Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı
Hasan Yılmaz
Her insan kendi hayatının kahramanıdır. Onları seçilmiş yerlerde aramak gerekmiyor. “Onda ne var!” denilecek kadar basit olmayan hayat mücadelesinde, ayaklarının üzerinde durup tek başına yürüyebilmek en büyük kahramanlık sayılmalı. O kahraman ki pek çok badireler atlatıp, yaşam yolculuğunu sonlandırana kadar kendi öyküsünü yazan kişidir. Esasında Cumhuriyet, bir yönüyle köylülükten kurtulma hamlesiydi fakat bu hamlede, fizik ile metafiziğin birbirinin karşıtı gibi algılanması söz konusuydu. Okul, caminin; öğretmen, imamın ayrılmaz parçası iken, karşıtı gibi algılandı veya gösterildi. Devletin öğretmeni tercih ettiği bu süreçte halkın imamı tercih etmesi kaçınılmazdı. Oysa okulu camiye egemen kılmaya çalışmak yerine, camiyi okulla barışık tutmak gerekiyordu. Belki yaşanan bu ikilemde, bu ülkenin aydınlarının tercihlerinin etkisi de vardı. Doğrusu, hiçbirini dışlamadan, “hem o hem o” diyebilmek önemliydi.Bugüne kadar okuduklarımızın pek çoğu, kurumların ve yönetenlerin tarihidir. Toplumsal bilinçaltını şekillendiren izdüşümleri görebileceğimiz netlikte “öteki insanın hikâyesi” pek seyrek kaleme alınmıştır. Bu yüzdendir ki çok farklı sosyolojik evrelerden geçen bir toplumun tarihini okuduğumuzda, o toplumu oluşturan tüm kesimleri aynı sosyo-kültürel iklimden geçmişler gibi algılayabiliriz.Okuduğunuz biyografik anı kitabı, bir insanın hayatından hareketle toplumsal tarihe ışık tutacak niteliği haiz bir kişisel tarih çalışmasıdır. Yazım türü itibarıyla diğer biyografi çalışmalarının bir benzeri sayılabilir. Onlardan farklı yanı ise bir köy imamının hayatının kaleme alınmış olmasıdır.
Hasan Yılmaz
Çankırılı HocaCumhuriyet’in Öteki İnsanlarıBir Köy İmamının Hayatı
Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.
Andre Gide
İlk Söz
Her insan kendi hayatının kahramanıdır. Onları seçilmiş yerlerde aramak gerekmiyor. “Onda ne var!” denilecek kadar basit olmayan hayat mücadelesinde, ayaklarının üzerinde durup tek başına yürüyebilmek en büyük kahramanlık sayılmalı. O kahraman ki pek çok badireler atlatıp, yaşam yolculuğunu sonlandırana kadar kendi öyküsünü yazan kişidir.
Korunma refleksi, yaşama iradesinin bir sonucudur. Her canlı gibi insan da kendini koruma iradesine sahiptir. Devlet gibi insan da kendi kendisinin son kalesidir. Bu nedenle insanın kendini koruma hakkı, devletinkinden daha az kutsal değildir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihine ilişkin bakış açımız Osmanlı tarihine bakışımızdan farklı değildir. Cumhuriyet’in kuruluşu başlı başına bir devrimdir. Devrimin yapıcıları birer kahramandır. Cumhuriyet’e, daha iyi bir hayat hayalinin operasyonu da denebilir. Ona, geçmişte yaşanan bütün aksaklıkları giderme projesi olarak bakılabilir. Bundan ötürüdür ki başta eğitim olmak üzere toplumu yeni baştan inşa edecek ideolojik tezleri ve tercihleri vardı. Bu tezlerini ve tercihlerini bugünleri şekillendirmek için halka telkin etti. Kabul edildi ya da edilmedi, sonuçta günümüz Türkiye’si ortaya çıktı.
Türkiye’nin tarihsel yolculuğu devam ediyor. Bu süreçte, Cumhuriyet öncesinde başlayan, Cumhuriyet’le birlikte hızlanan modernleşmenin yönü tartışılıyor. Bu tartışmanın tarafları, kendilerini Cumhuriyet’in banisi ve sahibi olarak görenlerle onların karşıtları. Cumhuriyet’in sahibi olduklarına inananlar, günümüzde yaşanan tartışmada, bugüne kadar elde ettikleri bütün kazanımların yitip gittiği kaygısını taşırlarken, muhafazakârlar geçmişte kaldığına inandıkları pek çok güzelliği yeniden ihya etme telaşındalar.
Cumhuriyet ilan edildiğinde Anadolu’da pek çok insan neyin değiştiğini anlamadı bile. Atatürk, 1938 yılında hayata gözlerini yumduğunda, iletişim bugünkü kadar yaygın değildi. Ankara’ya 80 kilometre ötede, pek çok kişi bu ölümün ne ifade ettiğini anlayamadı. Yüzlerce kilometre ötedeki bir çok insan da farklı durumda değildi. O yıllarda birileri tatillerini Paris’te, Londra’da geçirmek için programlar yaparken, kimileri küçük küçük köylere tıkılmış, kendi dünyalarında yaşıyorlardı.
Esasında Cumhuriyet, bir yönüyle köylülükten kurtulma hamlesiydi fakat bu hamlede, fizik ile metafiziğin birbirinin karşıtı gibi algılanması söz konusuydu. Okul caminin, öğretmen imamın ayrılmaz parçası iken, karşıtı gibi algılandı ya da gösterildi. Devletin öğretmeni tercih ettiği bu süreçte halkın imamı tercih etmesi kaçınılmazdı. Oysa okulu camiye egemen kılmaya çalışmak yerine, camiyi okulla barışık tutmak gerekiyordu. Belki yaşanan bu ikilemde, bu ülkenin aydınlarının tercihlerinin etkisi de vardı. Doğrusu, hiçbirini dışlamadan, “hem o hem o” diyebilmek önemliydi.
Bugüne kadar okuduklarımızın pek çoğu, kurumların ve yönetenlerin tarihidir. Toplumsal bilinçaltını şekillendiren izdüşümleri görebileceğimiz netlikte “öteki insanın hikâyesi” pek seyrek kaleme alınmıştır. Bu yüzdendir ki çok farklı sosyolojik evrelerden geçen bir toplumun tarihini okuduğumuzda, o toplumu oluşturan tüm kesimleri aynı sosyo-kültürel iklimden geçmişler gibi algılayabiliriz.
Okuduğunuz biyografik anı kitabı, bir insanın hayatından hareketle toplumsal tarihe ışık tutacak niteliği haiz bir kişisel tarih çalışmasıdır. Yazım türü itibarıyla diğer biyografi çalışmalarının bir benzeri sayılabilir. Onlardan farklı yanı ise bir köy imamının hayatının kaleme alınmış olmasıdır.
Sözünü ettiğim kişiyi, yani babamı ve onun hayatından hareketle toplumun nüvesini oluşturan kendi döneminin insanlarının bilinçaltı dekorunu ortaya koymak istedim. İnsan-toplum-devlet triosunda, bir köy imamının yaşamından yola çıkarak, bugüne ışık tutacağını ümit ettiğim bu kitabı yazmaya karar verdim.
Kaleme aldığım bu çalışmanın diğer bir amacı da içinde bulunduğumuz psiko-sosyal atmosferin yapı taşını oluşturan bireyin inşa sürecini ortaya koymaktır.
Kurucu iradenin, insanın iktisadi bir varlık olduğunu göz ardı etmesinin bugünkü sonucu yarattığını anlatmaya çalıştım.
Popüler tabirle “muhafazakâr” denilen ya da bir başka ifadeyle “mütedeyyin” olarak adlandırılan ve hiçbir ideolojik tavrı olmayan, bırakın “karşı devrim”i, devrim kavramının ne demek olduğunu bilmeyen insanların, jakoben bir zümrenin kendi ideolojik fantazyalarının mezesi yapılmaya çalışılmasının bugün karşımıza amaç birliği olmayan bir öfke koalisyonu olarak çıktığını özellikle tespit etmeye çalıştım.
Satır aralarında bireyin yaşamından hareketle Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardaki âcizliklerin günümüzdeki yansımalarını bir im olarak ortaya koymak istedim. Çağdaşlaşma adına konulan ideolojik hedeflerden, uygulamada gösterilen zaaflar ve uygulayıcılardan kaynaklanan aymazlıklardan ötürü zamanla nasıl uzaklaşıldığına dikkat çekmek istedim.
Onun hayatı olduğu için kitabı babamın anlatımıyla kaleme aldım. Bu konuda babamdan ve annemden büyük yardım gördüm. Ayrıca dönemin olaylarının aktarımında ve günümüz olaylarıyla karşılaştırılmasında dayımın ve eşimin babasının büyük katkısı oldu. Özellikle mahallî tanımlarda berrak hafızalarıyla bana çok yol gösterdiler. Hepsine çok teşekkür ediyorum.
Önce doğruyu bilmek gerekir. Doğru bilinirse yanlış da bilinir; ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılmaz.
Farabi
İnsanların hayatına yön veren, istikbali tayin eden anlar vardır. Kimi öğretmenden duyduğu bir sözle, kimi tanık olduğu bir olayla, kimi başına gelen kazayla yaşamına yön verir. Benim yaşamımda da böyle anlar oldu. Ortalığa söylediğimiz, semada dalga dalga yayıldığına inandığımız sözlerin eyleme geçtiğinde ne denli etkili olduğunu yıllar sonra geriye dönüp baktığımda anladım. O güne kadar köydeki diğer çocuklar gibi akşama kadar dışarıda oynayan, akşam olunca evin yolunu tutan, bahçede, bağda verilen işleri yapan bir çocukken, ilkokula gitmek istediğimi söylediğim gün bambaşka bir serüvenin içine atıldım.
Benim küçüklüğümde köyde hocalık yapan kişi çoktu. Bunların önde gelenlerinden biri Hüseyin Hoca, diğeri de Hasan Hoca’ydı. Hüseyin Hoca, Hasan Hoca gibi sert mizaçlı, otoriter bir insan değildi. Namazını kıldırır, Kur’an öğretir, cemaatle oturur kalkardı. Hasan Hoca, köyün daha eski hocasıydı. Bir şey olduğunda önce Hasan Hoca’nın ne dediğine bakılırdı.
O vakitler okumak denilince, camiye gidip hocadan elif cüzünü öğrenmek anlaşılırdı. Ben de Kur’an öğrenmek için ilk defa Hüseyin Hoca’nın önüne oturduğumda henüz ilkokula başlama yaşındaydım. Benim gibi pek çok kişi, köyümüzün imamlığını yapan Hüseyin Hoca’nın önünde incik kırmıştı.
Bir gün babam, Karakoçaş köyünde değirmen işletirken, Kur’an okuyan üç çocuk görmüş. Onların Kur’an okumalarına heveslenerek bana da okutmayı aklından geçirmiş. Aynı günlerde ben köydeki okulun önünde çocuklarla oyun oynuyordum. O sırada biri, “Herkes okula yazılıyormuş, biz de yazılalım.” dedi. Ben de öğretmene gidip okula yazılmak istediğimi söyledim. O zaman öğrencileri sokakta kaydederlerdi. Öyle okula gitmek yoktu. Öğretmen eline bir defter alırdı. Yaşı gelmiş öğrenciye sorup kaydını yapardı.
Beni kaydeden, Çankırılı bir kadın öğretmendi. Ramazanda falan devamlı sakız çiğnediği için köyde ona “sakız çiğneyen öğretmen” derlerdi. Biz çocuk olduğumuz için pek yadırgamazdık ama büyüklerin tepkisini çekerdi.
Evimize geldiğimde müjde verir gibi, “Baba ben okula yazıldım!” dedim. Babam, “Oğlum, okulun içine girdin mi?” diye sordu. “Yoo!” dedim. “Eğer içeri girseydin gâvur olurdun!” diyerek beni korkuttu. Bu sözcük bugün filmlerde dahi yasaklansa da o vakitler kötü olan her şey bizim için “gâvur”du.
“Camide Hasan Hoca ne diyor duymadın mı? ‘Bebelerinizi komünist okullarına yazdırmayın!’ diye bar bar bağırıyor, duymuyor musun oğlum?” dedi.
“Herkes gidiyor, ben de gitsem ne olur baba?” dedim ama dinlemedi, “Seni sabah doğru Kalfat’a götüreceğim.” diyerek avludan içeri girdi.
Bir insan kendisini, ancak hayatın küçük meselelerinden sıyrıldığı yahut da onları zihnî bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Talihimiz içimizde çok gizli bir yerdedir.
Fakat ona erişebilmemiz için birçok şeyden kurtulmamız lazımdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar
İşin Yoksa Ara Gez
Bugün belde belediyesi statüsünde olan köyümüz, vaktiyle orman içinde bir yerleşim yeriydi. Şimdi mezarlık olan köy tepesine çıkıldığında koyu bir ormanlık görülürdü. Dere Mahallesi’ndekievlerin kalasları, kirişleri, o mezarlıktan kesilen çamlardan yapılmıştı.
Köyün arka tarafında, Ören denilen yerde bir kale ve kalenin yukarısında antik dönemden kalma eski mezarlar vardır. Orada, bir zamanlar bir hayat sürüldüğü biliniyor. Köyden çok kişi gidip, o mezarları kazıp gömü falan aramıştır. Kalenin yanı sıra Yörükler denilen mevkide de ayrı bir yerleşim varmış. Bazı kişilerin, oralarda çift sürerken, bir takım testi çömlek falan buldukları söylenir.
Köyümüzün yerleşimine ilişkin kesin bir tarih tespit edilemese de 300-500 yıllık bir geçmişi olduğu bilinmektedir. Çankırı çevresinde ikamet eden, özellikle Kayı ve Bayat gibi Türk boylarına mensup insanlar, ilk önce köyün çevresine mezralar hâlinde, dağınık şekilde yerleşmişler. Çoklukla hayvancılık ve bahçecilik yaparak geçimlerini temin ettikleri için uzun yıllar bu şekilde yerleşimlerini sürdürmüşler. Zamanla Anadolu’da güvenlik sorunu baş gösterince insanlar bir araya gelme ihtiyacı hissetmişler.
Çevremizdeki bir çok köyün isminde “Kayı” vardır. Çaparkayı, Asarcıkkayı gibi. Bizim köyümüzün iki boyundan birinin Kayı, diğerinin de Bayat boyu olduğu söylenir. Orta’nın köylerinde falan da Kayı ismiyle anılan köyler vardır.
Çevrede dağınık şekilde duran ailelerin biraraya gelerek köyün bugünkü yerinde iskân olmaları aslında biraz da korunma kaygısından kaynaklanmış. Devlet otoritesinin kalmadığı 18. yüzyılda her tarafta türeyen eşkıyaların şerrinden sakınmak için mezra gibi küçük yerleşim yerlerini terk edip köyümüzü kurmuşlar. Eşkıya falan köye geldiğinde sık ormanlık alanda insanları arayıp bulamazmış. Büyükbabam, köyün arkasındaki Yörük Yaylası tarafından gelip köye yerleşmiş. Kimileri Sivri tarafından, kimileri Aydos tarafından gelmiş.
Köydeki kök isimlere bakıldığında, köyün nüvesini beş altı ailenin oluşturduğu görülür. Bu büyük ailelerin birleşiminden köy oluşmuş. Soyadı kanunundan önceye gidilip, ailelerin kökenlerine ulaşıldığında köyün çoğu birbiriyle akrabadır. Örneğin Kadir Çavuşgile “köy ağası” derlerdi. Örneğin köyde Uğur, Uygur, Yılmaz ve Karan soyadlarını taşıyanlar akrabadır.
Bugünkü anlamda bir kooperatif çalışması ya da imar düzenlemesinin sonucunda oluşmadığı için Anadolu’daki pek çok yerleşim yerinin öyküsü söylentilere dayanmaktadır. Antik dönemden izler taşımıyorsa yerleşim yerine ilişkin bilinenler, sözlü kültürle nakledilen kadardır.
Türkiye’de köy ve yer isimlerini değiştirmek bir dönem pek yaygındı. Bizim köyümüzün adı da değiştirilip Gürpınar yapılmıştı. Aklım erip, Ankara’ya 80 kilometre mesafede olan köyümüzün isminin neden değiştirildiğini düşünmeye başladığımda, o gün itibarıyla anlamsız gelen Ereğez adından hareketle “Köyümüz de eski Ermeni ya da Rum yerleşim yerlerinden biri miydi acaba?” diye sormaktan kendimi alamadım.
Köyümüzün gerçek adına ilişkin değişik rivayetler olsa da bilinen en yaygın rivayet şöyle:
Köyün ilk kurucularından sayılan Zalif Hoca, köydeki geçim kaynaklarının kıtlığına dikkat çekmek için, “Oğlum burada durmayın, nasibinizi arayın, gezin.” dediği söylenir. Köy bol sulu bir vadi ağzında olmasına rağmen kışların çetin ve uzun geçmesi nedeniyle ve hayvancılık yaparak geçinmenin de zor olmasından ötürü böyle demiş olmalı.
Daha önce de belirttiğim gibi köyümüzün olduğu yer ormanlık bir alanmış. Uzun ve sık ağaçlardan dolayı ormanda dolaşmak zor, saklanmaksa kolaymış. Bir gün köyü eşkıyalar bastığında, köy halkı ağaçların tepesine çıkarak saklanmış. Eşkıyalar aşağıda insan ararken yukardan bakanlar, “Arayın gezin, işiniz ne!” demişler. Aragez ve Ereğez ismi oradan kalmış.
Köyümüzün iklim yapısı da İç Anadolu ile Karadeniz bölgesinin sentezi gibidir. Bu nedenle köyümüzde insanlar karınlarını doyurmak için tarla ve bahçe işleriyle uğraşmışlardır ancak iklim ve coğrafya insanların bütün ihtiyaçlarına cevap vermediği için köylülerin çoğu Zalif Hoca’nın dediğini doğrulamak istercesine, nasiplerini hep dışarıda aramışlardır.
Hayatta bir gayesi olmayan insanlar, bir nehir üzerinde akıp giden saman çöplerine benzerler. Kendileri gitmezler, suyun akışına kapılırlar.
Seneca
Ticaret Kilcilikle Başladı
Çankırı’nın tuzdan ekmek yemesi gibi köyümüz de kilcilikten epey bir ekmek yedi. Köy mezarlığının bulunduğu üst kesimdeki çukurluklar hep killikti. Maden ocağı gibi kil ocaklarında da göçükler meydana gelirdi. İnsanların ölümü göze alarak çıkarttıkları kil, özellikle saç yıkamada kullanılırdı. O yüzden baş kili denirdi. Çamaşır kili Eskişehir tarafından öğütülmüş olarak gelirdi.
Bugün kozmetik firmaları tarafından yüz maskesi olarak satılan killi ürünlerin kalitesindeki kil, köy mezarlığının olduğu arka sırtlardan çıkartılırdı. Esasında baş kili dedikleri bu kilin çıkartılması öyle kolay değildi. Toprağın 20-25 metre altına tünelle inilir, oradan çıkrıklarla toprak olarak çıkartılırdı. Çıkan kil ocakta pişirildikten sonra kullanılabilir hâle getirilirdi. Bunun için kil önce suya konarak iyice eritilir, sonra da saç yıkamada kullanılırdı. Kullananlar iyi bilir, suda yumuşayan kille yıkanan saç ipek gibi olur. Bugün kullandığımız hiçbir şampuan saçları onun kadar temizlemez.
Evlerde belirli ölçüde kullanılmakla birlikte o zamanlar sabun pek bilinmediğinden, çıkartılan kil kağnılarla evlerin avlusuna yığılır ve kış geldiğinde köyden köye, sabun yerine temizlik maddesi olarak satılırdı.
Sabun ve deterjan kullanımı Anadolu’da yaygınlaşınca kilcilik zamanla verimli bir iktisadi faaliyet olmaktan çıktı. Bunun yerini leblebicilik aldı. Bazen çerçi, bazen çulcu diye tabir edilen insanlar, yüzlerce hektar ormanı yok etme pahasına ürettikleri leblebiyi yaban yerlere götürüp satarak geçimlerini temin etmeye başladılar. Alışverişte nakit para kullanımının kısıtlı olmasından ötürü, sattıkları leblebi karşılığında çorap, yün, kazak, bakır, alüminyum gibi eski ürünler aldılar. Aldıkları bu eski ürünleri de Ankara’da toptancılara verip nakde dönüştürdüler. Yaptıkları bu işten dolayı, yaygın şekilde “eskici” olarak anıldılar. Zamanla her köyde bakkal açılıp, dışarıdan gelen çerçilere iş kalmayınca, nasibini dışarıda arayan köylülerimizin tamamına yakını soluğu Ankara’da aldı.
Hiçbir zaman çıktığın kapıyı çarpma. Geri dönmek isteyebilirsin.
Don Herold
Bir Avuç Leblebi İçin Bir Orman Yok Edildi
Arazimiz engebeli olduğundan köyümüz çiftçilik yapmaya pek elverişli değildi. Küçük tarlalarda daha çok fi ve nohut yetiştirilirdi. Fi hayvan yemi olarak kullanılırken nohut da leblebi yapmak için yetiştirilirdi. Ayrıca bahçecilik yapmak da mümkündü.
Yaz mevsiminde, nohut tarladan yolunurdu, herkesin evinin önünde yığın yığın nohut olurdu. Onlar kurutulup kabuğundan ayrıldıktan sonra çuvallara doldurulup leblebi yapmak için ocak başına taşınırdı. Kurutulmuş bir nohutun leblebi hâline gelmesi bir haftayı bulurdu. O zamanlar kuru nohut, bizim güre dediğimiz tavada, yüksek ateşte, tokmak gibi bir aletle çevire çevire, üç kez kavrulurdu. Nohut kavruldukça kıvama gelir ve güneşin altında taş gibi sertleşen o yiyecek pamuk gibi yumuşardı. Üç aşamalı bu kavurma işleminin ardından leblebi güneşin altına serilir ve tekrar kurumaya terk edilirdi. Bir iki gün öyle kaldıktan sonra tahta bir el düveni ile kabuğundan ayrılır, sapsarı bir yiyecek ortaya çıkardı.
Köyde leblebiciliğin tarihi neredeyse yüzyıl önceye uzanmaktadır. Pazarlama işini herkes kendisi yapıyordu. Evinde kavurduğu leblebiyi herkes Ilgaz, Kurşunlu, Yapraklı, Çankırı gibi köye yakın yerlere götürüp satıyordu.
Bir merkebe en fazla 80 kilo leblebi yüklenebilirdi. Leblebi satılırken üç sınıfa ayrılırdı. Kırık leblebi, ufak leblebi ve iri leblebi diye. Tabii satış fiyatı da leblebinin kalitesine göre değişirdi. O zaman ortalama fiyatı on beş kuruş falandı. İşte kırık leblebi on kuruş, iri leblebi yirmi kuruş, küçük leblebi on beş kuruş olarak düşünüldüğünde, ortalama fiyatı on beş kuruş olurdu. O vakitler iki buçuk üç liraya on hak nohut alınıyordu. On hak nohut yaklaşık doksan kilo gelirdi. Kavrulup leblebi hâline getirildiğinde seksen kilo civarı leblebi çıkardı. Satılan leblebinin yaklaşık yüzde yirmisi masrafa düşülür, kalanı kârdan sayılırdı. Seksen kilo leblebi satan bir kişi, iki buçuk lirası masrafa çıkıldığında yaklaşık dokuz buçuk lira kazanırdı. Bu dokuz buçuk liranın içinde o kadar leblebiyi yapmak için bir hafta çalışmak ve eşekle köy köy gezerek leblebiyi satmaya çabalamak da vardı. Üstelik yakılan tonlarca odun da maliyetin içinde sayılmıyordu çünkü dağlardan kesilip getirilen çamların bedeli yoktu. Başlı başına bir zahmet çekilse de o dönemde bilinen para kazanma yöntemi bu idi. Çünkü köyde hayvancılık imkânları kısıtlıydı. Köyün bol arazisi olmadığı gibi, mevcut arazilerde de hayvanları yemlemeye yetecek kadar üretim yapılamıyordu.
Tabii -çok leblebi yapılmasından ötürü- köye “Ereğez” adını verdirten orman ağaçları da büyük ölçüde yok oldu. Leblebiyi kavurmak için o kadar çok ağaç kesildi ki köyün çevresinde çam ağacı bırakılmadı. Eğer marangozluk mesleği bilinseydi, üç kuruşluk kazanç için tonlarca çam yakılmazdı. Üstelik ağaç kesimi de kaçak yapılırdı. Denetimi muhtar yaptığı için ona yakalanmamaya çalışılırdı. Muhtar yakaladığının baltasını, kazmasını alırdı. Baltasını kaptıran birkaç kuruş vererek geri alırdı.
Leblebicilik işi zamanla biçim değiştirdi. Özellikle 1950’li yıllarda yerini çulculuk diye de tabir edilen çerçilik aldı. O zaman köydeki öğretmen ayda yüz elli lira maaş alırken onlar bir seferde yüz elli lira kazanabiliyorlardı. Hatta bu yüzden köy öğretmeninin maaşını azımsıyorlardı. Paranın ne olduğunu bilmedikleri için, ellerine geçen üç kuruşu para zannediyor ve iyi kazandıklarını düşünüyorlardı. Oysa esas parayı kazanan, onların mal aldıkları Ankara Samanpazarı’ndaki toptancılardı. Üstelik kazandıkları paranın hayrı da yoktu. Senede iki sefer çula gidiyor, onunla bir sene idare ediyorlardı. Kazandıkları, bakkala, pazara ancak yetiyordu.
Leblebi satanlar ve sonradan işi eskiciliğe dönüştürenler, esasında Çankırı tarafına pek gitmezlerdi. Çankırı, nüfus olarak küçük olduğu kadar, iktisaden de fakir bir vilayetti. Ticaretin canlı olmadığı Çankırı’ya gitmek yerine, genellikle Ankara tarafına gidilirdi. Tabii onların gidip geldikleri yıllarda yol olmadığı için katırcılar Şabanözü ile Çubuk arasındaki özleri güzergâh olarak kullanırlardı. Yol şartları öyle elverişsizdi ki çetin kış günlerinde Han Deresi gibi çetrefilli bir mevkide insan ölse, cesedi getirilemezdi. Hatta köyümüzden, Yüstan diye biri bu şekilde orada kalmış, mezarı yolun kenarına yapılmıştı.
Ankara’dan Çankırı’ya gitmek, günümüzde olduğu gibi kolay değildi. Yola çıkan leblebiciler, yollarda ecel terleri döküyorlardı. Çankırı’ya giderken, Kalecik’e varmadan önceki Teke Beli eşkıya yatağıydı. Eşekle, katırla yola çıkan insanların, Teke Beli’ni geçene kadar canları çıkıyordu.
1916
“Fransız Tarihçi Larcher’nin Türkler açısından beş safha içinde ele aldığı Birinci Dünya Harbi’nin üçüncü safhası Ocak 1916’dan Ekim 1916’ya kadarki zamanı içine almakta ve ‘Türk kuvvetlerinin en yüksek sayıda varışı ve sonra azalarak, zamanla kayboluşu.’ şeklinde ifade edilmektedir.
1916 bizim için hem yayılma hem yıpranma yılıdır. Gerçi Çanakkale Cephesi tasfiye edilmiştir. Doğu Cephesi’nde bir hatta tutunulmuştur ama Irak’ta, Suriye’de çekilmeler başlamıştır. Hicaz’da Emir Hüseyin isyan etmiştir. Genelkurmay, iç cepheleri takviye edecek yerde, dış cephelere asker yetiştirmektedir. Makedonya’ya, Romanya’ya, Galiçya’ya, hatta Tirol Alpleri’ne Türk birlikleri gönderilmektedir. Ekonomik çöküntü ise hızla ilerlemektedir. Sanayi mamullerinin harp öncesi ithal edilmiş olan stokları tükenmiştir. Memlekette yerli sanayi yoktur. İaşe buhranı ve ihtikâr başlamıştır. Harbin hayırlı bir neticesi; Bitlis, Muş, Erzincan’ın cenubunda ve Trabzon’un garbındadır. Süveyş cephesinde El Ariş tahliye edilmiş ve Filistin muharebeleri başlamıştır. O sıralarda Irak’ta garip bir karar alınmıştır. İttihatçıların güvenilir subaylarından Süleyman Askeri isminde bir binbaşı yarbaylığa yükseltilerek 38. Basra Tümeni kumandanlığına, Basra valiliğine ve Irak havalisi kumandanlığına tayin olunmuştur. Süleyman Askeri, İngilizleri Basra’dan ‘süpürge sopasıyla’ kovacağını ilan etmektedir.
Irak’la ne tren ne yol bağlantımız vardı. Fırat, Dicle üzerindeki şatlar, keleklerle, şişirilmiş tulumlara bağlanmış, frensiz, dümensiz sallarla yapılan ulaştırma, Sümerler ve Asurlular zamanından daha da bozuktu. Nitekim Abdülhamit’in ilk yıllarında Büyük Mithat Paşa Bağdat’a vali olduğu zaman, ilk iş olarak bu nehirlerde ulaştırma meselesini ele almıştı.
Hülasa, her türlü sanayiden, tesisten, ulaştırma, askerlik, sağlık organizasyonundan yoksun, iptidai, harap, hatta boş, beş yüz bin kilometrekare bir ülke! Ayrıca kuzeydoğuda, Kerkük, Süleymaniye bölgesindeki Türkmen asıllı bir azınlıktan gayrı halkı da Türk değildi.
Fakat Süleyman Askeri, asker veya kumandan olmaktan ziyade İttihatçı bir politikacı idi. Kendine göre, garip, pratikte değersiz fikirleri olan bir zattı. Irak’ta, Basra’dan ilerleyen İngilizlere karşı hareket edecek yerde, İran’da akınlar tertip ediyordu.
Ama macera akınları hiçbir şeyi halletmeyeceği için, neticede İngiliz kuvvetleriyle çatışma başlayınca bozgunlarla karşılaşmış ve en doğru kararı alarak intihar etmiştir. Ondan sonra İngilizlerin Bağdat’a doğru ilerleme hareketleri başladı. 1916 yılı bu hareketlerin de en önemli safhalarını içine alır.” (Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam”, 3. baskı, 1. cilt, s. 296)
Aynı gökte uçarlar ama kuzgunun dünyası başka, şahinin dünyası başkadır.
Muhammed İkbal
Babam, Bir Hengâmeye Doğan Nesildendi
Atatürk, Ulus’ta, bugünkü hipodromda onuncu yıl nutkunu okurken ben de kendi serüvenimi yaşamak üzere dünyaya gözlerimi açmışım. İçinde ahır ve samanlığı da olan, geniş bir avlu içinde, iki gözlü bir evde dünyaya gelmişim. Belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin 15 milyonuncu üyesiydim. Dünyaya geldiğim ev, köye hâkim bir tepenin yamacına kurulu mezarlığın başındaydı.
Babam, 1306 doğumluydu. Miladi takvimle 1890’a denk geliyordu. Onlar kavganın ve kargaşanın içine doğmuş bir nesildi. Dünyanın telaşı onların başındaydı. Memleket öyle bir girdabın içindeydi ki kimse kendi istikbalini düşünecek hâlde değildi.
On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan
Baba ocağından, yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben
Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinde geçen dize, sanki babamgilin nesli için yazılmıştı.
Anadolu’da gurbete çıkma yaşı askerlikle başlardı. Babamın gurbetle tanışması da askerlikle birlikte olmuş. Askere gittiğinde kendinden bir yaş küçük olan annemle evliymiş. Daha terhis olmadan Balkan Savaşı çıkmış. Ardından Birinci Dünya Savaşı başlamış. On sekiz yaşında askere giden babam, otuz bir yaşında ancak evinin yolunu bulabilmiş. Bu 13 yıllık ayrılığın dört yılı esarette geçmiş.
Babam öyle konuşkan biri değildi. Biraz da asabiydi. Eskilerin, çocuklarıyla sohbet etme âdeti yoktu. Buyurgan bir dilleri vardı. Bu yüzden askerde yaşadıklarına ilişkin bildiklerimiz sınırlıydı. Gerçi aklımız da ermezdi. Irak nere, Rusya nere, “cihan” ne ki? Cihan Harbi olunca ne olur? Bunlar, çocuk hâlimizle algı sınırlarımızı aşıyordu.
Babam esaret yıllarını Rusya’da geçirmiş. 1915 yılında Doğu Cephesi’nde Ruslara esir düşen babam, dört yıl boyunca bu ülkede esir kalmış. Götürüldükleri yerlerde çiftliklere dağıtılmışlar. Onu da çalışmak üzere bir çiftliğe vermişler. Orada çiftçi olarak çalışan babam, Rusçayı da öğrenmiş. Hatta evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş.
Rusya’da Kızıl Devrim olduğunda esirlerin üzerindeki baskı kalkmış. Bulundukları yerlerde daha rahat hareket edebilir hâle gelince, bu durumu kaçmak için fırsata dönüştürmüşler. Daha doğrusu kaçmalarına biraz da göz yumulmuş.
Babam esir düştüğünde aynı köyden üç kişi daha onunla berabermiş. Babamın ismini hatırladığı Hasan Çavuş ve diğer iki kişiyle birlikte birbirine yakın çiftliklerde çalıştırılmışlar. Hasan Çavuş, Rusya’da devrim olduğunu duyunca babamın yanına gelmiş, “Nuri, hudutlar açılıyormuş. Hadi artık kaçalım!” demiş. Aralarında plan yapmışlar ve sahip oldukları ne varsa geride bırakarak yola düşmüşler. Hatta kaçarlarken Rus kadınları, gizlenmeleri için onlara yardımcı olmuş.
O vakitler erkeklerin çoğu asker olduğu için hayatın yükü büyük ölçüde kadınların üzerindeymiş. Kadınlar kocalarının yokluğunda, ayaklarının üzerinde durmak için, benim diyen erkeğe taş çıkartırlarmış. Babamın yokluğunda tarlaları annem sürmüş, hayvanlara annem bakmış. Hatta seferberlik sırasında diğer kadınlarla birlikte, kağnıyla Kalecik’ten Çankırı’ya yaralı taşımış.
Annem uzun süre babamdan haber alamayınca onun şehit düştüğünü düşünmüş fakat ölü ya da dirisinden haber alamadığı için yine de belki dönüp gelir diye bir ümit beklemiş. Nihayetinde annemin ümitleri boşa çıkmamış. Babamla birlikte cepheye giden yüz yirmi gençten sadece dördü köye dönebilmiş.
Bir insan köprü kurar, bin insan geçer.
Özbek Atasözü
1933’te Köyümüz Kasaba Kadardı
Türkiye’nin kırsal nüfusunun genel nüfusa oranının yüzde yetmişlere yaklaştığı 1930’lu yıllarda köyümüzün nüfusu, bugünkünün dört katıydı. Benim doğduğum yıl olan 1933’te köyümüzün nüfusunun dört yüz hane olduğu söylenir. O zaman en küçük hanede en az sekiz on kişi yaşıyordu. Hane denildiğinde bugünkü anlamda kapı numarası olan bir ev anlaşılmıyordu. Bir babanın kanatları altında yaşayan bütün nüfus, hane olarak kabul ediliyordu.
Türkiye’de ilk nüfus sayımı 1927’de, ikinci nüfus sayımı 1935’te yapıldı. İlk sayımda olduğu gibi ikincisinde de hâlihazır nüfusu tespit etmeye dönük bir sayım tekniği uygulandı. Alınan sonuçlara göre Türkiye’nin nüfusu; 8 milyon 221 bin 248’i kadın, 7 milyon 936 bin 770’i erkek olmak üzere 16 milyon 158 bin 18 kişi olarak belirlendi.
Bu sayıma göre kadınlar genel nüfusun yüzde 51’ini, erkekler yüzde 49’unu oluşturuyordu. Bu oran, 1927’de erkekler için yüzde 48, kadınlar için yüzde 52 olarak tespit edilmişti. 1935 sayımı ülkedeki okur yazar oranının yüzde 19,2 olduğunu ortaya koydu. Aynı oran 1927’de yüzde 11 olarak belirlenmişti.
1927’de kilometrekareye 18 kişi düşerken, 1935’te bu rakam 21’e yükseldi. Nüfusun iktisadi etkinlik kollarına göre dağılımı ise Türkiye’nin bir tarım ülkesi olduğunu ortaya koyuyordu. Buna göre nüfusun yüzde 79’u tarım, yüzde 7,8’i sanayi, yüzde 12,3’ü ise hizmet sektöründe çalışıyordu. İkinci genel nüfus sayımında, bir önceki sayımdan bu yana ülkeye gelen göçmenlerin sayısı da 207 bin 350 olarak belirlendi.
İl nüfusu sıralamasında İstanbul başı çekiyordu. Onun ardından İzmir, Konya ve Ankara geliyordu. 1927’deki sayımda İstanbul’un nüfusu 699 bin 796 iken, 1935’te 739 bin 171 olarak belirlendi. Ankara’nın nüfusu, 1927’de 74 bin iken, son sayımda 123 bin olarak tespit edildi.
Az şey bilirsek bir şeyin doğruluğundan emin olabiliriz, bilgi artınca şüphe de artar.
Goethe
Okula Girseydin Gâvur Olacaktın
Köyde okumak denilince camiye gidip hocadan elif cüzünü öğrenmek anlaşılıyordu. Ben de Kur’an okumayı öğrenmek için ilk olarak köyün sayılan hocalarından biri olan Hüseyin Hoca’ya gitmiştim. İsteyen çocuk, aynı zamanda köyün imamlığını da yapan Hüseyin Hoca’dan Kur’an öğrenebiliyordu.
Babam değirmencilik işini iyi biliyordu. Kendi değirmeni olmasa da başkalarının değirmenlerini kiralayarak işletiyordu. Ben de elim biraz iş tutar hâle gelince, özellikle sonbahar aylarında vaktimin çoğunu değirmende geçiriyordum.
Bugünkü çocuklara büyüdüklerinde ne olacakları sorulduğunda verecekleri bir cevapları vardır. Kimi öğretmen olacağını, kimi polis olacağını söyleyerek kendine gelecekte bir hedef belirleyebiliyor. Üstelik yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında. Biz o zaman gelecek hayali kuramazdık. Gelecek, yaşadığımız hayattı. Anne babaların ise çocuklarını büyütmekten başka hiçbir hedefi yoktu.
Günümüzde olduğu gibi o yıllarda da köydeki mektebin önü çocukların oyun bahçesi gibiydi. Ben de onlarla birlikte bahçede oynarken çocuklardan biri, “Herkes mektebe yazılıyor, biz de yazılalım.” dedi. Eski dilden alışkanlık olsa gerek, o yıllarda okumuşlar “okul” der, köylüler “mektep” derdi. Ben de öğretmene gidip okula yazılma isteğimi söyledim. O zaman öğrencileri sokakta kaydederlerdi. Öğretmen eline bir defter alır, öğrencilerin kaydını yapardı.
Türkiye’de okullar önce üç yıllıkmış. Sonra beş yıla çıkmış. Daha sonra tekrar üç yıla inmiş. Üç yıllık okulların öğretmenlerine eğitmen denirdi. Onların işi sadece okuma yazma öğretmekti. Ereğez’in ilk öğretmeni Çingen Fatma denilen bir kadındı. Kocası daha sonraki yıllarda Çankırı’da attariye dükkânı açtı. Ondan sonra Bakırlılı Nurettin Korkut diye bir öğretmen geldi köye.
Aslında çocuklar okula gitmeye hevesliydi. Ben de gitmek istedim. Diğer çocuklarla onun yanına vardım ve “Beni de kaydet.” dedim. Evinin arkasında bizi okula kaydetti. Daha önce de belirttiğim gibi babam, “Eğer içeri girseydin gâvur olacaktın. Camide Hasan Hoca ne diyor duymadın mı? ‘Bebelerinizi komünist okullarına yazdırmayın!’ diye bas bas bağırıyor, duymuyor musun oğlum?” dedi.
“Köyün içindeki okul, komünist okulu olur mu baba!” dedim ama babam dinlemedi. “Seni sabah doğru Kalfat köyüne götüreceğim.” dedi. Böylece benim ilkokul serüvenim daha başlamadan biterken, okula kayıt olma girişimim hayatımı da başka bir çehreye büründürdü.
Hüseyin Hoca halim selim bir adamdı. Hasan Hoca gibi okullara dair cemaate telkinde bulunmazdı. Namazını kıldırır, Kur’an öğretirdi.
Aslında babamın Hasan Hoca’nın dediklerini tekrar etmesi sadece bir bahaneydi çünkü, daha önce Recep ve Yakup ağabeylerimi okula göndermişti. Beni hafızlığa yönlendirmesinin nedeni Karakoçaş köyünde değirmen işletirken, Kur’an okuyuşlarını çok beğendiği üç çocuk imiş. Beni hafız olarak yetiştirmeye heveslenmiş. Bu nedenle o gün akşam yatmadan önce, “Hanım yarın eşeği hazırla, Mehmet Ali’yi Kalfat’a götüreceğim.” dedi. Annem, “Kime götüreceksin?” diye sordu. Babam, “Cennet var ya! Cennet’e götüreceğim!” diye cevap verdi.
Günümüzde dayak eğitim sisteminden safha safha uzaklaştırılırken, insan hakları, çocuk hakları, hasta hakları gibi haklar manzumesi çok yaygınlaştı. İnsanlar çok bilinçlendi. O yıllarda dayak eğitimin tamamlayıcı parçasıydı. En çok duyduğumuz sözlerden biri “Dayak cennetten çıkmadır.” idi. Babamın beni Kalfat’a götürmesinin bir nedeni de o çocuk hâlimle Hüseyin Hoca’dan yediğim tokat olmuştu. Hocanın damında ders yaptığımız bir gün, yaramazlık mı yaptım, dersi mi bilemedim, artık ne olduysa yüzüme sert bir tokat vurdu. Tokatı yememle damdan aşağı, hayvan pisliklerinin üzerine düşmem bir oldu. Üstüm başım pislik içinde kalmıştı. Gerçi o pisliğin üstüne düşmem bir açıdan da iyi oldu. Oraya değil de bir başka yere düşseydim bir yerlerim kırılabilirdi. O hâlimi gören annem hocaya çok kızdı: “Kör olasıca, bacak kadar bebeye böyle vurulur mu!” diyerek bir daha beni onun yanına göndermeyeceğini söylemişti. Hatta Hüseyin Hoca’nın o tokadından sonra kulağımda ağrı olmuştu. Görünür bir arıza olmadığı için ne olduğunu pek anlayamamıştım.
Daima ara, bugün altın ararken bakır bulursun, yarın bakır ararken altın bulursun.
Cenap Şahabettin
Hasan Hoca Eski Düzenin Sembolüydü
Türkiye, 1923’te eski düzeni değiştirdiğini bütün dünyaya ilan etmişti. Yapılan bu ilanla eski anlayışın da değişeceği duyurulmuştu.
Yeni düzen, yeni kurallar demekti. Bu kurallar da safha safha insanlara duyuruluyordu. Gerçi Ankara’da alınan kararların şehirlerdeki yankısı ile taşradaki yankısı bir olmuyordu. Ankara devrim yaptığını söylüyordu ama köyler daha devrimin ne olduğunu bilmiyordu. Taşrada kurallar teamüle dönüştüğü için yeniliklerin kabulü ve kavranması öyle kolay olmuyordu.
Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Kentlerin büyük bir bölümü de köylerden farklı değildi. Tarım ve hayvancılık esas geçim kaynağı idi. İçe dönük üretim yapıldığından pazar ekonomisi nedir bilinmiyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk ziraat sayımı 1927’de yapılmıştır. 1927 yılında Türkiye’de 13,5 milyon insan yaşıyordu. Bu insanların 9 milyonu aşkın kesimi geçimini çiftçilikle temin ediyordu. Aynı yıllarda yapılan ilk sanayi sayımına göre Türkiye’de 62 bin iş yeri vardı ve bu işyerlerinde çalışan işçi sayısı 257 bin idi. O tarihte memlekette fabrika denilebilecek işletmelerin sayısı, bir elin parmakları kadar azdı. Mesela, İstanbul, Bursa, İzmir, Adana ve Mersin’den başka hiçbir yerde fabrika denilebilecek tesis yoktu.
Dolayısıyla yapılan devrimlerin iktisadi anlamda sınıfsal bir etkisi söz konusu değildi. Dahası bizdeki devrim daha çok eğitim ve kültür alanında olduğu için devrimden etkilenen insanlar ziyadesiyle medrese mensuplarıydı çünkü eğitimin birleştirilmesiyle işsiz kalan kişiler onlar olmuşlardı. Kılık kıyafet devrimi de bunun tuzu biberi olmuştu.
Medrese mensuplarının toplumsal bir statüleri ve buna bağlı olarak saygınlıkları vardı. Toplumsal statülerinin sembolü de başlarına sardıkları sarıkları, sırtlarına geçirdikleri abalarıydı. Üstelik geçimlerini yaptıkları işten temin ediyorlardı. Dolayısıyla devrim, doğrudan onların geçimliklerini hedef almış görünüyordu. Devletin tercihleri ile toplumun ihtiyaçları paralel değildi. Her ne kadar bu kişiler işlevsiz bırakılsalar da toplum kanaat önderi olarak onları görüyordu. Zamanla onların yerine öğretmenler ikame edilmeye çalışılsa da etkileri uzun yıllar sürdü. Pek çok insanın zihin mozaiğinin boncuklarını onlar döşedi.
Hasan Hoca’dan evvel, yukarı mahallede Ömer Hoca vardı. Mısır’da tahsil görüp gelmiş büyük bir âlimdi. Bir de Zalif Hoca ile Şaban Hoca vardı. Bunlardan önce, köyde Emine Hoca diye bir de kadın hoca varmış, büyük bir âlimmiş. Bu insanların hepsi birer emsaldi. Bunlar köyün en yaşlıları idi. Köy odasında toplanırlardı. Bayram günlerinde köydeki diğer odalara gidenler önce onların bulundukları odada toplanırlardı. Mahalledeki her evden sinilerle odaya yemekler gelirdi. Odanın önü yemekle kakılıydı. Orada yenilir içilir ondan sonra sırayla, oda oda gezilirdi.
1940’lı yıllarda ciddi bir devlet otoritesi vardı. Benim hayatımda belirleyici bir etkisi olan Hasan Hoca, devlet otoritesinin hissedilmediği köyümüzde sarık ile gezerdi. Köyümüzün bağlı olduğu Şabanözü’nde alışveriş pazarı haftanın ilk günleri kurulurdu. Hasan Hoca, pazara gittiğinde köydeki sarığını pek takamazdı. O yüzden kayınpederimin pırtı sattığı yaygıdan bir şapka alır ve öyle gezerdi. Açıktan, aleni bir şekilde devletin aleyhine konuşamazdı ama köydeki sohbetlerde ve camide verdiği vaazlarda değişen yaşam anlayışına derin eleştiriler yöneltirdi.
O yıllar, aynı zamanda kıtlık zamanıydı. İnsanlar burnundan soluyordu. Bu yüzden öfkelerini yöneltecek bir sorumlu arıyorlardı. Esasında kıtlığın nedeni sadece üretim noksanlığı ya da tarlanın verimsizliği değildi. Aynı zamanda nakliye yasağıydı. Diyelim Kırşehir’de ekin var ve senin de o ekinin varlığından haberin var. O ekini Kırşehir’in dışına götürmek istediğinde götüremiyordun. Devlet öyle bir yasak getirmişti. Bir de adı değiştirilerek yeniden getirilen aşar vergisi söz konusuydu. Sen istediğin zaman harmanını savuramıyordun. Önce, “Milleti kendi malının hırsızı yaptılar!” diye tarif edilen aşarcılar gelirdi ve savrulacak ekini tespit edip üzerine işaret koyarlardı. Ardından savrulan ekini görürler ve içinden alacaklarını alırlardı. Aşarcılara vergi vermek istemeyenler ekinini geceleri kaçak maçak savurmaya çalışırlardı.
Kıtlığın olduğu senelerde altının gramı bir iki lira iken, ekinin hakı (yaklaşık 9 kg.) on liraya kadar çıkmıştı. Ekin o kadar pahalı olmasına rağmen insanlar “sen alacaksın, ben alacağım” diye dövüşürlerdi. Paran olsa bile ekin azdı. Bu nedenle de pahalıydı. Gayet iyi hatırlıyorum, mandalar dışkıladığı zaman insanlar o dışkıyı toplayıp yıkar ve içinden tanelerini ayırarak yiyecek yaparlardı. Kurtuluş Savaşı’nın çetin şartlarına vurgu yapmak amacıyla anlatılan o kıtlık hadiseleri esasında İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmıştı.
Türkiye öyle sıkıntılı bir dönemi bugüne kadar hiç yaşamadı. Bu yüzdendir ki yokluğun kıtlıkla birleşip milletin yakasına yapıştığı o dönemde insanlar, Hasan Hoca gibi kanaat önderlerinin eleştirilerine daha kolay inanıyordu. Aslında Hasan Hoca’nın yaptığı kendince bir direnişti. Eski statüsünü ve saygınlığını devam ettirme direnişiydi. Örneğin eğitimin birleştirilmesi kanunu çıkartıldığında Hasan Hoca gibi insanlar sistemin içine çekilip statü ve geçim kaygısına düşürülmeselerdi, belki toplumda yarattıkları yıkıcı etki daha sınırlı kalacaktı. Belki yeniliklerin benimsenmesi daha hızlı olacaktı.
İnsanın varoluşuna anlam katan her türlü meslek kutsaldır ve mesleğin tek bir ölçüsü, insana mutluluk vermesidir.
Ahmet Davutoğlu
Kur’an-ı Kerim’i Ezberlemeye Dokuz Yaşında Başladım
Kalfat köyüne okumaya gidişim, ilk gurbet yolculuğumdu. Kalfat, çevrede bilinen bir köydü. Hafızlık yapmak isteyenler genellikle o köye giderlerdi. Çevrede Kalfat’tan başka bir de Üyük köyü biliniyordu.
Kalfat köyünün bizim köy ile arası 25-30 kilometre vardı. Eşeklerle sabah çıktığımızda, ikindi vakti ancak varıyorduk. Şimdiki Gürpınar Göleti’nden yukarı doğru yürür, Devrez’e doğru giderdik. Devrez’e vardıktan sonra aşağı doğru iner, Kalfat’a varırdık.
Babamın beni Kalfat’a götürmesinin nedeni ise Cennet halamın orada, Karaca ailesinin gelini olmasıydı. Cennet halam, o köyün ileri gelenlerinden Çakıroğulları ailesinde hizmetkârlık yapan Akbaba lakaplı bir adama kaçmıştı. Aile kalabalık olmasına karşın hepsi bir evde kalıyordu. O yüzden babam beni o ailenin yanına verdi. Aslında Cennet, babamın kız kardeşinin kızıydı. Benden büyük olduğu için ona da hala diyordum. Bu aile çok fakirdi. Ekmekleri, aşları, kışın yakacak odunları, tezekleri yoktu.
Kalfat’a gittiğim ilk gece babam da benimle kaldı. Ertesi gün, “Ben annenle bir daha gelirim.” diyerek bırakıp gitti. Arkasından bakakaldım. Köyde, Cennet halamdan başka sığınacağım kimsem yoktu. Giderken yatağımı yorganımı da götürmüştük. Bir de keçem vardı. Üstümdekilerden başka giyecek elbisem yoktu. Ayağımda da babamın eşeğin gönünden diktiği çarık vardı.
Ben o evde kaldığım için babam her ziyarete gelişinde bir eşek yükü erzak getirir eve yıkardı. Bu yüzden Cennet halam, benim evden ayrılmamı istemezdi. Karınlarını, çok kez babamın getirdikleriyle doyururlardı. İdare lambası bile olmadığından, akşamları karanlıkta kalırdık. O yüzden hava kararınca hemen yatardık. Sabah hava aydınlanmadan kalkar, çıra ışığında ders yapardım.
İdare lambası olmadığı için çıra en önemli aydınlatma gereciydi. Akşamları ders çalışmak için yaktığım çırayı bile babam getirirdi. Şimdi, geceler bile gündüz gibi. Hatta bir çok yerde hayat gece başlıyor. O tarihlerde akşam olduğunda evden çıkmak kâbustu. Tuvalet ihtiyacı falan gün kararmadan görülür, gece karanlığa kalınmak istenmezdi. Buna rağmen evden biri gece tuvalete çıkacağı zaman yanında bir başkası daha gider ve çıranın ışığıyla, evin arkasındaki tuvalette ihtiyaç görülürdü. Olur da gece vakti bir yere gidilmesi gerekirse duvarlara dokuna dokuna yürünürdü. Gece yolculuğu yağmurlu günlere rastlarsa belimize kadar çamura bulanırdık.
Akıllı konuşur çünkü onun istediği şeyler var, aptal da konuşur, zira kendisinin bir şeyler söylemek mecburiyetinde olduğunu sanır.
Platon
Kalfat’a Küçük Mısır Denilirdi
Kalfat köyü yaklaşık 500 haneli bir köydü. Orta kazasına yakın olan bu köyde 14-15 oda vardı. Köyün ortasından bir çay geçerdi. Hafız yetiştiriciliği ile ünlü olduğu için o zamanlar “Küçük Mısır” da deniyordu. Kalfatlı biri camiye gittiğinde eğer imam yoksa, “Nerelisin?” diye soranlara “Kalfatlıyım.” derse, “Geç imamlığı yap.” derlerdi. Bu köy çevrede o kadar ünlüydü. Her yıl onlarca talebe Şabanözü’nden, Kurşunlu’dan, Çerkeş’ten, Orta’dan hafızlık öğrenimi için Kalfat’a gelirdi. Gerçi o tarihlerde Kalfat, bugün bağlı olduğu Orta’dan büyüktü. 1960’lardan sonra Kur’an kursları açılınca talebelerin ayağı hocalardan çekildi. Köy kurslarının yerini imam hatip okulları, hocaların yerini imam hatip okullarının mezunları aldı. Şimdilerde ise Kur’an kurslarına gidecek talebe bulunamıyor.
Benim okuduğum Kalfat‘ın eski adı Halfet idi. Orta ilçesinin eski adı da Kari Pazarı idi. Osmanlı döneminde Kalfat dâhil bütün yerleşim yerlerinin çok detaylı kayıtları tutulmuştur. Öyle ki köylerdeki sülale ve kişi isimlerinden tutun da hane, hayvan, asker sayılarına kadar her konu belirtilmiştir. İleri gelen kişiler ve vakıflar kayda alınmıştır. 1530’lu yıllarda; bağ bahçe, çayır, mescit, cami, medrese, hamam, kervansaray, çiftlik, değirmen, muallimhane (öğretmen evi-lojman) ve dükkânlara dair hemen hemen bütün bilgiler mevcuttur.
Aynı kayıtlarda Kalfat dâhil bütün yerleşim yerlerinin, adlarını Türk boylarından veya oraya yerleşen bey isimlerinden aldıkları görülür. Bunlar: Salur, Dodurga, Yuva, Kızılsakal, Erkeç, Kayı, Hacılar, Ören, Eymür, Türkmen gibi isimlerdir. Yine aynı kaynaklarda bugünkü Kalfat arazisinin o yıllarda ormanlık alanlardan oluştuğu belirtilmektedir. Dumanlı Dağları’nın bazı yüksek kısımlarında seyrek bitki örtüsü olduğu ve dolayısıyla bugünkü yayla yerlerinin aşağı yukarı o dönemde de kullanıldığı arşiv kayıtlarında yazılıdır. Yörede yaylalık alanlar hemen hemen sadece Kalfat arazisinde bulunmaktadır.
Üç şey sürekli kalmaz; ticaretsiz mal, tekrarsız bilgi, cesaretsiz iktidar.
Sadi
Hafız Olmak İçin Sabırla Ezber Yapmak Gerekiyor
Eskiden kışlar daha soğuk geçiyordu. Kasım ayı gelince evlerde sobasız oturulamıyordu. Biraz da bizim oraların rakımının yüksek olmasının bunda etkisi vardı. Ben de o aylarda gittiğim için soğuktan dolayı dışarıda ders yapamıyordum. Sabah erken kalkıp, evde çıra ışığıyla ders yapıyordum. Gündüzleri, benden bir yıl önce hafızlık eğitimi için Kalfat’a gitmiş olan Hatipgilin Mehmet’in kaldığı eve gidiyordum. O daha sıcak bir evde kalıyordu. Hatipgilin Mehmet benden bir yıl önce gitmesine rağmen hafızlığa birlikte çalışıyorduk. Benden sonra da Akmangillerin Sarı Hafız gelmişti. Hocalarımız ayrıydı. O Hafız Sadık’ta ben de Hafız Tığlı’da okuyordum.
Köyde Hafız Kasım, Hafız Sadık, Hafız İdris’ten başka, ismini hatırlamadığım başka hafızlar da vardı. Bunlar köyde bulunan dört beş ayrı odada ders verirdi. Bu insanların ne cemaatle ne de tarikatla işleri vardı. Tek işleri Kur’an öğretmekti. Onların yanında yetiştiğimiz için bizim de öyle cemaatlerle, tarikatlarla bir ilgimiz olmadı. Ne kurslarına gittik ne de dergâhlarına girdik. Bugün çok popüler olan bu cemaat ve tarikatlar, o zaman öyle yaygın da değildi. Olsalar bile bizim o taraflarda pek yaygın değillerdi.
O yıllarda, Kalfat’ta hemen her hafız hiç yoksa kırk elli talebe okuturdu. O zaman elif cüzü okunmasına kızarlardı. Köye gelen her devlet memuru aynı zamanda denetim görevlisi gibi çalışırdı. En çok jandarma gelirdi. Bir de tahsildarlar vardı ki onlar da denetim yapar gibi gelip bakarlardı. Jandarma, hocayı sıkıştırırdı.
Gelenlerin Arapça öğretmediğini düşünmeleri için hoca tahtaya yeni harfleri de yazar, “Ben Arapça değil, namaz surelerini öğretiyorum.” der, memurları gönderirdi. Zaten ders yaparken kapıda bir talebe nöbet beklerdi. Biri gelecek olduğunda cüzleri altımıza koyardık.
Denetime gelenler, namaz suresi öğrenmemize bir şey demezlerdi. Arapça, Farsça öğrenen olursa onlara kızarlardı. Arap harflerinin, latin harflerinin yerine yazışma dili olarak kullanılmasını kabul etmezlerdi. Odaya bir de tahta koyardı hoca, “Ben bunlara yeni yazıyı da belletiyorum.” derdi. Görevliler, “Tamam hocam, Arapça bellemesinler, namaz surelerini belleyebilirler.” diyerek giderlerdi.
Esasında jandarma öğrencileri kontrol etmez, hocayla muhatap olurdu. Hocanın beyanına itimat ederlerdi. Hoca kendisi de bilmezdi ama korkusundan tahtaya “A, B, C” yazardı. Böylelikle denetleyenler atlatılırdı.
Eski Usulle Öğrenmek Zordu
Yasaktan dolayı mı yoksa hocaların metodu öyle olduğu için mi bilemiyorum biz Kur’an’ı yazarak öğrenmiyorduk. Okuyarak öğreniyorduk. Hoca sesleri gösteriyordu, bizler de tekrarlayarak öğreniyorduk. Kimi Arapça harfleri heceleyerek öğreniyordu, heceyi geçenler hocanın okuduklarını tekrarlayarak öğreniyordu. Aynı usul Kur’an öğretiminde yıllarca devam ettirildi. Bugünkü Kur’an kurslarında bu uygulama devam ediyor mu bilmiyorum. Yazarak eğitim almış olsaydık, sanırım hem daha hızlı öğrenmiş olurduk hem de yazıyı öğrenirdik.
Kendi köyümüzde Hüseyin Hoca’ya gitmiştim ama Kalfat köyüne gittiğimde Kur’an öğrenmeye elif cüzüyle yeniden başlamıştım. Bir yılda Kur’an’a geçtim. O zaman öyle dersler kolay geçilmiyordu. Bilmiyorum kafamız mı çalışmıyordu, hocalar mı okutamıyordu(!) Ben altı ayda, bir senede zor söktüm Kur’an’ı.
O zamanlar harfleri heceleyerek ve birbirine vurarak öğreniyorduk. Bu heceleme işini Amme Cüzü’nü bitirene kadar yapıyorduk. Amme Cüzü’nü heceleye heceleye okuduktan sonra Vel Mürselat Gurka’ya geçtiğimizde Kur’an’ı okumaya başlıyorduk. Tabii ilk başlarda yavaş yavaş okuyorduk.
Günümüzde uygulanan eğitim yöntemlerine baktığımda, bizim zor bir yöntemle öğrenim yaptığımızı anlıyorum. Belki de kimsenin acelesi olmadığından, biz çok yavaş öğreniyorduk. Hoca sana bir ders veriyor, eve gidiyorsun, ders çalışacaksın ama bilemediğin yeri soracağın kimse yok. Kimse bilmiyor. Üstelik kimse de öğrenmeye çalışmıyordu. Talebeler hocadan ne öğrendiyse onu birbirine öğretiyordu. Öğrenmemiz biraz da bu nedenle zor oluyordu.
Kur’an öğrendiğimiz odalar, köyün ileri gelenlerine aitti. Ders çalışmak için genellikle sabah namazından önce kalkardık ama namaza gitmezdik, oturur ezber yapardık. Nedense o zaman hiç namaza gitmezdik. Odada ders yaparken öğle namazına giderdik ama hoca bizi mecbur kılmazdı namaz kılmaya. Şimdi bazı kurslarda çocuklara yapıldığı gibi o zaman namaz kılmamız için bizlere baskı falan yapılmazdı.
Dersini yapan, hocanın yanına gelir, dizinin dibine oturur, öğrendiklerini anlatırdı. Dersini iyi öğrenen talebe, hocanın yardımcısı gibi olur, az bilenlerin dersiyle onlar ilgilenirdi. Çocuklar birbirlerini okuturdu. Hoca da iyi hafızları dinlerdi. Öğrenciler, modern okullardaki gibi derse hep birden gelmez, hep birden dağılmazdı. Dersini öğrenen giderdi.
Unutulmak istemiyorsan, ya okunacak şeyler yaz ya da yazılmaya değer şeyler yap.
Benjamin Franklin
Hafızlığa Gitmemin Esas Nedeni Geçim Derdiydi
Şimdi olduğu gibi o dönemde de ilkokula gitme zorunluluğu vardı. Çocuğunu okula göndermeyen velilere para veya hapis cezası veriliyordu. Parası olan cezayı yatırıyordu. Olmayan bir ay hapis yatıyordu.
Ben Kalfat’a gittikten sonra babamı okula çağırıp beni okula göndermesini istemişler. Babam da benim Kalfat’a okumaya gittiğimi söylemiş. Bunun üzerine babama bir ay hapis cezası vermişler. Babam kıyafetlerini giymiş, Şabanözü’ne gitmiş ve bir ay hapis cezasını çektikten sonra köye dönmüş. Bu durum, Kalfat’ta kaldığım beş yılın iki yılında aynı şekilde devam etmiş.
Çocukluk idrakim bunu anlayacak düzeyde değildi ama babamın beni hafızlığa göndermesinin nedeni, Hasan Hoca’nın, “Bebelerinizi komünist okullarına yazdırmayın!” sözü gibi görünse de esası geçim kaygısına dayanıyordu. O zamanlar köylerde hafızlık çok yaygındı. İnsanlar hocalığa meraklıydı. Halk hocalara itibar ediyordu. Hocaların geçim telaşı daha azdı. Gittikleri yerde aç kalmıyorlar ve geçimlerini temin edebiliyorlardı. Toplumda sosyal statü elde ediyorlar ve gelecek endişesi taşımıyorlardı. İşin özü de aslında buydu.
Eğer okumaya gitmeseydim, babam ayrı bir eve çıkmama izin verene kadar onun gölgesinden ayrılamayacaktım. Nitekim köydeki bir çok insan böyleydi. Koca koca adamlar, babalarıyla beraber yaşamak zorundaydılar. Babaları para vermese ceplerinde on kuruş olmazdı. Tıraş olmaya jilet bulamazlardı. Babaları kapı dışarı etse gidecekleri yerleri yoktu. Bütün malları babalarının verdiği kadardı. Baba, ayrı eve çıkmasına izin verdiği oğluna mal da verirdi. Oğul babasına asilik ederse babası ona zırnık koklatmazdı. Köy yerinde rızasız olarak baba ocağından ayrılmak her kişinin harcı değildi. Bu kural bugünün iş kanununa çok benziyordu. Baba, isterse mal veriyordu.
Kalfat’ta hafızlığa çalışırken zaman zaman annemle babam da ziyaretime geliyorlardı. Cennet halamın yanında kaldığım için bir gece yanımda duruyor, ertesi gün dönüyorlardı. Gelirken elleri hep dolu olurdu. Her seferinde iki üç eşek yük getirirlerdi. Getirdikleri un, bulgur, yarma, dene gibi yiyecekleri kaldığım eve veriyorlardı.
Hoca öğrencileri gönüllü okuttuğu için genellikle ona para falan verilmezdi. Sadece, isteyen bal, yağ gibi yiyecek götürürdü. Bizim balımız çoktu, babam tencerelerle bal getirirdi. İneklerimiz olduğu için yağ da getirirdi. Benim kaldığım eve de getirir, çekmeceme koyardı. Ben derse gittiğim zaman çekmece evdekiler tarafından kırılır, içindeki yiyecekler alınırdı.
Aslında Karaların evi kalabalık sayılmazdı. Evde bir dede, bir ebeden başka, halamın yetim kızlığı vardı. Bir de ben gitmeden önce halamın Güldane adlı bir kızı doğmuştu. Onun ardından, benim orada olduğum sene bir de Menekşe adını verdiği kızı dünyaya gelmişti. İki göz evde altı kişi kalıyorlardı. Yiyecek ekmeği zor bulan bu insanların kendilerine ait yatakları da yoktu. Halamın küçük çocukları Güldane ve Menekşe, benim yatağımda ayak uçlu, baş uçlu yatıyorlardı. Öbür odada ebeler, dedeler ve bekârlar yatıyordu. Ev, bugünkü gibi camlı, pencereli değildi, ambar gibiydi. Ne yanlarında ne üstünde pencere vardı. O yüzden kışın ev sıcaktı. Sabah olduğunu uykumuzun kanmasından anlardık. Yaz aylarında, günümüz dışarda geçse de kış mevsiminde gündüzleri evde zor durulurdu. O yüzden ezber yapmak istediğimiz zaman odalara giderdik çünkü odalar sıcak olurdu.
İkinci Dünya Savaşı ve Kıtlık Yılları
Hafızlık eğitimi için Kalfat köyüne gittiğim 1942 yılının başları, dünya ve Türkiye için olağanüstü bir dönemdi. Türkiye, yirmi yıllık bir barış döneminden sonra yeniden savaş şartlarını yaşıyordu. O yıllara damgasını vuran olay, etkisi güçlü biçimde hissedilen büyük savaştı. Bir yandan uluslararası alanda yaşanan bunalımın etkileri, bir yandan da her an çatışmaya girme ihtimali bulunan bir orduyu ayakta tutma kaygısı ülkeyi baskı altına almıştı. 40’lı yılların başında savaşın yan etkisi kıtlık, fiyat artışları ve vurgunculuk şeklinde toplumun karşısına çıkmıştı.
Şevket Süreyya Aydemir o dönemi şöyle anlatıyor:
“Savaş döneminde ordunun giderek büyüyen buğday ihtiyacına karşılık, çok sayıda çiftçi askere alındı. Ayrıca üretimde kullanılan hayvanların bir bölümüne devlet el koydu. Böylece zirai üretimde ciddi düşüş meydana geldi. Üretimdeki azalmaya paralel olarak devletin vergi gelirlerinde de ciddi düşüş yaşandı. Zirai üretimdeki düşüşün günlük yaşamdaki yansıması kıtlık oldu. Bu nedenle bir çok yerde, okul bahçelerinde bile buğday, patates gibi bitkiler yetiştirmek zorunda kalındı. Kırsal alanda yaşayanlar yiyecek temin etmekte zorlanırken, kentlerde yaşayanlar da kâğıt ve benzin gibi dışa bağımlı alanlarda önemli sıkıntılarla karşılaştı.
Benzin yokluğu nedeniyle bir süre taksiler için tek-çift plaka uygulamasına geçildi. Buna benzer biçimde, kâğıt yokluğu gerekçe gösterilerek gazetelerin dört sayfadan fazla çıkması yasaklandı.
Devlet-halk ilişkisinde günümüze kadar süren aşınmanın derinleştiği yıllar da bu döneme denk gelir. Günümüzde şehir efsanesi gibi anlatılan ve ‘Milleti kendi malının hırsızı yaptılar.’ diye dilden dile aktarılıp gelen uygulamaların başlatıldığı 1940’lı yılların başında Millî Korunma Kanunu çıkarılmıştı. Devletin geleceğini kurtarmak adına çıkarılan bu kanuna dayalı uygulamalar, insanların sosyo-kültürel davranışlarının yönlendiricisi olmuştur.
18 Ocak 1940’ta kabul edilen bu yasa, savaş yıllarının en etkili ve önemli düzenlemesiydi. 1941 yılı boyunca yaşanan ekonomik gelişmeleri, bu belgenin çizdiği çerçeve belirledi.
Millî Korunma Kanunu ile savaşa girme ihtimalinin olduğu durumlarda hükûmete bütün ekonomiyi denetim altına alma yetkisi verilmişti. Kamu yönetimi bu yasayla üretimi, tüketimi denetlemek, fiyatlar üzerinde sınırlamalarda bulunmak, çalışma süresini belirlemek ya da çalışma yükümlülüğü koymak, kira denetimi getirmek gibi yetkilere sahip olmuştu. 1941 yılı boyunca etkisi hissedilen Millî Korunma Kanunu uygulamaları büyük sermayeyi koruyan, küçük üreticiyi ise olumsuz etkileyen sonuçlar doğurmuştur. Halk, üzerinde ağır baskı yaratan ekonomik politikaların, daha çok şartların zorlaması sonucunda ortaya çıktığını hiçbir zaman anlayamadı.
Giderek ağırlığını artıran ‘iaşe’ sorununu çözmek için hükûmet 1941 yılında yeni bir girişimde bulundu. Çiftçilere, geçimlik ve tohumluk olarak ayırdıklarının dışında kalan hububatı Toprak Mahsulleri Ofisine satma zorunluluğu getirildi. Toprak Mahsulleri Ofisi eliyle gerçekleştirilecek alımlarla un stokunun meydana getirilmesi amaçlanmaktaydı. Millî Korunma Kanunu çerçevesinde uygulanan bu zorunlu satış çok düşük fiyatlarla gerçekleştirildi.
Basında, Toprak Mahsulleri Ofisinin kilo başına 8-8,5 kuruş vereceği haberlerinin çıkmasına rağmen alımlar için öngörülen bedel 5 kuruşa kadar düştü. Piyasa fiyatının oldukça altında gerçekleşen bu alımlar kısa sürede karaborsacılığa yol açtı. Küçük üreticiler genelde bu uygulamanın mağdurları olurken, daha büyükler, zorunlu satın alma uygulamasından kaçırdıkları mahsulle birikimlerini artırdılar. Sonuç olarak bu uygulama da iaşe sorununa çözüm olmadı. Buğday, arpa gibi tahıl ürünlerinin fiyatları yükseldi ve sonunda, 1942 yılında ekmek için karne uygulamasına geçildi. Savaş boyu süren bu uygulamalar, nüfusun yüzde seksenini oluşturan köylü üzerinde ağır baskı yarattı ve günümüzde dahi etkisi belirgin şekilde hissedilen politik kırılmaların temeli atılmış oldu.
Savaş şartlarının tahribatından kurtulmak için alınan önlemlerin Türkiye’nin sonraki dönemlerine yapacağı etki o yıllarda akla gelmemişti. Savaşın yarattığı olağanüstü şartlar, olağan dışı uygulamaları da gündeme getirdiğinden, insanların bilinçaltı da bu şartlara göre şekillenmişti. O yıllarda en çok sıkıntısı çekilen hususlardan biri de yetişmiş insan gücü idi. Bu durumun kamu hizmetlerini aksatmaması mümkün değildi.
İkinci Dünya Savaşı’nın olumsuz şartlarının en önemli etkilerinden biri 1940 yılında başlayan sıkıyönetim uygulamalarıdır. İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli illerinde 23 Ekim 1940 tarihinde bir ay süreyle ilan edilen, iki kez üç ay, bir kez de altı ay uzatılan sıkıyönetim, 18 Aralık 1941’de altı ay daha uzatıldı. Savaşın günlük yaşamdaki etkisi özellikle sıkıyönetim ilan edilen yerlerde pasif müdafaa dedikleri tatbikatlarla daha belirgin şekilde görüldü.
Örneğin Alman ordusunun Balkanları işgalinden sonra bir önlem olarak İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale’de oturan vatandaşların Anadolu’ya geçmeleri, böylece muhtemel bir savaştan sivillerin en az zararla kurtulmaları sağlanmak istenmiştir. Sıkıyönetim altındaki bu illerde yaşayanların, Sıkıyönetim Komutanlığı ve İstanbul Valiliğinin tebliği ile Anadolu’nun diğer yerlerine taşınması gündeme gelmiştir.
Büyük savaşın yoğun biçimde sürdüğü 1941 yılının Mayıs ayında, yalnızca ülkedeki gayrimüslimleri kapsayan gizli karar doğrultusunda 18-45 yaş arasındaki gayrimüslimler askere alındı. Çok güç şartlar altında geçen askerlik dönemi 27 Temmuz 1942’de sona ererken, bu kararın ardından Varlık Vergisi gündeme geldi.
İkinci Dünya Savaşı’nda kırsal kesimin üzerinde, arazi vergisi, hayvan vergisi ve yol vergisi olmak üzere üç tür vergi yükü bulunmaktaydı. Savaşla birlikte oranları da yükseltilen bu vergiler özellikle küçük çiftçiler üzerinde ağır yük oluşturuyordu. Örneğin 1941 yılında, bir çift öküz için devlete verilmesi gereken vergi yirmi kilo buğday fiyatına denk geliyordu. 1941 yılında savaş döneminin bu genel eğilimi sürdürülmüş, olağanüstü koşullar altında bozulan dengeleri düzeltmek için var olan vergilerde artırıma gidilmiş ya da yeni vergiler getirilmiştir.
Yıl içinde bu konudaki en önemli düzenleme 31 Mayıs 1941’de yayımlanan ve vergilerde artışı öngören kanundu. Buna göre beyannameye bağlı kazanç vergileri iki katına çıkarılmış, bir yıl önce serbest meslek erbabının kazanç vergisine yapılan zam bir misli artırılmış, dükkân ve mağaza gelirlerine daha önce yapılan yüzde yirmi beşlik zam, bu kez yüzde elli olarak belirlenmiş, koyun, keçi, sığır gibi hayvanlar için vergi getirilmiş, veraset vergisi artırılmış, tiyatro ve sinema resimleri yükseltilmiş, gümrük evrakından daha fazla resim alınmaya başlanmış, posta hizmetlerine zam yapılmış, lastik, çimento üzerine tüketim vergisi koyulmuş, kibritten alınan resim ile sigara ve içki fiyatları yukarı çekilmiş, yabancı ülkelerden Türkiye’ye gelen ithalat eşyası muamele vergisine tabi tutulmuştur. 1941 yılında getirilen vergiler, daha çok dolaylı vergi biçiminde düzenlendiği için halkın gündelik yaşamı üzerinde ağır bir yük oluşturmuştur.
O yıllar, siyasal ve toplumsal anlamda bir durgunluk dönemi gibidir. Toplumsal dinamikleri harekete geçirecek bütün enstrümanlar kısıt altında olduğundan, özellikle kent merkezlerindeki toplumsal yaşamda gözlenen kıpırdanmaların hemen tümü devletin ya da partinin öncülüğünde gerçekleşmiştir. Söz gelimi, nisan ayında Bayan İnönü’nün daveti üzerine İstanbul’daki CHF merkezinde yapılan toplantıyla Hayırsevenler Cemiyeti kurulmuş, İstanbul Valisi ve Belediye Reisi Lütfi Kırdar, Hayvanları Koruma Cemiyetini ziyaret ederek hayvanlar için yapılan hastaneyi gezmiş ve takip edilen usulleri tetkik etmiştir. 27 Ocak’ta Sağır ve Dilsizler Cemiyeti Kongresi, 24 Şubat’ta da Çiçekçiler ve Manifaturacılar Cemiyeti Kongresi düzenlenmiştir. Toplumsal cansızlığın Halkevleri aracılığı ile aşılması yönünde çabalar olsa da yaygın kitlelerin bu çabalardan haberi bile olmamıştır.
40’lı yıllardan bugünleri aydınlatan en önemli çabalar ise köy enstitülerinin yaygınlaşması ve dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi oldu. Anadolu’daki öğretmen ihtiyacını karşılamak, kırsal gelişim ve değişime öncülük etmek üzere 1940 yılında kurulan köy enstitülerinin sayısı 1941 yılında hızla çoğalıp yirmiye ulaştı.”
O dönemin yarattığı olumsuzlukların nedenini halk elbette anlayamıyordu. Otoriter anlayış bütün dünyada geçerli olduğundan, halkın hissiyatıyla da pek ilgilenilmiyordu ama günlük ihtiyaçların da bir şekilde karşılanması gerekiyordu.”
Şevket Süreyya Aydemir, aynı eserinde, 1940’lı yıllara ilişkin daha farklı bilgiler de veriyor:
“Dr. Refik Saydam’ın, 13 Temmuz 1942 yılında İstanbul’da ölümünden sonra yeni kabinede yer alan Ticaret Vekili Dr. Behçet Uz’un çok saf inanç ve telkinleriyle bu kabine, ziraat ve ticarette hemen hemen bütün kontrol ve tevzi kayıtlarını kaldırmıştı. Ziraat ve ticaret madrabazlarına, vatanın namuslu insanları gibi hitap ederek onları hükûmetin yardımına çağırmıştı. Halbuki alınan netice şuydu ki bütün piyasa ve mal hareketleri; ellerinden gelse teneffüs edilen havayı da millete ihtikâr maddesi yapacak kadar soysuzlaşmış bu insanların elinde allak bullak olmuştu. Fiyatlar birden şahlandı. Hâlbuki yeni ticaret vekili bu görevi alışından birkaç gün sonra, fiyatların mesut bir hadise ve güya hamiyetli çiftlik ağalarımızla namuslu tüccar vatandaşlar sayesinde yükselmeye değil, inmeye başladığını müjdeliyordu ama o bu nutkunu verirken resmî fiyatı 13,5 kuruş olan buğdayın serbest fiyatı, 30, 40, 50, 70 hatta 100 kuruşa doğru sıçrıyordu. Bu insafsızlık karşısında ne yapacağını şaşıran Başvekil Saraçoğlu 11 Kasım 1942 günkü nutkunda, milletvekillerine karşı ellerini çaresizlikle açarak, küçük, orta ve büyük şehirlerde devlet memurları ile düşük ve sabit gelirli 1 milyon 100 bin insanın devletin iaşe yardımına muhtaç olduğunu ilan ediyor, çaresizlikten yakınıyordu.” (Şevket Süreyya Aydemir, “İkinci Adam”, 2. cilt, s. 344)
Sabahleyin erken kalkarak, gecenin gündüz olmak için geçirdiği değişime şahit olmayanlar, yeryüzünde hiçbir şey görmemişlerdir.
Alain
Çıranın İsinden Gözlerim Görmez Oldu
Henüz dokuz yaşındayken köyümden çıkmıştım ve aynı kaderi paylaştığım pek çok çocuk vardı. Benim gördüklerim, görmediklerimin yanında denizde damla sayılırdı. Dönemin şartları dikkate alındığında durumum hiç de yadırgatıcı değildi. Sonuçta geçtiğim süreç bir istikbal arayışıydı ama barındığım ve ders çalıştığım ortam hiç iç açıcı değildi. Üstelik benim oraya gittiğim yıllar, Türkiye’nin en kasvetli yıllarıydı.
Karaların evindeyken, içeride çocuklarla yatmaktan huzursuz olunca kendim için kapının ağzına bir seki yaptırmıştım. Havalar ısındığında çoklukla orada yatmaya başlamıştım. Çoğu kez karlı günlerde de orada yatıyordum. Bazı günler, damdan düşen karlardan yatağın üzeri ak pak oluyordu. Soğuğa alıştığımızdan mıdır, çaresizlikten midir nedir, üşümezdim. Kibritle çıramı yakar, sabah gün ışımadan ezber yapardım. O yüzden gözlerim, yüzüm hep is olurdu. Arada yüzümü gözümü silip, yıkayıp yine ezber yapmaya devam ederdim. Bu nedenle çalışırken gözlerim yanıyordu. Bir zaman geldi, gözlerim iyi görmediği için ders yapamaz oldum. Babama, “Gözlerim görmüyor, ne yapacaksa yapsın, beni buradan götürsün.” diye haber gönderdim çünkü ders yapamıyordum. Dersimi öğrenemeyince de hoca beni dövüyordu. Hocaya, “Gözlerim görmediği için ders yapamıyorum.” diyemiyordum.
Gönderdiğim haber üzerine babam, annemle birlikte bir gün çıkıp geldi. O vakitler etrafta benzer sorunlar yaşayan insanlar olduğunda, halk kültüründe bilinen bir tedavi yöntemi vardı. Bu nedenle babam gelirken yanında ciğer de getirmişti. Gelir gelmez telaşlı telaşlı gözlerime baktı, sonra yanındaki ciğeri bir tavaya doğradıktan sonra yanan ocakta kavurmaya başladı. Yüzümü de kavrulan ciğerin buharına tuttu. İki üç saat kadar o şekilde durdum. Bir süre sonra yüzümde terleme olurken, gözlerimden de yaşlar damlamaya başladı. Ertesi gün gözlerim ışıl ışıl oldu.
Her şeyin anahtarı sabırdır. Civcivi, yumurtaları kuluçkaya yatırarak elde edersiniz, kırarak değil.
Arnold Closow
Denetimi Jandarma Yapıyordu
Kur’an-ı Kerim’i güzel okumak için tecvit bilmek gerekir. Tecvit bilmeden de Kur’an okuyabilirsiniz ama ahenkli bir okuma için tecvit bilmek şarttır. Biz Kur’an dışında tecvit de öğrendik. Gerçi Arapça da okuyacaktık ama o dönem devlet izin vermiyordu. Bazen şikayet üzerine, bazen de şikayetsiz olarak jandarma denetime geliyordu. Şimdi kimsenin beğenmediği posta memurları, o zamanlar birer Azrail idi. Tahsildarlar da keza. Tahsildar gelir, hocanın sakalından tutup hesap sorardı. “Ne öğretiyorsun sen bu bebelere!” derdi. Halk da bu türden muamelede bulunanlara, “Ekinleri çürüttünüz, bize vermediniz, şimdi de bebeyi beliği geri koyuyorsunuz!” diye tepki gösterirdi. Böyle tepki verenleri götürürlerdi karakola, bir ton sopa atarlardı.
Halk jandarmayla gelen sivil memurlara kızardı. “Bu çocukları körlüyorsunuz. İyi kötü bu çocukların hepsi Kur’an okuyacak, vaiz olacak, müftü olacak.” dendiği zaman, hadi bakalım doğru karakolun yolu gözükürdü. Hoca, halk gibi tepki vermezdi. Genellikle köyün içindeki insanlar böyle tepki verirdi. Hatta benim Kalfat’a gittiğim sene bir jandarma geldi. Ben de Sübhaneke’den başlamış, sureleri yeni yeni öğreniyordum. Jandarma elimizdeki kitapları aldı, ayağının altında çiğnedi. Biz bir şey yapmadık. Korku dolu gözlerle Jandarmayı izledik. Jandarma giderken hocaya döndü, “Hoca Efendi bu çocukların elinde bu cüzü bir daha görmeyeceğim.” diye uyardı. Hoca da “Tamam tamam.” dedi. O olaydan sonra kapıya bir nöbetçi dikilmeye başlandı. Nöbetçi, jandarma geliyor dediğinde kitapları saklıyorduk.
Devlet, Arap harflerinin öğretimini yasaklamıştı ama biz bunu o vakit öyle düşünmüyorduk. Devlet, Kur’an öğrenilmesini yasakladı diye biliyorduk. Bir taraftan Kur’an öğretmeyin deniyordu, diğer taraftan her yer kitap satanlarla doluydu. Bir taraftan öğretmeyin deniyordu ama Diyanet kitap çıkartıyordu. O zamanın vaizi, müftüsü vardı.
Kalfat’ta Kur’an’ı okuyup ezberlemenin yanında, kaideli ve güzel okumayı da öğrenmiştik. Nihayetinde imamlık yapacağımız için hitabet dersi de almıştık.
Şimdi Kur’an kursları öğrenci bulamazken, o zaman odalar hafızlarla dolup taşıyordu. İlkokula giden talebeden çok, hafızlık yapan talebe vardı. Kâzım Hoca’nın yetmiş seksen talebesi vardı. Yetmiş seksen tane de Hafız Tığlı’nın vardı. Hafız Sadık’ın, Hafız İdris’in talebesi daha fazlaydı. Bu öğrenciler hep köylerden gelirdi. Şabanözü, Kurşunlu, Karapazar, Kırsakal, Sakalin, Ödek, Karaveran gibi yerlerden gelirlerdi.
Her başarı ilk başta bir hayaldi. En büyük çınar bir dalda, en güzel kuş bir yumurtada saklıdır. Hayaller de gerçeklerin tohumu ve yumurtasıdır.
D. Carnegie
Bir Çorba Dahi İçmeden Günlerimiz Geçti
Kalfat’a gittiğim ilk yıl hiç çorba içtiğimi bilmem. Kuru ekmek, kuru ekmek, kuru ekmek… Çörek falan bilmezdik. Akşam sofra kurulmazdı. Herkes eline kuru bir ekmek alırdı, bazıları arasına soğan dürerdi, üstüne bir bardak su içer, kafayı vurup yatardı.
Çayın adını duymazdık bile. Doğru dürüst beslenme nedir bilmezdim. Karnımın doyduğunu hiç hatırlamam. Bu yüzden gözlerim açıldıktan sonra Karaların evinde kalmak istemedim ama halam evden ayrılmama razı olmuyordu çünkü ben evde kaldığım için babam onlara erzak getiriyordu. Babam köye geldiğinde, Akbaba’nın hizmetkâr durduğu Çakıroğulları’nda kalıyor, ertesi gün eşeğine binip dönüyordu.
Dünya Savaşı oluyormuş, Türkiye’de kıtlık hüküm sürüyormuş, bunlara bizim pek aklımız ermiyordu. Biz yaşadığımız şartları biliyorduk. Henüz dokuz yaşında bir çocuktum ve görebildiğim, evin her tarafından yoksulluğun döküldüğü idi.
Karaların evinden ayrılmak istemem üzerine babam beni çayın karşısında bulunan Hafız Tığlı’nın ders verdiği yakaya getirdi. O zaman köyün ortasından gürül gürül çay akıyordu. Akan çay, Çerkeş tarafından, Dumanlı Dağlar denilen yerlerden doğar, köyün içinden de geçerek Kırksakal, Dodurga, Büğdüz köylerine doğru giderdi. O yıllarda suya ayağımızı basıp geçemezdik. Bu yüzden köyün iki yakası arasında ulaşım iki ayrı köprü ile sağlanıyordu. Ben de Karaların evinden ayrılmakla aşağı köprünün bir yakasından öbür yakasına geçmiş oldum.
Karaların evinden ayrıldıktan sonra babam lakabı Kuduruk olan İbrahim Efendi’nin evini buldu. Adam çok asabi olduğu için ona Kuduruk derlerdi. Bize bir zararı yoktu. Üstelik çok iyi ata binerdi. Adamın iki de kızı vardı.
İnsanlar, sevap olur diye yanlarında kalması için köy dışından gelip hafızlık yapmak isteyen öğrencileri almak isterlerdi. Hocaya da o şekilde tembih ederlerdi. Babam da onların bu isteğini duyup, beni onların yanına vermişti.
Kuduruk İbrahim’in evine geldiğimde Kalfat’taki ikinci seneme girmiştim. Bir iki ay sonra kış mevsimi başlamıştı. Kar yağdığında Kuduruk İbrahim’in atını sulamaya götürürdüm. Yaşım oyuna elverdiği için beni kızak kaymaya da götürürdü. Kış mevsimi geçtikten sonra yaza doğru Kuduruk İbrahim, karısı Fidan abla ve iki kızı ile Dumanlı Dağ tarafına yaylaya çıkardı. Orada yağ, yoğurt, peynir yapıp köye yollardı.
Kuduruk İbrahim’in Yaşar adlı bir de oğlu vardı. Askerlik çağı gelmişti. Bu yüzden babası yayladayken karısı Kezban ablayı evde bırakarak askere gitti. Kezban abla benden altı yaş büyüktü. Çok merhametli bir insandı. Her durumda beni korurdu. Bu yüzden Kuduruk İbrahim’in evinde kaldığım iki yıl boyunca çok rahat ettim.
Orada kaldığım sürece talebeliğimi Hafız Tığlı’nın yanında devam ettirdim. Hafızlığımı bitirdiğim yıl da Hafız Tığlı vefat etti. Onun öldüğü sene Kuduruk İbrahim de hastalanıp yatağa düşmüştü. Hastalığı sebebiyle iyice asabi bir insan olup çıkmıştı.
Kuduruk İbrahim’in evi iki katlıydı. Bana evin üst katında bir oda verdiler. İlk defa kendime ait özel bir odam olmuştu. Benden başka kimse girip çıkmazdı fakat evlerin tabanı ahşap olduğu için gecenin sessizliğinde odadaki yürüyüşüm bile adamı rahatsız ediyordu. Bana bir şey demiyordu ama benim yüzümden karısını, gelinini azarlıyordu. Bu sebeple Kuduruk İbrahim’in karısı Fidan Ana’ya, “Fidan Ana, ben buradan gitsem…” dedim. O da “Oğlum gitmesen iyi olur ama burada kalırsan ben sana doğru dürüst bakamam. Onun için seni Hasan Dayı’ya verelim. Hasan Dayı’nın bir tek çocuğu var. Hâli vakti de yerinde. Hafızlığını da bitirdin. Artık hafızlığını kuvvetlendireceksin.” dedi. Bunun üzerine yatağımı yorganımı yüklenip Hasan Dayı’nın evine gitmek zorunda kaldım.
Ben evden ayrıldıktan kısa bir süre sonra Kuduruk İbrahim hayatını kaybetti. Oğlu Yaşar da askere gitti. O evin düzeni hepten bozuldu.
Kaldığım evlerin özel misafiri gibi değildim. Evdekilerle birlikte yer, onlarla birlikte iş görürdüm. Sadece ders çalıştığımda ve hocaya gittiğim zamanlar bana karışılmazdı. Onun dışında evde çocuklara ne iş düşerse ben de o işi yapardım.
Hafız Tığlı’nın vefatı üzerine onun talebeleri Hafız Sadık’a gitti. Hafız Sadık’ın yanında bir yıl kadar okuduktan sonra Kalfat’ta dört yılımı doldurdum. Hafızlığı bitirdikten sonra bir iki ay köyde dinlendim. Daha sonra babam geldi ve “Gel seni Üyük köyüne götüreyim.” dedi.
İnsanın mutluluğunun temeli hak ve adalet konusunda toplanır.
Bir insana yapılan haksızlık bütün toplumu yaralar.
Hak ve adalet hissi bireylerden başlamalıdır.
Ve insan, bireyin mutluluğunun, kendi mutluluğu için şart olduğuna inanmalıdır.
Pascal
Kundura Giymek Herkesin Harcı Değildi
Şimdiki çocukların ya da gençlerin yaptıkları gibi bizler, mızmızlık etmez, kapris nedir bilmezdik. Yok ayakkabım eskidi, yok elbisem yırtıldı demezdik. Şimdiki gibi konfeksiyon ürünleri yoktu. Erkek ya da kadın terzi yoktu, makine yoktu. Herkes elbisesini kendi dikerdi. Kastamonu’dan bir top gök bez alırlardı; köyde Gülşen teyzem gibi bazı kadınların elleri dikişe yatkın olduğu için biçki dikiş işini onlar yaparlardı. Bir gün bacağımıza don, bir gün üstümüze gömlek dikerlerdi. Terzilik diye bir şey yoktu. Her şey elle dikilirdi. Arakçın gibi güzel şapkaları, bindallı gibi özel düğün kıyafetlerini falan da kadınlar elleriyle dikerlerdi.
Çocukken yeni denilebilecek bir kıyafetim hiç olmadı. Köyden çıkarken giydiğim elbiseleri Kalfat’ta da giymeye devam ettim. Zaten herkes gibi ben de ne bulursam onu giyiyordum. Kimse birbirine karşı böbürlenmez, kibirlenmezdi. Takım elbise diye bir şey de bilinmezdi. Elbisenin bir yeri söküldüğünde ya da yırtıldığında üzerine bir yama vurulurdu, eskiyince bir yama daha vurulurdu. En çok da elbiselerin dizi ve dirseği eskiyordu. Eskiyen yerlere üç dört sefer yama vurduğunda o kıyafet bize üç dört sene gidiyordu.
Geleneksel ayakkabımız çarıktı. Çarığı herkes yapardı. Daha çok da deri toplayıcıları yapardı. İnsanlar Şabanözü’ne gittiklerinde çarık dikenlere gider, beş on kuruş verir, öküz derisinden bir çift çarık alırlardı. İnsanın ayak tabanından biraz daha geniş olurdu çarığın derisi. Parmak ve topuk tarafı sırım ile büzülerek ayağa giyilecek hâle getirilirdi.
Çarık dikmek için bir inek ya da öküz derisi olması yeterliydi. Bir hayvan kesildiği zaman derisi boydan boya şerit şerit dilinirdi. Yirmi ya da otuz santim gibi eşit boylarda dilinen deriler kurutulur ve ayak boyuna göre şekillendirilirdi. Yaz kış hep çarık giyilirdi. Yazın kuru havalarda sorun olmazdı ama kışın ayaklarımız hep ıslanırdı. Ne yapılsa bunun önüne geçilemezdi. Başka çare olmadığı için yine de giyilirdi. Ayağımıza ot çöp batmasına mâni olurdu.
O yıllarda kundura giymek her insanın harcı değildi. Kundurası olan kişi parmakla gösterilecek kadar azdı. Ben de Kalfat’a babamın diktiği çarıklarla gitmiştim. O çarıkları altı ay giymiştim. Altı ay sonra babam bir değirmen kiralayınca, köye olan özlemimi gidermem için bir süreliğine beni de yanında götürdü. Evin küçük çocukları genellikle en kıymetli olurlar ya, babam için ben de biraz öyleydim. Bundan dolayı beni mutlu etmek için pazardan bir kundura aldı. Kunduranın altı kabaralı idi. Kabaralı kundura, üst üste dikilmiş kösele taban üzerine çakılmış ahşap dişli kundura idi. O ayakkabılarla köyde tıkır tıkır yürüyordum. Ereğez’de kundura ayakkabı giyen ilk çocuk ben olmuştum. O zaman köydeki bütün çocuklar benim ayağımdaki kunduraya bakmaya gelmişti. Kimsede yoktu. Şu bildiğimiz soğuk kuyu lastikleri var ya! O zaman yeni çıkmıştı. Öyle meraklandım ki giymeye can atıyordum. Çünkü köyde bazı çocukların ayağında görüyordum. İşte o lastiklerden alması için babamın karşısında öyle bir ağladım ki babam, “Oğlum hastalık yaparmış, dizlerin dururmuş. Gâvur bunu çıkarmış ama iyi değilmiş. Çarık ondan iyiymiş.” diye almamak için beni kandırmaya çalışıyordu. Sonunda babam benim ağlamalarıma dayanamadı ve soğuk kuyu lastiği aldı. Ayağıma giydiğimde öyle hoşuma gitti ki kundura yerine onu giymeye başladım. Kundura ağır oluyordu, lastikse hafifti. O lastikleri giydiğimde kendimi kuş gibi hissettim. Kundura çarıktan iyiydi ama lastik ayakkabı da kunduradan hafifti. Üstelik ayağımız ıslanmıyor, içine kar girmiyordu.
Bizi güçlü yapan yediklerimiz değil, hazmettiklerimizdir.
Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimizdir.
Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, kafamıza yerleştirdiklerimizdir.
Francis Bacon
Kur’an Nasıl Ezberlenir?
Hafız olmanın normal süresi iki yıldır. Daha erken hafız olanlar belki vardır ama çok çok istisna kişilerdir. Günde iki sayfa ezber yapmak öyle her insanın harcı değildir. Kur’an otuz cüz, otuz günde otuz sayfa olmak üzere her gün bir sayfa ezberliyorduk. Bu şekilde hafızlığı yirmi dört ayda bitirdim.
Günümüzde insanlar telefon numarasını ezberinde tutamazken biz o zaman günde bir sayfa ezberliyorduk. Ezber yapmaya Kur’an’ın birinci cüzünün ilk sayfası ile başlanır. Sayfayı ezberlediğimiz gün hocaya dinletiyorduk. Ertesi gün ikinci cüzün ilk sayfasını ezberliyorduk. Daha sonra üçüncü cüzün ilk sayfasını ezberliyor ve hocaya ezberimizdeki üç sayfayı okuyorduk. Otuz cüzün ilk sayfaları bitene kadar ezber devam ediyor ve bir ayın sonunda her cüzün ilk sayfası olmak üzere otuz sayfayı ezberlemiş oluyorduk. Daha sonra aynı cüzlerin ikinci sayfalarını ezberliyorduk. Onu da bir ayın sonunda ezberledikten sonra ezberimizdeki sayfa sayısı altmışa çıkıyordu. Böyle böyle hafızlık ikmal ediliyordu. Bu esnada da ezberlenen sayfalar tekrar ediliyordu.
Kur’an hafızlığının usulü böyle idi. Sayfaları sıradan ezberleyerek gidildiğinde zor olur. Günümüzde de hafızlık usulü böyle devam etmektedir.
Pekiştirilen ezberlere “pişmiş” denilirdi. Hafızlıktaki üçüncü ayımıza girdiğimizde her cüzden iki sayfa “pişmiş”imiz oluyordu. Ezberi tamamlanmamış sayfalara da “çiğ” deniyordu.
Kur’an ezberlenirken sure başları değil, cüz başları takip edilirdi. Surenin başı ezber yaptığın sayfanın ortasına gelebilir. Önemli olan sayfa ezberidir. Kur’an sure sure ezberlenmez. Cüz cüz ezberlenir. Örneğin Elif Lam Ra bir sayfa… O sure cüz sonuna gelebilir. Sen oradan değil de onun karşısındaki “Gale ya büneyye.” diye başlayan sayfayla başlarsın. Yirminci cüzün son sayfası da ezberlendiğinde hafızlık bitmiş oluyor.
Hafızlık yaparken günlük ezber yapmak esastır. Eğer ezberi yapmadıysan hocanın önüne gitmenin yararı yoktur. Gitsen de dersini veremezsin. Dersini veremeyince hoca seni haşlar. Ertesi gün ezberini yaparak gitsen de “Dün niye gelmedin!” diye yine haşlar. Haşlamak öyle azarlamak şeklinde olmazdı. Elinde budaklı budaklı değnekleri vardı. Omzumuza, kolumuza, bacaklarımıza vururdu. Yakınında olursak yumruğuyla vururdu. Çok çok sinirlenirse ayağıyla teperdi. Muhtemelen her hoca böyle yapmıyordu ama bizim Hafız Tığlı dersini yapmayanları çok döverdi.
Ezberimi yetiştiremediğim için ben de çok dayak yedim. “Sen niye ezberlemedin? Seni baban niye yolladı buraya!” gibi ikazlarla dayak atardı.
Ezberi yetiştiremeyişimiz genellikle haylazlık yapmaktan kaynaklanırdı. Çocuksun işte. Oyuna dalardık. Ezber yapmayı canımız istemezdi. “Aman, bugün de ders yapmayıvereyim!” diyerek dersi asardık. Kış gelince tepelere kızak kaymaya giderdik. Gündüz oyunda geçerdi. Akşama kalınca da ışık olmazdı. Işık olsa bile ne yazar ki! Tek göz oda ve ev kalabalık… Bu yüzden ezber yapamazdık. Karaların evinde çok sıkıntı çektim ama Kuduruk İbrahim’in evinde çok rahat ettim. Akşam olunca da ders yapabiliyordum çünkü orada gaz boldu. Yakıyordum ışığı, gece de çalışabiliyordum.
Eğitim meyvenin kendisi değil, bilgi ağacından meyve toplamaya yarayan bir merdivendir.
Bernard Shaw
Dört Yılda Hafız Oldum
Kalfat’ta geçirdiğim dört yılın sonunda hafızlığı tamamlamıştım. Benimle birlikte köyümüzde ilkokula başlayan çocuklar da diplomalarını almışlardı. 1941 yılında gittiğim Kalfat’tan 1942 yılının Haziran ayında, beni almaya gelen babamla birlikte köyümüze döndüm.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/hasan-yilmaz/cankirili-hoca-cumhuriyet-in-oteki-insanlari-bir-koy-imaminin-69428560/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.