İrade Terbiyesi

İrade Terbiyesi
Jules Payot
Jules Payot’un 1893 yılında kaleme aldığı İrade Terbiyesi, günümüz için de güncelliğini koruyan ve temeli insan olan iradenin sorun teşkil ettiği noktalara itina ile değindiği ve bunlara akılcı, tezli bir bakış açısı ile yaklaştığı tespit ve yöntemler kitabıdır. Tabiri caizse, insanın iradesini yönetebilmesinin anahtarıdır. Değil baş ucu kitabı, yaşam boyu kendinizle mücadele ettiğiniz her an yanınızda bulunduracağınız, yol gösterici kitabınız olacak, İrade Terbiyesi "… Düşüncelerimiz üzerinde tam güce sahip olabiliriz ancak düşüncelerimiz, tembelliğe ve şehvete karşı neredeyse hiç mücadele edemeyecek kadar güçsüzdür."

Jules Payot
İrade Terbiyesi

Jules Payot, 10 Nisan 1859’da Mont Blanc eteklerinde yer alan Chamonix kasabasında dünyaya geldi. Chambéry ve Aixen-Provence üniversitelerinde rektör olarak görev yaptı. 30 Ocak 1940’ta Aix-en-Provence’ta yaşamını yitirdi.
Pedagojik eserler kaleme alan yazarın 1895’te yayımlanan İrade Terbiyesi isimli ünlü eseri 32 dile tercüme edildi. İrade Terbiyesi’nin devamı niteliğinde yazdığı Zihinsel Çalışma ve İrade ise ilk olarak 1921 yılında yayımlandı.
Payot’nun pedagojisine göre her birey kendi eğilimlerinin farkında olmalı ve eğilimleri doğrultusunda kendini geliştirmeye çabalamalıdır. Kişi, bu çaba esnasında çalışma yöntemlerini iyi belirleyerek sahip olduğu gücü israf etmekten kaçınmalıdır.

BİRİNCİ BASIMIN ÖN SÖZÜ
“İnsanlar her türlü alanda rehbere ve eğitime ihtiyaç duyduklarını kabul edip özenle çalışıyorken, davranış bilimlerini öğrenmek istememeleri ilginçtir.”
    Nicole, “Discours sur la nécessité de ne pas se conduire au hasard.”
17. yüzyılda ve 18. yüzyılın bir kısmında din, şüphesiz tüm akıllarda hüküm sürüyordu. İrade eğitimi hakkındaki genel sorunlar ele alınamazdı. Karakterlerin benzersiz eğitimcisi olan Katolik Kilisesinin gücü, inançlı insanların hayatını yönlendirmekte yeterliydi. Fakat günümüzde bu konu çoğu insanın zihnini meşgul eder. Yeri de başka bir şeyle doldurulamadı. Gazeteler, dergiler, kitaplar, hatta romanlar bile çok düşük olan iradeden şikâyetçiydi.
İrade konusundaki bu genel hastalık bazı doktorların harekete geçmesine sebep oldu. Fakat ruh sağlığı doktorları maalesef baskın olan psikolojik öğretilere ağırlık verdiler. İrade konusunda özellikle akla vurgu yaptılar. Kanıtlanmış metafizik bir kuramın eksik olduğunu savunuyorlardı.
Cahilliklerini mazur görelim. Bu kanun politik ekonomi kuramıdır; en verimsiz fakat en kolay topraklardan başlanıp en verimli fakat işlenmesi en zor alanlara doğru gidilir. Aynı şey psikoloji bilimi için de geçerlidir. Çalışılması güç, ancak en temel olgular araştırılmadan önce, en kolay ancak en verimsiz olgular üzerine çalışmalar yapılır. Düşüncelerimizin davranış ve eğilimlerimizde etkili olduğunu daha yeni yeni anlamaya başlıyoruz. İrade, duygusal bir güçtür ve düşüncelerimizin irade üzerinde etkili olabilmesi için tutkudan beslenmesi gerekir. İradenin işleyişini yakından ele aldığımızda, metafizik kuramların pek önemli olmadığını ve psikolojik kaynakları akıllıca kullanarak bilinçli bir şekilde seçilmiş bir duygunun tüm hayatımızı yönlendirmesi mümkün değildir. Cimri biri, dünyevi tüm zevklerinden kendini mahrum bırakır; kötü beslenir, yerde yatar, dostu yoktur, memnuniyetsizdir, para tutkusuyla yanıp tutuşur. Siz de bu güçlü duygunun tüm hayatınıza yön vermesine engel olmak için ondan daha üstün bir duygu bulabileceğinizi mi umuyorsunuz? Olmak istediğimiz kişiye dönüşebilmemiz için psikolojinin bizlere sunduğu araçların çeşitliliğini tahmin bile edemezsiniz.
Maalesef, bugüne kadar kaynaklarımızı bu yönde kullanmayı ihmal ettik. Son otuz yılda Avrupa’nın düşünce sistemine yön veren düşünürler, irade eğitiminin saf ve basit yanlışlığını yansıtan iki kuramdan oluşur. Birincisi, karakteri değişmez bir olgu olarak ele alır. Bu çocuksu kuramı daha sonra ele alacağız.
İkincisi ise görünürde irade eğitimi konusunda elverişlidir. Özgür iradeyi içeren kuramdır. Stuart Mill’in kendisi bile bu öğretinin savunucularına “kişisel kültür” olarak adlandırılan canlı bir duygu kattığını söyler. Determinizmin bu iddiasına rağmen özgür irade kuramını birinci kuram kadar tehlikeli ve cesaret kırıcı buluyoruz. Öyle ki bu kuram, kendini özgür kılabilmenin uzun soluklu, özen isteyen ve psikolojik kaynaklar konusunda belli başlı bilgiler gerektiren bir iş olmasına karşın onun basit, kolay ve doğal bir iş olarak kabul edilmesine sebep oldu. Basit bir kuram olması sebebiyle, irade eğitimi konusunda birçok insanı yanlış yönlendirmiştir. Böylece psikoloji ve hatta insanlık adına geri dönülmez sonuçlara sebep olmuştur.
Bu sebeple, bu kitabı Théodule Armand Ribot’ya armağan ediyoruz. Eski hocalarımıza armağan etmekten ziyade, psikolojiyi bizlere sevdiren, Fransa’da ilk defa metafiziği psikolojiden uzaklaştıran insana armağan etmeyi tercih ettik. Bu kuramın metafiziği tamamen reddetmediğini hatırlatalım. Psikolojiyi metafizikten uzaklaştırmaz, sadece metafiziği psikolojiden uzaklaştırır; bu, birbirinden çok farklıdır.
Psikolojiyi bir bilim olarak ele alır. Oysaki bilim insanlarının amacı sadece bilmek değil, iktidar için öngörmektir.[1 - Gustave Comte’a göre sosyolojinin temel amacı evrensel kanunları keşfetmektir. Bu kanunlar keşfedildiğinde toplumsal işleyişe ilişkin kapsamlı bilgi edinilebilecek, gelecekte yaşanacaklara ilişkin öngörüler spekülatif olmaktan çıkıp bilimsel hükümlere dönüşebilecekti. (ç.n.)] Bir fizikçi için ışığın dalga kuramı başarılı ama doğrulanamayan bir hipotez olarak kalması pek önemli olmasaydı, örneğin bir psikoloğun sinirsel ve psikolojik durumlara ilişkin mutlak korelasyon hipotezinin doğrulanamaz olmasının yanında başarılı bir hipotez olmasının bir önemi kalır mıydı? Başarılı olmak, geleceği öngörebilmek, olguları istediği gibi değiştirebilmek, yani geleceği istediği hâle getirebilmek bilginlerin ve psikologların görevidir. En azından görevimiz konusundaki hayat felsefemiz bu yöndedir.
İrade zayıflığının sebeplerini irdelememiz gerekti. Bu zayıflığın tek çözümünün duygu durumlarına bağlı olduğunu düşündük. Özgür duyguların açığa çıkmasını sağlamak veya o duyguları güçlendirmek, irademizi engelleyen duyguları bastırmak veya yok etmek için araçlar bulmayı hedefledik. İşte bu kitapta, okurlara sunacağımız alt başlıklar bunlardır. Çalışmalarımızı bu amaç doğrultusunda yaptık. Okurlarımıza, kendi payımıza düşen çaba ve katkılarımızı bu önemli eserde sunuyoruz.
İrade eğitimini özet biçimde ele almak yerine, geniş çaplı bir düşünsel çalışmanın gereklilikleri doğrultusunda değerlendirdik. Bu kitabın, öğrenciler ve genel olarak düşünsel çalışmalar yapanlar için oldukça yararlı olacağından şüphemiz yoktur.
Kendi öz denetimine ulaşabilmeleri için yöntem eksikliğinden yakınan birçok genç tanıdım. Dört yıllık çalışmanın bu konuda bana öğrettiklerini onlara sunuyorum.

    Jules Payot
    Chamonix (Fransa), 8 Ağustos 1893

İKİNCİ BASIMIN ÖN SÖZÜ
Fransız ve uluslararası basının olumlu değerlendirmeleri ve sadece birkaç haftada sabırsız okur tarafından tüketilen birinci basımdan sonra bu kitap, aydın halkın beklentisini karşılayabildiğini kanıtlıyor.
Bizlere, beşinci kitabın birinci bölümünü desteklememizi sağlayan çok çeşitli ve değerli dokümanlar sunan herkese, özellikle de hukuk ve tıp öğrencilerine teşekkürlerimizi sunarız. Bazıları “karamsarlığımıza” karşı ayaklanırlar. Onlara göre, gençlik kadar hiç kimse harekete geçme konusunda bu kadar konuşmamıştır. Fakat harekete geçmek varken sadece konuşuyor olmak faydasızdır. Fikrimizce gençler, gürültüyü ve ajitasyonu yaratıcı eylemlerle karıştırıyorlar. Bazı insanlar hatta en yetkili kişiler bile, öğrencilerin amatör ve sinirli olabileceğini düşünmüyorlar. Oysaki amatörlük ve sinir, iradenin iyileştirilmesi gereken iki hastalığıdır.
İrade eğitiminin uygulama kısmı sadece övgüler aldı. Aynı şekilde birinci kitabın üçüncü bölümü ve ikinci kitabın birinci bölümü için de geçerli. Birçok kişi tarafından eleştirilmesini bekliyorduk fakat öyle olmadı.
Desteklediğimiz şey, bir yandan üstün iradenin eğilimlerimizi bazı fikirlere dayandırması gerektiği, diğer yandan da fikirlerin ufak tefek eğilimlere karşı doğrudan ve anında etkisi olmayışıdır. Fikirlerin gücü bu gibi düşmanlara karşı dolaylıdır: başarısızlık korkusuna karşı gücünü duygu durumlarında, yani var olduğu yerde bulmalıdır.
Şaşırdığımız nokta, özgür irade savunucularının özgürlük kuramımızı sert bir dille eleştirmemiş olmalarıdır. Tam aksine, karakterin doğuştan var olduğunu savunanların hedefi olduk.
Bununla beraber, soyut bilgilerden ziyade gerçeklerle ilgilenen eğitimciler özgür irade kuramından gittikçe uzaklaşırlar. Bu konuda uzman olan Jean-Luc Marion’un, 1884-85 yıllarında verdiği derslerde özgür iradenin metafiziksel hipotezinin bize verdiği zararından bahsettiği söyleniyor. Çünkü bu hipotez, kendi çabalarımızla bulmamız gereken ve kısıtlı olan gerçek özgürlüğün şartlarını araştırmamızı engelliyordu. Ahlaki birlik üzerine yazdığı tezinde Marion, Alferd Fouillée’nin aksine özgür olma düşüncesinin bizi özgür kıldığını, asıl kendimizi özgür sandığımızda özgürlüğe sahip olabileceğimizi söyler. Jean-Luc Marion’un bu sözünden daha doğru bir söz yoktur. Ancak özgürlüğümüzün büyük mücadelesini vermeyi bilirsek özgür oluruz.
Karakterin doğuştan var olduğuna değinmediği gerekçesiyle Marion’a karşı yapılan suçlamalar mükemmel olmayan karakter algısı üzerinde durur.
Karakter denilen şey basit bir madde değildir. İnsanın karmaşık eğilimlerinin, fikirlerinin vs. sonucudur. Bir karakterin doğuştan var olduğunu söylemek ise saçmalıktır.
Elde edilen bir sonucun, heterojen bileşenlerin karışımının veya güçlerin gruplandırılmasının doğuştan var olduğunu söylemekle aynıdır; anlamsızdır.
Bir anlamda da doğuştan gelen bir bileşenin mükemmel salt hâline ulaşabileceğimizi, onu bulunduğu çevrenin ve eğitimin etkilerinden ayrı düşünebileceğimizi gösterir, ki bu imkânsızdır. Karakterin doğuştan var olduğu konusundaki düşüncelere karşı kuşkulu olmamızın sebebi bu imkânsızlıktır.
Son olarak, karakterin doğuştan geldiğini iddia etmek, tüm kişisel ve eğitim alanındaki deneyimlerimize, tüm insanlığın tecrübesine karşı gelmektir; karakterin temel unsurlarının, eğilimlerimizin değişmez olduğunu iddia etmektir. Tüm bunların doğru olmadığını ve bir duygunun değiştirilebilir, bastırılabilir veya güçlendirilebilir olduğunu kanıtlıyoruz. Tüm insanlık olarak bu fikri desteklemiyor olsaydık çocuk yetiştirme zahmetine girmezdik; doğanın değişmez kanunları bunu, tek başına yapardı.
Bu kuramsal görüşler, karakterin doğuştan geldiğini iddia eden doktrini geçersiz kılmaya yeter. Öte yandan, savunduğumuz görüşleri mükemmel kılmak adına yapılan son çalışmaları okumalıyız. Özellikle Jean Paulhan’ın kitabının üçüncü bölümü iyi okunmalıdır. Bu bölümde, aynı kişide çok sayıda tiplerin olabileceğini, insanın evrilmesiyle ve yaşı ilerledikçe bazı eğilimlerinin yok olduğunu veya yeni eğilimlerinin ortaya çıktığını ve aynı kişide karakter değişikliklerinin olabileceğini görüyoruz.
Bu eğilimlerdeki anarşinin büyük çoğunluğunu çocuklar oluşturur. Peki, eğitim bu dağınıklığı düzenlemekle görevli değil midir zaten? Hatta çoğu zaman, çocuğun karakterinin tam oturduğunu düşünürüz ardından ergenlik çağı gelir, her şeyi altüst eder, anarşi yeniden başlar ve kendini izole eden bu genç kendi karakterini oluşturmazsa hep bahsettiğimiz o “kuklalardan” biri hâline dönüşür.
Hatta karakter doğuştan var olsaydı ve herkes doğduğu andan itibaren karakterini oluşturuyor olsaydı etrafımız karakterlerle dolu olurdu. O hâlde neredeler?
Siyasi dünya mı bizlere karakterimizi verecek? Belli bir amaca doğru yönelmiş hayatlar görmeyiz asla: fikir ve duygularımız o kadar karmaşık ve üretken eylemlerimiz o kadar nadirdir ki yetişkin bedenlerimizin ardındaki ruhumuz çocuk kalır.
Yazarların eylemsizliklerine şahit olduk; 1870 yılında meydana gelen korkunç kasırgadan sonra kendilerini yazı yazmaktan alıkoyup güçlerini insan “canavarını” yüceltmekte kullandılar. İçimizdeki en yüce ve en güçlü duyguları desteklemek yerine neredeyse tüm Fransız yazarlarımız daha alçak içgüdülere hitap ettiler. Düşünürlere layık bir edebiyat sunmak yerine bizlere paramparça bir edebiyat sundular.
Daha devam etmeye ne gerek var? Birlik ve sabitlik üzerine dayalı olması ve dahası, belli bir amaca yönelmiş olması, karakterin doğuştan var olmadığını göstermez mi? Doğal anarşimizle ters düşen bu usandırıcı birlik ve sabitlik yavaşça ele geçirilmelidir. Bunu başaramayan veya yapmak istemeyenler, insan karakterinin yüceliğini oluşturan şeylerden, yani özgürlük ve öz denetiminden vazgeçmek zorundadır.

    20 Ocak 1894

I
TEORİK KISIM

BİRİNCİ KİTAP
GİRİŞ

BİRİNCİ BÖLÜM
Mücadele Edilecek Sorun: Öğrencilerde ve Düşünsel Çalışmalar Yürütenlerdeki İrade Yitimi
İmparator Caligula, Romalıların kellesini bir seferde uçurabilmek için sadece bir tane başlarının olmasını isterdi. Mücadele edilecek düşmanlara karşı buna benzer isteklerde bulunmak yararsızdır. Neredeyse tüm başarısızlıkların, tüm kötülüklerin sebebi irade eksikliğidir; çaba göstermekten, özellikle de süreklilik gerektiren çabadan nefret etmemizdir. Madde için yerçekimi ne ifade ediyorsa, pasifliğimiz ve akıl dağınıklığımız da evrensel tembelliği tanımlar.
Azmeden bir iradenin gerçek düşmanı ancak süreklilik gösteren bir güç olabilir. Tutkularımız ise doğaları gereği geçicidir; güçlü olmalarına karşın ömürleri kısadır. Devamlı olmamaları, onları kendi içinde ele almamıza imkân vermez. Ancak takıntı düzeyindeki düşünceler gibi nadir durumlarda, çabanın devamlılığına engel olan gerçek sorunlarla karşı karşıya kalınır. Gevşeklik, ilgisizlik, tembellik, üşengeçlik gibi temel duygu durumları ise süreklilik gösteren duygulardır. Gereksiz çabalarımızı yenilemek, bu doğal duygu durumlarına karşı tek bir zafer bile kazanamadan savaşımızı yenilemektir.
Aslında çaba, insanlar tarafından zorunluluk hâlinde ve baskı durumunda ortaya çıkar, uzun süreli olarak devam eder. Gezginler, medeni olmayan topluluklarda azmeden bir çabanın olmadığı konusunda hemfikirler. Fransız Psikolog Théodule Armand Ribot, devamlılık arz eden bir iş konusunda ilk iradeli dikkat çabalarının kocaları uyurken ve dinlenirken dayak yeme korkusundan çalışmaya zorlanan kadınlar tarafından gösterildiğini gözlemler. Onlara en büyük rahatlığı sağlayacak düzenli bir iş yapmaya çalışmak yerine soylarının yok olmasını tercih eden Kızılderililerin gözlerimizin önünde yok oluşuna tanık olmuyor muyuz?
Örnekleri bu kadar uzaktan vermeye gerek yok; gündelik hayatta da zorla, düzenli ders çalışan bir çocuğun ne kadar yavaş çalıştığına tanık olmuyor muyuz? Birbirlerinden daha iyi çalışma arzusunda olan kaç köylü veya işçi vardır? Gündelik hayatta kullandığımız ürünleri Spencer[2 - Herbert Spencer, The Study of Sociology. (y.n.)] ile gözden geçirdiğimizde hiçbirimiz düşünsel bir çaba sarf etmeyeceğimizi görürüz. Bu sebeple, Spencer’in “İnsanların birçoğu en az şekilde düşünerek hayatını geçirmeye ant içmiş gibiler.” lafına biz de katılırız. Öğrencilik yıllarımızı hatırlamaya kalksak, sınıf arkadaşlarımız arasında kaçımız çalışkandı, sayabilir miyiz? Sınavlardan geçmek için herkes minimum çabayı sarf etmez miydi? Hatta ortaokuldan itibaren kişisel çaba, öğrenciler için dayanılmaz hâle gelir. Basit ezberlerle hangi ülkede olursa olsun, minimum çabayla sınavlarından geçerler. Geleceğe yönelik hedefleri de çok yükseklerde değildir zaten. Edouard Sylvain Maneuvrier’nin dediği gibi, “Fransa’da yaşayan öğrencilerin hayalleri memur olmak, kötü ücretli, geleceği ve amacı olmayan işlerde çalışmak, ömürlerini bürokratik işlerle harcayarak, her gün aynı şeyleri yapmaktan yeteneklerinin zamanla yok olduğu, fakat düşünsel bir çaba harcamak ve hareket etmek zorunda olmadıkları için de bir o kadar memnun oldukları işlerde çalışmaktan ibarettir. Böylece bir duvar saatinin hareketi gibi düzenli hareketlerle kendilerini kısıtlayarak, yaşamın ve harekete geçmenin yoruculuğundan kendilerini muaf tutarlar.”[3 - L’Éducation de la bourgeoisie, 3. basım, Léopold Cerf; 1888. (y.n.)]
Özellikle memurları suçlamamak gerekir. İnsan, mesleğinde ve kariyerinde ne kadar yükselirse yükselsin kişiliğini, gücünü ve enerjisini muhafaza edebilmesi için yeterli değildir. İlk yıllarında kişinin zihni aktif bir şekilde çalışmaya niyetlenebilir. Fakat sonrasında, düşünsel ve araştırmaya yönelik çabalar azalır. İşlevi en yüksek ve görünürde fazla zihinsel çaba gerektiren görevlerin yerine getirilmesi tamamen alışkanlık işine dönüşür. Avukatlar, hâkimler, doktorlar ve profesörler oldukça yavaş bir şekilde ve nadiren çoğalan edinilmiş bilgi birikimleriyle yaşarlar. Çabaları yıldan yıla azalır çünkü yıldan yıla önemli zihinsel becerilerini ortaya koyma ihtimalleri zorlaşır. Bundan sonra rutin hayat başlar, çalışmamaktan zekâ zayıflar, onunla birlikte de dikkat, akıl yürütme ve düşünme gücü de azalır. Kariyerimizin yanında bir de zihinsel düzenimiz konusunda kaygılanmazsak, artarak devam eden bu enerji yitiminden kaçamayız.
Kitabımız özellikle öğrencilere ve düşünsel çalışmalar yapanlara hitap ettiği için, onlarda görülen “mücadele güçlüklerini” ele almamızda fayda vardır.
Öğrencilerde görülen ve tüm eylemlerine yansıyan en ciddi mücadele güçlüğü hâlsizlik ve “ruhun bitkinliğidir”. Her gün fazladan birkaç saat uyur. Uyuşuk, bitkin, üşengeç hâlde uyanır ve banyosunu yavaş, esneyerek yapar. Bunu yaparken de önemli ölçüde zaman harcar. Keyfi yerinde değildir ve hiçbir çalışma yapmak istemez. Her şeyi ruhsuz, üzgün, cesaretsiz bir şekilde yapar. Tembellikleri yüzlerine bile yansır; bitkinliği yüzünden okunur, bakışları anlamsız ve hem uyuşuk hem de endişelidir. Hareketlerinde ne canlılık vardır ne de açıklık. Sabah saatlerini boşa harcadıktan sonra yemeğini yer ve çaba harcamadan zaman geçirebildiği için bir kafede oturur, ilanlar da dâhil olmak üzere gazeteleri okur. Öğleden sonra biraz enerjisi yerine gelir fakat bu enerjiyi sohbet ederek, boş muhabbetlerle ve özellikle dedikodularla geçirir çünkü tembellerde çekememezlik de vardır. Siyasetçileri, edebiyatçıları, profesörleri çekiştirirler ve hepsi, bu dedikodulardan payını alır. Akşam olunca, gündüze göre daha acınası hâldedir ve umutsuz bir şekilde uyumaya gider. Çünkü işine yansıttığı bu hâlsizliği keyfini kaçırmıştır. Hiçbir başarı çabasız kazanılmaz, her mutluluğun arkasında mücadele vardır. Kitap okumak, müze gezmek, ormanda yürüyüş yapmak, bunların hepsi adım atmayı gerektirir ve eyleme dayalı zevklerdir. Tembel kişiler, çaba gerektiren ve tekrarlanabilen eylemler olduğu için eyleme dayalı zevkleri kenara iterek hayatlarını en boş şekilde harcarlar. Tembel kişiler, mutluluğun parmaklarının arasından kayıp gitmesine izin verirler. Rahip Hieronymus, onları taş baskı asker figürlerine benzetir; ellerinde kılıç vardır fakat asla hareket etmezler.
Tembellik yine de enerjik anlarına ara sıra izin verir. Medeni olmayan toplumların nefret ettikleri şey yüksek çabalar değildir. Onlar, insanın enerjisini yüksek ölçüde tüketen, düzenli ve devamlı işlerden nefret ederler. İnsanın enerjisini az oranda tüketse bile sürekli oluşu, uzun süreli dinlenmeler gerektiren yüksek çabalardan daha fazla yıpratır insanı. Tembel insanlar, üstün çaba gerektiren savaş anlarına gayet iyi dayanırlar. Bunun sebebi ise, savaşın ardından gelen sakinlik dolu, uzun dönemlerdir. Araplar büyük bir imparatorluk ele geçirdiler. Bu imparatorluğu ellerinde tutamamalarının sebebi, bir ülkenin yönetimini oluşturan, yollar inşa eden, okullarını ve sanayilerini oluşturan mücadelelerinin devamı olmayışından kaynaklıydı. Aynı şekilde, neredeyse tüm tembel öğrenciler sınav tarihi yaklaşınca büyük bir çaba gösterebilirler. Onların asıl nefret ettikleri şey aylar ve yıllar boyunca, ölçülü fakat her gün tekrarlamak zorunda oldukları çabalardır. Fakat gerçek enerji, ölçülü ve düzenli çabalar sonucu ortaya çıkar ve yapılan iş o zaman verimli olur. Aksi hâlde yapılan iş, tembel işi olarak tanımlanır. Düzenli bir çalışma, aynı yöne doğru ilerlemek anlamına gelir. Çünkü irade gücü, çeşitli çabalardan ziyade aynı hedefe doğru yol almaktır. İşte, sizlere çok yaygın bir tembellik örneği. Gencin enerjisi yerinde, neşeli ve canlıdır. Neredeyse hiçbir zaman boş durmaz. Gün içinde jeoloji hakkında metinler, Brunetiere’in Racine üzerine yazdığı makaleyi okur, birkaç gazeteye göz atar, birkaç notu gözden geçirir, bir yazı kaleme almaya başlar, İngilizceden birkaç çeviri yapar. Neredeyse hiçbir şey yapmadan durmamıştır. Arkadaşları onun çalışma gücüne ve ilgilendiği konu çeşitliliğine hayranlardır. Fakat biz, bu gence tembel sıfatını yakıştıracağız. Psikologlara göre, bu kadar çeşitli işler yapan birinin anlık dikkatinin zengin olduğu konusunda işaretler bulabiliriz. Fakat henüz iradeli bir dikkate dönüşmemiştir. Bu sözde çeşitli çalışma gücü aslında sadece irade eksikliğinin bir göstergesidir. Bu öğrencide çok yaygın bir tembellik örneği gözlemlenir. Buna “dağınık tür” adı verilir. Bu zihinsel seyahat keyiflidir ancak amaçsızdır. Nicole onları “her şeye konan” bir sineğe benzetir.[4 - Nicolle, Du danger des entretiens, L. (y.n.)] Bu kişiler her şeye konar fakat yaptıkları işlerin onlara hiçbir getirisi yoktur. Fransız yazar François Fénelon, “Rüzgârlı bir yerde duran mumu yakmaya çalışmak gibidir.” der.
Bu çabaların dağınık olmasındaki en büyük sorun, yapmayı hedeflediğimiz hiçbir işi tamamlayamayışımızdır. Zihinsel çalışmaların temel kuralı, bir otelcinin müşterilerini ağırlaması gibi ağırladığımız fikir ve düşüncelerimizin yakında unutacağımız birer yabancı gibi olması ve yabancı kalacak olmalarıdır. İleriki bölümde, gerçek bir zihinsel çalışma gerçekleştirmek için tüm çabaların tek bir yöne yoğunlaştırılması gerektiğini göreceğiz.
Belirli çabalarımızı tek bir amaca yöneltmek zorunda kaldığımız için gerçek bir çaba sarf etmekten nefret ederiz. Bir eser ortaya koymak, bir buluş yapmak, özgün şeyler ortaya koymak, başkalarının daha önce yaptıklarını akılda tutup bambaşka bir şey yapmayı gerektirir. Ayrıca, kişisel çabanın bu kadar çekilmez olmasının bir diğer sebebi ise koordinasyon gerektiriyor olmasıdır. Zihinsel uğraşın üstün iki şekli, her türlü çalışmada birbirine bağlıdır. Bu tür çalışmaların öğrenciler için de ne kadar çekilmez olduğunu biliriz. Oysaki bu öğrenciler, geleceğin yöneticileri olmak isterlerdi. Örneğin, felsefe öğrencileri final sınavıyla teşvik edilen başarılı öğrencilerdir. Çalışkandırlar ve genelde doğru çalışmalar ortaya koyarlar. Maalesef, fazla düşünmezler. Onlardaki tembellik sadece sözcükler bazında düşünmeleriyle, daha fazla çaba sarf etmemeleriyle sonuçlanır. Böylece, bu öğrencilerden hiçbiri psikoloji dersinde, uygulamalı psikoloji ortaya çıktığındaki uğraş alanları nelerdi bilmeden, bir şey öğrenemeden dersi geçerler. Bu öğrenciler, kendi kişisel deneyimlerinden örnekler aramak yerine kitaplardaki örnekleri alıntılamayı tercih ederler. Oysaki kişisel örnekler bulmak daha kolaydır. Fakat onlar, araştırmak yerine öğrenmeyi tercih ederler. Böylece, en ufak bir kişisel çaba harcamak bile, hafızalarına bu kocaman yükü yüklemekten daha korkutucu gelir. Çok az bir öğrenci kitlesi dışında hepsi, pasiftir.
Bu kişisel çabanın imkânsız olduğunu, birinci olmak için dönem sonu sınavlarında görürüz. Öğrencilerin birçoğu, bu sınavlardan korkar. Kendilerine önceden verilen materyalleri kullanarak ve onlara dayatılan bir konu üzerinde yazmak zorunda oldukları bir sınav, öğrenci için gerçekten keyifsizdir. Böylece, kişisel çalışmalara karşı duyulan bu nefreti üniversiteye geçtiklerinde de yanlarında götürürler. Bundan da asla fazla zarar görmezler çünkü sınavlar, adayın kim ve değerinin ne olduğuyla ilgilenmez sadece hafızasının durumunu ve seviyesini önemser.
Bilinçli ve düşünen öğrenciler tıp, hukuk, doğa bilimleri veya tarih alanında sarf ettikleri çabanın en büyük kısmının sadece ezberlemeye dayalı olduğunu kendilerine itiraf ederler.
Sıkı çalışmak veya çok işle uğraşmak tembel olunmadığı anlamına gelmez. Aksine, nicelik asla niteliğin yerini tutmaz. Hatta çoğu zaman, çok iş yapmak kaliteli iş yapmayı zorlaştırır. Örneğin, tıpkı masaldaki Maymun’un[5 - La Fontaine’in Maymun ile Kedi isimli masalıdır. Masalda anlatılmak istenen şey insanların, başkası aracılığıyla halledebilecekleri konular için kendi güçlerini harcamadıklarıdır. Her zaman mevcut iş için, masaldaki gibi“bir kedi” bulurlar. (ç.n.)] kestaneleri ateşten alması gibi Alman bilginler de bizimle alay ederler. Bu benzetme kesinlikle doğrudur çünkü masaldaki Maymun, bilgeliğin sembolüdür.
… Maymun, kedinin pençesiyle özenle,
Külleri ayırdı ve ateşten uzaklaştırdı.
Birkaç kez daha ateşe yaklaştırdı;
Ardından hile yaparak, kestaneleri bir bir aldı…
Bu gerçekten de tekrar ettiğimiz işler gibidir. Sürekli elimizin altındaki metinler sayesinde zihnimiz yeni bir şey yaratmaz ve var olan kaynaklarla yetinir. Zaman, Fransız Filozof Ernest Renan’ın bilim hakkındaki öngörülerini doğrular. Fransız Millî Kütüphanesinde yirmi binden fazla kitap vardır; gazete ve dergiler hariç, elli yıla kalmadan şu anki koleksiyona eklenecek olan cilt sayısı bir milyonu bulacaktır. Ortalama her cildin kalınlığı 2 santim olsa tüm ciltlerin kalınlığı Mont-Blanc Dağı’nın dört katı daha fazla eder. Tarih ise bu isimleri zamanla unutup sosyal olaylara odaklanacak ve bilginlik, bunca kaynak yığının altında ezilerek düşünen tüm insanların karşısında önemini kaybedecektir. Bilgi yığını gittikçe önemini kaybedecektir ve âlimler, gerçek âlim olarak anılacaktır. “Çalışmak” ise yaratmak, gereksiz detaylardan arınmak ve zihinsel çabaya konsantre olmak anlamında kullanılacaktır. Yaratmak; temel, baskın olanı bulabilmektir. Gereksiz detaylar gerçeğin açığa çıkmasını engeller, zihinsel enerji ve çaba harcamayı gerektirdiği için de içimizdeki tembelliği tetikler.
Eğitim sistemimiz de maalesef, bu başlıca zihinsel tembelliğimizi artırır. Ortaokul eğitim programları öğrencilerin aklını karıştırmaya yemin etmiş gibidir. Öğrencilerin her alanla uğraşmalarını isterler ve sundukları kaynak çeşitliliği yüzünden bu zavallı gençlerin belirli bir alanda uzmanlaşmalarını engellerler. Gençler ise mevcut ortaokul eğitim sisteminin tamamen saçmalıktan ibaret olduğunu nasıl bilebilirler ki? Oysaki mevcut eğitim sistemimiz, öğrencilerdeki inisiyatif alma yeteneğini ve çalışmalarına olan tüm sadakatini ellerinden alır. Birkaç sene önce, savaş toplarımızın gücü inanılmazdı. Günümüzde ise gücü on katı fazladır. Peki neden? Çünkü toplar bir yere isabet edene kadar patlardı ve patladığı yere çok önemli zararlar veremiyordu. Günümüzde özel bir patlatıcının icadı sayesinde, mermi bir yere isabet ettikten birkaç saniye sonra yavaş yavaş hareketini sürdürür; derinlere ulaşır ve etrafı örülü olan duvarla yakından temas hâlinde her yeri yerle bir ederek patlar. Mevcut eğitim sistemimizde tıpkı bu top patlatıcısı gibi zihinlere kendi tetikleyicisini yerleştirmelidir. Öğrencilerin edindikleri bilgilerinin akıllarına kazınmasına izin verilmiyor. Sürekli bir komut; “Durmak mı istiyorsun? Durmak yok! Marş! Haydi gezgin, dinlenmek yok! Daha matematik, fizik, kimya, zooloji, botanik, jeoloji, tüm toplumların tarihini, coğrafyayı, iki tane yabancı dil, birçok toplumun edebiyatını, psikolojiyi, mantığı, ahlakı, metafiziği öğrenmelisin. Haydi marş, marş! Lisedeyken her şeyi yüzeysel görmeye ve görünüşüne göre yargılamayı alışkanlık edinmeye doğru ilerle!”
Bu ilerleme, üniversitede de hızla devam eder ve birçok öğrenci için daha da hızlı hâle gelir.
Buna ek olarak, modern yaşamın şartları da ruhsal dünyamızı kısıtlar ve zihnimizin karmaşık bir hâl almasına sebep olur. İletişimin kolaylığı, seyahat sıklığı, deniz veya dağ tatilleri düşüncelerimizi dağıtır. Okumaya bile vakit ayıramayız. Hem hareketli hem de boş bir yaşam süreriz. Gazetelerde yer alan hafif ve kafa dağıtıcı haberler yüzlerde beliren o heyecana sebep olurken, bir yandan da bazı insanlara kitap okumanın keyifsiz olduğunu düşündürür.
Eğitim bu duruma karşı koymayı bize öğretmezse, bulunduğumuz ortamın yarattığı bu akıl dağınıklığına nasıl karşı koyabiliriz ki? Asıl sorun olan irade eğitiminin hiçbir yerde bilinçli bir şekilde ele alınmaması üzücü değil midir? İrade eğitimi adına yapılan her şey aslında başka bir amaçla yapılır. Sadece akıllı olmakla ilgilenip, iradeyi ancak düşünsel çalışmalarda gerekliyse terbiye ederiz. Terbiye ederiz mi dedim? Hayır, sadece harekete geçiririz. Sadece günü kurtarmaya bakarız. Bir yandan öğretmenin suçlaması, sınıf arkadaşlarının alay etmesi ve cezalar, öte yandan da ödüller, iltifatlar. Günümüzde her şey bu durumlara göre yapılır. Böylece gelecekte de tembellerin hukuk mezunu oluşunu veya tıp alanında doktora yaptığına şahit oluruz. İrade eğitimi ise şansa bırakılır. Oysaki insanı oluşturan asıl şey enerji değil midir? Enerji olmadan en parlak akıllar bile verimsiz kalmaz mı? İnsanlığın yapmış olduğu en güzel ve en yüce işlerin aracı olmamış mıdır?
Ne tuhaf! Herkes de içten içe bu söylediklerimize katılıyor. Herkes, zihinlerinin dolu ve iradelerinin zayıf olmasından şikâyetçi. Fakat hiçbir kitapta, irade eğitimine yardımcı olacak yöntemlere değinilmiyor. Hocalarımızın bile başaramadığı, iradenin geri gelmesi için yapmamız gerekenleri bilmiyoruz. Rastgele seçilmiş, hiç ders çalışmayan on öğrenciye sorun, cevapları şu şekilde olacaktır: “Dün okulda, hocamız her güne hatta her saate yapmamız gereken görevleri belirliyordu. Yapmamız gerekenler oldukça netti. Tarih dersinin x bölümüne çalışmamız, geometride teorem konusunu öğrenmemiz, x ödevleri yapmamız ve bir paragrafın çevirisini yapmamız gerekiyordu. Hatta hocamız ya bizleri cesaretlendiriyor ya da cezalandırıyordu. Rekabet duygusunu büyük bir gayretle oluşturuyordu. Bugün ise bunların hiçbiri yok. Hiçbir görev belirlenmiyor. Zamanı istediğimiz gibi kullanıyoruz. Bize, çalışmalarımızı düzenlemek konusunda hiçbir zaman inisiyatif verilmediği için, sudan çıkmış balığa döndük. Zaten hiçbir ders zayıf olduğumuz konuya göre, belirli bir yöntemle öğretilmemişti bize. Âdeta çırpınıyorduk. Ne çalışmayı biliyoruz ne de istemeyi; hatta irademizi kendimiz terbiye etmek için neler yapmamız konusunda nereye danışabileceğimizi bile bilmiyoruz. Bu konu hakkında hiçbir uygulamalı kitap yok. Üzülmemek için de bu konuda çok düşünmemeye çalışıyoruz. Zaten kafeye, barlara gidiyoruz, neşeli arkadaşlarımız da var. Zaman bir şekilde geçiyor…”
İşte yazmaya çalıştığımız bu kitap, gençlerin bulamamaktan yakındığı o kitaptır.

İKİNCİ BÖLÜM
Atılacak Adım
Eğitim programlarımızın, çocukların ve gençlerin iradesini dikkate almadığı kesin. Ancak enerjimiz olduğu sürece var olduğumuzu ve iradesi zayıf olan bir kişiye yatırım yapılmayacağını iyi biliriz. Ayrıca çalışmalarımız, irademizin ne kadar güçlü olduğunu aşağı yukarı gösterir. Bu konuda böbürlenmekte de üstümüze yoktur. Yaptığımız işleri abartmayı severiz. Nasılsa kimse doğruluğunu kontrol etmeyeceği için, sabahın dördünde kalkıp çalışmaya başladığımızı söyleriz. Bu kişinin saat sekizde hâlâ yatakta olduğunu gördüğünüzde ise sabahın dördünde neden işte olmadığını gösteren bir sürü mazeret uyduracaktır size. Bu durumun da hep ziyaretlerinize denk geldiğini fark edeceksiniz. Bu sözde çalışkan kişi, okuldaki sınavlarında da başarısız olmuştur.
Öğrencilerde bu gibi yalanlar oldukça yaygındır. Hatta kendilerine bile yalan söylerler; oldukça fazla çaba sarf ettiklerini ve çok iş yaptıklarını sanırlar. İnsanın iradesi önemli olmasaydı bu konuda bu kadar yalan söylenir miydi?
İnsanların irademiz hakkındaki şüpheleri bizi derinden etkiler. Çalışmalarımızı inkâr etmek bizi zayıflık ve korkaklıkla suçlamak değil midir? Bu azimli çabayı sarf etmekten aciz olduğumuzu sanmak, zekâ yoksunu insanlar gibi asla yetenekli olamayacağımızı düşünmek değil midir?
Öğrencilerin çalışmalarıyla ilgili yalan söylemeleri, bir enerji isteğinin varlığını göstermez mi? Bu kitabımız, gençlerin çalışma isteklerini arttırmalarını ve bu çalışmalarını kalıcı, güçlü bir kararlılığa ve son olarak yenilmez bir alışkanlığa dönüştürmelerini sağlayacak yolları ortaya koyar.
Öncelikle, düşünsel çalışma dediğimizde ya doğa bilimleri ve başkalarının çalışmaları ya da kişisel çalışmalar aklımıza gelmelidir. Yaratım çalışmaları önce eğitim, daha sonra ise zihinsel çabalar gerektirir. Çalışmalar önce dikkat ister, ardından zihnin arınmış veya konsantre olması gerekir. Fakat her koşulda dikkat şarttır. Çalışmak, dikkatli olabilmektir. Maalesef dikkat; sabit, durağan ve kalıcı bir durum değildir. Bu yüzden, onu sürekli gergin duran bir yaya benzetmek mümkün değildir. Aslında dikkat, belirli sıklıkla tekrar eden çabalar ve yoğun çalışmalar gerektirir. Enerjik ve disiplinli bir dikkatle, bu çabalar birbirini o kadar yakından takip eder ki, her gün saatler süren bir devamlılık sağlar.
O hâlde atılacak adım, yoğun ve istikrarlı bir dikkate ulaşmak için çaba sarf etmek olacaktır. Her gün cesurca yapılan tekrarlar en iyi sonuçları verir. Fakat her gün yapılan ders tekrarları öğrenciler için çekilmezdir. Çünkü o yaşlarda kanları deli akar ve zihinsel çalışmaları soğuk, renksiz ve doğalarına aykırı bulurlar.
Fakat bu yoğun ve istikrarlı çabalar da yeterli değildir. Çünkü bunlar dağınık ve kuralsız olabilirler. Yani çabalar tek bir amaca odaklı olmalıdır. Bir duygu, bir fikrin ortaya çıkması ve sürekli kalması için bazı şartlar gereklidir. Bu fikir yavaşça ve istikrarlı bir ilerleme kaydederek, yavaş yavaş kendi değerleriyle ortaya çıkmalıdır. Sanat eserleri bu şekilde yaratılır: kalıcı ve genellikle bir gençlik fikri olarak başlayan fikirler önce çekimserdir ve sanatçı için yeterince açık değildir. Bir okuma yapmak, hayatta bazı olaylar yaşamak, yazarın nereden çıktığını anlamadığı bir fikir fark etmesini sağlar ve bunlar, bu fikrin değerini ve amacını ortaya koyar. O andan itibaren bu fikir her şeyden beslenir. Kişinin yaptığı seyahatler, sohbetler ve çeşitli okumalar fikirlerinin beslenmesini ve güçlenmesini sağlayacaktır. Goethe, Faust isimli eserini otuz yılda oluşturdu. Bu üstün eserin ortaya çıkması, gelişmesi, derinleşmesi ve yazarın deneyimlerinden beslenmesi için bunca zamanın geçmesi gerekti.
Tüm önemli fikirlerin oluşması için aynı şey gereklidir. Eğer sadece aklımızdan geçirdiğimiz bir fikirse önemsiz ve hükümsüzdür. Dikkatimizi devamlı, sürekli ve içtenlikle ona vermeliyiz. Fikrimiz bizden bağımsız bir şekilde varlığını sürdürene kadar ve düzen merkezi hâline gelene kadar onu bırakmamalıyız. Fikrimizi zihnimizde uzun süre tutmalıyız ve sık sık irdelemeliyiz. Böylece, gerekli çağrışımı, verimli düşünceleri ve güçlü duyguları bir mıknatıs gibi kendine çekecek ve bunlar düşüncemizin bir parçası hâline gelecektir.
Çağrışımlara veya duygulara dayanan bu çalışma, sakinlik ve sabırla gerçekleşir. Bu gelişmeler, laboratuvarda üretilen muhteşem kristaller gibidir; sıvının içinden binlerce molekülün yavaş ve düzenli bir şekilde toplanması gerekir. İşte bu durum, yapılan her buluşun bir iradenin sonucu olduğunu kanıtlar. Newton, yer çekimi hakkındaki buluşunu sürekli irdeleyerek gerçekleştirmiştir. Gerçek buluşların sabır işi olduğuna hâlâ ikna olmadıysanız Darwin’in itirafını okuyabilirsiniz: “Düşünce ve okuma nesnesi olarak her zaman gördüğüm veya görebileceğim şeyi seçerdim. Bilim alanında yapabildiklerimi bu disipline borçlu olduğuma eminim.” der. Oğlu, Darwin hakkında: “Babam bir konu hakkında uzun yıllar düşünürdü.” diye ekler.
Doğruluğundan bu kadar emin olduğumuz bir bilgi konusunda neden bu kadar ısrar ediyoruz ki? Özet geçmemiz yeterli. Zihinsel çalışmalar yürütenlerin amacı, iradeli bir şekilde dikkat etmeye gayret etmektir. Bu gayret, kararlılık, çabaların sıklığı, düşüncelerimizin tek bir amaca yönelik olması ve gerekli zaman içinde irademize, duygularımıza, düşüncelerimize, uğruna çalıştığımız temel ve baskın fikirlere bağlı kalmamızla kendini gösterir. İnsanın doğasında var olan tembellik bizi her zaman bu amaçtan uzaklaştırmaya çalışacak, fakat her defasında onu mümkün oldukça gerçekleştirmeyi hedeflemeliyiz.
Zayıf ve istikrarsız bir isteği devamlı bir iradeye dönüştürmenin yöntemlerine değinmeden önce, birbirine zıt fakat aynı zamanda irade yıkıcı iki kuramı reddetmekle başlamak istiyoruz.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İrade Eğitimi Konusunda Yanlış ve Cesaret Kırıcı Kuramlar

I
Polemik, yazarın dikkatle yapması gereken hazırlık çalışması olarak kalmalıdır ve onu kendine saklamalıdır. Olumsuz yorumlar işe yaramaz; ikna etmek için eleştirmek yararsızdır, yapılması gereken inşa etmektir.
Bu kitabın tamamı inşa edilmiş bir çalışmadır ve sağlıklı bir doktrin sunar. Bu bölümde, psikolojinin verilerine dayanarak spekülatif olarak yanlış olduğu kadar uygulamada da içler acısı olan yaygın iki kuramı ele alacağız.
Karakterin doğuştan var olduğunu savunan kuram, kendi içinde yanlış ve uygulamada içler acısıdır. Kant tarafından ortaya konan ve Schopenhauer tarafından yenilenen bu hipotez, Spencer’a dayanır. Kant’a göre karakterimiz, içimizde doğuştan vardır ve bunun geri dönüşü yoktur. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren karakterimiz ve ardından irademiz, en ufak bir şekilde bile değişime uğramadan, olduğu gibi varlığını sürdürür.
Ardından Schopenhauer da çeşitli karakterlerin doğuştan geldiğini ve değişmez olduklarını savunur. Örneğin, bencil bir kişinin iradesini oluşturan gerekçeler değişmezdir. Eğitim sayesinde bir bencili yönlendirebilir hatta düşüncelerini düzeltebilirsiniz. İyiliğe ulaşmanın yollarından birinin yaramazlık yapmak değil, dürüstlükten ve çalışmaktan geçtiğini anlamasını sağlayabilirsiniz. Fakat başkasının acısını anlamasına gelince, vicdanını değiştiremezsiniz. Onu değiştirmeye çalışmak, bakırı altına çevirmekten daha imkânsızdır. Bencil bir kişiye, küçük bir çıkardan vazgeçerek daha büyüğünü elde edebileceğini gösterebilirsiniz. Kötü birine ise başka bir insana acı çektirmenin kendisine daha büyük bir acı olarak döneceğini anlamasını sağlatarak onu vazgeçirebilirsiniz. Fakat bencilliği ve kötülüğü kendi içinde yok etmeye çalışmak mümkün değildir. Bunu yapmak, bir kediye fareleri sevmesinin yanlış olduğunu anlatmaya çalışmak kadar imkânsızdır.
Herbert Spencer İngiliz ekolünden çok farklı bir bakış açısına sahip olmasına karşın, insan karakterinin dış etkenlere, hayat şartlarına göre uzun vadede değiştirilebilir olduğunu savunur. Fakat bu değişim asırlar alır, bu sebeple bu kuram uygulamada cesaret kırıcıdır çünkü sadece yirmi yıllık bir öğretim hayatımız olur, asırlar boyunca değil. O hâlde, ahlaki açıdan kendimizi düzeltmek istiyorsak da bunu başaramayız. Atalarımız tarafından bize miras kalan ve binlerce, hatta milyonlarca yıldır zihnimize kodlanan karakterimize karşı mücadele edemeyiz. Zayıf kişisel irademize karşı atalarımızdan bize geçen mirasın bir kısmından kurtulmak istediğimizde ne yapmalıyız? Buna karşı başkaldıramayız bile, yenilgiyle sonuçlanacağı ortada. Yine de sosyal koşullar ve genetik faktörler sayesinde elli bin yıl sonra, gelecek kuşakların mükemmel makineler gibi olacağını düşünerek kendimizi avutabiliriz.
Karakter konusundaki bu bakış açısı, çalışma sınırlarımızı aşsa da onu genel çerçevede ele almak istiyoruz. Az önce bahsettiğimiz kuramlar en zeki insanlarda bile görülen tembelliğe benzersiz bir örnek oluşturur. Bu ruhsal tembellik onları pasif bir şekilde dil yetisine maruz bırakır. Sözcüklerle düşünmeye o kadar alıştık ki sözcük, göstergesi olduğu gerçeği bizden gizler. Bu gösterge biricik olduğu için sözcükler, nesnelerin gerçek birliğine inanmamıza sebep olur. Karakterin değiştirilemez olduğunu söyleyen tembellik kuramları, karakter sözcüğünün önerisi sonucu ortaya çıkmıştır. Karakterin sadece bir bileşke kuvvet gibi olduğunu bilmeyen var mı? Bu bileşke kuvvet ise her zaman değiştirilebilir. Karakterimiz Avrupa ülkelerine benzer: ittifak oyunları, devletin refahı veya çöküşü, bileşke kuvvetini devamlı değiştirir. İşte tutkularımız, duygularımız, fikirlerimiz konusunda da aynı şey geçerlidir. Yoğunlukları hatta bileşke kuvvetlerinin doğası bile değişebilir. Amacımız, karakterin değiştirilebilir olduğunu göstermektir.
Bu kuram hakkındaki argümanları inceleyelim. Kant’a göre, önsel[6 - Önsel (a priori) bilgi, hiçbir deneye dayanmadan ve yalnızca akıl yoluyla üretilen bilgidir. (ç.n.)] bilginin özgürlüğün kurulması için şart olduğunu, yoksa ağaçtan koparılmış bir dal gibi sistemden ayrı kalacağını söyler. İleride de göreceğimiz gibi Kant, kaderle determinizmi[7 - Determinizme göre her şey belirlenmiştir ve değişmesi mümkün değildir. Özgür irade sadece bir yanılsamadır. Bize özgü sandığımız hareketlerimiz sadece bilimsel yasaların işleyişidir. (ç.n.)] birbirine karıştırır.
Schopenhauer ise argümanlardan ziyade bilgisini göstermeyi sevdiği için, bizlere daha çok bilgi sunar. Schopenhauer’da karşılaştığımız argümanlar aşağıda yer alır:
1. Karakter iyileştirilebilir olsaydı yaşlı insanların genç insanlara göre yarısından fazlası erdemli olurdu. Oysaki durum tam tersidir.
2. Kendini kötü bir insan olarak tanıtan biri, güvenimizi bir daha asla kazanamaz. Bu da karakterin değişmez olduğuna inandığımızı gösterir.
Biraz düşününce, bu argümanların doğruluğunu kanıtlayan şey nedir? Hatta bunlar argüman mıdır? Tüm bu iddialar karakterin değiştirilmez olduğunu nereden kanıtlıyor? Bu iddialar insanların büyük bir çoğunluğunun karakter konusunda büyük değişimler gerçekleştirmeye çabalamadığını gösterir sadece. Bu insanlar iradeleri devreye girmeden, hayatlarındaki neredeyse her şeyi, sahip oldukları eğilimlerle hallettiklerini sanırlar. Çoğu insan dışarıdan yönetilir. Dünya’nın Güneş’in etrafında dönerken izlediği yolu sorgulamadığı gibi, insanlar da modayı ve fikirleri öyle takip ederler. Dünya sanki tembellik yarışına girmiş gibi. Birçok insan, hayatı boyunca ayakta kalmak için uğraşır sadece; çalışanlar, fakir insanlar, kadınlar, çocuklar, hiçbir şeyi sorgulamaz. Biraz karmaşık bir yapıya sahip olmalarının yanında kesinlikle bilinçlilerdir. Fakat istemsiz arzuları ve tuhaf istekleri olan “kuklalardır”. İnsanlar, zaman alan bir evrimin sonucudur ve hayatta kalmak için acımasız mücadelelerin baskısı altında ezilmişlerdir. Bu sebeple dış koşulların zorluğu geçtiğinde ilkel içgüdüleriyle hareket etmeye başlarlar. İnsanların, yoğun çalışmalarını sürdürmelerini sağlayacak ideal arzuları ve asil ruhları olmazsa hayvansal içgüdülerine sürüklenirler. Bu sebeple, erdemli yaşlıların gençlerden fazla olmamasına şaşırmamalıyız.
Geçerli olabilecek tek argüman, tüm çabaların yararsız olduğunu kanıtlamak olurdu. Bencil bir insanın asla büyük fedakârlıklar yapamadığını kanıtlamak. Fakat korkakların para uğruna canlarını tehlikeye attıklarına tanık oluyoruz! Tutku ölüm korkusuna karşı yenilmez değildir. Oysaki bencil birinin sahip olduğu en değerli şey kendi hayatıdır. Bencil birinin geçici bir hevese kapıldığını hiç görmedik mi? Örneğin vatan uğruna canlarını feda ettiklerine tanık olmadık mı? Bu geçici hevesler mümkünse, yarım saatliğine değişen meşhur karakter operari sequitur esse[8 - “Eylem varlığı izler” anlamına gelen Latince bir deyiştir. (ç.n.)]’ye ne demeli? Bu değişmez bir karakter değildir. Tamamen değişebilir ve değişimini daha sık yenilemek mümkündür.
Schopenhauer baştan sona aynı karaktere sahip bir bencille nerede karşılaşmış acaba? İnsan doğasının bu kadar basit olması mümkün değildir ve karakterin homojen bir bloktan ibaret olduğu düşüncesi yüzeysel bir gözlemden öte değildir.
Karakter, heterojen güçlerin sonucu ortaya çıkar. Bu iddia ise soyut değil, canlı insanlar üzerinde yapılan somut gözlemlere dayanır ve Kant ile Schopenhauer’ın naif kuramlarını çürütmeye yeter. Spencer’a gelince, ona iyi eğilimlerin de kötü olanlar kadar kalıtsal olduğunu ve güçlü bir şekilde organize edildiğini göstermek yeterli olacaktır.
Karakterin doğuştan var olduğunu iddia eden kuramları bir yana bırakalım, zaten mantıklı değiller. Kuramını bize değil de Almanya’ya yaydığı için Tanrı, Schopenhauer’ı korusun. Cesaret kırıcı kuramcılarımızdan olan Hippolyte Taine de kadercilik ile determinizm arasındaki farkı ortaya koymayı başaramadı. Hayatımızı, irademizden ve erdemlerden bağımsız olduğunu düşünecek kadar ileriye gitmiştir. Naif ve çocuksu olan bu düşüncesi yüzünden uzun süre psikolojik determinizm alanında çalışmalar yapılmadı. Yıllar sonra ortaya çıktığında ise Theodule’un irade hastalıkları üzerine olan kitabı hakkında yanlış anlamalara yol açtı.

II
Şimdi de kendi üzerinizde egemenlik kurabilmenin daha kolaymış gibi gözüktüğü için kaderci kuramlardan daha fazla cesaret kıran kurama, yani özgür irade kuramına yer vermek istiyoruz.
Özgür ahlak ile bağlantılı olduğu düşünülen özgür iradenin, hem özgür ahlak ile alakası yoktur hem de aksine onun tersidir. Gençlere, kendi üzerlerinde egemenlik kurabilmek ve uzun çalışmaları kolaymış gibi göstermek, onların cesaretini baştan kırmak demektir.
Antik Çağ’da, gençlerin zorluklarla mücadele etmeleri gerektiği ve ancak sekiz yıl kadar uzun bir çalışmadan sonra başarı elde edebilecekleri düşünülürdü ve her çocuk bu düşünceyle büyürdü. Nasıl ki 1870 yılında[9 - Fransa-Prusya Savaşı. (ç.n.)] sadece bir buyrukla Fransa egemenlik kuramadıysa, bizler de sadece bir buyrukla kendi üzerimizde egemenlik kuramayız. Tekrar ayağa kalkabilmek için Fransa, yirmi yıllık zorlu bir mücadele vermiştir. Aynı şekilde bizim de ayağa kalkabilmemiz için sabır gerekir. Otuz yıl zor işlerde çalışıp köyde istirahat etme hakkını elde eden insanlar görürüz. Kendi üzerimizde egemenlik kurmak için nasıl olur da zamanımızı ayırmayız! Ne olduğumuz, değerimiz, nasıl bir rol oynayacağımız, hepsi bu egemenliğe bağlıdır. Bu egemenlikle saygıyı kazanırız. Mutluluğa açılan kapıyı aralar bize, çünkü her mutluluk düzenli bir çalışmayla elde edilir. Bu egemenliğin küçümsenmesinin ardında hepimizin hissetmiş olduğu gizli bir acı vardır. Başarma arzusuyla irade eksikliği arasında sıkıştığını hissetmemiş kaç öğrenci vardır? “Özgürsünüz!” derdi hocalarımız! Fakat bu cümle bize umutsuz bir yalanmış gibi gelirdi. Hiçbir hocamız, iradeye yavaşça ulaşıldığını veya ona nasıl ulaşacağımızı anlatmadı. Kimse bizi bu mücadeleye hazırlamadı, kimse bizi desteklemedi. Biz de doğal bir tepki olarak kadercilerin ve Taine’in çocuksu kuramlarını kabul etmek durumunda kalırdık. Çünkü bu kuramlar en azından bizi teselli eder, mücadele etmenin gereksizliği karşısında boyun eğmeyi öğretirlerdi. Biz de tembelliğimizin tesellisi olan kuramların yalandan ibaret olduğunu görmemek için dikkatimizi başka şeylere verirdik. Özgür irade filozoflarının hem naif hem yıkıcı olan kuramı, irade konusundaki bu kaderci kuramlara sebebiyet vermiştir. Ahlak özgürlüğü ve siyasi özgürlük gibi bu dünyadaki tüm değerler büyük mücadeleler ve savunmalarla kazanılmalıdır. Bu kazanç ise güçlü, zeki ve azimli insanların ödülüdür. Özgür olmayı hak etmeyen hiç kimse özgür olamaz. Özgürlük ne bir hak ne bir olgudur. O bir ödüldür; mutluluğun en büyüğü ve en bereketlisi. Bir manzara için güneşin ışığı ne ise, hayatın olaylarında da özgürlük odur. Özgürlüğe ulaşamayan kimse, hayatın derin ve kalıcı sevinçlerine ulaşamaz.
Maalesef, hayati özgürlük kadar hiçbir konu bu kadar karartılmamıştır. Bain, buna “metafiziğin paslı kilidi” adını verir. Elbette özgürlükten kastımız kendimizi kontrol edebilmek, yüce duyguların ve ahlaki düşüncelerin baskın olmasıdır. Kendi kendimizi kontrol etmek zordur: kızgınlık, bencillik, şehvet ve tembellik gibi duygularını bize miras bırakan ve bu duyguları terk etmek için mağaralara sığınan ilkel atalarımızla aramızda pek çok yüzyıl vardır. İnsanın doğasında var olan bu duygularla durmadan mücadele eden yüce insanlar, başarının mutluluğunu tadamamıştır.
Fakat tembelliği ve tutkularına karşı mücadele etmekle kendinde var olan bencilliği tamamen yok etmeye çalışmanın birbirinden farklı olduğunu tekrardan hatırlatmak isteriz.
Verilecek mücadele uzun soluklu ve zorlu bir mücadeledir. Ne cahiller ne de küstahlar bu mücadeleyi kazanabilir. Bilinmesi ve uygulanması gereken bir yöntemle kabul edilmesi gereken uzun bir çalışma vardır. Psikolojinin kanunlarını bilmeden veya kanunları bilenlerin tavsiyelerini almadan işe girişmek, deneyimli bir rakip karşısında ve taşların nasıl ilerlediğini bilmeden satranç oyununu kazanmaya çalışmak gibidir. Gerçekleşmesi imkânsız olan özgür irade kuramını destekleyenlere göre, hiçbir şey yaratamıyorsanız ve iradeye bağlı bir sebeple, bir şeye doğasında olmayan bir güç veremiyorsanız özgür değilsinizdir. Özgür olmak için, basit bir iradeyle ve tuhaf, gizemli, bilimin kanunlarına ters düşen eylemlerle bir şeye güç verebiliyormuş gibi yapmak yerine, akıllı bir şekilde esas kanunu uygulayacak şeylere güç veririz. İnsan doğasına ancak itaat ederek ona emir veririz. Özgürlüğü sağlayan tek şey, kendimizi kontrol etmemizi sağlayan psikolojinin kanunlarıdır. Determinizmin olduğu yerde özgürlük vardır ancak.
İşte, asıl meseleye geliyoruz. İsteksiz bir şekilde ve güç sarf etmeden yapılan bir işte başarı sağlamak mümkün değildir. Örneğin, öğrenciniz çalışmak istemiyorsa, hiçbir zaman çalışmaz. İşte o zaman Kalvinistlerin[10 - Kalvinizm’e göre insanların özgür iradesi yoktur. Bu sebeple cennet veya cehenneme gideceği doğduğu andan itibaren bellidir.] kader inancından bile daha acımasız bir kader anlayışıyla karşı karşıya kalırsınız. Çünkü Kalvinistlere göre cehenneme gidecek olan bir kişi, kaderinde cehenneme gitmek olduğunu önceden bilemez. Bu sebeple bu kişi hâlâ Tanrı’dan medet ummaya devam eder. Fakat öğrenciniz, içinde çalışma isteği olup olmadığını ve sarf edeceği tüm çabalarının gereksiz olacağını bilir. Çalışma isteği yoksa başarı için umut etmeye de hakkı yoktur.
Anlatmak istediğimiz konuyu mümkün olduğunca açık bir şekilde açıklamaya çalışacağız. En iyisini yapma isteği içinizde yoksa tüm çabalarınız boşa gider. Fakat içinizdeki istek size bağlı değildir, o hâlde kaderle hatta yazgıyla karşı karşıyayız demektir! Ancak suçu kadere atmakla çözüm bulamayız. En iyisini yapma isteğiniz, ne kadar zayıf olursa olsun bu istek yeterlidir. Çünkü uygun çözüm yollarını uygulayarak isteğinizi geliştirebilir, güçlü, sağlam ve kalıcı bir sonuç hâline getirebiliriz. Fakat ne kadar zayıf olursa olsun bu istek içinizde olmalı, yoksa hiçbir şey yapamazsınız!
Özgür irade kuramcılarına göre içimizde istek olmazsa bunu başaramayız. Biz de buna tamamen katılıyoruz. Uzun soluklu bir işi isteksiz şekilde yapmak ve yapmayı amaçladığımız işi sevmeyerek yapmak başarı şansımızı elimizden alır. Başarı elde etmek için görevimize aşkla bağlı olmalıyız. Fakat dediğimiz gibi, öğrencinizde bu istek olabilir de olmayabilir de. Eğer yoksa başarısız olmaya mahkûmdur. Buna katıldığımızı söyledik; eğer istek yoksa özgürlük de yoktur! Özgür irade kuramcılarının kaderin talihsizliği olarak gördükleri bu başarısızlıklar sadece belli insanlarda görülür.
Yazgı konusunda şanssız olan bu insanlar, ruhsal bozukluklara sahip olanlardır. Eğer herhangi bir ruhsal bozukluğu olmayan birine başarılı bir kariyerle aylaklık arasında tercih yapılması istense, kuşkusuz kariyeri seçer. Bu elbette bizim varsayımımız, fakat bunu yalanlayacak biri var mıdır?
Ruhun yüceliğine, güzelliğine ve dehasına tamamen kayıtsız kalan biri var mıdır? Böylesine cahil bir insan varsa da itiraf etmeliyim ki beni ilgilendirmiyor. Çoğu insan varsayımımızı doğru bulsa ki doğru, bu bizim için yeterlidir. Çünkü bir insan, Sokrates’in, Regulus’un, Vincent de Paul’un yüceliğini insanlığın en itici örneklerinden olan aylaklığa tercih ediyorsa, ne kadar küçük olursa olsun yaptığı bu tercih yeterlidir. Çünkü tercih etmek sevmektir, arzu etmektir. Bu arzu denildiği gibi geçici bir duygu olsa da kalıcı hâle gelebilir ve güçlendirilebilir. Onu iyi beslerseniz büyür ve güçlü bir isteğe dönüşür. Karıncanın besini olan küçük bir tohum, kasırgalara meydan okuyan güçlü bir meşe ağacına işte böyle dönüşür. Bu sebeple, sadece ruh sağlığı yerinde olmayanları olumsuz, bizi de olumlu etkilediği için yazgı bizi korkutamaz. Bu sebeple ahlakın bu kadar tehlikeli kuramlara ve cesaret kırıcı “Özgür İrade Kuramları”na bağlı olmaması gerekir. Ahlakın sadece özgürlüğe ihtiyacı vardır. Bu özgürlük ise sadece determinizm aracılığıyla mümkündür. Özgürlüğümüzü garantilemek için hayal gücümüzün bir hayat planı gerçekleştirmeye elverişli olması lazım. Psikolojinin kanunları hakkındaki bilgimiz ve uygulamalarımız, gerçekleştireceğimiz planın ortaya çıkmasını ve aklımızdaki fikirlerin özgürleşmesi sağlayacaktır.
Özgürlük anlayışımız, insanların tembelliğinden dolayı Özgür İrade Kuramı kadar çekici gelmeyebilir. Fakat kuramımız, özgürlük konusunda psikolojik ve ahlaki doğamızın gerçekliğine uygundur ve bizi mutlak özgürlük iddialarıyla kibirli ve çelişkili açıklamalarla karşı karşıya bırakmaz. Özgür İrade Kuramı, önemli araştırmacıları irade konusundaki çalışmalardan uzaklaştırmıştır. Bu geri dönülmez bir kayıptır.
İradenin doğası konusunda popüler olan kuramlardan arındığımıza göre, artık konumuza derinlemesine girebilir ve irade psikolojisini yakından irdeleyebiliriz.

İKİNCİ KİTAP
İRADE PSİKOLOJİSİ

BİRİNCİ BÖLÜM
Düşüncelerin Görevi

Psikolojik yaşamımızın ögeleri basit olsaydı, irade konusundaki tehlikelerini ve kaynaklarını araştırmaktan daha basit bir şey olmazdı. Fakat bu ögeler arasındaki uyum, detaylı bir araştırma yapılmasını zorlaştırır.
Yine de özel hayatımızın tüm ögelerinin üçe ayrıldığını fark etmek zor değildir: düşüncelerimiz, duygu durumlarımız ve eylemlerimiz.

I
Düşünce sözcüğü, içinde farklı ögeler barındırır. Akılla irade arasındaki ilişkilerle ilgilenen psikoloğun düşüncelerimiz arasında yapacağı en derin ayrım, onları merkezcil ve merkezkaç olarak ayırmaktır. Birçok düşünce bize dışarıdan gelir. Montaigne’in dediği gibi “etaminle işlenmiş” gibidir bu düşünceler. Hiçbir değişime uğramadan kalırlar ve hafızamızda depolanırlar. Kafamızda, yaptığımız okumalardan, konuşmalardan hatta gördüğümüz rüyalardan bile gelen düşünceler vardır. Bunlar, zihinsel tembelliğimizden istifade edip içimize yerleşen düşüncelerdir.
Tembelliğimiz ve şehvete düşkünlüğümüz hem iyilik hem kötülük barındıran zihnimizde gerekçeler arayacaktır. Bu duyguları hem hizaya getirebilir hem de isteğimize göre geliştirebiliriz. Düşüncelerimiz üzerinde üstünlük kurabilsek de onlar bizim üzerimizde üstünlük kuramaz. Düşüncelerimizin çoğu sözcüktür. Tembellik ve şehvete karşı sözcüklerin mücadelesi, toprak kabın demir tencereyle mücadelesine benzer. Fouillée, temel düşünceler konusunda hatalı bir tez savunmuştur. Çünkü güçlü düşüncelerin duygularla ilişkili olduğunu görememiştir. Akıl, şehvetin gücüne karşı dışarıdan gelen bir destek olmaksızın, tek başına mücadele ettiğinde yenilmeye mahkûmdur. Sağlıklı olduğunda aklın izole olması mümkün değildir. Fakat hastalık durumunda azmettirici tüm eylemlerin gücü hassasiyetten kaynaklanır. Aklın kendi başına bir gücü olmadığını iddia etmiyoruz, ancak hayvansal içgüdüleri bastırmak konusunda güçsüz kaldığı kesin. Ribot şaşırtıcı örneklerle, yapılan eylemin sonucunda mutluluk yoksa insanların parmağını dahi oynatmadığını kanıtlar. Hareketli bir geceden kalmaysak ve uykumuzu alamadıysak parmağımızı dahi oynatacak hâlimizin olmayacağı gibi. Ne yapmamız gerektiğini bilsek de üzerimize bir ağırlık çöktüğünde, düşüncelerimizin bile güçsüz kaldığını görürüz. Ribot’un değindiği durumlar, düşüncelerle duyguların arasındaki karşıtlığı görmemizi sağlar. Ribot, aklı yerinde olup kendi iradesiyle hiçbir eylemde bulunmak istemeyen bir hastanın, yolda bir kadına çarptığında ilk arabadan inip yola koşan kendisinin olacağını söyler. Maalesef, patolojik durumların istisnai durumlardan olduğunu sanırız oysaki onlar gerçeğin kendisidir. Cimri bir kimse, Molière’in Cimri isimli oyununda paragöz bir karakteri oynayan Harpagon’un saçmalıklarını her zaman komik bulur. Cimri olan bu insan, Harpagon’la benzerliği olduğunu asla görmez ve kabul etmez. Tıpkı zihinsel bir hastalığımız olduğunda bunu kabul etmediğimiz gibi. Örneğin, alkolikler sarhoşluğun etkilerini bilirler fakat onu ancak felç geçirdikten sonra anlarlar, yani iş işten geçtikten sonra. “Ah, keşke bilseydim!” derler. Alkolün olumsuz etkilerini zaten biliyorlardı fakat irade için önemli olan o duyguyu tatmamışlardı. Düşüncelerin yüzey katmanının altında, gelip geçici duygulardan yararlanabilecek düşünceler bulunur. Örneğin, tüm günü yarı tembel hâlde geçirdiğimizi varsayalım. Kitap okuyoruz fakat kendimize verdiğimiz sebeplere rağmen, sarf etmemiz gereken çabayı tam olarak sarf etmiyoruz. Bir anda bize, bir arkadaşımızın başarısının haberi gelir, rekabet duygusuna kapılırız ve kendimize verdiğimiz sebeplerin bile uyandıramadığı ufak bir duygu uyanır içimizde. Yapmak istediğimiz şey ile duygumuz arasında farklılık vardır. Örneğin bir gün, şafak sökmeden, ucu karanlıkta kaybolan dik bir buzul üzerinde yürüyüp aşağıya kayıyordum. Aklım başımdaydı. Tehlikenin ve durumumun kritik olduğunun farkındaydım. Öleceğimi düşünerek yavaşlamıştım ve yüz metre daha aşağıda yürüyüşümü bitirdim. Oldukça sakin bir şekilde, Alpenstock’umdan yararlanarak buzul karı geçiyordum. Tamamen güvende olduğum kayalıklara ulaştığımda, (belki sarf ettiğim çabanın sonucu bende oluşan bitkinlikten dolayı) şiddetli bir şekilde titremeye başladım. Kalbim ağzımda atıyordu, sırtımdan soğuk terler boşalıyordu ve ancak o zaman inanılmaz bir korku hissetmeye başladım. Bir anda tehlikeyle karşı karşıya kalmak, tehlikede olduğumu hissetmemi sağlamıştı.
Dışarıdan gelen düşüncelerden etkilenerek hissedilen geçici duygu durumlarından daha derin düşünceler vardır. Bunlar da dışarıdan gelen düşünceler olmakla beraber temel duygularla uyum içindelerdir ve bu duygularla çarpık bir birlik oluşturdukları için, düşüncenin mi duyguyu yoksa duygunun mu düşünceyi içine çektiğini anlamamızı engeller. Bunlar, içimizden gelen ve karakterimizi, derin eğilimlerimizi oluşturan içsel düşüncelerimizle karıştırılır. Onlar bir nevi duygularımızdır. Yüzeyi soğumuş fakat belli bir derinlikte hâlâ yanan bir lav gibi bu düşüncelerin temelinde yatan duygular da derinlerde saklıdır. Bu düşünceler, belirli bir hedefe yönelmiş her çalışmaya ilham verir ve destekler. Yine de altını çizmekte fayda var: bu düşünceler tam olarak düşünce değildir. Onlar ağır ve zor yönlendirilen psikolojik durumların net ve kesin temsilidir. Diğerlerinden çok farklı olan bu düşünceler genellikle sözcüklerden ibarettir, anlamlı şeylerden ayrılmış göstergelerdir. Enerjileri genellikle derinliklerinden gelir. Duygulardan, tutkulardan, yani kısaca her türlü his durumlarından beslenir. Bahsettiğimiz türde bir düşünce, onu tutkuyla karşılayan bir zihinde ortaya çıktığında, kendisini doğuran duyguları çeker; bir şekilde ondan beslenir, güç alır. Böylece düşüncelerdeki netlik duygulara geçer, onları güçlendirmez ancak yön verir. Düşünceler, duyguları aynı tarafa yönlendirir, çatışmaları ve tutarsızlıkları yok eder. Siyasetin, demokrasiyle çatışan düşünceler ve anarşik güçlerle mücadele etmesi gibi. Fakat kendileriyle sınırlı oldukları için düşünceler içgüdüsel eğilimlere karşı güçsüz kalır. Aranızdan kaç kişi aklınız yerinde olduğu hâlde gece sebepsiz yere, yattığınız yatakta gereksiz ve saçma bir korkuya kapılıp, kalbinizin ağzınızda attığı bu yersiz duyguyu hafifletebilmiştir? Böyle bir deneyim yaşamamış olanlara kışın, rüzgârın olduğu gece yarısı, Hoffmann’ın masallarından “Porte Murée”yi okumalarını öneririm. Korku gibi bir duyguya karşı akıllarının nasıl devre dışı kaldığını göreceklerdir. Bu denli güçlü ve neredeyse içgüdüsel olan duygular haricinde, düşüncelerimizi gerçekleştirme gücüne sahip olan sonradan edinilmiş duygulardan ve duygu durumlarından söz etmek mümkündür. Burjuvazinin tamamen düşünsel inancı olan “tekrarlanan” inançlar ile Dominikli birinin hissettiği dinî inancı karşılaştıralım. Dinini gerçekten hissettiği için yerine getiren Dominikli, Tanrı adına kendini kurban eder, dünyevi zevklerden kendini mahrum bırakır, fakirliği ve hayattaki en büyük zorlukları bile kabul eder. Burjuvalar için dinî inanışlar düşünsel olduğu için ayinlere katılırlar, fakat en kötü bencilliği bile yaparlar. Burjuvalar zengindir, zavallı bir hizmetliyi kötü besleyip bir de üstüne zorlu işler yapmasını bekleyerek onu acımasızca sömürmekten çekinmezler. Aynı şekilde, sosyalist diye geçinen biriyle içten sosyalist olan Tolstoy’u karşılaştıralım. Sosyalist diye geçinen o insan kendini ne zevkinden mahrum bırakır ne de gereksiz harcamalardan vazgeçer. Oysaki Tolstoy, Rus köylüler gibi yaşayıp soyluluğa ve zenginliğe doymuştur. Benzer şekilde, ölümün kaçınılmaz olduğu fikri çoğu insanda soyut bir düşünce olarak kalır. Bu düşünce ne kadar yatıştırıcı ve avutucu olsa da ve ne kadar hırs, kibir, bencillik gibi duyguları zayıflatıp acımızı hafifletse de davranış şekillerimiz üzerinde hiçbir etkisi olmaz. Ölüme mahkûm edilen bir insanın ancak son ana kadar, idam aşamasında öleceğinin farkına varması bu sebeptendir. Ölüm düşüncesi zihninde hep vardı ancak belli belirsiz ve genel bir düşünce olarak vardı. Böylece, korkudan titreyip yüzü kıpkırmızı kesilen o insan, birazdan öleceğinin farkına varmıştır fakat farkında olmadan mahkemenin demir parmaklıklarını saymaya başlamış, birinin kırık olduğuna şaşırmış ve onun tamir edilip edilmeyeceğini düşünmeye başlamış kendi kendine. Bu insanın bu kadar erken öleceğini düşünüp zihnindeki ölüm korkusu hâlâ belli belirsizdi. İşte ancak bu son akşam umutsuz durumunun ve karşı karşıya kaldığı korkunç sonucun farkına vardı. Ondan önce, bu kadar erken ölebilme ihtimalini sadece belli belirsiz şekilde görüyordu.
Başka örnekler vermemize gerek yok. Geçmiş deneyimlerinize göz atarsanız sizler de vardığımız sonuca varacaksınız. Düşünce kendi başına bir güç değildir. İnsanların bilincinde sadece düşünceler olsaydı tek başına bir güç olabilirdi. Fakat duygularla çatıştığı için, kendisinde olmayan gücü duygulardan ödünç almak zorundadır.

II
Düşünceler tek başına güçsüz olsa da biz onlar üzerinde tam güce sahibiz. Onları bilinçli bir durumla birlikte kullanmayı bilirsek düşünsel anlamda bize tam özgürlük sağlarlar. Bu birlikteliğin kendi kuralları, yeni öğeler dâhil etmemizi ve bağlantılı durum zincirini kırıp onu tekrar bağlamamızı sağlar. Bu kuramsal bilgiyi somut bir örnekle açıklamak isterim. Bir fabrikada ıslık sesi duyulmuştu. Bu ses istemsiz bir şekilde zihnimde takip eden düşünceler zincirini kırıp, bir deniz imajı, Korsika dağlarının görüntüsü ve Bastia kıyılarında görebileceğimiz o muhteşem panoramayı bilincime yerleştirdi. O ıslık sesi, üç yıl boyunca duymaya alışkın olduğum gemi düdüğünün sesine benziyordu. İşte! Düşünsel özgürlük budur. Somut bir durum, temsili bir durumdan daha güçlüdür. Duyulan bir ıslık sesi aklımızdaki düşünce zincirini kırabiliyorsa, bu durumun aynısını bilinçli bir şekilde uygulayarak aynı sonucu elde edebiliriz.
Eğer istersek kendimize somut bir durum üretebiliriz. Düşünce zincirini aniden kıran somut durumlar üreterek düşünsel özgürlüğe ulaşırız. Özellikle uysal ve pratik olan somut bir durum vardır, o da dil yetisini oluşturan hareketlerdir. Örneğin, sözcükleri yüksek sesle telaffuz edebilir veya onları okuyabiliriz. Hatta dindarların kendilerini cezalandırmak için kendilerini kırbaçladığı gibi, biz de kırmak istediğimiz düşünce zincirlerini güçlü bir şekilde “kırbaçlayabilir” ve onları kırabiliriz. Böylece, kalıcı kılmak istediğimiz düşünceyi zorla dayatabiliriz. Her hatıranın aklımıza iyice kazılması için sık ve uzun süreli tekrarlara ihtiyaç vardır. Hatıralar, tabiri caizse canlı ve samimi bir dikkat gerektirir. Bilincimizden uzaklaştırmayı başardığımız düşünce zincirleri zayıflar, silinir ve onlara karşılık gelen düşüncelerin yok olmasını beraberinde getirir. Bu nedenle düşüncelerimizin efendisiyiz: onları istenmeyen bir bitki gibi koparıp atabilir ve kökünden yok edebiliriz.
Tam tersine, var olan düşünceleri saklamak ve onların gelişmesini sağlamak istiyorsak, bize yabancı olan ve bilincimizde ortaya çıkan somut durumları uzaklaştırmaya özen göstermeliyiz. Sessizlik ve sakinliğe ulaşmalı, hatta düşüncelerimiz zayıfsa odaklanmak için gözlerimizi kapatmalıyız. Ayrıca bize hizmet edecek somut durumlardan yardım alabiliriz: yüksek sesle konuşabiliriz, düşüncelerimizi yazabiliriz. Uzun süreli konsantrasyonu sağlamak için, özellikle yazı yazmak benzersiz bir yardım sağlar. Yazı yazmak, elleri ve gözleri de dâhil ederek düşünceyi destekler. Örneğin, mesleğimin vermiş olduğu bir alışkanlık sebebiyle sözcükleri hecelemeden okurum. Sözcükleri duymadan[11 - Bir sözcüğün hatırası oldukça karmaşıktır ve dört ögeden oluşur. Bunlar; 1. Kabiliyet görüntüsü (telaffuz edilen sözcük), 2. Görsel görüntü (basılı sözcük veya el yazması), 3. Duyulan görüntü (duyulan sözcük), 4. Grafik görüntü (yazılı sözcük). Düşünce, dil yetisi olmadan mümkün olmadığı için her düşünce zincirinde yukarıda bahsettiğimiz görüntülerden biri veya birkaçından oluşan başka zincirler gelişir. Yazı yazdığımızda bu dört görüntü zinciri düşünceyi desteklemeye yarayabilir.] hecelemek zor olduğundan dolayı düşünceler üç, hatta dört zincir tarafından desteklenir. Kısacası, kaslarımız üzerinde tam güce sahip olduğumuz için -özellikle de duyu organlarımız veya dil yetisi üzerinde etkisi olan kaslarımız- çağrışımlara bağlı kalmaktan kurtulabiliriz. Elbette, hepimizin farklı bir doğası olduğu için farklılıklar da görülebilir ve hâlihazırda psikolojide, herkesin durumunun aynıymış gibi davranılması yanlıştır.
Her hâlükârda, kendi irade eğitimimiz konusunda bu bölümün sonu oldukça cesaret kırıcıdır. Düşüncelerimiz üzerinde tam güce sahip olabiliriz ancak düşüncelerimiz, tembelliğe ve şehvete karşı neredeyse hiç mücadele edemeyecek kadar güçsüzdür. O hâlde, irade konusunda duyguların bizlere sağladığı imkânlara göz atalım.

İKİNCİ BÖLÜM
Duyguların İrade Üzerindeki Etkisi

I
Duyguların irademiz üzerindeki etkisi yadsınamaz. Ölüm ve acıyla hiç düşünmeden baş etmemizi sağlayabilirler. Duyguların gücünü kabul etmek, evrensel ampirik bir yasanın varlığını kabul etmek demektir. Fakat bu ampirik yasayı daha üst bir yasaya dönüştürebilir ve onu bariz bir şekilde var olan bir gerçekliğin sonucu olarak görebiliriz.
Duyguyu oluşturan ögeleri ayrı ayrı incelediğimizde, duygunun Beethoven’ın yavaş temposuna benzediğini görürüz. Sürekli hareket hâlinde olan temel bir motif vardır ve değişiklikler bazen onu açığa çıkarırken bazen de örtbas eder. Her zaman binbir şekilde hayat bulan bu cümle hem çeşitli hem de müzikal gelişime hayat veren bir ruh gibidir. Tüm yavaş tempoyu destekleyen bu cümle, muhteşem zenginlikleriyle duygu durumlarında temel eğilim görevi görür. Bu eğilim, duyguyla bütünlük oluşturur. Coşku, zevk, acı gibi duyguların ve hatıraların zengin çeşitliliklerini geliştirebilirler. Fakat tüm ikincil öğelere belli bir renk veren de eğilimlerin kendisidir. Descartes’ın varlık anlayışında olduğu gibi yaratılan töz varlığa gelebilmek için Tanrı’ya ihtiyaç duyar. Burada söz konusu zevklerimiz, acılarımız, duygularımız ve hatıralarımız da bu yaratılan tözler gibi bir varlığa sahiptir; onlar eğilimlerin canlı enerjisi sayesinde gerçek olurlar. Eğilimlerin enerjisi olmasaydı sadece soğuk, ölü, tamamen soyut, renksiz ve yararsız psikolojik durumların kalıntısıyla karşı karşıya kalırdık. Bütün duyguların bu tözsel arka planı, içimizdeki durumların neden bu denli güçlü olduğunu anlamamızı sağlar. Gerçekten de eylemlerimiz ve acıyla disipline edilmiş yaşama isteğimiz olan eğilimlerimiz, gelişiminde birçok yönden terk edilmeye zorlandı ve izin verilen yollara yayılarak ya yok olma yasalarına ya da farklı birtakım eğilimlere odaklanılması sağlandı.
Acıyla yönetilen, birbiriyle bağlantılı bir dizi kas hareketiyle yansıyıp bir eylem veya birbirinden farklı eylemler oluşturan bu hareket, eğilimlerin ilk hâlidir.
Acının disiplini olmadan hareketler her yere saçılır ve zayıflar. Eğilimlerimize odaklı yapılan araştırmalar bunu uzun süre yalanladı. Bu eğilimler bir nevi merkezî, birincil enerjimizdir. Tıpkı bir lav gibi, edinilmiş düşüncelerin ve dışarıdan gelen ikincil duyguların soyut kabuğundan gün yüzüne çıkar. Bu enerji, gündelik eylemlerle yansıyan ve uygun kaslara doğru giden gücümüzdür. Bu durum eğilimlerin itici gücünü ifade eder ve birtakım hareketler veya temel hareket dizilerinden oluşur. Örneğin öfke, aşk gibi duygular tarafından harekete geçirilen kaslar. Hatta her insanda aynı kaslar harekete geçer. Atalarımızdan bize, kuşaktan kuşağa geçer. Belirli eğilimlerle belirli kas hareketleri arasındaki bu ilişki, insana kalıtsal yollardan geçer ve yüzyıllardır varlığını sürdürür. Bazı düşüncelerin veya kas hareketlerinin arasında bilinçli olarak oluşturulan ilişkilerin, otomatik hâle gelen diğer ilişkilerin yanında hiçbir gücü yoktur. Bu eşitsiz mücadelede ayakta durmaları ve amaçlarına ulaşabilmeleri için kalıtsal eğilimlerle iş birliği yapmalılardır.
Duygular güçlü etkilere sahiptir. Canlı bir duygu, tıpkı hassas nesnelerin algılanması gibi, duygulardan en bağımsız görünen psikolojik durumları bile etkileyebilir. Temel algılar da dâhil tüm algılar bazı göstergelerin yorumlanmasıdır. Örneğin, bir portakal vardır fakat ben onu görmüyorumdur, sadece bazı göstergeler aracılığıyla onun portakal olduğunu biliyor ve öyle yorumluyorumdur. Fakat anlık ve otomatik alışkanlıklar yüzünden bazen bu yorumlamaları yıkmak zor olur. İşte duygular, gerçek yorumlamalar yapmayı engeller ve bilinçaltında halüsinasyona dayanan bir yorumlamaya yer verir. Örneğin korku, gece absürt sesler duyduğumuza bizi inandırırken, nefret duygusunun da emin olduğumuz gerçekleri görmemizi engellediğini bilmez misiniz? Çocuklarının güzelliği konusunda anneleri veya Moliére’in oyununu[12 - Molière’in, İnsandan Kaçan isimli oyunu.] hatırlayın; aşkın gözleri nasıl kör ettiğiyle dalga geçer:
Soluk yüzlü kadın yasemin çiçeği kadar beyaz,
Korkunç derecede siyah olan ise şirin mi şirin bir esmer.
Fakat duygular sadece algımızı yanıltmazlar. Daha güçlü duygular, daha zayıf olan duygulara saygı duymazlar. Örneğin, birçok insanda oldukça güçlü olan kibir, gerçekten hissedilen duyguları kovalayabilir. Bu durumun önemine daha sonra da değineceğiz. Bu insanlar bilinçaltına tıkılıp kalırlar ve gerçek duyguların üstünü örterler. İşte bu doğamız sebebiyle, öğrenciler yaşlarının vermiş olduğu derin neşeyi, kibrin ve çevrelerinin sebep olduğu mutsuzluğa feda ederler. Dünyevi zevklere sahip olan yüzeysel insanlar da yine aynı şekilde, verimli görünen fakat boş ve sıradan yaşamları boyunca hissettikleri gerçek duyguları, içlerinin derinliklerine inip bulmakta acizlerdir. Çevreye uygun olan duyguları hissediyormuş gibi yaparlar ve gerçek bir duygu hissedebilme olanaklarını içlerinde yok eder. “İnsanlar ne der?” düşüncesinin sebep olduğu uygunluk endişesi yüzünden sevecen, kibar, hiçbir özgün yanı olmayan insanlara dönüşürler. Tıpkı kibar birer mekanik oyuncak gibi, iplerimizi başkasının elinde oynatırlar. En kötü anlarda bile hissettikleri şeyler, uygunluk endişesi taşır. Sağlam ve baskın olan algılarımız ve duygularımız üzerinde oynadığımız takdirde duyguların, hatıralardan oluşan bu hassas psikolojik durumları bozabileceği açıktır. Ögelerin değerlendirmesine dayanan araştırmalar, duyguların büyük sonuçlar yaratacağını gösterir. “Gerçeği sevmek için sevdiğimiz şeyin gerçek olduğundan emin olmalıyız.”[13 - Nicole, De la connaissance de soi, I, VI. (y.n.)] Seçim yapılacak birçok yol arasından birini seçtiğimizi düşünürüz oysaki kararları biz vermeyiz. Verdiğimiz kararlarda bilinçli irademizin varlığı söz konusu değildir. Eğilimlerimiz, bir yerde aklımızı özgür bırakır; eğilimler aklın üstün olduğunu sanmasını ister fakat gerçekte üstünlük sağlayamaz.
Gerçekten de akıl, duyguların şiddetine boyun eğer ve irade üzerinde tatmin edici bir etkisi yoktur. Akıl, iradeden aldığı emirleri yerine getirmeyi sevmez; onu tetikleyen duygular ve tutkular olması lazım. Araştırmalar, yukarıda da bahsettiğimiz gibi yardım etmek için arabasından inip çarptığı kadına doğru koşan o kişinin aslında iradesiz bir kişi olduğunu gösteriyor. Fakat burada onu harekete geçiren özel bir irade söz konusudur.
Kalıcı ve dirayetli bir irade aynı şekilde güçlü, daimî ve sıkça harekete geçen duygularla desteklenir. Mill’e göre “Yoğun bir duygu, kendi üzerinde güçlü bir hâkimiyet oluşturmanın şartı ve aracıdır. Fakat bunun için işlenmiş olması gerekir. İşlendiğinde, kişiyi hem harekete geçirir hem de iradeli olmasını sağlar. Geçmiş deneyimler, işlerini tutkuyla yapan insanların görevlerinde istikrar ve ciddiyet gösterdiklerini kanıtlar.” Kendinizi dikkatli bir şekilde gözlemlediğinizde otomatikleşen hareketleriniz dışında, her iradenin önünde bir duygu dalgası, gerçekleştirilecek eylemin duygusal bir algısı bulunduğunu göreceksiniz. Az önce de gördüğümüz gibi, çalışma fikri bazen yetersiz kalır ve işimizi yapmak yerine kendimizi yatağa atarız. Bazen de yatakta yakalanma korkusu öyle bir utanç duygusuna sebep olur ki aceleyle kalkıp hazırlanmamıza yeterlidir. Bazen de bize mal olacak olsa bile, bir haksızlık karşısında sessiz kalmayıp ona karşı geliriz, vb.
Günümüzde çocuklara verilen ve pek rasyonel olmayan eğitim, gerçeğin belli belirsiz algısı üzerine kuruludur. Kompozisyon yazdırma, ödül ve ceza sistemi, iradeyi harekete geçiren tek şeyin duygular olduğu konusunda karmaşık inanışlara dayanır. Peki, duyarlılık seviyesi çok düşük olan çocukların irade ve diğer konularda terbiye edilmesi mümkün değil midir? “Eğitim konusunda en zor şey duyarlılık seviyesi düşük çocukları eğitmektir. Tüm düşünceleri dağınıktır… Her şeyi dinlerler fakat hiçbir şey hissetmezler.”[14 - Fenelon, Kızların Eğitimi, IV. Bölüm (y.n.)]
Toplumları ve iradelerini toplu bir şekilde ele alırsak düşüncelerin, dünyayı sadece dolaylı yoldan ve duygulara dayanarak yönlendirdiğini açıkça görürüz. “Düşüncelerin ortaya çıkışı, onların kesin bir gelişimine işaret değildir. Ancak duyguların yoğunluğuyla ortaya çıkar ve gelişirler.[15 - Michelet, Fransız Devrimi’nde Kadınlar, 1854, s. 321. (y.n.)] Spencer de duyguların “dünyayı yönettiği”[16 - Spencer, Pourquoi je me sépare d’Aug. Comte. (y.n.)] düşüncesini destekler. Stuart Mill ise ona karşı gelerek “Dünya’nın hareketi, insanın tutkuları ve duyguları sayesinde keşfedilmedi.”[17 - Aug. Comte et le Positivisme, 100 sqq. Fr. Çev. Clémenceau. Alcan. (y.n.)] der. Tabii ki hayır! Fakat bu keşif, insan davranışı üzerinde hiçbir etkisi olmayacak güçlü duygulardan kaynaklandı. Pascal ve Spinoza gibi insanlardan çıktı bu düşünce. Özellikle de Spinoza’dan; Evrendeki Dünya’mızın anlamsızlığı, ardından da kendimizi bir hiç gibi hissetmemiz öyle bir derinlik kazandı ki hiç kimse yaptığı işi duygularından bağımsız yapamaz. Buluşlar sadece duyarlı düşünürlerde pratik etkiler yarattı. Çünkü bu buluşlar sadece o düşünürlerde derin duygular uyandırdı. Bir ulusun ya da belli bir siyasi grubun iradesi, bir duygu durumunun (amaçlar, ortak endişeler, ortak sempati, vs.) sonucudur ve düşünceler kendi hâlinde ulusları yönlendirme konusunda az etkilidir.
Hatta bu konuda okurlarımızın dikkatini çekmek isteriz. Tarihi incelediklerinde, düşüncelerin davranışlar üzerinde zayıf, duyguların ise güçlü olduğuna dair birçok kanıt bulacaklardır.
Saf duygulardan oluşan düşüncelerden, acı, öfke, endişe ve ümit gibi hepimizi harekete geçiren vatanseverlik duygularını birbirinden ayırmayı öğreneceklerdir. Bireysel kanıtlara gelince, “İnsanlık Komedyası”na[18 - Balzac’ın eserlerine verilen isimdir. (ç.n.)] bir göz attıklarında da onlarca örnek bulacaklardır.
Kitabın ilk bölümünde verilen örneklere ek olarak, tek bir ibadeti bile atlamaktan kaçınan dindarların “arkadaşlarını” itibarsızlaştırmaktan nasıl da kaçınmadıklarını görecekler; politikacılar havasız tavan aralarını ziyaret edip kirli, rezil, fakir insanlarla bir araya gelme fikrinden tiksindiklerini ve yardımseverliklerinin gösterişten ibaret olduğunu müşahade edecekler!
Şehvetin, kendi bilinçlerinde nasıl akıl almaz düşünceler ortaya çıkarabildiğini görecekler. Bu insanlar, bu düşünce güçsüzlüğüne karşı hem varoluşun hem de derin bir dinî duygu oluşturabilen ruhun gurur duygusunu birbiriyle karşılaştıracaklar. İşini sevmenin önemini anlayacaklar; qui amat non laborat.[19 - “İşini severek yapanlar için çalışmak zevke dönüşür.” anlamında kullanılan Latince bir deyiştir. (ç.n.)] Gerçekten de yaptığı işi sevenler için yapılan her şey kolay ve keyiflidir. Annelik duygusunun gurur ve vatanseverliğe dayalı düşünceleri nasıl tersine çevirebildiğini; “Haysiyetsiz yaşasın ama yeter ki yaşasın!” diyeceklerini fark edecekler. Fakat tam tersi bir olayla vatanseverliğin, en güçlü duygularla yapay ve ikincil duyguları karşı karşıya getirebileceklerini görecekler. Bu da en sağlam içgüdüsel duyguları bile kökünden yok edebileceğini gösterir. Kısaca değinilmiş olsa da böyle bir çalışmadan sonra, kimse duygu durumlarının irade üzerindeki gücünü inkâr edemez.

II
Doğamız gereği duygusal tarafımız zihinsel dünyamızda baskın olsa da bizim onun üzerindeki gücümüz zayıftır. Daha da kötüsü, bu zayıflığın gerçek olduğunu görebilir veya var olmak zorunda olduğunu kanıtlayabiliriz. Bu güçsüzlük, gerçekten de sadece duygunun kendi doğasının bir sonucudur. Başka bir eserde,[20 - Revue philosophique, Mayıs 1890. Sensation, plaisir et douleur.] dış dünya üzerindeki tüm eylemlerimizin araç olarak kaslarımıza ihtiyacı olduğunu gösterdik.Fakat dış izlenimler oldukça çeşitlidir; kasların uyumu da öyle. Fakat kasa bağlı eylemler güç sarf etmeyi gerektirir. Doğa, bu güç sarf edilişini duyuları etkileyecek şekilde tasarlamıştır. Örneğin, güç sarf ettiğimizde kalbimizin daha güçlü atmaya başlaması, nefes alışlarımızın hızlanması gibi. Birden beslenme işlevleri harekete geçer. Aniden ortaya çıkan bu fizyolojik hareketlenme duyguları oluşturur. Duygular, bu güçlü hareketlenmeden de güçlüdür ve bu hareketlenme eksik olduğunda duygu da eksik olur. Oysa bu hareketlenme otomatiktir hatta irademizin müdahalesinden kaçarak öz hâkimiyetimizi zorlaştırır.
Kalp atışlarımızı ne durdurabiliriz ne de direkt olarak yavaşlatabiliriz. Şehvet anında seminal sıvının ne gelişini ne de birikmesini engelleyebiliriz. Öz hâkimiyetine sahip insan sayısının nadir olduğunu inkâr edemeyiz. Özgürlük ise, çoğu insanın denemeye cesaret edemediği sürekli bir çabanın ödülüdür. Bu durum, neredeyse her insanın determinizm yasasının kölesi olduğunu gösterir. İnsanlar kibirleri ve kızgınlık eğilimleriyle hareket ederler ve büyük çoğunluğu, Nicole’un belirttiği gibi acınası “kuklalar” gibidir. Onlardan bazı hainlikler görebiliriz fakat bir filozofa yakışacak tek tutum, sakinlik ve üstün bir dinginliktir. Özgür iradeye inanan Alceste sözlerimize kızsa da biz doğruları söyler ve Philinte’in dinginliğiyle tutum sergileriz:
… Attığım her adımda,
Sizin gibi öfkeli,
Eğri, haksız insanlar,
Kana susamış akbabalar,
Yaramaz maymunlar ve hiddetli kurtlar görmekten,
Ruhum incinmez…
İşte teorik olarak düşünürün tutumu bu olmalıdır. Eğer intikam alacaksa bunu büyük bir sakinlikle yapmalı. Ve açıkça konuşmak gerekirse bilge insanlar intikam almaz. Sadece geleceğini garanti altına almak için, yattığı yerden ona dil uzatanları bir daha ona bulaşmamaları gerektiğini anlamalarını sağlayacak şekilde terbiye etmek ister. Bu sakinlik yerine neye tanık oluyoruz peki? Gururumuz kırıldığı için elimizde olmasa da fizyolojik bir hareketlenmeyle karşı karşıya kalırız. Kalbimiz düzensiz, çarpıntımız varmışçasına, kendinden geçmiş gibi atmaya başlar. Kasılmaların çoğu düzensiz, spazma benzer, sancılıdır. Kan, darbe yemiş gibi şiddetli bir şekilde beyne gider ve bu hassas organı tıkayarak şiddet, intikam, saçma sapan, abartılı, gerçekleştirilmesi imkânsız düşüncelere yer verir. Düşüncemiz, onaylamadığı ve uygun görmediği bu ilkel duygulara karşı güçsüz kalır. Bu güçsüzlüğün sebebi nedir? Duygular, koşulsuz öncülleri olarak irademizin üzerinde hiçbir hükmü olmadığı vi-seral bozukluğa sahiptir. Bu organik bozukluğu durduramadığımız için, psikolojik açıdan ortaya çıkması ve zihni işgal etmesi engellenemez.
Örnekler yeterli gelmedi mi? Şehvet, zihinsel bozukluğun organik nedeninin önemli bir kanıtını göstermez mi? Farz edilen sebebi dışarıya attığımızda, geçici delilik veya düşüncelerimizin otomatikleşmesi durmuyor mu? Daha önce de verdiğimiz korku örneğine yeniden değinmemize gerek var mı? Duyguları var eden ve bizden bağımsız gelişen asıl sebep fizyolojik olduğu için onlara karşı güçsüz olmamız gerektiği açık değil midir? Bu haksız çatışmayı kişisel bir örnekle açıklamama izin verin. Bir zaman önce çocuğumun sabahleyin gitmesi gereken arkadaşlarına gitmediği söylenmişti. Kalbim aniden daha hızlı atmaya başladı. Fakat orada olmamasının sebebine dair olabilecek mantıklı bir açıklama düşünmeye başladım hemen. Yine de çevrenin sebep olduğu ve zihnimde canlanan, nereden geldiği bilinmez büyük bir endişe beni rahatsız etmeye başlamıştı. O sırada, endişemin ihtimal dışı olduğunu hissetmiş olsam da kalbim tüm hızıyla atıyordu, tüylerim diken diken olmuştu, ellerim titriyordu, aklımda akıl almaz düşünceler dolanıyordu. Delilik olduğunu bildiğim bu endişeleri aklımdan kovmak için çaba sarf etmiş olsam da başaramamıştım. Yarım saat sonra, arama çalışmaları sonucunda çocuk bulundu fakat kalbim hâlâ büyük bir süratle çarpmaya devam ediyordu. Şaşırdığım nokta, bu hareketlenmeleri reddetsem de sanki yine de kullanılmak istermişçesine o hissettiğim öfke ve endişeyi zavallı hizmetliden çıkardım. Yine de genç kızın acı ifadesi karşısında durdum ve öfkemin kendiliğinden geçmesini beklemeye karar verdim ki bu da biraz zaman aldı.
Herkes, kendi üzerinde benzer gözlemler yapabilir ve gözlemin sonunda aynı sonuca varacaktır; duygularımıza karşı direkt olarak hiçbir şey yapamayız.

III
İşte, kendimizi köşeye sıkışmış buluyoruz. Öz hâkimiyet mümkün değil görünüyor. O hâlde kitabımızın başlığı bizi yanıltmış demektir. İrade eğitimi bir yanılsamadır. Çünkü bir yandan, sadece aklımız üzerinde bir gücümüz vardır. Determinizmin uygulanması bizi özgür kılar ve düşünce birliği yasalarıyla kendimizi sınırlandırmamamızı sağlar. Fakat düşünceler güçsüzdür. Mücadele etmemiz gereken kaba kuvvetlere karşı gücü yetersizdir.
Öte yandan duygular bizim üzerimizde tam güce sahip, kendilerine göre algılarımızı, hatıralarımızı, değer yargılarımızı, akıl yürütmelerimizi yönetir. Hatta güçlü duygular güçsüz olanları zayıflatıp yok eder, neredeyse sınırsız bir baskı uygulayıp sonuna kadar despotluk yapar ve ne aklın emirlerine uyarlar ne de iradenin kontrolünü kabul ederler.
Ancak eylem araçlarımız kullanılmaz olduğunda eylemlerimiz konusunda zenginizdir. Psikolojik hayatımızı yöneten yasa, disiplinsiz ve yönetilemez halkın tam güce sahip olmasını sağlar. Mantıklı güçler tavsiye verirler fakat ihtiyatlı değillerdir.
Yapılacak tek şey, umutsuz bir şekilde oklarımızı ve kalkanlarımızı elden bırakıp savaş alanını terk etmek, yenilgimizi kabul etmek, tüm tembelliklerimiz ve korkaklıklarımız için bizi avutmasını bekleyerek kadere sığınmak olacaktır.

IV
Neyse ki durum sandığımız kadar umutsuz değil. Şimdiye kadar bahsetmediğimiz temel bir faktör, aklın ihtiyacı olan gücü ona sağlayabilir. Özgürleştirici bir güç olan zaman, aklın başaramadığını uzun vadede başarmasını sağlayacaktır. Eksik olan doğrudan özgürlüğün yerini, dolaylı araçlar ve stratejiyle doldurabiliriz.

V
Kendimizi özgür kılmak için gerekli olan yöntemi ortaya koymadan önce, kaynaklarımızın hiçbirini göz ardı etmememiz gerekir ve duygu durumlarımıza müdahale edemiyorsak bile acaba ikincil duygular üzerinde etkisi olabilecek eylemler var mı, diye bakmalıyız.
Özellikle kalbimiz gibi, iradeye itaat etmeyen organlarımızın çoğunu kapsayan temel fizyolojik materyallere psikolojik araçlarla direkt olarak müdahale edemeyiz. Yapabileceğimiz tek şey dışarıdan gelen müdahalelerdir ve tedaviyle çözüme ulaşmaktır. Şiddetli bir öfke böylece ilaçlarla kontrol edilebilir ve kalp atışlarını dizginleyebilir.
Büyük cinsel sorunları çözmek için de yine özel ilaçlara başvurulabilir. Tembelliği, ruhsal ve fiziksel uyuşukluğu kahve içerek yenebiliriz. Fakat bunlar kalp atışlarını hızlandırır, spazm etkisi yaratır ve birçok insanda gerginlik sebebidir. Gergin insanların çoğunda kahve nefes darlığı, boğazda daralma hissi ve titremeye sebep olur. Böylece insanlarda kaygı, gereksiz endişe hatta mantıksız korkulara neden olur.
Fakat eylem olanaklarımız sınırlıdır ve duyguların üzerinde sahip olduğumuz güce yoğunlaşmamız neredeyse faydasız. Fakat kaslara bağlı durumlarda aynı şey söz konusu değil. Duygularımızın dışa vurumu bize aittir çünkü istediğimiz hareketleri yapma veya yapmama kararını da biz veririz. Duygu ve duygunun dışa vurumu arasında sürekli bir ilişki vardır. Bu durum psikolojinin genel kanunudur. İki öğe arasında bir ilişki varsa, biri diğerini uyandırır.
Bu kanundan dolayı, Loyolalı Ignatius[21 - 16. yüzyılda yaşamış İspanyol asıllı din adamıdır. Cizvit tarikatının temelini atmıştır. (ç.n.)]

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/jules-payot-32646136/irade-terbiyesi-69428623/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Gustave Comte’a göre sosyolojinin temel amacı evrensel kanunları keşfetmektir. Bu kanunlar keşfedildiğinde toplumsal işleyişe ilişkin kapsamlı bilgi edinilebilecek, gelecekte yaşanacaklara ilişkin öngörüler spekülatif olmaktan çıkıp bilimsel hükümlere dönüşebilecekti. (ç.n.)

2
Herbert Spencer, The Study of Sociology. (y.n.)

3
L’Éducation de la bourgeoisie, 3. basım, Léopold Cerf; 1888. (y.n.)

4
Nicolle, Du danger des entretiens, L. (y.n.)

5
La Fontaine’in Maymun ile Kedi isimli masalıdır. Masalda anlatılmak istenen şey insanların, başkası aracılığıyla halledebilecekleri konular için kendi güçlerini harcamadıklarıdır. Her zaman mevcut iş için, masaldaki gibi“bir kedi” bulurlar. (ç.n.)

6
Önsel (a priori) bilgi, hiçbir deneye dayanmadan ve yalnızca akıl yoluyla üretilen bilgidir. (ç.n.)

7
Determinizme göre her şey belirlenmiştir ve değişmesi mümkün değildir. Özgür irade sadece bir yanılsamadır. Bize özgü sandığımız hareketlerimiz sadece bilimsel yasaların işleyişidir. (ç.n.)

8
“Eylem varlığı izler” anlamına gelen Latince bir deyiştir. (ç.n.)

9
Fransa-Prusya Savaşı. (ç.n.)

10
Kalvinizm’e göre insanların özgür iradesi yoktur. Bu sebeple cennet veya cehenneme gideceği doğduğu andan itibaren bellidir.

11
Bir sözcüğün hatırası oldukça karmaşıktır ve dört ögeden oluşur. Bunlar; 1. Kabiliyet görüntüsü (telaffuz edilen sözcük), 2. Görsel görüntü (basılı sözcük veya el yazması), 3. Duyulan görüntü (duyulan sözcük), 4. Grafik görüntü (yazılı sözcük). Düşünce, dil yetisi olmadan mümkün olmadığı için her düşünce zincirinde yukarıda bahsettiğimiz görüntülerden biri veya birkaçından oluşan başka zincirler gelişir. Yazı yazdığımızda bu dört görüntü zinciri düşünceyi desteklemeye yarayabilir.

12
Molière’in, İnsandan Kaçan isimli oyunu.

13
Nicole, De la connaissance de soi, I, VI. (y.n.)

14
Fenelon, Kızların Eğitimi, IV. Bölüm (y.n.)

15
Michelet, Fransız Devrimi’nde Kadınlar, 1854, s. 321. (y.n.)

16
Spencer, Pourquoi je me sépare d’Aug. Comte. (y.n.)

17
Aug. Comte et le Positivisme, 100 sqq. Fr. Çev. Clémenceau. Alcan. (y.n.)

18
Balzac’ın eserlerine verilen isimdir. (ç.n.)

19
“İşini severek yapanlar için çalışmak zevke dönüşür.” anlamında kullanılan Latince bir deyiştir. (ç.n.)

20
Revue philosophique, Mayıs 1890. Sensation, plaisir et douleur.

21
16. yüzyılda yaşamış İspanyol asıllı din adamıdır. Cizvit tarikatının temelini atmıştır. (ç.n.)
İrade Terbiyesi Jules Payot
İrade Terbiyesi

Jules Payot

Тип: электронная книга

Жанр: Саморазвитие, личностный рост

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Jules Payot’un 1893 yılında kaleme aldığı İrade Terbiyesi, günümüz için de güncelliğini koruyan ve temeli insan olan iradenin sorun teşkil ettiği noktalara itina ile değindiği ve bunlara akılcı, tezli bir bakış açısı ile yaklaştığı tespit ve yöntemler kitabıdır. Tabiri caizse, insanın iradesini yönetebilmesinin anahtarıdır. Değil baş ucu kitabı, yaşam boyu kendinizle mücadele ettiğiniz her an yanınızda bulunduracağınız, yol gösterici kitabınız olacak, İrade Terbiyesi "… Düşüncelerimiz üzerinde tam güce sahip olabiliriz ancak düşüncelerimiz, tembelliğe ve şehvete karşı neredeyse hiç mücadele edemeyecek kadar güçsüzdür."

  • Добавить отзыв