Gizli Mabet

Gizli Mabet
Ömer Seyfettin
Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

Ömer Seyfettin
Gizli Mabet

GİZLİ MABET
Geçen gün Tokatlıyan’da Sermet bana genç bir Frenk takdim etti. Sorbon’dan arkadaşmış! Kumral, çini mavi gözlü, güzel, narin, nazik bir çocuk! Azgın bir “Şark” meftunu. İlk lafı bu oldu:
“Azizim, siz kendinizi bilmiyorsunuz. Avrupa’yı bir şey zannederek kendi güzelliklerinizi görmüyor, kendi esrarlarınızı yaşamıyorsunuz.”
Birdenbire haklı mı, haksız mı olduğunu kestiremediğim bu tevbihe gülümsedim:
“ Yaşamadığımızı, göremediğimizi ne biliyorsunuz?”
“Bunu gözümle gördüm!” diye coştu. “Üç senedir Sermet’in evindeyim. Her şey alafranga: Yemek salonu, yatak odası, karısının, kardeşlerinin giyinişleri, hareketleri, hatta zihniyetleri, telakkileri bile hep Arvupavari! Ah, nerede Loti’nin Türkiye’si?”
“Loti’nin Türkiye’si karşı tarafta!” dedim.
“Evet, öyle söylüyorlar. Fakat içine girilmez bir âlem! Yazık ki siz bu pitoresk âlemi sevmiyorsunuz.”
“Sevenlerimiz de var.” dedim.
“Siz sevenlerden misiniz?”
“Evet.” diye mübalağalı bir tehalükle başımı salladım. Sabit fikirlerinin hududunu aşmayan Frenkler ne masumlardır! Bu genç Avrupalı da bunlardan biriydi. Türkiye’ye dair konuşmaya başladık. İddia ediyordu ki, biz kendimizi tanımıyoruz; en güzel, en zengin, en bedii sokaklarımıza pis diyoruz. Artık güzellikten mahrum Avrupa binalarına, muazzam caddelere; tabiatı öldüren hendese çizgilerine kıymet veriyoruz… Rumlara hiddeti, garez derecesini geçiyordu. Beyoğlu’ndan öyle nefret etmişti ki: “Ne iğrenç Garp karikatürü, Yarabbi!” derken âdeta sarararak tiksiniyordu. Kafası Loti’nin muhayyilesiyle doluyordu. Bizim sefalet, vahşet, cehalet dediğimiz perişanlıklarımıza o: “Harika!” diyor, bu nihayetsiz mezbeleler, baykuşlu viraneler karşısında nasıl olup da bedii bir heyecan duymadığımıza şaşıp kalıyordu. Nihayet kendisinin, Avrupalılaşmamış bir Türk evine götürülmesini benden rica etti. Aklıma birdenbire Karagümrük’te oturan ihtiyar sütannem geldi. Bu gayet sofu ve gayet muhafazakâr bir kadındır. Kendinden büyük eski Arap halayıkçığı ile oturur, kocasından kalan ufacık bir iratla rahat rahat geçinir.
“Öyleyse sizi hiç Avrupalılaşmamış ihtiyar bir dulun evine götüreyim.” dedim. Teşekkür etti. Sevindi.
“Ne vakit?”
“Bugün, hatta isterseniz şimdi…”
“Bu mümkün mü?”
“Mümkün, yalnız, başınıza bir fes alacağız.” dedim.
Böyle ansızın gitmek, alaturka evde tekliflere, tekellüflere meydan bırakmayacak, tabiatı, pitoreski, bu Şark meftunu Frenk’e olduğu gibi gösterecekti. Sermet, zavallının sevincine gülmekten katılıyordu. Ona veda ettik, bir arabaya atladık, Beyazıt’ta indik. Frenk’çiğe bir dükkândan ciğer gibi kıpkırmızı bir fes aldık. Kalıplattık. Tramvaya binmek istemedi:
“Buradan aşağı hep Türk mahallesi mi?” dedi.
“Evet, hep Türk mahallesi.”
“O hâlde rica ederim yayan gidelim.”
“Pekâlâ.” dedim. Yangın yerlerinden yürüdük. Sisli bir hava, bulutlu, karanlık bir sema, harap evlerin, tenha viranelerin sükûnuna sanki acı bir hüzün karıştırıyordu. Yolda ona talimat verdim. Sütanneme kendisi için “Çerkez” diyecektim.
Vakıa o horozdan kaçan bir kadın değildi. Fakat belki bir Hristiyan’ın yanına çıkmak istemezdi. Bu basit entrika genç Frenk’in muhayyilesini daha beter alevlendirdi. Bir tarafa çarpılmış siyah, çürük, tahta evler, yıkık duvarlar, sökük çatılar karşısında duruyor, “Oh, ne manzara, ne manzara!” diye bir türlü ayrılamıyordu. İki saatte eve gelebildik. Bu, üç katlı, ahşap, biraz viranca bir binadır. Kapıyı çaldım. İhtiyar Arap açtı:
“Sütannem yok mu?” diye sordum.
“Komşuda. Buyurun…”
“Haydi Karanfil Dadı, git, koş; benim geldiğimi söyle. Yanımda da bir misafirim var. Bu gece sizde kalacağız.” dedim. İçeri girdik. Temiz, fakat karanlık taşlıktan geçerek koca bir merdivenden çıktık. Misafir odasına genç Frenk bayıldı. Yerde güzel bir Acem halısı yayılıydı. Duvarlar merhum hattat sütbabamın yadigâr bıraktığı levhalarla süslenmişti. Yastıklarına fes rengi perdelerin düştüğü sedirler kırmızı velansalarla örtülüydü. Karşı karşıya oturduk. Kafeslere hayran oldu.
“Âdeta kendimi bir rüyanın içinde sanıyorum!” dedi. Sütannem gelince benim gibi elini öptü. Ara sıra başındaki fesi unutuyor, gayriihtiyari reverans hareketleri izhar ediyordu. Sütannem bunun pek farkına varmadı ama:
“Konuştuğunuz laf Çerkezceye benzemiyor.” dedi.
Ben:
“Anneciğim, bu senin bildiğin Çerkezce değil, hicretten sonra çıkmış, Rusça ile Çeçence ile karışık yeni bir Çerkezce.” diye kandırdım. Sözde bu Çerkez misafir, hacca gitmek için İstanbul’a gelmişti. Sütannem, hac vakti olmadığını hatırlatınca, ona da bir kulp buldum. Maksadı daha evvel davranıp İstanbul’da biraz Türkçe öğrenmekti.
“Ah, bu yaşta hacı olmak, ne mutlu, ne mutlu! Darısı senin başına.” diyordu.
“Âmin, âmin!”
Frenk, ağzımızdan çıkan bu kelimeyi birdenbire tanıyor, aşinalığını göstermek fikriyle kendi şivesiyle tekrarlıyordu:
“Âmen, âmen!”
Sütannem, bu Çerkez’le hacca beraber gitmemi tutturdu. Hasılı yemek zamanına kadar hep hacdan, hocadan filan bahsettik. Ben sütannemin nasihatlerini çıtır çıtır hep Çerkezceye tercüme ettim. Sofraya oturunca, Frenk, bütün bütün bedii heyecanının içinde gaşyoldu. Yalnız yabancı misafirlere çıkan gümüş sini zavallıyı deli edecekti. Çatalı bırakıyor, sütannem gibi eliyle yemeğe çalışıyordu. Ben vazgeçirdim. Elle yemenin yalnız ihtiyar kadınlara mahsus olduğunu söyledim. Dünyanın en rahat vaziyetinin bağdaş kurmak olduğunu iddiaya başlarken sofradan kalktık. Kahvelerimizi içtik. Sütbabamın kütüphanesinde yadigâr gibi duran eski yazma kitapları misafirime gösterdim. Nakışlarla ciltlere, minyatürlere hayran kaldı. Uyku zamanı gelince, onu Karanfil’le beraber, en üst kata çıkardık. Yatağını bahçe üstündeki odaya yapmışlardı. Ayakyolunu, falan gösterdim. “Bonsuvar ” dedim. Ben de orta kattaki odaya çekildim. Gece fırtına çıktı. Şiddetli bir yağmur yağdı. Sabahleyin gayet güzel bir hava açılmıştı. Frenk’i, uyanmış, giyinmiş buldum. Yatağın içine oturmuş, bir şeyler yazıyordu.
“Bonjur…”
“Bonjur mon ami!”
“Ne yazıyorsunuz?”
“Oh, tahassüsatımı…”
“O kadar mütehassis mi oldunuz?”
“Tarif edemem, size tarif edemem…”
Aşağı indik, sabah kahvelerimizi içtik. Sütannemin ellerini öptük. Bu Frenk’i, daha beter Şark pitoreskinin içine batırmak için yayan olarak Fatih’e götürdüm. Caminin karşısındaki kahveye oturduk. Birer nargile ısmarladım. Dışarı üflemesin diye evvela ehemmiyetle, içmek ameliyesini öğrettim. Keyiflerimiz gelmeye başlıyordu. Zavallıyı yine azdırmak, coşturmak için:
“Azizim, şu karşındaki mabede bak.” dedim. “Ne letafet, ne mehabet, değil mi?”
Frenk gülümsedi, o kadar müteheyyiç görünmedi. Daha dün yıkık çeşmelerin, eğrilmiş duvarların huzurunda deli gibi çırpınan bu adamın kayıtsızlığı tuhafıma gitti. Sordum:
“Bu abideyi beğenmediniz mi yoksa?”
“Bu, bu mabet hiç…” diye mavi gözlerini küçülterek tekrar gülümsedi.
“Ne demek hiç? Bu, İstanbul’un muazzam bir abidesidir.”
“Bu hiç… Bu mabet hiç…”
“Ne demek?”
“Ben, ondan daha mühimini gördüm.”
“Olamaz.” dedim. “Ne vakit gördünüz?”
“Bu gece…”
“Rüyanızda mı?”
“Hayır…”
“Ya nerede?”
“Evde…”
“Hangi evde?”
“Yattığımız evde…”
Şaşaladım:
“Ne gördünüz canım?”
“Piyer Loti’nin göremediği bir şeyi! Hiçbir Avrupalının tanımadığı bir sırrı…”
Gülümsüyordum:
“Evet, ben sizin gizli mabedinizi gördüm.”
“Nasıl gizli mabet, canım?”
“Nafile! saklıyorsunuz. Ben gördüm işte! Asırlardan beri Avrupalıların gözlerinden sakladığınız mahrem mabedinizi, hususi mabedinizi bu gece gördüm. Ama emin olunuz, bu sırrı muhafaza edeceğim. Paris’e gidince gazetelere yazmayacağım, defterimde mukaddes bir şey gibi bu hatıra saklı kalacak.”
“Laflarınızdan hiçbir şey anlamıyorum.” dedim.
“Israr etmeyiniz, gördüm, gördüm…”
“Neyi, canım?”
“Gizli mabedinizi!”
“Bizim gizli mabedimiz filan yoktur.”
“Nafile inkâr ediyorsunuz, ben gördüm.”
“Tuhaf, çok tuhaf.” diye başımı sallıyordum.
Frenk’çik dayanamadı. Cebinden maroken kaplı bir defter çıkardı:
“Bak görmüş müyüm görmemiş miyim?” dedi. Son sayfaları okumaya başladı:
“Sabah! Büyük bir heyecan, bir haz içinde şu satırları yazıyorum. Dün Sermet’in takdim ettiği bir Türk’le bu İstanbul’un en meçhul yerine geldim. Meğerse Jak Kazanova, Piyer Loti filan konaklarla yalıların selamlık dairelerinde birer kahve içmekle Şark’ı gördük sanıyorlarmış. Asıl Şark görünmeyen tabakalarda… Ben işte hiçbir Avrupalının göremediği şeyi gördüm. Burası ihtiyar, dul bir kadının evi. Gayet dindar bir kadın. Evin içi, sofra takımı, âdet, tarzlar, hasılı her şey hiç bozulmamış. Tamamıyla alaturka. Gece beni en üst katta bir odaya yatırdılar. Sabahleyin gayet erken uyandım. Yataktan kalktım. Garip bir tecessüs içimi yiyordu. Ayaklarımın uçlarına basarak dışarı çıktım. Karşıda bir oda vardı. Kapısı aralıktı. Yavaşça gittim. Bir de ne göreyim? Gizli bir aile ‘mabedi!’
Beyaz perdeler inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levha asılı. Köşelerde ağır, ceviz ağacından yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda sevgili ölülerin mumyaları var. Bir tanesini açmaya çalıştım. Mümkün değil, kilitli. Sonra yerde irili ufaklı birçok kap duruyor. Bazıları bakırdan, bazıları porselenden. İçlerinde kıymetlileri var. Mesela kapının hizasında, birinci mezarın önündeki gayet kıymetli, etrafı altınla yaldızlanmış bir kap. Köşedeki yeşil bir vazo… Kim bilir nasıl bir topraktan yapılmış? Mabedin içinde manasını anlayamadığım bir nispet dâhilinde ipten birtakım zaviyeler gerilmiş.
“Bu mukaddes zaviyelerin üzerinde şüphesiz ölülere ait olan birtakım relique’ler asılı. Kaplarda mukaddes sular duruyor. Bazısında taşacak derecede çok. Mekke’nin, Medine’nin, kim bilir, hangi meçhul, hangi mukaddes köşelerinden gelen bu esrarlı, bu mukaddes sulardan tattım. Biraz kekremsi… Kapıların dibinde hafif, ama gayet hafif bir toprak tortusu var. Her kaptan içtim. Hepsinin tadı var. Kalbim çarpmaya başladı. Memnu bir mabede girmiş bir küfürbaz, bir hain, bir kâfir heyecanıyla dışarı çıktım. Sanki bu mezarlar birdenbire açılacak, içlerinden yüzlerce sene evvel ölmüş ihtiyar Türkler kavuklarıyla, yatağanlarıyla kalkıp üzerime yürüyecekler sandım. Sanki duvarlardaki levhalar sallandı. Mukaddes kapların içi çalkalandı. Sanki o an bir deniz olacak, oralarda beni bozacaklardı. Bu mukaddes suların hiddetini, sükûtunu, ulviyetini şimdi içimde duyuyor gibi oluyorum.
Esrarlı, müphem bir rehavet, bir ateş damarlarıma yayılıyor. Beynimde karanlık, meçhul bir kubbenin derin akislerini işitiyorum. Öyle anlatılmaz bir heyecan duyuyorum ki…”
……
Kendimi tutamadım. Öyle bir kahkaha attım ki… Frenk, marpucunu elinden düşürdü. Az daha nargilesi devrilecekti. Sabah keyfini çatmaya gelmiş müşterilerin afyonlarını patlattım. Dik dik yüzüme bakıyorlardı. Frenk sordu:
“Neye gülüyorsun?”
“Ayol, sen gizli mabede girmemişsin.” dedim.
“Ya nereye girmişim?”
“Sütannemin sandık odasına!”
“Sandık odası mı?”
“Bizim evlerde komodin, aynalı dolap filan yoktur. Eşyalarımız birer sandıkta, sandıklar da birer odada durur. O mezar zannettiğin demir çemberli ceviz tabutlar, bizim çamaşır sandıklarımızdır.”
“Ya duvardaki levhalar?”
“Sütbabamın eserleri… Yadigâr diye sütannem satmıyor.”
Frenk inanmıyordu. Ben hâlâ gülüyordum.
“Ya ipten yapılmış hendesi şekiller? O relique’ler?”
“Yağmurlu havalarda çamaşır asmaya mahsus ip. Zaviyeler, müsellesler, tesadüfen teşekkül etmiş, relique zannettiğiniz de kullanılmayan esvaplar.”
Frenk yine inanmıyordu. Mavi gözleri birdenbire bulutlanmıştı. Yalanımı yakalamış gibi başını salladı:
“Ya o mukaddes sular? Onlara ne diyeceksin azizim?” dedi.
“Gece yağmur yağdı. Sütannemin sandık odası, bildim bileli akar. Tavandan damlayacak yağmur suları yerleri ıslatmasın diye geceleyin Karanfil, o kapları odaya sıra sıra dizmiş olmalı.” dedim.
Frenk, evlerimizin üzerindeki “Maşallah” levhalarını millî bir sigorta şirketinin işaretleri, saçaklarımızda sallanan nazarlık pabuçlarını damdan dama kaçan hırsızların oralara takılıp kalmış ayakkabıları zanneden meşhur millettaşı gibi bir an durdu, düşündü. Derin derin nargilesini çekti. Yutkundu. Elinde açık kalan defterini cebine soktu. Ben hâlâ duruyor duruyor, gülüyordum.
“Gülme azizim, sizin sandık odalarınızda bile öyle esrarlı, öyle anlaşılmaz, öyle müphem, öyle dinî bir hâl var ki…”
“Ne gibi?”
“Öyle bir şey ki… Siz körsünüz, görmüyorsunuz vesselam.” dedi. Fakat bizim göremeyip de o yalnız kendi gördüğü şeyin ne olduğunu bir türlü söyleyemiyordu.
Malum ya, Türkler, hükümlerinde çok naziklerdir! “Biz körsek, işte siz de dilsizsiniz.” cevabı ta dudaklarımın ucuna gelmişken sustum. Hiç ses çıkarmadım.

MİRAS
Dünyada insanın kendi nefsinden nefret etmesi kadar azap verici bir şey yoktur sanıyorum! Yıllarca rollerine, yalanlarına aldandığımız bir arkadaştan “adiliğini, alçaklığını” sezince hemen ayrılırız. Aşkta da böyle… Mabut gibi taptığımız vücudun bir lekesini keşfedince birdenbire soğur, hatta ona düşman kesiliriz. Fakat kendimize ne yapabiliriz? Hiç! Ahlak telakkisinin ruhumuzda tutuşturduğu “iyilik, doğruluk, güzellik” ideali yavaş yavaş kararır. Bu üç alevli esirden meşale sönünce artık karanlık bir çöle düşeriz. Hayvanlaşırız. Hâlbuki hayvanlık ne kederli bir yaşayıştır! Mefhumsuz, gayesiz, muhabbetsiz, mukaddesatsız bir hayat! “İyi” yok, “doğru” yok; “güzel” yok… İşte bugün benim de ruhumdaki ilahi meşale söndü. Serseri, sergerdân bir hayvanım! Mahzun, mükedder, meyus bir hayvan! İnsanlığın kıymetlerini kaybetmiş bir zavallı! Bu karanlığa düşüşüm irademle olmadı, gayriihtiyari… Âdeta, “Haberim olmadan.” diyebileceğim.
On beş gün evvel. Amcamın köşkünde yattığım gece… Nasıl oldu? Nasıl birdenbire insanlıktan çıktım? Artık ebediyyen dönemeyeceğim bu cennetten nasıl bu cehenneme yuvarlandım? Nasıl, nasıl?
Amcam, oğlu Nihat’ın Çanakkale’de şehit düştüğü günden beri, beni onun yerine koymuştu. Geçen sene de yengem kederinden öldü. Şimdi bu talihsiz adam saraya benzeyen köşkünde hizmetçileriyle oturur. Ara sıra, kendisini görmeye giderim. Ömrümde tanıdığım insanların en ahlaklısı, en faziletlisi amcamdır. Babasından kalan büyük serveti kardeşi gibi sefahat âlemlerinde yememiş, devlete hizmet etmiş, hayatını kaymakamlıklarda, mutasarrıflıklarda, uzak vilayetlerin valiliklerinde geçirmiştir! Şiire, sanata karşı duyduğu meftunluğu, biz, yeni adamlar tasavvur bile edemeyiz. Divanlar, onun nazarında kutsi bir mahiyeti haizdir. Gazellerin, kasidelerin mısralarında, kafiyelerinde ilahî bir esrar gizlidir. Bahçenin nihayetinde, kara çamlar arasında yaptırdığı kütüphane, sanki gizli bir mabetçik… Gününün yarısından ziyadesi burada geçer. Kitapların tozunu alır. Ciltleri okşar. O gün bana kapıyı açan uşak yine:
“Beyefendi kütüphanede, isterseniz oraya buyrun!” dedi.
Yaprakları dökülmüş ağaçların dibinde hâlâ yeşil duran çiçeksiz tarhlara baka baka yürüdüm. Kütüphanenin kurşun kaplı fincan kubbesi meçhul bir matem timsalini andırıyordu. Pencerelerin yeşil boyalı demir kapakları açıktı. Kapıya ilerledim. Evvel zaman üslubu tokmağın altındaki kilitte bir sarı pirinç anahtar sokulu idi. Parmağımla yavaşça vurdum. İşitmedi; biraz daha hızlı vurdum, uşak zannetti:
“Ne var, Mehmet?” dedi.
“Mehmet değil, amca, benim…”
Kapıyı açtı.
Bembeyaz sakalı ile mavi yorgun gözlerini daha büyük gösteren kalın taşlı altın gözlüğüyle türbesinden canlanarak kalkmış bir evliyaya benziyordu. Elini öptüm: “Gel bakalım.” dedi. “Sana bir mücevher göstereyim.”
“Buyrun.”
Ayakkabılarımı çıkardım. Tıpkı bir camiye girer gibi… Kırmızı çedik terliklerden bir tanesini giydim. Amcamın arkasında deve tüyünden yapılmış bir oda esvabı vardı. Kristal masaya oturduk. Açık duran kitabı bana uzattı. Tekrar:
“Mücevher, mücevher! Emsali bulunmayan bir mücevher!” dedi. Bu mücevher, çamura düşmüş bir bakkal defterine benziyordu. Yalancıktan müteheyyiç göründüm ve:
“Hakikaten enfes…”
“Dün getirdiler. Kaça alsam beğenirsin?”
“İki liraya.”
Yüzüme dik dik baktı:
“Sen deli olmuşsun oğlum!” dedi. Tamir etmek istedim:
“Cildi pek eski de… Nasıl, beş liraya alabildiniz mi?”
“Ne beş lirası!” diye haykırdı. “ ‘Dâfiülgumum’, Deli Biraderin letaif külliyatı… İstanbul’da bir nüshası daha yok… Belki bütün dünyada bir eşi yok! İhtimal yazı da Gazali’nin kendi yazısı…”
“Kaça aldınız?”
“Yüz seksen liraya…”
“Çok iyi!” dedim.
Yazı kargacık burgacık nevindendi. Cildini, kenarlarını sanki hırçın bir sıçan kemirmişti. Nakışlarının yaldızı solmuştu. Ben bu süprüntü parçasına bakarken amcam, yeni ele geçirdiği mücevherleri çıkarıp:
“Bunu görmedin, bunu da görmedin!” diye birer birer masanın üzerine bırakıyordu. Birtakım divanlar, tarihler, tercümeler, filanlar ki hepsinden küflü bir mezar rutubeti çıkıyordu. Amcam, hele yalnız kaldı kalalı bütün hayatını kütüphanesine hasretmişti. Benim şiirle, sanatla iştigalim, eserlerim, şairliğim çok hoşuna gidiyor; ikide birde:
“Sen benim mabihüliftiharımsın!” der, fakat yeni yazıları, yeni kitapları kütüphanesine yine sokmaz…
Kitaplardan yorulan gözlerimi çini kaplı duvarlara kaldırdım. Fiyatları, şüphesiz bu kitaplar gibi yüksek olması icap eden, yazıları okunmaz levhalar asılıydı. Kubbenin ortasındaki billur avize, altın kakmalı zinciriyle kütüphanenin mütevazı sükûnetine uymayacak derecede muhteşemdi. Amcam okuduğu kasideyi bitirdikten sonra:
“Haberin var mı? Benim kütüphaneyi satın almak istiyorlar!” dedi.
“Kim?”
“Tanımazsın, müsteşrikler.”
“Ne kadar veriyorlar?”
“Evvela on bin lira dediler. Sonra ‘Ben satmam!’ deyince on beş bine, yirmi bine çıktılar.”
“Ne diyorsunuz?”
“Hatta yirmi beş bin de verecekler.”
“Aman amca, hiç durmayınız, satınız!” dedim.
Gözlerini okuduğu kitaptan kaldırdı. Bana çevirdi. İçinde öyle bir itap, öyle bir serzeniş vardı ki…
“Kütüphanemi satmak mı? Sonra ben ne yaparım?”

Gözlerini tekrar kitaba indirdi. Çehresi bozulmuştu. Dargın, perişan bir tavırla:
“Ben mezara, kütüphanem mezada!” diye başını salladı.
Ses çıkarmadım. Elimdeki kitabı okur gibi yaptım. Ne kadar böyle sustuk bilmiyorum, bana çok uzun geldi. Gözlerim yazma satırların arasında gezerken, yirmi beş bin lirayı düşünüyordum. Bu küçük bir servetti. Er geç benim olacak bir servetti. Zira amcamın bizden başka vârisi yoktu. Hayatının o ölüme giden yolunda çok ilerlemiş olan bu ihtiyarcık dünyada nihayet birkaç sene misafirdi. İçimden, “Birkaç sene daha,” diyordum, “haydi beş sene… Abıhayat içmedi ya bu!”
Acaba kütüphaneyi isteyen müsteşrikler kimlerdi? Soracaktım. Laf ta dilimin ucuna geldi. Sormadım. Gözlüğün altında daha büyük, daha mavi, daha parlak görünen zeki gözlerinden korkuyordum. Sanıyordum ki, düşüncemi hemen anlayacak. Şimdiye kadar hiç düşünmediğim bu hazır miras birdenbire bütün hayalimi doldurdu. Sanki kafam şişti, sersem oldum. Amcamla neler konuştuğumun farkında değildim. Kütüphaneden çıktık. Salona geldik. Yemeğe oturduk. Ben bir roman içinde gibiydim. Amcamın ikide birde:
“Senin bugün bir dalgınlığın var. Sende bir şey var!” dediğini hatırlıyorum.
Sofrada yemeğimi yerken dimağım, benim vücudumun haricinde, benim irademin haricinde, benim ruhumun haricinde yabancı bir makineymiş gibi işliyor, düşünüyor, planlar kuruyordu. Kafamın içinde doğan fikirlere hükmedemiyor, susuyordum. Öyle ya… Bu zavallı ihtiyar mutlaka yakında ölecekti. Kütüphane yirmi beş bin lira… Köşk, bağ, Faik-paşa Yokuşu’ndaki apartman filan… Yetmiş seksen bin lira da bunlar. Yüz bin liralık bir servet! Artık burada yaşar mıydım? Doğru Avrupa’da soluğu alacak, zevk içinde hayatın tadını çıkaracaktım. Fakat… Ya bu ihtiyarcık evlenmeye filan kalkarsa! Fakat mümkün mü?
Dimağımın içinde tiz, keskin bir şeytan sesi:
“Niçin mümkün olmasın?” dedi.
Ben:
“Mümkün değil, mümkün değil!” diye dişlerimi sıktım.
“Hayır, pek mümkün! Yarın birdenbire işitirsin!”
“Bu fena!”
“Tabii fena!”
“Evet, ya evlenirse…”
“Bunda hiç şüphen olmasın. O vakit yüz bin lirayı rüyanda görürsün…”
“O hâlde?”
Dimağımın içinde çınlayan şeytan sesi:
“Böyle bir hareketin önüne geçmelisin!” diye âdeta korkunç bir emir verdi.
Böyle bir felaketin önüne nasıl geçebilirdim? Evet, bu hakiki bir felaketti. Ta ayağımın dibine gelmiş yüz bin liranın, ihmalciliğim yüzünden uçup gitmesi… Dimağım, yine irademin, hatta idrakımın haricinde sihirli bir saat gibi işliyordu; gözlerimi amcama kaldırdım. Küçük kaşığıyla pilavını ağzına götürüyordu. Sakalının altından beyaz, zayıf boynunu gördüm. O beyaz yere iki dakika basılsa… Yüz bin lira birdenbire benim olacaktı! Fakat…
Ruhumda zehirden şimşekli ateşler bırakan şeytan sesi:
“Budala mısın?” dedi. “Neden korkuyorsun?”
“Korkuyorum.”
“Hayır. Korkma… Sen öyle adi katiller gibi amcanın boğazına basıp boğmayacaksın.”
“Ya ne yapacağım?”
“Bir şey yapacaksın ki, kanun seni mesul edemeyecek!”
“Nasıl?”
“Arkadaşın bakteriyolog Sabit’ten biraz tifo mikrobu çalacaksın.”
“Ey?”
“Bu mikropları amcanın gece içtiği suya atacaksın. Tifoya tutuldu mu, doktorlar onu iyi etmeye çalışırken, sen, yine mikroplu suları ona ilaç diye vereceksin. Bir hafta içinde mutlaka ölecek. Sen de herkesle beraber ağlayacaksın! Cenazenin önünde yürüyeceksin! Senden kimse şüphelenmeyecek! Bilakis kederine iştirak edecekler: ‘Başınız sağ olsun!’ diyecekler.”
“Oh…”
…............
Evet, oh… Birdenbire canlandım. Sanki ağır bir yükün altından kurtuldum. Gözlerimi açtım. Elmasını soyan amcamı gördüm. Ne konuşmakta olduğumuzun yine farkında değildim.
Bana:
“Sen benim mabihüliftiharımsın!” dediğini işittim.
Geç vakit, yattığım odaya çıktım. Zihnimdeki cinayet planı kendi kendine genişliyordu. Karyolamın üstüne oturdum. Masanın üzerinde yanan mumun ziyası duvarlarda şekilsiz gölgeler kımıldatıyordu. Yüz bin lira! Gözüm dolap aynasına kaçtı. Orada kendi hayalimi gördüm. Bana dik dik bakıyordu. Saçları ürpermişti. Gözleri kanlıydı. Bir sırtlanın gözleri gibi kanlıydı. Bu hayal bendim. Görmemek için yüzümü çevirdim.
Gece hiç uyumadım!
Kendimi görmemek için aynaya bakamıyordum. Evet, ben bir katildim. Bir caniydim. Bütün ahlak duyguları benim nazarımda bir yalandı. Sabaha kadar dimağımda bana kumanda veren şeytan sesinin akislerini dinledim:
“Tereddüt etme!”
“Hayır, hayır, yapamayacağım.”
“Yapacaksın!”
“Yapmayacağım.”
“Yüz bin lirayı kaçıracaksın!”
“Kaçsın.”
“Sen budala değilsin.”
“Hayır, ben budala değilim. Fakat…”
Sabahleyin erkenden amcamın yanına indim. Zavallı ihtiyar, balkonun önünde sütünü içiyordu. Beni, heyhat, mabihüliftiharını gülerek karşıladı:
“Ne o, rahatsız mısın? Sararmışsın.” dedi.
“Bir şeyim yok.”
“Rahat uyudun mu?”
“Evet.” dedim. Sonra birdenbire ellerini öpmeye başladım. Şaşırdı. Gözlerimden galiba yaşlar akıyordu. Öldürdüğü mukaddes vücudun üzerinde pişman olan bir cani gibiydim. Ben artık insan değildim.
“Sizden bir istirhamım var!” diye inledim. Böyle gayritabii hareketimi ilk defa gören amcam ne diyeceğini bilmiyordu. Kafamdaki şeytanın varlığıma indirdiği darbeyi, manevi iflasımı asla duymuyor:
“Ne oluyorsun oğlum, ne oluyorsun?” diyordu…
“Hiç! Vadediniz ki, istediğimi yapacaksınız.”
“Söyle, ne istiyorsun?”
“Evvela reddetmeyeceğinizi vadediniz.”
Ellerini çekti:
“Peki, söyle, vadediyorum.” dedi.
“Ben sizin vârisinizim.”
“Şüphesiz.”
“İstiyorum ki, bütün servetinizi daha sağlığınızda millî müesseselere vasiyet edesiniz.”
“Fakat niçin?”
“Ben böyle istiyorum işte…”
“Ama niçin?”
Gece neler düşündüğümü, bir an evvel bu yüz bin lirayı ele geçirmek için nasıl kendisini görünmez bir silahla öldürmeyi kurduğumu söyleyecektim. Söyleseydim o benim mahiyetimi tanıyacak; fakat ben belki şimdi biraz daha rahat bulunacaktım. Lakin, hayır, bu cesareti gösteremedim. Kendimde olmayan fazileti yine iğrenç maneviyatıma perde yaptım. Yalanlar öğürmeye başladım. Sözde ben gençtim, ihtimal bu kıymetli kütüphaneyi satar, memleketten dışarı çıkmasına sebep olabilirdim. İstiyordum ki, bu mühim miras millete kalsın!
“Pekâlâ!” dedi. “Kütüphanemi millete vereyim. Fakat başka akarlarımı…”
“Onları da istemem amcacığım. O kadar hastalar var, darüleytamlar var. Silinecek gözyaşları, sarılacak yaralar, teselli edilecek dullar, öksüzler, kimsesizler var!”

...................
Ben söylerken derin bir hayretle, şaşkın bir meftuniyetle yüzüme bakıyordu. Zavallı, karşısındaki mahlukun ne alçak şey olduğunu anlayamadı. Doğruldu, beni kucakladı. Alnımdan öptü.
“Sen benim mabihüliftiharımsın!” dedi.
Evet, ruhumdaki insanlık ideali, o üç ahlak meşalesi ebediyen söndü! Bir gece içinde korkunç, iğrenç bir katil oldum. Şimdi karanlık bir çöldeyim! Bir hayvan gibi meyusum! Artık insanlık cennetine, “iyilik, doğruluk, güzellik” cennetine bir daha dönemeyeceğim. Son defa yalanlarımla aldattığım zavallı büyük ihtiyar da, benim gibi, mahiyetinin fiilinden ürküp kaçan, korkak bir sefili yine “faziletkâr” bilecek! Bu sefile “mabihüliftiharım!” diyecek.

NAMUS
Daha geceydi. Çoban yıldızı derinlerden dünya üzerindeki uyumuş sürülere bakan tek bir göz gibi parlıyor, koyu karanlıklara mavi bir ışık akıtıyordu. Hapishanenin ağır, demir kapısı acı bir küfür gürültüsü ile açıldı. Jandarmalar, elleri arkasına bağlanmış zayıf, cılız, ürkek bir adamı dışarı çıkardılar. Siyah arabanın dar kapısından sokmak için kollarından yukarı kaldırıyorlardı. Elleri bağlı adam sağındaki sakallı jandarmaya döndü:
“Nereye gidiyoruz, bre ağam?” diye sordu.
“Bilmiyor musun?”
“Bilmiyorum bre…”
“Deminden imam efendi sana ne dedi?”
“ ‘Lala, ala…’ diye bir şeyler söyledi. Ben: ‘Ne diyorsun?’ dedim. ‘Benim dediğimi söyle!’ dedi. Ben de onun dediğini anlamadan söyledim.”
“Öyleyse çok iyi ettin!” cevabını veren jandarma, mahkûmu arabanın içine tıktı. Kendi de yanına girdi. Dışarıda kalan genç jandarma üstlerinden kapıyı kilitledi. Mavi alaca karanlığın içinde kamçı sesi, atların nal takırtıları, demir tekerlek gürültüleri işitildi.
Penceresiz arabanın içi tıpkı bir kutu gibiydi. Köşesinde küçük bir fener, sarı ziyasıyla cidarlardaki gölgeleri titretiyordu. Mahkûm susmuyordu:
“Ağa, ben üşüyorum.” dedi. Tüfeğini yanına dayayan sakallı jandarma, tabakasından bir cigara sarıyordu. Güldü:
“Yarım saat sonra ısınırsın!” diye başını salladı.
Konuşmaya başladılar. Bozuk kaldırımların sarsıntısı habire sözlerini kesiyor, ikiye bölüyordu:
“Hamama mı gidiyoruz?”
“Hamama ama senin bildiğin hamam değil…”
“Nasıl?”
“Sabunu var, suyu yok…”
“Benim abdestim var bre ağam, niye beni hamama götürüyorsunuz?”
“Abdestini bozdurmak için!”
Mahkûm, jandarmanın alayından bir şey anlamıyordu. Sustu. O susunca, jandarma sormaya başladı:
“Ulan senin kabahatin neydi?”
Mahkûm, yarasına dokunulmuş bir adam gibi haykırdı:
“Namus, bre ağam, namus, namus, namus!”
Yerinden kalkıyor, çırpınıyordu. Bu namus heyecanı jandarmanın canını sıktı:
“Ulan, çingenede namus olur mu?” dedi.
“Neye olmasın ağam, çingene insan değil mi?”
“Karını başkasıyla mı yakaladın?”
“Hayır.”
“Kızını mı yakaladın?”
“Hayır.”
“Öyleyse niçin namus, namus diye bağırıp durursun? Ne oldu ki bakayım?”
Mahkûm çingene, felaketini hatırladı. Sarardı. Dudakları titriyordu. Hikâyesini anlattı:
“Bir akşam dereye, yıkanmaya gitmiştim. Biraz geç kaldım. Çadıra döndüm. Ah namus, bre namus! Bir de ne göreyim?”
“Ne gördün?”
“Ah namus bre! Namus ağam.”
“Söyle, canım, her vakit gördüğün bir şey olacak!”
“Hayır.”
“Ya ne gördün?”
“Karım, kız kardeşim, anam, halam, küçük kızlarım, yengem toplanmışlar. Bir şeye bakıyorlar, hem gülüyorlar.”
Jandarma bunu pek merak etti. Cigarasını ağzından çekti:
“Neye bakıyorlardı?”
Çingene tekrar: “Namus bre, namus!” diye kafasını arabanın cidarına çarptı:
“Bizim Çomar’a, Hasan’ın sarı erkek köpeği yapışmış. İçeri almışlar, seyrediyorlardı.”
Jandarma gülmekten katılıyordu:
“Ey, sonra?”
“Birdenbire hiddetlendim. ‘Sizin hiç utanmanız, arlanmanız yok mu?’ dedim. Elime çotranın[1 - Çotra: Ağaçtan yapılmış küçük su kabı.] yanındaki bir balta geçti…”
“Ey?”
“Hepsinin kafasına ayrı ayrı indirdim. Çomar’ıda ikiye böldüm. Hiçbiri kaçamadı. Hepsini geberttim.”
! ! ! !
.................
Jandarmanın cigarası parmaklarından düşmüştü. Çingene: “Namus bre, namus!” diye dövünüyor, araba daha ziyade sarsılıyor, daha ziyade takırdıyordu. Jandarma, karşısındaki sıska, kirli suratlı, pis herife bakarak yüreğinin çarptığını duyuyor, gayriihtiyari memleketinde Hıdırellez günleri yaptıkları eşek bayramını hatırlıyor, kendi namussuzluğuna şükrediyordu. Evet, bu çingene gibi içlerinde bir iki namuslu adam olsaydı, bütün kasaba halkını, Hıdırellez günü yaylada kılıçtan geçirmek icap edecekti.
Araba, katilin dokuz insanı baltayla kestiği yerde durdu. Burası bir şose kenarıydı. Küçük kapının kilidini açtılar. Önde elleri bağlı çingene, arkadan sakallı jandarma indi. Müddeiumumi, komiser, hâkim filan hepsi daha evvel gelmişlerdi. Arabalar bir katar gibi birbiri arkasına dizilmiş, yol boyunda duruyordu. Ortalık tamamıyla ağarmış, Çoban Yıldızı sönmüştü. Komiserle gelen jandarmalar, bir iskemleye binmişler, gülüşerek darağacının ipini sabunluyorlardı. Çingene, bu manzarayı görür görmez, gölgesinden ürkmüş bir Arap atı gibi şahlandı:
“Ay, beni asacak mısınız?” diye haykırdı. Kimse cevap vermedi. Herkes önüne bakıyordu. Komiser, elindeki yaftayı katilin boynuna geçirmek için ilerledi. Namus uğrunda şehit olacak bu biçareye karşı herkesin kalbinde sanki gizli bir muhabbet, gizli bir hürmet vardı! Hele beyaz sakallı hâkimin gözlerinden şıpır şıpır yaşlar damlıyordu. O, kırk senelik memuriyeti esnasında bu verdiği hüküm kadar ağır hiçbir vicdan azabı duymamıştı. Evet, çingene minge-ne… Fakat ne büyük bir namus telakkisiydi! Evet, ne büyük bir namus taassubu! Ama kanun… İşte o affetmiyordu. Ah, yoksa bizde “jüri” usulü olsaydı, hemen bu dokuz canı birden alan Azrail’den müthiş katili beraat ettirecekti. Gayriihtiyari komiserin önüne geçti. Acaba bu kadar yüksek bir namus niyetiyle yaşayan bir insanın ölmezden bir dakika evvelki son arzusu ne olabilirdi?
“Biraz dur!” dedi. Şaşırmış çingeneye hıçkıra hıçkıra yaklaştı. Dizleri, elleri, dudakları titriyordu.
“Allah kusurunu affetsin!” diye söze başladı. “Ben senin haklı olduğunu biliyorum. Ama ne yapalım? Başımız şeriate, kanuna bağlı! Dünyada son arzun ne? Bana söyle. Ne olsa yapacağım oğlum!”
Çingene, hâlâ sabunlanan ipe baktı. Sonra gözü yaşlı ihtiyar hâkime döndü:
“Ne arzum olacak? Ne olsa sizin gibi namertler yapmazlar.” dedi.
Hâkim elini kaldırdı:
“Vallahi, billahi, ne istersen yapacağım! Canımı istersen vereceğim! Söyle oğlum.”
“Söylemem, yapmazsın.”
“Yaparım.”
“Yapmazsın. Hepiniz yalancısınız. İnsanı aldatırsınız!”
“Aldatmam. Yaparım diyorum evladım.”
“Yapmazsın hâkim efendi. İşte bütün buradakiler şahit olsun, yapmazsın!”
Hâkim, kendine bakan memurlara, polislere, jandarmalara bir göz gezdirdi. Vaadini katiyyetle tekrarladı:
“Bunlar şahit olsun! Allah şahit olsun, yapacağım!”
Ağzında zapt ettiği hıçkırıklardan boğulacakmış gibi başını göğe kaldırıyordu. Doğru söylediği, sesinin azametinden, tavrının heybetinden, heyecanı ulviyetinden belliydi. Çingene biraz ferahlar gibi oldu. Gözleri parladı. Yutkundu, yutkundu. Heyet baştan aşağı kulak kesilmişti. Yaklaşan siyah ölümün soğukluğu hepsini sanki dondurmuş, taş kesmişti. Çingene öksürdü:
“Pekâlâ hâkim efendi.” dedi. “Senden istediğim bu: Hüsmen’in sarı köpeğini buldur. Gözlerinin önünde iğdiş yaptır. Herkesin ırzı, namusu kurtulsun.”
Hâkim, şaşkın şaşkın yüzüne bakarken, mahkûm susmuyor: “Namus bre namus… Yaptırmazsan ahirette iki elim yakanda kalsın!” diye jandarmaların kolları arasında çırpınıyordu.

ACIKLI BİR HİKÂYE

– İngiliz edebiyatından intihal —
Müthiş bir kış… Her taraf kar içinde… Dereler, tepeler donmuş! Tabii ağaçların yaprakları da dökülmüş… Ağaçları aklınıza getirmemize sebep, kendinizi, kutbu şimalide zannetmemenizi temin etmektir. Çünkü orada fok balıkları, penguenler, Eskimolar bulunur. Fiyorlar da vardır. Tam kutup noktasında pusula deli olmuş gibi dönmeye başlar.
Sadede gelelim: Her taraf kar içinde demiştik. Kar, yalnız evlerin çatılarını, Himalaya, Alp, Ural Dağları’nı örtmez ya… Alçak yerleri de beyaz bir Acem halısı gibi kaplar. Alçak yerlerin arasında hattı üstüva cihetlerini istisna etmek lazımdır. Çünkü kürei arz bir insana teşbih edilse, karnıyla sağrısı hattı üstüva olmak icap eder. Bununla beraber bu insanı çok şişman tahayyül etmelidir ki, karın kısmı en fırlak cihetleri olabilsin! Hattı üstüva, kürei arzın en alçak yeri değil, bilakis en yüksek yeridir. O hâlde niçin üstüne kar yağmıyor? Bu mesele henüz ilmin gizli bir sırrıdır. Tıpkı kanser, tifüs, İspanyol nezlesi mikrobu gibi… Medeniyet bir gün terakki edince bu sebep de keşfedilecek!
Biz sadedimize gelelim: Ne diyorduk? Kar yalnız çatıları örtmez, değil mi? Evet, yalnız çatıları örtmez. Sanki kırmızı kiremit kaplı bir çatıymış gibi toprağın üstünü de örter.
Bu örtü bazen bir metreyi geçer. Bazı soğuk memleketlerde patates, yer elması gibi meyveler, hayır, meyve değil zahireler, toprak altında kendi kendine yetişir. Galiba onların güneşe ihtiyaçları yoktur. Hem bir âlimin fikrine göre, bu nevi nebatat, arzın veremleriymiş! Belki dünyanın her tarafına verem, bunlardan sirayet etmiştir. Sanatoryumlar da…
Pardon, yine sadede gelelim: Kar her tarafı beyaz bir keçe gibi örtmüştü. Toprak gözle görülemiyordu. Toprağı görmek için karları süpürmek gerekirdi. Hâlbuki bu ameliye yalnız sokaklarda yapılır. Sokaklarsa kaldırım döşelidir. Üzerinde hiç yenecek bir şey bulunmaz. Gıdasını yerden alan hayvancıkların hâlini bir düşününüz! Bütün dünyanın yüzü şekersiz bir su dondurması kaplı. Bir avuç yeseler hemen donacaklar!
İşte yeryüzü böyle feci bir şekilde iken, bir bahçenin orta yerinde, minimini serçecik titreyip duruyordu! Fakat korkusundan değil! Çünkü yalnız korku için titrenilmez! Küçük ayakları mercanlar gibi donmuştu. Bir haftadır bir şey yememişti. Son yediği şey, bahçeden geçen bir çocuğun elinden düşürdüğü pasta parçasıydı. Artık ölecekti işte. Azrail etrafında dolaşıyordu. Zavallı serçe o kadar aç, o kadar biilaçtı ki… Açlıktan minimini ellerini, yani kanatlarını dizlerine vuruyor:
“Ölüyorum, ölüyorum!” diye ötmek istiyordu. Fakat ötemedi. Çünkü sesi çıkmadı, ötmek için sese ihtiyaç vardır. Ses ciğerlerde biriken havanın boğaza çarpması demektir. Çarpmak bir kuvvet neticesidir! Kuvvet olmayınca hareket olmaz. Hareket de hayatın ta kendisidir. Eğer arz dönmezse kıyamet kopar. Güneş olduğu yerde dursa hemen söner. Kutup Yıldızı bile…
Şey, sadede gelelim: Ne diyorduk? Minimini serçecik açlıktan ölmek, soğuktan donmak üzere idi… Onun bu ümitsiz hâli bütün kâinatı yaratan Allah’ın gözünden kaçmadı. Fırtına, tipi, bora içinde zavallı mahlukunun can çekişmekte olduğunu gördü. Oraya ağır yüklü bir sürücü atı gönderdi. Bu at kırmızıydı. Kuyruğunun ucu ile alnının orta yerinde beyaz lekeler vardı. İşte bu at serçenin bir metre yetmiş beş santimetre kadar uzağından geçiyorken, sanki ruhani bir ilhama mazhar olmuş gibi, gayet hayırlı bir şey yaptı. Yani oraya bir kucak taze gübre bıraktı. “Gübre” deyip geçmeyiniz. İnsan için el, ayak, kuş için kanat, geyik için boynuz, vapur için baca, tayyare için pervane ne ise, “gübre” de ziraat için odur! Gübresiz ekip biçme olmaz. Eğer atlar, eşekler bu maddeyi bize ihsan etmemiş olsalar, buğday yetişmez. Tarlalar cansız kalır. Tarlalar çöl olduktan sonra, biz de açlıktan mahvoluruz. Son zamanın âlimlerinden birkaçı “suni gübre” imaline kalkmışlardı. Eğer muvaffak olsalardı, tabii atlar da gübre yapmaktan vazgeçeceklerdi. Fakat o vakit ne yapacaklardı? Acaba yalnız asit ürik mi ifraz edeceklerdi? Neyse…
Biz yine sadede gelelim: Serçecik, bir metre yetmiş beş santimetre ötesinde gayet taze bir gübre yığınını görünce mahmur gözlerini açtı. Tin tin sıçradı. Bu hafif beyaz bir duman çıkaran koyu sarı maddenin başına geçti. İçindeki arpaları birer birer topladı. “Topladı” deyince bir yere biriktirdi sanmayınız. Topladıkça yuttu. Boş kursakçığı doldu, davul gibi şişti. Donan ayaklarına hararet geldi. Kanatlarını kımıldattı. Pırradak uçtu. Dama kondu. Avazı çıktığı kadar ötmeye başladı:
“Cik cik cik…”
Bu esnada bahçeye bir çocuk çıktı. Elinde bir av tüfeği vardı. Damın üzerinde cik cik öten serçeye baktı. Tüfeği kaldırdı. Cilalı, ceviz tahtasından mamul dipçiği sağ omuzunun oyluk kemiğine dayadı. Onun bu vaziyetini serçe görmüyor, habire:
“Cik, cik, cik…” diye ötüyordu. Çocuk güzel bir nişan aldı. Sağ elinin şehadet parmağının ilk boğumuyla tetiği çekti: Bum… Serçecik vuruldu. Ölüsü karların üzerine düştü!
Kıssadan hisse:
İnsan bir “halt” ettiği zaman damın üzerine çıkıp bağırmamalıdır!
“Darwin”in sözüne inanmalı. Evet, insanlar mutlaka maymundan türemişler! Çünkü işte neyi görsek hemen taklit ediyoruz: oturmayı, kalkmayı, içmeyi, yürümeyi, durmayı, hasılı hasılı her şeyi…
Ne kadar adamlar vardır ki, hiç ihtiyaçları yokken “monokl” dediğimiz tek gözlükleri takarlar. Çünkü terzide seyrettikleri moda albümlerindeki resimler tek gözlüklüdür.

KESİK BIYIK
Neyse… Lafı uzatmayayım. Ben de taklitçinin birisiyim. Her modayı yaparım. Altı, yedi sene evvel, gördüm ki, herkes bıyıklarını Amerikanvari kesiyor. Benim de hemen kestirdiğimi tabii tahmin edersiniz. Ah, evet, ben de kestirdim; ben de pala bıyıklarımı sırf taklitçilik gayretiyle kestirdim. Hakikaten “Darwin”in istediği gibi ecdadıma benzedim.
Fakat ilk zamanlar o kadar utandım ki, size tarif edemem. Hele ilk gün bir arkadaşa rastlamayayım diye arka sokaklardan eve geldim. Kapıyı açan evlatlık beni bu hâlde görünce dehşetli bir nara attı. Kurt görmüş bir kısrak heyecanıyla, haykıra haykıra kaçtı. Ben kapıyı iterek yukarı çıktım. Hınzır kız, kim bilir anneme neler söylemiş? Annem odama geldi. Ben, dişlerim ağırıyormuş gibi ağzımı tutuyor, bıyıklarımı göstermiyordum:
“Ah hain alçak! Artık benim evladım değilsin!” dedi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Zavallı, kansız elleri titriyor; yüreğinin şiddetle çarpması, derin derin geğirmeler, göğsünü, başını sarsıyordu.
“Niçin anneciğim?” dedim.
“Niçin mi?” diye inledi. “Hani bıyıkların?”
“Bıyıklarımı kesmekle niçin alçak, niçin hain olayım?”
Annem, daha beter ağlamaya, daha beter geğirmeye başladı.
“Beni anlamaz mı sanıyorsun?” dedi. “Bıyıklarını farmasonlar[2 - Farmason: Mason; halk dilinde dinsiz, imansız.] keserlermiş. Demek, sen de farmasonmuşsun! Verdiğim süt sana haram olsun! Ah! Demek sen de farmasonmuşsun da, bizim haberimiz yokmuş…”
Ben, her ne kadar bu rezaleti sırf taklitçilik yüzünden, hem âdeta haberim olmadan yaptığımı anlatmaya kalktımsa da, hiç para etmedi. Annem daha beter ağladı. Laflarıma inanmıyordu. Dizlerini döverek: “Seni doğuracağıma, keşke cehennem taşları doğuraydım!” diye çırpınıyordu.
Tam bu esnada baba da gelmez mi! Evlatlık kız, bıyıklarımın hâlini ona da yetiştirmiş. Aralık kalan kapımdan onu, kalın bastonuyla beraber yukarı çıkmış görünce titredim. Korkmadım desem, yalan söylemiş olurum. Mahvolduğumu anladım. Babam hızla içeri girdi. Ben hâlâ ellerimle bıyıklarımı kapalı tutuyordum. Bastonunu havada savurarak:
“Aç bakayım ellerini!” diye haykırdı. Artık iş çatallaşmıştı. Hemen bir yalan uydurdum:
“Babacığım, bugün cigaramı yakarken kazara bıyığımın bir tarafını tutuşturdum… Onun için kestirdim.”
Ama bizim ihtiyarda hacı gözü yoktu:
“Sen bana dolma yutturamazsın!” dedi. “Sokakları dolduran züppelerin hepsinin bıyıkları kibritle mi yandı?”
Sustum. Cevap vermedim.
Babam açtı ağzını, yumdu gözünü… Öyle şeyler söyledi ki, ben burada mümkün değil tekrarlayamam. Fesinin püskülünü önüne getirmek, bıyıklarını kesmek, hep bir şeye delalet edermiş… Öyle pis bir şeye ki…
Babamın hiddeti karşısında ne yapacağımı şaşırıyor, “Bıyıklarımı keseceğime keşke kafamı kesseydim!” diye içimi çekiyordum. Babam son sözünü söyledi. Beni reddetti. Evden kovdu.
“Hemen çık!” dedi. “Bir daha sakın buraya geleyim deme! Çünkü artık bıyıkların çıksa bile, namusun yerine gelmez…”
Ne yapayım? Çarnaçar çıktım. Gidecek yerim yoktu. Aklıma Topkapı’da bir arkadaşım geldi. “Bari gidip ona misafir olayım.” dedim.
Tramvay yoluna doğru yürüdüm. Köşe başında bizim sporcu arkadaşları gördüm. Bana gözleri ilişince:
“Bonjur, bonjur!” diye haykırıştılar. “İşte şimdi adama benzedin. Neydi o pala bıyıklar! Mezardan kalkmış bir yeniçeri ağası gibi…”
Ne cevap, ne selam verdim. Yürüdüm. Annemin, babamın ayrı ayrı manalar verdiği felaketimi bu beyler çok muvafık, çok hoş buluyorlardı.
Topkapı tramvayına bindim. İçerisi tenha idi. Kabahatli gibi, bir tarafa iliştim. Geldi, yanıma abani sarıklı, kır sakallı bir hoca efendi oturdu.
Biletimi aldım. Ara sıra dışarı bakıyordum. Gözüm hoca efendiye kaçtı. Dikkat ettim. Dik dik bana bakıyor… Yüreğim hop etti. “Sakın bu da bıyıklarım için küfrüme hükmetmesin…” diyordum. Yüreğimin çarpması gittikçe ziyadeleşti. Kalkmak, dışarı kaçmak istedim. Hazırlanıyor, kımıldanıyordum. Hoca efendi gülümsedi:
“Eksik olmayınız oğlum. Var olunuz!” dedi. Heyecanıma şimdi hayret de karışmıştı
“Niçin efendim?” diye sordum.
“Sizin gibi şık gençleri sünnetli görmek, bizim için en büyük bir iftihardır!” dedi. Anlamadım. Hassaten bir yere bakmak istemiyormuşum gibi yavaşça gözlerimi önüme indirdim. Hayır… Evet hayır…
Tekrar sordum:
“Fakat, sünnetli olduğumu nereden anladınız, efendim?”
Hoca güldü:
“İşte bıyıklarınızı kestirmişsiniz ya oğlum.” dedi. “Bu sünneti şerif değil midir?”
!

ÜÇ NASİHAT

– Halk edebiyatından —
Durmuş’un bir anasından başka kimsesi yoktu. Fakirdi. Amma gençti. Kuvvetli idi. Öküzünün biri ölünce tarlasını süremedi. Para kazanmak, tekrar çiftini düzebilmek için gurbete gitmeye karar verdi. Gurbet, İstanbul demektir. Köyde kim çaresiz kalırsa, kimin işi bozulursa, İstanbul yolunu tutar. Durmuş da torbasını omuzladı. Çarıklarını sıktı. Eline bir değnek aldı. Gurbetçilerin arasına katıldı. Dere tepe aştı. Nihayet İstanbul’a geldi, iki gün hemşehrilerinin kahvesinde pinekledi. Ne iş tutacağını bilmiyordu. Bir sanatı yoktu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/gizli-mabet-69428287/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Çotra: Ağaçtan yapılmış küçük su kabı.

2
Farmason: Mason; halk dilinde dinsiz, imansız.
Gizli Mabet Омер Сейфеддин

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

  • Добавить отзыв