İrade Terbiyesi II Zihinsel Çalışma ve İrade
Jules Payot
Fransız pedagog ve eğitimci Jules Payot, eğitimin, yalnızca bilgi sağlamak değil aynı zamanda akılcı bir iradenin oluşumuyla gerçekleşeceğine inanmış ve bu alanda bir dizi gözlem ve çalışma yapmıştır. Fransız millî eğitimi özelinde yaptığı tespitleri çağdaşlarını etkilemiş ve İrade Terbiyesi’nin ilk cildi yayımlandıktan kısa bir süre sonra pek çok dile tercüme edilmiştir. Payot, ilk eserinde çalışanlardaki, özellikle de öğrencilerdeki irade zayıflığının nedenlerini, dış çevrenin tüm zararlı etkilerini araştırıp tespitlerde bulunurken bu eserinde bireyin kendini gerçekleştirmesine engel olan kavramlara değiniyor. Çalışma eyleminin verimli ve doğru bir şekilde nasıl gerçekleşeceğine dair kendi yaşantılarından ve gözlemlerinden örnekler sunuyor. Bunların ışığında irademizi güçlendirip çalışmalarımızdan başarılı sonuçlar elde etmemiz için pek çok yöntem önerisinde bulunuyor. "Önemli insanlar çalışmanın en yüce verimliliğine sarsılmaz bir inanç duymuşlar ve erkenden düzenliliğin gücünün farkına varmışlardır. Onlar güçlerini savaş meydanındaki generaller ya da zekâsının yeteneklerine rağmen başarısızlığa uğrayan insanlar gibi heba etmemişlerdir. Dürüst Muhasebeci olarak adlandırdığımız koruyucu meleğin varlığını hissederek erkenden cesaretsizlikten kurtulmuşlardır."
Jules Payot
İrade Terbiyesi IIZihinsel Çalışma ve İrade
ÖN SÖZ
“Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım!” derdi, kaldıraç olarak adlandırılan yöntemin gücünü bilen Arşimet.
Yöntem; başka bir deyişle zihnin nesneye uygulanışı, zekâ gücünün çözülecek problem üzerine yoğunlaşması aslında nedir? Bu açıdan yöntem bir araçtır. Creusot’nun o devasa şahmerdanı yalnızca mükemmelleştirilmiş bir çekiçtir ve en güçlü buhar makinesi yalnızca mekaniğin temel yasalarını faaliyete geçiren bir kaldıraç oyunudur. Maddesel dünyada gücümüze güç katan modern endüstrinin araçları ise temel araçların dönüşümleridir.
Oysa bu temel araçların hepsi birer yöntemdi. Yunanlıların ileri görüşlü dehası bir çalışmada önemli olan noktanın sağlam adımlarla yürümek, belirli bir yol takip etmek, tek bir yönde ilerlemek ve dikkatini dağıtmamak olduğunu anlamıştı. Dikkatimizi çözülecek problem üzerinde yoğunlaştırarak takip edilecek en doğru rotayı buluruz. Kavrama gücü yüksek olan bir zihin, güçlük yaratan bazı büyük kayaları kaldıraç vasıtasıyla yerinden oynatmayı bu şekilde başarmıştır. Şüphesiz ki bu zihin, oyunlarına bunu dâhil eden çocukları gözlemlemişti. Misket oynarken pistonun her iki yüzüne buharı dönüşümlü olarak dağıtan dış merkezliyi icat eden kişi aslında küçük Potter değil midir? Onu gören Watt bu icadın değerine hayran kalmıştı.
Oysaki makine ve araçların var ettiği, gücümüzü yüz katına çıkaran bu yöntemler, zihinsel işleyiş için vardır; kaldıracın kaslarımızın verimliliğini, teleskobun görüşümüzü artırması gibi yöntemler de zihnin verimliliğini artırır.
Fakat bazı sebeplerden ötürü somut dünyada yöntemlerin keşfi soyut dünyadakinden daha kolay oldu. Bunlardan biri, problemlerin mucitlerin karşısına sınırlı, açık bir şekilde çıkması ve dikkatin maddeci denemeler üzerine dayandırılmasıdır. Öte yandan ölçümler yanlış yapılır, tabiatın değişmez kuralları ihlal edilirse doğa derhâl yaptırım uygular ve hatanın düzeltilmesi güçleşir. Bir parçanın maruz kalacağı basıncı yanlış hesaplarsam o parçanın kırılması gibi.
Bunun aksine entelektüel çalışmada hatalar hiçbir zaman fiziksel bir olayın netliğine sahip değildir. Sonuçları uzun vadede ortaya çıkar ve çalışanlar çoğu zaman bu sonuçların farkına varmazlar.
Zaten karmaşık maddesel objelerin yarattığı kafa karışıklığının insanı dalgınlaştırmaması zordur. İyice bakmak için geri çekilmek, sağlam gözlerle objektif olanı görmek ve olanı olduğu gibi eleştirmek güçtür. Herbert Spencer uyandığı andan itibaren temas ettiği sıradan her nesneyi inceler ve üreticisi tarafından büyük ölçüde değişime maruz bırakılabilecek bu nesnelerden farklı olduğunu anlar. Taylor, işçilerin vagona yük bindirmek, tuğladan bir duvar örmek gibi en basit işlerinde bile hareketlerini dikkatle yapmalarının güç harcamalarını dörtte üç oranında azaltabileceğini göstermiştir. Büyük bir tren ekspresi Paris’e vardığında bagajların masalara sertçe indirilmesi örneğini ele alalım: Her gün, her trende tekrarlanan zaman kaybını, güç israfını, herkesin gergin ruh hâlini gözümüzde canlandıralım. Koşullara uyarlanamayan bir zihnin nesne üzerinde yarattığı zarara şahit olacağız.
Zihnin nesneye yoğunlaşmasından ve objektif, aklı başında, alışılmış uygulamaların dışında işleyen, yeni bir bakış açısıyla nesneye bakan bir tutumdan daha az bulunanı yoktur. Hiçbir şey adil ve hassas bir terazi gibi ölçülemeyen ağırlıkları algılayabilen, ön yargılar ve alışkanlıklar tarafından çarpıtılmamış, dengede kalmayı başarabilmiş bir zihinden daha nadir değildir. Hataların yaptırımlarının kaçınılmaz olduğu maddesel dünyada, alışılmış uygulamayı düzeltmeyi zorlaştıran da budur: Hele bir de çözülmesi zor sonuçlara sahip zihinsel alışkanlıklar söz konusuysa!
Ordu ve üniversite şüphesiz ki seçkinler topluluğunda yer alır. Yine de yapılan gözlem şunu gösterir ki her yüz kişiden biri bile yaptığı şeyi objektif bir şekilde, sağlam bir zihinle eleştirebilme yeteneğine sahip değildir. Sadece yüzde onluk bir kısmı, bir öğretim sürecinin manasızlığı ispat edildiğinde bunu değiştirebilme kabiliyetine sahiptir. Bundandır ki dikte[1 - Bilimsel Dergi, 15 Haziran 1896.] gibi anlamsız öğretim yöntemleri umutsuz bir işlevsizlikle sürüp gider ve Fransız kompozisyonunun açıkça verimsiz olan geleneksel öğretimi liselerimizde varlığına devam eder.
En basit keşifleri yapmanın bile yüzyıllar aldığına şaşırmamalı. Öyle ki uzun yıllardan beri yazılar oyulmuş plakalara neşrediliyordu ve her harfin arasındaki plakayı yontmayı akıl edecek dâhi bir adam gerekti.
Zihinsel alışkanlıklardaki olayların net bir şekilde görülmesini zorlaştıran şey, bilimsel zihnin psikolojideki eksikliğidir. Psikoloji öğretimi yakın zamana kadar teolojik kaygılar nedeniyle çarpıtılmıştır. Bu, tamamen bilimsel olan irade meselesinin teolojik bir meseleye sinsice nasıl dönüştüğüdür: Özgür irade meselesine. Mekanik yasalarda olduğu gibi kendi içinde de güvenilir yasalara sahip olan psikolojinin temelinde yatan düşünce, şimdiye kadar eğitimcilerin ruhuna nüfuz edebilmiş değildir. Öyle ki, zihinsel çalışma esnasında gözlem ve deneyim eksiklikleri söz konusu olduğunda alışkanlıklar hüküm sürmeye başlar. “Bir Fiji şefi, bir gün kabilesinden uzun bir kafile eşliğinde dağ yolunda ilerliyordu. Birden ayağı takılıp düşecek gibi olduğunda içlerinden biri hariç herkes aynı hareketi tekrarladı ve daha sonra şefin hareketini tekrarlamayan o bir kişinin üzerine atılıp kendini şeften nasıl daha değerli görebildiğinin hesabını sordular.”[2 - W. Bagehot, Lois scientifiques du développement des nations.]
Bu hikâyeye gülmeyin. Mademki her öğrenci gördüğünü nasıl gördüyse o şekilde tekrarlar, o hâlde bizler de bu Fiji topluluklarına benzer hareket ediyoruz.
Ben de kendi yöntemsel hatalarıma kapılmıştım. Amacından sapmış, öğrenilmesi zorunlu tutulan bilgiler yığınından yorgun düşmüş bir hâldeyken kişisel bir çalışma yöntemi keşfetme imkânım yoktu. Hocalarımız bizi hiçbir zaman araştırmalarına dâhil etmedi. Hatta öyle ki çalışma yöntemlerini bize açıklama konusunda isteksiz görünürlerdi. Çalışmayı kölelik olarak gören ön yargının bir devamı mıydı bu? Yoksa başarılarının onlar için bir çocuk oyuncağı olduğunu ve bu başarıların Tanrı vergisi bir beceriden kaynaklandığını mı düşünmemizi istiyorlardı?
Öte yandan, verdikleri zahmeti itiraf ettiklerinde ise bizlerin motivasyonunu düşürmek, insanüstü bir enerjide gözükmek için bunu saçma bir derecede abartırlardı. Büyük Flaubert’in günde on sekiz saat çalışmakla böbürlenmesi de bundandır!
Kaç defa günde on beş saat çalıştığını alçak gönüllülükle söyleyen “entelektüeller” gördüm. Bu kişilerle karşılaştığınızda onlardan çalışmalarını size göstermelerini rica edin.
Çalışmalarım süresince vardığım farkındalıklar daha önce kimsenin dikkatini çekmemişti ama neyse ki geç olmadan farkındalık kazandım! Üretmek teknik bir kusursuzluk gerektirdiğinden ve bu üretimi iş gücünün hafızaya ve vücut enerjisini düzenleyen yasalara akıllıca uyarlanmasıyla elde ettiğimizden kuşkum yoktu. Öğrenme sanatı, zihnin ve bedenin kanunlarına nasıl boyun eğileceğini bilme sanatıdır.
Zorunlu yasalara boyun eğmek ise tembelliğimiz, kibrimiz ve anarşik faaliyetlere duyduğumuz ihtiyaç için bir işkencedir. Her birimizde yasaların bizi kapsamadığına dair boş bir inanç vardır. Bu yüzden olayları akışına bırakmayı ve entelektüel gelişimimizi maceraya teslim etmeyi tercih ederiz. Tesadüfler rejimi altında yaşarız. Fikirlerimiz, kendine özgü bağlarla dilediği gibi birbirlerine bağlanır ve az da olsa istikrarlı bir hayal dünyasından ibaret olan bu zihinsel yaşam, öngörülemezliğiyle insana hoş gelir. Bir turiste de hoş gelen şey kendisine sunulan görüntü çeşitliliği, trafiğin akışı, karşılaşmalar, gök gürültülü fırtınalar ve konforsuz dağ evleri gibi tesadüfi durumlar bütünüdür.
Oysa bakalorya sınavlarına hazırlayan ansiklopedik programlar aracılığıyla yaptığımız yolculuklarda turist olarak yaşamayı çoktan öğrendik. Bizim değişken doğamıza ve istemli iradeye duyulan nefrete karşılık veren bu tesadüfler rejimini seviyoruz. Bu, doğal bir rejimdir.
Çoğu insan bundan zevk alır ve böylece hayatını ziyan eder. Yurt dışında öğrencilerimizi zeki, çalışkan, ciddi addetmek için ortak bir çabada hareket ederiz -meraklı ve isteklidirler, kolayca harekete geçerler- ama onlar da tesadüf alanlarında gezinen turistlerden farksızdırlar. Harika şeylerin gerçekleşeceğini sezinleyerek ateşli bir ruh hâline bürünürler. Fakat bunlar asla gerçekleştiremeyecekleri şeylerdir… Gençliğin kaynayan enerjisini içlerinde hissederler ve inançla doludurlar. Ne yazık ki kimsenin okumayacağı eserlerin hayalini kurarlar çünkü bu eserler yalnızca bir heves olarak kalacaktır.
Damarlarında akan enerjinin verdiği heyecanın kurbanı olarak kendilerini harcar, etrafa dağılırlar. Size tutkulu, oldukça yetenekli, ve göz alıcı çiçekleriyle sağlam bir bitki olmaktan öteye geçememiş, meyve veremeyen çok fazla genç insan sayabilirim.
İrade Terbiyesi isimli kitabım yayımlandıktan az bir zaman sonra büyük bir lisenin evrensel boyutta meraka sahip, büyük işler başarmış felsefe öğretmeniyle bir araya geldim. (Le Capital de Robertus kitabını kişisel kullanımı için çevirmişti.) Yaşlı gözlerle, onu derinden sarsan bir acıyı benimle paylaşmak istediğini söyledi. Birdenbire ama çok geç kalınmış bir şekilde kitabımı okumanın ona boşa çaba harcadığı ve hayatını kaçırdığı kanısını vermişti. Geçen zamanın onarılamaz oluşunun (Yaklaşık 60 yaşındaydı.) bu dünyadaki cehennem olduğunu ve hiçbir umut ışığının aldanmışlığın yakıcı pişmanlığını hafifletemeyeceğini söylüyordu.
Ben de kendi enerjimi, deneyimlerimi gençlerle paylaşmayı görevim kabul etmek yerine, sonu olmayan hırslarla neredeyse israf edecektim. Ülkemizin insan açısından hızla yoksullaştığı zamanda her türden enerjiye ihtiyacı vardır. Günümüzde öğrencilerimiz her şeylerini vatanlarına borçlu olduklarını açıkça görmektedir. Şimdiki nesillerin yaptığı fedakârlıklar gerçekten inanılmaz! Fransa’yı görkemli bir yurt yapma duygusu ve düşünce mirasını bozulmadan gençlere aktarma amacı yoksa 1.500.000 kişi yaşamını niye yitirdi? Sahip oldukları enerji ve zekâ sermayelerini, varlıklarını borçlu oldukları ülkelerinde yeşertmeliler. Yine de her sermaye akıllıca yönetilemediğinde israf olmaya mahkûmdur.
Yöntemsel bir çalışma izleyip dikkati, hafızayı ve sağlığı düzene koyan yasalardan yararlanmayı bildiğimizde entelektüel enerji sermayemiz, ne kadar sınırlı olursa olsun, pek çok şey ortaya çıkabilir.
Gücümüz sınırlı, hayat ise kısadır. O hâlde kaderle mücadele ederken ihtiyatlı davranmak gerekir. Eğer beceriksiz oyuncular gibi oyunun başında başarısızlığa uğramak ve mat olmak istemiyorsak oyunun kurallarını öğrenme zahmetine girmeli ve harekete geçmeden önce iyi düşünmeliyiz. Oyunu iyi oynarken hoşgörülü bir rakiple karşı karşıya olduğumuzun farkına varırız. Bu rakip sadece kuralları öğrenmeyi reddedenler için merhametsizdir; ötekiler içinse oldukça cömerttir. Öyle ki bazen bir kalenizi hatta maceracı vezirinizi bile almaz.
Başka bir deyişle kurallarını kavradığımız takdirde çalışma yöntemi, engelleyici hiçbir unsur teşkil etmez. Belki içinde tesadüften ve “turizmden” birer pay barındırabilir. Manzaraya bakmak, çeşitli kaynaklarda susuzluğunu gidermek, ormandan çiçekler toplamak elbette ki yasak değildir. Ancak bu küçük eğlence anlarında bile her akşam varılması gereken menzili unutmamak gerekir. Bu da sağlam adımlar ve takip edilecek istikamette kararlı bir yürüyüş demektir.
Yola çıkarken tek bir koşul gerekli: İşini bilmek. İşimiz ister tahtadan bir levhayı düzleştirmek olsun ister demiri dövmek, ister odun kesmek, ister bir pencere camı takmak. Gücümüzü iyi kullanmak, nesnelerin yasasına boyun eğmek ve ortaya iyi bir iş çıkartmak için hepsinde edinilmesi gereken bilgiler mevcuttur. Eğer deneyimli bir işçi tecrübelerini bizimle paylaşmaz, yanlış noktalarımızı düzeltmezse biz nasıl yapıldığını anlayana kadar yorgun düşer ve o işi yanlış yaparız. Bu da enerji ve zaman kaybı demektir çünkü gözlemcilerin nesiller boyu adım adım geliştirdiği yöntemleri kendi başımıza bulduğumuzu ileri süremeyiz. Kurşun bir boruyu lehimlemek için içyağının gerekli olduğu bilgisi, bir çırağın işin geleneği gereği öğrendiği sayısız keşifteki gibi aklımıza kendiliğinden gelmez. Her şeyi, hatta yumurta haşlamayı bile öğrenmek durumundayız.
Oysa dünyanın en hassas ve en zor işi söz konusu olduğunda belirsiz istikametlerin yeterli olduğu yanılgısına kapılırız.
Belirsiz istikametle neyi kastediyorum? Çoğu zaman böylesi temel bir mesele üzerinde düşünmeyen öğretmenlerimiz bize anlamsız öğütler verir; bunlar her zaman amacından sapmış tavsiyelerdir. Asıl önemli olan az ve içerik olarak zengin sayfalar okumakken sürekli “Çok kitap okumalısınız.” diye tekrarlarlar.
Deneyimlerime dayanarak her yüz öğrenciden birinin kendi enerjisine, hafıza kalitesine, sağlık durumuna göre çalışma yöntemi seçmeleri konusunda en ufak bir fikrinin bile bulunmadığını söyleyebilirim. Kimse, hiçbir zaman o öğrenciyi böylesine zaruri bir konu üzerinde düşünmeye yönlendirmemiştir. Lisede dil bilgisi kuralı ya da sözlüğe başvurmayı bilmeyen öğrencilerle çok karşılaştım. Çünkü bu onlara daha önce öğretilmemişti. Derste yanına oturduğum, zavallı bir dokuzuncu sınıf öğrencisi fiil çekimlerini sözlükte bulmayı bilmediğini sıkılarak itiraf etmişti. Metin özetlemeyi de bilmiyorlardı. Bu öğrencilerin onda dokuzu Latince bir tercümenin ne tür bir çaba gerektirdiğine dair fikir sahibi değil. Herhangi bir işle görevlendirildiklerinde nereden başlayacaklarını bilemezler. Oysa bu denli zayıf iradelerle yapılan her seçim, alınan her karar daima pahalıya mal olur. Kimse onlara “işe girişmeyi” öğretmez. Öğrenim sürecinin en zoruna terk edilmiş bu zavallı çocuklarda ise umutsuzluktan başka bir şey bulunmaz! Bu öyle bir umutsuzluktur ki cesareti kırılmış, donuk bir tevekküle dönüşür.
Felsefe öğretmeni olarak bir gün, derste birden kalkıp öğrencilerin yanına oturdum ve beni altüst eden bir gerçekle yüzleştim. Çeyrek yılın sonunda öğrenciler dersimden hiçbir şey anlamamıştı. Bu durumun bende yarattığı farkındalıktan hoşnut bir şekilde, o günden itibaren yıldan yıla kolaylaştırdığım öğretim yöntemimin etkisini merakla takip ettim.
Çocukların aklında hiçbir bilginin kalmadığı kalabalık sınıflarda edindiğim tecrübelerime[3 - Jules Payot, L’apprentissage de l’art d’écrire.] dayanarak söylüyorum ki çoğu öğretmen, öğretim yöntemlerine öğrencilerin nasıl tepki verdiklerini hiçbir zaman tam anlamıyla incelememiştir.
Umuyorum ki gelecek yüzyılda her eğitim kurumunda eğitim konusunda bilgili, psikolojide donanımlı biri çalışma yöntemlerinin uygulamaya konulmasıyla ilgili görevlendirilmiş olur. Bu kişi, her çocuğa kendi doğasına ve ihtiyaçlarına göre yol gösterecek bir çalışma yöneticisi olacaktır. Öğrencilere bir dersi nasıl çalışmaları, sözlüğü nasıl kullanmaları, Latince bir tercümeyi nasıl yapmaları, nasıl kompozisyon yazmaları, nasıl not tutmaları ve onları nasıl sınıflandırmaları gerektiğini öğretecek… Onlara başarılı insanların hayat hikâyelerini ve gösterilecek küçük çabaların aslında ne kadar önemli olduğunu anlatarak öğrencilerin morallerini yüksekte tutacaktır. Bir öğrenci cesaretini kaybettiğinde onun bu enerji düşüklüğünün nedenlerini araştıracak ve gereken ilacı tatbik edecektir. Her öğrencinin zayıf noktaları, yetenekleri, zihinsel alışkanlıkları, noksanlıkları, eğilimleri üzerinde çalışacak ve her birine ihtiyaç duyduğu yardımı sağlayacaktır.
Bu çalışma yöneticisi gözlemlediği zihinsel çabaların sürekliliği, edindiği deneyim birikimi ve mesleki becerilerini göz önünde bulundurarak kişilik yapılarına göre uyarlanmış çalışma yöntemleri üzerine çıkarımda bulunacaktır. Böylelikle en iyi çabaların onlarla birlikte kaybolmamasını sağlayacak ve deneyimlerin savrulup gitmesine izin vermeyecektir.
Ne seçkin zihinler, entelektüel çalışmalarını iyi organize edemediklerinden dolayı başarısızlığa uğradı. Kaç öğrenci yetersizlik hissinin yarattığı cesaretsizlikle, artık işlevini yitirmiş alışkanlıklara akıp gitti.
Ben de zamanında organize bir şekilde çalışmayı bilemeyişimden sıkıntı duymaktayım. Eğer bilseydim büyük zaman kayıplarından, var olan gücümü anlamsızca heba etmekten, cesaretsizlik anlarından kaçınmış olacaktım ve daha az bir çabayla daha hızlı sonuçlar elde edecektim.
Gençlerimiz muhteşem bir Fransa’yı yeniden inşa etme gücüne sahipler. Bu yüzden çalışmaları daha zahmetsiz ve verimli olmalı; bu, onların enerjilerini boşa harcamalarından kaçınmaları için gerekli. İşte bu amaçla, zihinsel çalışmanın öğrenimine dair bu kılavuzu gençlere sunmaktayız. Maksimum çabayla minimum sonuçlar elde edilen zamanlar olsa da eğer bu kitabı kendi kişiliklerine uyarlamayı bilirlerse minimum çabayla maksimum sonuçlara sahip olabilirler.
BİRİNCİ KİTAP
ÇALIŞMAYI SEVMEK VE BİLMEK
BİRİNCİ BÖLÜM
Başarmanın Şartı, Çalışmayı Sevmekten Geçer
Deneyimsel geleneklere dayanan eğitim sistemimiz, psikolojideki ciddi hatalar üzerine kurulu olduğundan iradenin duygusal bir güç olduğunu ve zihnin köklerinin duygusal dünyaya kadar uzanmasını görmezden gelir. Duyguların geliştirilmesi ve akıllıca düzenlenmesiyle başlamak doğal olandır. Duyguların ustaca bir şekilde eğitimiyle harikalar yaratılabilir: İnsan doğasında var olan güçlü eğilimler üzerinde hâkimiyet kurabilir ya da aksine başlarda güçsüz olan eğilimleri güçlü kılabiliriz.[4 - Jules Payot, İrade Terbiyesi.]
Fransız ulusal eğitiminin, bilimsel gelişmelere ve Alman eğitim sistemine hayranlık duyan kurucuları ruhsal eğitimi başka bir millet tarafından kabul görmüş bilgi birikimiyle birbirine karıştırdı. Yüzeysel bilgiler ansiklopedisini hafızaya istiflemenin ağırlığı altında kaldılar ve derin bir ruh eğitimi konusunda ihmalkâr davrandılar. Böylece insan doğasının en değerli ve tesirli duygularının iş birliğinden mahrum kaldılar.
Korkuya Başvurmak
Fransız pedagojisi, kendisini iflasa mahkûm edeceğini bildiği için duygulara başvurmayı reddetmez. Ama Fransızların daha cesur duygulara erişebilir olduğunu bilmesine rağmen oldukça sefil duygulara, korkuya ve kıskançlığa başvurmaktan öteye gidemez. Bun-lar evrensel ve güçlü duygulardır ancak etkileri zamanla sınırlıdır.
Cezalandırılma korkusu frenleyici nitelikte olabilir fakat hiçbir zaman harekete geçirici ve canlandırıcı bir etkiye sahip değildir. Yalnızca kötü bir alışkanlığın ya da kusurlu eğilimlerin önüne geçmede faydalı olabilir. Öyle ki yapılmaması gereken bir eylemi dayak korkusuyla o kadar idrak ettirebiliriz ki bir av köpeğini dahi avlanan hayvanı parçalamaması yönünde bu sayede eğitebiliriz. Yine de bu eyleme pek güvenmemek gerekir. Aynı şekilde korku aracılığıyla bir çocuğun okuldan kaçmasını engelleyebiliriz fakat onu ciddi bir şekilde çalışmaya ve özveride bulunmaya teşvik etmek söz konusu olduğunda bu yönteme güvenmeyin. Dış görünüşten ibaret bir çaba ve sahte bir istenç takınacak, korku yönteminin tersini uygulayarak elde edilebilecek olandan daha azını size sunacaktır. Öğrenci, çalışmanın onu sıktığı zamanlarda çaba göstermekten kaçmak konusunda oldukça beceriklidir. Dikkatini çalışmaya veriyormuş gibi gözükse de enerjisini öğretmenini aldatmaya yönelik kullanmakla meşguldür. Sağlam adımlarla ilerlemez ve zorlukları aşmak için gereken çabayı göstermez. Bu sahte tutum öğrencilerimizin çoğunda görülür. Zihinlerinde bazı düşünceleri takip ederken dikkat kesilmiş havası vermeyi bilirler. Bu durumdan bezmiş öğretmenler, öğrenciler tarafından yansıtılan görüntüyü kabul etmek durumunda kalırlar. Aralarındaki bu gizli ittifakı, sıkıntı verici bir duruma razı olmak için düzmece çabanın sahteliğini oy birliğiyle kabul eder çünkü ortaya gerçek bir çaba koymak gerektiğinde yıpranmak ve öğrencilerin yarısını dışarıya atmak kaçınılmaz olacaktır. Bu durum, Fransız ortaöğretiminde skandal olarak kabul edilir.
Bir okulun merdiven altındaki ceza sınıfına her girdiğimde bunun eğitim sistemimiz için bir utanç durumu olduğunu düşünürüm. Bir gerçek gözlerden kaçar: Ceza alanlar hep aynı öğrencilerdir. Bu da sistemin açıkça iflas ettiğinin bir göstergesidir.
Cezaya alışkın olanlar irade hastalarıdır. Tek yapılan onları iki saat boyunca bir odaya kapatmak ve fiil çekimlerini defalarca yazmak gibi baştan savma yapılabilecek bir işi tamamlamaya zorunlu tutmaktır. Bu, gribe yakalanan bir çocuğu tedavi etmek amacıyla verilen faydasız bir ilaçtır. İrade hastalığı ateşi kırk dereceye çıkarmasa bile bir hastalıktır; semptomlarını ayırt etmek, teşhis koymak ve bilimsel çareleri tatbik etmeyi gerektirir. Ceza odasının hasta koğuşuna dönüştürülmesi gerekmektedir. Mantıksal sapkınlıkların çokça bulunduğu bir eğitim yuvasında, tuhaftır ki kimse bu sapkınlıkları ortaya çıkarmaz ve tedavi etmez. Acımasız ceza sistemimiz, irade hastalarının durumunu yıldan yıla vahimleştirmekte ve eğitimli addedilen insanlar arasındaki hastaların çoğalmasına sebep olmaktadır. Cezaya alışkın olanların çoğu uygunlaştırılmış bir tedaviyle kurtarılabilir ancak ceza korkusu gücü tükenmiş bir iradeye asla atılım imkânı vermez.
Kısacası ertesi gün okul çıkışında sistemin başarısızlığı kendini gösterir. İstemeyi öğrenememiş bir öğrenci için artık ceza da yoktur. Bir ceza, uygulanabilir ve kaçınılmaz olduğu müddetçe sahip olabileceği en az etkiye sahiptir.[5 - Cezaların verimsizliğine dair Bentham’ın nitelikli yazısına göz atın. La Religion Naturelle. Son influence sur le bonheur.] Tembel öğrenciye uygulanan cezaların yaptırımı da çok azdır ve sınavlarda kopya çeken, hakem kurulunun hoşgörüsüyle işin içinden sıyrılan arkadaşlarını temel alarak tembelliğinin cezasını ödemeyeceği yanılgısına kapılır.
Rekabet Duygusu ve Tehlikeleri
Eskimiş pedagoji anlayışımız, iyi ve enerjik öğrencilerde istek uyandırmak için rekabet ortamı yaratır. Ancak rekabet duygusunun iki kötü duygu ortaya çıkarabileceği ortadadır: Zirvede yer almak için mücadele eden pek az öğrencide bencillik ve kibir baş gösterirken diğerlerinde kıskançlık duygusu kendini belli eder. İyiden iyiye yüzeye çıkan rekabet, bilinçaltında koşullanmaya başlar: Eğer bugün dünkünden daha cesur ve dayanıklı olursam bu daha iyi olduğum anlamına gelir. Böylece açığa çıkan mükemmellik duygusu, insan doğasının en derin ve en saf hazlarından biridir. Haklı bir sevinç kaynağıdır.
Ancak kendini akranlarıyla karşılaştırmak üzüntü verici bir durumdur.
İlk olarak kıyaslama yapmak kendimize haksızlıktır çünkü hepimizin taşıdığı özellikler birbirinden farklıdır.
Kendimizi sağduyuyla yargılama konusunda yetenekli olduğumuz kadar başarıda şans faktörünün de söz konusu olduğunu bilmemiz gerekmez mi?
Akranımıza ve kendimize dar bir aralıktan bakarız: Çeviride ve tarihte ondan daha iyi olduğumuzu düşünürüz ancak onun dürüstlük ve cesaretteki üstünlüğünü göz önüne almayız.
Kendini övme duygusu öyle sarmaşık ve kötü bir ottur ki bu otu bahçemizde büyütmek boşa zaman kaybıdır: Bu duygu kendi kendine büyür ve ona sahip olan genç insanlar kendi değerlerini abartmaya, diğerlerinin değerlerini ise küçük görmeye meyilli hâle gelir.
Çocuğu sadece rekabet duygusuyla harekete geçirmeye alıştırmak bir hatadır: Odasında yalnız başına ders çalışırken ve onu örnek gösterecek öğretmenleri etrafında yokken kendiyle övünme duygusu bir işe yaramaz. Yüzüstü yere çakılır ve onca gencin kendinde çalışma gücünü bulamayarak kafelerde hayatını kararttığı üzücü alışkanlıkların kurbanı olur.
Arzusunu yapay bir ocak ısısından almaya ve kaynağını dış etkenlerden sağlayarak içindeki arzuyu alevlendirmeye alışmak, bilinçsiz bir tutumdur. Kendine has gücü bulunmayan ve yalnızca dışardan bir enerjiyle harekete geçen otomatların sayısı hiç de az değildir.
Belki de küçük şehirlerin yoksulluğu, bir bakıma çocukluk çağlarında başlayan kibirden kaynaklanmaktadır. Kendisini harekete geçirecek haklı sebepleri içinde bulmaya alışkın olmayan genç insan, bu sebepleri dışarıda arar. Daha sonraları bu insanın dünya görüşünün kişiliği üzerinde yaratacağı despotluğa maruz kalmasına neden şaşıralım ki? Birçok aşağılık hataya hoşgörülü olan fakat hür zihinlere gelince acımasızca yaklaşan bir dünya görüşü. Bu tip bakış açıları için suçların en büyüğü, girişimde bulunmak ve özgün olmaktır. Eğitim sistemi bu şekilde devam ettiği sürece bu güçlü ama sefil kibir duygusu varlığına devam edecektir.
Rekabetin küçük ölçüde de olsa bir etkiye sahip olduğunu düşünerek bu yönteme başvurmak üzücüdür. Sadece küçük sınıflarda belli başlı bir etkisinin olduğundan bahsedebiliriz. Rekabet, günümüz edimsel pedagojisinin temel dinamizmini oluşturduğu için ödüle ulaşamayanların kendilerini kimsesiz hissetmeleri kaçınılmaz olur. Bu kişilerde öz saygılarına dair hiçbir güçlü duyguyu harekete geçiremeyeceğimizden etkisizliğini anlattığımız cezalandırma korkusuna ve hazzın cazibesine itiraz etmek zorundayız.
Hazzın Cazibesi
Hazzın cazibesi ceza alma korkusundan daha iyi değildir. Çocuğa bir tatlı, bir oyuncak ya da dersini bitirdiğinde onu gezintiye çıkarma sözü vermek kalitesiz bir eğitim biçimidir. Belki belli bir çaba gösterecektir ama emin olun ki bu, gerçek bir çabadan ziyade göstermelik bir çaba olacaktır. Bu noktada, tıpkı korkuyla harekete geçirilmiş bir iradede olduğu gibi ustaca bir taklitle tekrar karşılaşırız. O yapıyormuş gibi gözükürken samimiyetini onunla tartışırsak vakit kaybederiz çünkü tembel ve köşeye sıkıştırılmış çocuk, şiddetle ve mücadeleden yorulmuş bir hâlde kendini savunmaya geçecektir. O hâlde öğretmen, gidişattan memnun gibi gözükmelidir. Gerekli olan şey, çocuktaki samimi iradeyi ikna edip harekete geçirmektir.
İlaveten çaba gösterdiği takdirde ona bir eğlence sözü vermek, onun moralini bozmak demektir. Bu, yapılacak işin sıkıcı bir angarya ya da şimdi çalışmanın gelecekte çalışmamanın tek şartı olduğu konusunda ona hak vermektir. Minimum oranda çalışmayla sonuçlanan vasat yöntemlerin varlığı bu tür zihin eğilimlerinde o kadar çoktur ki, birbirlerinin kopyası niteliğinde girdikleri bakalorya sınavlarında âdeta bir kafasızlar yığınıyla karşı karşıya kalırız. Bu yeteneksizler düşük kalitede bir çalışmayla tıp doktorasına, hukuk eğitimine kabul edilir ve sınavların yükümlülüğünden kurtulmuş bir şekilde hiçbir zihinsel çaba girişiminde bulunmaz. Hatta yüksek öğretmenlik sınavını geçmiş birçok öğretmen de buna dâhildir! Ödül sözü verilerek çocukta ilgi uyandırmayı deneme hatası, psikoloji bilmemenin bir sonucudur. Hazzın doğasının sinirleri zayıf ve değişime açık olmayan uzmanlarca hazırlanmış, tamamıyla çarpıtılan öğretisi eğitim sistemimizin bir parçasıdır. Onlara göre haz sadece dışarıdan gelebilir; yalnızca acı çeken iç organlar bilince üzüntüyü tetikleyen hisler gönderir.
Organizmalara uyarlanmış bir beslenme çeşidinin ve açık havada yaşam alışkanlıklarının yokluğunda, kas gücü gerektiren bir çalışma esnasında hareketsizlikten ve kapalı havadan zayıf düşen vücutlar başkaldırıya geçer. Kalp hızlı atar, nefes kesilir, beden terler ve geriye vücut ağrısı kalır. Devamında gelen istirahat süreci rahatsız edici ve acı vericidir. Bu hareketsiz topluluklar fiziksel aktivitenin hazzını nasıl keşfedebilir? Verimsiz ve hareketsiz bir eğitim sürecinin sonunda öğrencilerimizden sağlıksız bürokratlar ortaya çıkaranlar çocuklara bunu dayatmaktan nasıl vazgeçerler?
Hazzın Hakiki Doğası
Sağlıklı bir insanda haz ve acı, zorunlu olmak ve güç sahibi olmak arasındaki ilişkinin bilincine varılmasıdır. Acı, yalnızca yaşamsal görevler için gerekli olan enerji kaynağından harcama yapıldığında ortaya çıkar. Bundandır ki sabahın temiz havası sağlıklı bir insana hoş gelirken bir hastaya acı çektirebilir.
Haz, vücudun zafer şarkısı gibidir. Yüksek basınçla çalışan makinenin iyi işleyişini gösterir. Gücün aşırı bolluğunun bilincine varmaktır ve Descartes’ın dediği gibi biraz mükemmellik duygusudur. Organizma, tükettiğinden daha fazla güç ürettiğinde bir bolluk olur: Sinir sistemi güçlenir; tutkulu, enerjik ve sevinçli hissederiz. Nefesimiz ne kadar bol olursa kalbimiz o kadar hafifler. Claude Bernard’ın tecrübeleri, sevincin mide öz suyu üretimini artırdığını kanıtlar. Hareketler enerjik ve canlıysa yüz de gülümser. Fikir çağrışımları hareketli ve çoktur.
Modern âlimlerimiz gibi münzevi olmayan ve yaşamını dış dünyada uygulamalı şekilde sürdürmeyi tercih eden Aristo, hazzın doğasına yakından şahit olmuştur. Refah duygusu ve mutluluğu uygulama içinde görmüştür. Haz, çiçeğe verilen can suyu gibi eylemselliği hareketlendirecek bir tamamlayıcıdır. Her eylem kendine özgü hazza sahiptir ve hazzın etkisi, bağlı olduğu eylemin şiddetini artırmasındadır.
Enerjinin Derin Hazzı
Bundan dolayı bir çocuğa hazzın çekim gücü vadedildiğinde sadece tembellik ve oburluk gibi pasif ve sıradan hazlar söz konusu olabilir. Oysa onun içindeki gerçek hazzı bulması sağlandığında tek başına harekete geçmenin ilk şartını gerçekleştirmiş olur.
O hâlde daha zengin ve daha derin bir hazza doğru yola çıkalım: Hareketliliğin hazzı. İçimizde kendiliğinden açığa çıkan bu enerjinin samimi hazzına doğru inmediğimiz, onun doyurucu ve hoş hissinin tadına varmadığımız sürece başarılı sayılmayız.
Alp Dağları’na tırmanmayı birkaç facia yüzünden saçmalık olarak değerlendiren acemileri dinleyin. Kapalı şehir hayatımızın ve körelmiş entelektüel eğitimimizin, dikkatleri enerjinin yoğun sevinçlerinden başka yere çevirdiğini anlayacaksınız. Turistler genelde gösteriş yapma ve marifetlerini ortaya koyma hevesiyle harekete geçerek dağ tırmanışı yaparlar. Ancak başkalarını kandırdığı gibi kendisini de kandıran gülünç roman kahramanı Tartarin misali, eğlenceli bültenlere konu olmaktan öteye geçemeyeceklerdir.
Tan vaktinin dondurucu havasında zorlu tırmanışına devam eden dağcı, zor, dayanıklı ama derin bir haz duyar: Kendi kendinin efendisi olma hazzı. Ruhu besleyen bu güç duygusu kaynağını, dondurucu kış soğuğuna direnen tenin ve zorlanmış kasların sessizce kendini hor görmesinden alır. Kalp ritminin ve solunumun düzene girmesiyle birlikte çeviklik, güçlülük ve fiziksel bir baş döndürücülük hissine kapılır. Bu zevk duygusunda büyük sarp kayalıkların, geniş ufuk çizgisinin yol açtığı mükemmellik hissi ortaya çıkar. Güçlü bir coşku alevlenir ve nasıl ki bir çan aldığı son darbeden uzun zaman sonra bile titremeye devam eder, ruh da artan enerjisini haftalarca korur.
Zihinsel çalışma da kendi coşku anlarında buna benzer bir sevinç hissi yaratır. Yalnızca bir mükâfat ya da sınav başarısı amacıyla çalışan zihin, bu ödülün değerinden kuşku bile duymaz. Ama gerekli çabayı tüm kalbiyle gösterip, içindeki isteksiz “canavarın”, vücudunun ve alışkanlıklarının ayak diremelerini görmezden gelerek bir dağcı gibi cesaretini ortaya koyarsa karşılığını kesin bir memnuniyet duygusuyla alır. Bu duygu, tıpkı çiçeğe verilen can suyunun onu gençleştirmesi gibi hareketliliği artırıcı güçte bir tamamlayıcıdır.
İradenin Olağan Uyarıcısı
Sağlam karakterlerdeki özverili çalışma dürtüsü, zihinsel yetilerin kusursuz işleyişinden ileri gelir. Zayıf iradeye sahip öğrenciler keyifli çalışma duygusuna erişemez çünkü bu duyguyu hak etmek için göreve güvenle yaklaşmak ve karşılaşılan zorlukları coşkuyla aşmak gerekir. İradenin gerçek uyarıcısı ise kuvvetli bir çabadır.
Harekete geçme arzusunun kaynağı içimizde derinlerdedir: Hayat, harcanmaya ihtiyaç duyar ve bu ihtiyaç, enerjinin niceliği ve niteliğiyle büyür. Hareketsizlik acıların en kötüsüdür. Sağlıklı bir çocuğu gözlemlediğimizde gününü oyun oynarken olağanüstü bir güç harcayarak geçirdiğini görürüz çünkü hareket etmek onu tatmin eden neşe veren bir zorunluluktur. Aynı şekilde, öğrenciler kendi deneyimleri gereği, içsel enerjinin mutlak sevincine eriştiklerinde dış kaynaklı uyarıcılara ihtiyaçları kalmayacaktır. Ancak öğrenciyi zorunlu tuttuğumuz çalışmalar, doğal davranış eğilimlerinin uzantısı olmalıdır. Bu koşulu sağlamak için çocuğun ihtiyaçlarını, isteklerini, eğilimlerini, potansiyel enerjisini inceleme zahmetine girmek gerekir. İncelemenin sonuçlarını gizli kalmış güçlere uyarlayabilmek içinse gelişime açık olunmalıdır.
Örneğin, çocuk, istediği bir kutu ya da abajuru kolaylıkla üretebilmenin; odasının hava hacmini, bahçenin ya da havuzun alan kapasitesini; bir ağacın, evin ya da tepenin yüksekliğini hatta bir gezegenin uzaklığını basitçe ölçebilmenin geometri bilmekle olacağını anlarsa geometri ilgisini çeker.
Genç kız, günlük hayatının her alanında yasalarını uyguladığının farkına varırsa fiziğe merak duymaya başlar: Su testisini doldurmak için musluğu açması aslında birleşik kaplar yasasının sonucudur.[6 - Fizikte adı geçen “birleşik kaplar yasası”na göre, sıvı tüm kaplarda aynı düzeyde kalır. (ç.n.)] Buhardan kapağı inip kalkan tencereye bakarken orada yakalanması gereken bir kuvvet olduğunu aniden fark eden Papin değil midir?[7 - Denis Papin, buhar makinesi çalışmalarıyla tanınan Fransız fizikçi. (ç.n.)]
Öğretilerinin günlük yaşama indirgenmesine şaşıran nice profesör gördüm. Madencilerin lambasını incelediğimiz bir sınıfta, öğrencinin öğretmeninin kontrolü altında Davy’nin lamba prensibini anlamadığını kanıtladığını düşünmeden nasıl ızgara yardımıyla küçük odun parçalarını yakmayı boş yere denediğini anlatmıştım.
Bir öğrenci, kendini ifade edebilmesi için önce mantıklı cümleler kurabilmeyi, daha sonra da paragraf oluşturmayı öğrenmesi gerektiğini anladığında söz sanatı derslerini tüm kalbiyle takip edecektir.
Çocuğun, ona verilen görevin istediği eylemleri yerine getirebilmesine izin veren bir araç olduğunu anlaması gerekir. Bu araç aynı zamanda eğilimlerinin görev aracılığıyla tatmin edilmesi içindir. Edinilen deneyim kişisel, hissedilen duygu da doğrudan olmalıdır.
Çocuğu kendinde gerçekleşenleri analiz etmeye yönlendirmek mümkündür. Bu durum, ona içsel sevinçlerini ayırt etmesi ve bu sevinçleri dikkat eşliğinde büyütmesi için gereklidir çünkü dikkat ışığında özen gösterdiğimiz sürece her duygu enerji kazanır ve daha da netleşir.
Bilincin yarı kapalı olması hâlinde neler olacağı konusu üzerinde daha sonra duracağız çünkü birçok öğrenci farkında olmadan kabul ettiği gerçek dışı önerilerin kurbanı oluyor. Kendi bilincinden nasıl kuşku duyulur? Yine de her öneri zihni ele geçirmeye ve dikkatleri üzerine çekmeye çalışır.
Esasen üzerinde durulduğunda bunaltıcı hâle gelen bir duygu vardır ki o da yorgunluk duygusudur. Bu duygu tehlikeli ve şeytani bir duygudur! Kendini gösterdiğinde onu devre dışı bırakmak gerekir. Eğer onu dinlersek bunalırız ve çalışma yarıda kesilir.
Zorlu bir çalışma esnasında bu duygu çoğu kez dayanılmaz ağırlığıyla ortaya çıkmadı mı? Yine de onu görmezden gelmeyi başarabilirsek benliğimizde saklı güce hayret ederiz. Bu duygu, içimizdeki çabayı sevmeyen “canavarın” yerinde durmayan bir hilekâr olmasından kaynaklanır: Bilincin kapısını durmaksızın çalar ve buna tahammül edemeyen zihin haykırmaya başlar.
Oysaki bu canavar bir yalancıdır ve yalanlarını dinlemeyi reddettiğimizde sahip olduğu ve rezervinde gizlediği güçlerini ortaya çıkarmak zorunda kalır.
Zihinsel çalışmada da aynı durum söz konusudur. Yapabileceklerimize kıyasla yaptıklarımız ne kadar da azdır! Sinsi yorgunluk hissi bilincimize doğru akar ve çalışmayı yarıda bırakmak için bahane aradığımızdan bizi evimizden kovan bu yalancıya kapılarımızı açarız.
Bunun aksine bu duyguyu kabul etmeyi kararlılıkla reddettiğimizde içimizde gittikçe zenginleşen enerji kaynaklarını keşfettiğimizi göreceğiz.
Bazı topraklarda suyun fışkırması için artezyen kuyularını derince kazmak gerekir. Aynı şekilde bazen de hareketli enerji kaynaklarına ulaşabilmek için yorgunluğun kendini hissettiren duygusuyla çukurları kazmak zorunda kalırız. Enerji ancak o zaman açığa çıkar. Karar vermekten aciz irade hastaları, ani bir duygunun etkisiyle kendilerini bile şaşırtan kahramanlıklar gösterebilirler.
Fakat derin enerji kaynaklarını fışkırtmayı başaran apansız duygular, sadece anlık bir etkiye sahiptir: Kısa süre sonra sinirler, yalancı duygulardan yorgun düşmüş bir şekilde hastalığa yenilir.
İçimizdeki hareketli enerji kaynaklarına kadar inmeye karar vermek önemlidir. Ne kalıcılığı olmayan duygulara güvenelim ne de dış uyarıcılara; bilelim ki irade, sürekliliği olan tek uyarıcıdır. Kötü alışkanlıklar nedeniyle içimizde var olan enerjinin berisinde kalırız. Kararlı olduğumuz anlarda deyim yerindeyse sahip olduğumuz gerçek enerjinin seviyesini belirlemeli ve bu enerjinin seviyenin çok altına düşmesini engellemeliyiz. Çoğunlukla yorgunluk hissiyle başladığımızda ortaya harika bir iş çıkarırız. Bunun nedeni, bu hissin yalancı bir telkin olup olmadığını doğrulamak için elimizde tek bir araç olmasıdır. O araç da eylemde bulunmaktır. Çünkü sadece eylem, bize bilincimizin gerçek kapsamı hakkında bilgi verebilir.
Bir işle karşı karşıya kaldığımızda o işe kesin bir başarı kazanacağımız duygusuyla başlayalım. Bir an bile başarısızlık ihtimalini düşünmeyelim ve azimle ilerleyelim. O esnada bozguncu fikirlerin ve duyguların birlikteliğiyle arsız bir yorgunluk hissini reddedeceğiz. Eğer işe saldırırken kararlılık ve güvenle engellerin üzerine gidilirse bu birliktelik kendini gösterebilecektir.
Öte yandan çaba asla iş sırasında acı vermezken bu acı, çalışmanın öncesi ve sonrasında ortaya çıkar. Sonrasında ortaya çıkar çünkü gerçek bir yorgunluk söz konusu olabilir; öncesinde ortaya çıkar çünkü kendimizi çalışmaya hazırlamak için gayret göstermek durumundayızdır. Zor olan bu ön dikkat çabasıdır. Fakat çalışmaya başlar başlamaz kendimizi işe kaptırırız.
Çünkü iş, her savaşta olduğu gibi heyecan verici bir mücadeledir ve kahramanlıkla arasında birtakım benzerlikler vardır. Proudhon çalışmayı savaşa benzetir. Ölüme teğet geçilen tehlikeli işler için bu doğru bir benzetmedir ancak zihinsel çalışmada ölüm söz konusu değildir. Tehlikeli olması bir yana gerçek savaş acıya, yokluklara ve engellere dayanıklılıkla, sabırla yapılır. Bunlar bilinçli zihinsel çalışanın da erdemleridir: Yalnızlık, sessizlik, kendini küçük düşüren bedenin direnmelerine karşı yerinde bir hor görme, dikkat çekmeye çalışan düşünce çağrışımlarının ve eğilimlerin sayısız girişimlerine karşı sakin bir reddediş. Birçok genç öğrenci için yoksulluk ve minimum konforu da bu reddedişlerin arasına ekleyin.
Sonrasında üstünlük kendini gösterdiğinde arkadaşların kıskançlığı ve kötü niyeti ama hepsinden kötüsü zarar vermek isteyen bir liderin kıskançlığı ve kötü niyeti ortaya çıkar! Ancak zorluklar ve haksızlıklar bize hücum ettiği vakit enerjimizin farkına varırız. Böyle bir durumda cesaretle görevimize devam etmeliyiz. “Beni incitmeye çalışanlara acı, yalnızlık, hastalık, kötü muamele, utanç diliyorum; derin bir aşağılık hissini, kendinden kuşku duymanın işkencesini, başarısızlığın sıkıntısını tatmalarını diliyorum. Onlar için merhamet duymuyorum; onlara yalnızca herhangi bir değere sahip olup olmadıklarını gösterecek şeyi diliyorum: Direnmeyi.”[8 - Nietzsche.]
Kristof Kolomb Örneği
Cesaretsizlik anlarında bizi yüreklendiren kahraman bir arkadaşa sahip olmak faydalıdır. Kristof Kolomb’u düşünelim: Bilinmez bir okyanusta kaybolmuş, fırtınalarla, kötü beslenme koşullarıyla zorlanmış Kolomb’u. Sadece mürettebatındakilerin inançsızlıklarına ve yılgınlıklarına, yardımındaki reislerin sessiz vazgeçişlerine karşı mücadele etmek zorunda değildi. Aynı zamanda uykusuz gecelerde içindeki kuşkuya ve kriz anlarında ruhunun derinliklerinden yüzeye tırmanan korkaklık telkinlerine karşı da savaş vermek zorundaydı.
Her şeye rağmen iradesinin keskin ucu hiç körelmedi. Ne pahasına olursa olsun mücadele edeceğine bir kez karar vermişti. Şiddetli kasırgaların, adamlarının ve içindeki fırtınanın başkaldırışının karşısında yenilmez ve sağlam durmayı başardı. Sebat etmenin tüm engelleri yeneceğini biliyordu.
Kristof Kolomb, insani enerjinin mükemmel bir örneğidir çünkü maddi ve manevi tüm engeller aynı anda ona doğru gelmekteydi. Az ya da çok herhangi bir girişimde bulunan insanların hepsi başlangıçtan itibaren içsel engeller, tembellik ve üstesinden gelinmesi gereken güvensizlik duygusuyla karşılaşmışlardır; devamında ise maddi ve sosyal engellerle. Tüm bunların sonrasında yaşanılan ruhsal yücelik ise üstesinden gelinen zorluklardan kaynaklanır.
Tembelliğin yalnızca korkaklığı ve yetersizliği ifade ettiğini şimdi anlıyor musunuz?
Tembelin Ahlaki Sefaleti
Tembel insan bir asker kaçağıdır. Başkaları tarafından ortaya koyulmuş emeğin asalağı gibi durgun, değersiz, haysiyetten ve sevinçten uzak bir yaşam sürer. Tembel kişi okula başladığından itibaren hiçbir memnuniyet duygusuna sahip değildir: Kurnaz hayat anlayışıyla, sadece cezadan kaçmaya yardım eden düzmece bir çaba içerisinde gözükmek için küçültücü ve bayağı bir mücadeleye girişir.
Tembel kişi, okul çıkışında çalışkan olanların geniş görüş alanları keşfederek heyecan bulduğu yaşta gününü can sıkıntısıyla geçiren, birahane müdavimi, yetersiz bir öğrenciye dönüşür. Bu kişi, gelecekte düzmece yöntemleri, yetenek ve bilince tercih eden yetersiz bir doktor olacaktır.
Danışanı olmayan doktorlar gibi kanunlarla kafası karışan ve geleceğin kötü avukatlarının çıkacağı öğrenciler de yine bu tembeller arasındadır.
Tembel insanlar; işini başarıyla tamamlamış arkadaşlarına “şanslısın!” cümlesini kuran, kaybedenler ve kıskançlar topluluğunu oluştururlar.
Duygusuz, hayatın en kalıcı sevinçlerine dair hiçbir tat ve verim alınamayan çalışmalar, tembel insanlara tahammül edilmesi zor angarya bir iş gibi gelir.
Varlığın başlangıcında insana iki seçenek sunulur: Ya çalışmanın kurallarını kabul edeceksindir ya da işsiz güçsüz gezinen asalakların, insanların masumiyetini kötüye kullananların arasında yer alacaksındır. Bu tür sosyal parazitler, korkaklarla aynı soydandır; öyle ki azimli bir çabadan ödleri patlar. Bayle, tembelliğin, aylak insanları kabul etmeyen Tanrı’yı öfkelendirdiğini söyler.
Ancak tembelliğin mutlak olmadığını ve dereceleri olduğunu da fark etmek gerekir. Hiç kimse tembelliğin sınırlarını kendini açlıktan öldürecek kadar zorlamaz. Bundan dolayı her tembel insanda çimlendirebileceği bir istek tohumu vardır. Yine de tembeller onu kurumaya ve ölüme terk eder çünkü reddetmenin kolay olacağı kanısı, zihin tarafından anında meşru kılınmanın yollarını arar. Böylelikle her türlü çaba girişimini felç ederler.
“Telafi edilemez!”, “Yeterince vaktimiz yok!”, “Küçük bir şehirde çalışmak imkânsız!” gibi bahaneleri daha önce incelemiştik.[9 - İrade Terbiyesi, Uygulamalı Kısım, IV. Kitap, III. Bölüm, Mücadele etmemiz gereken düşmanlar: Tembellerin bahaneleri.]
Hiçbir şey yapamayacağını kabullenmek oldukça budalaca bir düşüncedir çünkü kimse hiçbir şey yapmadan duramaz. Oysa zihinsel enerji seviyesini düşüşe terk eden tembel kişi, yaşamın var ettiği ve enerjik bir insanın farkına bile varmadan üstesinden geldiği sayısız küçük işten acı çekmektedir. Gidilecek bir ziyaret, hazır bulunulacak bir akşam toplantısı, yazılacak hoş bir mektup, girişilecek bir iş irade hastası biri için oldukça yorucudur. Çalışmayı bilmeyen biri için şeytanın her şeyi zahmetli bir iş hâline dönüştürdüğü o kadar doğrudur ki.
Çalışma Yoksa Ruh Sağlığı da Yok
Demiştik ki Alpler’e zorlu bir tırmanıştan geriye nasıl ki zinde bir güç ve irade sağlamlığı kalırsa enerjik bir çalışma da aynı şekilde bizi dinç tutar. Çaba sarf eden kişi gittikçe daha kararlı, azimli, sebatkâr olur ve kendi dikkatinin yöneticisi hâline gelir.
Bu önemli bir kazançtır; üstelik tek kazanç bu da değildir. Çünkü kişinin mutluluğa dair kazandığı değer tükenmez ve halkın saygısıyla ödüllendirilir. Tecrübeli bir doktor, akılcı bir avukat, işinin ehli bir öğretmen, gerçekleri anlayan ve geçmişin etkisi altında kalmayan bir yönetici en sonunda toplumun sempatisini kazanır. Erkenden enerjilerini kaybeden ve yaşamları genellikle kıskançlar tarafından kötülükle zehirlenenler ise bu gerçek ödülden mahrum kalabilir. Yalnızca sonuna kadar dayandığımızda kıskançlığa karşı zafer kazanmayı neredeyse garantilemiş oluruz. Yine de gerçek değere sahip ruhlar için toplumsal ödüllere umut bağlamamak daha iyidir çünkü bu ödüller genellikle kimseden bir şey beklemeyen maharetli ustalara gider. Artan enerjiden kaynağını alan ve kötü talihe üstün gelen güven duygusunda ödül aramamak için sıradan bir ruh hâlinde olmak gerekir. Toplumsal ödül, çalışmanın yalnızca “yan ürünüdür”.
Keşfetmenin Mutluluğu
Keşfetmenin yoğun mutluluğu artan enerji duygusuna komşudur. Zorlu bir tırmanıştan sonra engin bir görüş açısına kavuşan dağcı misali çalışan kişi de karışık hâlde bir bilgi yığınının zihni aydınlatan hipotezler sayesinde düzene girdiğini birdenbire keşfeder. Nesnelerin ve düşüncelerin zorlayıcı karışıklığı yakından bakılan bir tablonun renk yoğunluğu kadar kaba gözükür. Bu noktada ise her şey basit ve güzel bir görünümle uyumlanır. Daha sonra olguların, güçlü bir meşe gibi aylar boyu yavaşça gelişen teoride, nasıl uysal bir şekilde yer aldığına tanık oluruz.
Bu şekilde ele geçirilen ve hayata tat katmaya yeten bazı mutluluklar yaşadım. Sainte Anne’daki Magnan servisinde bir hastanın baş ucundayken beni saran duyguyu hatırlıyorum. Bize öğretilen özgür irade teorilerinin saçmalığını birden fark etmiştim. İradesizliğin ya da isteme yeteneksizliğinin ne olduğunu o gün anlamıştım. İradenin yalnızca bir kelime olduğunu da. Bu kelimenin altında kendini gerçekleştirmek, kaslarımızdan oluşan 368 görevliye komut veren gücü ele geçirmek için mücadele eden duygulardan ve düşüncelerden oluşan bir uğultu vardır. Hastalarımızda isteme yetersizliği ya heyecanlanamamaktan ya da anında tetiklenen duyguların aşırılığından geliyordu. O anda ustaca bir taktik ve ileri görüşlü bir stratejiyle özgürlüğümüzü ele geçirebileceğimizi anlamıştım. Otuz sene boyunca bu keşfi olgunlaştırdım ve bu keşif de bir yandan İrade Terbiyesi diğer yandan İnanç isimli kitaplarıma dönüştü.
Sainte Anne’da zahmete değer duygulara meyletmeyen, bu duygulara önem vermeyen irade hastalarını incelediğimi söylemiştim. Bu hastaları zavallı kılan bir sebep var ki aynı sebepten ötürü çoğu genç insan hayatını kaçırır. O sebep de dikkat dağınıklığıdır.
Yirmi yıllık gözlem sürecinden sonra bu keşif benim bir kesinliğe varmamı sağladı: Dikkat dağınıklığını kural olarak kabul eden eğitim sistemimiz, zekânın ve enerjinin akılalmaz bir şekilde yok oluşuna neden olmaktadır.
Başka bir keşfe daha ulaştım çünkü keşfetmek, keşfin sonuçlarının zenginliğiyle somutta yürümektir: Bir köyde doğduğum için bazı ailelerde dört nesil (bir asır) boyunca süregelmiş duygunun etkileri hakkında fikir sahibi oldum. İyi birer analist olduklarından habersiz neredeyse yüz yaşındaki yaşlılara sorular sordum ve anladım ki tek korkunç yazgı, zorunluluklarımızı ve sahip olduklarımızı dakika dakika beynimize kaydeden, aşağıda bahsedeceğimiz Dürüst Muhasebeci’dir.
Evrenin sorunlarının Tanrı tarafından çözüleceğine artık inanmayan çok sayıda zihnin maneviyatsızlığından şaşkın bir hâlde, iyi niyetli küçük bir kitabın getireceği sesten şüphe duymadan Ahlak İlmi Dersi kitabımı yazıyordum… Aylarca hafızama yığılmış felsefi sistemlerin yarattığı karışıklıkta çırpındım ve defalarca bu sistemleri takip etmekten vazgeçtim fakat aniden, yüksek dinlerin ve büyük filozofların ortak gerçekliğinin içinden bir ışık belirdi. Şöyle ki, maneviyata yönelik gittikçe bilgeleşen bir gayreti olmasaydı insan hayatını hayvanların hayatından üstün kılan hiçbir şey olmayacaktı. Bundandır ki insan hayatı, tek bir mutlak değerin içinde yer alır: Aklın değeri. Eğer bu gerçeği kabul etmezsek ne sosyal görevleri ne de yazma ve düşünme özgürlüğünü yapılandırmak imkânsızdır. Düşünceler sadece dinginlik içinde gelişebilir ve sürekli bir dinginlik yalnızca adalette mevcuttur. İnsan toplumu yalnızca bu yüksek amaç sayesinde arılardan, karıncalardan ya da kunduzlardan oluşan bir topluluktan daha yüksek bir değere sahiptir. Materyalist toplum anlayışının neye dönüştüğünü görmek için Durkheim’ın sosyolojisinin dayanıksız payandalarını incelemek yeterli olacaktır.
Bir şimşek çakmasıyla, o vakte kadar hafızaya istiflenmiş düşünceler ve olaylar birikiminin aniden düzene girdiğini gördüğümüz zaman zihin üzerindeki ağır baskı ortadan kaybolur, yerini bir hafiflik ve sevinç duygusuna bırakır. Karışıklık büyük kitleler hâlinde düzene girer. Bu, kesin bir zaferden sonraki günün neşesidir. Canlandırıcı sağlamlık ve düzen duygusu yok olmaz çünkü keşfin sonuçlarının uygulanması bu duyguyu tazeler ve diyebiliriz ki emekçisi tarafından böylesi sevinç bolluğuyla ödüllendirilen zihin, daimi bir kutlama yaşar. Çalışmanın devamıyla daha büyük ödüller arka arkaya gelir.
Çalışma, Özgürlüğün Gücü
Bu olağanüstü savaştan sonra antik köleliğin yok olmadığını ama etkisini hafiflettiğini ve sinsi bir şekle büründüğünü tespit ederiz çünkü ezici bir kölelik anlayışı doğuştan zengin ve ayrıcalıklı olmayanlar üzerinde ağırlığını hissettirmeye devam etmektedir. Bu kişiler varlıklarını sürdürmek için gücü ve parayı elinde bulunduranlara bağımlıdırlar. Kölelik, çoğunlukla yorucudur ve bağımsızlığa duyulan susuzluğu ya da her insanda bulunan haysiyet duygusunu genellikle acımasızca bastırır.
Hakkını elde etmenin tek bir yolu vardır: Değerini büyütmek ve mesleğinde kimsenin yeteneklerine başvurmaktan çekince duymayacağı kaçınılmaz bir insan olmak. Değerini büyütmenin yolu ise çalışmaktan geçer. O hâlde genç insanlar şunu bilmeliler ki, bağımsızlık sadece gayret göstererek ve emek vererek kazanılır.
Ancak çalışmakla elde edilen sadece maddi kölelikten kurtulmak değildir. Cehalet de bunun kadar katı bir köleliktir:[10 - Jules Payot, Cours de Morale.] Eğitilmemiş zekâların kısıtlı bir hayatı vardır ve bu hayat bilgi eksikliğiyle, ön yargılarla, çevrenin bayağı duygularıyla baskılanmış gibidir. Enerjik bir insan ise vadinin dibini kaplayan bu sis bulutundan bir kanat darbesiyle sıyrılır. İnceleme yapmadan kabul etmeyi reddetmek onu özgür kılar. Düşünceleri için aklın yasalarından başka hiçbir yasayı tanımaz. En asil ve en seçkin zeki insanlar topluluğunda yer alırlar. Tüm zamanların sanatçıları, filozofları, önemli yazarları ve şairleriyle samimi arkadaşlık ilişkileri vardır. Bu ilişkiler bir milyonerin bile kıskanabileceği türdendir çünkü milyonerin masasında bir Rodin, Puvis de Chavannes, Ravaisson otursa da yalnızca çalışkan ve sabırlı bir öğrenci bu büyük insanların samimiyetini kazanabilir. Büyük insanları tanımak için zaman ve kesintisiz bir çaba gereklidir çünkü bu insanlar kendilerini sadece onlarla birlikte en azından yolun yarısına kadar gelenlere açarlar. Kendilerini yabancı ve kayıtsız kişilere açmamaya dikkat ettiklerinden büyük insanların sohbeti diğerlerine oldukça basmakalıp gözükür.
Çalışkan öğrenci, çalıştıkça zaman ve mekânın çifte hapishanesinden kaçar yani şimdiki zamanın ve ortamın hapishanesinden. Düşünme faaliyetinde bulunan ülkelerin, son yüzyılların ve antik çağın zeki insanlarının özgürleştirici fikirlerine dâhil olurlar. Bilhassa maneviyatımıza ve düşüncemize daha yakın olan Fransız dehaların varlıklarıyla bütünleşirler.
Çalışma aracılığıyla hem kalbimizi hem zihnimizi kapalı ve sıkışık olandan özgür kılıp en güzel zekâların topluluğuna girdiğimizde muazzam bir özgürlük elde ederiz. Ayrıca Parthenon’a, Sophocle’a, Corneille’e, Le Poussin’e, Corot’ya, Chavannes’a, Berlioz’ya, Bizet’ye, Debussy’e yaklaşmak için zekâsını ve hassasiyetini yeterince geliştirenlerin sahip olabildiği insani sanat hazinesiyle zenginleşiriz.
Asil bir doğaya sahip gençlere cesaret verecek bir şey var.
Çalışmak bizi yalnızca dış baskıdan değil bedenin baskısından da kurtarır. Yazı yazmayı nasıl öğrendiğinizi bir hatırlayın. Çizgi çekmeyi zar zor öğrenmiş olmalısınız. Tecrübesiz elleriniz iyi kötü çizmeyi öğrendiğinde ise onlara eğriler eklemeyi denediniz. Bir sürü ağlama krizinden sonra yavaş yavaş harfleri yazmayı öğrendiniz. Sonunda yardımsever alışkanlık, yorucu olanı kolay kıldı ve bugün kaleminiz sizi zahmete sokmadan kâğıdın üzerinde yol almakta: Zihniniz kaygıdan azade, elleriniz ise kaleme kendiliğinden boyun eğiyor.
Bu durum, iradenizin hayranlık verici bir uzantısı değil midir? Şu anda ayaklarınızın engellerden kaçınarak yürümesi de bu şekildedir. Örneğin bir kemancı, yayın ve parmaklarının teller, gözlerininse notalar üzerinde gidip gelmesine izin verir. Tamamen çaldığı eseri anlamlandırmakla meşguldür. Aynı şekilde özgürleştirici çalışma sayesinde benim zihnim de bu bölümü yazarken açıklayacağım düşüncelere yoğunlaşmış vaziyettedir. Ne kâğıdın üzerinde gezinen kalem, ne hafızanın derinliklerinde koşan kelimeler ne de zihne doğal birer kalıp gibi sunulan cümleler bana rahatsızlık verir.
Vaktinde zahmetle edinilmiş tüm bu eylem kalabalığının şimdi bana tam bir zihin özgürlüğü sağlaması inanılmaz değil mi? İyi alışkanlıklar zihnin sahip olduğu üstün enerjileri bağımsızlaştırmak amacıyla bedenin fiziksel güçlerini ve zekânın ikincil güçlerini, itaatkâr köleler durumuna indirgediği için özgürleştiricidir.
Öte yandan yalnızca çalışarak temel bir özgürlüğe sahip oluruz; içsel özgürlüğe. Çocuklarda -ve çocuk kalan yetişkinlerde!– tutkuların, duyguların, eğilimlerin anarşisi doğal bir durumdur. Bu düzensizlik sadece çalışmanın içinde ve çalışma aracılığıyla düzelir. İçsel özgürlük asla içimizde hareket eden sayısız güce emir veren bir karar eylemi değildir. Böylesi çok güzel ve çok kolay olurdu. Oysa özgürlük; eğilimlerimizin, duygularımızın ve tutkularımızın uyumlu iş birliğine dayanır. Uyumlu ve düzenli eylem ise en derindeki eğilimlerimize uygun bir çalışmayla gerçekleştirilebilir. Öyleyse ruh, yelkenlerini rüzgâra açarak ilerleyen ve her birinin onu harekete geçirmesine izin veren bir gemi gibidir.
Ne zaman ki çalışma kesintiye uğrar, o anda anarşi tekrar başlar çünkü boşta kalmışlık duygusu harekete geçer ve herkes aylaklığın kötü duyguları serbest bıraktığına ikna olur. Bu noktadan sonra psikolojik yükselme ancak bayağılık, alkole dayalı rahatlama hissi, hastalıklı duygusal uyarılma gibi bir tür bağımlılıkla sağlanabilir.
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın çalışmak bir lütuftur ve özgürleşmek için en büyük güçtür.
Çabaların İş Birliğinin İnsani Değeri
Çalışmanın aynı zamanda derin bir anlamı ve zengin bir insani değeri vardır. Beşerî çalışmanın önemi, öğrencilerin çabalarının her birinin birbirine bağlanmasındadır. Evet, ufacık çabaların her biri kocaman bir ırmağı oluşturan su damlalarıdır. Bu damlalar olmadan ırmak akmaz. İnsanlık gittikçe artan manevi bir yaşama doğru yöneliyor ve bu manevi yaşam yalnızca çalışanların iş birliğiyle elde edilebilir. Dâhiyane eserleri inceleyerek kazanılan bu manevi yaşam, karşılıksız bir bağış değildir. Sebatkâr bir çalışmayla onu hak etmek gerekir. Hayat, çözülmesi gereken bir kargaşa olarak önümüze sunulur. Nasıl ki bir elmas kalın bir kabukla kaplıysa ve nasıl ki ışıldamasını özenli bir kesim ve ustaca bir montajla ortaya çıkarırsak aynı şekilde bir keşif de ışıltısını sabırlı bir çalışma neticesinde kazanır.
Öyle gözüküyor ki farklı bir zamanda dünyaya gelen bizler, büyük senyörler gibi sadece kendimize servet toplamak ve saygınlık kazanmak için doğma zahmetini göstermişiz. Sahip olduğumuz güçte bilimsel, edebî, sanatsal ve ahlaki keşiflerin olağanüstü bolluğunu bulabiliriz. Bizler şanslı vârisleriz; Platon’un, Aristo’nun, Descartes’ın felsefeleri bizim için. Orta Çağ’ın saygın sanatçılarının katedraller inşa etmesi ve dua kitaplarına ışık tutması bizim için. Dini düşünürler insanın maneviyatını bizim için tetkik etti ve Galileo, Pascal, Lavoisier, Ampere, Berthelot doğanın gizemlerini bizim için çözdü.
Fakat yine de büyüyen ekinleri kendimiz için biçmeye muktedir olmalıyız. Bunu ise sadece kendimizi yetiştirerek yapabiliriz çünkü keşiflerini anlayamazsak Pasteur boşuna uğraşmış olacaktır.
Öğrenci, geçmişte kendini görmeli; insan çabasının devamlılığının, önemli insanların kararlılığının ve büyük keşiflerin farkına varmalıdır. O da çalışmaları aracılığıyla seçkin insanlarla iş birliği yapmalıdır çünkü toplum eğitiminin bir kısmı ona emanettir. Görünüşe göre jeolojik çağlardan bu yana doğa kendiliğinden bir şey yaptı: İnsan zekâsında parıldayan manevi ilkeyi açığa çıkardı ve dedi ki: “Manevi krallığın iktidara gelişini destekleme sırası sizdedir.” Yerine getirebileceğimiz en önemli özgürlük eylemi böylesi güzel bir görevin farkına varmak, onu tüm kalbimizle kabul etmek ve zavallı hayatımızı oraya bağlı kılmaktır. Bir çocuğun kendi kendine bu büyük resmi anlaması mümkündür.[11 - Jules Payot, Cours de Morale: Les Grandes Conquête.] İsterdim ki bu çocuk en başından itibaren çalışmanın yüceliği ve önemine duyulan saygı atmosferinde yüzsün. Durum böyle olsaydı okumayı öğrendiğinde yazının ve alfabenin keşfinin önemini anlardı. Bu keşiften önce insanoğlu uygarlık tohumunu delik bir çantada taşıyordu. En güzel fikirler yok oluyordu: Hafıza ne kadar geçiciyse unutmak da o kadar hızlıdır! Yazı, üstün zekâlılar tarafından toplanan hasatların kitaplarda depolanmasını mümkün kıldı ve arkadan gelen kuşaklar genç beyinleri tohumlamak için istedikleri kadar bu depodan kullandılar. Hâlâ da Yunan dâhilerinin rehberliğinde yetiştirilen buğdaylarla beslenmekteyiz; Heraklitos, Platon, Aristo, Epikür isimli dâhilerin…
Bir kitabın çok sayıda kopyasının basılmasına izin veren matbaanın keşfi, dünyada ateşli silahların keşfine benzer nitelikte bir devrim yarattı. Öncesinde halk feodal şatolara ve demir zırhlı şövalyelere karşı hiçbir şey yapamıyordu. Benzer şekilde parçası olduğumuz halkın elinden cehaletin zulmüne karşı da bir şey gelmiyordu. Özgürleştirici bilgi yalnızca küçük bir azınlığın kısmetiydi. Kitaba basılan harf, bilgiyi yoksulların kapısına taşıdı ve onları dünyanın en ağır köleliği olan tecrit edilme ve cehaletin köleliğinden kurtardı.
Bir çocuk tek başına basit bir geometri teoreminin gezegenin mesafesini hesaplamaya nasıl yardım ettiğini anlayabilir. Aritmetik, cebir ve en sonunda deneysel bilimler gücün ve özgürlüğün olağanüstü önemini insana kadar getirdi. Çocuğun yok olduğunu zannettiği ve anlamını çözdüğü keşiflerin hoşnutluğunu yaşamasına izin verin; yazı, matbaa ve daha birçok keşfin… Ve bundan kaynaklanacak şahane sonuçları onunla birlikte gözlemleyin!
Kullandığı nesnelerde binlerce çalışanın çabasıyla gerçekleştirilmiş yüzlerce keşfin birbiriyle iç içe geçtiğini ona gösterin. Bu bilinçle odasından dışarıyı net bir şekilde görmesine izin veren pencere camından otomobilin manyetosuna kadar araştırsın.
İnsanların çoğunun doğanın ihtişamıyla çevrelenmesine rağmen hayatını kazanmak zorunda olduğunu anlamadan bir şiiri ezbere nakletmesi. Hassas bir duyarlılığa ve güçlü bir hayal gücüne sahip olan büyük şairler ve büyük ressamlar doğanın güzelliğini keşfetmemiş olsalardı kör kalırlardı.
Umarım ki gelecekte her okul kitabı, ister aritmetik ister dil bilgisi kitabı olsun içerdiği hizmetler, hatalar, çalışmalar, bilimin temellerini atanların cesareti, büyük keşifler ve bizim için zahmete girişmiş emekçilerin ödüllendirilmeleri hakkında önden birkaç sayfa bilgi veriyor olsun.
Nasıl ki herkes atalarının ve ailesinin erdemlerinden, zekâsından ruhunda bir parça bulundurur, çocuğun da bir şekilde kendisini zenginleştiren çalışanların çabaları sayesinde bugüne taşındığını ve ayaklandığını hissetmesini; taş devri medeniyetinden günümüz medeniyetine onu yetiştiren emekçilere minnet ve saygı duymasını isterim.
Basit bir taşın düşüşünde bile doğanın evrensel yasaları bulunur. Aynı şekilde her çalışma aracında hatta alfabe gibi en basit olanında bile tek başına toplumun ilerlemesini mümkün kılan evrensel bir yasa vardır: Yardımlaşma, ortaklık ve dayanışmalı çalışma yasası. Bu ortaklığın olmadığı buzul çağında kaba, cahil ve zavallı kalan insanlık Pascal, Descartes, Sofokles, Platon gibi kişilerin seviyesine asla yükselemedi.
Çocuğun başlamaktan mutlu olduğu işe ulvi bir saygı duyduğu gün, içinde nedenini anlamadığı angarya işlere harcadığından farklı bir şevk taşıdığını söyleyebiliriz.
Fransız Usulü Çalışma, Uygarlığın Teminatı
Bu genel görüşlere özellikle gençleri ilgilendiren bir not ekleyelim. Yirmi kuşağının seçkinlerini yok eden ve insanlığın hayal gücünü dehşete düşüren nitelikte korkunç bir savaş, Alman militarist sınıf tarafından alevlendirildi çünkü tüm Alman halkı kibir eğitimiyle zehirlenmişti. Birkaç Alman zar zor bu duruma uyandı, özellikle de zihninin parlaklığı tutkuyla bulanmayan J’accuse[12 - J’accuse (Suçluyorum), Dreyfus Olayı’yla ilgili olarak L’Aurore (Şafak) gazetesinde yayımlanan ve ünlü yazar Emile Zola tarafından Cumhurbaşkanı Félix Faure’a ithafen kaleme alınan açık mektuptur. (ç.n.)] eserinin yazarı. Öte yandan doksan üç Alman aydının bildirisi, Alman seçkinler topluluğunun cani hükûmetlerinin en kötü yalanlarını, ordusunun rezil vahşetlerini, Louvin’in çantasını,[13 - Bkz. Louvin Olayı, 1914’te Belçika’daki Alman işgal ordusu tarafından sivillere uygulanan zulüm. (ç.n.)] hırsızlığı, yağmalamayı, şehirlerin ve sanat eserlerinin harap edilmesini kendi üstlerine aldıklarını kanıtlar niteliktedir.
Bir ulus eleştirel düşünme özgürlüğünden aciz olduğu sürece kalıcı barış mümkün olmayacaktır. Tüm Fransız yazarlar Köln Katedrali’nin topçularımız tarafından bombalanmasından sorumlu olacaktır; öte yandan yurtseverlik, Alman ordusunun onursuzluk sayılacak rezilliklerine ulusal anlayışı kör etmek anlamına da gelmemektedir.
Neyse ki Fransa’da zekâ, Quinton’un[14 - René Quinton: Fransız fizyolog, biyolog ve doğa bilimci. (ç.n.)] sözlerini takip eden farklılaşmış bir organ hâline geldi. Aramızdaki en kültürlülerde zekâ, özgür bir şekilde işler ve tutkuların baskısı altında çarpıtılmasına izin verilmez. Fransa’nın en iyi zihinleri ortak bir dine sahiptir: Doğruluk dini. Montaigne, Descartes, Malbranche, Pascal da yazıları aracılığıyla doğruluk duygusunu yaymışlardır. Claude Bernard, Berthelot, Pasteur bize gerçekliğin sonsuz bir zenginlik olduğunu ve herkesin kendi küçük gerçeklik payını çalışarak, kendine şüpheyle yaklaşarak, çıkar gütmeden kazanması gerektiğini öğretmiştir. Hepsinden hoşgörüsüzlüğün kalın kafalı aptallığını, bu aptallığın güç simgesi sayılmadığını ve yalnızca zihinsel zayıflık olduğunu öğrendik çünkü zihinsel zayıflık kendine saygı göstermekten aciz olan aklın, dizginleri aşağılık duygulara teslim ettiğinin kanıtıdır: Gücü ele geçiren kibir, tembellik ve egemenlik duygularına.
Fransız bir yazarın zihni üstün bir haysiyet duygusuna sahip olmalıdır. Yarın ulusun manevi yöneticileri olacak çocuklar, gerçeklikten kopmadan saçma milliyetçilik kibirlerini yok edebilen bir Fransız gibi çalışmak zorundadırlar. Ülkenin gerçek hükûmetini yapılandıran ve kişileri köleleştiren değil ama ruhları etkilemeyi başarabilen yazarlar kendilerini hakikat dininin misyonerleri olarak saymalılar. Böylelikle zalim bir otoriteye ya da geçici, kaba bir güce değil kalıcı ve verimli bir etkiye sahip olacaklardır. O hâlde öğrencilerimiz daha yüksek bir manevi yaşama doğru yönelmeye kararlı bir şekilde saf ve parlak gerçeği tutkuyla aramalı, güçlü ve hatasız bir biçimde Fransız usulü çalışmaya sağlam bir saygı duymalıdırlar. Bu, arkamızdan gelenlere bozulmadan aktarmamız gereken ulusal bir mirastır.
Hiçbir Çaba Boşa Gitmez
Ancak iradeyi harekete geçirmeye en etkili nedenler, sık sık cesaret kırıcı bir izlenim sebebiyle etkisiz kalmaya devam eder: Eğitimli bir insana dönüşmek için gereken sürekli çalışmayla karşılaştırıldığında eylemsel çabanın anlamsız olduğu izlenimi ortaya çıkar.
Önümde kitaplarım durmaktadır: Dil bilgisi kitapları, sözlükler; Fransızca, Latince, Yunanca, İngilizce metinler; tarih, coğrafya kılavuzları, bilimsel kılavuzlar. Hepsi, hacmiyle ezici bir yığındır. Asla sonu gelmez! Denemek neye yarar ki? Hem hayranlık uyandıran bir enerjiye sahip hem de umutsuzluğa sürüklenen büyük aydınların ve yazarların seviyesine asla ulaşamayacağım.
Bu güçsüzlük hissi moral bozucudur. Kimsenin çocuksu umutsuzluklarımızı harekete geçirmeye çalışmadığı uzun akşam çalışmaları boyunca hepimiz bu durumun acısını tatmışızdır. Kasvetli çalışma odamızın yalnızlığında ve keşişlerin acedia[15 - Halsizlik, dermansızlık.] dediği tüm isteğin, iradenin, umudun tükendiği o bitkinlik anında hepimiz bu duyguyu deneyimlemişizdir.
O hâlde öğrencilerimizin sağlam bir inanca, daha da önemlisi gösterilen çabanın hiçbir görevden daha önemsiz olmadığı ve hiçbir çabanın boşa gitmeyeceği kesinliğine sahip olmaları gerekir.
Çocukların büyük şairler ve yazarlar gibi yazmayı başardıklarını daha önce anlatmıştım.[16 - Apprentissage de l’Art d’écrire.] Bazı köylülerin ifade yeteneklerini ve tatlı özgünlüklerini kıskandığımız olmuştur. Başarılı bir görsel gözlem yeteneğine sahip işçiler tanırım. Üstünlük sadece zeki çocuklara bahşedilen yeteneklerden oluşur. Her zeki çocuğun çantasında mareşallik asası vardır yani gerekli enerji ve yönteme sahip olduğu takdirde tercih edeceği her konuda ön sıralara ulaşabilir. Başarılı ve mutlu bir hayat, uzmanı olduğumuz alanda yetkin olmaktan geçer ve eğer her gün çalışmak için gerekli sabrımız, cesaretimiz varsa ister istemez o noktaya ulaşırız. Hatıralar’da[17 - Sokrates’in öğrencisi Xenophon’un Sokratik diyaloglardan oluşan bir koleksiyonudur.] Sokrates’in büyüleyici bir gözlemi vardır. Bir Atinalı, Olympos’a yapmak zorunda olduğu yolculuktan hoşnut değildir. Eh fakat yol sizi neden korkutuyor? Neredeyse tüm gününüzü evinizde gezinmekle harcamıyor musunuz? Buradan yola koyularak aynı şekilde gezinecek, yemek için duracak, tekrar yürüyecek, akşam yemeği yiyecek ve daha sonra dinleneceksiniz. Beş altı günde yaptığınız gezintileri bir araya getirerek Atina’dan Olympos’a kolayca gidebileceğinizi görmüyor musunuz? Sokrates, zaman kaybetmemesi ve daha kısa mesafe yapması için ona derhâl yola koyulmasını önerir.
Öyle geliyor ki, Mont-Blanc’ın yüksekliği karşısında bir adım hiçbir şeydir, yine de her adıma yeni bir adım daha eklenerek dağın zirvesine ulaşılır.
Benzer şekilde bilimin zirvelerine ulaşmak için her gün, her saat işini yapabildiğin en iyi şekilde yapmaktan başka bir çare yoktur. Olympos’a ulaşmak için de tek araç budur ve büyük kâşifler Tibet’in ya da Kuzey Kutbu’nun soğuklarına ve Afrika’nın tehlikelerine, sıcağına günden güne meydan okudukları için büyüklerdir.
Tanınmış Kişiler de Senin Gibiydi
Tükenmişlik anlarında her öğrenci, az sayıdaki dâhiler hariç, ünlü insanların kendileri ve benim gibi insanlar olduğunu hatırlasın. Onlar da bizim gibi zihinsel aktivitelerin bağı altında sıkışmışlardı ancak çalışmanın verimliliğine ve sebat edildiğinde ortaya çıkacak olağanüstü sonuçlara sarsılmaz bir inançları vardı. Dehanın yalnızca çabayla sebat etme becerisi olduğunu düşünmüşlerdi. İnsan gerçekten isterse yapmak istediğini er ya da geç başarır.
Türlerin Kökeni hakkındaki yapıtıyla zekânın her alanında bitmek bilmeyen bir devrim gerçekleştiren Darwin’in, ortalama bir hafızası ve değişken bir sağlığı vardı. Spinoza veremliydi ve kırk beş yaşında öldü. Pascal ağrılı bir hastalıktan muzdaripti ve genç yaşta vefat etti. Montaigne hafızasının gerçekte oldukça kusurlu[18 - Denemeler, 2, 17.] olduğundan sıklıkla şikâyet ederdi, “acemi ve geriden gelen” bir zihni vardı. Herbert Spencer hastalanmadan en fazla bir saat çalışabilirdi. Fakat güçlerini bilgece yönetmeyi başararak bu muhteşem insanlar muhteşem birer eser inşa ettiler. Ortalama bir kabiliyete sahip ancak sebatkâr enerjileriyle üst sıralarda yer alan dâhilerin isimleriyle tüm sayfayı doldurabiliriz.
Bunun nedeni zekâ düzeninin de doğadaki gibi olmasıdır: Şiddetli eylemler, depremler, volkanlar, seller vb. olaylar sadece geçici etkiler yaratır çünkü zaman harcanmadan harika bir şey inşa edilemez.
Aynı şekilde geçici çalışma hevesleri ortaya hiçbir eser çıkaramaz. Ama basit bir su damlası ve zaman sayesinde tabiat, Alpler’i oluşturdu; Mont Blanc’ın sıradağlarından vadilere doldurduğu milyarlarca metreküp kayayı yerinden kaldırdı; her bir kum tanesiyle Camargue’ı inşa ederken deniz suyunu Valence’tan Saintes-Maries’ye kadar çekti.
Zihnin eserlerinde de aynı durum söz konusudur. Eğer ülkelerinin gururu olmuş insanların çocukluğunu incelerseniz öğrenciyken her zaman sınıflarının ya da dönemlerinin birincileri olmadıklarını bazen de sonuncu olduklarını görürsünüz. Çoğu, öğretmenleri tarafından kötü tanınır ama Descartes’ın Düşünceler’ini okuyan Malebranche gibi sarsıntı yaşadıkları günden itibaren çalışmak için içlerinde bir tutku uyanır; tüm kalpleri ve tüm enerjileriyle kendilerini çalışmaya verirler. Beynin sağlıklı gençliği tarafından on yıl boyunca yürütülen sessiz, yalnız ama azimli çalışmasının ne kadar verimli olduğuna kader, genellikle on sekiz yaşından otuz yaşına kadar karar verir! Tüm hayatın sadece bir ilerleme olacağı verimli keşifleri bu yıllarda yaparız. Bu süre zarfında sınavlar gibi görüntüden ibaret yarışlarda, çaba göstermeden sizi geride bırakan arkadaşlar güçlerini israf etmekteydi. Sizin ilk eseriniz ise bir toprak yükselmesinin ortaya çıkardığı adalar gibi deniz seviyesinin altında, birkaç kulaç ötede sessizlikten ve karanlıktan aniden belirmekteydi.
Büyük insanların hepsi yavaşça ve sakince kendini geliştirir. Sabırla ilerlerler. Tırmanma tecrübesine sahip dağcılar bilirler ki sıkıntıya gelemeyen turistler, kısa zamanda tükenmiş ve nefes nefese kalmış bir şekilde pes eder. Dağcılar ise lotta adımı diye adlandırdıkları yavaş ama düzenli adımlarla yol alırlar yani bir yatakla hantalca yüklenmiş kötü bir arabanın gerektirdiği adımlarla; yavaşça, durmadan, yöntemsel bir şekilde ilerlerler… Üstün zekâların hepsi “lotta adımı” duygusuna sahiptiler. Newton der ki, “Eğer birkaç keşif yaptıysam bu, zihnimi meşgul eden konuyu kesintisiz düşünmemden, onu tüm yönleriyle tasarlamamdan kaynaklanır… Eğer araştırmalarım birkaç faydalı sonuç ortaya çıkardıysa nedeni yalnızca çalışmak ve ‘sabırlı düşünce’dir.” “Bir tür ön bilgi aracılığıyla, çaba gösterilmeden yapılan dâhiyane keşiflerin var olup olmadığını bilmiyorum. Ama böylesi bir durum Pasteur için kesinlikle söz konusu olmadı ve eğer bir kâşif olduysa bu, öncelikle onun sessiz ve inatçı oluşundandır.”[19 - Duclaux, 18 Haziran 1896, Paris Öğrenciler Birliğinde.]
Dürüst Muhasebeci
Büyük insanların kesintisiz çabanın verimliliğine duydukları güven, kendilerindeki Dürüst Muhasebeci’nin varlığını sezgisel olarak bilmelerine dayanır. Onlar düşüncelerimizi, duygularımızı, çabalarımızı gören ve büyük bir titizlikle kaydeden bu muhasebeciye itimat ederler.
Bu muhasebeci çalışmaktan vazgeçişlerimizi ve çalışmaya en ufak şekilde teslim oluşumuzu borç sütununda toplar. İnisiyatif, cesaret ve bilinçli çaba girişimlerimizin en ufağını elde edilenler sütununa yazar. İradenin sandığa kaldırıldığı gün Dürüst Muhasebeci katı bir şekilde hesabı dengeler: Her daim çaba göstermekten kaçan sen; hâl ve şartların önem arz ettiği bu günde enerjiye ihtiyacın var. Kredini tükettin, rezilce iflas ediyorsun. Küçük enerji parçalarını günden güne sabırla biriktiren senin içinse her şey daha kolaydır. İşte bileşik faizi artan cesaret yatırımların! Çünkü beyin, ekilen her tohumu toprak gibi yüz katına çıkarır.
Günden güne hafıza zenginleşti ve düzene girdi, dikkat daha çevik ve daha sağlam hâle geldi, yargının keskin ağzı bilendi, iyi alışkanlıklar kuvvetlendi ve şimdi birbirlerine karşılıklı destek vermekteler. O hâlde yöntem nedir? Sağlıklı düşünce alışkanlıklarının yanında titiz düzen alışkanlıkları, sınıflandırma, tecrübe ve zorlukları öngörme alışkanlığıdır. Yavaş yavaş eylemlerin aktif alışkanlıklar biçiminde sermayeleştirilmesi sayesinde çırak iyi bir işçiye, sonra usta bir işçiye dönüşür ve Latince, matematik, tarih, felsefe, tıp, hukuk söz konusu olduğunda öğrenci yetkin, sonra yetenekli bir insan, daha sonra da herkesin dinlediği ve sözlerinin sonsuz mutlu eylemlere sebebiyet verdiği bir öğretmen olur.
Ancak amaca ulaşmak için acele edilmemelidir. Peş peşe otuz kez gördüğüm bir böceği örnek alalım. Onu kışlık ambarından ayıran küçük bir yamacı aşmak için usanmadan yeniden başlayan ve her seferinde yuvarlanan besin yumağını ittiren bir böcek sonunda onu içeri almayı başardı. Kendilerinden daha büyük, sürekli düşen bir tanecikle yüklü karıncalar asla usanmazlar; altmış kere denedikten sonra başarıya ulaşan bir sürü karınca gördüm. Bir çınar ağacını kesmek için beş yüz adet çift taraflı testere darbesi gerektiğini saymışımdır. Eğer geri dönmek yerine her salınımda ilerleseydi cep saatimin sarkacı bir günde otuz altı kilometre ve otuz yılda bir dünya turu yapardı.
Bu düşünceler, kişinin hayatını adamak istediği bir bilimi öğrenmenin neden olduğu cesaretsizlik anlarında rahatlık verir. İstersek hiçbir çabanın boşa gitmediğini ve küçük çabaların birikimiyle dikkat çeken işler yapabildiğimizi bilmekten daha teselli edici bir düşünce yoktur. Hem çocuklar hem öğrenciler Dürüst Muhasebeci’nin sarsılmaz varlığını hissederek kazançlı çıkacaktır. Bu akşam, tembelliğimden bir kelimenin anlamını sözlükten doğrulamak ya da bir fiilin zamansal çekimine dil bilgisi kitabından bakmak için yerimden kalkmadım. Bu küçük tembellik beynime kaydolur ve yarın, tüm çabalarım daha zor bir hâl alır. Aksine haritada bir ırmağın, bir dağın bulunduğu yeri doğrulamak için tereddüt etmeden kalkarsam tembelliğe karşı kazanılmış bu küçük zafer beynime kaydolur ve yarın büyük bir enerjiyle işime saldırırım. Oysa çoğunlukla zafer hiçbir şeye bağlı değildir. Port Arthur’da Japonların Rus filosuna saldırısı sırasında Japonlar mühimmatlarını tüketmişlerdi ve Ruslar beş dakika daha direnselerdi Japonlar geri çekilecekti. “Eğer Metz bir gün sonra teslim olsaydı, ikinci ordu Orleans ormanının önüne bir gün sonra gelmiş olsaydı Paris kuşatmasını kaldırmak gerekecekti.”[20 - 4 Aralık 1870, Journal du Prince Frédéric Charles.]
İrade üzerinde bir terazi gibi hareket eden dürtülerin ve güdülerin hassas salınımında, küçücük bir ağırlık galibiyetin ya da yenilginin üzerinde etkili olur. Zafer, genellikle Dürüst Muhasebeci tarafından yorulmak bilmeyen günlük eylem koleksiyonunda yapılandırılan birikimlerden kaynaklanır. Tüm geçmiş, şimdiki zamanda imdadımıza yetişir. Pierre Pithou gibi şunu söyleyebilmek gerekir: “Büyük işlerden ziyade iyi yapılmış bir esere saygı duymaktan daha çok sevgim vardır. Halka başkanlık etmektense onlara fayda sağlamayı tercih ederim.”
İrade için doğru olan, hafıza için daha doğrudur. Çalışmalarım esnasında kaç defa yirmi yıldan beri uyur vaziyette olan bir gözlemin ya da bir okumanın kalıntılarının aniden belirdiğini görmedim! Hiçbir şeyi kaybolmaya terk etmeyen beynin bu gücü öylesine muhteşem ki! Ayrıca konuşurken, yazarken elli yıldan fazlaya ve çalışkan çocukluğuma dayanan edinimleri kullanırım.
Bir öğrenci tercümesinin bir cümlesinin anlamını çözmek ya da birbirini izleyen teoremlerin mantıksal sırasını kavramak için titiz bir çaba gösterdiğinde sergilemiş olduğu bu çaba Montaigne’in, Descartes’ın, Lavoisier’nin, Ampere’inkilerden farklı olmaz. Sen nasıl ki cesaretli bir çocuk olarak görevinin başında yer almaktaysan onlar da en iyi anlarında senin yaptığından farklı bir şey yapmadılar. Tüm ruhunla çaba gösterip büyük insanların büyümek için yaptığını aynen tekrarladığın takdirde onların senden üstün bir tarafları kalmaz. Aynı şekilde doğru ve karakteristik terimler kullanarak cümleler yazdığında en büyük yazardan bir farkın kalmayacaktır. Tüm kalbinle çalışmayı başardığın anda en büyüklerle eş değer olursun. Öğretmenler senin üzerinde tek bir üstünlüğe sahiptir: Onlar özverili çabalarını her gün, her hafta, her yıl yenilediler ve bu sayısız çabayı varlık hanelerine kaydeden Dürüst Muhasebeci sayesinde geçmişlerinin onlara sağladığı güç ve kuruşu kuruşuna tasarruf edilen entelektüel servetleriyle senden daha üstün oldular. Ama senin yaşındayken şu anda sahip olduklarından daha fazlasına sahip değillerdi; hatta belki de daha azına sahiplerdi. Sık sık cesaretlerini senin gibi kaybettiler çünkü yolu uzun ve zahmetli buluyorlardı. Senin gibi cesaret gösteren fakat kötü zamanlarda mücadele etmekten vazgeçen geleceğin büyük insanlarının çoğu da doruğa ilerlerken bu şekilde yarı yolda kaldılar. Sen, hesabına her gün capcanlı çabalar eklemeye devam et. Yorgunlukta aşırıya kaçmadan sakince zirve tırmanışını tamamlayıp engin görüş açısına kavuştuğunu göreceksin.
Unutmayalım ki Dürüst Muhasebeci koruyucu bir meleğin merhametine sahip değildir; esnemez ve acıma duygusuna erişemez: Olanı olduğu şekilde kayıt altına alır ve sadece zenginlere eli açık davranır. Bunu asla aklımızdan çıkarmayalım ve kendimiz aleyhine hareket etme budalalığına sahip olmayalım. Başarısız, kıskanç, hayal kırıklığına uğramış kişi her zaman ödenecek borçlarını budalaca artırıp hanesine yazdıran ve günden güne merhametsiz düşmanını güçlendiren bir “Héautontimorouménos”tur.[21 - Bourreau de soi-même, Térence’tan bir komedi başlığı.] Hayatın, her birimiz için olmasını istediğimiz şekilde var olan birer yapıt olduğunu düşünmemiz daha doğrudur. Her birimizin üzerinde eksiksiz yargıyı oluşturan şey, yapabildiğimiz işin kalitesidir. Yaratmayı bilmeyen kişi yalnızca bir gölge ve saf bir hiçliktir. Yaşamak, yaratmaktır; yaratmak ise çalışmak.
Çalışma üzerine Montaigne’in felsefe hakkında söylediği şeyi söyleyebiliriz: “Onu çocuklara erişilemez, asık suratlı, çatık kaşlı ve korkunç bir şekilde tasvir etmekle hata ediyoruz. Bu sahte suratla onu benden gizleyen kimdir? Bundan daha neşelendirici ve çılgınca diye tarif edebileceğim bir şey yok.”
İKİNCİ BÖLÜM
Gerçek Zekâ ve Sözde Çalışma
Mademki bir insanın değeri yaptığı işin değeriyle ölçülür, o hâlde bu kelimenin anlamını tam olarak belirlemek, sözde çalışmayı gerçek olandan seçmek ve yüzeysel gözlemcileri aldatabilecek taklitleri ayırt etmek gerekir. Emile Zola, Dört İncil yapıtının ilkinde şunu yazmaktaydı:
“Çalışmaya inanç duymanızı rica ediyorum. Hayatın başka bir anlamı, başka bir var olma amacı yok: Her birimiz yalnızca elimizdeki emeği ortaya koymak ve daha sonra yok olmak için tezahür ediyoruz. Ah gençlik! O hâlde hepiniz işinizin başına geçin! Her biriniz hayatını dolduracak bir görev edinsin! Oldukça mütevazı görünebilir ama daha faydalı olacaktır. Ne şekilde olursa olsun fark etmez yeter ki bir göreviniz olsun ve sizi ayakta tutsun! Onu düzene koymayı başardığınız zaman bu görev sizin sağlık ve mutluluk içinde yaşamanızı sağlayacaktır. Her üyesinin kendi çalışma mantığını oluşturan bir toplum ne kadar sağlıklı ve büyük bir toplum olacaktır! Bizi kurtarabilecek tek inancın da eksiksiz çabanın verimliliğine inanmak olduğunu düşünüyorum.”
Birkaç zaman sonra Tolstoy şöyle itiraz ediyordu:
“Çalışmak ama neye?” diye soruyordu. “Afyon, tütün, brendi üreticileri ve satıcıları; tüm borsa vurguncuları, tüm gardiyanlar, tüm cellatlar çalışır. Tüm bu işçiler işlerini durdurursa insanlığın kazanacağı kesindir. En meşgul insanlar kendilerini bir an için rahatlamaya bıraksalar, yaptıkları işin yararlılığını inceleyip sorgulamaya vakit ayırsalar iyi olmaz mıydı? Ve dahası siz genç insanlar, lise bitiminde sizi bekleyen bu engin dünyaya girmeden önce etrafa bakmak ve sizi nereye götüreceğini bilmek için gideceğiniz yolu düşünmeniz gerekmeyecek mi? Ayırt etmek, karşılaştırma yapmak ve düşünmek için hareket etmeyi durdurmazsanız yapılacak en iyi işin ne olduğundan nasıl emin olacaksınız?”
Bu gözlemden daha doğrusu yoktur. Gerçekleştirme zahmetine değmeyecek ve hatta tehlikeli olabilecek, fayda sağlamayan işler vardır. Gerçek altını bakırdan, gerçek çalışmayı da sözde çalışmadan ayırt etmeye yarayan bir mihenk taşı var mıdır? Eğitimde egemen olan ilkeye başvurmak gerekir: Bir anlamda özgürlüğü ve düşünme enerjisini kısıtlayan, onları tek başına mümkün kılan koşulu yani adaleti yıkmaya dayanan her çalışma zararlıdır.[22 - Jules Payot, Cours de Morale.]
Böylece düzenbazlar ve ahlaksızlar tarafından sömürülmeye açık birçok zarar verici işi bertaraf ederiz: Kötü meslek işçileri; dilencilik, fuhuş ve alkolizm işçileri, yazma ya da konuşma kolaylıkları sayesinde gerçek çalışmadan daha çabuk bir şekilde başarıya ulaşmak isteyen pornografik ya da polisiye roman yazarları, yandaş gazeteciler, popüler tutkuların dalkavukları, politikacılar…
Ancak bu kötü işler toplumsal sorunun sadece bir parçasıdır ve bizler bu karanlık uçurumun dipsizliğine yanından geçerken yalnızca şöyle bir göz atabiliriz.
Kendimizi yanıltıcı olan sözde çalışmayı saptamak ve onu gerçek çalışmadan ayırt etmek için zorlayalım.
Daha önce ceza korkusu ve hazzın çekiciliğiyle elde edilen çalışmadan bahsetmiştik; tembellik, ikiyüzlü ve düzenbaz bir tutkudur. Çalışıyormuş gibi yapmak kurnazcadır. Gerçekte çabadan kaçan ve görünüşten ibaret olan çokça çalışma vardır.
Çocuk, çalışıyormuş gibi yapmakta o kadar ustadır ki öğretmenler yorgunluktan kendilerine sunulan komediye boyun eğmek zorunda kalırlar. Az çaba göstermek üzerine yapılan gizli ittifak evrenseldir. Söylediğimiz gibi toplumsal ilişkiler, kimsenin gerçeklerini fark etmek niyetinde olmadığı geleneksel yalanlara dayanır. Benzer şekilde eğitim sistemimiz de üstü kapalı bir anlaşmayla bize sahte para verildiğinin farkında gözükmememiz gerektiğini kabul eder. Saat altıya doğru sıkıcı bir akşam çalışmasına oturmak, çalışmanın aldatıcılığını tespit etmek için yeterlidir: Karmaşık haritalar, verimsiz özetler, gayret gösterilmemiş ödevler. Devamında bir sınav sözlüsünü dinlemek, konu dışı aşırma metinlerle ve öğrenciye anlamsız gelen formüllerle dolu ödev kâğıtlarını okumak yeterli olacaktır. Tıpkı tehlikedeki gemilerin etraflarına denizaltıları kör eden donuk sisler yayması gibi öğrenciler de gözetmenlerine anlaşılmayan kelimeler, soyut formüller, hakkında belli belirsiz fikirlere sahip olunan bilgiler sisinin arkasındaki tutarsız düşünceleri belli etmez; hiçbir anlamlandırma, düzenleme ve mantık çabası göstermez.
Yükseköğretimde de göstermelik işi kabul etmek için aynı gizli ittifak geçerlidir. Üniversite kütüphanelerimiz hukuk, tıp, tarih, doğa bilimleri ve daha nicesi üzerine yazılmış tezlerle doludur, yazık! Sözde çalışmalarla hazırlanmış felsefe tezleri, kişisel hiçbir fikir içermeyen ve israf olmaktan öteye gidemeyen kâğıt yığınlarıdır.
Çalışmanın Anlamsal Lekelenmesi
Çalışma kelimesinin kökeni açıklayıcı niteliktedir. Mareşallerin atları durdurmak için kullandığı ahşap çerçeveyi işaret eden trabs[23 - Fransızcada iş, çalışma ve görev anlamlarına gelen travail kelimesinin kökeni. (ç.n.)] kelimesinden gelir; buradan da yorgunluk, acı, sıkıntı, güçlük anlamlarına geçilir.
Bu şekilde aşağı Latin halkından bize ulaşan dil; çalışmanın anlamını lekelendiren, kölelik damgası olan kelimeyi içine almıştır.
Devamında Doğu kökenli dinler çalışmayı bir ceza olarak görmüştür!
Antik Çağ düşünürleri çalışmanın etkilerini gözlemlemeyi asla düşünmediler. Çalışmanın vücut ve ruh sağlığını korumanın, üstün ve büyük olmanın şartı olduğunu anlamadılar.
İnsani düşünceye asırlar boyunca şeklini veren Sokrates, Platon ve Stoalılar çalışmayı kibirli bir şekilde hor görerek büyük bir kötülük yaptılar.
Modern çağlarda, Proudhon hariç, fabrikada çalışmanın can sıkıcı tekdüzeliğinden gözleri kör olmuş sosyalist yazarlar, çabayı bir lanet ve boşunalık olarak algılamaya devam ettiler. Bu kanıya duyulan zavallı bağlılık, gerçeği yeniden tesis edebilecek zekâların yolunu şaşırmasına sebep oldu. Bağımsızlık ve sınıfsallık simgesi olan tembelliğin, zekâ ve ahlak üzerindeki yıkıcı sonuçları incelenince onu reddetmenin zorunluluğu ortaya çıktı. O hâlde çalışmaya duyulan ön yargı asla eleştiri kabul etmeyen geleneksel alışkanlığın bir sonucudur. Bunun yanında sağlıklı çocukların rahatlıkla koşup zıpladığı, tırmandığı, yorucu yürüyüşler yaptığı, çaba harcamakta sıkıntı duymadığı gözlemlenebilir bir durumdur. Eğer çalışmak onlara ağır gelirse bu durum eğilimlerini nasıl ortaya çıkaracaklarını bilmemelerinden ve sahip oldukları enerjiyi düzenlemeyi ihmal etmelerinden kaynaklıdır.
Her sağlıklı insanda hareket ihtiyacı çok temel bir ihtiyaçtır. Oyunlar ve sporlar onu memnun etmenin çocukça yollarıdır.
Çalışmanın Taklitleri
Taklitlerinden kaynaklanan kötü ürünlerle itham etmemek için çalışmayı aslında olmadığı şeyden iyi ayırt etmek gerekir. Bize fikir çağrışımlarıyla ve olumsuz duygularla yüklü bir kelime haznesi nakleden dil sebebiyle taklitçiliği tanımlayacak hiçbir terime sahip değiliz: Pek de eğitici olmayan bir öğretim yöntemi altında kendilerini baskılanmış hisseden matematik öğrencileri, isteksiz çabalarını anlatmak için “kazmak”[24 - Fransızcada mecazen çok ders çalışmak, yontmak, kazmak vb. anlamlara gelen potasser fiili. (ç.n.)] terimini türetmişler. Görevi, zihinsel çalışma kavramını yüksek ve aydınlık bir noktada tutmak olan yükseköğretim, sözde çalışmalar istilasını geri püskürtebilecek güçte olamadı. Verimsiz bir zihin işçisinin “kazarak” elde ettiği yığınları gerçek bir çalışmaya denk tutan gizli ittifak yüzünden nice kürsüler, vasat insanlar tarafından işgal edildi. “Istakozların beşinci çiftteki göğüsten bacaklarını inceleyin. X… dördüncü çiftler için güzel bir çalışma yaptı. İşe koyuluruz ve araştırma konusu üzerine yapılan yayınları inceleriz. (Buna konu bibliyografyası yapmak denir.) Yaklaşık iki yılın sonunda bir tez için gerekli temel bilgilere sahip oluruz ve oldukça maliyetli güzel görsellerle renklendirilen iki yüz sayfalık büyük bir kitap kaleme alırız. Saygıdeğer bir doktor oluruz.”[25 - Le Dantec, Le gaspillage du budget de la Science.] Yaşam mücadelesinde insan için yararlı ve zararlı olan hayvanları incelemenin söz konusu olduğu nadir durumlar dışında zooloji çalışmalarının türlerin kökeni ya da akrabalıklarıyla ilgili sadece felsefi bir alakaya sahip olabileceğini de yazarımız ekler. Bu eser, kullanılmayan muazzam kitaplıklar birikiminden ileri gelen sözde bilimsel çalışmaların ürünüdür.
Tarihte kâğıt birikintisi olmaktan öteye gidememiş kitaplar, incelemeler, makaleler altında boğulmadık mı? Büyük ve iddialı hikâyeler, zihin dünyasında da tükenmek bilmeyen bir boşboğazlık seviyesinin ilerisine gidemez.
Belki de 1870’ten beri Fransa’da hüküm süren sözde gerçekçi edebiyat, Alman eğitiminin istilasından ötürü yükseköğretimin bozulması ve değer kaybetmesinden sorumludur. Vasat insanlar iyi aydınlatılmış bir gerçeğin bilimsel bir değere sahip olduğunu düşünürler. Gerçek, mimarın inşaatta kullanacağı yontma taşa benzerdir.
Bilimsel bir değeri yoktur. Gerçeklerin büyük çoğunluğu hiçbir bilimsel değere sahip değildir. Sadece açığa çıkarıcı olan gerçeklerin bir değeri vardır. Ötekiler zihni tıkar, dikkati dağıtır. Öte yandan bir gerçek sadece düşünen ve kendi kendine soru sorabilen her zihin için açığa çıkarıcı niteliktedir. Her keşif başlangıçta içimizde gizlenmiş bir önsezi dalgasıdır. Genellikle alışkın olduğumuz bir gerçek sonrasında aniden kesin bir önem kazanır: O vakte kadar durağan olan bileşenleri harekete geçiren bir kıvılcım patlak verir. Newton için elmanın düşüşü, Galileo için Pisa Katedrali lambasının salınımı da bu niteliktedir. Claude Bernard hayranlık uyandıran Introduction eserinde tüm bilimsel gözlemlerin herhangi bir soruya verilen cevap olduğunu bize anlatır. Kendine soru sormayı beceremeyen yöntemler yalnızca kullanışsız gerçekler yığınını, diğer bir deyişle düzensizliği artırırlar.
Yükseköğretim kurumları, kürsülerini var olan değerli zihinler sayısının üzerinde çoğaltarak ve çizdikleri yolu takip etmeyen yeteneklere kapılarını kapatarak düzenleyici konumunda olma ihtimalini kaybetti. Yapılan sınavlarda adayların iyi bir zihnin temel niteliklerine sahip olup olmadıklarını ölçmek nasıl olurdu? Onları nasıl seçeceğimizi bilmemiz, sabır ve hafıza oyunundan ibaret sınavlara tabi tutmamamız gerekirdi.
Bu konuda yalnızca bir örnek vereceğim. Doktorada Latince tezi olarak “Malebranche Platonculuğunu” seçmiştim çünkü Düşünüşler, Ahlak Üstüne İnceleme ve Araştırma isimli eserlerin yazarı olan bu muhteşem zihne karşı zaafım vardı. Hocalarımdan biri Alman bibliyografyasının Platon’un 17.yy felsefesi üzerindeki etkileri hakkında çalışmalar bulundurduğunu biliyordu. Platonculuk araştırmasına yapılan bu katkıyı sonuna kadar “tüketmek” gerektiğini söylüyordu. Ren Nehri’nin ötesinden bir filozofun bu konu üzerine en iyiler arasında gösterdiği iki Alman tezini ödünç aldım. Ancak bunlar değeri olmayan ve anlaşılmaz derlemelerdi. Bu tür bibliyografik bir çalışmanın her şeye rağmen gerekli olduğunu söyleyen tez başkanımı konuyla ilgili bilgilendirdim. Zaman kaybından ürkmüş olan ve Almancaya pek aşina olmayan ben, üzerinde çalıştığım konudan vazgeçerek hiçbir bibliyografyanın gerekli olmadığı daha modern bir konuya geçiş yaptım.[26 - Quid apud Millium Spencerumque de exteris rebus disserentes sit reprehendendum. Aureliani, ex typis Michau.]
Üniversiteler, adaylar pahasına tez değiştirir. Birkaç yıl içinde üniversite kütüphanelerimiz ülkenin zihinsel sermayesine hiçbir katkıda bulunmayan vasat üretimler dalgası ile boğulacaktır. Özgün olmayan bu derleme eserlerle yitirilen vakit, tarihsel olarak iyi aydınlatılmış değerli çalışmalar olan İngilizce, Almanca, İtalyanca birkaç eserin çevirisine ayrılmış bir zaman olsa daha iyi olur ve ortak çalışma fonu zenginleşirdi. Böyle bir çalışma, kötü düşünülmüş ve kötü yazılmış kişisel hiçbir çaba bulundurmayan bir tezden daha iyidir.
Öncekiler
Adli ve idari alanda daha önceden verilmiş örneklere abartılı bir biçimde değer yükleyen ve çaba göstermekten kaçınan bir tutum söz konusudur. Koyun ırkından olan insan, sıradan bir girişimde bulunmaktan duyduğu dehşetle incelediği konuyu sadece yer aldığı çerçevede ele alır. Zamanını önceden alınmış bir kararı aramakla harcamayı tercih eder. Bu karar ister dürtüsel ister bilinçsiz insanlar tarafından alınmış olsun, hiç fark etmez, düşünmeyi bir kenara koyar ve bize sadece ona ayak uydurmak kalır. Alp Dağları’nda rehberlik edecek kişi ilerlenecek yolu araştırır, düşünür ve karar verir; arkadan gelenlerse önden gidenin kardaki ayak izini itiraz etmeden takip ederler. Görevleri kar üzerinde iz bırakmaya dayanan rehberlerin işi yüksek rakımlarda sürekli bir dikkat gerektirdiğinden oldukça yorucudur. Diğerleriyse sadece fiziksel bir yorgunluk duyar ve beynin razı gelinmiş uyuşukluğuyla yükseltileri aşarlar.
Farklı yönetimlerde tüm çalışmalar alınacak kararlarla sonuçlanır. Seçilene ve alınan karara karşı çıkmaktansa çoğunluğu teşkil eden güçsüz zihinler öncekilerin kazdığı yer altı çukurlarında saklanır ve yerlerinden çıkmaları da oldukça zordur. Felsefede, hatta dinde de birtakım sistemlere sığınırız ve o andan itibaren vekâleten düşünür, böylelikle de seçim yapma çabasından kurtulmuş oluruz. Her kim sistemi reddederse durgunluğun şahsi düşmanı hâline gelir; bu noktada da zahmet, sabır ve zaman gerektiren şeyi anlamaya koyulmak gerekecektir! İçimizdeki bu oyunbozan, karşımızda duranı sorgulamaya bizi zorlama niyetindedir. Duygularımızı ve gizli eğilimlerimizi pohpohlayan, bizi onaylayan hatalardan vazgeçeceğimizi mi sanıyor yoksa? Gerçekten aptalca!
Kişisel çelişkilerinden yara alan kibirli insanlardan sonra en tehlikeli olanlar, inançlarının sakin güvenliği içinde rahatsız edilmekten öfke duyan, limana vardıklarını zanneden ama açık denizin kuvvetli esintilerine tekrardan meydan okumak zorunda kalan zayıf fanatiklerdir.
Değeri olmayan bir gerçek, büyük bir şiddetle ortalığı kırıp geçirmeye tıp alanında da devam eder. Öğrenciler aceleyle ansiklopedik ve şişirme bir inceleme hazırlayarak araştırma yöntemlerine sırt çevirirler. Yoğun hafıza çabalarıyla yola devam ederler. Klinik Doktor Trousseau bilimsel kaynaklar çoğaldıkça zihnin daha tembel hâle dönüştüğünü kabul etmekteydi. Tembellik, kabul etmekten ve keyif almaktan memnuniyet duyan zihnin detaylandırmak ve üretmek konusundaki kaygısından kaynaklanır. Sıra dışı bir yeteneğe sahip olanlar kolay elde etme işine koyulurlar: Hiçbir şey üretmemeye alışırlar ve bir tür ruhsal durgunluğun içine düşerler. Bilgi açısından daha az zengin olan ve kendinden önce gelenler ise üretim üzerine aralıksız çalışmaktaydılar. Bir atletin kaslarını geliştirmesi gibi onlar da zihinsel güçlerini geliştirirlerdi. Bu şekilde verimlilik ve önem arz eden görüşler de çoğalırdı. İmkânları bol olan, karnı tok, şımarık ve asabi sizler ise sadece alıp yok etmeyi bilirsiniz. Tembel zihniniz ise şişmanlıktan boğulmak ve ölmek üzeredir.
Bir hastane kliniğinde on iki on beş civarı hastanın başında koşuşturup duran öğrencileri izlemek, dikkat dağınıklığının saçmalığını anlamak için yeterli olacaktır. Sözde çalışma alışkanlığı yıkıcı sonuçlara sahiptir. 1914 yılında, zihinleri önceden tasarlanmış fikirlerle doldurulan cerrahlarımız gerekli teçhizata sahip değillerdi:[27 - Dr. Jean Fiolle, Les auto-chirurgies Revue de Paris, 1 Kasım 1917.] Sterilizasyon araçları yetersizdi ve baş ya da baş çevresinde aseptik bir operasyon yapılamamaktaydı. Pasteurcü fikirler, ön yargıları bariz bir şekilde ortadan kaldıramamıştı. Gençlerimizden kaçı bu gerçekleri fark edememelerinin karşılığını hayatıyla ödemiştir!
Aynı şekilde çok sayıda subayımız Rus-Japon savaşı ve Transvaal savaşının sonuçlarını görmezden gelerek modası geçmiş bir düşünceyle taarruza geçmişti.[28 - General Fonville, L’enseignement de l’école supérieure de guerre, Paris, 1 Haziran 1916.]
Gözden Geçirmemiz Gereken Yöntemler
Savaştan sonra, yöntemlerimizde devrim yapmak ve temelde sahip olduklarımız konusunda zihni yetiştirmek zorunda kalacağız. Yeni yetme çocuklara özgürlük duygusunu aşılamak için otorite fanatiği düzenbazlar tarafından türetilmiş ve 1. Napolyon tarafından vahimleştirilmiş bir eğitim sistemine sahibiz. Çocuğun ruhunda kendiliğinden çiçek açmasını beklemek yerine ona dışarıdan fikirler kabul ettirmeye devam ederiz.
Programların aşırılığı yüzünden saygı ve zaman isteyen bu çiçek açmayı çocuğun kişiliğinde imkânsız kılarız. Bağımsız enerjiyi ortaya çıkarmak için zamanımız yoktur. Gerçekte özgürlüğe de inanmayız ve onu, taklidi olan anarşiyle karıştırırız. Kapsamlı her zekâ eğitimi bizi ebedî akıl yasalarının mevcudiyetine götürür. Anarşistler, şeylerin yerine büyük kelimeler koyan ve toplumsal mucizeye inanan batıl söz sanatçılarıdır: Bakışlarını insan doğasının hazin gerçeklerine indirmeyi reddederler. Kendilerini samimiyetle incelemeye ve günlük davranışlarını tarafsız bir şekilde sorgulamaya razı olurlarsa mükemmel bir toplumun hepimiz gibi kusurlu insanlarla mümkün olmadığını göreceklerdir. Çünkü birçok insan Bolşevikler örneğinde olduğu gibi ilkel hayvan seviyesinde kalmıştır. Gözlerimizi gerçekleştirilemez bir ideale sabitlemek yerine gerçekleştirilebilir olandan yana çevirmeyi bilmek ve sözde zekâ üretiminden farklı olan zihinsel eğitimi değiştirmek gerekir. Gerçekte birçok öğrencimiz olağanüstü bir söz söyleme yeteneğine sahip olmasına rağmen bizler gerçek zekânın bir taklidini üretiriz. Bu taklitler günde defalarca kostüm değiştiren süslüler gibi çok az bir fikir kalabalığını giydirmek için sayısız değişik kıyafete sahiptir. Üstelik fikir yani parıltılı söz sanatı, kumaşların üzerinde dikildiği bir manken gibidir. Sadece izin verdiği dokunuşlar tarafından değerli hâle gelir. Fransa’nın çoğu ise iyi konuştukları zaman değer kazanmış olduklarına inanan insanlardan oluşur.
Gerçek Bir Zekâ, Hakikati Olduğu Gibi Görmektir
Sözlü yetenek zekânın sadece bir taklididir. Gerçek zekâ ise hakikati net bir şekilde anlamaya ve ondaki saf altını bulmaya izin veren bir mihenk taşıdır. Zekânın teşkil ettiği şey hususunda sıklıkla yanılırız. Örneğin XIV. Louis’nin sözcüsü Saint-Simon,[29 - Saint Simon, Grands Ecrivains.] kralın büyüme ve güç arzusunun yalnızca vasat bir zihin tarafından desteklendiğini söyler ve yine de kendini yetiştirebilen bir zihin olduğunu ekler. Bu kendini yetiştirme yani tecrübelerden yararlanabilme kapasitesi tam olarak gerçek zekânın tanımıdır. Saint-Simon’un kral hakkında çizdiği portrenin geri kalanı söylediklerimizi doğrular çünkü ona makul bir zihin ve birçok incelik yani tam bir hakikat duyusu atfeder. Hakikat duyusu gerçek zekânın özüdür. Zeki olmak, olanı ve olmayanı birbirinden ayırt etmek demektir; yapılabilir olanı ve olmayanı, gerçekle bağdaşanı ve bağdaşmayanı ayırt etmektir. Zeki olmak, var olan durumu temiz bir suyun dibindeki ayrıntıları görür gibi açık bir şekilde anlamaktır. Zekânın bu görüş netliği tutkuların dinginliğini ve zihnin özgürlüğünü gerekli kılar. Bu yüzden coşkun davranışlarda bulunanlar, samimiyetsizler ve güçsüzler tarafından bu bakış açısı reddedilir. Çünkü ruhun yüzeyini kırıştıran en ufak bir duygu, hakikatin görüntüsünü allak bullak ederken düşünce eyleminde amaçların ve dürtülerin hassas bir şekilde tartılmasını engeller.
Birinci Napolyon Örneği
Hakikati ayırt etmenin kırılgan ve karmaşık mekanizmasını bozan tutkuya en öğretici örneğini bize 19. yüzyılın en güçlü beyinlerinden biri vermiştir. 1809’dan itibaren Napolyon, görüş netliğini kaybetti. Kibri büyüdü ve bu kibir var olanı algılama yetisine ket vurdu. Napolyon kendi kuvvetlerini çok büyük görürken düşmanlarınınkini küçümsedi. Hizmetkârlarından biri olan Dècres 1809 yılının sonunda “İmparator delirdi, tamamen delirdi. Hepimizi başından atacak ve her şey korkunç bir felaketle sonlanacak.” diye sesleniyordu. 1812 Savaşı çılgınca bir hareket oldu çünkü imparator zorluklarla nasıl başa çıkacağını bilemedi. Bu coşkun ve güçlü zekâda hakikat duyusunun yozlaşmaya başladığı an hakkında yapılacak derin bir çalışma vardır. Aynı çalışma, daha az zeki fakat uzun zamanlı gerçekçi bir zihne sahip olan 1914 Savaşı’nın cani yaratıcısı 2. Guillaume’un hakikat duyusunun tıkanması üzerine de uygulanabilir. Bize savaş ilan etti ancak kesinlikle yanılmaktaydı çünkü Fransa’yı birkaç hafta içinde yok etmeyi planlıyordu. 2. Guillaume, Belçika’nın ve bilhassa İngiltere’nin direniş gücünü çok yanlış hesaplamıştı. Öyle ki sözde zekâsı gerçeği kavrama konusunda yeterli değildi.
Aynı şekilde görevi ülkeyi gözlemlemek ve bilgilendirmek olan tarihçilerimiz ve politikacılarımız, gerçek Almanya’yı ulusal tembelliği pohpohlayan ve yöneticilerini sarsılmaz kararların rahatsız edici vazifesine mecbur etmeyen sahte bir imajla yansıtmışlardı.
Sözde zekâlar hakikatleri görme konusunda isteksizdirler çünkü hakikatler her zaman bir adaptasyon çabası gerektirir. Hakikatten söz ederken yalnızca kendilerini, öz saygılarını, keyiflerini ve tutkularını düşünürler. Doğru olanın doğru olmasını istemezler.
Bu temel noktada başka bir örnek vereceğim. Bir lisenin öğrencilerinin başından geçen tehlikenin ardından kurum müdürüyle gaz lambasına giden ve yatakhanenin ortasından geçen yirmi metrelik bir boruyla ilgili görüştüm: Bu boru, öğrenciler için süreklilik arz eden bir ölüm tehlikesiydi. Müdür olayı kendi içinde değerlendirmek yerine kendini savunmaya geçti: Bu durum ondan önce de böyleymiş, yeterli bütçesi yokmuş… Kendimi hesaba katmayışımın ve olaylara tarafsız bir şekilde bakmanın elverişsizliğiyle şaşkına döndüm.
İşte sözde zekâya sahip bir başka müdürün portresi:
“Emrindekilerin eylemlerini onların anlık davranışlarıyla yargılar. Kendisine kişisel olarak dokunan şeyi görmezden gelemez. Aynı hatalar, hatayı yapan kişinin onu memnun edip etmemesine göre önemsiz ya da ciddi olarak değerlendirilir. Bir görevli tarafından verilen hizmetler o anın derecelendirmesine bağlı olarak önemli ya da önemsizdir.”
Zekâ Güçlü Bir Manevi Eğitim Gerektirir
Zeki olmayanlar sorunu kendi içinde görememekle tanınırlar. Büyümeyen toplumlar duygusal toplumlardır. Tek mantıkları duyguların mantığıdır yani akıl yokluğu ve tarafsız gerçeği kabulü reddedişin mantığı. Hemen hemen tüm Asya bu durumdadır. Akıl yürüten ve kendilerini saflıktan ilk kurtaranlar Yunanlılardı. Pancermenistlerin kibrinden gözleri kör olmuş Almanya, günümüzde tekrar korkunç bir tutku tarafından yönetilen duygusal bir ulus hâline geldi. Güçlü bir manevi eğitim olmadığı için eksiksiz bir zekâ da söz konusu değildir. Ben özverili olmalıyım; bana getirisi, önüme çıkarttığı engeller, bana sağlayacağı yarar ya da benden sağlayacağı menfaat ne olursa olsun gerçeği kabul etmeliyim. Zaten zayıf olanlar gerçeklikten kaçarlar. Kendi kendilerini kandırmak isterler ve korkaklıkları, hakikati ruhlarını okşayan bir yalanla değiş tokuş etmeyi tercih eder. Bu, hayatın her koşulunda geçerlidir. Tembel biriyle evlenen kör birinin, yük hayvanına dönüştürülmekten şikâyet ettiğinde gülmeye razı olması gibi. Çocuğuna sahip olmadığı nitelikleri atfeden ve çocuğun gittiği yolu değiştirmeye çalışan bir annenin gerçekle olduğu gibi yüzleşmeyi reddederek yanlış yapması gibi. Çoğu zaman olanı olduğu gibi görmek rahatsız edicidir. Kendini bize zorla kabul ettiren, sevsek de sevmesek de var olmakta ısrarcı olan; eğilimlerimize, tercihlerimize, duygularımıza karşı dingin bir kayıtsızlıkta olan bu gerçeklik dayanılmazdır! Ona karşı taraftan bakmamaya gayret edelim; belki de mucizevi ve öngörülemeyen bir olay sayesinde zorluklar ortadan kalkmaya ya da dönüşmeye razı olacaktır.
Yazık ki hakikat ne değişir ne de ortadan kaybolur! Kafasını kuma gömen deve kuşu gibi gözümüzü ya çok kapattık ya da tehlikeyle aramıza formüllerden ve kelimelerden oluşan bir sis bulutu yerleştirdik ama gerçeklik inatçıdır ve ortadan kaybolmaz.
Şimdi gerçek zekânın ne olduğunu öğrenmeye çok yakınız. Zeki olmak için aynı şeyi on farklı tarzda söyleyebilmenin faydalı olup olmadığını düşünüyoruz. Hakikatle gözümüz arasına giren ve gerçeği bize beyazken sarı, yeşilken kırmızı gösteren her duygu zekâmızı küçültür ya da yok eder. Zeki olmak için Spinoza’nın öğütlediği özgürlükten azade olmak gerekir yani gerçeği kalpten bir tevazuyla, sevgiyle olmasa da en azından dingin bir cesaretle, olduğu gibi kabul etmek gerekir. Sadece bu kabul ediş, olaylara tarafsız bakmamıza ve onları iyi ayırt edebilmemize izin verir.
O zaman onları telafi etmek için etkili bir eylem başlayabilir. Eğer ön yargılı anne, oğlunun kötü huylu olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye razı olsaydı kötülüğe karşı etkili yöntemlerle mücadele edebilirdi. Kayırmacı bir tutumla gözler kapatılarak hiçbir mucize gerçekleşmez çünkü manevi hakikatlerin mantığı fiziksel hakikatlerinki gibidir, acelesiz ama esnek olmayan bir kesinlikle ilerler ve varsayımlardan sonuç çıkarır. Kötü huylusun ve bu yüzden başarısız olacaksın. Senin kibrin Guillaume, gerçeği görmeni engelledi. O hâlde gücün de yok olup gidecek. Siz Fransızlar, gözleriniz gerçeğe yarı kapalı vaziyettedir. Bu sebeple zafer size çok pahalıya mal olacak.
Delilik, Hakikat Duyusunun Bozulması
Sainte-Anne’daki hastaların başındayken zihinsel hastalıklar söz konusu olduğunda bedensel bozuklukların, solgunluğun, baş ve omurga ağrılarının, güçten düşmelerin önemsiz olduğunu gözlemledim. Ayırt edici olan, hakikat duyusunun bozulmasıdır. Bu, gerçeği olduğu gibi görme ve anlama yetersizliği ve devamında da eylemi, gerçekliğin içine yerleştirmenin imkânsızlığıdır. Günlük yaşamdaki olayların çarpık algısı, olaylar ve insanlar üzerindeki çarpık yargıyı beraberinde getirir. En masum hareketlerden şüphelenen bir kadını düşünün. Makul bir gecikmeye abartılı sebepler yükleyerek çocuğu için kaygılanan anneyi, beyhude yere iftiralar atan bir parti adamını düşünün… Akıl bozukluğu; yargılama ve algılama yetisini yani zihni deforme eden hastalıklı duygular tarafından oluşur. Zihnin duygu tarafından her bozulması akli bir bozukluğun başlangıcıdır.
Ama biz, sadece patolojik duygularla gerçeklik görüşü bozulanları değil mirasçıları olduğumuz nesillerin tecrübeleriyle bilincimizde şekillenmiş, akıl ya da mantık olarak adlandırdığımız sarsılmaz düzene zarar verenleri de deli olarak adlandırırız. Akıl, insan zekâsının doğaya karşı verilen milyarlarca mücadele tarafından doğrultulmasıdır. İnançlar, en saçma istikametlerde ilkelce gelişmiştir. Aman vermeyen tecrübe yavaş yavaş cesarete giden yolu tıkamıştır. Milyonlarca insan yanlış inançların kurbanı olmuştur. Yüzyıllar boyunca disiplinler oluşturulmuş, yanlışın ve cehaletin balta girmemiş ormanlarına geniş caddeler inşa edilmiştir. Bu geniş caddeler aklın yasalarıdır: Hiçbir şeyin bir nedeni olamaz ya da aksine her etkinin bir nedeni vardır. Yalnızca zekâsının aklın yasalarına boyun eğmesine izin verecek kadar duygularını disipline etmeyi beceremeyenleri deli olarak nitelendiririz. Ama bu, az çok bir meseledir. Dikkatsizlik ve enerji zayıflığından dolayı pek az insan bu disiplini elde eder. Birçoğu kendini duygularının dürtüsüne bırakmayı tercih eder: Bunlar, bazı akıl hastalarına göre insanlığın önemli bir kısmını temsil edecek olan dengesiz, tutarsız, gevşek ve kararsız insanlardır. Zeki olan ile olmayan arasındaki en derin fark, mantıksal yetersizlikte yatmaktadır. Bir insan nükteci olabilir; koca kulaklı bir eşeği yetişkin bir tavşana benzeterek aralarında beklenmedik ilişkiler yakalayabilir ve bununla eğlenebilir. Ancak ayırt edici bir zekâya sahip olması gereken eğitimciler, en genç zihinlerde sadece sözde bir zekâyla karşılaşabilirler.
Gerçek zekâ, hakikate ve hakikatin özüne içtenlikle dikkat eden zekâdır. Sağlam ve önemli bir zekâ kaynağına sahip olduğunuzda nüktedan olun. Söyleyecekleriniz ve yazacaklarınız büyüleyici olacaktır. Eğer bu yüzeysel nitelikler sağlam bir temele dayandırılmazsa sözünüz değersiz ve eyleminiz kesinlikle tehlikeli olacaktır.
Klasiklerin Gerçeklik Duygusu Vardır
Corneille-le-Véridique gibi önemli klasiklerimiz sonsuza kadar genç kalacaklardır çünkü onlar kendilerini gerçekliğe ve takdire değer bir mantık üzerine dayandırarak kalıcı bir güç elde etmişlerdir. Bu yazarlar, bir karara vararak karakterlerinde temsil ettikleri hassas duygu oyunlarını kendi içlerinde incelemeye önem vermişlerdir. Klasiklerin aksine gerçeğe uygun olmayan romantik ürünler ayakta duramaz: Malade Imaginaire[30 - Hastalık Hastası, Molière tarafından yazılan komedi bale türündeki seyirlik oyun. (ç.n.)] gibi aklın sağlam temelleri üzerine dayandırılmış iyi bir güldürü daha dün yazılmış gibiyken ihtişamlı dizelerine rağmen Ruy Blas[31 - Victor Hugo’nun trajik bir draması. (ç.n.)] ya da Hernani’nin[32 - Victor Hugo’nun ünlü draması. (ç.n.)] sahnelenmesine dayanmak zordur. Bu durum, Rabelais, Molière, Cèrvantes, Swift gibi üstatlarda hayal gücünün sağlam bir mantık temeline oturtulmasından ötürüdür. Onların olayları algılama biçimi doğrudan, tutarlı ve aklın yasalarına sıkı sıkıya bağlıdır; yolundan sapmış tutkular yargılarını ve olayların birbiriyle olan ilişkisinin mutlak düzenini çarpıtmaz. Hayal güçleri asla mantıksızlığa, tutarsızlığa, saçmalığa dönüşmez çünkü bu aydın zekâlar hiçbir zaman hakikat duyusunu kaybetmezler.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/jules-payot-32646136/irade-terbiyesi-ii-zihinsel-calisma-ve-irade-69428644/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Bilimsel Dergi, 15 Haziran 1896.
2
W. Bagehot, Lois scientifiques du développement des nations.
3
Jules Payot, L’apprentissage de l’art d’écrire.
4
Jules Payot, İrade Terbiyesi.
5
Cezaların verimsizliğine dair Bentham’ın nitelikli yazısına göz atın. La Religion Naturelle. Son influence sur le bonheur.
6
Fizikte adı geçen “birleşik kaplar yasası”na göre, sıvı tüm kaplarda aynı düzeyde kalır. (ç.n.)
7
Denis Papin, buhar makinesi çalışmalarıyla tanınan Fransız fizikçi. (ç.n.)
8
Nietzsche.
9
İrade Terbiyesi, Uygulamalı Kısım, IV. Kitap, III. Bölüm, Mücadele etmemiz gereken düşmanlar: Tembellerin bahaneleri.
10
Jules Payot, Cours de Morale.
11
Jules Payot, Cours de Morale: Les Grandes Conquête.
12
J’accuse (Suçluyorum), Dreyfus Olayı’yla ilgili olarak L’Aurore (Şafak) gazetesinde yayımlanan ve ünlü yazar Emile Zola tarafından Cumhurbaşkanı Félix Faure’a ithafen kaleme alınan açık mektuptur. (ç.n.)
13
Bkz. Louvin Olayı, 1914’te Belçika’daki Alman işgal ordusu tarafından sivillere uygulanan zulüm. (ç.n.)
14
René Quinton: Fransız fizyolog, biyolog ve doğa bilimci. (ç.n.)
15
Halsizlik, dermansızlık.
16
Apprentissage de l’Art d’écrire.
17
Sokrates’in öğrencisi Xenophon’un Sokratik diyaloglardan oluşan bir koleksiyonudur.
18
Denemeler, 2, 17.
19
Duclaux, 18 Haziran 1896, Paris Öğrenciler Birliğinde.
20
4 Aralık 1870, Journal du Prince Frédéric Charles.
21
Bourreau de soi-même, Térence’tan bir komedi başlığı.
22
Jules Payot, Cours de Morale.
23
Fransızcada iş, çalışma ve görev anlamlarına gelen travail kelimesinin kökeni. (ç.n.)
24
Fransızcada mecazen çok ders çalışmak, yontmak, kazmak vb. anlamlara gelen potasser fiili. (ç.n.)
25
Le Dantec, Le gaspillage du budget de la Science.
26
Quid apud Millium Spencerumque de exteris rebus disserentes sit reprehendendum. Aureliani, ex typis Michau.
27
Dr. Jean Fiolle, Les auto-chirurgies Revue de Paris, 1 Kasım 1917.
28
General Fonville, L’enseignement de l’école supérieure de guerre, Paris, 1 Haziran 1916.
29
Saint Simon, Grands Ecrivains.
30
Hastalık Hastası, Molière tarafından yazılan komedi bale türündeki seyirlik oyun. (ç.n.)
31
Victor Hugo’nun trajik bir draması. (ç.n.)
32
Victor Hugo’nun ünlü draması. (ç.n.)