Frankfurt Seyahatnamesi
Ahmet Haşim
Modern Türk şiirinin kurucularından kabul edilen Ahmet Haşim’in düz yazıları da şiirleri kadar akıcı bir ahenge sahiptir. Edebiyatımızda sembolizm akımının en güçlü temsilcilerinden biri olarak, yazarın şiirlerinde makes bulan, okurlarını farklı açılardan yakalaması ve zihinlerde farklı pencereler açması gibi özellikleri, şiirlerinin aksine oldukça anlaşılır olan düz yazılarında da görülmektedir. Ahmet Haşim, sağlık sebepleri yüzünden, en çok da “bıktığı şeylerin o yorucu aleladeliğinden” kurtulmak için bir gece, İstanbul’dan ayrılmanın verdiği hüzünle beraber, Sirkeci’den yola çıkarak “harikuladelikler avı” olarak gördüğü seyahatin kollarına bırakır kendini. Bu yolculuk, hemen Dünya Savaşı’nın öncesinde, Almanya’nın Frankfurt şehrinde son bulur. Tüm bu seyahat boyunca şiir tadında 20 kısa yazı hediye kalır Türk okuruna… Sarı bezden uydurma bir avcı üniforması üzerinde, uydurma bir kayış, uydurma bir matra ve bir muhayyel gelecek seferin uydurma donatımı ile erken süslenmiş şu bayağı çehreli adamlar kim? Bunlar Hitler askerleridir. Etrafa yan bakarak, sessiz ve karanlık dolaşan kırmızı gravatlı gençler kim? Bunlar da Hitlercilerden daha hayırlı olmayan komünistlerdir. Akşam oluyor: Lacivert gece, binbir ışık beneğiyle caddeleri dolduruyor; karanlık köşelerde siyah mantolarına sarılmış birtakım korkak, genç kadın çehreleri belirdi. Bunlar bir değil, iki değil, belki binlerden fazla! Bunlar ne? Bunlar da açlığın günden güne arttırdığı kıt müşterili Alman gece fahişeleridir. Almanya pembe ve büyük bir elmadır. Fakat içi kurtludur.
Ahmet Haşim
Frankfurt Seyahatnamesi
HARİKULADE
MUKADDİME
İnsan, hayatının tatsızlığından ve etrafında görüp bıktığı şeylerin o yorucu aleladeliğinden bir müddet kurtulabilmek ümidiyle seyahate çıkar. Bu bakımdan seyahat “harikuladelikler avı” demektir.
Keskin akıllılar “harikulade”nin zamanımızda artık bir manası kalmadığını söyleyebilirler. Harikulade, hiçbir zaman hakikat sahasında var olmamıştır ki bundan böyle olsun. Başka bir münasebetle de söylediğim gibi, sırf kendi zihnimizin bir çalışma mahsulü olan ve sinema gibi bir kaynaktan dışarıya vuran “harikulade”, birkaç aleladenin birleşmesinden meydana gelir. Öküz aleladedir, ağaç aleladedir, vakta ki öküz ağaca çıkar, harikulade vücuda gelir. Eski milletler, dinleri için lazım olan tanrıları hep bu düstur ile yaptılar. Yunanlılar, insan bedenini beygir vücuduyla birleştirerek Centaure[1 - Centaure: Başı insan, vücudu at şeklinde olan mitolojik varlık.] denilen mitolojik yaratığı, Asurlular, insan başını öküz vücudunu ve kartal kanadını hep bir yere getirerek büyük mabutlarını yarattılar.
Bu ameliye, hayal yaratıcı şairin her dakika yaptığı ameliyedir. Hele geçici bir şair olan seyyah, yabancı âlemler içinde kendisine arız olan cahillik sayesinde etrafını daima uydurucu bir gözün hayretleriyle görecektir. Evliya Çelebi’nin[2 - Evliya Çelebi, (1611-1683): Meşhur Türk seyyahı. Üç kıtada Osmanlı devletinin hemen hemen bütün şehirlerini dolaştı, Almanya ve Avusturya’ya gitti. Sürükleyici, sade, canlı bir dille yazdığı seyahatnamesi on cilt tutar.] eski Türkiye’si, Comte de Gobineau’nun[3 - Comte de Gobİneau (1816-1882): Fransız diplomat ve yazar. İnsan ırkları üzerine ileri sürdüğü fikirler Rosenberg gibi nazariyatçılara tesir etmiştir.] Afganistan’ı ve İran’ı, Pierre Loti’nin İstanbul’u, Paul Morand’ın New York’u ancak seyyah gözünün yoktan yaratıp görebileceği birer harikulade hayaldir.
İşte şair ve seyyahın bu akrabalığı yüzündendir ki seyahat yazısı, hiçbir dil hünerine muhtaç olmaksızın bir şiir kitabının kardeşidir. Seyahatname okumanın tadını öteden beri bilirim. Bütün çocukluğum onları okumakla geçti. Kış geceleri dışarıda rüzgâr ulurken bir gaz lambasının ışığını göz bebeklerimde, iki altın nokta gibi taşıyarak zengin bir ateş karşısında, rahat bir koltukta okuduğum o Afrika ve Amerika seyahatnamelerinin masum ve namuslu üslubundan aldığım tadı bana pek az edebiyat eseri verebilmişti.
Bu edebiyatın rengini ve lezzetini pek iyi bildiğim için dıştan çok içten bahseden bu renksiz ve vakasız küçük kitabıma “Seyahatname” ismini vermekle okuyucuyu aldatmış olmaktan korkuyorum.
A. H.
GECE
Bu, bir hastanın yol notları; rüzgârlı, karanlık bir sonbahar gecesiyle başlar.
İstanbul’un denizini sinirli, ufuklarını mürekkep gibi siyah ve Üsküdar taraflarının göklerini uzak bir yangının hafif kırmızılığına boyanmış bıraktım. Onun için zifirî bir karanlıkta tren Sirkeci’den ayrılırken sinirlerim iyi değildi.
İnsan geceleyin nasıl yola çıkmaya cesaret eder?
Bunu, bir köşesinde büzülüp kaldığım kompartımanımda siyah siyah düşünmeye koyuldum:
Gece her çeşit kuruntuların kafatasımızın kovuklarından çıkıp hakikat çehreleri takınarak sürü sürü ortaya dağıldıkları, yeri ve göğü tuttukları saattir. Uyku, geceye bir panzehir gibi tesir etmese insan, karanlıklar içinde duyacağı ve göreceği şeylerle kolayca aklını oynatabilir. Uykusu kaçmış bir adam, oturduğu odanın penceresinden kendi bahçesine bile bakamaz; çitlerin genişlediğini, demirlerin, taşların, ağaçların, çiçeklerin en akla gelmez şekillere girerek bir şeyler fısıldaşmakta olduklarını, tüyleri ürpererek görür.
Sonsuz karanlıkları, uzun ve büyük bir burgu gibi delip geçecek olan trenimizin kafası ve gözü, iki üç saat sonra uykunun ve yorgunluğun uyuşturacağı iki makinistin âciz kafası ve gözünden başka nedir? Alevlerin deli ettiği makinelerin binbir ihanet ihtimaline karşı bunlara nasıl güvenilebilir? Sonra, karanlıkta çelik yolların asıl sahipleri kimlerdir? Bunlar, herkes uyurken yıldızlar altında ne işler görür?
Ölüm, canları gece alır, acılar gece çözülür, kaza ve kader, gece işini görmeye koyulur.
Nihayet uyumuşum.
İkinci gün, güzel bir sonbahar güneşi aydınlığıyla, neşeli Bulgar kırları içinde uyandım.
BULGAR KIRLARI
Ali Naci,[4 - Ali Naci Karacan (1896 İstanbul-1955 İstanbul): Gazeteci. “Tasvir-i Efkâr”, “İkdam”, “Akşam” gazetelerinde çalıştı. 1935’te “Tan”, 1950’de “Milliyet” gazetelerini kurdu.] gayet güzel birkaç makale ile bizi yeni Bulgar medeniyetinden haberdar etmişti.
Tanınmış imzalar taşıyan yazılarda edebiyatın payını fazlaca ayırmalı. Usta bir kalem, övdüğü şeyin yazısı kadar güzel olduğuna herkesi inandırmayı bir şeref meselesi addeder. Onun için yazı, zevk vermekle yetinmeyerek öğretmek de istediği zaman gayet eksik bir bilgi vasıtası teşkil eder. Faraza mango meyvesini ömründe tatmış olmayana benzetme ile mango yedirmek kabil mi? Çinçinati şehrini görmüş olmayana istiare ile Çinçinati’yi göstermek mümkün mü? Dünyada birbirine tamamen benzer iki şey olmadığına göre yazının başlıca ifade vasıtası olan “benzetme” hakikatte bir bozma ve yanıltma vasıtasından başka bir şey değildir.
Henüz süt, yün ve çoban kokan incili Bulgar kırlarında bir fabrika bacası ormanı görmedim. Bu kırlar, sonradan gördüğüm Macar, Avusturya ve Alman kırları yanında ağza bile alınmaya değer şeyler değildir; bununla beraber bu kırların ne keskin bir belagati var!
Doğu folklorunda adı sık sık geçen “gurbet” denilen şeyin Bulgar kırlarında, tepelere baykuş gibi tünemiş, uzakta hazin hazin gözyaşları döktüğü hissedilmez. Bulgar kırları, kurt ve çakal ini, karganın dolaştığı bir çöl değil fakat aynı adamın mülkü olan hudutsuz bir çiftliği andırır.
Burada her ağacın, her taşın hatta her otun ve dikenin titiz bir sahibi var sanılır. Bu kırlar, beyaz koyun sürüleri, temiz köy evleri, sulu boya ile renklendirilmiş gibi sıhhatli köylüler, çalışan veyahut dinlenen yanık yüzlü sayısız işçi kümeleriyle dolu bir hayat yeridir.
Bulgar istasyonlarında kısa duruş müddetince pencereden görebildiklerim: Fikrin henüz ziyaret etmediği dar alınlar… Sert bakışlı, yamasız, boz elbiseli köylüler, açıkta et satan perişan kasap dükkânları, iskemleli, gramofonlu mahalle kahveleri, ötede beride kırılmış aynalar gibi parlayan su birikintileri, çamura bulanmış kaçışan aptal kaz sürüleri vs.
Sofya istasyonunun etrafı, yağmurlu bir günde, hudutsuz bir bataklık ve anlaşılan her zaman, sonsuz bir süprüntülüktür.
Ali Naci’nin anlattığı yeni Bulgar medeniyeti her nedense istasyonlara yaklaşmıyor.
İÇ SIKINTISI
Sekiz saattir trendeyim.
Tren boş ve neşesiz.
İçim sıkılıyor.
Yolun iki tarafında memleketler, kıtalar akıp gidiyor fakat göz için yeni hiçbir şey yok. Beş dakikada bir pencere değiştiriyorum: Aynı ağaçlar, aynı yollar, aynı dereler, uzun bir baş ağrısı gibi yolun iki tarafında tekrarlanıp duruyor.
Rabb’im! Şu manzara dedikleri ne sıkıcı bir şeymiş!
Elimde büyük bir şairin harikulade kitabı var. Trenin anlatılmaz can sıkıntısını gidermek için kitabın büyülü nesrini mi okumalı yoksa şu pencerelerin dışında binbir renkle kaynaşan fakat bir türlü değişmesini bilmeyen hayatın dümdüz şeridini mi seyretmekte devam etmeli?
İşte halledilecek küçük bir mesele:
Gerçi hayat, kitaba sığmayacak kadar geniştir fakat tekrarlarla doludur. Kitap, tabiatta en büyük olan şeyin yani insanın en güzel balını taşımak itibarıyla tabiatın genişliğine sahip olmaya muhtaç olmaksızın ona üstündür. Tabiatta insanın en büyük şey olduğuna şüphe etmemeli. Zira en karanlık bir Afrika’nın en kuzguni vahşisi bile; en akıllı bir fil, en tedbirli bir karınca ve en çok gelişmiş bir baobap ağacına zekâca bir milyon kere üstündür.
İnsan zekâsı, tabiatın içinde değil, tabiatın yanında, ayrı bir kuvvettir. Tabiatı beğenmediği için değil midir ki insan zekâsı; şiiri, mimariyi, musikiyi, dansı ve onların yanında, büyük küçük şu bir sürü hayat sanatlarını yaratmıştır? Hayatımıza tat veren zevklerin hakiki yaratıcısı olan insan zekâsının saf bir eseri olduğu için kitap, tabiattan büsbütün ayrı, ondan daha lezzetli ve ondan daha dinlendiricidir.
Kitabımı okuyorum.
KIMILDAMAYAN IŞIKLAR
Seyahat ne kadar rahat ve eğlenceli olursa olsun yine için için, anlaşılmaz bir endişe tohumu taşır. En iptidai ve ağır kervan yürüyüşlerinden en süslü ekspres ve tantanalı vapur seyahatlerine kadar yolculuğun bütün çeşitlerini denedim, hepsinde de aynı gizli acının içimi ısırdığını duydum.
Akşam yolculuğun en keskin duygu saatidir.
Yolcu üzerinde karanlığın bu tesiri nereden geliyor?
Uzaklardan, insanlığın ta ilk hayvani gecelerinin hatıralarından.
Gece korku vaktidir. Göz artık vazifesini yapamadığı için yanlış şeyler görmeye başlar. Her gölge oyunu, her ot titreyişi, her yaprak kımıldayışı bir düşman hissini verir. Sinirlerin diken diken olduğu bu karanlık saatlerde hayvanların birçoğu için toplanmaktan, tünemekten veya ine çekilip uzanmaktan ve yatmaktan başka yapacak bir iş yoktur. Elektriğin keşfine rağmen medeni şiir, vahşi şiir gibi hâlâ gece başlangıcının getirdiği hüzünden ve karanlığın uyandırdığı faciadan bahseder.
Gecenin karanlıkları içinde seyyah nedir? İnine girmemiş, yolunu şaşırmış ve her an bir düşmanın pençesine av olmak tehlikesi karşısında kalmış titrek ve zavallı bir hayvandır. Vagonların çelik şangırtısı veya geminin gürültüsü içinde, esrarengiz bir talih işaretine doğru giden bir yolcu için sahilin her kımıldayan ışığı, yerlerini ve âdetlerini değiştirmeye lüzum görmemiş makul insanların mesut bir toplanma noktasıdır. Yolcu o ışıklara baktıkça kendisini siyah rüzgârlar eline düşüren deliliğini düşünür ve uzaklarda bıraktığı ılık bir oda ile dost bir lambayı, içi sızlayarak hatırlar…
SİNEK
Bir sinek bir kartalı kaldırıp yere vurdu.
Yunus Emre[5 - Yunus Emre: XIII. yüzyıl mutasavvıf Türk şairi.]
Sinekten nasıl kurtulmalı!
Ne memleket ne iklim değiştirmek ne de her tarafı cilalı ceviz tahtalarla parıl parıl yanan Avrupa ekspresiyle seyahat etmek bunun için kâfi değil!
Öğle yemeğinden sonra sinirlerim uyuştu, ufak bir uyku kestireyim diye kompartımanımda uzandım. Havada vızıltıdan kareler, üçgenler, daireler, helezonlar çizen on on beş sinekten bir tanesi beni gözüne kestirdi; süzülüp dudağımın bir kenarına kondu ve bir kurşun ağırlığıyla etime yapıştı. Herkes gibi sineklerin ahlakını az çok bilirim, onlara zıt gitmeye gelmez. Bana musallat olanın teslimiyetimi görüp nihayet defolacağını umarak kımıldamadım ve müthiş bir sabırla benden uzaklaşmasını bekledim. Ne gezer! İğrenç böcek, düşüncemi anlamış ve sinirlerimin tahammül kabiliyetini ölçmek istiyormuş gibi, gitmek şöyle dursun, aksine yarım harap ettiği sinirlerimi son haddine kadar aşındırmak için konduğu yerde daha derin yerleşerek ıslak hortumu ve soğuk bacaklarıyla derimin üzerinde ağır ağır; küçük küçük ürpertici daireler çizmeye koyuldu. “İşkenceler Bahçesi” isimli kitapta anlatılan, Çin azaplarını kat kat geçen bu müthiş işkence altında fazla dayanamadım. Kırılan bir zemberek gibi bir an içinde bütün sabrım boşandı, gözüm karardı, acayip, siyah ışıklar görmeye başladım ve bütün irademi kaybederek can havliyle kalkıp var kuvvetimle havayı tokatladım. Fakat boş. O andan itibaren sinekle aramda baş döndürücü bir inat kavgası başladı: Ben çabaladıkça o bir an için havalanıyor ve elimin hareket kavsi bitince sanki gülerek süzüle süzüle aynı yere gelip konuyor ve etimin üzerinde başladığı işkenceye rahatça devam ediyordu. Başım dönmeye başladı, çıldırmış gibi yerimden fırladım ve kompartımanımı muzaffer sineğe terk ederek kendimi koridorlara atmaktan başka bir kurtuluş çaresi bulamadım.
ALMAN GECESİ
Macaristan ve Avusturya’dan itibaren içeride ve dışarıda her şey bana değişmiş göründü: Geçilen memleketlerin medeniyet ölçüsü olan vagon restoran hizmeti ve hat boyunca manzaralar… Sembolist şairlerin bütün o titrek hayalleri karşımda hakikat olmuştu: Zümrüt çayırlar ortasında pırıl pırıl akan pembe akşam dereleri… Bunların kenarında gümüş yaprakları hafif rüzgârlarla oynayan mesut kavaklar… Oyuncaklar gibi en tatlı renklere boyanmış tül perdeli köşkler… Bunların etrafında otlayan sıhhatli, altın tüylü öküzler… Geçen trene, bir an bakmaya tenezzül edip başını çeviren baygın kadın bakışlı mağrur sarı beyaz inekler…
Demir yolun iki tarafındaki tarlalar, kıymetli atlaslar gibi, temizlenmiş, ayıklanmış, taranmış, ekilmiş ve ayrı renklerle yan yana ta ufuklara kadar uzanıyordu.
Belli idi ki büsbütün başka kudretlerle mücehhez bir insanın yaşadığı bir âleme girmiştik.
Avusturya-Almanya hudut şehri olan Passau’ya girince bütün bu değişmeler benim için büsbütün akla hayret verici bir mahiyet almıştı. Sanki bindiğimiz tren ansızın büyümüş, genişlemiş, eşya somlaşmış ve kibarlaşmıştı.
Dışarıda büyük bir istasyonun mimarisi… Geniş rıhtımlar… Havada elektrik saatlerinin ışıklı işaretleri… İstikamet gösteren oklar… Birtakım iri harfler… Spor, dağ ve göl ilanları… Temiz tabaklar içinde elma, armut, üzüm satan ve sattıkları meyveler kadar pembe, sıhhatli, tertemiz giyinmiş çocuklar ve kızlar…
Passau’ya kırk dakika gecikerek gelen trenimiz kaybettiği vakti, Alman hatları üzerinde de muhafaza edemeyeceğinden o istasyondan sonra gecenin karanlıklarına bir yıldırım çılgınlığıyla saldırmaya başladı. İçinde deliler gibi koştuğumuz gecenin yeniliğini tadabilmek maksadıyla kompartımanımın lambalarını söndürdüm. Trenimizin bir an içinde geçtiği büyük istasyonlar ve bir iki dakika içinde bitirdiği şehirler, penceremin karanlık camı üzerinde, korkunç birer kibrit gibi büyük bir hışırtıyla parlayıp sönüyordu. Dışarıda, gök gürültüleri ve şimşek parıltıları zannettiğim şeyler, sadece yanımızdan akıp geçen fabrikaların, müthiş gürültüsü ve körletici aydınlığı idi. Sanki Demirciler ilahı topal Vulcain’in[6 - Vulcain: Jüpiter ile Junon’un oğlu. Ateş ve maden tanrısı. Venüs’ün kocası. Çirkin ve sakat idi. Annesi onu Olimp Dağı’ndan aşağı attı, Lamnos Adası’na düştü ve topal kaldı. Etna Dağı’nın altındaki madenlere yerleşti ve Cyclope’larla beraber çalıştı.] diyarına girmiştik.
Bu sırada gözüm kıvılcımlı, dumanlı semada ne tarafa gideceğini şaşıran bizim zavallı aya ilişti. Bu sarı ve perişan çehre bir gurbetzedenin acınacak çehresiydi.
VARIŞ
Seyahatimin hedefi Frankfurt’a gece yarısından sonra ikiye yirmi kala vardık; gecikmiş saate rağmen derinden derine her taraftan makine gürültüleri duyulan bu ticaret ve sanayi şehrine muhteşem ekspresimizden kaç kişi indi tahmin edersiniz? Yalnız iki kişi:
Ben.
Bir de midesinden rahatsız genç bir Romanyalı.
Çelikten, camdan ve mermerden yapılmış girift ve havai güzelliği hakkında ancak Belçikalı büyük şair Verhaeren’in şiirlerinin fikir verebileceği büyük istasyonun kocaman cam holü altında, boş rıhtım üzerinde iki yorgun seyyahın uykulu ayak sesleri ne gülünç akisler yapıyordu.
Gerçi Avrupa’nın en büyük istasyonlarından biri olan Frankfurt İstasyonu’na günde girip çıkan trenlerin adedi yüz ile sayılmaz fakat uzaklardan, ta İstanbul’dan, Balkanlar’dan, Budapeşte ve Viyana’dan gelen büyük bir ekspresin rıhtıma bıraktığı yük iki hastadan ibaret olduğuna bakılırsa bu etrafta mağrur çeliklerini büken Merihli çevrenin gerçekte sessiz bir facia dekorundan başka bir şey olmadığına inanmalı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-hasim/frankfurt-seyahatnamesi-69428749/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Centaure: Başı insan, vücudu at şeklinde olan mitolojik varlık.
2
Evliya Çelebi, (1611-1683): Meşhur Türk seyyahı. Üç kıtada Osmanlı devletinin hemen hemen bütün şehirlerini dolaştı, Almanya ve Avusturya’ya gitti. Sürükleyici, sade, canlı bir dille yazdığı seyahatnamesi on cilt tutar.
3
Comte de Gobİneau (1816-1882): Fransız diplomat ve yazar. İnsan ırkları üzerine ileri sürdüğü fikirler Rosenberg gibi nazariyatçılara tesir etmiştir.
4
Ali Naci Karacan (1896 İstanbul-1955 İstanbul): Gazeteci. “Tasvir-i Efkâr”, “İkdam”, “Akşam” gazetelerinde çalıştı. 1935’te “Tan”, 1950’de “Milliyet” gazetelerini kurdu.
5
Yunus Emre: XIII. yüzyıl mutasavvıf Türk şairi.
6
Vulcain: Jüpiter ile Junon’un oğlu. Ateş ve maden tanrısı. Venüs’ün kocası. Çirkin ve sakat idi. Annesi onu Olimp Dağı’ndan aşağı attı, Lamnos Adası’na düştü ve topal kaldı. Etna Dağı’nın altındaki madenlere yerleşti ve Cyclope’larla beraber çalıştı.