Sultanlığın Sonu

Sultanlığın Sonu
Ömer Seyfettin
Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Ömer Seyfettin
Sultanlığın Sonu

SULTANLIĞIN SONU
Bekârlık sultanlıktır!
Evlilerin meseli

I
Sultanlığın Başı
Büyük zelzele İstanbul’u altüst etmişti! Eski duvarlar yıkılmış, çürük çatılar çökmüş. Sancaktar Hayrettin Mahallesi’yle üstündeki Çınar Mahalleciği sanki birdenbire asırların ağırlığı altında ezilen vahşi bir harabe hâlini almıştı. Hekimoğlu Ali Paşa Camisi’nin avlusunda Koca Mustafa Paşa Caddesi’ne inen ince yolun duvarları da on beş gün evvelki korkunç sarsıntıya dayanamamıştı. Gelip geçenler taş yığınlarının üstünden aşıyorlardı. Çınar’ın en büyük, en sağlam evi cami sokağından çıktıktan sonra sağa, yine sağa dönünce ilk gelen çıkmazın köşesine kadar uzayan ahşap bina idi. Şimdi yerinde yeller esen, şimdi yerinde havuzlu viran bir arsa, bir baldıran tarlası kalan bu ev Kaymakam Mahmut Bey isminde çoktan ölmüş bir adamındı. O vakit içinde bu kaymakamın -kocası dışarıda zabit olan- kızıyla yedi sekiz yaşındaki torunu otururdu. Merhum Mahmut Bey Ankaralıydı. Gençken memleketinde dehşetli hırçınlıklar yaptığı için hükûmet onu İstanbul’a sürmüş, zorla asker yapmıştı. Bu hırçın Anadolu çocuğu okumuş, yazmış, zabit olmuş, Kırım muharebesinde büyük yararlıklar göstererek yaralanmış, nihayet Hezargrat’taki güherçile fabrikasına müdür olmuştu. Rus muharebesine girdi; fakat sulhten sonra o kadar ihtiyarlamıştı ki artık gözleri görmüyordu. İstirahat için İstanbul’a gelmiş, bu konağı alıp yerleşmişti. Vakıa bina o vakte göre yeni bir üslupla yapılmıştı. Lakin mahalle halkı cami yolunun sağındaki konakla solundaki bu konağın vaktizamanında Hekimoğlu Ali Paşa’nın haremiyle selamlığı olduğunu söylerlerdi. Gözleri görmeyen bu ak sakallı ihtiyar, az zamanda mahallenin babası oldu. Hiç evinden dışarı çıkmadığı hâlde her işi ona danışırlardı. Ziyarete gelenleri seslerinden tanırdı. Çok dünya görmüş nikbin bir zattı. Ölünce bütün mahalle ağladı. Kazandığı hürmet konakla beraber kızına miras kaldı. Fatma Hanım, sanki Çınar’ın kraliçesi olmuştu. İmam, muhtar, bekçi her an emrine amadeydi. Kadın komşularından başka erkekler bile bayramlarda filan kapıya gelir, hâlini hatırını sorarlardı. Zelzele evleri yıkınca Fatma Hanım konağının büyük bahçesini bütün mahalleliye açtı. Belki on aile keçelerden, kilimlerden çergelerini meyve ağaçlarının altlarına kurdular. Bahçe kapısıyla havuzun arasındaki düz meydana, sanki bir kabile reisiymiş gibi Fatma Hanım’ın çadırı dikilmişti. Geceleri erkekler bir çergeye toplanıyorlar, kadınlar Fatma Hanım’ın çadırına doluyorlardı. Başka bir âlem başlamıştı. Şehir hayatından, ev hayatından birdenbire bedeviliğe dönen bu insanlar tabiatın korkunç tehdidini unutacak kadar seviniyorlardı. Mahalle kahvesinde oturmak tehlikeli olduğu için erkekler pek dışarı çıkamazlardı. Fatma Hanım bahçesindeki cemiyete “harem selamlık” teşkilatını gayet maharetle tatbik etmişti. Yeme, içme, iş, oturma, toplanma, uyku saatleri muayyendi. Sabahları erkenden erkekler işlerine gidiyorlardı. Öğleye kadar her aile kendi işiyle uğraşırdı. Öğleden sonra bir nöbet kadınlar toplanırlar, zelzele hakkında son duyulan havadisleri müzakere ederlerdi. Balat’ta bir müneccim vardı ki onun her dediği çıkardı. Mesela: “Çarşamba günü ikindi zamanı bir zelzele olacak!” derdi.
Bu bütün İstanbul’da inanılmaz bir çabuklukla yayılırdı. Bahçe halkı o saatte bahçenin ortasında küme olur, benizleri sararmış, nefesleri tıkanmış, müthiş sarsıntıyı beklerlerdi. Zelzele gelip geçti mi yine neşe başlardı. Evlerin tenhalığından sonra beklenilmeden meydana gelen bu cemiyet, bu dernek hayatı çocukları bile değiştirdi. Onlar da ayrıca toplanıyorlar, aralarında oyunlar icat ediyorlardı. Fatma Hanım’ın bahçesine göçen ailelerin içinde canca kazaya uğramış yalnız bir adam vardı: Sabri Bey! Henüz yirmi beş yirmi altı yaşına giren bu delikanlı maliyede kâtipti. Çıkmaz sokağın küçük bir evinde ihtiyar anneciği ile oturuyordu. Zelzelenin akabinde eve koşunca anneciğinin ölüsünü bulmuştu. Doktorlar “Kalp hastalığı varmış!” dediler, cenazesi umumi felaket içinde tam iki gün kaldırılamadı! Fatma Hanım işte bu dâr-ı dünyada tek başına kalan Sabri Bey’i sokakta bırakamadı.
“Şimdi han yok, hamam yok, otel yok… Zavallı nerede yatacak?” dedi.
Ona da bekârlığına bakmayarak bahçenin bir köşesinde küçük, minimini, bir kişilik bir çerge kuruldu. Sabri Bey yemeğini dışarıda yiyordu. Fakat kederinden rakıya başlamıştı. Bayağı zamanlarda donuk, mahcup bir mizaç sahibi olan bu genç, yeni dadandığı bu içki sayesinde öyle hoş bir meşrep sahibi olmuştu ki gece toplanan erkekleri anlattığı şeylerle gülmekten katıltıyordu. Saffet Bey -mahallenin ihtiyarlarından biriydi- onu dinler, dinler:
“Aman ya Rabbi! Bu zelzele bize neler gösterdi! İçimizde böyle bir meddah varmış da hiçbirimizin haberi yokmuş!” derdi.
Sabri bir hafta içinde bahçeyi düğün yerine çevirdi. Anneciğinin ölümünü unutmuştu. Hatırlatanlara:
“Dünyaya kim kazık dikecek? Bugün varsak yarın yokuz!” derdi.
Son zamanlara kadar hiç münasebette bulunmadığı mahallenin akşamcıları, şimdi aziz arkadaşlarıydı. Bu akşamcılar yedi kişiydi.
Reisleri Saib Bey, serasker kapısı kâtiplerinden otuz beşlik şişman, kumral bir zattı.
Nihat Bey’le Hamdi Efendi evkafa giderlerdi. Hüsnü Efendi yağ tüccarıydı. Ali Usta yapı kalfasıydı. Rıdvan mahallenin yorgancısıydı. Arap Salih hem mahallenin yamacısı hem de Fatma Hanım’ın uşağıydı. Konağın altındaki dükkânların birinde bedava otururdu. Meze tertibatını yapan, Samatya’da Gümüş Halkalı Meyhanesi’nin üstünde arkadaşlarına her şeyi vaktinde hazırlayan bu adamdı. Onun rakı parasını arifane ile bu akşamcılar pay ederlerdi. Zelzeleden iki gün sonra sevgili annesinin ölümüyle deli gibi olan Sabri’yi Gümüş Halkalı’ya işte bu Arap getirmişti. Mavi boyalı, eski kârgir binaya o:
“Ya zelzele olursa!” diye girmekten ürkünce:
“Meyhaneyi zelzele filan yıkmaz. Burası pirden dua almıştır!” derdi.
Hakikaten enkaz altında kalma korkusuyla ahşap evlerde oturamayan sarhoşlar bu büyük, köhne safkın altında toplanmaktan hiç korkmuyorlardı. Saib Bey, Sabri’yi görünce:
“Bize yeni bir arkadaş daha…” diye bağırdı.
“Bir akşamlık!”
“Yarın kendi gelir…”
Yalnız yorgancı Rıdvan sevinmedi:
“Ulan Arap! Sen sayımızı bozuyorsun! Şimdi sekiz olduk! Ya bu uğursuz gelirse!” dedi.
“Adam sen de…”
O akşam saat ikiye kadar içtiler. Ertesi sabah Sabri:
“Dünya varmış! Şimdi bir yaşıma daha girdim.” dedi.
Kafaları tütsüledikten sonra yıkık duvarlar arasında, fenersiz sokaklardan bahçeye dönüş hakikaten pek alaylı oluyordu. Sabri’nin sesi de güzeldi. Tam Sancaktar Yokuşu’na gelinceye kadar okurdu. Bahçeye sessizce girerler, herkes yemeğini yedikten sonra Saffet Bey’in yanına giderlerdi. Bu toplantılar bazen gece yarısını geçiyordu. Birdenbire mizacı değişen Sabri’yi kadınlardan bile tanımayan kalmadı. Zengin dayısı onu Galatasaray Sultanisi’nde okutmuştu. Fakat mektebi tamamlayamadı. Yine bu dayısının tanıdığı bir paşa onu 700 kuruş maaşla maliyeye koymuştu. Mektepte iken derslerden ziyade tiyatroya heves etmişti. Manakyan’ın, Hamdi’nin, Abdi’nin taklitlerini yapıyor, bütün hayvanların seslerini taklit edebiliyordu. Hele havlamaya başladı mı bütün mahallenin köpekleri bahçenin etrafına toplanır, uluyarak içeri gelmeye kalkarlardı.
Fatma Hanım:
“Zavallının felaketi büyük! Dar-ı dünyada kimsesi kalmadı, ne yapacağını bilmiyor!” der. Sabri’nin coşkunluğunu hoş görürdü. Saat bire geldi mi kadın erkek, çoluk çocuk bütün bahçe halkı Sabri Bey’i beklerlerdi. Mehtap da çıkmıştı. Sabri rakının neşesiyle, her gece başka bir eğlence çıkarırdı. Fatma Hanım’ın bahçesinde eğlenildiğini duyan diğer virane sakinleri de akşamları misafirliğe gelmeye başladılar. Bedevilik hayatı azıcık tesettür hırsını gevşetmişti. Kadınlarla erkekler birbirleriyle konuşabiliyorlardı. Mesela Sabri’nin bulunduğu çergenin etrafına onu dinlemek için genç kadınlar, kızlar, hafif birer başörtüsüyle gelip oturma cesaretini gösteriyorlardı.

ASİLZADELER
“Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.”
“Evet, ben de bu fikirdeyim.”
“Ben de bu fikirdeyim.”
“Ben de.”
“Ben…” diye başlayıp lafını, her nedense tamamlamayan Efruz Bey yalnız “bu fikirde” değil, hatta fazla olarak bizzat kendisi halis bir “asilzade” idi. Kökten, silsileden, anadan, babadan, ecdattan, taştan, topraktan asildi… Asalet yalnız kanında değil; etlerinde, sinirlerinde, lenfalarında, rielerinde, böbreklerinde, hatta kemiklerinde, kemiklerinin içindeki iliklerinde kaynıyordu. Çaya davet ettiği bu dört asil dostuna bugüne kadar kendi asaletinden hiç bahsetmemişti. Dördünü de mektepten tanıyordu. İkisi galiba Nişantaşı’nda oturuyordu. Hepsi zengindi. İçinde en beğendiği “Azizüssücufüzzırtaf”tı. Bu, ismini kendi gibi İstanbul’da hiç kimsenin bilmediği gayet meşhur, gayet büyük bir Arap şeyhinin oğluydu. Bu şeyh bir prensten büyüktü. Hemen hemen bir krala yakındı. Azizüssücuf babasının sarayını, altın mahfelli fillerini, içi civa dolu havuzlarda yüzen öd ağacından sandalları, Hint’ten, İran’dan, Turan’dan, Kafkasya’dan getirilmiş kızları anlatırken Efruz Bey kendini hayalî bir Elhamra’nın semavi bahçelerinde sanırdı. İşte bu, bir kral kadar büyük şeyhin oğlu tekrar:
“Asalet olmazsa bu memleket batar!” diyordu. Bunda şüphe mi vardı? Bunda şüphesi olan birtakım avam güruhu, reziller, fakirler, baldırı çıplaklardı. Efruz Bey çay fincanını küçük masanın üzerindeki tabağa koydu. Ayağa kalktı. Gözlerini büyülttü. Sağ kaşının ucunu biraz kıstı:
“Ben asil olduğum için tamamıyla bu fikirdeyim.” dedi, “Arıların, karıncaların, hasılı cemiyet hâlinde yaşayan bütün hayvanların bir beyleri var. Hayvandan başka hiçbir şey olmayan avam insanların da beyleri olmalı. Olmazsa…”
Dizanterici Salih Paşazade Nermin Bey lafını kesti:
“Meşrutiyet denilen hezeyan olur.”
“Fakat asalet meşrutiyete zıt mıdır, sir?”
Bu suali soran Müzekki Bey bıyıklarını İngilizvari tıraş ettirmiş, iri yarı, Türkçe dâhil olmak üzere on üç lisanın yazılarını yazan, lakin hiçbirinin kitaplarını okuyamayan bir gençti. Dünyada ne kadar futbol kulübü varsa hepsinin fahri azalarındandı. Babası Sabir Paşa henüz ne sürülmüş ne de tekaüte sevk edilmişti.
Nermin Bey:
“Şüphesiz.”
Efruz Bey:
“Zannetmem!..”
Münakaşalarda kaç taraf olursa o kadar tarafa tarafgir olma sanatını bilen Kâmuran Kara Tanburin Bey de:
“Asaletle Meşrutiyet birbirine hem zıttır hem değildir!..” dedi.
Annesinin otuz sene evvel Mısır Çarşısı’ndan alınan gelinlik takımlarıyla döşenmiş bu yarı alaturka, yarı alafranga odaya Efruz Bey “Salonum!” der, her perşembe öğleden iki saat sonra kibar, asil dostlarını kabul ederdi. Perşembe “kabul günü” idi. Evine asillerden, paşazadelerden başkasını kabul etmezdi. Kibar, zengin, asil bir aile içinde alafranga terbiye alarak büyümeyenler salonlara kabul edilmeye layık değildiler. Çünkü bunlar ne kadar yüksek mevkilere geçseler, hatta mebus, milyoner olsalar, yine “adab-ı muaşeret” denilen kaidelere, usullere kendilerini uyduramazlar, çizgili pantolonun altına sarı potin giyme nezaketsizliğini irtikap ederlerdi. Hele başlarından feslerini çıkarıp kapının yanındaki portmantoya bırakmamaları, salona, sokağa çıkar gibi fesle girmeleri tahammül olunur rezaletlerden değildi. Çayı tıpkı Şehzadebaşı’ndaki çayhanelerdeki Türklerin tavrıyla içerlerdi. Likör kadehini tutmasını, bisküvi almasını bilmezlerdi. Yemek yemesini, çay içmesini, reverans yapmasını bilmeyen insan mıydı? Hâlbuki bir salona ancak medeni sayılabilecek alafranga beyler girebilirlerdi. Efruz Bey’in çocukluğunda Galatasaray Sultanisi’nde tanıdığı arkadaşlarının hemen hepsi böyle “distingué”,[1 - Distingué (Fr.): Zarif, kibar.] böyle medeni idiler. Hususuyla bugünkü davetli arkadaşları, hepsi asildi. Biri krala yakın bir prens, diğerleri de kont, marki sayılabilirlerdi. Hepsi Terzi Mir’de giyinirlerdi. Küçük parmaklarındaki uzun tırnaklarla o kadar bedii bir tarzda şakaklarının yanlarını, burunlarının uçlarını kaşırlardı ki kendilerini görüp asaletlerine hükmetmemek mümkün değildi.
Salon sahibinin ikram ettiği Havana sigaralarını içiyorlar, elleri ceplerinde, ihtiyar koltuklara uzanmışlar, asil bir dalgınlıkla münakaşalarına devam ediyorlardı. Dizanterici Salih Paşa’nın oğlu Meşrutiyet’in esaslarından biri “müsavat” oldukça “asalet” için bir hak kalmayacağını ispata çalışıyordu. Tek gözlüğünün zinciri, yaka, kol düğmeleri, yüzükleri, saat kordonu, kravat iğnesi, hasılı dişlerinin kuronlarından potininin düğmelerini ilikleyecek alete varıncaya kadar üstünde madenden ne varsa hep altın olan Nermin Bey, mutaassıp bir asalet taraftarı idi. İnce, sarı, narin yüzünün, müphem bakışlı gözlerinin öyle baygın, öyle nezih bir hâli vardı ki buna ancak “asalet” denebilirdi. Babası çok zengindi; okuyup yazması yoktu. Bununla beraber doktordu. İlaçlarından yarım kutusu İstanbul halkınca kırk elli lira ederdi. Bu büyük adamın nereden, ne vakit geldiği pek malum değildi. Yalnız Nişantaşı’ndaki kaşanesi, Boğaziçi’ndeki çifte korulu yalıları, çatanaları, Beyoğlu’ndaki apartmanları biliniyordu. Hürriyetin ilanı akabindeki kim olduğu şimdi tamamıyla unutulan bir gazeteci, “Dizanterici Salih Paşa vaktiyle ne idi?” unvanlı gayet merak uyandırıcı bir hikâyeye başlamış, birinci kısmını neşretmişti. Bu makalede otuz sene evvel Salih Paşa’nın Tunus’ta dilencilik ettiği, İstanbul’da evvela falcılığa girişerek sonra dizanteriye ilaç vermeye başladığı, dizanteri ilacı sayesinde saraya mensup bir ak ağayla bir harem ağasının yirmi beş senelik memelerini iyi ettiği, mahareti duyulunca saraya alınıp o günden itibaren dizanteri tedavisine siyaset karıştırdığı ifşa olunuyordu. Ertesi gün herkes makalenin mabadını bekledi. Fakat bu mabat çıkmadı. Salih Paşa’nın birkaç kutu ilaç bahanesiyle bu gazetecinin ağzını kapatmış, o da yapacağı münasebetsiz müverrihlikten vazgeçmişti. Daha sonra diğer serseri gazeteciler de Salih Paşa’ya bentler uydurup şantajlar yapmaya kalkışmışlardı.
Paşanın davası hepsini mahkemeye sürükledi. Hakikati tafsilatıyla bilmedikleri için mahkûm oldular. Tabii sustular.
Müzekki Bey:
“Asalet için ilk lazım olan şey meşrutiyettir.” dedi, “İşte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde İngiltere nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan’a hâkimdir. Daha hesaba gelmez binlerce müstemlekeye hâkimdir. Demek bir kere bu meşrutiyet sayesinde İngiltere, Hindistan’ın, Mısır’ın, daha birçok yerlerin efendisi olmuş, dünyanın en yüksek ‘asalet’ mevkisini almıştır. Asıl İngiltere’ye gelince meşrutiyet sayesinde orada her şey asillerin, lordların elinde demektir. Hatta arazi bile… İskoçya, İrlanda, Britanya, hasılı bütün İngiltere birkaç bin lordun malikânesi demektir. Halk arasında zekâsıyla, dehasıyla hükûmette yükselenler yeni baştan lord olurlar. Asalet kesbederler. Sonra yüksek mevkilere geçerler. Eğer İngiltere’de meşrutiyet olmasaydı, iki yüz elli seneden beri ‘avam’ denilen herifler ayağa kalkar, lordların canına okurlardı.”
....
Müzekki Bey, eski devirde olduğu gibi yeni devirde de babasının daima ikbal mevkisinden inmeyeceğini bilirdi. Her şey gibi meşrutiyet telakkisini de değiştiriyor, âdeta bu tarzın istibdattan daha müthiş bir idare olduğunu zannettirecek tarihî misaller getiriyordu.
Babası İngiliz taraftarıydı. Sefaret tercümanı her hafta evlerine gelir, siyasetin yeni safhalarından onlara malumatlar telkin ederdi. Hakikatte Müzekki Bey İngiltere’yi vatanından ziyade severdi. Bunu hiç saklamaya lüzum görmez, herkese çekinmeden:
“Biz, İngilizler sayesinde yaşıyoruz.” derdi, “Yoksa ne Abdülhamit bizi rahat bırakırdı ne de İttihatçılar çetesi… Başımız sıkıya geldi mi hemen onlara koşacağız. Tabii onları severiz.”
Efruz Bey’in en hoşuna giden onun bu hâliydi.
“Ne karakter, ne karakter! Sanki anadan doğma bir İngiliz…” derdi. Fakat Azizüssücuf, Müzekki’den pek hazzetmez:
“Yalnız kendini asil zannediyor!” diye omuz silkerdi.
Misafirlerinin asalet, meşrutiyet münakaşasını dinleyen Efruz Bey, meşrutiyete hiç ehemmiyet vermiyor, hep asalete ait sözlere dikkat ediyordu. 31 Mart İnkılabı’ndan sonra onun ruhunda da birden derin bir inkılap tutuşmuş, yine birden sönmüştü. Böyle politika gürültülerinin, şakşakların, adilik, cahillik olduğunu anlamıştı. Şimdi ne meşrutiyet taraftarıydı ne de istibdat.
“Ben kibarım, ben asilim. Böyle şeylerle uğraşmak bana yakışmaz!” diyordu. Kahramanlıklarını, verdiği nutuklarını, nümayişlerini, mevkilerini -hiç vaki olmamış gibi- unuttu. O kadar unuttu ki memlekette siyasi bir tebeddül olup olmadığının bile farkında değildi. Hep Beyoğlu’nda geziyor, Tokatlıyan’da arkadaşlarıyla buluşuyor, şık, mükemmel, temiz bir hayat geçiriyor, yeni metreslerden, son aşklardan dem vuruyordu. Politika avama, adi adamlara mahsustu. Bu adi, bu ne oldukları belirsiz adamlar birbirleriyle boğazlaşa boğazlaşa nihayet didinmelerinden vazgeçecekler, memleketi idare etmek için mutlaka bir gün asilleri çağıracaklar, “Gelin! Bize emredin…” diye yalvaracaklardı.
Rusya’da çarın meclisindeki azalar, âyanlar hep asildi. Almanya’da asil olmayanlar bir süvari zabiti bile olamazdı. İşte meşrutiyet ilan olunalı hemen hemen iki sene oluyordu. Hâlâ Türkiye uyanmamıştı. Hâlâ asiller aranmıyordu. Hâlâ “Bizim köylümüz arazi sahibidir. Anadolu’da hiç arazisiz esir yoktur. Esir olmayınca tabii arazisiz asil de olmaz.” diye mantık yapılıyordu. Kendisi, dostları asil değil de ne idiler!..
Beyoğlu’ndaki arkadaşlarından bir Yusuf Pinko vardı ki halis muhlis asil bir prens, hatta bir kraldı. Arnavutluk’taki çatısız şatosunda, hâlâ dedesi Büyük İskender-i Kebir Bey’den kalma heybeler, çuvallar bulunduğunu, görenler söylüyorlardı. Hele şu Azizüssücufüzzırtaf… Bir prensliğe, bir krallığa değil, hatta bir imparatorluğa layıktı. İsmindeki o tarihiyet, o kadimiyet ne ahenkli, ne derin, ne ulviydi… Onu daha küçükken Galatasaray’ın ilk sınıflarından tanıyordu. Asaletten, tarihî kıdemden anlamayan Türkler onunla alay ederler, “Hacı Zırt” diye lakap takmaya cesaret ederlerdi. Sonra Ebülhüda Efendi Hazretleri tarafından bu kadar asil bir prensin ne olduğu belirsizler içinde bulunması münasip görülmemişti. Mektepten çıkartıldı. Hususi muallimler tutuldu. Mabeyine alındı. İstanbullu çocuklar onun hakkında bin türlü iftira uydurmuşlardı. Sözde Aziz bir köle imiş… Efendisi Avrupa’ya gideceği için onu leyli olarak mektebe koymuş, Avrupa’dan gelmeyip Jön Türkler’e karıştığı mabeyinde işitilince emlaki haczedilmiş. Bu yağma esnasında küçük köle Aziz de Ebülhüda Efendi Hazretleri’ne düşmüş.
Efruz Bey bu yalanların hiçbirisine inanmazdı.
“Meşrutiyet falan laflarını bırakalım.” dedi, “Böyle adi şeyler konuşmak bize yakışmaz. Mademki biz asiliz, düşüncelerimiz de musahabelerimiz de asilce olmalı.”
“Evet.”
“Evet.”
“Evet, evet!” dediler.
Hepsi bu fikirdeydi. Efruz Bey ayağa kalktı. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Ayaklarını biraz açtı. Güzel laf söyleyeceği zaman daima bu vaziyeti alırdı.
“Bu memlekette asalete o kadar ehemmiyet verilmiyor. Niçin?
Buna hepiniz cevap veriniz.”
Azizüssücufüzzırtaf:
“Millet bozulmuş da ondan…”
Nermin Bey:
“Meşrutiyet sebebinden.”
Müzekki Bey:
“Meşrutiyet daha iyice anlaşılmadığından!”
Kara Tanburin Bey de:
“Henüz mükemmel tarih, hukuk kitapları yazılmadığından!” dedi.
Efruz Bey başını salladı. Hayır… Hayır. Bunlar ciddi sebepler değildi. Asıl sebebi, hiçbiri bulamıyordu. Vakıa asildiler. Fakat asaletin ruhi, içtimai mahiyetini bilmiyorlardı.
“Bakınız, ben bu sebebi size söyleyeyim. Biz asil olduğumuz hâlde ismimize ehemmiyet vermiyoruz. Ecdadımızın namlarını taşımıyoruz. Asalet unvanları kullanmıyoruz. Biz kendi kendimizi tanımazsak halk bizi tanır mı?”
“Doğru.”
“Evet, doğru.”
“Hakikaten doğru.”
“Hakikaten çok doğru…”
Efruz Bey en doğru sebebi bulabildiği için sevindi. Gözleri parladı. Tek gözlüğü düşecekti. Hızla cebinden çıkardığı eliyle bu mühim aleti tuttu:
“Evvela biz kendimizi, sonra birbirimizi bilelim. Birbirimize unvanlarımızla hitap edelim. Toplanalım. Birleşelim. Kuvvetlenelim. Birleşmekten kuvvet doğar!”
“Şüphesiz.”
“Evet, şüphesiz.”
“Evet, şeksiz, şüphesiz.”
“Evet, katiyen şeksiz, şüphesiz…”
Efruz Bey’i tasdik ederken misafirlerin dördü de sâri, mihaniki yeni bir hareketle ayağa kalkmıştı. Ortadaki fes rengi ipek örtülü yuvarlak masanın başına toplandılar. Mühim bir müzakerenin mukaddimesini hisseden Efruz Bey:
“Altımıza birer sandalye çekelim!” dedi.
Hepsi birer sandalye aldı. Oturdular. Dirseklerini masanın kenarına dayadılar. Konuşmak için bir ruhu çağıran ispritizmacılar gibi ciddi duruyorlardı.
Efruz Bey:
“Evvela kendimizi biliyor muyuz bakalım?” dedi.
İçlerinden “kendisini bilmeyen” çıkmadı. Hepsi prensti. Hepsi silsilelerini, cetlerini, tarihlerini tanıyorlardı. Müzekki Bey bundan altı yüz sene evvel Birinci Sultan Osman’a Britanya adasından sefaretle gönderilen ceddini, İngiltere’deki eski cetlerini bile tanıyor, su gibi ezberden sayıyordu. Sultan Osman’ın yanına gelen “Lord Conson Sgovat” ismindeki ceddi tam iki bin senelik bir ailenin son goncasıydı. O vakit “hukuk-ı düvel” kavaidini hükûmetin hariciye nezareti kabul etmediğinden sultan çok beğendiği lordu tekrar memleketine göndermemiş ve gözlerinin önünde çatır çatır sünnet ettirerek Müslüman yapmıştı. Amelî bir surette hidayete erdirilen bu zata maatteessüf tarihlerin ismini söylemediği bir prenses, Prens Orhan’ın küçük süt kardeşi verilmişse de Britanya hükûmeti bu lütfu bir tecavüz addetmişti. Türkiye’ye hemen ilan-ı harp etti. O vakit Osmanlılar’ın daha hiç sahili yoktu. İngilizler Türklerin sahile inmelerini belki yarım asır beklediler. Nihayet sahile gelen Türklerin donanmaları yoktu. Donanma tesis etmelerini de yüz elli sene beklediler. Sonra bir gün Edremit önünde ilk rast geldikleri Türk yelkenlisini batırdılar. İçindeki Rum balıkçıları esir aldılar. Bu iki yüz senelik harp hâlinden bugünkü tarihler gibi o vakitki hükûmet adamlarının da haberleri yoktu. İngiltere intikamını almış farz etti. Kendi kendine, tek başına bir sulh aktederek muahedenameyi Rodos açıklarında yine tek başına imzaladı. Bu muahedenamenin aslı şimdi kralın kütüphanesinde saklıydı. Dünyada yegâne, tek bir devlet tarafından tek başına yapılmış bir muahede olduğu için tarih nazarında paha biçilmez derecede bir vesikaydı. Lorda, Türkler evvela “Damat Con Paşa” demişlerse de “Con” kelimesinden mana çıkaramayan halk bunu “Civan Paşa”ya tebdil etmişti.
Müzekki Bey:
“İşte!” dedi, “Onun için bizim ailemize ‘Civanzadeler’ denir.”
Efruz Bey sordu:
“Niçin bu kadar eski, bu kadar asil ailenizin ismini taşımıyorsunuz?”
Müzekki Bey başını sallayarak:
“İki sebepten!” dedi, “ ‘Civanzadeler’ desem ‘Rezzakizade’ gibi pek Karagözvari oluyor. Çok alaturka bir isim! Sonra kendime ‘Müzekki Civan’ yahut ‘Civan Müzekki’ desem bıyıklarımı tıraş ettiğim için halk bundan kötü bir lakap telmihi çıkarıp aile ismim olduğunu anlamayacak.”
Kâmuran Kara Tanburin Bey:
“ ‘Müzekki dö Civan’ deyiniz.”
Ezzırtaf:
“Evet, mesela ‘Marki Müzekki dö Civan…’ ” dedi.
Müzekki Bey:
“Fakat azizim, marki diyorsunuz. Hâlbuki ben prensim!” diye reddetti.
Nermin Bey itiraz etti:
“Nasıl prens oluyorsunuz? Ceddiniz lord imiş! Hiç hükümdarlık etmemiş.”
“Hayır, prensim! Ceddim Lord Damat Civan Paşa, sonradan pek büyük bir imparator olan Orhan’ın süt kardeşini almış. Orhan ilk zapt ettiği eyalete ceddimi hükümdar yapmış.”
“Bundan emin misiniz?”
“Ben söylemiyorum azizim, tarih söylüyor.”
Efruz Bey:
“O hâlde mükemmel bir prenssiniz! Hatta biraz daha çalışsanız ceddinizin eyaletini bile elde edebilirsiniz!” dedi.
Müzekki dö Civan’a prens unvanı verilince Kâmuran Bey aslını, ecdadını anlatmak için acele etti. Bu bey, Rusya’nın Orenburg beldesindendi. Babası orada küçük bir köyün mescidinde müezzinlik eder, civarda açlıktan ölen müterakki, medeni Tatarcıkları yıkar, kefenler, gömer, böylece geçinip giderdi. Babası bir gün açlıktan ölünce öksüz kalan Kâmuran’ı yedinci defa Hicaz’a gitmek üzere olan katmerli bir hacı, yanına hizmetçi gibi aldı. Bu adam da İstanbul’da Türk hacılarına otel olan selatin camilerinin avlularından birinde mermerlerin, poyrazın tesiriyle hastalandı. Altı defa tahammül ettiği bu seyahat hayatına bu sefer dayanamadı. Öldü. Cennete gitti. Kâmuran’ın o vakit ismi “Cihanyan” idi. Küçük Cihanyan aç kalınca dilenmeye başladı. Sonra onu zabıta bir şüphe üzerine tuttu. Darülaceze’ye koydu. Küçük Cihanyan gayet zekiydi. Tatar olduğuna inanılmayacak derecede güzeldi. Orada bir kâtip hâline acıdı. Darüşşafaka’ya naklettirdi. Orada bir muallim zekâsına hayran oldu. Meccanen Galatasaray’a geçirtti. Galatasaray’a gelirken Cihanyan kendi ismini değiştirdi. “Kâmuran” yaptı. O vakitten beri zekâsı sayesinde her şeyi buluyordu. Bilhassa en lazım olan iki şeyi: Para, iltimas…
“Ben Kara Tanburin ailesindenim!” dedi, “Fakat Prens Müzekki dö Civan gibi cetlerimi birer birer sayamam.”
Efruz Bey sordu:
“İsimlerini bilmiyor musunuz?”
“Biliyorum.”
“O hâlde?”
“Fakat o kadar çok ki… Saymak mümkün değil.”
“Demek son derece eski?”
“Son derece! On bin sene evvel…”
Efruz Bey tekrar sordu:
“Bundan on bin sene evvel mi?”
“Hayır.”
“Hicret’ten mi?”
“Hayır.”
“Milattan mı?”
“Hayır.”
“Tufandan mı?”
“Hayır.”
Başka tarihî bir mebde tanımayan Prens dö Civan hayretle:
“Ya neden?” dedi.
“Hilkatten!”
“Hilkatten mi?”
“Evet, hilkatten on bin sene evvel ilk ceddim nurdan bir sütun içinde ‘Kutlu Yeşim Dağı’ üzerine inmişti. Yeşil, alacalı bir geyik oralarda geziniyor, arkasına düşen çapkın bir bozkurt onu kovalıyordu. Ceddim Kara Gök Kaan bu kurdu öldürdü. Geyiği tuttu. Nur sütunuyla gökten indi ineli ağzına bir şey koymamıştı. Karnı zil çalıyordu. İlahi bir sevk-i tabii ile geyiğin memelerine sarıldı. O saatte bu memelerden mavi bir süt gelmeye başladı. Ceddimin karnı doydu. Dünya üzerinde bir kendi, bir bu alageyik vardı. Gezmek için at gibi bu geyiğin üzerine biner, geceleyin üstünde yatar, acıkınca sütünü emerdi. Yavaş yavaş ilahi, nasuti her ihtiyacını bu geyikte teskin etmeye başladı. Nihayet geyik gebe kaldı. Dokuz ay on gün sonra sabahleyin beş, öğleye doğru üç, akşamüstü bir tane olmak üzere üç defada dokuz Kaanzade doğurdu. Dikkat ediniz. Beş, üç, bir, dokuz! Bu dört sayı işte bunun için bütün insanlarca mukaddestir! Fakat bu prenslerin hepsi boynuzluydu. Ceddim sekizinin boynuzunu kırdı. Yalnız bir tanesini boynuzlu bıraktı. Boynuzları kırılan prensler hemen öldüler. Tek kalan boynuzlu yaşadı. Babasından kendine miras kalan alageyik ile birleşti. Evlatlarının ötesini berisini kırmadığı için hanedanı çoğaldı. Hükûmet teşkil etti. Bu aileye ‘Kara Tan-burin’ denir ki bütün Şark kavimlerince mukaddestir. Oğuzlar, Cengizler, Hülagular, Timurlar, Selçuklar, hasılı ne kadar Şark hükümdarı varsa hep Kara Tanburin ailesinin aylıklı uşağı mesabesindeydi. Henüz Türk tarihi Türkçe olarak yazılmadığı için bunları tabii bilmezsiniz!”
“O hâlde siz de prenssiniz!”
Kara Tanburin Bey güldü:
“Eğer tenezzül edersem, düşününüz.”

Hepsi düşünüyorlardı. Kâmuran, padişahlardan, imparatorlardan büyüktü, semavi bir aileye mensuptu. Allah’ın torunlarından biriydi.
Nermin Bey sükûtu ihlal etti:
“Bu semavi aileye mensup başka prensler var mıdır?”
“Hayır, yoktur. Vakıa Rusya’da bir iki kişi, ‘Biz de Kara Tanburin ailesindeniz.’ iddiasında bulunmuşlardı. Fakat yalanları meydana çıktı.”
“Sizin kardeşleriniz, akrabalarınız yok mudur?”
“Hayır, kimsem yoktur.”
Efruz Bey dayanamadı:
“Fakat evlenseniz… Kazara hayatınıza bir şey olursa semavi, ilahi bir aile kaybolacak.”
Diğerleri de ilave ettiler:
“Bu kadar eski, semavi bir aile olmazsa etrafında toplanılacak bir asalet kâbesi kalmayacak. Netice olarak asalet bitecek.”
“İhtimal bu semavi ailenin fenasıyla beraber kıyamet kopacak.”


Kâmuran hepsini temin etti:
“Merak etmeyiniz.” dedi, “Ben kırk yaşına gelince evleneceğim.
Bir erkek çocuğum olunca hemen kendimi iğdiş yaptıracağım.”
“O niçin?” diye sordular.
“Kıyametin bir hikmeti de azlıktadır. Ben Kara Tanburin ailesinin çoğalmasını istemem. Daima o aileden bir kişi bulunmalı. Evladıma da bu prensibi talim edeceğim. Ancak, ancak… Ancak o vakit…”
***
İğdişliğe kadar varan bu büyük fedakârlığın ulviyeti karşısında gaşyoluyorlardı.
Efruz Bey:
“Size bir unvan bulmak mümkün değil!” dedi.
“Evet.”
“Evet.”
Hepsi tasdik etti. Prens, raca, emperör… Bunlar nihayet dünyevi şeylerdi.
Nermin Bey: “Eğer kabul ederseniz size ‘Semavi Prens’ diyelim.” teklifinde bulundu.
“Başka kimseye bu unvan verilmemek şartıyla.”
“Elbet.”
“Elbette…”
Prens Eternel dö Kara Tanburin!.. Hepsi bu muhteşem ismi tekrarladılar. Prens Eternel’in badem gözleri hazdan parlıyor, yüzü daha ziyade aylaşıyordu. İşte nihayet bir prens telakki olunuyor, ismi teyit ediliyor, tasdik ediliyordu. O, efendisi hacının cami avlusundaki mermerler üzerinde öldüğü dakikadan beri tuhaf bir ruhiyet ile dilenmek için elini uzattığı İstanbul Türklerinden kendini çok yüksek görürdü. Dilenirken bile onlara hakaretle bakardı. Darülaceze’de, Darüşşafaka’da kendine, kendi kendine hususi bir ehemmiyet vermiş, muhitine bu vehmî ehemmiyeti ibram etmişti. Son derece mağrur, son derece kibirli idi. Kendisiyle konuşanlar, karşısında gayriihtiyari bir hürmet duyarlar, kendilerini gayet büyük bir adamın huzurunda sanırlardı. Hiçbir muayyen fikri yoktu. Bugün pantürkist, yarın politürkist… Döner dururdu. Edebiyat, ilim âleminde de -hiçbir eseri olmadığı hâlde-sırf gösteriş, sırf satış sayesinde kendini tanıtmıştı. Nazırları ziyaret eder, politika fırkalarının hepsiyle müsavi derecede münasebette bulunur, hepsine kendilerinden tarafa imiş hissini verirdi. Hem Yunan hükûmetinin hem Türkiye’nin pençesinden kolaylıkla kurtulan Kefalonyalı Rum kasa hırsızları gibi iki pasaportu vardı. Rus sefarethanesi onu Rus tebaası tanır, bizim siyasi düşünme eziyetine katlanamayan, zavallı nüfus memurlarımız ona “Osmanlı tabiiyyetini haiz Müslim” diye Hamidiye kâğıdı verirler, yol tezkeresi doldururlardı. İstanbul’un Ruslar tarafından alınacağına, iki kere iki dört eder kadar kaniydi. Onun için Rus pasaportuna, Rus sefarethanesinin teveccühüne ehemmiyet verir, Türkiye nazırlarının kendine teklif ettiklerini söylediği mevkileri -muvakkat olduğu için- kabul etmek budalalığında bulunmazdı! Her sabah başka bir fikirle uyanır, öğleye kadar birkaç defa bu fikri değiştirir fakat her gün, her saat, her dakika, her saniye yalnız “asaleti” hususunda sabit kalırdı. Bu asalet tamamıyla Efruz Bey’i tanıyor, arkadaşlarının muhitine giriyordu. İstanbul’da bütün edebiyata intisap iddia eden kadınlarla, vezir torunları, paşa akrabaları, ne kadar “Biz asiliz efendim!” iddiasında bulunan hanımefendi varsa hepsiyle dosttu. Onları ziyaret eder; siyasi dedikodulardan, son iktisadi dalaverelerden gayet müstehziyane bahsederdi. Hasılı tam bir salon adamıydı.
“Yirmi sekiz yaşındayım!” derdi. Ablak çehresi o kadar sakin, o kadar ciddi idi ki yalan mı samimi mi söylüyor, anlaşılamazdı. Herkese her vakit, her fırsatta ailesinin, Kara Tanburin kökünün eskiliğini anlatır, iftihar ederdi.
Nermin Bey, asaleti kadar hakikati de severdi. Altın tabakasından çıkardığı bir sigarayı altın ağızlığına taktı. Altın kibritliğinden bir kibrit aldı, çaktı. Sigarasını tutuşturdu. Sonra altın kibritliği cebine koyan eliyle altın saatini çıkardı. Baktı:
“Dostlarım! Gecikmişiz, saat beş!” dedi, “Fakat benim tarihî hikâyem yok. Hem ben prens olamam. Çünkü cetlerimden birisinin hükümdarlık ettiğini bilmiyorum.”
“Bununla beraber asilsiniz.”
“Şüphe yok. Fakat prens değilim. Belki bir marki, bir kont…”
“Marki, marki…”
“Evet, marki.”
Nermin Bey:
“Pekâlâ marki olabilirim. Cetlerim hep hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir. Dizanterinin sırrı ta Lokman Hekim’den beri bizim ailemizin malıdır. Sizin kadar asil değilsem de hepinizden zenginim!”
Bu iddia biraz Efruz Bey’e dokundu:
“Hepimizden zengin olduğunuzu söylemek biraz ciddi değil.. Vakıa ben çok iktisat yaparım. Fakat ne kadar iradım olduğunu biliyor musunuz?”
“Hayır.”
“O hâlde kendinizi hepimizden zengin addetmeniz muvafık değildir.”
Kıvırcık saçlarının arasına koyu patalumba renginde parmaklarını sokmaya çalışan Azizüssücufüzzırtaf tasdik etti:
“Efruz Bey, ben sizin servetinizi biliyorum. Siz gizli milyonersiniz.”
Efruz Bey, bunun üzerine iratlarını, çiftliklerini saymaktan vazgeçti. Azizüssücuf’a gayriihtiyari minnettarlığını göstermek ihtiyacını duydu:
“Azizim Prens Zırtaf, siz cidden asilsiniz!” dedi, “Evet siz halis prenssiniz. Bize kendinizi tanıtınız. Fakat rica ederim mütevazı olmayınız.”
....
Zırtaf’ın gözleri parladı. Bu, hakikatte kaşarlanmış bir serseri, gayet mahir bir şantajcıydı. İttihad-ı İslam’la Arap imparatorluğu mefkûrelerinin ikisine de aynı miktarda malikti. Gördüğü oldukça iyi tahsile rağmen iptidai bir zihniyetle dünyadaki insanları “İslam, Hristiyan” diye iki basit kısma taksim eder, ne kadar İslam varsa hepsine Arap nazarıyla bakardı. Ebülhüda’nın yetiştirmesiydi. Eskiden mabeyine nasıl girip çıkarsa şimdi de Babıali’ye, sadarete, teşkilat-ı mahsusalara, cemiyet-i hayriyelere, edebî kulüplere, siyasi mahfillere öyle girip çıkardı. Gayet şıktı. Beyoğlu’nda birinci sınıf bir apartmanda yaşıyor, kumarda, sefahatte harcettiği paraların membasını kimse, hatta kendi bile bilmiyordu.
“Benim ailem, İslamiyet sayesinde Kureyşîler iktidarı elde ettiğinden beri siyasi mücahedesinde devam eden minimini, gizli bir kabileciktir. İddiası, bütün Araplardan, büyük bir imparatorluk teşkil, Afrika ile beraber Asya’yı, Çin, Hindistan, Türkistan, Malezya, Türkiye dâhil olduğu hâlde tamamen Araplaştırarak tekrar Cebelitarık’ı geçmek, İspanya’yı, Fransa’yı, Almanya’yı, Avusturya’yı, İtalya’yı, hasılı bütün Avrupa’yı ezerek İngiltere ile Amerika’yı zapt, cihanı baştan başa istila etmektir. Ceddimiz Kaysüssücufüzzırtaf’tır.”
Müzekki Bey zihninde birden uyanan mazinin semî hatırasıyla:
“Zannedersem Zırtaf değil, Zırt…” dedi.
“Hayır efendim, Zırtaf… Siz mektepte çocukların bana ‘Hacı Zırt’ dediklerini hatırlıyor, ihtimal diğer münasebetler gibi bu mektep lakabını bozarak kendime aile ismi yaptım sanıyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz. Benim ceddim Kaysüssücufüzzırtaf’tır!.. Bu ismin bütün Araplar indinde meşhur bir hikâyesi vardır. Bu hikâye binlerce âşıkane şiire mevzu olmuş, hatta Muallakat’ta bile telmih olunmuştur.”
Efruz Bey:
“Rica ederim, bu şairane hikâyeyi anlatınız.” dedi.
“Peki anlatayım. Hicret’ten binlerce sene evvel ceddim Kaysüssücufüzzırtaf on buçuk yaşında bir çocuktu. Daha kimse onun büyük bir şeyh, büyük bir hükümdar, büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskaydı. Biraz, biraz değil epeyce karnı şişti. Çenesinin altında bir davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi, civardaki kabileler üzerine gazve yapmış, sayısız ganimetler yağma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üstüne yığılmıştı.
Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaretti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor, ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde geziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül etmeyecek, şarkı, garbı birleştirecek, yani dünya durdukça arza hâkim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtına çıktı. Ganimet yığınları devrildi. Ceddim bunların altında kalıp ezilince karnındaki gazlar o kadar şiddetle intişar etti ki havan topu gibi patlayan bir seda ile bütün kabile halkı uyandı. Ganimetlerin yanına koştular. Denkleri kaldırdılar; altından küçük kahraman Kays’ı çıkardılar. Zaman geçti, bu Kays büyüyüp bütün Arabistan’a hâkim olunca bu vaka da kendi kadar şöhret kazandı. Arapça sücuf ‘secf’in cemidir, setreler, örtüler demektir. İşte örtü, gömlek denkleri tazyikiyle ceddimin karnından çıkan bu seda ‘Sücufüzzırtaf’ diye evvela kendine, sonra ailesine, ondan sonra beş yüz bin sene var ki hanedanına alem olmuştur.”
Efruz Bey:
“Oh, ne romantik menkıbe!” dedi.
Prens Eternel Kâmuran dö Kara Tanburin şiirle de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:
“Pek bedii bir levha… Düşününüz. Çölde bir vaha. Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler hâlinde sakin, nazenin duran hurma ağaçları… Saf, asude, dumansız, lekesiz, yıldızsız bir sema… Susuz bir kuyunun başında ince mugaylan fidanları arasında kurulmuş çergeler… Herkes uyuyor. Hurmalar, sema, mugaylanlar… Her şey uyuyor, yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde birden çıkan rüzgârla denkler yıkılıyor. Müthiş bir seda, bütün bu sakin ufku dolduruyor: ‘Zırt…’ diye! Herkes uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra tamamıyla küre-i arza hâkim olup Zuhal, Utarit, Zühre gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıkarıyorlar… Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan, hatta bir opera mevzusu olamaz.”
Vakanın şiiriyeti, tabiiyeti hepsini teshir ediyordu. Zırtaf’ın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip buluyorlar, babadan evlada, evlattan toruna uzayıp gelen bu büyük kahramanlık tarihinden bir destan, bir opera yapılınca, besteleyecek bestekâra mukaddime olarak ne nefis, ne tabii bir sedanın hazır olduğunu söylüyorlar, bu tabii sesten ilahi bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir Wagner, bir Beethoven doğmasını temenni ediyorlardı.
Prens Azizüssücufüzzırtaf, ceddinin daha birçok hikâyesini anlattı. Artık hava kararıyordu.
Nermin Bey: “Asaletmeaplar!” dedi, “Vakit geçti, artık dağılsak…”
Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cetlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirinden ayrılamadılar. Hemen oracıkta, aceleyle “Asiller Circle’si” namıyla bir kulüp tesisine karar verdiler. Oraya bütün asiller toplanacaklar, şarkta, garpta olduğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresini ellerine alacaklar, avamı -asillerin iddiasızlığından fırsat bularak- sıçradıkları yüksek mevkilerden indirecekler, layık oldukları kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev sahibinin ellerini samimiyetle sıktılar:
“Yarın Perapalas’ta…” diyorlardı.
Orada bir odada toplanacaklar, nizamnamelerini, duhul şartlarını, unvan, derece meselelerini müzakere edeceklerdi. Ev sahibi ta kapıya kadar misafirlerini teşyi ediyordu.
Prens Zırtaf: “Efruz Bey, sizinle bir dakika yalnız kalmak isterim…” dedi.
“Emredersiniz prens… Emrinizi icraya hazırım.” cevabını veren Efruz Bey, misafirlerinin arkasından kapıyı kapadıktan sonra Prens Zırtaf’la kapının sağındaki salona döndü.
“Buyurunuz efendim?..”

Prens sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete geldi. İnce, parlak potinlerinin narin uçlarına bakarak:
“Portmonemi düşürmüşüm!” dedi.
Efruz Bey çok zengin olduğu için para meselesine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü:
“Ne zararı var efendim?”
“Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meblağ isteyeceğim.”

Zırtaf, Efruz Bey’in doğru bir mazaret uydurmasına meydan vermeden ilave etti:
“Bin lira kadar bir şey!”
Bu, Efruz Bey için vakıa çok ehemmiyetsiz bir para idi, lakin aksi şeytan… Şimdi vermek mümkün değildi. Efruz Bey mazeretini saklamadı:
“Kasamın anahtarları annemdedir. İki hafta var ki nasırlarını kestirmek için Profesör Verşinker’in yanına Viyana’ya gitti… Üç ay sonra gelecek… Burada olsaydı, vallahi billahi, namusum, asaletim üzerine tekrar tekrar yeminler ederim ki şu bin lirayı hemen size verirdim.”
Prens Zırtaf teşekkür etti, sonra başını eğdi:
“Şimdi yüz lira verseniz?”
“Aksi şeytan!” dedi, “O da yok!”
“Bir lira lütfetseniz?”
Efruz Bey, birdenbire yıldırım gibi inen prense dikkatli dikkatli baktı. Ne diyecekti? Fakat mazareti pek makbuldü:
“Bugün yanımda ne kadar bir lira varsa hepsini sizin gibi bir dostuma verdim. Elime ancak yarın para geçecek.”
“Şimdi bir mecidiye olsun veremez misiniz?”
Kurtulamayacağını anlayan Efruz Bey parayı asil dostunun avcuna koyarak:
“İşte bir çeyrek! Daha fazla veremediğim için beni affediniz.” dedi, “Hayatta bazen öyle münasebetsiz, öyle aksi anlar oluyor ki…”
Prens çeyreği cebine koydu. Teşekkür etti. Konuşarak; para üzerine, aksi tesadüfler üzerine, zenginlik üzerine felsefeler yaparak Efruz Bey, misafirinin elini sıkıyor, veda ediyordu. Ansızın, arkada mermer döşeme methalde dehşetli bir gürültü oldu. Çığ gibi yuvarlanan al yanaklı, şişman, yuvarlak bir evlatlık sanki birkaç kilometre ötede birisine söylüyormuş gibi nefes nefese, avazı çıktığı kadar:
“Küçük bey, küçük bey!” diye haykırdı, “Anneniz, ‘Beni görmeden gitmesin!’ dedi, “Size çarşıdan burnunun kıllarını çekmek için cımbız aldıracakmış!”
***
Efruz Bey, Zırtaf’ın arkasından kapıyı kapayınca annesinin yanına koştu. Burası beyaz dokuma sedirli, Uşak halısı döşenmiş, Şam perdeli, gayet alaturka bir oda idi. Duvarları hep ayet, hadis levhalarıyla örtülüydü. Eğer bir “Allah”, bir de “Muhammet” levhası olsa mükemmel bir mescit sayılabilirdi.
“Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin yanına gönderiyorsun?” diye karşısına dikilen hiddetli oğlunu, bu sert Çerkez hemen yatıştırdı. Acele ile o rast gelmişti. İşte onun için göndermişti… Münakaşadan ziyade iş yapmasını seven Efruz Bey lafı pek uzatmadı. Hemen evde yeni bir tensikata girişti. İki İslam, bir Rum hizmetçi kızla küçük evlatlığı, dadısını çağırdı:
“Şimdiden sonra Despina’dan başka hiçbiriniz bana lakırtı söylemeyeceksiniz!” dedi. Dadısı mahzun mahzun baktı:
“Küçük beyim! Niçin bize darıldın?”
“Bak hâlâ ‘küçük bey’ diyor.”
“Ne diyeyim a beyciğim?”
“İsmimi söylemeye hacet yok. Yalnız unvanımı telaffuz edersin.”
Hiçbir şey anlamayan dadı, hanımefendisine, kızlara “Ne diyor?” der gibi baktı.
“Kalın kafalı Çerkez! Laf anlamazsın ki…”
Efruz Bey tekrar hiddetlendi, köpürdü. Hepsine ayrı ayrı sordu:
“Benim unvanım ne?”
Sonra annesine döndü:
“Söyle anne, benim unvanım ne?”
Hiçbirisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi. Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın? Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.
“Benim unvanım: Prens… Ben prensim! Beni artık prens diye çağıracak, medeniyete girmeye alışacaksınız. Hain vahşiler…”
Hanımefendi yine oğlunu, geçen seneki gibi ismini değiştiriyor sandı:
“A oğlum, bari kendine bu sefer bir İslam ismi taksan…” dedi.
“Sus anne! Cahilliğini meydana vurma. Bu isim mi? Unvan…”
“Her neyse… Bari İslamca olsa.”
“İslamcası han ama böyle söylerseniz insanı Acem zannederler.”
Hanımefendiyi yine bayılmaktan kurtarmaya çalışan dadı:
“Başüstüne, öyle deriz efendim. Artık hepimiz size ‘prens bey’ deriz.”
“ ‘Prens’ dedikten sonra ‘bey’ demeye hacet yoktur.”
Efruz Bey, Despina’ya döndü:
“Söyle beni nasıl çağıracaksın?”
“ ‘Müsyü lö Prens’ diye.”
“Yalnız o kadar mı?”
“ ‘Müsyü lö Prens zenapları’ diye.”
Efruz Bey çok memnun oldu. Annesi, Bolulu aşçı ile fingirdeyen bu kızı, ay nihayeti savmak istiyordu. Fakat oğlunun tensikatı niyetinin aksine çıktı. Despina’nın maaşına bir lira daha zammolundu. Erkek misafir geldiği zaman Despina’dan başka kimse salona, kapının yanına uğramayacaktı.
Efruz Bey yarım saat içinde hizmetçilerin meselesini bitirdikten, küçük evlatlığın misafir karşısında bağıra bağıra yalan söylemesinden dolayı, ceza olarak iki gün tavan arasında hapsine hükmettikten sonra, yatak odasına çekildi. Yemek yemeye gelmedi. Düşünmek istediği akşamlar yemeği hazfeder, “Boş mide, dolu zihin, parlak fikir!” derdi. Koltuğuna uzandı. Hava tamamıyla kararmıştı. Gölgeler, karanlıklar içinde düşünmeye başladı. Evet, kendi bir prensti! Fakat hangi aileden? Bunu, hakikatte, ancak tarihler biliyordu. Hâlbuki Türklerin tarihi henüz yazılmamıştı. Annesi Osmanlı asaletine akıl erdirecek zihniyette değildi. Tabii hiçbir şey bilmiyordu. Ama yalnız kendi, yalnız kendisi ailesini biliyor, ruhundaki deruni bir sedanın, bir tahaddüsün, bir ilhamın ismini haber verdiği asil ailesini bütün tarihiyle, bütün ananatıyla biliyordu. Babası ölmezden birkaç sene evvel Kastamonu vilayeti defterdarlığında bulunmuştu. İhtimal bu adamı gizli bir “sevk-i tabii” son günlerde ecdadının payitahtına çekmişti. Ecdadı ihtimal ki… Hayır, “ihtimal ki” değil, muhakkak surette “Kızıl Ahmet”lilerdi.
“Prens Efruz dö Kızıl!..” dedi.
“Ahmet” ismi adi idi. Hazfetmek icap ediyordu.
Odanın yalnızlığı içinde ecdadının mazisini tahayyül etmeye başladı, o cenkler, o saraylar, o atlar gözünün önüne geliyor, Kızıl Ahmetli bayrağının dalgalandığını, altından armaları, elmaslı tuğları görüyor gibi oluyordu.
Kalktı. Soyundu. Aç açına yatağına yattı. Rüyasında Kastamonu’daki muhteşem şatosunun büyük salonunu gördü. Bu, altın kanepe ve billur avizeli salonda asil dostlarına, av için kendini ziyarete gelen Prens Eternel dö Kara Tanburin, Prens Sücufüzzırtaf, daha birçok marki, kont, lord, veliaht nevinden asillere ziyafet veriyordu. Şampanyalar içildi. Sofrasında, şimdiye kadar haremlerin gölgeli kafesleri arkasında mahpus, meçhul kalan Şark prensesleri de çırılçıplak hazır bulunuyorlardı.
Hele Prenses Zırtaf…
Efruz Bey tabii asil bir şövalye serbestliği ile sofrada, kocasının, bütün davetlilerin önünde bu çırçıplak güzel prensesin beline sarılıyor, şampanyalı dudaklarından öpüyordu. Fakat Prens Zırtaf kıskandı. Afrikalı bir maymun çevikliğiyle sofranın ta ortasına atıldı. Efruz Bey’in üzerine hücum etti. O anda bir kargaşalık koptu. Kadehler, sürahiler, avizeler devrildi. Silah, kılıç, kalkan, mızrak, tabanca, top, mitralyöz, bomba sesleri işitildi. Karanlıkta salonun eski büyük kubbesi çöktü. Efruz Bey can havliyle gözünü açınca kendini yatağında dimdik buldu. Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini getirmişti.
“Buyurunuz Müsyü lö Prens zenapları…”
Müsyü lö Prens zenapları derhâl yataktan fırladı. Tersine giyilmiş pijamasının hiçbir düğmesi iliklenmemişti. Hâlâ rüyasında kucakladığı Prenses Zırtaf’ın aşkıyla, ruhu, kalbi, sinirleri gergindi. Şakadan Despina’nın üzerine atıldı. Belinden yakaladı. Karyolanın içine attı. Sütlü kahve dökülmüş, fincanlar odanın ortasına yuvarlanmıştı.
“Ah prenses, prenses…”
“Vire duyazaklar simdi… Olazağız rezil!..”



Bu esnada sofadan geçen hanımefendi fincanların şangırtısını duymuştu. “Ne oluyor?” diye, vurmadan, habersizce kapıyı itince, öyle müthiş bir çığlık kopardı ki herkes yukarı koşuştu. Manzara müthişti! Prensin elinden kurtulan Despina, saçı başı karmakarışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kızoğlankız gibi, hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren prens:
“İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverim!” diyordu.
Ama hanımefendi yutmadı. Bağırdı:
“Dışarıda ne halt yersen ye… Burası bildiğin yer değil… Benim boynuzlarımı takmaya vaktim yok…”
Despina’yı hemen kovdu.
Ana oğul işi azıttılar. Kavga az kalsın dövüşe dönecekti. Hanımefendi her vakitki gibi bayıldı. Prens Efruz bu aralık çabucak giyinerek kendisini sokağa attı. Serin, rüzgârsız bir eylül günü, tatlı güneşiyle her tarafı parlatıyordu. Tek gözlüğünü taktı. Yürüdü. Yanından geçenleri görmüyordu. Harbiye’nin önünde bir arabaya atladı. Perapalas’ın önünde indi. Prens Eternel dö Kara Tanburin, Prens Zırtaf, Prens Müzekki, Marki Nermin, otel kapısının karşısında, yaya kaldırımında ayakta durmuş, konuşuyorlardı. Onu görünce:
“İşte Efruz Bey!” diye döndüler. Efruz Bey asillere yakışmayan bu hitaptan müteessir oldu. Elini onlara uzatmadı. Dargın bir tavırla:
“Asaletmeaplar beni tanımıyorlar…” dedi.
Tanıyorlardı. Fakat ismini bilmiyorlardı. Prens Zırtaf hemen intikal etti:
“Prens Hazretleri, dün bize ailelerinin ismini söylemedi.”
“Hakkınız var. Unuttum.”
“O hâlde şimdi lütfediniz.”
“Prens Efruz dö Kızıl…”
Hepsi bu ismi tekrarladı. Prensin elini sıktılar.
“Beni mi bekliyordunuz?”
“Evet, evet…”
“O hâlde niçin girmiyoruz?”
“Marki Nermin Bey makul bir şey düşündü, Perapalas’ta içtimamız münasip değil.”
“Niçin?”
Marki cevap verdi:
“Çünkü bu otele adi politikacılar da girebiliyor. Ondan başka iktisat serserileri de burada toplanıyor. Bizi bilahare tanıyacak olan asiller ilk içtimamızı burada yaptığımızı duyarlarsa protesto ederler.”
Prens dö Kızıl, arkadaşlarını evine, kendi salonuna davet edecekti. Ama henüz sabahki vaka aklında olduğundan teklife cesaret edemedi.
“İyi? Fakat nerede toplanacağız?” dedi.
Prens Eternel:
“Nerede olursa olsun, hususi bir yerde…” dedi.
Kendi evi pek uzakta, Fatih’te olduğu için dostlarını davet şerefinden mahrum kalacağına dair samimi, hakiki teessüfler izhar etti.
Prens Zırtaf:
“Benim apartmana buyurun!” dedi.
Kabul ettiler. Yavaş yavaş Cadde-i Kebir’e doğru yürümeye başladılar. Zırtaf yirmi senedir İstanbul’da umumhaneler, kumarhaneler işletmekle milyonerleşmeye yüz tutmuş bir Rum’un geçen sene yaptırdığı büyük “Megalo İdea” apartmanında, ikinci kattaki dairede oturuyordu. Burası son derece muhteşem, son derece süslü idi. Kapısında beyaz fistanlı, Karadağ tabancalı iri, ince belli efzunlar duruyor, gelene geçene bir kral sarayını bekliyorlarmış gibi dehşetli dehşetli bakıyorlardı. Bu esatir kahramanlarının önünden geçerken Prens Efruz dö Kızıl, asil kalbinin gururla titrediğini duydu. İşte arkadaşı prens, nasıl ismiyle unvanına layık bir ikametgâhta yaşıyordu. Geniş mermer merdivenleri çıktılar. Kapının düğmesine Prens Zırtaf bastı. Açılan kapıda, kesik kır bıyıklı ihtiyar bir uşak göründü. Sadece, yani âdeta kabaca:
“Oriste!” dedi.
Prens Zırtaf, asil arkadaşlarının hepsini kendi önünden geçirdi. Salonuna götürdü. İhtişama, mobilyaların zenginliğine hepsi şaşıyordu. Duvarlarda kıymetli, açık saçık resimler asılıydı. Köşelerdeki sehpalarda beyaz mermerden heykeller parlıyor, nefis vazoların içindeki taze çiçek kokularına, sanki ağır bir tütün kokusu karışıyordu. Ortadaki masa salona göre biraz büyüktü. Üzerinde ağır neftî çuhadan bir örtü vardı. Kumaş koltuklara oturdular.
Prens Zırtaf:
“Evimde ulvi bir vesile için toplandığımıza çok memnunum.” dedi, “Tüm içtimalarımız için bütün apartmanım, uşaklarım, kendim emrinize tabiyim.”
“Teşekkür ederiz.”
“Ben size teşekkür etmeliyim. Çünkü ilk içtimayı benim evimde yapma şerefini… Bana… Müşerref olmak… Çünkü…”
“Teşekkür ederiz.”
“Bin teşekkür…”
“Mersi.”
“Asaletiniz....”
Zırtaf, cümlesinin nihayetini getiremedi.
Prens Eternel: “Vakit nakittir.” diye söze başladı, “Şimdi boş durmayalım. Biliyorsunuz ki maksadımız, pek alidir. Kendi asaletimizle beraber köşede bucakta kalmış asaletleri de meydana çıkaracağız. Onlara evvela unvanlarını vereceğiz. Sonra haklarını aramaya, bulmaya çalışacağız.”
“Haydi çalışmaya başlayalım.”
“Evet.”
“Haydi.”
“Hemen…”
Prens Eternel:
“Acelemiz teşekküre şayandır. Fakat evvela bir reis intihap etmeliyiz ki müzakerelerimiz muntazam olsun.” dedi.
“Evet.”
“Evet.”
“Rey-i hafi ile mi?”
Marki Nermin:
“En iyisi kura ile.” dedi. “Vakıa içimizde en asil, en eski aileye mensup sizsiniz, azizim Prens Eternel, bu teklifimi kabul buyurursanız, asaletinizden daha büyük bir tevazu fazileti göstermiş olacaksınız.”
“Hayhay… Kabul ederim.”
Teşekkürler, takdirler, hayretlerden sonra, Prens Zırtaf kâğıt kalem istemek için uşağını çağırdı. Bir elektrik düğmesine bastı. Hemen açılan kapıdan deminki alkolik ihtiyar uşağın girdiği görüldü. Elindeki iki üç deste açılmamış oyun kâğıdıyla büyük fış kutusunu, abanozdan bir para küreğini masanın üzerine bıraktı.
Prens Zırtaf:
“Götür bunları.” dedi, “Şimdi oynamayacağız, çabuk kâğıt kalem getir.”
Kumar alatını geri götüren uşak birkaç dakika sonra kâğıt kalem getirdi. Zırtaf prenslerin, markilerin isimlerini yazdı. Kâğıt parçalarını bir mendile koydular. Tam çekecekleri zaman dışarıda bir gürültü oldu. Efruz yan gözle ev sahibine baktı. Zırtaf sapsarı kesilmişti, ayağa kalktı:
“Ne var?”
“Hiç…”
“Bu gürültü…”
“Uşak bir şey devirmiş olmalı…”
“Fakat…”
“Bu sesler…”

Zırtaf’ın çıkmak için yürüdüğü kapı birdenbire açıldı. İki iri adam bir anda göründü. Ellerinde revolverler vardı:
“Ellerinizi yukarı kaldırın!”
Prens Efruz dö Kızıl’ın aklından binbir ihtimal bir anda geçti. Acaba asalet teşkilatı yapacaklarını haber alan demokratlar, hayatlarına karşı bir suikast mı tertip etmişlerdi? Zırtaf uçacakmış gibi, zayıf kollarını havaya kaldırmıştı. Arkadaşları da şaşırmışlar, onu taklit etmişlerdi. Efruz Bey soğukkanlılığını kaybetmiyordu. Fakat ah, keşke revolveri yanında olsaydı… O da ekseriyete uydu. Pantolonunun cebinden çıkardığı ellerini, inanılmaz bir mabuda dua edecekmiş gibi, istemeye istemeye yukarı kaldırdı. Kendilerine kumanda edenlerin arkasında iki de polis duruyordu. En öndeki memur, bu polislere üzerlerini aramak için emir verdi. Prens Efruz soğukkanlılığını bozmuyor, hiç sesini çıkarmıyordu. Evet, anlaşılıyordu ki işe hükûmet de karışmış! Demokrat hükûmet, asilleri yakalamak, programlarını filan elde etmek istiyordu. Ama bir şey bulamayacaklardı.
Komiser olması icap eden memur:
“Fişleri, kâğıtları filan hep getiriniz?” dedi.
Anlaşıldığına göre işi kumar baskını hâlinde idare etmek istiyorlardı. Hay kurnazlar hay…
Sivil komiser, elleri havadaki Prens Zırtaf’a sordu:
“Aziz! Bu seni kaçıncı yakalayışım?”

“Ben ‘Bu Beyoğlu’nda sana kumar oynatmam!’ demedim mi?”
“Biz burada kumar oynamıyorduk ki…”
“Ya ne yapıyordunuz?”
“Hiç…”
“Onu sen babana yuttur. Beş gündür seni takip ediyoruz. Kumarcıları toplayıp toplayıp buraya getiriyorsun. Mihal’i de şimdi götüreceğim. Onunla ortak olmuşsunuz. Sizin işleteceğiniz kumarhane değil, batakhane…”
“Vallahi Komiser Bey, burada şimdi kumar oynamıyorduk.”
“Ne yapıyordunuz?”

Zırtaf cevap veremiyordu. Prens Efruz’un ödü koptu. Ya hakikati söylerse işte o vakit işleri yamandı. İhtilalcilikle, inkılapçılıkla itham olunacaklardı.
Prens Efruz bunu çaktı. Gülümsüyordu.

“Söyle Aziz, ne yapıyordunuz?”
“Konuşuyorduk.”
“Ne konuşuyordunuz?”
“Şuradan buradan…”
“Bana yutturamazsın. Dün gece, evvelsi gece, pazar sabahı hep şuradan buradan mı konuştunuz?”

“Hem Mihal’le ortak olmuşsun.”
“Haşa.”
“Bu apartmanı da o tutmuş.”
“Olabilir.”
“Mademki ortak değilsin, sen burada ne arıyorsun?”
“Burada kirayla bir oda tutuyorum.”
Efruz gülümsüyordu. Cepleri arandığı hâlde hâlâ hepsinin kolları yukarıdaydı. Kara Tanburin, Müzekki Civan hiddetten kıpkırmızı idiler. Prens Efruz ilk defa ağzını açtı:
“Memur efendi, affedersiniz, kollarımız ağrıdı. Müsaade ediniz de aşağı indirelim.”
“İndiriniz, indiriniz.”

Sonra, Prens Zırtaf saçmalayıp da sırlarını meydana vermesin diye, işi kısaca kesti:
“Evet, komiser efendi. Biz burada kumar oynuyorduk.”
Komiser hemen Zırtaf’a döndü:
“İşte arkadaşın itiraf ediyor.”
“Yalan.”
Siyasette yalan caizdi. Efruz Bey bu iftirayı hakaret telakki etmedi. Tekrar:
“Yalan değil!” dedi.
Komiser biraz tereddüt ediyordu:
“Hepinizin üzerinden beş lira çıkmadı. Paralar nerede?”
Para lafı Efruz Bey’in kibrine dokundu. Sert bir cevap verdi:
“Biz üzerimizde para taşımaya tenezzül etmeyiz.”
“Vay beyim vay! Ya ne yaparsınız?”
“Paralarımız bankada durur.”
“Ha, işte, ben de o bankayı soruyorum.”
“Size söylemeye bir mecburiyetim yok.”
“Karakolda bülbül gibi söylersin.”

Sonra komiser, adını “Mihal” olarak bildiği uşağı sıkıştırıyor, paraları nereye sakladığını soruyordu.
Efruz Bey asıl tahkikatı kumar meselesine çevirebildiği için memnundu. Hiç mukavemet etmedi. Karakola gitti. Bir gece yattı. Ertesi gün kefaletle tahliye olundu. Uzun müddet asil arkadaşlarına rast gelmedi. Böylece asırlarca asalete ehemmiyet vermemiş bir muhitte resmî asalet iddiasına kalkmak, hakikaten oldukça tehlikeli bir şeydi. “Tanin”de “Prens Uzun Hasan”ın nasıl kartı teşhir edilerek maskaraya çevrildiğini hatırladı. Aziz Zırtaf’ın Beyoğlu’nda meşhur sabıkalı bir kumar kılavuzu olduğunu bir türlü öğrenemedi. Altı ay hapse mahkûm edildiğini işittiği zaman:
“Zavallı prens!” dedi, “Asaletin kurbanı oldu! Sırrımızı hükûmete vermemek için yalancıktan kumarcılığı kabul etti. Haysiyetini kaybetti; ama denklerin altında kalan büyük ceddi Kaysüzzırtaf’ın ‘azametli ruhu’ şüphesiz yine içinde yaşıyor.”
***
Politika ve asalet teşebbüsleri cılk çıktıktan sonra Efruz Bey için yapılacak yalnız bir şey kalıyordu: Milliyetperverlik! O, öyle bir köşede oturacak, şöhretten, şandan uzak yaşayabilecek bir tip değildi. Hareket, inkılap, gürültü, harıltı adamıydı. Koştu. Gitti. Bucak’a yazıldı. Oranın geceli gündüzlü bir müdavimi oldu. Artık evine pek geç gelir, güneş doğmadan kendini sokağa, yani Bucak’a atardı.

BİLGİ BUCAĞINDA

Fantezi Roman
Ama epey zamandan beri Efruz Bey yine hiçbir tarafta görünmüyordu. Bucak’ta verdiği son konferansları hatırlayanlar onu Kaşgar’a gitmiş sanıyorlardı.
***
Ah, hakikaten onlar ne konferanslardı! Bu meşhur konferanslar sayesinde değil miydi ki İstanbul’da yeni bir âlem doğdu. Yüz bin “Arnavutköy akıntısı” kuvvetinde şedit bir cereyan başladı. Herkes anladı ki biz, yani İstanbul, biz Türkiye ahalisi, Türk değilmişiz! Bucak’ın salonu hıncahınç doluyordu. Efruz Bey’in şaşaası içinde Çapakçurlu, Mamayof gibi en büyük, en dâhi Bucaklıların namı söndü. Türklerin millî büyük büyük şairleri Emin Bey’le gayri millî “Dahi-yi azimüşşanları” Abdülhak Hâmit’in resimleri indirildi. Yerlerine Efruz Bey’in, yollar kapalı olduğundan henüz gidemediği Petersburg, Oroçensk etnografya müzelerindeki derin derin tetebbuları neticesinde bulduğu -hayır bulduğu değil- keşfettiği millî Türk kıyafetiyle çıkarılmış resimleri asıldı. Bu resimler tabii büyüklükte idi. Bucak’ın reisi, bunlara göre, Efruz Bey’in bir de heykelini yaptırmak istemiş fakat o vakit Efruz Bey razı olmamış:
“Yaşayan adamın heykeli yapılmaz.” demişti. Her ne kadar Türkçülük mahfiline yeni girmiş ise de korkunç mucit zekâsı sayesinde yine onların siyasetini çakmıştı. Biraz akıllı, biraz istikbali parlak bir adam gördüler mi içlerinden, İşte bir rakip! derler, hemen onun fotoğrafını büyülterek salonun duvarına asarlardı. Sanırlardı ki fotoğrafı asılan Bucakçı artık en büyük mevkiyi ihraz ettiğine inanacak! Enayiler buna kanardı. Fakat Efruz Bey… Efruz Bey gibi bir dâhi budala mıydı? Resmi asıldıktan sonra da konferanslarına devam etti. Bucak’ın gayet nazik reisi:
“Biraz fasıla versek azizim; korkuyorum ki Bucaklılar derslerinizden bıkacak!” dedikçe o başını sallayıp gülümserdi. Hangi Bucaklı onun derslerinden bıkacaktı? Her cümlesinden sonra daima bir alkış tufanı koparanlar mı? Kıvırcık kirpikli, iri, siyah gözlerini kırpıştırarak, monoklünü düzelterek tekrar gülümser:
“Heh heh aziz reisim!” derdi, “İşi tabiata bırakınız. Maksat onlara bir şey öğretmektir. Benden çalışmak! Bıkarlarsa bıksınlar. Dünyada zaten neden bıkılmaz? Bonboncunun çırağı birbiri üstüne iki bonbon yiyebilir mi? Fakat işi tabiata bırakalım. Ben derslerimden vazgeçmem. İsteyen gelsin, dinlesin, istemeyene tünaydın.”
Bu lafları söylerken içinden de derdi ki: Ah hain reis! Beni bilmiyor mu sanıyorsun. Bütün Bucaklıların bana taptıklarını anlıyorsun. İhtimal gelecek intihapta beni reis yapacaklar. Sen iyot gibi açıkta kalacaksın. İstiyorsun ki şimdiden beni biraz unutsunlar.
Resmi duvara asıldıktan sonra artık reis onu kolaylıkla Bucak’tan uzaklaştıramazdı.
Artık her sabah erkenden damlıyor, öğle yemeğini bile Bucak’ta yiyor, akşama kadar çay içiyor, konuşuyor, kendi ilmine, fiiline, malumatına dair propaganda yapıyordu. Onun bütün hayatını Bucak’ta geçirdiğini hizmetçilerden öğrenen reis şaşar:
“Fakat azizim, konferanslarınızı ne vakit hazırlıyorsunuz?” diye sorardı.
“Geceleri!”
“Hangi gecelerden bahsediyorsunuz?”
“Her geceden.”
“Fakat azizim her gece, gece yarısına kadar burada konferans veriyorsunuz?”
“Gecelerin yarısından sabaha kadar süren kısmında.”
Reis bütün bütün şaşırdı:
“Öyleyse ne vakit uyuyorsunuz?”
“Ne uykusu?”
“Bayağı uyku, gece uykusu…”
“Aziz reisim, sen beni bir gümrük hamalı sanıyorsun. Ben dimağımla yaşayan bir adamım. Ben geceleri hiç uyumam.”
Reisin şaşması değişir, gözlerinin beyazı büyür, ağzı açık kalırdı:
“Aman ya Rabbi, bu nasıl olur? Hiç uyumamak, bu nasıl olur?”
“Pek tabii. Yalnız gündüzleri on dakika kadar uyurum.”
“Her sabah erkenden Bucak’a geliyorsunuz. Akşama kadar bir dakika uyuduğunuzu gören yok.”
“Tabii böyle uyanık bir mahfilde uyuyamam. Evet tramvaya bindiğim zaman Taksim’den geçerken dalarım. Galatasaray’da bilet kontrolcüsü uyandırır. Köprü’ye kadar tekrar dalarım. İşte benim uykum!”
Hâlbuki konferans hazırlamaya onun hiç ihtiyacı yoktu. O cahil miydi? Kitabı açıp okuyup söyleyenler hep cahillerdi. Kitaptan okuyup söyledikten sonra konferansçılığın ne ehemmiyeti kalırdı? Kitapta olan şey zaten söylenmiş demekti. İsteyen alıp okur yahut her kim isterse bu kitabı verir, okutturur, dinlerdi. Marifet, okumadan söylemekti. Fakat Bucak’ta bu hakikati bilen olmadığı için, Efruz Bey hep çok okuyor, derin derin tetebbu ediyor gibi gözükür, kataloglardan ezberlediği filozof, âlim namlarını sık sık tekrarlayarak daima “asıl kendine ait fikirler” söylerdi. Mesela bir meseleyi izaha başladı mı evvela derdi ki: “Efendiler, işiteceğiniz ders asla benim fikrim değildir. Dün gece tamamıyla okuduğum kitapları şimdi size sayacağım. Mehazım bu kitaplardır. Ben yalnız bu fikirleri terkip ettim. Zaten bir âlimin vazifesi de yalnız budur.” Sonra en aşağı yirmi kitap ismi sayardı. Bucaklıların ona o kadar itimatları vardı ki içlerinden hiçbiri, bir gece içinde tanesi en aşağı üçer yüz sayfalık yirmi kitabın, yani altı bin sayfanın okunamayacağına akıl erdiremezdi. Efruz Bey’in kütüphanesinde kataloglar hemen hemen büyük iki raf işgal ederdi. Her gece yatmazdan evvel bu kataloglardan birkaçını açar, tetebbu ettiği müelliflerin, eserlerinin ismini yazar, diğer defa yine bu müelliflerden bahsetmemek için katalogdan isimlerini iyice silerdi. Hatta bazen yevmi gazetelerde kendine reklam yaparken: “Ben şimdiye kadar dört yüz bini mütecaviz tarih kitabı okudum, ilh…” diye istemeye istemeye, her vakit iddia ettiği tevazusuna rağmen, kendinden başka Türkiye’de âlim bulunmadığını söylemeye mecbur olurdu. Ah, fakat kıskançlık… İşte insanlığın en kötü kusuru… Her âlim gibi, onu da kıskanmaya başlamışlardı. Kıskananların başı, birincisi, reisi, aynı zamanda Bucak’a reis olandı. Onun derslerine mâni olmak için mütemadiyen planlar kuruyor, sanki bir darülfünun, bir lise imiş gibi, Bucak’ta da yaz tatilini kabul ettirmeye çalışıyordu.
“Yaz tatili ne demek?” diye Efruz Bey hemen itiraz etmiş; dört gece sıra ile yaz tatilinin fenalığına, lüzumsuzluğuna, dine mugayir olduğuna dair serbest dersler vermişti. Beşinci gece birçok ayet, hadis, Arapça cümleler okuyor, derin derin tefsirler yapıyordu. Mesela: “Utlubü’l-ilme velev bi’s-Sin.”[2 - İlim Çin’de bile olsa öğreniniz] diyordu.
“Evet, bu ne demektir? İlim, Çin’de bile olsa gidip bulunuz, isteyiniz, öğreniniz, değil mi? Pekâlâ Çin’e gitmek için iki yol vardır. On sene evvel okuduğum otuz bin sayfalık kocaman ve siyah kaplı bir coğrafya kitabında bu yollara ait pek mühim malumat edindim. Biri İstanbul, Erzurum, Tahran, Kaşgar, Tibet, Mançurya yolu! Diğeri İstanbul, Marsilya, Cebelitarık, Liberya, Ümit Burnu, Madagaskar, Zanzibar, Avustralya, Filipin, Formoza, Şanghay yolu… Laf arasında unutmayayım, size fazla malumat olmak üzere söyleyeyim: Filipin’de pek derin fıkıh, ilahiyat âlimleri bulunduğunu müsteşrikler müttefikan beyan ederler. Bahsimize gelelim: Bu yollar ancak yazın işler. Kışın fırtınalar, tayfunlar münasebetiyle seyahat mümkün değildir. Hâlbuki biz yaz tatilini kabul edersek zımnen Çin’e gitme imkânını da kaldıracağız. O hâlde ne olacak? ‘İlim Çin’de olursa yaz tatili münasebetiyle gidip onu aramayınız. Bulmayınız. Cahil kalınız!’ değil mi? Düşününüz efendiler, bu ne müthiş bir küfürdür. Bundan maada…”
Bucaklıların alkış tufanından salonun havası sarsılıyor, elektrik lambaları titriyor, duvarda meşhur dâhilerin resimleri sallanıyordu:
“Lanet olsun yaz tatiline! Lanet…”
Reis, Efruz Bey’in galebesinden sapsarı kesilmişti. Bu Türklerin Çiçeron’u idi. En tabii bir fikri küçük bir ima ile dâhiyane bir mantık ile silip süpürüyor, en basit hakları korkunç cinayetler gibi gösterebiliyordu. Efruz Bey monoklünü çıkarmış, önüne bakıyor, alkışın nihayetini bekliyordu. Fakat bu alkış durmadı. Aynı zamanda müthiş bir hatip olan reisin sesi işitildi:
“Muhterem arkadaşlarım, efendilerim. Burada biz pek ziyade hissiyatımıza tabi oluyoruz. Parlak sözlere kapılıyoruz. Hâlbuki hakikat parlak sözler değildir. Mantıktır, muhakemedir.”
Efruz Bey:
“Sözümü kesmeyin Reis Bey!” diye haykırdı. “Ben bitireyim, sonra kürsüye çıkınız. Burası hürriyet ve serbesti bucağıdır. Burada herkes söz söyleyebilir. Yalnız mantıktan, hakikatten ayrılmamak lazımdır. Kimse kimsenin sözünü kesemez. Burası sizin eviniz yahut mektebiniz değildir. Siz reissiniz, yalnız o kadar…”
Reis bu feveran karşısında korkup susuverince Efruz Bey yine ilmî itirazına devam etti:
“Reis Bey diyor ki: ‘Parlak sözlere kapılıyoruz. Hakikat parlak sözler değildir…’ Ben de bunu tasdik ederim. Fakat benim sözlerim asla parlak değildir. Benim sözlerim kurudur. Mantıkidir. İlmîdir. Fennîdir. Fakat asla parlak değildir. Onun için safsata ile susturulamam. Beni mantıkla, ilimle cerh etmeli. Evet, ne diyordum…”
Bucaklılar Efruz Bey’e mevzusunu hatırlattılar:
“Lanet olası yaz tatilinden bahsediyordunuz.”
“Ha… Evet, yaz tatili… Tabii siz hepiniz talebe, genç olmanız itibarıyla benden iyi biliyorsunuz ki ‘Utlubü’l-ilme mine’l-lahdi ile’l-mehd’ değil mi?”
“Evet, evet…”
“Şüphesiz.”
“Yaşayın. Yaşayın…”
“Sükûnet ister! Hissiyatınızı nidalarla dışarı vurmayın! Bu, hayvanlara mahsus bir zihniyettir. Sakin olun. Evet bunun manası ‘Daima, mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz.’ demektir. Eğer yaz tatili meşru olsa ‘Yaz tatilleri müstesna olmak üzere mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz.’ demek icap ederdi.”
Sobanın yanında oturan Reis Bey birdenbire hiddetlendi; ayağa kalktı. Herkes deli oldu sandı. Hızla kürsüye doğru koştu. Bucaklıları eziyor, bazen kendi yere yuvarlanıyor, kalkınca sıçrayarak, omuzlarından aşarak Efruz Bey’e atılıyordu. Bir suikasta maruz kaldım zanneden Efruz Bey hemen eğilmiş, kürsünün içine saklanmıştı. Reis boş kalan kürsüye fırladı. Ağzını açtı. Artık Efruz Bey görünmüyordu.
“Efendiler, kardeşler, muazzez Bucaklılar, şarlatanlık oluyor; bir şarlatan, evet Bucaklılar, bir şarlatan; ta Turfan tepelerinden kopan Altayî bir çığ gibi bizim üzerimize çökmüş, bizi aldatıyor. Bucaklılar, bizi aldatıyor.”
Kürsünün içinden, derin derin “Haşa! Haşa! Haşa!” sesleri geliyordu. Reis devam etti:
“Evet aldanıyoruz, Bucaklılar, aldanıyoruz. Mesela bu şarlatan ‘Utlubü’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lahd.’ diyecek yerde ‘Mine’l-lahdi ile’l-mehd.’ diyor. Bu haşa huzurunuzdan uzun kulaklı bir mahluka yakışacak derecede ağır bir hitaptır… Bundaki mana farkını anlıyor musunuz?”
Bucaklıların ön sıralarda oturan en ateşlileri:
“Hayır, anlamıyoruz. Biz Arap mıyız?” diye mukabelede bulundular.
“Vakıa değilsiniz. Anlamak vazifeniz değildir. Fakat ders vermek iddiasını güden bir âlim bunu bilmelidir. Bu şarlatan evvela bunu yanlış söyledi. Hiç olur mu efendim, ‘Mezardan beşiğe kadar?..’ Hayır, ‘Beşikten mezara kadar…’ olacak. Yani, ‘İnsan doğduğu zamandan öleceği ana kadar.’ demektir. Bizi hemen iki seneden beri aldatan bu şarlatanı nihayet işte böyle cürmümeşhut hâlinde yakaladım. Arapça bilmiyor. Sonra, ‘Mezardan beşiğe kadar.’ yani, ‘Ölümden doğmaya kadar.’ diyecek derece mantıksız bir cahil…”
Bütün salon bu “cürmümeşhut” karşısında sessiz kaldı. İki senedir tapındıkları mabutları işte böyle kazara devriliyordu. Bucak’ın bu anda ruhuna, hissiyatına ancak Frenklerin “moment critique”[3 - Kritik an (Fr.).] dedikleri “…” terkibi tercüman olabilirdi. Reisin gözleri parlıyordu. İşte nihayet hasmını yere sermişti. Fakat… Fakat yere serdim sandığı hasmı yavaş yavaş bacaklarının arasından yükseldi. Kafasını meydana çıkardı. Bir eliyle reisin omzunu tuttu. Diğer elini Bucaklılara uzattı:
“Hiçbiriniz kımıldamayın. Ey reis, sen de kımıldama. Artık sen manen öldün… Çünkü cehaletin fena hâlde meydana çıktı. Ey Bucaklılar iki dakika beni dinler misiniz? Bunu vadediyor musunuz?”
Reis, omzundaki Efruz Bey’in eline şiddetle vurdu.
“Hâlâ şarlatanlık, hâlâ şarlatanlık.”
“Şarlatan sensin!”
“Sensin…”
“Sensin…”
“Sensin…”
“Artık bu kürsüde laf söylemeye senin hakkın yoktur…”
“Senin hakkın yoktur.”


Efruz Bey’le reis birbirlerinin boğazlarına sarıldılar. Bucaklıların kürsüye çıkmaları “dahilî nizamname” ile menolunduğu için gidip ayıramıyorlardı.
“Bu, beni tahkir!”
“Asıl beni tahkir!”
“Düello…”
“Tenezzül etmem…”
Bucak’ın kahvecisi reisini kurtarmak için hemen arkadan fırladı: “İki çay parasını inkâr etti.” diye Efruz Bey’e zaten garazı vardı. Kürsüye koştu. Efruz Bey’i boğazından yakaladı, yere indirdi. Yere inen Efruz Bey hâlâ metanetini muhafaza ediyordu. Avazı çıktığı kadar:
“Hak, hakikat boğuluyor!” diye haykırdı, “Ey Bucaklılar! Bana müsaade ediniz. Çıkayım, haklı olduğumu söyleyeyim. Eğer reis haksızlığına emin değilse buna mâni olmasın. Ben söyleyim, o da söylesin. Siz hükmediniz. Siz hakem olunuz, burası Engizisyon olmasın. Victor Hugo Hazretleri’nin dediği gibi ‘Müsademe-i hakikat barika-i efkârdan doğar.’ ”
Salonda büyük bir gürültü koptu. Ekseriyet Efruz Bey’e taraftardı. Zaten reisten bıkmışlardı. Bu adam her şeye karışıyor, kendisinden maada söz söyleyene meydan vermiyor, konferansları kesiyor, her şeyi piç ediyordu. Daima fikri “Hep ben hâkim olayım.” idi. Hem, demek onun maksadı orada, köşede, büyük beyaz sobanın dibinde sakin sakin oturup konferans dinlemek, istifade etmek değilmiş. Pusuda imiş! Efruz Bey’in küçük bir hatasını yakalar yakalamaz aç kurt gibi atıldı. Evet, ekseriyet Efruz Bey’e taraftardı. Çünkü Bucak’ın daimî misafirleri olan Rusyalı talebe, Efruz Bey’e “Bizgım Tolstoygumuz!” derlerdi. Efruz Bey gündüz fikirlerini propaganda ederken onlara “Asıl Türkler sizsiniz. Türkiye Türkleri Türk değildir. Dejeneredirler. Biz medeniyeti sizden alacağız. Hepimiz Tatar olacağız. Kazgan’da, Orenburg’da çıkan âlimlerin bir tanesini Türkiye yetiştirebilmiş mi? Hatta Rusların terakkisi bile sizin yüzünüzdendir.” derdi. Sonra bu ilmî fikrine gayet amelî bir proje de ilave ederdi:
“Ben Bucak’a reis olursam, evvela burayı resmî bir akademi gibi hükûmete kabul ettiririm. Sonra size yalnız oda, yatak değil, günde dokuz defa da yemek verdiririm. Hepinizi millî akademiye maaşlı, tabii aza yaparım.” İşte böyle propagandalarla Bucak’ın Tatar kısmını, şimal kuvvetini kendine temin eden Efruz Bey, öyle, şüphesiz bir cahilliği meydana çıktı diye kürsüden vazgeçmezdi. Bağırdı çağırdı. Salonda âdeta bir ihtilal alevlendi. Belki cinayetler olacaktı. Nihayet reisle Efruz Bey ayrı ayrı dinlenilmek şartıyla müsalaha yapıldı. Herkes yerine oturdu.
Efruz Bey: “Evvela ben söyleyeceğim, sıra bendedir.” diyerek kahvecinin darbesiyle beş dakika evvel yuvarlandığı kürsüye tekrar muzafferane bir şekilde çıktı:
“Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Eğer ben şarlatan isem beni bir daha bu Bucak’a koymayınız. Fakat reis şarlatan ise ben ondan bir şey istemiyorum. Yalnız onun şarlatanlığını, bana haksız hücum ettiğini ispat edersem bana tarziye verir mi?..”
Reis hakkından emin olanlara has bir tereddütsüzlükle:
“Veririm, veririm, ispat et bakalım!” diye haykırdı.
Bütün salonun üzerinde kesif bir “ezmine-i tenkidiye” havası dalgalandı. Herkes merak ediyordu. Bu kadar sarih bir hatadan Efruz Bey nasıl yakayı sıyıracaktı?
“Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Benim için reis ‘Arapça bilmiyor.’ diyor, bunu reddederim. Vakıa bir Türk için bu bir kusur değildir. Fakat ben mükemmel Arapça biliyorum. Araplar benim kadar Arapça bilmezler.”
Reis kendini tutamadı, güldü:
“Bu nasıl olur?”
“Bayağı olur. Çünkü Araplar benim gibi İbranice bilmezler.
Ben İbranice de bilirim. Sair lisanların hepsini bilirim.”
Reis yine kendini tutamadı:
“Ne malum?”
“İsteyen imtihan edebilir. Benim bu lisanları bildiğim her ne kadar Türkiye’de meçhul ise de Avrupa’da öyle değildir! Herkes beni tanır. Hatta Max Nordau müşküllerini hal için bana mektup yazar. Yarın onun İbranice mektuplarını getirir hepinize gösteririm. Neyse sadede gelelim. Evet, ben Arapçayı pek iyi bilirim. Söylediğim sözü de biliyorum. ‘Mine’l-lahdi ile’l-mehd.’ dedim, yani ‘Mezardan beşiğe kadar…’ Bu sözde, reis bir yanlış var zannetti. Sonra inkâr etmemesi için tekrar bunu kendisine soracağım, cevabını hepinizin huzurunda tekrar aldıktan sonra benim doğru söylediğimi, onun bu sözümü anlayamayacak kadar cahil olduğunu ispat edeceğim. İşte Reis Bey, size soruyorum, ‘Mine’l-lahdi ile’l-mehd.’ yanlış mı?”
“Evet yanlış…”
“Sonra pişman olacaksınız. Buna emin misiniz?”
“Herkes gibi eminim.”
“Pekâlâ! Bucaklılar. Ey darülfünun sıralarında dirseklerini çürüten, geceleri dağ gibi büyük kitaplar üzerinde gözlerinin nurlarını solduran gençler! Size hitap ediyorum. Çünkü reis söyleyeceklerimi anlamaz. İşittiğime göre hiç mektep görmemiştir. Mantıkta bir ‘tahlil, terkip’ vardır. Biliyor musunuz?”
Bucaklıların zaten bundan başka bildikleri şey yoktu; bağrıştılar:
“Biliriz.”
“Bir de ‘istidlal, istikra’ vardır. Biliyor musunuz?”
“Biliyoruz.”
Reis aptallaşıyordu. Çünkü o, vaktiyle mantığı inkâr etmiş olan bir nesle mensuptu. Mantık, hep laf, hep boş sözdü.
Cevabına güzel bir zemin hazırlamak için -mutadı veçhile- yanında duran genç bir Robert Kolejliye yavaşça sordu:
“Bu ‘istidlal, istikra’ ne demek?”
“Galiba ‘çıkarmak, sokmak’ olacak.”
Efruz Bey yumruğunu kürsüye vurdu:
“Pekâlâ… İstidlal mebdeden neticeye doğru yürümektir. Bu, riyaziyata mahsustur. Riyazi meselelerde bir mebdeden kalkarız, derece derece neticeye ineriz. Fakat tabii ilimlerde iş değişir. Tabiat sahasında usul ‘istikra’ya istinat eder. ‘İstikra’ neticeden ‘mebde’ye çıkmak demektir. Anlıyor musunuz?”
“Anlıyoruz.”
“Anlıyoruz.”
“Su gibi anlıyoruz.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/sultanligin-sonu-69428707/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Distingué (Fr.): Zarif, kibar.

2
İlim Çin’de bile olsa öğreniniz

3
Kritik an (Fr.).
Sultanlığın Sonu Омер Сейфеддин
Sultanlığın Sonu

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

  • Добавить отзыв