Bize Göre

Bize Göre
Ahmet Haşim
1884 yılında Bağdat’ta doğan Ahmet Haşim, Fecr-i Ati topluluğu dağıldıktan sonra da edebî anlayışını değiştirmeden sanat hayatına devam etmiştir. Sembolizmin Türk edebiyatındaki önemli temsilci olan Haşim, “akşam şairi” olarak da anılır. Dış dünya, Haşim’in hayalinin en güzel renklerine bürünerek şiirlerine yansımıştır. Şiirlerinde olduğu kadar düz yazı türünde de kendine özgü nükteli bir üslupla görüşlerine yer verdiği fıkra, sohbet ve gezi türlerini de başarıyla kaleme almıştır. Ahmet Haşim’in İkdam gazetesindeki yazılarının, denemelerinin derlemesi olan Bize Göre, mevsimlerden hayvanlara, edebiyattan evliliğe, Batı’dan bizdeki sosyal hayata kadar birçok konuyu işliyor.“Rabb’im! Her zevki tatmin edecek ve ismi yine ‘sanat ve edebiyat’ olacak olan felsefe taşını nasıl bulmalı?”

Ahmet Haşim
Bize Göre

Ahmet Haşim, (D. 1884, Bağdat – Ö. 4 Haziran 1933, İstanbul). Şair ve yazar, şiire, Galatasaray Lisesinde iken edebiyat öğretmeni Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun teşvikiyle başladı (1901). Fecr-i Âti topluluğuna katılarak şiirlerinin büyük bölümünü Servet-i Fünûn dergisinde yayımladı (1909-12). Mecmua-ı Edebiye, Âşiyan ve Muhit dergilerinde çıkan gençlik şiirleri dâhil, bu ilk dönem şiirlerinde Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit ve Cenap Şehabettin’in etkisindeydi. Daha sonra Dergâh dergisi çevresinde toplanan şairler arasına katıldı.
Dergâh’ta çıkan (1921-22) şiirleriyle edebiyattaki bağımsız kişiliği giderek belirginleşti. Ancak bu dönemde yayımlanan (gençlik dönemi şiirlerini almadığı) Göl Saatleri adlı şiir kitabında da dili ağırdır. İkinci ve son şiir kitabı Piyale’de olgunluk dönemi şiirleri toplanmıştır. Bu kitabın ayrı bir önemi, ön sözünde Ahmet Haşim’in şiir anlayışını (poetika) açıklamış olmasıdır. Ahmet Haşim bu ön sözde, şiirde anlamdan çok müzik ve söyleyiş güzelliğine önem verdiğini belirtir.
Ahmet Haşim, Türk edebiyatının en büyük şairlerindendir. Akşam şairi olarak ünlüdür. Empresyonist (izlenimci) anlayışın egemen olduğu şiirlerinde çok güçlü tabiat tasvirleri, renk ve ışık cümbüşleri, hayaller, göller, yalnızlık ve özlem duygularını, kendine özgü büyük bir ustalıkla anlatmıştır. Şiirlerinin yanı sıra fıkra yazılarındaki üslubunun parlaklığıyla da kendini kabul ettirmiş, bu yönüyle de döneminde ve daha sonra övgüler almıştır.
ESERLERİ:
Şiir: Göl Saatleri (1921), Piyale (1926)
Fıkra: Gurabahane-i Laklakan (1928), Bize Göre (1928), Ahmet Haşim Bütün Şiirleri (Zeynep Kerman ve İnci Enginün, 1987)
Gezi: Frankfurt Seyahatnamesi (1933)

Başlangıç
Bir nevi basübadelmevte[1 - Basübadelmevt: Ölümden sonra dirilme. (Yay. Haz.)] mazhar olan ikdamın sanat ve edebiyat sütunlarına bakma vazifesini üzerime almış olmaktan utanıyorum. Bu hicap, edebiyatı yüz kızartıcı bir meşgale telakki ettiğimden ileri gelmiyor. Zira bilirim ki İngiliz milleti, Hint mülkünden ziyade Sheakspeare’iyle mağrurdur; bilirim ki İran, zalim bir güneşin yaktığı kısır topraklar üzerinde mevcut olmaktan ziyade, Hafız-ı Şirazi’nin nazmında, Behzad’ın resimlerinde ve seccadelerin renkli bahçelerinde yaşıyor; bilirim ki İspanya ne Alphonse’un ne de Primo de Rivera’nındır. Fakat kızıl karanfilli Carmen’in vatanı, ancak Greco ve Cervantes’indir. Hayır, edebiyattan değil karşısında şimdiden aczimi duyduğum kariden utanıyorum.
Gazetecilik, ticaret mahiyetini aldıktan sonra, kendisine “müşteri” ismi verilmesi daha doğru olan okuyucunun hoşuna gitmek gayretiyle gazeteler, tedricen sütunlarından “fikr”in bütün şekillerini süpürüp attılar. Atalete düşen güzel bir vücudu nasıl her taraftan yağ tabakaları kaplarsa, gazeteler de, bir taraftan yiyecek ve içecek ilanları, diğer taraftan metni tardeden resimlerin istilası altında kaldı. Dünya matbuatına göz atılınca hükmedilir ki, zamanımızda mide ve bağırsak, dimağdan çok daha şerefli birer uzuv payesini bulmuştur. Hatta iri göbekli insanların etrafımızda çoğaldığına bakılırsa, birçoklarının şimdi dimağlarını kemik mahfazasından çıkarıp karınlarında taşıdıklarına hükmetmek lazım geliyor.
Dimağ, haysiyetinden bu kadar kaybettikten sonra, hayati faaliyette insanın filden, karıncadan, leylek veya zürafadan hiçbir farkı kalmıyor.
Rabb’im! Her zevki tatmin edecek ve ismi yine “sanat ve edebiyat” olacak olan hacer-i felsefiyi nasıl bulmalı?

    İkdam, nu.11108, 26 Mart 1928

Gazi
Yeni harflere dair ilk defa fikir teatisi için Dolmabahçe Sarayı’na davet edilenler içinde Gazi’yi re’yülayn görmeye gidenlerden biri de bendim.
Heyecanım çoktu.
Fotoğraf adesesine zerre kadar itimadım yoktur. Binaenaleyh, fotoğraf aletinin keşfiyle portre ressamının vazifesine nihayet bulmuş nazarıyla bakanlara hak vermemek bence müşküldür. Şekil ve madde, ziyanın inikâslarına göre anbean tahavvül eder. Bu itibarla hiçbir çehrenin, evsafı muayyen, bir tek tecellisi yoktur. Fırça sanatkârı, tersim edeceği çehre üzerinde uzun müddet hayatın cezr ü meddini[2 - Cezr ü med: Medcezir.] tarassut etmek ve onu birçok tahavvüllerinde zapteylemek suretiyle, nihayet hakiki hüviyetin gizli hatlarını sezmeye ve görmeye muvaffak olur. Fotoğraf, bu dimağı tahlil ve terkip kudretine malik değildir. Onun için, hassas cam üzerinde teressüm eden şekle bir vesika kıymeti izafe edilemez.
Gördüğüm fotoğraflara nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz hututu kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir ziya dalgası hâlinde giren mütekasif bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birden gözlerim kamaştı: Hadekaları en garip ve esrarengiz madenlerden masnu bir çift gözün, mavi, sarı, yeşil ışıklarla aydınlandığı asabi bir çehre… Yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi… Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar… Bütün zemberekleri çelikten, ince, yumuşak, toplu, gerilmiş, terütaze bir uzviyet.
Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi, eski ilahlarınki gibi, iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir hâlinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin doğuşuna yol açan fikirler kaynağı baş, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe lakayt, mavi sema altında, samit ve mütebessim duruyor!
Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafına döktüğü feyizli seylabelerden yegâne müteessir olmayan, meğer onun genç başı imiş!
O günün benim için en büyük nimeti, o efsanevi başı yakından görmem olmuştur.

    İkdam, nu. 11269, 6 Eylül 1928

Bir Teşhis
Beş, altı seneden beri edebiyatımızın gösterdiği çıplaklık manzarası bütün fikir adamlarını düşündürse yeri var. Okuyup yazmanın halk arasında yayılması ve binaenaleyh okuryazar adedinin çoğalması nispetinde yazı hünerine arız olan bu yozlaşmanın anlaşılmaz sebepleri hakkında hayli şeyler söylendi. Felce uğrayan maalesef yalnız edebiyatımız değildir. Bu hüzal rengi, gizli bir hastalığın sarılığı gibi, ruh ve hayalin bütün bahçelerine sirayet etmekte ve bütün yaprakları, yer yer soldurup kurutmaktadır. Geçen gün Türk Ocağı’nın bayramında, bütün hüsnüniyetlere rağmen, saldîde ve yorgun iki sanatkârın ney ve sazından daha genç ve daha zinde bir şey dinlenilemediğine bakılırsa, musikide de artık sanatkâr neslinin tükenmiş olduğuna hükmetmek lazım geliyor.
Gerçi iyimserliği safvet derecesine vardıran bazı kalem sahipleri, hâlâ kısır çalı fidanları üzerinde taze güller görmekte ısrar etmektedir. Safdilliğin bu derecesi hakkında fikir beyan etmek, ancak tıbbın salahiyetine taalluk eder.
Bahsi dağıtmadan “edebiyat”a avdet edelim: On, on beş seneden beri aynı nağmeyi geveleyip durduğumuzun bariz alametlerinden biri, okuyucunun yeni eserlere karşı gösterdiği hayretsizlik ve alışkanlıktır. Bu muvaneset ancak âdet şekline inkılap etmiş bir hassasiyetin uysallığı değil midir?
Aksülameller, hiddetler, kinler ve gayzların durduğu bir fikir âlemi içinde, artık yeni hiçbir mahsulün vücut bulmadığında zerre kadar şüphemiz olmamalıdır!

    İkdam, nu.11112, 30 Mart 1928

Bahar
Mart başlayalı kırkını geçmiş nice tanıdıklarım hastalandı. Bazılarının bronşiti, bazılarının romatizması azmış. Baharın hastalıkları saymakla tükenmez ki… Mart güneşi, uzviyette çöreklenip yatan bütün yılanları uyandırıyor; toprağın yeniden gençliğe kavuştuğu bu mevsimde, hava, kuş cıvıltılarıyla beraber insan iniltileri ve hırıltılarıyla dolu. Dün neşeli bir kır köşesinden baharın bu iki zıt levhasını yan yana gördüm: Bir tarafta genç hayvanlar oynaşıyor, kuşlar uçuşuyor, taze dudaklar ağaç kütüklerinin siperinde, sonu gelmez buselerle öpüşüyor; diğer tarafta ise yaşlı hastalar, yorgun iskeletlerinin soğumuş kemiklerini güneşte ısıtmakla meşgul. Bahar bir muhasip gibi, hayata yeni kavuşturduğu mahlukatın adedini yaşayanların yekûnundan mütemadiyen tarh etmekte…
Ne yazık ki vücudun harabisi zekânın olgunluk zamanına tesadüf eder. Manasız çocukluk, tatsız gençlik, sinni kemale hazırlanmaktan başka nedir? Zekâ -nar, ayva ve portakal gibi- geç renk ve rayiha bulan bir sonbahar mahsulüdür. En az kırk sene güneşte pişmeden bu asil meyve ballanmıyor. Dünyayı idare eden, ilim, fen, iktisat, sanat ve edebiyat cereyanlarının nazımı, şakakları beyazlanmış kafalardır. Genç âlim ve genç dâhi bir mucizedir ki bazı yerlerde vücut buluyor.
Ne olacağı meçhul nevzatlara yer açmak için ölümün her sene, bilhassa baharda, kır saçlara attığı tırpan, kim bilir, tabiata karşı insan zaferini ne kadar geciktirmelidir!

    İkdam, nu. 11115, 2 Nisan 1928

Kürk
Nereden geldiği ve nasıl başladığı meçhul bir kürk modası, İstanbul’un hemen bütün kadın tabakalarına sirayet etti.
Bu moda, dedelerimizin ve ninelerimizin mahut[3 - Mahut: Adı geçen, bilinen, malum. (Yay. Haz.)] kürkünü tersine çevirip sırtına geçirmek ve kurt veya goril gibi, iri cüsseli bir hayvana benzemek tuhaflığından ibarettir.
Bu moda, o kadar taammüm etmiş ki, şimdi kastor mantosu olmayan hanımın hiç olmazsa kedi veya fare derisinden bir kürkü olmak icap ediyor.
Tırnaklarını uzatıp sivrilten ve vücudunu baştan başa tüylü göstermek isteyen kadın, belli ki insandan gayri bir hayvana benzemek için uğraşıyor. Kadınlarda bu insan şeklinden uzaklaşma meylinin sebepleri ne olsa gerek?

    İkdam, nu.11117, 4 Nisan 1928

Süleyman Nazif’in Mezarı
Süleyman Nazif’in geçen sene öldüğüne tabii hiçbirimizin şüphesi yok. Fakat bu şayan-ı hayret insanın, artık yaşamadığı fikrine alışmak da ne müşkül! Hâlâ, bize bir oyun yapmak için bir tarafta gizlendiğini ve nerede ise bir kapı arkasından sesinin gürleyeceğini zannediyorum. Ebedî kudretlerin hemcinsi olan bu adamın ölmesi, rüzgârın müebbeden durması gibi insana gayritabii görünüyor.
Mamafih onu tanımış olanların bu dakikada vehmi ve hayali ne olursa olsun, Süleyman Nazif artık yaşayanların dünyasından uzak, yer altı âleminin sakinleri arasında bulunuyor. Koca bir değirmeni harekete getirmeye kâfi bir kudreti, bazen bir tek cümlenin zembereklerine sıkıştırmayı bilen o kasırgalar kardeşi, ihtimal şimdi topraklar altında ya bir zelzeleye inkılap etmiştir veyahut yarın yıldırımlarla gürleşecek koca bir çınar hâlinde fışkırmaya hazırlanıyor.
Süleyman Nazif’in mezarı hâlâ yapılmamış. Bunu, mezar yapmak için bir heyetin yeni teşekkül ettiği haberinden öğreniyoruz. Elli altmış kuruş ufak para miras bırakmış olan bu büyük Türk edibinin mezarını bundan sonra da yapmasak pekâlâ olur. Bu gibi aç ölenlerin çürümüş kemiklerine mermerden bir köşk yapmaya kalkışmaktan ne çıkar? Sadaka ile dikeceğimiz iki taş, o tunç lisanın kendi sahibine yaptığı tannan mezardan daha güzel ve daha sağlam mı olacak?

    İkdam, nu. 11118, 5 Nisan 1928

Hemen Her Sabah
Hemen her sabah gazeteyi açınca okuduğumuz klişe havadisten biri: “Filan mahallede filanın kızı, şu yaşta filan hanım, sevdiği gençle, şu veya bu sebepten dolayı evlenemediği için eline geçirdiği bir şişe tentürdiyotu, içmiş ya da kendini civar bir bostanın kuyusuna atmış, zamanında yetişilemediğinden ilh…”
Aşkın zedelediği bin türlü talihsizler içinde en ziyade bu hiçe giden kurbanlara acımalı. Zira bu zavallılar bilmiyorlar ki, birbirleriyle evlenmemesi lazım gelenler varsa onlar da yalnız sevişenlerdir. Üstadım Gourmont’un dediği gibi; aşk ile izdivacı karıştırmamalı. Aşk yabani bir hayvandır. Kanunlar haricinde, isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. Ancak gece, karanlıklar basınca gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin tarhını, ağaçlı caddelerin kanapelerini altüst eder. İbadethanelerde her gün tel’in[4 - Tel’in: Beddua, ilenme, intizar.] edilen aşktır. Hükûmetler, polis ve jandarmayı ona karşı silahlandırır. Hâlbuki izdivaç bir şehir müessesesi, bir emniyet tertibatıdır. At canbazhanelerinde musiki çalan ve fokstrot oynayan, dişi sökülmüş, tırnakları eğelenmiş, zararsız arslan, orman canavarına nazaran ne ise aşka kıyasen de izdivaç odur.
Aşk geçici, izdivaç ise daimidir. İzdivacı aşkın devamı zannetmiş nice safdil çiftler, üç ay geçmeden dudaklarda ateşin söndüğünü görmüşler ve bir akşam, kendilerini karşı karşıya esner bulmaktan hayret etmişlerdir. Aşk değişmeyince ölür.
En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin mevzusu zevce değil maşukadır, hayaller ve istiareler hep sevgilinin süzgün gözleri ve karanlık kirpikleri etrafında pervaneler gibi uçuşur. Kahramanı zevce ve mevzusu izdivaç olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir?

    İkdam, nu. 11121, 8 Nisan 1928

Mecmualar
Gazete idarehanesinde biriken edebî mecmuaların yapraklarını karıştırıyorum. Bunlar içinde saldîdeleri, gençleri ve henüz yeni intişara başlamış olanları var. Fakat kapları çevrilerek içindekilere göz atılınca, derhâl aralarındaki yaş farkları siliniyor ve hepsi de insana, yeknesak bir buruşuk çehreyle bakıyor: Aynı şeyleri aynı tarzda söylemek için bu kadar nesillerin birbiri arkasından gelmesine ne lüzum vardı?
Bu mecmuaların sahifelerini açan kari sanki yanlışlıkla viranede bir bodrumun kapısını aralamış gibidir: Burun, keskin bir taaffün[5 - Taaffün: Bozulma, çürüme, kokuşma, küflenme. (Yay. Haz.)] kokusuyla kırışıyor ve kulak, güya yer altına bir ölüyü gömmek ve ağlamak için toplanmış garip bir cemaatin iniltisi haşyetiyle dikiliyor. Bu keskin koku hangi leşten geliyor? Şiirden! Bu baykuş feryadını duyuranlar kim? Şairler! Her devrin şairleri!
Bilmem bu muammayı nasıl halletmeli? Bizde manzum sözle konuşanlar içinde hiçbir genç ve sıhhatli insan yok mudur? Bunların hepsi de yaşlı, hasta, verem, sıracalı, kambur, kör ve topal mıdır ki, sesleri yalnız ahü enin perdesinden yükseliyor. Maşukaları onları kovuyor, nişanlıları bırakıyor ve su, gece ve mehtap kendilerini mütemadiyen ölüme çağırıyor?
Şiir bu tarzda bir inilti olmakta devam ettikçe “şair” kelimesi, müthiş bir hastalığın ismi gibi, sıhhatli insanları elbette haşyet ve istikrahla titretecektir.

    İkdam, nu.11125, 12 Nisan 1928

At
Baharda şu atlara ne oluyor? Bazı böceklerin ve kertenkelelerin, aşk mevsiminde, uzviyetlerinin zehirle dolduğunu biliyoruz. Acaba bahar atların da mı kanını zehirliyor? Senenin on bir ayı yumuşak başlı ve uysal olan at, bahar çayırından ağzına bir tutam ot alınca hassas, sinirli, ürkek ve tehlikeli bir hayvana dönüyor. En uzak ufukların arkasından gelen en hafif bir kısrak kokusunu duyar duymaz, bahar güneşinde renkli tüyleri pırıl pırıl yanan güzel başın burun delikleri korkunç bir iştiha ile açılıyor, kulaklar huniler gibi dikiliyor ve genç kişnemeler, baharı bir fırtınanın gök gürültüleri gibi, yeşil ovalarda uzun uzun akisler yapıyor. Aşk mevsimi müddetince, hemen bütün dört bacaklılar gibi bu zavallı asil hayvanın bir dakika rahatı yoktur.
Şükretmeli ki insan, böyle muayyen bir aşk mevsimine tabi değil! Öyle olmasaydı, baharın kokuları havalara dağılır dağılmaz kuduracak insanın diş ve tırnaklarıyla yıkacağı medeniyete, her sene bahardan sonra yeniden başlaması lazım gelecekti.

    İkdam, nu.11130, 17 Nisan 1928

Erkekleşme
İntiharlar tekrar çoğaldı. İhtiyarları açlık, gençleri aşk ölüme sevk ediyor. Gençler içinde kendini öldürenlerin büyük ekseriyetini erkekler teşkil ediyor.
Şu hâlde: Erkeği, seve seve ölüme yollayacak derecede cinsî bir üstünlük ve kudrete malik olan kadının erkeğe, yani kendi esirine müsavi olmak ve benzemek için yaptığı bütün bu mezbûhâne gayretlerin sebebi delilikten başka ne olabilir?
Altın gözlerin tılsımını ve mercan dudakların ateşini bir kâğıt çantasına, bir mürekkepli kaleme ve bir muşambalı pardösüye değişen asri kadınla beş on dakika, biraz yakından konuşmak, erkekleşme merakının kendisine ne pahalıya oturduğunu anlamaya kâfidir. İş kadını, –yazıhanesine erken gitmeye ve evine geç dönmeye mecbur olduğu için, yıkanmaya ve temizlenmeye hiç vakti olmayan kirli iş adamı gibi– acı acı ter, kepek, yağ ve toprak kokuyor. Lavanta ve pudra; deriden, saçtan dağılan o karışık kokuyu daha iğrenç yapmaktan başka bir şeye yaramıyor.
Binlerce asırlık erkek medeniyetini anlamak ve benimsemek için işe pek geç koyulan kadın, şimdi müthiş bir sa’ye mahkûmdur. Er geç, dimağ yorgunluğu, dünya yüzünü, saçı vaktinden evvel dökülmüş, cascavlak mütefekkir kadın başlarıyla da dolduracaktır.
İşte o gün feci intiharın, dünya yüzünden tamamen kalkacağı gündür!

    İkdam, nu.11139, 26 Nisan 1928

Şehir Harici
Üç dört seneden beri uzak kırlardaki çiftliğinde, arılar, inekler, keçiler ve tavuklardan müteşekkil dost bir hayvan çemberi ortasında yaşayan akil bir dostumu ziyarete gittim.
Şehirden tamamen uzaklaşan bu dostu, ilk bakışta tanımak müşkül oldu: Saçları vahşi bir inkişaf ile başını sarmış, rengi bakır kırmızılığı almış, dişleri uzamış, lehçesinde çetin sesler peyda olmuştu. Alnında ne hüzünden ne neşeden eser kalmıştı. Tabiat, dostumu temessül etmiş ve onu bir kaya parçasına döndürmüştü.
Tabiatın insana yapacağı en büyük iyilik, şüphe yok ki, cismi böyle haşin bir zerre ve içindeki ruhu da böyle bir çelik külçesi hâline getirmektir. Şehirlerin sarı derisini, kırların kızıl derisine değişmedikçe, güneşin ve toprağın kardeşi olmak kabil mi?
Derler ki: Aynı ağaçların, aynı tepelerin ve aynı semaların namütenahi bir tekerrüründen başka bir şey olmayan kır âleminin saadetleri, sırf şairane bir ibda eseridir. Filhakika, yaşama hünerindeki aczi yüzünden, şehirde mesut olamayan şair, Oktruva hududu haricinde bir cennet mevcut olabileceğini zannetmiş ve başkalarını da buna inandırmak için, asırlardan beri manzum sözün telkin kudretinden istiane etmiştir. Bu itibarla şairin kırı, olsa olsa kolay süt, ekmek, peynir ve bal temin eden bir çiftlik olabilir.
Fakat kır, hakiki kır, sert toprakla sert insanın boğuştuğu âlemdir.

    İkdam, nu. 11141, 28 Nisan 1928

Münekkit[6 - Münekkit: Eleştirici, eleştirmen, tenkit yazarı. (Yay. Haz.)]
Bir mühendisi, bir şairi, bir doktoru, hatta ismini bile ömrünüzde işitmediğiniz herhangi bir mesleğe mensup birini, hiç anlamadığınız bir işinden dolayı beğenir gibi olunuz. Derhâl bütün faziletler sizindir: Hayırhahsınız, zekisiniz, sevimlisiniz, terbiyelisiniz ilminize, irfanınıza hiç diyecek yok! Ağzınızdan düşürüverdiğiniz küçük ve mürai bir medhe mukabil sırtınıza geçirilen mutantan altın hil’ati bir an için kaybetmek ve yağmur altında bir çıplak gülünçlüğüne düşmek istemiyorsanız, sakın sözünüze en ufak bir kayd-ı ihtiyatının gölgesini düşürmeyiniz.
İşte rahat yaşamanın düsturu!
Hâlbuki her fikir otlağından, topal ve yaralı bir hayvan gibi, sopa ile, taşla, tekme ile uzaklaştırılan münekkit, hakikatte, insan zekâsının en müessir hadimlerinden biridir. Müstakbel şafaklara doğru yürüyen mevkibin ta önünde, ümidin bayraklarını dalgalandıran onun koludur.
Büyük üstadım Gourmont şunu der: Bütün canlı mahlukata nazaran insanın fâikiyetini yapan, istidatlarının tenevvüüdür. En zeki hayvan bir tek şey yapar, fakat onu mükemmel yapar: At, arka ayaklarıyla, Dempsey ve Carpentier’in yumruklarından daha mükemmel çifteler atar; arı, kimyahane fırınlarına, dolaşık inbiklere hiç muhtaç olmaksızın bir Berthelot dehasıyla balını süzer; örümcek, en usta bir dokumacı gibi hevaî tuzağının bitmez tükenmez tellerini örer. Fakat o kadar!
Hâlbuki bin bir sahaya dağılmış çalışan insan faaliyetinin mahsulleri, bizzarure nakıs ve muvakkattir. Hayvan, gayesine varmış duruyor, insan gayesini hâlâ aramakla meşguldür.
Herhangi bir sahada insanı artık daha ileriye gitmekten müstağni görenler, bilmeyerek, onu hayvan seviyesine indirmek isteyenlerdir.
Münekkit ise her beşeri marifetin hâlâ tekemmüle muhtaç olduğunu bağırmakla, her sabah, insana hayvan olmadığını hatırlatıyor.

    İkdam, nu.11143, 30 Nisan 1928

Sinema
Boş vaktim oldukça sinemaya giderim. Yumuşak bir karanlığa gömülmüş, makinenin hışırtısını dinleyerek cismimin değil, ruhumun bir çetin yol üzerinde mola verdiğini hissederim. Karanlık, ölümün bir cüzzüdür. Onun için dinlendiricidir. Büyük dinlenme, bir zulmet denizine dalıp bir daha ışığa kavuşmamaktan başka nedir?
Sinemanın diğer bir fazileti de olgun yaşın, kafatası içinde bir deste deve dikeni gibi sert duran acıtıcı mantığı yerine, çocuk safdilliğini ve kolayca aldanış kabiliyetini ikame etmesidir. Rüya âlemi üzerine açılmış sihirli bir pencereyi andıran beyaz perdede koşuşan, dövüşen, düşen kalkan şu ahmak eşhasın tatsız tuhaflıklarından veya kovboy cündîliklerinden ya da harikulade hırsızlık vak’alarından başka türlü tat almak kabil olur muydu? İnsan safvetiyle tagaddi eden sinema edebiyatı, henüz kıymetsiz muharririn işidir. Resmi beyaz perde üzerinde kımıldayan şu rimel ile kirpiğinin her teli bir ok gibi dikilmiş güzel kadının gözünden damla damla akan sahte gözyaşları, zevkini ve akl-i selimini, şapka ve bastonuyla birlikte vestiyere bırakmayan adamı, teessürden değil, ancak can sıkıntısından ağlatabilir.
Sinema, böyle yormayan masum bir göz eğlencesi olarak kaldıkça, yorgun başın munis bir ilticagâhıdır. Her zevkini kaybetmiş ruhu, çocukluk tazeliğine kavuşturan bu karanlıkta, basit musiki, tatlı bir ninni vazifesini görür. Ben, en güzel ve en dinlendirici uykularımı sinemanın ipek yastıklar gibi başın arkasına yığılan yumuşak karanlıklarına medyunum.

    İkdam, nu.11146, 3 Mayıs 1928

Çingene
Dün bahar bayramı idi. Yani bayramların en tabiisi! Papatya, gelincik ve bülbül âlemi içinde, hayattan bir günün acılarını unutmak için, bütün şehir halkının şen bir kafile hâlinde döküldükleri yeşil istikametleri takip ederek Kâğıthane Deresi’ne indim. Bu mahzun ve karanlık vadide baharı görmek hayaliyle, tozlu ve dolaşık yollar üzerinde saatlerce taban tepmiş ve ter dökmüş olanların -her sene olduğu gibi- bu sene de kendi safvetlerine acı acı gülümsediklerinden şüphe etmiyorum.
Benim Kâğıthane’de aramaya gittiğim ne kuş ne de çiçek idi; sırf çingene görmek ve zurna dinlemek iştiyakıyla, şu sonu gelmez bir akşam alacalığının kederine müstağrak olan iki dağ arasına gittim. Çingene, insanın tabiata en yakın kalan güzel bir cinsidir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, beşeri şekle istihale etmiş birtakım neşeli yeşil ağaçlardır. Çingene, bizzat bahardır. Çocukluğumda gördüğüm baharlardan bugün hatırımda kalan hayal yeşil, kırmızı, sarı şalvarlar giymiş, şarkı söyleyen ve el çırpan bir alay genç kız içinde, tahta zurnasını çalıp bu musikinin vahşi kahkahaları andıran müşabih akisleriyle yeşil vadileri uzun uzun inleten genç bir çingenedir.
Heyhat! Dün Kâğıthane Deresi’ne aksisedaya hâkim, yalnız bozuk fonograf sesleri idi.

    İkdam, nu. 11150, 7 Mayıs 1928

Dinlenme ve Eğlenme Günü
Cuma gününe eğlence ve rahat günü denilmesine gülmeli! Bütün yiyeceği ve içeceği dolaplarda kilitlenmiş; odalardan kanepe ve koltukları kaldırılmış bir evde yiyip içmek, gülüp oynamak mümkünse, şu cuma gününün bir taun rüzgârıyla süpürülmüş gibi boşalan sokaklarında eğlenmek de ihtimal kabil olur.
Bu cuma günü, sabahleyin evimde düşündüm: Güneşin batacağı ve beni cumadan kurtaracağı saate kadar geçireceğim zaman, gözüme ayaklarımla çıkacağım sarp bir dağ tepesi gibi göründü. Moda sahillerini düşündüm: Sarı saçlı İngiliz sütninelerinin el arabalarında dolaştırdığı pembe çocukları seyretmekle geçirilecek bir günün zevki, bana, hiç de kâfi derecede cazip görünmedi. Bir dost evinde dedikodu, kahvelerin birinde bir fincanla karşı karşıya tefekkür veya Kızıltoprak kırlarında otlayan başıboş öküzlere refakat şıkları arasında bir karar veremeyerek nihayet İstanbul’a inmek için iskeleye koştum.
Yeni yanaşan vapurdan neşeli bir halk boşalıyordu. Köylüyü kaçıran zevklere kavuşmak üzere acele eden bu safdillere içimden acıdım.
Vapur köyden ayrıldı. Köprü’ye çıktık. Demir parmaklıklara dayanmış sulara dalgın bakan mahzun bir halk, cumasını İstanbul’da geçirmeye gelen bu diğer zavallılara sanki gizli gizli bakıp merhametle baş sallıyordu.
Cuma günü! Ölüm günü! Zevkin nerede?

    İkdam, nu. 11158, 15 Mayıs 1928

Bulutlar Karşısında Bir Muhavere
Kuraklık münasebetiyle
“Fen, yağmuru lazım olduğu zaman yağdırma imkânını bulmadıkça ya da suyun yerini tutacak bir madde keşfetmedikçe, dünyanın mutlak hâkimleri, şu kızıl ufuklar üzerinde sıra sıra yürüyen ve gürleyen siyah bulutlar kalacak! Hint’in kadim din kitabı olan Vedalarda bulutların istiarevî ismi ineklerdir. Kimyanın namütenahi terakkisine rağmen, dünya hâlâ gıdasını, şu semavi memelerden akan sütte arıyor. Fen, bulutların keyif ve hevesine tahakküm edebilmekten şimdilik hayli uzaktır. İnsan sefaletine karşı bulutları merhamete getirmek için elimizde yağmur duasından başka hiçbir çare yok!
Bulutlar bize küsünce nehirler kurur, tarlalar ölür, bahçeler solar, toprak mahsulatını keser; eşhasın kesesi ve binnetice devletlerin hazinesi boşalır; ticaret durur, sanat durur. Bu vasi haile ile çerçevesi ortasında, insanın korkunç kaderini bir an tasavvur etmek bile muhayyileyi yakmaya kâfidir. Denilebilir ki, mutaddan biraz daha fazla sürecek bir kuraklık, milyonlarca insan batnının, asırlardan beri zahmetle biriktirdiği zekâ sermayesini tüketmeye ve bizi bu derece şımartan bir medeniyeti iflas ettirmeye kâfidir. Hasılı, hayatın namütenahi çarklarını döndüren bulutlardır!”
“Desene! Şu çarkları su ile dönen dünya, eskiden beri bir değirmenden hâlâ farklı değil!”

    İkdam, nu. 11163, 20 Mayıs 1928, “Fırtına Bulutları Karşısında Bir Muhavere” adıyla.

Kelimelerin Hayatı
Hiçbir şey lisan kadar bir ağaca müşabih değildir. Lisanlar -tıpkı ağaçlar gibi- mevsim mevsim rengini kaybeden ölü yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir.
Edebî bir metni okuyorken, daha düne kadar zinde bir manası olan “melek” kelimesinin, bugün tamamen hayatiyeti tükenmiş renksiz ve şekilsiz bir lafız hâline geldiğini hissettim. Bu kelime şimdi Türkçede soğuk bir naaştan başka bir şey değildir.
Melek nedir?
Edebiyattaki manasına göre, melek bir kadındır ki, gözleri mavi, saçları sarı ve beyaz entarisinin etekleri uzundur. Hristiyan sanatında melek, lepiska saçları topuklarına kadar uzanan, büyük güvercin kanatlı, mahcup bir genç kız suretinde temsil edilir ve daima elinde sur nevinden bir musiki aleti olduğu hâlde, gökte beyaz bulut yığınlarının kenarından tebessüm ettirilir.
Bu verem çehreli maveraî güzellik karışımı, kadın kıyafetinin son inkılabına kadar devam edebilmişti. Fakat kadın saçları, berber makasıyla kısalıp eteklerin yarısı da terzi nefesiyle uçarak dizleri çıplak bıraktığı günden sonra, melek, birden mazinin silik şekilleri arasına düşmüştür.
Şeytani bir alevin temasıyla, taraf taraf ateş kırmızılığına boyanan muasır kadın çehresi yanında, uzun sarı saçlı ve mavi gözlü “melek” şimdi aptal bir halayık çehresinden daha fazla cazip değil.

    İkdam, nu. 11172, 29 Mayıs 1928 “Melek” adıyla.

Dostum
Dostum, alelade bir insandır, onun için tarifi gayet müşküldür. Vücudunun kusurlarını elbise ile gizlemek hünerinden bihaberdir, yani şık değildir. Ahlak kaideleriyle de ruhunun çirkinliklerini saklamayı bilmez, yani mürai değildir.
Dün, onunla caddede karşılaştık: İşinden yeni çıkıyordu. Yorgundu. Hissediyordum ki dimağında fikirler, sonbaharın hasta sinekleri gibi zahmetle kımıldanıyordu. Kendisine bir yerde oturup dinlenmeyi teklif ettim. Alıştığımız bir köşede, iki siyah bira kadehi karşısında, sakin sakin konuşmaya koyulduk. Köpüklü serin mayi boğazından geçtikçe bir dakika evvel dimağında sürüklenmekten bile aciz sineklerin tedricen kanat oynatmaya başladıklarını gözümle görüyor gibiydim. Alkol miktarı yorgun uzviyetinde çoğaldıkça, zekâsı âdeta muntazam bir faaliyetin merkezi olmaya başlıyordu.
Fakat biranın zayıf tesirini yetersiz bulan dostum, birden, şeytani bir ilhama tabi olarak, kendisine karışık bir Amerikan içkisi getirtti. Fazla bekletmeden bira ve kokteyl dimağında müthiş bir infilak ile karşılaştılar ve ölgün sinekleri kudurmuş arılara döndürdüler. Şimdi dostum, karşımda, tepeden tırnağa kadar vızıltılı, coşkun bir kovan olmuştu. Evvela bize hizmet eden adama şiddetle hakaret etti, beni sebepsiz tersledi ve biraz evvel masamıza misafir gelen bir arkadaşla hiçten münakaşaya girişerek fikrini hiddet ve şiddetin en son perdelerinden çıkan korkunç bir sesle müdafaa etti.
Hesabımızı gördük. Onu açık havaya çıkardım. Bir bahar akşamının tatlı serinliği kıpkızıl çehreye vurdukça sesin huşuneti düştü. Hiddeti yavaş yavaş derin bir sükûna münkalip oldu.
Bana söyleyiniz: Boğazından geçen içkilerin nev’ine, ziyaya ve havaya göre her an ruhu muhtelif teamüllerin sahnesi olan dostumun bir kimyahane çanağından farkı var mıydı? Dostumun insan olarak irade kudretine ne kıymet verirsiniz?

    İkdam, nu. 11173, 30 Mayıs 1928

Dilenci
Yolumun üzerinde her sabah tesadüf ettiğim bir dilenci var. Bu zeki çehreli adam, yoklama defteri imzalamaya mahkûm bir kalem efendisi intizamıyla, her gün, tam saat altıyı kırk geçe köşesine gelir ve tam saat ona kadar da bir tek söz söylemeksizin, sırf gözlerinin derin elemi ve edasının sakit belagatiyle gelip geçenlerin merhametini avlar. Merhametlerin, birer şaşkın güvercin telaşıyla bu mahir avcının kurduğu tuzağa düşmek için nasıl kanat çırptıklarını görmek, benim her sabahki eğlencemdir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-hasim/bize-gore-69428569/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Basübadelmevt: Ölümden sonra dirilme. (Yay. Haz.)

2
Cezr ü med: Medcezir.

3
Mahut: Adı geçen, bilinen, malum. (Yay. Haz.)

4
Tel’in: Beddua, ilenme, intizar.

5
Taaffün: Bozulma, çürüme, kokuşma, küflenme. (Yay. Haz.)

6
Münekkit: Eleştirici, eleştirmen, tenkit yazarı. (Yay. Haz.)
Bize Göre Ahmet Haşim

Ahmet Haşim

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: 1884 yılında Bağdat’ta doğan Ahmet Haşim, Fecr-i Ati topluluğu dağıldıktan sonra da edebî anlayışını değiştirmeden sanat hayatına devam etmiştir. Sembolizmin Türk edebiyatındaki önemli temsilci olan Haşim, “akşam şairi” olarak da anılır. Dış dünya, Haşim’in hayalinin en güzel renklerine bürünerek şiirlerine yansımıştır. Şiirlerinde olduğu kadar düz yazı türünde de kendine özgü nükteli bir üslupla görüşlerine yer verdiği fıkra, sohbet ve gezi türlerini de başarıyla kaleme almıştır. Ahmet Haşim’in İkdam gazetesindeki yazılarının, denemelerinin derlemesi olan Bize Göre, mevsimlerden hayvanlara, edebiyattan evliliğe, Batı’dan bizdeki sosyal hayata kadar birçok konuyu işliyor.“Rabb’im! Her zevki tatmin edecek ve ismi yine ‘sanat ve edebiyat’ olacak olan felsefe taşını nasıl bulmalı?”

  • Добавить отзыв