rubleye pazarlık ederek onu kendilerine kılavuz tuttular.
Hicabi Efendi kılavuzun böyle bir Çingene olmasına mana vermeyerek demişti ki:
“Arkadaş seyahatte tasarrufa uymakla beraber yalnız kılavuz olacak adamdan para esirgememelidir sanırım. İnsana benzer bir kılavuzumuz olsaydı şehrin görülmeye değer olan yerlerini bize daha güzel gösterirdi. Bu biçare Çingene bize nerelerini gösterebilir?”
“Biz nerelere gitmek istersek oralara bizi götürür.”
“Biz şehrin acemisi olduğumuz hâlde isteyeceğimiz yerlerin neresi olacağını nasıl anlayacağız?”
“Ya Suphi çıldırmış diye hüküm verdikleri zaman ne gibi şeyler ile iştigal ediyordum? Elimde harita olduğu hâlde yatağa girdiğim zamanlar uykuya varıncaya kadar ne düşünmek ile vakit geçiriyordum? Görmediğim seyahatname mi kaldı? Müracaat etmediğim kılavuz mu kaldı?”
“Demek oluyor ki sen bu gezdiğimiz yerleri evvelden gezmiş görmüş kadar biliyorsun.”
“Hemen onun gibi bir şey! Yalnızca görmeyle hiçbir şey anlaşılmaz.”
Gerçekten o gün akşama kadar Suphi Bey Çingene’ye pek güzel kılavuzluk ettirdiği gibi ertesi gün ve daha ertesi gün de Çingene’nin vazifesini yerine getirmesinden Hicabi Bey dahi memnun kaldı.
İki seyyahın üç gün zarfında gezdikleri yerler Odesa’nın görülmeye değer olan tüm yerleri demek olup bunlar ise Richelieu Mekteb-i Ali’si adıyla 1818 senesinde kurulup bugün dahi Avrupa’nın en güzel okulları derecesinde ilerlemiş olan Mekteb-i Ali ile “Bahçıvan Mektebi” denilen dünyanın her tarafından toplanan tohumları Odesa’da yetiştirmeyi tecrübe için dahi gayet güzel bir bahçesi olan diğer bir okul, 25 bin cilt kitabı olan kütüphane, Odesa Limanı kazılırken ortaya çıkan eski eserler ile bir de Mykolaiv ve Stumosil taraflarında bulunan birçok eski eseri içeren müzehane, Doğu Dilleri Okulu, 363 mağazası olan buğday pazarı, birtakım büyük kiliseler ve bira vesaire fabrikaları gibi Odesa’yı süsleyen başlıca yerler idiler.
Büyücek bir şehri böyle üç gün zarfında gezip bitirebilmek mümkün olamayacağı malum olmakla beraber bizim seyyahlar yalnız Odesa’yı görmeye gelmemiş oldukları için kuzeye doğru ilerlemek azminde idiyseler de oralarda mevsim henüz kış sayılacak kadar havalar ters gittiği gibi o zamanlar Rusya’nın içlerinden gelip Odesa’ya ulaşan trenler de henüz hazırlıkları tamamlanmamış bulunmasıyla yolun bir büyük kısmını arabalar ile gitmek mecburi bulunduğundan daha ileride görmeye değer olmayan Balta veyahut Bender gibi bir yerde vakit geçirmekten ise havalar müsaade edinceye kadar daha birkaç günü Odesa’da geçirmeyi iki arkadaş kararlaştırmışlardı.
Özellikle de Odesa’da bir botanik bahçesi, bir bahçıvanlık okulu bulunsun da burasını özel olarak ziyaret etmeksizin geçip gitsin! Hiç bu Suphi Bey için mümkün olur mu?
Dolayısıyla bir gün özel olarak bitkiler okulu ve bahçesine giderek kendilerini, Rusya’yı görmek için İstanbul’dan gelmiş iki meraklı seyyah olarak tanıtıp okul müdürleriyle hocalarına tavsiye ettiler.
Bu başvuru müdürler ve hocaların hayretine yol açar ise şaşılır mı?
İçlerinden birisi demişti ki:
“Efendim! Hayretimize şaşmayınız! İstanbul’dan buraya kimse gelmez değildir. Şehrimizin ilişkide olduğu en büyük merkezlerden birisi de İstanbul’dur, senede limanımıza limanınızdan beş altı yüz parça gemi ve vapur geldiği hâlde buraya İstanbulluların gelmediği iddia edilemez. Şu kadar ki buraya gelen İstanbullular arasında okulumuzu ziyarete gelmiş hiçbir Türk’ün, hiçbir Müslüman’ın ismi defterimizde kayıtlı değildir.”
“Neden?”
“Çünkü buraya gelen Osmanlılar ya Petersburg’a doğru geçmek için gelen memurlarınızdan veyahut iskelemizde amelelik etmek için gelen avamınızdan ibarettirler. Sizin gibi Rusya’yı seyahat edip görmek için özellikle yolculuk külfetine katlanmış adamları ilk defa olmak üzere şimdi görüyoruz.”
Bu söz üzerine Suphi ile Hicabi birbirlerinin yüzlerine baktılar ki manası “Yanı başımızda şöyle bir şehir bulunsun da onun da bu kadar mükemmel ve muntazam olan bitkiler okulunu ilk ziyaret eden Türk biz olalım! Buna acımalıdır!” demek olduğunu ihtimal ki Ruslar anlamışlardır.
Bu mektep hakikaten pek mükemmel bir mekteptir. Mevsim henüz bahçelerin birinci kazma işlemi zamanının dahi ilk gelişine rastladığı için her ne kadar bahçede görülecek pek çok şey yok idiyse de kış mevsiminde soba ile meyve ve sebze yetiştirmek için gayet mükemmel seraları olduğu gibi baharın ilk müsaadesinde hemen tarlalara götürülerek fidelenmek için birçok bitki dahi sıcak yastıklarda yetiştirilmekte idi.
Suphi Bey bu okulun bahçıvanlıktaki ilerlemelere ne gibi hizmetleri olduğunu sorunca öğretmenlerden birisi:
“Okulumuz buralarda mevcut olmayan pek çok meyve ve sebzeyi buranın havasına alıştırmaya muvaffak olduysa da dışarıda bahçıvanlık edenleri babalarından gördükleri sebzelerden başkasını yetiştirmeye teşvik etmek imkânsız görülüyor. Aslında ahalide rağbet olduğu gibi içerilere dahi pek çok sebze gidebileceğinden eğer bahçıvanlarımız gayretli olsa tam olarak istifade edebilirler ise de onların gayretsizliğine karşılık sizin Osmanlı bahçıvanların bulundukları yerin tabiatından dahi istifade ederek yetiştirdikleri turfandalar bizim bahçıvanları da teşvikten menediyorlar. Yoksa biz mesela patlıcanın moru, siyahı, beyazı, yusyuvarlağı, yarı uzunu ve tamamıyla uzunu olmak üzere sekiz on türünü ve lahananın da güdük, kırmızı, beyazı ve siyahı olmak üzere elli kadar türünü yetiştirmek gibi başarılarımızla iftihara kendimizde hak görüyoruz.”
“Seralarınızı da pek mükemmel görüyoruz.”
“Evet! İmparatorluk sarayına çoğunlukla burası turfanda yetiştirdiği için fide seralarımız pek mükemmeldir.”
Hicabi Bey turfandacılık hususunda Osmanlı bahçıvanlarının Rus bahçıvanlarına karşı üstünlüğüne hayret ederek bu konuda biraz daha açıklama istemeye girişince öğretmen demişti ki:
“Ah efendim! Mısır ve Akdeniz adaları âdeta ocak ayı içinde taze bakla ve şubat içinde patlıcan yetiştirdikleri hâlde bizde mümkün olur mu? O zamanlar bizim donmuş olan topraklarımızı balta ile kesmek dahi mümkün olamaz. Fakat müsaadenizle sizin bahçıvanlarınızı da biraz gayretsizlikle itham edeyim. Eğer hakkıyla gayret edecek olsalar senede birkaç yüz bin rublemizi kazanabilirler iken bize hem pek az hem de pek pahalı meyve ve sebze gönderdikleri için kendi istifadelerini menediyorlar.”
Hicabi Bey öğretmenin bu sözüne karşılık vermekten aciz kaldı. Suphi dedi ki:
“Efendim! Bu gayretsizlik bahçıvanlarımızda olmamalıdır. Hatta biz aksi duruma üzülüyoruz. Genellikle meyve ve sebzemiz pek bol, fiyatı da düşük olduğu için bahçıvanlarımız masraflarını çıkaramayarak zarar görüyorlar. Hatta bazı mahsulatı denize döktükleri de vardır. Çünkü pazar yerine nakledecek olsalar nakliye ücretlerini dahi çıkaramazlar. Bu hâlde Osmanlı mahsulatının size pahalı gelmesine sebep ara yerde olan mübadele vasıtalarıdır. Yani İstanbul’daki sebzeci ile buradaki sebzeci arasında cereyan eden mübadele işlemlerine bir anda çok para kazanmak hırsının da karışması malı pahalı ediyor. Bu konuda hakkınızı teslim ederim efendim!”
Bunları söyleyince hiç de umurunda değil gibi yaşamakta bulunan Suphi’nin böyle İstanbul ile Odesa arasındaki sebze ve meyve ticaretine dahi kafa yoracak bir aralık bulmuş olmasına da Hicabi Bey şaştı. Hicabi Bey, Suphi’de gördüğü fevkalade hâllerin hepsine şaşıyor ve fevkalade hâllerine şaştıkça da Suphi hakkındaki muhabbeti bir kat daha artıyordu.
Bitkiler okulu memurları bizim seyyahlara o kadar hürmet ve rağbet ettiler ki seyyahlar bu kadar saygıya nasıl teşekkür edeceklerini dahi bilemediler. Hele niyetlerinin kuzeye en yakın olan memleketlere kadar gitmek olduğunu beyan ettikleri zaman öğretmenler pek takdir ederek “Orada bitkilerin yetişmesi hususunda o kadar gariplikler göreceksiniz ki dünyanın hiçbir tarafıyla karşılaştırılamaz.” diyerek, hatta içlerinden birisinin Petersburg’da Doğu Dilleri Okulu öğretmenlerinden bir kardeşi olmakla derhâl bir tavsiyename yazarak “Eğer Petersburg’a gider de Doğu Dilleri Okulunu gezmek isterseniz kardeşim size güzelce yol göstermede kusur etmez.” dedi. Bu okulu ziyaretten Hicabi Bey’in ve özellikle Suphi Efendi’nin ne derecelerde memnun olduklarını tarif edebilmek mümkün değildir. Suphi’nin memnuniyeti, en çok meraklı olduğu bitkilere, o da sade böyle yüksek bir okul ve geniş bir tecrübe bahçesi meydana getirmek derecesinde ehemmiyet verilmiş olmasından kaynaklanıp “İlerlemenin eserleri hangi memlekette olursa olsun bütün insanoğullarının mutluluk sebeplerini tamamlamaya yardım eder.” demişti. Hicabi ise müdür ve öğretmenlerin âdeta ifrat derecesine varan hürmet ve rağbetlerinden memnun olarak arkadaşına demişti ki:
“Ben Rusları bu kadar nazik bilmezdim.”
“Neden?”
“Ya Kazaklardan nezaket beklenir mi?”
“Dostum, Kazak başka, Rus başka, Tatar başka, hepsi başkadır. Asıl Rus kavmi hakikaten pek misafirperver, pek iltifatkâr bir kavim olduğu gibi Avrupa terbiyesini aldıktan sonra nezaketleri bir kat daha artmıştır. Ruslar, Fransızlar gibi yılışık, zevzek ve İngilizler gibi haşin ve asık yüzlü değildirler. Cidden çelebi adamlardır ama bir buçuk asır önce âdeta vahşi hayvanlardan farkı olmayan seksen milyon cahil ahaliyi kopkolay medenileştirmek mümkün müdür? Siyasi vesveseleri göz ardı edersek terbiye görmüş Rusları Avrupa’nın en terbiyeli milletleri derecesinde buluruz. Zaten biz bir siyasi fikir ile seyahat etmiyoruz. Dünyanın hâllerini görmek, anlamak için geziyoruz. Dolayısıyla hangi şey doğru ise onu doğru olmak üzere karşılamaktan bizi hiçbir fikir menetmemelidir.”
Bizim seyyah efendileri Odesa’da mahzun eden şey yalnız Tatarların gerilemiş hâli idi. Suphi ve Hicabi beyler söz konusu şehirde yerleşik Tatarlar ile görüştükleri gibi Kırım, Kazan, Ejderhan ve ta Orenburg taraflarından gelmiş Tatar tacirleriyle dahi görüşerek bunların genel hâllerine dair hayli malumat aldılar.
Söz konusu Müslüman ahalinin sanat ve ticaret hususunda eski gelişmiş hâllerini muhafaza edebilmiş olmalarına söz yok ise de bunların şu hâli, yani ticari hareket ve servetleri, sanatkârca çalışmaları, bir kasanın içinde binlerce liralık serveti saklaması veyahut bir geminin binlerce liralık malı nakletmesi veya bir fabrikanın herhangi bir sanatı işlemesi gibi hemen hemen ruhsuzca bir şey olup fikrî ilerleme ve asri yeniliklerden bunlarda hiçbir eser görülememiştir. Arabi ilimlerde yetkin âlimleri pek az olduğu gibi Tatar dilini bir edebiyat dili hâline de koyamamışlar ve bundan başka Rus dilini yalnız alışverişlerinde lüzumu olacak derecede konuşmayı öğrenip yazmasından, okumasından âdeta bihaber kalmışlardır. Hâlbuki birtakım gençleri Rus okullarında öğrenim görmekle her ne kadar bir görgülü ve eğitimli Rus kadar âlim olmakta iseler de o hâlde dahi bunlar Tatarlıktan çıkarak bir nevi Rus olup kalmaktadırlar.
Bu noktaya dair söz konusu ahali ile edilen karşılıklı konuşmalarda Suphi Bey Arabi ilimlere evvelkinden fazla genişlik vermekle beraber Tatar dilini bir edebiyat dili hâline koymayı ve Rus dilini de Tatarlığa halel vermeksizin öğrenmeyi tavsiye etti ise de bu tavsiyenin mahiyetini takdir edebilecek kadar uyanık fikirleri onlarda bulamayınca umutsuzluğa kapıldı. Bununla beraber medeniyet âleminde fikrî ilerlemeler denilen şey o kadar acayiptir ki şimdi Ruslaşmakta olmaları memnuniyet nazarıyla görülmeyen Tatar gençlerini bir zaman olup da kendileri de bir kavim, hem de pek büyük bir kavim olduklarını anlayarak bu kavmi ruhlandırmak çarelerine teşebbüs etmeye yeter.
Seyahat edilmesi gereken memleketin dilini öğrenmek birinci derecede lazım olan şeylerden olup gerçekten Rusya memleketlerinde kalburüstüne gelen kişilerin ve mülazımlara varıncaya kadar askerî takımının hemen hepsinin Fransızca ve Almanca konuştuklarına ve bizim seyyah arkadaşlardan birisinin Fransızcayı, diğerinin Almancayı bildiği malum bulunduğuna göre bunlar kendilerini pek tamamen dilsiz kalacakları bir memlekette bulmayabilirlerdi. Ancak seyyahın genellikle müracaat edeceği kimseler avam olacağından ve onlarla konuşma için öğrenilmesi gereken sözler ise birkaç yüz kelimeden ibaret kalacağından Suphi ve Hicabi beyler söz konusu kelimeleri öğrenerek daha sonra tercüman aramak mecburiyetinden dahi kendilerini kurtarmaya karar vermişler ve dolayısıyla Odesa’ya geldikleri günden başlayarak Rus dilini öğrenmeye ehemmiyet vermişlerdi.
Seyyahlar için dillerin öğrenimini kolaylaştırmak üzere birtakım kitaplar yazılmıştır ki bunlardan bazıları üç dört dilin birden öğrenilmesine kılavuzluk eder. Bizim arkadaşlar Rus, Alman ve Fransız dillerinin üçünü birden öğrenmek için bir konuşma kitabı alarak geceleri beraberce inceledikleri gibi gündüzleri gezdikleri dolaştıkları yerlerde halkın konuşmasına kulak vererek işitme kuvvetlerini daha da artırmaya gayret ediyorlardı.
Tecrübe edilmiştir ki insanın bir dili öğrenmesi için mutlaka ahalinin konuşmalarına kulağına alıştırması gerekir. Bir dil yalnız kitaplardan öğrenilir ise o dille konuşmaya dahi alışmak başkaca bir güçlük olduktan başka, o dilin sahipleri konuştukları zaman kendilerine mahsus olan bir şive, bir telaffuz yüzünden, söz konusu dili kitaplardan öğrenmiş olan adam onu anlayabilmekte aciz kalır. Buna karşılık meydana gelir ki bazı adamlar bir dili hiç okumadıkları hâlde sadece söz konusu dille konuşan ahalinin içinde bulunarak muhataplarını işite işite âdeta kendisi de tek tük şeyleri anlamaya başlar.
Suphi ve Hicabi beylerin Odesa’ya varışları on beş günü geçerek bir cumartesi akşamı bulvar üzerinde gezerlerken artık pazartesi günü Odesa’yı terk etmeyi konuşuyorlardı.
Bulvar denilen yer bundan evvel sözü geçmiş olan büyük setin üzeri olup oradan limana ve liman dışında denizin yüzeyine doğru uzayan manzara pek güzel olduğundan Odesa ahalisi genellikle burada gezindikleri gibi özellikle cumartesi akşamı şehirde ne kadar Yahudi varsa hepsi bayramlık elbiselerini giydikleri hâlde buraya gelip akşamüzeri büyük bir panayır şeklinde dolaşırlar.
Evvelce yapmış oldukları soruşturmaya göre, Odesa’dan Balta kasabasına kadar tren işlemekte olup ondan öteye Serpuhov kasabasına kadar arabalar ile gidilmek ve bundan sonra Moskova’ya değin yine trene binmek gerekirdi. Çünkü Balta ile Serpuhov arasında bugün işlemekte bulunan demir yolu o zamanlar henüz tamamlanmış olmayıp yapılıyordu.
Hicabi Efendi bu trenin dahi bitmiş olduğu bir zamana tesadüf edemediklerinden dolayı üzüntüsünü beyan edince Suphi dedi ki:
“Keşke hiç tren bulunmasa idi de hep karadan gitse idik daha fazla istifade ederdik.”
“Evet! Hatta yaya olarak gitse idik daha fazla istifade edeceğinizi ve daha fazla memnun olacağınızı bilirim. Ancak henüz mart içinde bulunduğumuzdan sizi memnun edecek olan bitkiler de henüz toprak altındadırlar.”
“Yalnız bitkileri görecek değiliz ya? Burada ne acayip adamlar göreceğiz ki onların yaşam biçimleri bize hep yeni şeyler olmak üzere görünürler. Tren bizi rüzgâr gibi bir süratle Moskova’ya götürür ise bunları görmekten mahrum kalacağımız aşikârdır.”
“Moskova’ya gitmekten ise doğru Petersburg’a gitsek daha iyi olmaz mı?”
“Rusya’ya gelip de Moskova’yı görmemek Osmanlı memleketine gelip de Bursa’yı görmemeye benzer. Moskova, Rusların eki başkentleri olduğu gibi kendilerine Moskof ismi bile bu şehirden gelir. Veyahut kendi milliyetlerinin ismini bu şehre vermişlerdir. Petersburg ise ona nispetle yenidir.”
“Asıl maksadımız kuzey memleketlerine yaklaşmak olduğu için bir an evvel gidelim diyorum.”
“Asıl maksadımız mümkün olduğu kadar her tarafı görmek değil mi ya? Zaten kuzeye doğru fazlaca yaklaşmanın henüz mevsimi de değildir. Bugün mart ortaları olup her ne kadar İstanbul’da bahar kokuları burunlara keyif verir ise de burada henüz kış kokuları insanın burnunu sızlatıyor. Güneşin doğuşundaki aykırılık hesabınca güneşin doğuşunun kuzeye doğru yaklaşmasından daha fazla bir süratle biz kuzeye yaklaşacak olursak bu sene bahar mevsimini ancak mayıs sonlarında kuzey taraflarında rast getirebiliriz. Dolayısıyla biraz vakit geçirmeye mecburuz. O vaktin bir kısmını da Moskova’da geçirir isek Odesa’da geçirdiğimiz vakit gibi bu da beyhude yere geçmiş olmaz.”
“Sen bilirsin arkadaş!”
Ertesi gün bizim arkadaşlar yol tedariklerini görmekle iştigal ettiler. Zaten o tedarikin uzun bir şey olmayacağı malumdur. Hicabi Efendi Odesa’dan İstanbul’a bir mektup göndermeye lüzum görerek mektubunu aşağıda olduğu gibi yazdı:

İki Gözüm Kız Kardeşim Efendim!
İstanbul’dan hareketle iki geceyi denizde geçirdikten sonra üçüncü günü sabahleyin kendimizi Odesa’da bulduk. Hamdolsun yolda hiçbir sıkıntı çekmedik. Karadeniz’in her zaman fırtınalı olduğuna dair İstanbul’da herkesi korkutan söylenti meğer yalanmış.
Burasını nereye benzeteyim ki daha güzel anlayasınız! Büyük Dere’ye benzetemem. Çünkü şehir yüksek bir set üzerinde ve bir yamaçtadır. Beyoğlu’na daha fazla benzeyebilirse de Odesa’nın sahili Beyoğlu’nun sahili olan Galata gibi de değildir. Bu memleket yolları gayet geniş ve doğru, binaları gayet yüksek ve güzel bir mamur şehirdir. İnsan buraya geldiği zaman kendisini pek de İstanbul’dan uzaklaşmış saymaz. Çünkü İstanbul’da nasıl halk görülmekte ise burada da buna benzer bir halk vardır. Hatta hamallık ve amelelik için gelmiş birçok Laz ve Türk dahi bulunur. Tatarlar memleketin Müslüman ahalisini teşkil ederler. Ondan sonra Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Frenkler hep İstanbul’da gördüğümüz gibidirler.
Evet beş gündür bu şehirde oturmaktayız. İnşallah yarın buradan hareketle Moskova’ya gitmeye karar verdik. Karım hanımefendiye, çocuklarıma ve biraderim efendiye mahsus selam ederim. Arkadaşım Suphi Bey biraderimiz de mahsus ellerinizden öpüp birader efendiye de samimi sevgilerini gönderiyor. Kendisi yalnız İstanbul’da evimizde iken sohbetine doyulmaz bir dost olmakla kalmayıp yolculuk esnasında dahi arkadaşlığı dünyaya değer bir vefalı yoldaş olmakla doğrusu pek ziyade memnunu ve müteşekkiriyim. Hepinizi Cenabıhakk’a emanet ederim. Hakkımızda hayır duanızı dahi istirham ederim efendim.
Yine bu pazar günü bizim seyyah arkadaşlar, bitkiler bahçe ve okulunu ziyarete, müdür ve öğretmenleriyle vedalaşmaya gittiler. Çünkü Odesa şehrinde en çok dostluk kurdukları adamlar bunlardı. Müdürler ve öğretmenlerden bazıları pazar olmak münasebetiyle şehri dolaşmaya gitmişler ise de birtakımı da bu tatil gününde bahçeyi ziyarete gelecek olan ahaliyi güzelce karşılamak için okulda kaldıklarından Osmanlı seyyahlarını evvelki defalardan fazla hürmetle kabul ettiler. Hele veda merasimi hakikaten canıgönülden dost olanların ayrılıkları şeklinde gerçekleşti.
Hâlbuki veda merasimi bu şekilde dahi kesin olarak gerçekleştirilip bitmemişti. Ertesi gün seyyah arkadaşlar Balta trenine binerlerken okul tarafından bir zat istasyona gelerek yine okul namına bir daha dostluk ve muhabbetini sunarak vedalaşmış ve uğurlamış, Suphi ile Hicabi beyleri bir daha teşekküre mecbur etmiştir.

Dördüncü Kısım
Moskova’ya
Odesa’dan Balta’ya kadar tahminen yüz otuz mil kadar mesafe olup yolda Dinyester Nehri üzerinde Tiraspol kasabası var ise de topu topu altı bin nüfuslu bir kasaba olup görmeye değer bir yeri bulunmadığı için Suphi Bey ile Hicabi Efendi doğruca Balta’ya kadar tren ile gitmeyi ve Tiraspol kasabasında durmamayı kararlaştırmışlardı.
Sabahleyin Odesa’dan kalkan tren katarı akşamüzeri Balta kasabasına ulaştı. Bu kasaba, Podolya sancağının merkezi olarak Kadin-ya isminde bir küçük nehir üzerine inşa edilmiş ve on beş bin kadar nüfusu olan pek güzel bir kasabadır.
Tren oraya geldiği zaman istasyonda bir kalabalık göründü ki içinde birçok askerî zabit de vardı.
Vagondan çıkan bizim iki seyyahın başlarında Tatar kalpağı olduğundan nazarıdikkati çekiyor değil idiyseler de şu kalabalığın ne olduğunu anlamak için bir arabacıya müracaat ettikleri zaman arabacı bunların Osmanlı olduklarını şivelerinden anladı. Dedi ki:
“Galiba siz misafir olmalısınız. Osmanlı’ya benziyorsunuz.”
“Evet! Osmanlı’yız. Moskova’ya gidiyoruz.”
“Öyle ise bu Nikolayev yolunu neden tercih ettiniz? Çünkü bundan sonra gideceğiniz yer Nikolayev’dir. Hâlbuki Odesa’dan her gün vapurlar kalkıp denizden ve nehirden Nikolayev’e gidiyorlar. Bunu haber almadınız mı idi?”
“Haber aldık ama karadan seyahati denizden seyahate tercih ettik. Hem de Buğ Nehri henüz buzlardan kurtulmamış olduğundan Nikolayev’e kadar vapurlar varmıyorlar. Bu kalabalık nedir?”
“Geldiğiniz katarda Prenses … vardır da onu karşılıyorlar. Balta mutasarrıfı, belediye reisi, askerî kumandanı, despotu filanı bu akşam hep buradadırlar. Fakat yine talihiniz vardır. Bir koloni bulur iseniz yarın buradan Elizabethgrad kasabasına gidecek olan katara binmeye bakınız.”
“Vay! Buradan Elizabethgrad’a tren işler mi?”
“Şimdiye kadar işlemezdi ama prenses gideceği için fevkalade bir katar çıkaracaklardır. Yol yapılıp bitmiştir ama henüz açılmadı.”
“Prensesin bineceği katara biz kendimizi nasıl kabul ettirebiliriz? Hem karadan seyahati biz tercih ediyoruz.”
O akşam hava biraz soğuk ve yağışlı olduğundan Hicabi Bey her hâlde treni tercih ederek dedi ki:
“Aman birader! Engel olma! Eğer arabacı bize bir kolayını gösterirse trene binelim. Bu havada araba ile gitmekte ne zevk olacak?”
Meğer arabacı geçen Kırım Savaşı’nda Osmanlı eline esir düşmüş bir adam olduğundan güzel Türkçe de biliyormuş. Hicabi’nin sözünü anlayarak dedi ki:
“Rusya memleketlerinde her şey mümkündür. İstasyon memuruna birkaç ruble sıkıştırınca o da katarda elbette bir tarafa sıkıştırır.”
Arabacı şu sözü söylerken prenses de kendisi için hazır edilen faytona binmekte idi. Arabacının sözünü, binbaşıdan büyük bir rütbede olması üniformasındaki sırmaların çokluğundan anlaşılan bir zabit işiterek böyle akşamüzeri Balta gibi bir yerde Türkçe söylenen söze kulak kabartmış ve söyleyenin bir Rus arabacısı ve dinleyenlerin de iki Türk olduklarını görünce yanlarına sokulmuştu.
Bu kişi gerçekten binbaşı rütbesinde olup Tatar milletinden imparatorun harp yaverlerinden bir beyzade imiş. Tatarlara mahsus olan bir Türkçe ile Osmanlı seyyahlarının hâllerini, hatırlarını sorduktan sonra eğer prensesin bineceği katar ile Elizabethgrad kasabasına gitmek isterler ise hiçbir kimseye bir para vermemelerini ve yarın sabah alaturka saat üçte burada hazır bulunmalarını tembih etti.
Yaver bu kayırıcı tembihi edince arabacının Osmanlı seyyahları hakkındaki hürmeti başkalaşıp o da Balta’nın hem ucuz hem temiz bir lokantasına kendilerini misafir etmek için götürmeyi teklif etti.
Suphi Bey, binbaşının lütfuna teşekkür ederek arabacının arabasına binerek sözünü ettiği lokantaya gittiler.
O akşam Balta kasabası namına olarak belediye dairesi tarafından prensese bir ziyafet verilmekte olduğu için belediye dairesi mükellef şekilde donanmış ve askerî bando da getirilerek kasabanın ileri gelenlerinin hepsi davet edilmişti.
Meğer prenses, Kafkasya’dan dönerek Moskova’ya gidiyormuş.
Bizim seyyah arkadaşlar vardıkları lokantada biraz karınlarını doyurduktan sonra Rusya’da bir belediye dairesinin bir prensese verdiği ziyafeti de görmek için lokantadan yanlarına aldıkları bir çocuğun yol göstermesi ile şenlik yerine doğru gitmişlerdi.
Bunlar henüz oraya varmadan arkalarından bir Kazak süvarisi dörtnala koşup gelerek “Türk! Voyageur!”[19 - Voyageur: Yolcu (Fransızca). (e.n.)] diye kendilerini teftişe başlayınca Hicabi Bey epeyce ürktü ise de Suphi Bey daha girgin davranarak ne istediğini Kazak süvarisinden Rusça olarak sordu.
Süvarinin iki parmağını şakağına götürerek kendilerini selamladığı görülünce bunda bir tehlike olmadığı anlaşılarak Hicabi Bey de müsterih olmuştu. Süvari “Karusa! Karusa!” diye etrafına bakınarak bir araba araştırdı ise de araba bulunamadığı gibi ziyafet yerine hemen hemen yaklaşılmış da olduğundan güler yüzlü bir ifade ile seyyahları oraya kadar götürdü.
Meğer Tatar binbaşı o akşam Balta kasabasında Osmanlılardan iki seyyah bulunduğunu prensese arz etmiş ve hatta müsaade buyururlar ise Elizabethgrad kasabasına kadar prensesin bineceği katara binmelerini de temenni etmiş olduğundan prenses dahi seyyahlar ile görüşmek emeline düşmüş imiş.
Avrupalılar seyahate ve seyyahlara pek büyük ehemmiyet vererek seyyah olanlar ile görüşmeye en büyükleri dahi haddinden fazla rağbet gösterirler ki bunun birçok sebebi olup söz konusu sebeplerden bazıları o seyyahın geldiği memleket adamlarından bir numuneyi seyyahın kendisinde görmek ve dünyada gezip gördüğü yerlerin hâllerinden bazı şeyler dinlemek ve özellikle kendi ismini dahi seyyahın seyahatnamesine kaydettirmektir.
Prensesin şu arzusu bizim seyyahlar için dahi şeref verici ve faydalı bir istek idiyse de nasılsa Kazak süvarisine verilen emri neferin yerine getirme tarzı biraz fazlaca Kazakça olduğundan biçare Hicabi Bey bir aralık epeyce ürkmüştü.
Prenses için donatılmış olduğunu haber verdiğimiz belediye dairesi hakikaten pek güzel donatılmış olup hele prensesin bulunduğu salon içinde şüphesiz beş altı yüz kadar mum yanmakta idi.
Prenses bir mükellef kanepe üzerine kurulmuş, yanındaki koltuk sandalyede Balta despotu ve diğer yanındaki sandalyede de söz konusu yerin askerî kumandanı oturmakta bulunmuştu ki şu hâlde diğer hazır bulunanlar ve kadınlar da kendi rütbe ve derecelerine göre yer almışlardı.
Suphi Bey önde Hicabi Bey arkasında olduğu hâlde Tatar binbaşısı bunları prensesin huzuruna çıkardı.
Prenses kırkını geçmiş orta yaşlı bir kadın olup fakat genç iken emsalsiz güzellerden olduğu hâlâ yüzünde kalıntısı görülen güzellik eserlerinden anlaşılmakta idi.
Dünyanın protokol kurallarına hiç riayeti yok gibi görülen Suphi Bey’i bu akşam şu salonda görmeliydi. Meğer koca Suphi protokol kurallarına riayet edilmesi gerekince en parlak şekilde icrasından dahi aciz kalmazmış.
Tatar binbaşısı eliyle seyyahları göstererek besbelli onları takdime dair olmak üzere prensese Rusça birkaç söz söyleyip de prenses de gülümseyerek iltifat ile seyyahlara yakınlık gösterince Suphi Bey ve ardından Hicabi Bey Avrupa’nın en ağır adamları bir prensesi nasıl selamlar ise o tavırla, yani öyle bir ayak üzerinde bin polka oynayan şıklar gibi olmayarak son derece vakar ve saygıyla prensesi selamlayınca kadının bunlar hakkındaki görüşü değişti. Hele Suphi “Yüksek huzurlarınıza takdim olunmak bizim için pek büyük bir şereftir prenses! Odesa’ya vardığımızda Rus terbiyesinin görmüş olduğumuz nezaket ve misafirperverlik numunesi hakkında oluşan hükmümüzü çok yüksek tarafınızdan gördüğümüz şu kabul şerefi bir kat daha kuvvetlendi.” sözlerini gayet açık bir Fransızca ile söyleyince prenses bütün bütün neşelenerek ve “Aferin mösyö! Ne güzel Fransızca konuşuyorsunuz, buna özellikle memnun oldum. Çünkü tercüman külfetine gerek kalmaksızın sizinle konuşmak nimetine dahi mazhar olacağım.” diyerek Suphi’ye dostça elini dahi uzattı.
Suphi prensesin elini eline alınca derhâl dudaklarına götürüp öptü ki Avrupa terbiyesi gereğince en büyük kadınlar hakkında en büyük rivayet olan bu el öpme merasimine dahi vâkıf olmak Osmanlı seyyahlarının edep ve terbiyesi hakkında prensesin ilk zannını hakikat derecesine vardırarak fevkalade memnuniyeti apaçık görülmekte idi.
Suphi’yi takiben Hicabi takdim yerine gelince Almanca olarak “Prenses bendeniz arkadaşım gibi Fransızca konuşmayıp zatıalinize uzmanlaşmış olduğum Almanca ile saygı ve bağlılığımı arz edeceğim! Bu gece şu yüksek topluluğu görüp yüksek katınıza bağlılık sunmaya muvaffakiyet bizim gibi aciz seyyahların itibar ve derecelerini iki katına çıkarır.” deyince prenses hakikaten hayret gösterir bir tavırla “Bravo! Bravo! Osmanlılarda Avrupa dilleri ne kadar yayılmış. Hâlbuki Avrupa dillerine rağbet yalnız Ruslara mahsustur diye bize verdikleri şerefi meğer haksız olarak veriyorlarmış!” sözünü pek ciddi olarak söylemekle beraber yanında ve etrafında bulunanların dahi yüzlerine açıklama ve cevap bekler bir tavırla baktı.
Burada “ve etrafında” kaydına bizi mecbur eden şey Türk seyyahları salona girdikleri zaman prensese uzakça bulunan kadın erkek birçok kişinin dahi Türkleri görmek için yaklaşarak bir yarım daire oluşturmuş olmalarıdır.
Suphi dedi ki:
“Müsaade buyurulur ise yabancı dillere rağbet ve öğrenme hususunda Ruslara teslim olunan gayreti bendeniz de teslim edeceğim prenses! Gerçekten Fransız, Alman ve İngiliz diline bizde de rağbet olunarak gençlerden pek çoğu öğrenirler ise de Rusların büyük aileleri adı geçen dilleri çocuklarına, dadıları kucağında öğrettikleri için en mühim Avrupa dilleri kendilerine âdeta ana dili olur.”
Prenses: “Burası doğru ise de bir dili dadı kucağında öğrenmek daha kolay olup okulda yeniden öğrenmeye gayret etmek daha güç olduğundan her hâlde büyük iken dil öğrenenler küçük iken öğrenenlerden fazla beğenilmeye değer görünürler.”
Yemek vakti çoktan gelip epeyce geçmiş olduğu hâlde prenses sadece Türkleri kabul için yemeği dahi bekletmişti. Dolayısıyla ilk sözlerin edilmesinden sonra hep beraber sofraya kalkıldı. Başköşede oturan prenses sağ tarafına despotu ve onun alt tarafına askerî kumandanını alıp sol tarafına Suphi’yi ve onun alt tarafına da Hicabi’yi almak suretiyle haklarında bir itina ve ihtimam eseri daha göstermişti. Kadın ve erkek diğer davetlilere de mertebeleri kadarınca yer gösterdi.
Dışarıda askerî bando çalmakta olup prenses kendi harp yaverini çağırarak “Bu gece topluluğumuzda iki muteber Osmanlı seyyahı vardır! Onları kendi millî bandoları ile zevklendirmek için bando kumandanına ihtar ediniz de aralıkta bir Osmanlı havaları çalmaktan da geri durmasınlar!” emrini verince her ne kadar bu emir Rusça verilmiş ise de gerek Suphi gerek Hicabi emrin hükmünü anladıklarından prensese özellikle teşekkür ettiler.
Bu teşekkür, kendi Rusçasını anladıklarını prensese anlatmakla dedi ki:
“Galiba Rusça dahi konuşuyorsunuz efendiler.”
Suphi: “Ne yazık ki hayır prenses! Seyahatimiz için gereken miktarını henüz öğrenmekteyiz.”
Prenses: (Hicabi’ye) “Zatıaliniz Fransızca hiç mi anlamazsınız efendi?”
“Hemen hiç derecesinde bir şey prenses!”
“Öyle ise bu gece size olan hitaplarım Almanca, arkadaşınıza Fransızca olacağı gibi kendi hemşehrilerime de Rusça derdimi anlatacağımdan bir umumi tercümana benzeyeceğim.”
Suphi: “Bu da yeteneğinizin düzeyini gösterir ki tebriğe değerdir.”
Prenses: “Vay! Siz Almancayı anlıyorsunuz demek!”
“Rusçayı anladığım kadar. Fakat zatıaliniz kelimelerinizi tavır ve hareketinizle o kadar güzel açıklıyorsunuz ki edanız da açık bir dil kadar herkesçe anlaşılacak bir derecededir.”
Bu yaltaklanma prensesi hoşnut ederek Suphi’ye bir baş eğmekle teşekkürlerini sundu. Çünkü yaltaklanma ve riyakârlık her ne kadar her millet nezdinde ayıplanır ise de Avrupa’da bazı böyle yüksek çevrelerde riyanın son derecelerine varmak yaltaklanan kişi hakkında bir hürmet sayılarak eğer “Bana yaltaklanıyorsunuz efendi.” diye karşılık verilir ise de bu söz teşekkür anlamında söyleniyor. Yani yaltaklanan kişi kendisini yaltaklanmaya değer bir büyük kişi olmak üzere görülmesini nezakete yorar da onun için teşekküre de kendisini mecbur sayar.
Sofrada prenses Osmanlı seyyahlarından dünyanın hâllerine dair bir seyyahtan malumat edinmek suretiyle malumat almak istedi ise de Hicabi Bey kendilerinin henüz seyahatlerinin başlarında olduklarından bahisle daha “seyyah” sıfatına hakkıyla nail olamayacaklarını ifade etti. Suphi ise seyahati tamamladıktan sonra eğer bir daha yüksek huzurlarına bağlılık bildirme nasip olur ise bu emirlerini o zaman yerine getirebileceklerini söyledi.
Bununla beraber yine Osmanlılara dair sofrada bir hayli konuşulup Osmanlı milletinin temiz yürekliliğinden ve terbiye güzelliğinden prenses bizzat bahsettikçe Suphi ve Hicabi Osmanlı milleti namına teşekkür sunmaktan asla geri durmadı. Hele askerî bando bir güzel Osmanlı havası çaldığı zaman prenses pek ziyade beğenmiş görünerek tekrarı için bandoya emirler dahi gönderdi ki böyle bir havanın beğenilip tekrarını istemek bandocular için pek büyük bir şeref sayılırsa da şu durumda bu iltifat bandocular hakkında olmaktan ziyade Osmanlılar hakkında olmakla seyyahlar buna da başkaca teşekkür ettiler.
Kısaca en terbiyeli iki Avrupalı olsalar bu sofrada nasıl hareket ederek herkesin ve özellikle prensesin teveccühlerine mazhar olmak için ne hâlde bulunabilirler idiyse Suphi ve Hicabi beyler ondan daha güzel hâl ve hareket ile gerçekten herkesin beğenisine mazhar oldular.
Yemekten sonra da biraz sohbet ettiler, sonra prenses dedi ki:
“Efendiler eğer kabul buyurulur ise size yol arkadaşlığı ederim. Yolda konuşa konuşa birlikte gideriz. Yarın hareket olunacaktır.”
Prensesin bu teklifi cana minnet sayılarak kabul olundu ise de bunu asıl can minneti sayan Hicabi olup prenses sayesinde elbette yolculuk meşakkatleri pek ziyade azalarak seyahat mümkün olacağı için memnun olmuştu. Suphi ise bir kocakarıya kavuk sallamak mecburiyeti ile kendi istediği gibi seyahat edemeyeceğinden hiç kalben memnun olmadı ise de artık teklif olunan yol arkadaşlığını redde muktedir olamayacağından o da çarnaçar memnuniyet ve şükran göstermişti.
Seyyah arkadaşlar evvelce inmiş oldukları adi otele gece döndükleri zaman otelci güzelce karşılamakta o kadar telaş etti ki terbiyeli maymun gibi zıp zıp sıçrar ve güler yüz göstereyim diye âdeta gülünç olur kalırdı.
Öyle ya! Prensesin ziyafetine davet olunmak öyle olur olmaz adamlara nasip olabilecek bir şeref midir?
Sabah olunca iki arkadaş otelci ile hesaplarını keserek bir arabaya binerek tren istasyonuna vardılar. Prenses henüz gelmemiş olduğundan Suphi Bey istasyonun etraf ve civarını gezmeye çıkıp Hicabi Bey de bir kenara oturduğu hâlde defterinde kayıtlı bulunan Rusça kelimeleri ezberlemek ile iştigale başladı.
Hâlbuki prensesi uğurlayacak olan kalabalık peyderpey istasyona toplanmaya başlamıştı. Bunlar arasında geceki ziyafette hazır bulunmuş erkek kadın bazı kimseler dahi olmakla selamlaşmaktan başlayan münasebet artık Hicabi’ye ders ezberlemek için engel oldu.
Kalabalığı gördüğü için Suphi de gelmiş olduğundan ziyafet arkadaşlarıyla sohbet kapısı açıldı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/acayib-i-alem-69428770/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Nevruz-i sultani: Sultan Celalettin Melikşah takviminde nevruz. (e.n.)

2
Edebî bir kalıptır. Bir şeyin dışını tarif ederek içindekini kastetmek anlamında kullanılır. (e.n)

3
Ev altı: Eski evlerde ambar, ahır olarak kullanılan zemin katı. (e.n.)

4
Numunehane: Numunelik şeylerin konulduğu yer. Müze. (e.n.)

5
Mücavir: Yurdunu terk ederek zamanını Haremeyn-i Şerifeyn’de ibadetle geçiren. (e.n.)

6
İşret: İçki içmek. (e.n.)

7
Tahassür: Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek. (e.n.)

8
Kümmelin: İlmen, dinen ve manen kâmil olan büyük zatlar. Büyük maneviyat ve fazilet sahibi insanlar. (e.n.)

9
Müfredat: Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri. (e.n.)

10
Matematik kastediliyor. (e.n.)

11
Kıyye: Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram. (e.n.)

12
Cenab-ı Halik-ı Mutlak ve Sani-i Azam: Mutlak yaratıcı ve ulu sanatkâr (Allah). (e.n.)

13
“Yed-i tula” kelimesi hem “en uzun el” hem de “geniş nüfuz” manasına gelmektedir.

14
Keşkül: Gezici bazı dervişlerin ve dilencilerin ellerinde tuttukları, Hindistan cevizi kabuğundan, metalden veya abanozdan yapılmış dilenci çanağı. (e.n.)

15
Mümeyyiz: İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayıracak durumda olan. (e.n.)

16
Fayrap: 1. Bir istim kazanının, istim oluşturacak biçimdeki yanar durumu. 2. Gemilerde ateşçiye, ateşi hızlandırması, harlı duruma getirmesi için verilen komut. (e.n.)

17
Teşyici: Uğurlayıcı. (e.n.)

18
Mütehassın: Kaleye veya istihkâmlı bir yere kapanmış. (e.n.)

19
Voyageur: Yolcu (Fransızca). (e.n.)
Acayib-i Âlem Ахмет Мидхат
Acayib-i Âlem

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Gönlüne bilim merakından başka bir ilgi görmemiş Suphi Bey, bu ilgisini tatmin için dünyanın en kuzeyine gitmeye karar verir. İnsanlar arasında adı zaten deliye hazır olan bu bilim âşığının, o dönem için biraz Donkişotvari sayılabilecek bu yolculuğunda ona eşlik edecek bir Sancho Panza da hazırdır: Hicabi Bey. Artık yapılması gereken tek şey rotayı kuzeye ayarlayıp sürekli yol almaktır. Bu yolculuğa türlü tesadüflerle beraber yine bir bilim âşığı İngiliz kız da karışınca gönüllerde bilim aşkının yanında başka türlü aşkların da uyandığı bir gezi romanı çıkar ortaya. Bizim üç seyyah bu kiliseyi enine boyuna gezip her tarafını son derece ehemmiyetle seyrettikten sonra Arkhangelsky Sobor adı verilen diğer bir kiliseye daha girdiler ki her ne kadar dış görünüşü pek miskin bir şey görülür ise de büyük kiliseden sonra Rusların en mühim kiliseleri burasıdır.Bu kilise içinde o kadar çok buhur, o kadar çok mum yanmış ki duvarları ve yaldızları tamamen örtülüp kalmıştır. En eski zamanlardan Büyük Petro′ya gelinceye kadar Moskova′da tahta çıkmış bulunan çarların tasvirleri hep bu kilisede bulunduğu mezarları da buradadır.

  • Добавить отзыв