Efruz Bey
Ömer Seyfettin
Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.
Ömer Seyfettin
Efruz Bey
GAYET BÜYÜK BİR ADAM
Birinci Kısım
Hürriyet ilan olunduğu vakit ben İzmir’de idim. El şakırtıları, allı yeşilli bayrak dalgaları, birbiri üstüne binerek “Yaşasın, yaşasın!” diye haykıran şuursuz halkın içinde beni arkadaşlarım buldular:
“Ulan, sen hâlâ burada ne arıyorsun?” dediler.
“Durmayıp da ne yapayım?” diye ağzımı açtım.
“Ne yapacaksın! İstanbul’a git!” diye haykırdılar. “Senin gibi feylesof, muharrir, şair, müverrih, mütefennin bir genç payitahtta milletine hizmet edebilir. Yoksa burada değil…”
Ve beni omuzladılar. Havaya kaldırarak el üzerinde gezdirmeye başladılar. Halk, hürriyet kahramanlarından biri sanarak beni onların elinden zorla aldı. Ayaklarımı ve pantolonumun paçalarını öperek saatlerce sokaklarda dolaştırdılar. Ben bu tezahürleri kendim için çok görmüyordum çünkü biliyordum ki Türkiye’de benden başka embriyoloji ilminde ihtisas kazanmış kimse yoktu ve halk, haberi olmadan bu meziyetim için beni yükseklere kaldırıyordu.
İlimsiz, irfansız, fensiz, felsefesiz bir vatan yaşar mıydı? Eğer uykusuz kaldığım geceler embriyoloji ile uğraşmasam bu güzel ve aydınlık saadet gününü görebilir miydik? Rıhtımdaki Paris Kahvesi’nde yapayalnız bunu düşünüyordum. Artık gece yarısı çoktan geçmişti.
Mersinli’nin üstünde, menekşe, mor ve sincabi renkte bir fecir açılıyordu. Garsonlar uyukluyorlardı ve önümden hür ve insanlık hukukuna malik Osmanlılar geçiyorlardı. Kalktım. Onların arkasına takıldım. Galiba biraz sarhoştular. “Yeni bir âleme doğan bu yeni halk ne konuşuyor?” diye merak ettim. Kendilerine yaklaştığımı duymuyorlardı. Biri diyordu ki:
“Bu eğlenmekse eğlenmemek nedir?”
“Yatıp uyumak…”
“Sabaha kadar uyanık durmanın bir şey olduğunu bileydik Abdülhamit’in devrinde de yapardık.”
Gülümsedim. Kalbim çarpıyordu. Daha hürriyetin ilanından üç gün geçmemişti. “Dün” ayrılıyor, Abdülhamit’in devri oluyordu. Onları dinledikçe yetmiş dört birahane gezdiklerini; doksan iki şişe bira içtiklerini ve daha yüzümü kızartacak birçok şeyler işitiyordum. Biraz geriledim. Arkamdan yine hür Osmanlılar geliyorlardı ve kendileri gibi lafları da kulaklarıma geliyordu:
“Sabah oluyor yahu…”
“Hürriyet bu… Gündüz uyku, gece keyif…”
“Eee, para?..”
“Allah kerim!”
Onlar da yanımdan geçtiler ve Mısır Otelinin işkembeci dükkânına girdiklerini görünce karnımın acıktığını hatırladım. Ben de girdim. Çorbayı içtikten sonra çıkarken elimi cebime soktum ancak bir çeyrek bulabildim ve işkembeci altı kuruş istiyordu. Sözde içine dört yumurta fazla kırmış…
“Ne yapayım, ne yapayım?” diye başımı kaşıdım. Pazarlık olmazdı. Hem bu millî şenlik içinde bir tatsızlık yapmak, artık vücutları görünmez olan polisleri yine meydana çıkarmak, benim gibi fazıl ve uyanık, âlim ve muharrir bir gence yakışır mıydı? Fena olduğunu bildiğim hâlde yalan söylemenin faydasını inkâr edemem. Aklımda ismi kalmayan bir feylesof, “Yalan olmasa dünya dönmez, yıkılır giderdi.” diyor. Kaşlarımı yukarı kaldırdım:
“Eyvah!” diye bağırdım. “Çantamı düşürmüşüm…”
Ve hemen ilave ettim:
“İçinde yedi İngiliz, dokuz Fransız, on bir Osmanlı, hatta bir tane de Fas lirası vardı. Mührüm altından idi.”
Tezgâh başında hesap gören hür Osmanlılardan hiç kimse hür bir kardeşinin ziyanına eseflenmedi:
“Korkma usta, şimdi paranı vereceğim.” diyor, çantamı kim bulursa Fas lirasından maadasını kendisine hediye edeceğimi söylüyordum. Herkes başını sallıyor, en dikkatli dinleyen bile gülümsüyordu. Çantamın kaybolmasından ancak işkembeci heyecana geldi:
“İnşallah bulursunuz.” dedi. “Ama şimdi üzerinizde başka para yoksa bana bir şey rehin bırakınız.”
Üzerimde beş sene evvel iki kuruşa aldığım bir cep cüzdanı vardı. Bir de kurşun kalem ile iki forma Fransızca “Essai sur l’embriologie”; bu kâğıtları uzattım.
“İşte sana bir rehin!” dedim. “Bir liradan fazla eder.”
Usta gözlerime baktı:
“Eğleniyor musun?” diye sordu ve köşede yığılmış Rumca büyük gazete yığınını göstererek ilave etti:
“Kâğıt, para etseydi biz dükkânları kapardık. İşte sana on okka kâğıt; getir beş kuruş, al hepsini git!”
Mesele çatallaştı. Çorbasını bitiren tezgâhın başına geliyordu. İçlerinden bazısı şüpheli nazarla beni süzerek “Ayıp, ayıp!” diye homurdanıyorlardı. Al aşağı ver yukarı, sanki haberim yokmuş da kazara buluyormuşum gibi cebimdeki çeyreği çıkardım, geriye kalan bir kuruş için de yeleğimi bıraktım. Kapıdan kendimi dışarı attım. İçimde bir acı duyuyordum. İzzetinefsim kırılmıştı. Hiç bir kuruş için adamın ceketi çıkartılır, yeleği arkasından alınır mıydı? Keşke tütünü bırakmasaydım! Tütünü bırakmasam bu felaket başıma gelmeyecekti çünkü fakfon tabakamı da kaybetmeyecek, müşkül bir mevkide bir kuruşa karşı rehin gibi onu kullanacaktım. Zaten adam, üzerinde kıymetli bir şey bulundurmalıydı. Bu âdeta içtimai bir mecburiyetti fakat benim gibi âlimane, say ve tetebbu içinde hayat geçirenler akıllarını öyle lüzumsuz şeylere sarf edemezler. Spencer gibi büyük bir feylesof bile üzerinde, elbette gümüşe dair bir şey taşımazdı. Büyük hakikatin herkes tarafından anlaşılması için aç açına kitaplar yazdı. On beş sene yazdıktan sonra otuz bin franktan, yani bin beş yüz liradan fazla bir para kaybetti. Yine yılmadı. Kendisine verilen mükâfatları, rütbeleri bile istemedi. 1882’de Paris Ulum-ı Maneviye ve Esasiye Akademisine aza tayin olunduğu hâlde tabii bir Genç Osmanlı vatanperverliği ile hiçbir ecnebi müesseseye giremeyeceğini söyledi. Amerika’da kendini seven dostları ve okuyucuları bu feylesofun fakirliğini, açlığını düşünerek aralarında kırk bin frank kadar para toplamışlar ve bir altın saatle göndermişler. Spencer saati aldı, paraları da geri yolladı. Sonra Kraliçe Viktorya’nın kendisine verdiği rütbe ile Almanya imparatorunun madalyasını da geri çevirdi.
Güzel ve küçük bir odasında yattığım Hacı Seymen Hanı’na giden sokaklardan geçiyordum. Kalabalık buralara bile taşmıştı. İstemeye istemeye “Doğrusu bu Spencer biraz budala imiş…” diyordum ve ne kadar büyük olursa olsun ona benzememeye karar verdim. Hayatta niçin para ve menfaatten böyle nefret etmeli? Eğer ilim için bu budalalık lazımsa ben bütün embriyolojiye ait notlarımı yırtıp, meydana atarak “Cahilim, yahu ben de cahilim!” diye haykırmaya başlardım. Hâlbuki işte hürriyet ilan edildi. Bunu şu yahut bu zat, isimlerini bütün dünyaya telgrafların aksettirdiği Niyazi ve Enver yapmadı. Halk yaptı. Ahali uyandı. Uyanan Osmanlılar yaptılar. Tabii şimdi bunlar gençliğe, ilme, fenne, hususiyle embriyolojiye büyük bir kıymet verecekler ve bizim gibi âlimleri bu akşam bana yaptıkları gibi hep el üstünde gezdirecekler; mükâfatlar, paralar, maaşlar bahşedeceklerdi ve akademi açılacaktı… Embriyoloji mütehassısı ben, mutlaka ilk azalardan olacaktım. Yarın nereden para bulabileceğimi hep bunlarla beraber düşünüyordum. Artık son parasızlık günlerimiz bugünlerdi! Yarın Meşrutiyet ve hürriyet sayesinde şöhret cennetine girince gamlı bir mazi olan sefalet ve züğürtlüğümü nasıl hatırlayacak, hatıratımı yazarken bir saat evvelki yelek vakasını nasıl ballandıracaktım!
Hanın kapısına geldim. Tuhaf! Hancı Mesut beni bekliyordu. “Hey gidi hürriyet hey… İşte ilmin, âlimin kıymeti bilinmeye başladı!” diyerek suratımı ekşittim. Mesut, kalın, kara kaşlı, kısa boylu, ters ve mendebur bir herifti:
“Seni bekliyordum.” dedi. “Feneri nerede söndürdün?..”
“Heyhat zavallı!” diye kabardım. “Fener söndürmedim. Bilakis hezaran ve es bi eydi hisad hezaran eşia-i hürriyet ikad ettim.”
“Ne yaptın, ne yaptın?”
“Söylediğimi anlamadın mı?”
“Yooook…”
“Niçin?”
“Türkçe söylemiyorsun ki babam, boyuna lügat paralıyorsun.”
“Bu Osmanlıca, ilm-i lisandır. Sizin Türkçe ile söylenmez.”
“Öyle ise sus, hiç söyleme…”
Fena hâlde surat astı. Gözlerini öbür tarafa çevirdi. Ben sevgili vatandaşımın hatırını kırmamak için lafımı Türkçeye tercüme ettim:
“Bak ne diyorum: Fener filan söndürmedim. Bilakis binlerce fikirsiz kafada yüz binlerce hürriyet ışığı alevlendirdim.”
“Ee sonra buraya niye geldin?”
“Yatmaya…”
“Ben senin odana iki müşteri yatırdım.”
Hiddetlenecektim. Hâlbuki iki aylık borcum vardı. Şimdi Mesut, biraz akıllı ve fikri açık bir adam olsa benim gibi nam, şöhret ve sâmânın eşiğine gelmiş bir âlime böyle eşekçe muamele eder miydi? Feylesofluğa vurmak istedim:
“Neyse, zararı yok. Başka cahil bir adam olsa bu yaptığına kızardı…”
“Ben cahile kızmam ama… Parasızı bir elime geçse anasını bellerim…”
Gayriihtiyari “Yaaaa…” diye ağzım açıldı. Gündüz oluyordu. Uyku gözlerimden akıyordu. Ayaklarım titriyordu. Acaba bu kaba herif benim parasızlığımı yüzüme vurmak, taş mı atmak istiyordu? Yine pişkinliğe vurdum. Feylesofların avam ile uğraşmaları ayıptı. Gülümseyerek, “Pek uykum var, bari bana başka bir yatak göstersen de bir iki saat kestirsem.” dedim.
“Hiç boş yatağım yok.”
“Ee, ben şimdi ne yapayım?”
“Senin ne yapacağını ben ne bileyim?”
Artık herifin münasebetsizliğine dayanamadım. İki aylık borcumu vermeyeceğimi söyledim. Cevap olarak benim bütün eşyalarımı, yatağımı, kitaplarımı zapt ettiğini söylemesin mi?.. Boğazına sarılacağım geldi. Lakin artık Meşrutiyet’ti… Böyle vahşice ve barbarca bir hareketin benden çıkması, doğrusu gençliğe, Meşrutiyet’e, ilme, insaniyete leke olabilirdi. Ah, kendimi tutmak için nasıl dişlerimi sıktım. Gıcırdarken “çatt” dedi. Üst sıra dişlerimin sağdan üçüncüsü kırılmasın mı? Hiddetimin dehşetinden kendim de korktum. Tekrar caddeye doğru kaçmaya başladım. Mesut arkamdan küfürleri basıyordu.
Salepçibaşı Hanı’nın kıraathanesine girdim. Henüz kimse yoktu. Başımı, masanın mermerlerine dayadığım kollarımın üzerine bir güzel yerleştirdim. Kulaklarım uğulduyor, başım ağrıyordu.
Evet, ben İstanbul’a gitmeliydim. Şan, şöhret, sâmân beni orada bekliyordu…
-Mabadı var
HÜRRİYETE LAYIK BİR KAHRAMAN
Sevgili Efruz!
Hayatından şu birkaç levhayı yazarken ihtimal biraz mübalağacıgöründüm.Neyapayım?Bubenimmizacım…Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol ki maksadım seni ne tahkir ne de maskara etmek… Hakikati görüldüğü gibi edebiyat yapmadanyazmakistedim.Muvaffakoldummu?Bilmiyorum. Fakatokuyuncasamimiyetiminderecesiniherkesleberaber sendeanlayacaksın.Herkesseni-bizzatkendikadar-tanır. Efruzcuğum,bugünhiçkimsesanayabancıdeğildir;çünkü sen “hepimiz” değilsen bile ‘‘hepimizden bir parça”sın…
Ö. S.
Ahmet Bey kaleme girince arkadaşlarına şöyle bir baktı. Güldü. Boyun kırdı. Başını salladı.
“Nasıl gördünüz mü?” dedi. Yirmi dört saat evvel Allah’tan ziyade Abdülhamit’ten korkan kâtiplerin henüz benizlerine kan gelememişti. Hepsi, yeni geçmiş bir fırtınanın kapalı yerlere savurduğu sonbahar yaprakları gibi solgundu. İçlerinde korkunç bir “şüphe” çarpıyor, soramadıkları bir “Acaba?” sökülmez bir hıçkırık ızdırabıyla boğazlarına tıkanıyor, dalgın dalgın birbirlerine bakıyorlardı. Ahmet Bey koltuğuna oturdu. Parlak beyaz kolluklarını yenlerinden fırlatan hususi bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masasının üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu, kabardı:
“Yoksa hâlâ haberiniz yok mu?” diye tekrar güldü. Bütün bir kalem ondan bir “Babıali kuşkusu”yla korkardı. Bir sene evvel iki bin beş yüz kuruş maaşla “bâ-irade-i seniyye” gelen bu beyi amirleri hafiye, madunları “Jön Türk” sanırlardı. Kendisinin Galatasaray’dan, Mülkiye’den, bazen de aşiret mektebinden birinci çıktığını, mabeynin emri üzerine diplomasıyla altın maarif madalyasının verilmediğini söylerdi. Amirlerinin itikadınca bu “altın madalyayla diploma” mabeyinde, Başkâtip Paşa Hazretleri’nin çekmecesindeydi. Eğer bu diploma Ahmet Bey’in elinde olsaydı hemen Avrupa’ya kaçacak, yedi düvelden hangisini isterse birisinin hizmetine girecek, maazallah… efendimizi rahatsız edecekti! Fakat hariciye dairesinin koridorlarında ödlekliklerine rağmen yine dedikodu yapmaktan çekinmeyen züppeler, Ahmet Bey’in Galatasaray’dan kovulduğunu anlatırlar, her tarafa yayarlar, arkasından alay ederlerdi. Pek gençti. Pek yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek âlimdi. Pek edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama herkes onun görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur etmiyordu. Son numara bir moda gazetesinden hayata fırlamış canlı bir resim kadar şıktı. Sağ gözüne taktığı soğan rengi tek gözlüğünü düzelterek, “Hepiniz korkuyorsunuz be!” dedi. “Yoksa haberiniz yok mu?”
Çekirdekten yetişme tam bir Babıali mahsulü olan köse mümeyyiz, sanki hiç bilmiyormuş gibi sordu:
“Neden haberimiz olacak? Ne var?”
......
Ahmet Bey en müşkül mevkilerle en tehlikeli zamanlarda yaptığı asabi bir hareketle gözlüğünü tuttu. Yavaş yavaş doğruldu. Ayağa kalktı. Mümeyyize dik dik baktı. Acaba bu bir “istibdat” taraftarı mıydı? Lakin ne cesaret!..
“Hürriyetin ilan olunduğunu daha duymadınız mı?” diye haykırdı…
......
Kalem halkı, bu zavallı, iki cami arasında kalmış beynamazlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz cesurları bu korkunç Jön Türk’ün ceplerinde, boğucu gaz çıkaran küçük küçük müthiş -komprime- bombacıklar var sanıyorlardı. Bazen bıyık altından “cehennem leblebileri” dediği bu bombalardan ya kızıp bir tanesini ortaya atarsa… Bir anda Babıali dünya yüzünden silinecek, bir mezar, bir harabe olacaktı! Lakin eski buruşuk istanbulinli köse mümeyyiz, öyle denemeden kuru gürültüye pabuç bırakır takımından değildi.
İri -hem o vakte göre- şahane burnunu kaldırdı:
“Sizin gibi bu sabahki gazeteleri biz de okuduk oğlum.” dedi.
Ahmet Bey, yine hiddetle sordu:
“Hiçbir şey anlamadınız mı?”
“Ne anlayacağız?”
“Hürriyetin ilanını…”
“Hangi gazetede?”
“Hepsinde!”
......
Mümeyyiz sarı, sıska elleriyle titreyerek masanın sol gözünü çekti. İki gazete çıkardı. Tehlikeli bir şeymiş gibi yavaşça önüne koydu:
“İşte Sabah ile İkdam… İlanat taraflarını bile okudum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.”
Hürriyetin ilanını ilanat sayfasında aramasında ne nükte olduğunu anlamayan Ahmet Bey, bunu mümeyyizin hakaret etmek istemesine yordu. Çöllerin payansız sükûnuna haykıran erkek bir aslan gibi kükredi:
“Siz artık bu devre layık adamlar değilsiniz! İlanat sütunlarında hürriyet ilanı arıyorsunuz. Hayır, hayır, hayır… En başa bakınız. Orada bir tebliğ var. İşte bu tebliğ hürriyeti ilan ediyor.”
......
Kâtipler önlerine bakıyorlar, her ihtimale karşı bu tehlikeli münakaşayı hiç işitmiyor gibi davranıyorlardı. Mümeyyiz, kırmızı çuha kılıfından gümüş gözlüğünü çıkardı. Taktı. Sabah’ı açtı. Tebliği buldu. Okudu. Sonra Ahmet Bey’e döndü.
“Kanun-ı Esasi hakkındaki tebliği mi söylemek istiyorsunuz?”
“Evet.”
“Fakat bu tebliğde hürriyete dair bir şey yok.”
“Siz hürriyeti ne sanıyorsunuz? İşte Kanun-ı Esasi… Kanun-ı Esasi hürriyet demektir.”
“…”
Köse mümeyyiz geniş bir nefes aldı. Astarı parçalanmış kalın, kahverengi perdeli büyük pencerelerden sıcak bir yaz havası, müseddes şeklinde ince uzun bir kibrit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara, kâğıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından hasıl olmuş ağır bir havayı, ıslak tavuk kokusuna benzeyen bu ağır havayı tebahhur ettiriyordu.
Ahmet Bey terliyor, yerinde duramıyordu.
Görüyordu ki hâlâ kalem şüphedeydi. Hâlbuki o ta yerinden, yani mabeyinden haber almıştı. Bu sahihti. Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini, münasebette bulunduğunu sakladığı hamisi paşaya dün gece “ubudiyet arz ederken” kendisine, “Yarın hürriyet ilan olunacak.” demişti. “Efendimiz emretti. O kadar önüne geçmek, bu Jön Türk rezillerinin zaptının kâbil olmayacağını anlatmak istedik. Kâr etmedi. Allah akıbetimizi hayreylesin…”
O ana kadar tamamıyla mabeyine mensup geçinen Ahmet Bey, velinimetinin konağından çıkarken o kadar “hürriyetperver”di ki yanında Namık Kemal’le Mithat Paşa halis istibdat taraftarı kalırlardı. Sokak tenhaydı. Evine doğru yürüdü. Nişantaşı’nın daha bir şeyden haberi yoktu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz âlemleri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu. Ahmet Bey o gece uyuyamadı. Böyle ali, böyle mesut bir günü bu kadar hasretle, bu kadar iştiyakla beklediğinin şimdiye kadar farkına varmadığına şaşıyordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir faikiyet hissediyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türkiye’ye, hasılı herkese karşı bugün faikti. Yarın hürriyeti kabul eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdi. Bunları düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah bonjurlarını giydi. “Tam resmî olmalıyım.” dedi. Beyaz eldivenler taktı Her günkünden daha şık oldu. Gelmesi, hürriyetten daha ziyade şaşılacak bir hadiseydi. Soluğu kalemde aldı. Arabada gelirken İkdam’ı baştan başa okumuştu. Kanun-ı Esasi tebliğinden başka bir şey yoktu. Fakat kendi kendine “… Kanun-ı Esasi demek kâfidir!” diyordu. Kalemdekiler daha Kanun-ı Esasi tebliğinden bu mesut manayı çıkaramamışlardı. Çünkü… Çünkü… Evet, haberleri yoktu! Hâlbuki o, işte tam yerinden haber almıştı. Bir senedir gayet büyük bir adama mensup görünmekle zımnen tehdit ettiği köse mümeyyize tekrar sordu:
“Demek Mümeyyiz Bey, siz bunun hürriyet olduğunu anlayamadınız ha?”
“O vakitki Babıali zihniyetinden hariç” hiçbir şeye ihtimal vermeyen mümeyyiz “Bu tebliğden ben hürriyet gibi şeyler anlamam.” dedi. “Kanun-ı Esasi zaten vardır. Onun tatbikini tekrar tebliğ etmek yeni bir tensikat hareketine delalet etse gerektir. Fakat başka şeye… Asla…”
......
Mümeyyiz, Kanun-ı Esasi’nin zaten mevcut olduğunu, her sene resmî salnamenin en başına basıldığını söylüyorken kalemin müdürü girdi. Bu şişman, esmer, fikri son derece mahdut bir beydi. Kaleme bugün nasılsa erken uğramıştı.
Zira yaz kış Büyükada’da oturduğu için öğle paydosundan on dakika evvel gelir, öğle paydosu daha bitmeden kalkar giderdi. Mabeyne mensup bir adama mensup bir kadının sütkardeşine mensup olması sayesinde devamsızlığı bir kusur sayılmıyordu.
Ahmet Bey onunla, diğer kâtiplerden daha teklifsizdi. Onu da yokladı. Zavallının haberi yoktu. Hatta gazete okumak âdeti olmadığı için tebliği bile görmemişti. “Hürriyet” lafını işitince kızardı. Sonra sarardı. Morardı. Beyazlaşan dudakları titremeye başladı. Ahmet Bey’e yüzünü çevirerek, “Rica ederim, böyle şeylerden bahsetmeyelim! Bizim vazifemiz her şeyden mukaddestir!” dedi. Maiyetindeki kâtipler müdürlerinin ne mükemmel ne gayur adam olduğunu zaten bilirlerdi. Onlara da dönerek, “İşlerinize bakınız beyler!” emrini verdi. “Ben amirinizim, benim gibi vazifeperver olunuz. İnsanın en büyük saadeti vazifesini ihmalsiz icrasıdır!”
Haftada bir iki defa, günde on dakika kaleme gelen bu herifin vazifeden bahsetmesi Ahmet Bey’in canını sıktı. Ayağa kalktı, işte hepsi uyuyorlardı. Lakin yarın… Hepsi uyanacaklardı. Kendisi için bu budalaların arasında bir dakika geçirmek artık bir asır kaybetmeye müsaviydi. Fesini giydi. Tek gözlüğünü tekrar elledi. Jimnastikle kabarmış göğsünü daha ziyade kabartarak, kollarını bir idman taliminde imiş gibi hususi bir ahenk ile sallayarak kapıya doğru yürüdü. Çıkmadan durdu. Başını uzatarak bütün kaleme “Acele etmeyiniz. Yarın görürsünüz!” diye haykırdı. Dışarı atıldı.
Babıali koridorları her vakitkinden daha tenha gibi duruyordu. Hariciye tarafına geçti. Orada biraz hayat vardı. Kapıların önünde kalem beyleri dolaşıyorlar, “âdetleri veçhile’’ Fransızca konuşuyorlardı:
“Je ne crois pas…”[1 - “Sanmam.”]
“Cet un blague.”[2 - “Bu bir şaka.”]
“Dis donc…”[3 - “Vay canına.”]
“Eh bien, ce n’est pas possible.”[4 - “Olamaz, imkânsız.”]
......
Ahmet Bey birisini arıyormuş tavrını takındı. Aralarında gezindi. Hepsine kulak misafiri oldu. Konuştuklarını işitiyor ama pek iyi, -yani hiç- anlamıyordu. “Hürriyet”in Fransızcasını hatırlamaya çalıştı. Bu kelimeyi çok işitmişti. Ama zekâsının tuhaf bir hususiyeti vardı. Çok işittiği şeyi pek çabuk unuturdu. “Leblebi” gibi bir isimdi…
“Leblebi, leblebici, labada… Hayır!”
Elleri cebinde hürriyetin Fransızcasını böyle derin derin ararken, “kahramanlık, gösteriş” damarlarının birdenbire kabardığını duydu. Kendini dinledi. Yanaklarından başlayan bir sıcaklık şakaklarına, başına çıkıyor, saçlarının arasına dağılıyor, sonra ensesinden geçerek, sanki kaynamış bir su gibi bel kemiğinin hizasından akıyor, belinden aşağısını tutuşturuyordu. Ah bir şeyler oluyordu. Sarhoş gibi gözleri dumanlanıyor, kalbi göğsünü çatlatacak gibi çarpıyor, çenesi kilitleniyordu. Evet… Şimdi, şurada, “Yaşasın hürriyet!” diye bağırırsa ismi tarihe geçecekti. Düşünüyor, tir tir titriyordu. Babıali’de ilk defa bu mukaddes kelimeyi çınlatmak!.. Birden, kendisini tutamadı. Gözleri daha ziyade dumanlandı. Âdeta karardı. Kendi iradesinin haricinde, ne olduğu bilinmez bir kuvvet içine girmiş, onu kımıldatıyordu. Ellerini kalçalarına koydu. Göğsünü şişirdi. Gözünün dumanları içinde sayısını göremediği bu müstebitler ordusuna karşı avazı çıktığı kadar bir nara attı:
“Yaşasın hürriyet!”
Bir an herkes sustu… Kalem kapılarında vücutsuz başlar göründü. Yaptığı deliliğin dehşetinden birdenbire ödü kopan Ahmet Bey narasını tekrarlayınca koridorlardan herkes kaçıştı. Bunu mabeyin tarafından kurulmuş bir tuzak sanıyorlardı. Ahmet Bey, Babıali’de ilk defa olarak bu kelimeyi haykırabildiği için ruhunda öyle bir büyüklük, öyle bir fevkaladelik duydu ki hükûmetin bütün ordusu önüne çıksa “Bir hamlede yere geçireceğim.” sandı.
Artık katiyen ne yaptığının farkında değildi!
Dâhiliye tarafına, sadarete koştu. Merdiven başlarında, meydanlarda, nazır odalarının önlerinde haykırdı:
“Yaşasın hürriyet!”
Kapıcılar onu delirmiş zannıyla polise gönderiyorlardı. Ahmet Bey’in tutulmadığını, boyuna “Yaşasın hürriyet!” narasını bastığını gören kâtipler yavaş yavaş onun etrafında toplanmaya başladılar. O coşuyor, deliriyor, bir artezyen gibi şiddetiyle taşıyor, fışkırıyordu.
“Geliniz, vatandaşlar, geliniz! Benim yanıma koşunuz. Hürriyetin kollarına atılınız. Eski idareye lanetler! Lanetler olsun…”
Öyle küfürler savuruyor, öyle dehşetli laflar söylüyordu ki… yarım saat içinde bütün Babıali yerinden oynadı. Bu zelzele sokağa aksetti. Köprü’yü geçti. Beyoğlu’nu karıştırdı.
***
Bir saat sonra…
Evlerine kaçan vükelanın daima toplandığı büyük meclis salonundaydı. Etrafında müsteşarlar, müdürler, şûra-yı devlet azaları filan toplanmıştı. Ahmet Bey kendini kaybettikçe kaybediyor, kendini bir daha bulamayacak derecelere geliyor, bu ilan ettiği hürriyetin yegâne failinin kendisi olduğunu sanıyordu. Hem… bunda asla şüphesi yoktu. İşte bütün hükûmetin erkânı rükûya yakın bir vaziyette karşısındaydı. Yirmi dört saat evvel hiç düşünmediği, aklına bile getirmediği hürriyeti şimdi tamamıyla benimsiyor, onun için çalışmış görünüyor, kendine hakiki bir kahraman süsü veriyordu.
Herkes de buna inanıyordu.
Herkes inandıkça onun iddiasında artık hiçbir şüphesi kalmıyor, hakikaten kendisinin bir kahraman olduğuna iman ediyor, bu imanın hayaline ika ettiği tedailerle korkunç bir roman uyduruyordu. Meclis odasının içi dışı dolmuştu. Herkes bir defacık olsun onu uzaktan görmek istiyordu. Halk niçin olduğunu bilmeden avluda toplanıyor, İstanbul’un otuz senedir hiçbir maskaralıkla bozulmamış sükûnu tehlikede kalıyordu. Ahmet Bey’in sesi kısılmıştı.
Meclis odasındakiler, “Ey kahraman-ı hürriyet! İstibdadı nasıl devirdin? Bize anlat!” diye haykırıştılar.
Ama Ahmet Bey yalnız “hürriyet” lafını biliyordu. Bunun nasıl istihsal olunduğundan, müstebitin nasıl Kanun-ı Esasi’yi verdiğinden falan hiç malumatı yoktu. Avrupa’da Jön Türkler bulunduğunu biliyordu. Lakin bunlar kimdi? Haberi yoktu. Hatta tek bir Jön Türk’ün ismini bile bilmiyordu. Fakat işte herkes, bu binlerce hükûmet memuru, bu müsteşar, bu müdürler, mümeyyizler, hulefalar, kâtipler ona “Jön Türklerin kimler olduğunu” sormuyorlar; kendisinin, bizzat kendisinin hürriyeti nasıl istihsal ettiğini anlamak istiyorlardı. Hissi, idraki bir saat evvelkinden tamamıyla başka bir mahiyette kendine geliyor, yavaş yavaş düşünmeye, hükmetmeye başlıyordu. Oturduğu koltuktan kalktı. Hemen ona yol açtılar. Açılan yoldan ağır ağır yürüdü. Ağır ağır oradaki masanın üzerine çıktı. Salonun kapısından hâlâ birbirlerini ezerek giriyorlar, sıcağa rağmen, kalabalıktan düşmemek için pencerelerin camlarını indiriyorlardı. Bir elini kalçasına dayadı. Öteki eliyle tek gözlüğünü sımsıkı tutarak bağıra bağıra anlatmaya başladı:
“Vatandaşlar! Bize ‘Jön Türk’ derler. Bizi kimse tanımaz. Bizim ismimizi kimse bilmez. İşte bu Jön Türklerden birisi benim! Ben onların reisiyim! Beni kimse bilmez. Beni kimse tanımaz.”
......
Kapının yanından bir ses haykırdı:
“Ben sizi tanırım efendim!”
“Kim o?”
“Kim o, kim o?..”
Salondakiler bu mesudun kim olduğunu sorarak o tarafa baktılar. Bu bir odacıydı. Ahmet Bey’in kalemindeki Arapgirli, saf bir ihtiyardı. Bu kadar büyük bir adamı tanıdığı için son derece seviniyor, tekrar, “Ben sizi tanırım! Sizin isminiz Ahmet Bey’dir!” diye haykırıyordu.
Ahmet Bey masanın üzerinden topuklarını kaldırdı, daha ziyade yükseldi. Protesto etti:
“Hayır, yalan söylüyor, ‘Ahmet’ benim müstear ismimdir. Asıl ismim değil. Beni kimse tanımaz.”
Odacı “bir senedir tanıdığını” haykırdıkça Ahmet Bey doğduğundan beri taşıdığı, babasının koyduğu bu “Ahmet” ismini inkâr ediyordu.
Hürriyet hikâyesini dinlemek isteyen ekseriyet, birdenbire hiddetlendi. Odacıyı tokatlayarak dışarı attılar.
Ahmet Bey sözüne devam etti:
“Bu cahil adam benim müstear ismimi asıl ismim sanıyor. Fakat kabahati yok. Bugüne kadar kalemdeki beyler de mümeyyizler de müdür de hatta nazır da hatta İstanbul ahalisi de… hatta be hatta evimdeki ailem de beni ‘Ahmet Bey’ olarak tanıyorlardı. Hâlbuki… yanılıyorlardı. Ben bu nam altında asıl şahsiyetimi, asıl ismimi saklıyordum. Bizim cemiyetimizin merkezi Patagonya’daydı. Fakat her sene kongremizi İstanbul’un tenha bir köşesinde, Sulukule’de bir Çingene evinin altındaki eşek ahırında yapardık. Düşündük taşındık. Bizim istediğimiz, kan dökülmeden hürriyeti elde etmekti. Ben bir proje yaptım. Sulukule’den ta Yıldız Sarayı’na kadar bir tünel kazmak… Sonra bu tünelden geçerek bir gece müstebiti sarayının bir odasında yapayalnız yakalamak… Kafasını tabanca altına alarak hürriyeti ilan ettirmek… Yüz muhalif reye karşı on bin beş yüz muvafakat reyiyle benim projem kabul olundu.”
Ta masanın dibinde duran köse mümeyyiz kendisini zapt edemedi:
“Affedersiniz Ahmet Bey!” dedi. “Pardon, müstear isminizi söyledim, kahraman bey! Kongrenizde on bin altı yüz imza olduğu anlaşılıyor. Bu kadar kişiyi içine alacak bir ahır, Sulukule’de değil, İstanbul’da bile yok, sakın rakamda bir yanlışlık olmasın…”
“Hayır, hayır…”
“Fakat…”
“Ne fakatı be?..”
“Nasıl olur bu?”
......
Mümeyyiz vaziyeti tayin etmemişti. Hâlâ Ahmet Bey’e madun muamelesi ediyordu. Kahraman kızardı.
“Hayır, hayır!” dedi. “İtiraza lüzum yok. Kongre için bütün azanın toplanması icap etmez. On kişi, beş kişi hatta iki kişi kâfi… Diğerleri reylerini bunlara havale ederler. Karbonari gibi nice siyasi cemiyetler vardır ki kongrelerini yıllarca bir aza ile yapmışlardır. Hasılı… lafı uzatmayalım. Susunuz, dinleyiniz.”
Mümeyyiz sararan yüzünü ekşiterek güldü. Cevabın katiliğinden yumuşamıştı:
“Zaten dinlemek, anlamak için soruyoruz.”
“Hayır siz asla hürriyete alışamayacaksınız. İtirazı, suali bırakınız. Yoksa şimdi sizi deminki münasebetsiz kapıcı gibi dışarı attırırım. Hem kapıdan değil ha…”
İcraattan hoşlanan salondakiler merakla sordular:
“Kapıdan değilse nereden, nereden attıracaksınız?”
“Pencereden, evet… pencereden! Altı yedi metrelik bir yükseklikten avluya atılınca itirazın ne demek olduğunu anlar. Hürriyet serbestlik demektir. Kanun-ı Esasi demektir. Buna ait bir söze itiraz etmek ‘istibdat’ cinayetinden başka bir şey değildir. İstibdatın cezası bütün hür milletlerde birdir.”
“Nedir? Nedir?” diye bağrıştılar.
“İdam!”
Ses seda kesildi. Bütün salonun üstünde bir ölüm havası dalgalandı. Köse mümeyyiz daha beter sarararak önüne baktı. Dışarı kaçacak bir yol yoktu. Ahmet Bey cevabının yaptığı uhrevi sükûn içinde hikâyesine devam etti:
“… Evet benim projem kabul olundu! Tüneli kazmaya başladık. Çıkardığımız toprakları Sulukule Deresi’ne atıyorduk. Bu topraklar denize yakın araziyi beş metre kadar büyüttü. Bu kadar büyük bir tebeddül karşısında bile hafiyeler bizim vücudumuzdan şüphe etmediler. Tuhaf değil mi?”
“…”
Hayretten kimse tasdik edemedi.
“… İstanbul’un bir sahili denize doğru büyüyordu da kimse bunu görmüyordu. Hâlbuki Nil Nehri’nin getirdiği kumlarla, çamurlarla İskenderiye sahillerinin gittikçe denize doğru genişlediğini maarif bütün mektep çocuklarına öğretiyordu. Nihayet yirmi senede bu tüneli tamamladık. Yirmi sene! Bu size uzun gelir değil mi?”
“…”
“… Hayır, bir inkılapçı, bir ihtilalci için bu zaman, yirmi dakika kadar kısadır. Ne eziyetler çektik! Saçlarımız ağardı. Şairlerin hayatta bahar farz ettikleri gençliğimiz dar, güneş görmez bir delik içinde kazma vurmakla geçti. Dişlerimiz döküldü…”
Feci, yorgun, perişan bir tavırla bu yirmi senelik uğraşmayı; Sulukule’nin, Yenibahçe’nin, Fatih’in, hatta Haliç’in, Beyoğlu’nun, Nişantaşı’nın altından geçen nihayetsiz tünelin nihayetsiz karanlıklarını Ahmet Bey anlattıkça masanın dibinde köse mümeyyiz fenalaşıyordu. Ah şimdi hürriyet olmasa, eski istibdat zamanı olsa ona kaç yaşında olduğunu soracak; “Yirmi dört yaşındayım!” cevabını alınca projesini kaç yaşındayken yaptığını tekrar soracaktı… İşte dayandığı şu geniş masanın üstünde dimdik duran bu genç, kazmayla değil, daha bir toplu iğne ile toprağa dokunmamıştı. Bunu görüyordu. Elleri pek pembe, pek temizdi. Âdeta bir kadın eli gibi. Saçları simsiyahtı. Beyaz olan yalnız dişleriydi. Hem içinde bir tane eksik yoktu. Demek bu Jön Türk tüneli dört yaşında kazmaya başlamıştı. Sual boğazından dilinin üstüne geliyor, dudaklarına dayanıyordu. Fakat köse mümeyyiz yutkundu. Suali karnına indirdi. Çünkü artık hürriyet devri içine girilmişti. Bir kahramana itirazvari sual sormak tehlikeli bir kabahatti. Kulağında bu korkunç kelimenin çınladığını duydu.
“İdam! İdam!”
Pencereyle avlunun arasındaki mesafe gözünün önüne geldi. İçini çekti. Sustu. Müstear ismi Ahmet Bey olan kahraman, hikâyesini anlattıkça salonun içindekiler titriyorlar; hayret, takdir sedaları çıkarıyorlardı. Hiç kimsenin inanmamazlık aklına gelmiyordu. Cumhur… Bu dinleyen, dinleyerek susan yığın, asla köse mümeyyiz gibi rakama ehemmiyet vermiyor, “zaman, mekân” umdeleriyle düşünmüyordu; en atmasyon vakaları, en esassız bir masalı en büyük bir hakikat gibi dinleyip inanmak istidadını haizdi. Evet… Bu tünel nihayet bir gece bitmişti. Masanın üzerinde canlı bir heykel gibi muhteşem bir vaziyet alan kahraman, hikâyesinin burasına gelince göğsüne vurdu:
“İşte vatandaşlar!” dedi. “Bir gece kazmamızı vurunca yıldızla dolu semayı gördük. Burası sarayın bahçesiydi! Ben başımı çıkardım. Etrafı dinledim. Biraz ileride nöbetçiler geziyordu. Mabeynin mükemmel bir haritası yanımızda hazırdı. Tekrar tünele çekildik. Hususi bir ihtilal aletiyle mevkimizi tayin ettik. Müstebitin yattığı köşkten yüz metre uzaktaydık. Arkadaşlarıma veda ettim. ‘Haydi, siz gidin, beni yalnız bırakın.’ dedim. Onlar tünele girdiler. Yer altından Sulukule’ye doğru gitmeye başladılar. Siz o vakit, o gece, o saat, o saniye kim bilir ne kadar rahat, ne kadar asude, sıcacık yatağınızda mışıl mışıl uyuyordunuz. Hâlbuki… Ben ne heyecanlar geçiriyordum…”
Bütün salon bir kulak kesilmiş; nefes almıyor, dinliyor, vakanın dehşetinden herkesin dizleri titriyordu. Kahraman, hareketlerini, vücuduyla tekrarlayarak yerde nasıl sürüne sürüne gittiğini, iki dakika içinde yirmi üç tane nöbetçi neferini nasıl zehirli hançerle öldürdüğünü, nihayet müstebitin yanına giriverince nasıl tabancasını alnına dayayıp sakalından tuttuğunu anlattı.
?!?!..
“Müstebit, ‘Aman, Jön Türk! Benden ne istersen iste! Vereyim. Yalnız canıma dokunma!’ deyince ben, ‘Senden bir şey istemem. Yalnız şimdi hürriyeti ilan edeceksin. Yoksa karışmam!’ dedim. Can korkusuyla hiç düşünmedi. Huzuruna giremeyen mabeyincilere sakalı elimdeyken yazdığı iradeyi gönderdi. İşte bu sabah gazetelerde okuduğunuz tebliğ benim ona yazdırdığım satırlardır…”
......
Kahraman anlattıkça hikâyesi kulaklardan geçerek ağızlardan çıkıyor… ağızdan ağıza yayılarak kapıdan, Babıali’nin avlusundan dışarı savruluyordu. O gece bu vakıayı İstanbul’da duymayan kalmadı. Sokaklara fırlayan binlerce kâtip, Jön Türk’ün kahramanlığını anlatıyorlar, işitenler henüz işitmeyenlere -kendilerinden de bazı şeyler karıştırarak- tekrarlıyorlar… Kadınlar evlerde, ihtiyarlar mahalle kahvelerinde, askerler kışlalarda, yirmi dört saat evvel bütün dünyaya hükmeden müstebitin nasıl sakalı ele verdiğini tahayyül ediyorlardı.
***
Ahmet Bey o akşam Nişantaşı’ndaki annesinin evine büyük bir zafer alayıyla gitti. Babıali’ye getirttiği arabanın atlarını çıkarmıştı. İkindiye doğru hürriyetin sahiden ilanına inanan tıbbiyeliler, hukuklular, darülfünunlular, medreseliler Babıali’ye üşüşmüşlerdi. Hepsi Ahmet Bey’in arabasına koşuldu.
“Yaşasın hürriyet! Yaşasın hürriyet!” nakaratıyla çekmeye başladılar. Babıali Caddesi cülus günü gibi donanmıştı. Köprü’den geçerken Ahmet Bey, “Artık köprü parası alınmayacak bu vahşiliktir, hürriyete yakışmaz!..” diye haykırdı. Mektepliler kendi hürriyet mabutlarının bu narasından coştular. Galeyana geldiler. Para toplayan memurları boyunlarındaki kutularla beraber denize fırlattılar. Memur barakalarını parçaladılar. Alay, Köprü’nün ortasına gelmeden Aziziye Karakolu’nu boşaltan askerler, takım kumandanları, yani onbaşıları Ferik Paşa önlerinde olduğu hâlde Galata’ya doğru kaçışıyorlardı. Jön Türk’ün arabasını çeken mekteplilerle medreselilere katılan halk on bini geçmişti. Bu muazzam alayın başı Karaköy’e geldiği hâlde Zülfikar gibi iki kuyruklu ucunun biri Bahçekapı’sında, biri henüz Yeni Cami muvakkithanesinin önündeydi. Birkaç dakika içinde bütün Galata’da dükkânlar kapandı. “Patrida”ları[5 - Patrida (Rumca): Vatan] olan Türkiye’yi ateşinden yanacak derecede şiddetli bir muhabbetle seven sevgili sadık “yerli Yunanlı” kardeşçiklerimiz de hemen Jön Türk’ün alayına katıldılar. Yahudiler Balat’tan ayrı bir alay yapmış koşuyorlar, hürriyet nümayişine yetişmek istiyorlardı. Belki İstanbul şimdiye kadar böyle sevinçli, böyle umumi bir hareket görmemişti. Alay Beyoğlu’na geldi. Fakat büyüdü. Büyüdü. Büyüdü… O kadar büyüdü ki Cadde-i Kebir bu kalabalığı almadı. Sıkışanın, üzülenin, ezilenin haddi hesabı yoktu. Bu ani tuğyandan şaşıran sefarethaneler tuhaf bir şaşkınlıkla bayraklar çekmişler, daha ne olduğunu iyice anlayamadıkları bu hadiseyi selamlıyorlardı. Genç mekteplilerin, kalın enseli, ince fikirli, son derece hürriyetperver medreselilerin sevinç gözyaşları dökerek çektikleri arabada küçük dağları yaratmış bir ilah yavrusu gibi kurulan Ahmet Bey, Rus sefarethanesinin önüne gelince insandan atlarına “Çüş!” manasına gelir garip bir ses çıkardı:
“Durrrr…”
Araba durdu. Alay durdu. Naralar, alkışlar durdu. Bu lahuti sükût içinde Jön Türk’ün, hürriyet mabudunun sedası işitildi:
“Ey vatandaşlar! Bizi dünyada en çok seven mukaddes komşumuzun, sevgili Çarlık Rusya’sının sefarethanesi önündeyiz… Onları selamlayalım. Eski, hain istibdat idaresi sevgili kardeşlerimiz olan Rusları, hürriyetperver Rus çarını bize düşman bildirmişti. Hayır, hayır, hayır… Hiçbir devlet kendi komşusuna düşman olmaz. Olamaz! Bu mantığa muhaliftir. Her ne kadar mantık yoksa da yine de muhaliftir. Bizim düşmanlarımız olsa olsa İspanya, Portekiz, İsveç, Norveç, Monako, Liberya, Arjantin, Panama hükûmetleridir. Biz bunların hücumundan korkmalıyız. Dünyanın en büyük hürriyetperveri olan çarın hükûmeti hür bir Türkiye’ye düşman olamaz…”
… Bu nutuk uzadı. Uzadı… Kendi memleketimizi bizden daha çok sevdiklerinden hiç kimsenin şüphe edemeyeceği sadık yerli Yunanlı kardeşlerimiz, ellerinden kıvılcımlar çıkacak derecede bu nutku alkışlıyorlar, “Zito, zito, zito…”[6 - Zito (Rumca): “Yaşasın!”] diye avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı. İngiltere sefarethanesinin önünde de Ahmet Bey bir nutuk söyledi. Bütün Osmanlılar anladı ki bizim en hakiki dostumuz, hatta vücudundan haberimiz olmayan müttefikimiz Rusya imiş…
… Alay, Harbiye Mektebinin önüne gelince o kadar çoğalmıştı ki… artık hareket imkânı kalmadı. Hava kararıyor, akşam oluyordu. Ahmet Bey sabahtan beri hiçbir şey yemediğinin şimdi farkına vardı. Arabanın üstünden dedi ki:
“Artık alayımız hareket edebilmek istidadını kaybetti. Bari bana bir kişilik yer açınız da gideyim.”
Mektepliler hep bir ağızdan bağırdılar:
“Asla, ey ‘kahraman-ı hürriyet!’, asla! Senin ayağın toprağa layık değildir. Caddeler, sokaklar seni görmek isteyenlerle dolu… Onların başlarına basarak yürü… İstediğin yere git…”
Arabanın içinde biraz doğruldu. Nişantaşı tarafına baktı. Hakikaten yer hiç gözükmüyordu. Kımıldamayan bir halk sürüsü bütün yolu doldurmuştu. Sabahleyin bol bol geçtiği sokak şimdi bir buçuk metre kadar yükselmiş… kırmızı tuğla kaplanmış gibiydi. Kalktı. Düşünmedi. Bir eliyle tek gözlüğünü tutarak bu kırmızı, fakat yumuşak tuğlalar üstünde yürümeye başladı. Alkışlayan eller ayaklarını okşuyordu. Yumuşak tuğlaların altında birtakım canlı yuvarlaklar kımıldıyor, nihayetsiz bir uğultu semaya yükseliyordu:
“Ya… şa… sın… Hür… ri… yet!”
Ahmet Bey düşe kalka evinin önüne geldi. Ama kapıya inmek ihtimali yoktu. Halk sıkışmış, kımıldayamıyordu. İkinci kat pencerelerinden bakan hizmetçiler beylerini herkesin başında, elleri üstünde yürüyor görünce koşup hanımefendiye haber verdiler. Hanımefendi otuz senedir İstanbul’da oturduğu hâlde Türkçe konuşmasını öğrenememiş bir Çerkez’di. Kızların laflarını iyice anlayamadı. Lakin sevgili Ahmet’inin ismini duyunca “Acaba bir kaza mı oldu?” diye pencereye koştu. Balık istifi gibi sokağa dolan halkın başları üzerinde gezinen oğlunu görünce şaşırdı. Panjuru aralık etti:
“Ayol ümmet-i Muhammed’imin başında böyle yürümeye utanmıyor musun Ahmet!..”
Ahmet Bey başını kaldırdı. Müstear isminin hâlâ kullanılması birdenbire onu hiddetlendirdi. İçeri girmek istediğini unuttu.
“Affedersin anne! Benim adım Ahmet değil…” dedi.
Zavallı kadın yanlışlık olmasın diye oğluna dikkatli dikkatli baktı… Hayır, hiç şüphesi yoktu. İşte… oydu! Ta kendisiydi. Doğurduğu, meme verdiği, büyüttüğü, ismini koyduğu oğlu… Ahmet Beyciğiydi. Kızdı:
“Halt mı etmişsin, edin seni Ame…”
“Değil işte…”
“Hayır, Ame, Ame…”
“Ahmet değil işte!”
“Sus, aklı mı kaybettin? İçerime fenalık gelecek.”
“Hayır, Ahmet değil diyorum. Sen benim asıl ismimi bilmezsin…”
......
Bu münakaşa ana oğul arasında âdeta şiddetlice bir kavga hâlini aldı. Zavallı kadın oğlunun isminin “Ahmet” olduğuna evdeki bütün hizmetçileri, ihtiyar dadısını şahit gösterip pencereye getiriyor, rahmetli babasının, şeyh efendisi doğduğu vakit kulağına avazı çıktığı kadar ezan okuyarak “Ahmet” ismini koyduğunu… hatta bu ezanın şiddetinden küçükken kulağının ağrıyıp ta akil baliğ oluncaya kadar aktığını anlatıyordu. Ahmet Bey bütün hatıralara, şahitliklere karşı inkârında inat etti. O kadar ki… annesinin sinirleri tuttu. Zavallı kadın oğlunun ismi kaybolur yahut değişirse onu bütün bütün elden kaçıracakmış gibi bir vehme kapılıyor, haklı olduğunu ispata çalışıyordu. Fakat muvaffak olamadı.
“Hayyy…” diye bir çığlık kopardı. Arkasındaki hizmetçi kızın kucağına düştü, bayıldı. Ahmet Bey’in üzerinde gezindiği yumuşak tuğlaların altındaki canlı yuvarlak taşlardan çıkan fısıltılar, sakin bir göl dalgası gibi birbirine karışıyor; “müthiş Jön Türk’ün hakiki ismini annesinin bile bilmediği” uzaklara; İstanbul’un en ücra köşelerine yayılıyordu. Ahmet Bey, annesini merak etti. Aile içinde “Deli Saraylı” şöhretini taşıyan bu kadıncağız en ufak şeye hiddetlenir; elleri, çeneleri kilitlenir, bayılınca saatlerce ayılmazdı. Ahmet Bey son bir gayretle, kapının önündekileri biraz aralık edip aşağıya inmeye çalıştı. Olacak iş değildi. Nümayişler bir granitin ecza-yı fer-diyesi gibi sıkışmışlardı. Eve nasıl girecekti? Galatasaray’ın jimnastik dersleri onu mahir akrobat yapmıştı. Sinemalarda aktörlerin, hırsız, apaş rolüne çıkanların duvarlardan atladıkları, en üst pencerelerden binalara daldıklarını gördükçe hep içinden, Bendaha çeviğim, ben olsam bu kadar yavaş tırmanmam! der, yanındakilere kendisinin bir el ile barfikste tam mihver döndüğünü söylerdi. İşte şimdi münasip bir fırsat… Herkes onun çevikliğini, marifetini görecekti. Akrobatlığı, cambazlığı şöhretine şöhret, şanına başka bir şan ilave edecekti. Diyeceklerdi ki:
“Aman bu Jön Türk! Düz duvarı kedi gibi çıkıyor. Yüksekten, tehlikeden hiç korkmuyor, ne cesaret, ne cesaret!”
Evet mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek lazımdı. Sokağı dolduran bu kalabalığın sebebini anlamayan, kalabalığın kafalarında gezen beyini gayet eğlenceli bir palyaço gibi seyrederek gülen Anadolulu arsız evlatlığa, “Kız, dadımı çağır!” diye haykırdı. Evlatlık hemen pencereden kayboldu. Bir dakika sonra tekrar aynı pencerede göründü.
“Dadı gelmiyor.”
“Niçin?”
“Hanımefendiyi koku ile ovuyor.”
“Mehveş’i çağır!”
“Mehveş ablam da hanımefendinin kollarını ovuyor.”
“Peyker’i çağır!”
“Peyker ablam da hanımefendinin ayaklarını ovuyor.”
“Pesent’i çağır!”
“Pesent ablam da hepsinin ellerine kolonya döküyor.”
“Despina nerede?”
“Bilmem…”
“Git çabuk, bak…”
Evlatlık yine pencereden kayboldu. Aradan çok geçmedi. Yine aynı pencerede görünerek haykırmaya başladı:
“Despina aşçının yanında oturuyor. Çağırdım.”
“Geliyor mu?”
“Saçlarını düzeltiyor. Gelecek.”
… İkinci kat pencerelerinin birinden Despina göründü. Şeytan, maskara, güzel bir Rum kızı… Hürriyetin ne olduğunu çapkın pekâlâ biliyordu. Sokaktaki gürültüden, bağrışmalardan hiçbir şey anlamayan Bolulu aşçıbaşına demin hürriyetin manasını, “Sizin hanımlar da bizim gibi olacak artık! Hürriyet bu demek!” diye anlatmıştı. “Tuh tuh, töbe… Sus gopeğin gizi…” diye hürriyeti anlayamayan koca Türk, hâlâ bu gürültüleri, bu kalabalığı bir yangın sanıyor, Ateş buralara gelinceye kadar ben yemeği verir, bulaşıkları bile yıkarım, düşüncesiyle hiç istifini bozmuyordu.
“Ne istiyorsunuz beyefendi?”
“Görüyorsun ya içeri gireceğim! Sokak kapısına inecek yer yok.”
“Ne yapayım?”
“Git çamaşır iplerinden getir. Sarkıt. Ben tırmanarak pencereye çıkayım.”
Bu kadar alaylı bir manzara Despina’yı gülmekten katıltıyordu.
“Simdi, simdi küçük bey!..” diye kahkahalarla sıçrayarak ipi getirmeye gitti. Ahmet pazılarını elleriyle yokluyor, altındaki cumhura bakıyor, mektepte imtihanlara girerken duyduğu heyecana benzer bir ürperme, kalbini biraz fazla çarptırıyordu. Sabahtan beri yorgunluktan, açlıktan hisleri körleşmişti. Altındaki cumhur bir şeyler bağırıyor fakat artık o manasını anlamıyordu. Kulakları derin şimşekli bir uğultu ile dolmuştu.
“Hürriyet!”
“Yaşasın!”
“Jön Türk!”
Bu kelimelerin anlaşılmaz bir surette karışmasından hasıl olan bir uğultu… Müthiş, muazzam bir gürültü…
Despina elinde iple ikinci kattan görününce Ahmet Bey “En üst kata, en üst kata çık!” diye haykırdı.
“Düsezeksiniz, beyim.”
“Haydi, sen karışma! En üst kata çık diyorum!”
Ahmet Bey’in, fırsat düşünce muvaffakiyetin azamisini elde etmek âdetiydi. En üst katın pencereleri dururken, ikinci kattan girmek hakikaten abesti. Çapkın Despina’yı dördüncü katın pencerelerinde bekliyorken, tavan arasının penceresinden ipi sarkıttığını görünce öyle sevindi ki…
“Sarkıt, sarkıt…”
“İşte!”
“Biraz daha…”
Ahmet Bey ipin ucunu tuttu. Despina yukarıdan haykırdı:
“İpi nereye bağlayayım.”
“Orada bir yer yok mu?”
“Panjurun demir mandalı var.”
“Pekâlâ, işte ona bağla.”
İp bağlandıktan sonra cumhurun alkışları arasında yavaş yavaş Ahmet Bey çıkmaya başladı. Kollarının müthiş kuvvetini göstermek için ayaklarını hiç ipe dokundurmuyordu. İkinci katı geçmişti. Birdenbire Despina’nın çığlığıyla beraber demir mandal koptu. Ahmet Bey ahalinin tepesine yuvarlandı. Bu yuvarlanıştan şüphesiz başları çok acıyan, beyinleri sarsılan halk hiçbir şikâyet sedası çıkarmadı. Bilakis yine olanca kuvvetiyle “Yaşasın Jön Türk, yaşasın!” diye haykırışlar… Ahmet Bey başını yukarı kaldırdı.
“Despina, Despina…” diye avazı çıktığı kadar haykırdı. İşittiremedi. Tavan arasının penceresinden yarı beline kadar sarkan, ellerini çırpan Rum kızı alkış hezeyanına uğramış, sıçrayıp duruyordu. Bu Ahmet Bey’in bir hafta evvel Müstahdemin İdaresinden getirdiği genç, şuh bir hizmetçiydi. Elini salladı:
“Despina, Despina… be!”
Efendisinin harikulade vaziyetinden galeyana gelen kız ince sesiyle haykırdı:
“Ti ehi vire begimu?”[7 - “Ne var bre beyim?” (Rumca)]
“Tekrar ip sarkıt.”
“Ne yapazaksınız?”
“Göreceksin…”
“Kala, kala…”[8 - “Tamam, tamam…” (Rumca)]
“İpleri balkona bağla. Ucunu aşağı uzat.”
“Kala, kala…”
......
Tavan arasının balkonundan eve girmeyi pek hoş bulan kız yine keskin bir kahkahayla halkın gürültüsünü çınlattı. Ahmet Bey, Despina’nın sarkıttığı ipi tutunca tırmanmaya başladı. Birinci, ikinci kat hizasına kadar çıktı. Müthiş bir gürültü; “Yaşasın Jön Türk! Yaşasın Jön Türk!” gürültüsü camları sarsıyordu. Fakat Ahmet Bey işte ne vakitten beri ipe çıkmamıştı. İdmanı kaçmıştı. Elleri acıyor, kolları kesiliyordu. Aklına, tekrar aşağı kayıp ikinci katın penceresinden içeri girivermek geldi. Ama muvafık değildi. Tükürdüğünü yalamaktı. İşte mademki ipi balkondan sarkıttırmıştı, oradan girmeliydi. Maksadından yarı yerde dönmek azimsizlikti. Hâlbuki kendisi?.. Jön Türk!.. Ulvi bir kuvvet bütün vücudundan taştı. Dişlerini sıktı. Son bir gayretle ipe sarıldı. Santimetre santimetre yükseliyordu. Sokağı dolduran halk “Yaşasın, yaşasın!” diye haykırıyor, karşı tarafında açılan panjurlardaki çoluk çocuk kafalar da alkışlara karışıyor, yarı beline kadar sarkan Despina, ince sesiyle “Gayret begimu, gayret…” diye onu teşci ediyordu.
Ne ise zorla balkonun kenarına yapıştı. Kollarını kendisine uzatan Despina’yı kucakladı. Mevkisinin sevinciyle, bu siyah, zorla gülen gözler derin bir aşk güneşinin yakıcı aydınlığını görür gibi oldu. Halk, Jön Türk’ün muvaffakiyetinden deliriyor, coşuyor, taşıyordu. Bu beyaz yanakların üstündeki ince kumral kaşların arasını öpmek istedi. Birden içinden ilahi bir seda “Senin aşkın hürriyettir! Ne yapıyorsun?” dedi.
“Evet. Ne yapıyorum?” diye mırıldandı. Despina kollarından kurtularak cevap verdi:
“Çok büyük ayıp yapıyorsun, herkes karşısında böyle…”
“Haydi, sen aşağı in.”
“Başüstüne!”
Kızı aşağı savınca balkona yaslandı. Artık tamamıyla akşam olmuş, sakin semada yıldızlar, bu nümayişin azametinden mahzuz oluyor gibi pırlanta şuleleriyle titremeye başlamışlardı.
“Haydi vatandaşlar! Yarına, yarına!” diye haykırdı. “Yarına… Şimdi evlerinize gidiniz. Çoluğunuzu çocuğunuzu tebrik ediniz. Onlara söyleyiniz ki artık bedbaht olmalarının ihtimali yoktur. Çünkü hürriyet güneşi doğdu. Bu güneşin altında bütün sefaletlerin, rezaletlerin nasıl eriyeceğini size mufassalan anlatacağım. Yarın. Yarın. Evet yarın. Zira bugün çok yorgunum… Hem yarın size öyle bir şey söyleyeceğim ki… bunu işitince hayatınızın en büyük bir saadetini idrak etmiş olacaksınız.”
Kırmızı tuğlaların altındaki sıcak taşlar bağrıştılar:
“Ne söyleyeceksin? Ne söyleyeceksin?”
......
“Size şimdiye kadar kimsenin bilmediği hakiki ismimi söyleyeceğim. Evet yarın bunu işiteceksiniz!”
Bu vaat, bu müjde halk arasında öyle müthiş, öyle korkunç, öyle tarif olunamaz derecede şiddetli bir sevinç husule getirdi ki… manası anlaşılmaz bir uğultu, dar bir nehrin yatağına akmış bir umman, bir tufan gürültüsünü yükseltiyor; her tarafta açılan panjurlardan kadın, kız, erkek, çocuk başları uzanıyor; bu umumi tahassüse her taraftan iştirak olunuyordu. Bu uğultu büyüyor, dalgalanıyor, ânâtını değiştiriyor, yavaş yavaş bir musiki hâline geliyordu.
Ahmet Bey balkondan ayrılamıyordu.
Ruhundaki azametin göklere sığmayacak derecede esirîleştiğini, âdeta bütün kâinata inkılap ettiğini duyuyor, kendini bu ulviyet karşısında bir nokta gibi ufacık görüyordu. İpten sıyrılarak kanayan ellerine, kabarık göğsüne, yukarı kıvrılmış siyah bıyıklarına bakıyor, burnunun gölgesinde pembe, manevi bir nurun parladığını fark ediyordu. Büyük sokaktan geniş caddeye kadar uzanan manzaraya dalıyor, hangi imparatorun bu kadar sadık tebaası olabileceğini düşünüyordu. Hayır, hayır… Onun şimdi imparatorların fevkinde bir kuvveti vardı. Ne dese şu halk, şu birbirini ezen, bağıran, haykıran, teganni eden halk, ne dese hemen yapacaktı! İmparatorlar değil hatta hiçbir peygamber hayatında bu kadar sadık, bu kadar meftun bir ümmete sahip olmamıştı. Allah’la Tûr-ı Sina’da görüşen Musa’nın müminleri kaç kişi idi? Kızoğlankız anasından babasız doğan, doğuşuyla mucizelerin en büyüğünü gösteren İsa’nın kaç mümini vardı. Topu tüfeği on iki kişi değil mi? Bu on iki kişinin içinde de bir hain çıktı. Zavallı peygamberin çarmıha gerilmemek için şeklini değiştirerek genç yaşında göğe kaçmasına sebep oldu. Hâlbuki şimdi bütün İstanbul, yani bir milyon kişi ona tabiydi, ondan doğan güneşe tapıyorlardı. Sokaktaki uğultu büyüyor, büyüdükçe musikileşiyordu. Ahmet Bey bir an, eskiden tanıdığı bir ahengin yükselir gibi olduğunu zannetti.
Evet, evet… Bu havayı tanıyordu.
Halk… hayır, halk değil; halkın “deha” sesi otuz üç sene evvel hürriyet rüyasından kalma bir nağmenin, veznini bozmadan, güftesini değiştiriyor, düzeltiyor, bağırıyordu:
Kalkın, ey ehl-i vatan!
Biz de şâdân olalım,
Bu “Jön Türk”ün uğruna
Biz de kurban olalım…
Gök iyice karardı. Hava gazları “gelip gitme” kesildiği için yakılamamıştı. Sokaktaki kalabalık seyrekleşe seyrekleşe caddeye aktı. Ahmet Bey balkonun tırabzanına dayadığı kolunun uyuştuğunu duydu. Derin tefekkürlerden uyanan dalgınlara has cevval bir mahmurlukla doğruldu. Balkon kapısını açtı. Üzerinde yatak yığınları duran sandıkların arasından geçti. Merdiven kapkaranlıktı. Parmaklıkları tutarak indi. İkinci kata gelince annesinin odasına doğru yürüdü. Hâlâ ayılmamış olacaktı. Zavallının kollarını, göğsünü kolonya ile ovan hizmetçilere kapıdan sordu:
“Daha açılmadı mı?
Kızlar, “Hayır…” dediler. Annesinin hizmetçi kıtlığına kıran girmiş gibi Kastamonu’dan getirttiği arsız evlatlık ilave etti:
“… Hep kulağına ‘İsmi Ahmet Bey’miş. Şaka yapmış.’ diye bağırdık. Duymadı.”
......
Ahmet Bey bu tedavi tarzına fena hâlde hiddetlendi. Kan beynine fırladı. Yüzü kızardı. Yumruklarını sıkarak “Bir daha bana ‘Ahmet Bey’ dediğinizi duyarsam vallahi hepinizi döver, bu evden kovarım!” diye haykırdı.
Baygın annesinin uzandığı kırmızı kadife kanepenin baş ucunda, ayakta duran ihtiyar dadısı, böyle birdenbire değişen beyinin hâline feci feci baktı:
“Öyle ise artık size ne diyelim?”
“Asıl ismimi söyleyiniz.”
“Asıl isminiz ne?”
“…”
Bunu henüz Ahmet Bey de bilmiyordu.
“?”
“Yarın söylerim.” dedi. “Aceleden patlıyor musunuz? Daha dünyada kimse asıl ismimi öğrenmedi!”
“…”
***
İnce, beyaz Mısır hasırı döşeli sofadan yürüdü. Yatak odasına girdi. Esvapları, kitapları, kâğıtları, hasılı her şeyi bu geniş odadaydı.
Hava gazı lambasını yakmışlardı. Açık pencerenin yanındaki Şam kumaşı kaplanmış alçak koltuğa kendini attı. Bir an daldı. Kımıldamadı. Ansızın tek gözlüğü düştü. Onu yerden alırken karşısında Despina’yı gördü. Haberi olmadan içeri girmişti:
“Servit, mösyö, servit…”[9 - “Yemek hazır, efendim, yemek hazır.” (Fr.)]
“Haydi, git, yemek filan istemem!” diye onu kovdu.
“…”
İşte bir anda halkın mabudu oluvermişti. Bunu hissediyordu. Evvela sırf boş bir tefahürden, emelsiz bir cakadan, dipsiz bir gösterişten ibaret olan “hürriyetperverlik” iddiasını “halk” denen yığın sahih sanmıştı. O şimdiye kadar bütün tanıdıklarını âdeta bir sanat edindiği “satışı” sayesinde aldatırdı. Mesela her ay annesinin verdiği on beş lira ile kalemden aldığı iki bin beş yüz kuruştan başka on para bir geliri olmadığı hâlde kendine bir zengin, bir milyoner süsü verir, tanıştıklarının hepsi de onu zengin sanırlardı. Zamanenin ne kadar büyük adamı varsa hepsini tanır, evlerine gider, sofralarında kalır… gibi görünürdü. Kalemde daima şöyle söze başlardı:
“… Başkâtip Paşa’nın konağında o gece sabaha kadar eğlendik. Bir saat uyuyamamışım, kalkınca…”
Yahut:
“… Tam yatacaktım. Kapı çalındı. Mabeyinden bir yaver gelmiş, Darüssaade ağası beni istemiş! ‘Gidemem, hastayım…’ diyecektim ama… Hınzır Arap’ın hatırını kırmaya gelmez ki… Bu soğukta kalktım, gittim. Yanıma şeyi… Evet, neyse… Onu yanıma aldım. Dışarı fırladım…”
Yahut da:
“… Fehim Paşa arabasını o gün bana vermişti. Margerit’e iki yüz elli liralık bir çek gönderdim. Hemen geldi. Arabaya, sahibinin metresiyle binerek öyle bir eğlendik ki… tarif edemem…”
İlah, ilah, ilah…
Hâlbuki bunların hiçbirisinin aslı yoktu. Yalnız büyük adamlara mensup görünmekle kalmaz; cesur, şair, edip, feylesof, âlim, derviş, pehlivan, tamburacı, damacı gibi… görünmek ister, hem de görünürdü. Kalemde küçüklerin yanında hep kendine “esraralud bir Jön Türk” süsü verir, bir satırını görmediği hâlde Namık Kemal’in bütün eserlerini okuduğunu söyler, aklında kalmayan bazı şiirlerini bile ezberden okurdu. Hatta şehit Mithat Paşa’nın kanlı gömleğinin evinde saklı olduğunu, rast geldiğine bir sır olmak üzere söyler, bu sırrı saklayacaklarına peşinen yeminler ettirirdi. Herkesi inandırmakta son derece mahirdi. Çünkü görünmek, caka satmak istediği şeyin aslına hiç ehemmiyet vermezdi. Onun ehemmiyet verdiği şey, yalnız öyle görünmekti… İşte bütün kuvvetini bu tarafa sarf ettiği için muvaffak olurdu. Görünmek istediği şeylerden birisi de zenginlikti. Zengin olmayı aklından bile geçirmezdi. Haddizatında zenginliğin de ona göre hiçbir ehemmiyeti yoktu. Yalnız zengin görünmenin ehemmiyeti vardı. Bir zengin gibi hareket eder, daima, aslı olmayan yüz bin liralardan, çeklerden, madenlerden, apartmanlardan bahsederdi. Gayet hasis olan annesinin ne kadar iradı olduğunu da bilmiyordu. Babası nesi var nesi yok, bu kadına bırakmıştı. Lisanı gibi tabiatını da değiştirmeyen bu köylü Çerkez, sineği sıkıp yağını çıkaracak derecede muktesitti. Daima sofrada kendisine, “Ah, paranın bereketi kalmadı. Boğaza yetiştiremiyorum.” diye sızlanırdı.
“Anne! Yemekte para, masraf lafı etme!” diyen Ahmet Bey yarın mirasa konunca satın alacağı gümüş takımları, vereceği ziyafetleri düşünerek dalar giderdi. İlmi, fazlı, kuvveti, kibarlığı, şıklığı, hasılı her şeyi biraz kabuk, biraz renk, biraz boyaydı. Neye kıymet verilirse o kıymete sahiden sahip olmaya çalışmaz, o kıymet kendisinde eskiden varmış gibi görünmeye uğraşır, muvaffak da olurdu.
Fakat bu son muvaffakiyeti…
… O kadar büyüktü ki… şimdi düşünürken kendisi bile şaşıyordu. Evet, büyük bir cesaret göstermiş, Babıali’de, daha herkes korkuyla şüpheden uyuşuk dururken, “Yaşasın hürriyet!” diye haykırmıştı. Sonrasını pek iyi hatırlıyordu. Çorap söküğü gibi gitmişti. O, “cemiyet”in “fert” gibi, belki fertten ziyade hayalperver bir isterik olduğunu bilmezdi. Fertlerin inanamayacağı ne kadar kaba yalanlar vardı ki cemiyet bunlara hemen kapılır, fakat… fakat çabuk ayılır; hayali, fertten daha çabuk inkisara uğrardı.
Şimdi koltuğunda derin bir hülyaya dalan Ahmet Bey, cemiyetin ruhundaki bu oynak temayülden haberi olmadığı için hâlâ dışarıdan gelen sesleri, nümayiş gürültülerini dinleyerek halkın kendine verdiği ehemmiyete kendi de ehemmiyet veriyor… hayalinde şanla, şerefle, altınla çerçevelenmiş pembe, nihayetsiz bir ufuk açılıyordu.
Yarın ne olacaktı?
İsmi duyulunca şöhreti bir anda, telgraflarla dünyanın her köşesine yayılmayacak mıydı?
Fakat ismi?
Evet, sabah olmadan ismini, asıl kendi ismini bulmalıydı. Düşünmeye başladı. Aklına “Edebiyat-ı Cedide” romanlarında okuduğu isimler geliyordu: “Bülent, Nevin, Nahit, Fahir, Sühran, Şadan, Kâmuran, Süha, Neriman, falan…” Hayır, bunları beğenmiyordu. Öyle bir isim olsun ki… hiç işitilmemiş, hiç kullanılmamış olmanın yanında kendi mevcudiyetine, büyüklüğüne, ehemmiyetine uysun! İki saatten ziyade aradı, bulamadı.
Ne kadar isim varsa hepsi kullanılmıştı. Kullananların hepsini kendinden aşağı, kendini onların hepsinden yukarı, yüksek görüyordu.
“Yeni bir kelime uydurmalıyım…” dedi. Ama bu nasıl olacaktı? Bestekâr Verdi’nin ismini hatırladı. Tokatlıyan’da anlatırlarken işitmişti. Bu bestekâr, kralından mükâfat olarak ismini istemiş, kral da ona kendi isminin her kelimesinden yalnız birer harf vermişti:
“Victor Emmanuel, Roi d’Italie”, “v, r, d, i” İşte “Verdi” ismi! “Verdi” ismi böyle doğmuştu. Hâlbuki o kimin isminden harf alabilirdi. Abdülhamit Han Hazretleri’nden mi? Hayır! Haşa… Onu yarın belki yerinden düşürecekti. Korkar gibi etrafına bakındı. Dolabın aynasında kendisini gördü. Fesi bile hâlâ başında duruyordu. Çıkardı. Karşıki kanepeye fırlattı. Parmaklarıyla alabros saçlarını düzeltti. Hâlâ sokakta nümayişçilerin, hürriyetçilerin sedaları dalgalanıyordu. Tek gözlüğünü eline aldı. Göğsündeki cebinden çektiği ipekli mendille silmeye başladı. Mutlaka bir hükümdar isminden mi harf alınabilirdi? Birkaç hükümdarın isminden de pekâlâ alınabilirdi. Mesela Avrupa hükümdarlarının isimlerinden… Ayağa kalktı. Lavabonun yanındaki küçük akaju yazıhaneye oturdu. Yazıhanenin sağında yüksek bir tournant[10 - Döner dolap (Fr.).] vardı. Raflar eski “Frou Frou” nüshalarıyla dolu idi. Ahmet Bey Türkçe cinai roman tercümeleriyle bu açık Paris gazetelerinden daima alırdı. Romanları sabahleyin yatakta okur, Culotte Rouge’un, Sans-Géne’in yatmazdan evvel resimlerine bakardı. Son okuduğu cinai romanlardan bir tanesi tournantın ta üstündeydi. Uzandı. Onu aldı. Kabını açtı. Boş sayfaya, cebinden çıkardığı kırmızı mürekkepli bir kalemle aklına gelen Avrupa hükümdarlarının isimlerini yazdı: Nicola, Vilhelm, Edvard, Victor Emmanuel, Alfons, Yorgi, Jorj, Fransuva-Jozef, Albert, Hakon… Bu isimlerin başlarından birer harf topladı. Yazdı:
Nvevayjfah…
Yazdığına baktı. Telaffuz etti. Bağırdı. Hoşuna gitmedi. Bu harflerin birkaç defa yerlerini değiştirdi:
Hafjyararan,
Fanajavah,
Vanjnuhfa,
Jafnahvu…
Yavaş yavaş okudu. Ağır okudu. Hızlı okudu. Bağırdı. Hayır, hayır… Beğenemedi. Hoşuna gitmedi.
“Vay anasını!” dedi. “Beni ya Hintli ya Çerkez sanacaklar, hep Hintli, hep Çerkez ismi çıkıyor.”
Sonra hürriyetin üç meşhur şiarından birer harf almasını düşündü. Onu da tecrübe etti: Hürriyet, müsavat, uhuvvet! Yazdı:
“Humma…”
Hastalık ismi! Beğenmedi. Sait gibi elifi ortaya aldı:
“Ham…”
Yüzünü buruşturdu.
Bir kere daha değiştirdi:
“Amh…”
Bu hepsinden münasebetsizdi.
Gece yarısı geçti. O hâlâ romanın kenarlarına isimler yazıyor, başlarından birer harf topluyordu. Meşhur kahramanların, meşhur inkılapçıların isimlerinden çıkardığı kelimeler birbirinden münasebetsiz, birbirinden biçimsiz oluyordu. Nihayet bu usulü bıraktı. Yazıhanesinde, romanlarda rast geldiği bazı kelimelere bakmak için daima bir “Lügat-i Osmaniye” dururdu. Ona el attı. Önüne açtı. Karıştırmaya başladı. Gözü ansızın bir kelimeye takıldı, kaldı: Efruz…
Manasını okudu: “Ziyalandırıcı, ruşen edici olan.”
Tekrarladı:
“Efruz…”
“Efruz…”
“Efruz…”
......
Hoştu. Ahenkliydi. Hele manası tamamıyla kendine uyuyordu. İstibdat, zulüm karanlığını o aydınlatmamış mıydı? Bundan başka… evet, şimdiye kadar hiç kimse bu ismi taşımamıştı.
“Efruz, Efruz…”
Gece gündüz terkip düzmek için lügatlerde Arapça, Acemce kelime arayan şairler, edipler nasıl olup bunu bulamamışlar, kendilerine mahlas diye kullanamamışlardı. Buna şaşıyordu. Bu, tamamıyla büyüklük, ulviyet, yükseklik ve harikuladeliğin ismiydi.
“Efruz Bey, Efruz Beyefendi, Efruz Paşa, Efruz Han, Efruz Sultan, Efruz Şah…”
Ayağa kalktı. Bir aşağı, bir yukarı gezinmeye başladı. İsmini telaffuz ediyordu. Asıl kendi ismini telaffuz ediyordu: “Efruz Bey, Efruz Bey…”
… Artık sabah oluyor, yıldızları silinen göklerin menekşe rengindeki ziyaları camları parlatıyordu. Efruz Bey yirmi dört saattir ne yemiş ne içmiş ne de uyumuştu. Vücudunda hiç yorgunluk duymuyordu. Sinirlerinde, hayalinde öyle şiddetli bir faaliyet vardı ki oturamıyor, duramıyordu. Bu sefer asıl ismini öğrenen halk kim bilir onu nasıl alkışlayacaktı; “Yaşasın Efruz Bey!” diye bağıracaklardı. İsminin aksiyle İstanbul’un yedi tepesi, dünyanın bütün tepeleri, dağları, nehirleri, bataklıkları, gölleri, çölleri, ormanları, yanardağları, hatta be hatta cümudiyeleri çınlayacaktı. Zihni o derece hayal ile dolu idi ki… fikirlerini seçemiyor, bugün ne yapacağını tayin edemiyordu. Hakikaten yapacak çok şey vardı. Fakat bunlar neydi? Bunları henüz tasavvur bile edemiyordu. Durdu. Yorulmamış bir azmin bütün kuvvetiyle gerildi. Ellerini kalçalarına koydu. Avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Yaşasın Efruz Bey!”
......
Bütün ev halkı, annesi, dadısı, hizmetçi kızlar, evlatlık, “Ne oluyoruz?” diye yataklarından fırlayarak onun odasına koştular. Efruz Bey’i bu kadar erken giyinmiş, dışarı çıkacak gibi hazırlanmış görünce şaşırdılar. Bilmiyorlardı ki o bu sabah giyinmemiş, yani dün gece hiç soyunmamıştı. Kenarı gümüşi yollu beyaz bir yemeni ile saçlarını sımsıkı bağlamış olan annesi “Ahmetçiğim, niye bağırdın? Sana bir şey mi oldu? Ödümüzü kopardın. Ne var?” diye boynuna sarılmak istedi. Efruz Bey hiddetli hiddetli haykırdı:
“Hâlâ bana… hâlâ bana ‘Ahmet’ diyorsunuz ha?”
“Ne diyelim?”
“Asıl ismimi söyleyiniz.”
“Asıl ismin ‘Ahmet’ değil mi? Sen deli mi oldun?”
“Sen deli olmuşsun anne! Benim ismim ‘Ahmet’ mi?”
“…”
Bu kadar büyük bir iman, bir katiyet karşısında şaşalayan, ağzı açılıp içinden dili birkaç santimetre dışarı çıkan zavallı kadın, gözlerini kırparak tekrar sordu: “Ya ne?”
“Efruz…”
“Ne?”
“Efruz…”
Pek uzun süren birkaç saniye içinde anne, kızlar, dadı, hepsi birbirlerine bakıştılar. Sofu kadın böyle isim değiştirmeyi en büyük cinayet sayıyordu. Sarayda “kapı yoldaşları”nın bazısının güzel isimleri olurdu. Yeni gelen halayıklara vermek için bu güzel isimlilerden birisinin ismi alınır, kendisine başka bir isim verilirse ismin eski sahibi olan kız yıllarca ağlar, bedbaht olurdu. Hatta bir arkadaşını hatırlıyordu. On bir senelik ismini alıp yeni gelen bir kıza verdikleri için inat etmiş, günlerce yemek yememiş, açlıkla kendini öldürmüştü.
Efruz… Hem bu nasıl isimdi?
“Oğlum, sen Müslüman’sın, böyle gâvur ismi takınmaya utanmaz mısın?”
“Bu gâvurca değil, Farisice…”
“Nece olursa olsun, hiç böyle isim işitilmemiş!”
“…”
Efruz Bey o kadar kati söylüyordu ki annesi, dadısı, kızlar, nasıl olduğunu bilmedikleri hâlde, onun asıl isminin “Efruz” olduğuna inanır gibi oluyorlardı.
… Ortalık tamamıyla aydınlanmıştı. Hürriyetçiler hezeyana uğramış bir çılgın sürüsü hâlinde sokağa birikmişlerdi. Bu sefer ellerinde allı beyazlı hürriyet bayrakları da vardı. Bağrışıyorlardı.
Efruz Bey camı açık pencereden başını çıkardı. Bu vatanperverlere baktı. Beş on bin kişi vardı. Aralarına irili ufaklı mektep çocukları da karışmıştı. Üç kalabalık bando, dün halkın güftesini değiştirdiği marşı çalıyor, çocuklar… büyükler… hepsi avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı:
Kalkın ey Osmanlılar!
Biz de şâdân olalım,
Bir Jön Türk’ün uğruna
Biz de kurban olalım…
Zavallıların asıl kendi isminden haberleri yoktu. Bu umumi cehalete acıdı. Az kalsın gözleri yaşaracaktı, eliyle sükût işareti etti.
Bütün bandolar, bağıranlar sustular.
“Ne istiyorsunuz vatandaşlar?”
Halk bir ağızdan cevap verdi:
“Seni, seni…”
“Ben kimim?”
“Jön Türk’sün, Jön Türk’sün…”
“İsmim ne?”
“Bilmiyoruz. İsmin ne? İsmin ne?”
“Efruz…”
“…”
“Efruz…”
Halk bu ismi işitince hakikaten çıldırdı. Sanki hepsi sarhoştu. El şakırtıları, “Yaşasın!” sedaları arasında tekrarladıkları bu isim pek hoşlarına gidiyordu.
Efruz Bey her sabahki tıraş âdetini bile yapamadı. Yalnız lavabonun önündeki aynaya yaklaştı. Siyah bir pomatla çabuk çabuk bıyıklarını kıvırdı. Merdivenleri dörder dörder atlayarak aşağı indi. Kapıyı açtı. Dışarı çıktı. Dışarı çıkar çıkmaz halk onu yakaladı. Omuzlarına aldı.
Hareket başladı.
Harbiye Mektebi, Taksim Bahçesi’yle Cadde-i Kebir… Her taraf hürriyet bayraklarıyla donatılmıştı. Sokak başlarında yeni yeni bandolar cemiyete katılıyor, halk dün bozduğu güfteyi bugün bir kat daha bozuyor, haykırıyordu:
Kalkın ey hür kardeşler,
Biz de şâdân olalım,
Efruz Bey’in uğruna
Gelin kurban olalım…
… İlk defa Babıali’de bağırarak ilan ettiği bu hürriyeti idare etmek için bir merkez lazımdı. Efruz Bey alkışla bağrıştan başka bir şey düşünmeyen halkın elleri üstünde bunu düşündü. Köprü’yü geçerken daha böyle bir merkez kararlaştıramamıştı. Yeni Postane binası aklına geldi. Bu müşküldü. Hem birkaç gün posta muamelesi durabilirdi. Hükûmetin haricinde bir yer aklına gelmiyordu. Düyun-ı Umumiye Dairesi… pek güzeldi. Ama altından çapanoğlu çıkma ihtimali vardı. Büyük bir yer… Demir kapısıyla, kemerli pencereleriyle gözünün önüne “Sahavet Hanı” geldi. Emretti. Bütün halk hanın yolunu tuttu. Hanın içinde ne kadar tüccar varsa sokağa atıldı.
Efruz Bey kendisine muavin seçmekte güçlüğe uğradı. Herkes hürriyetperverdi. Aralarından bazılarını seçip ayırmak müsavata muhalif bir hareketti. Sahavet Hanı’na bir saat içinde yerleşildi. Efruz Bey tellallarına hatipleri çağırttı, binden ziyade hatibin hizmetine hazır olduğunu anladı. Bunları yüzer yüzer hana topladı. İstanbul’un dört bir tarafına saldırdı. İlk teşebbüs ettiği icraat zabıta ile polis teşkilatını lağvetmek, hapishaneleri boşaltmak oldu. Fikrince polis, hürriyetin en birinci mâniasıydı. İlmin tanıdığı ahlakta kanun, hürriyetti. Bir insan ne kadar hür olursa o kadar düşünür, ne kadar düşünürse o kadar ahlaklı olurdu. Hükûmeti de kaldırmayı kurdu. Ama bu birdenbire yapılamazdı. Sabır lazımdı.
… Efruz Bey merkez ittihaz ettiği handa İstanbul’un dört bir tarafına taze taze hatipler gönderir, terfi edeceklere tavsiyenameler yazar, hürriyetperverlere vesikalar verirken ismi, şöhreti, dünkü ifşaatı yayılıyor, mübalağalanıyordu. Öğleden bir saat sonra çıkan ilaveler bir gün evvelki nümayişler esnasında alınan resimlerini basıyor, “Sulukule-Yıldız” tünelinin haritası onar kuruşa her sokakta satılıyordu. Bu tünelin Jön Türklerden alınması için Beyoğlu’nda levantenlerden mürekkep büyük bir anonim şirket teşekkül etti. Yenimahalle’de, Zincirlikuyu’da, Yenibahçe’de, Sulukule’de, Edirnekapısı’nda arazi fiyatı birdenbire fırladı. Hele Sulukule’de Jön Türk tünelinin varlığı duyulduktan sonra arşını on paraya olan arsaların metre murabbası iki yüz liraya çıktı. Fakat Çingeneler bu tebeddüle ehemmiyet vermediler.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/efruz-bey-69428785/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
“Sanmam.”
2
“Bu bir şaka.”
3
“Vay canına.”
4
“Olamaz, imkânsız.”
5
Patrida (Rumca): Vatan
6
Zito (Rumca): “Yaşasın!”
7
“Ne var bre beyim?” (Rumca)
8
“Tamam, tamam…” (Rumca)
9
“Yemek hazır, efendim, yemek hazır.” (Fr.)
10
Döner dolap (Fr.).