Vah
Ahmet Mithat Efendi
Güzelliği başa bela fakat bir o kadar da iffetli, evli bir kadın olan Ferdane Hanım, onu hırsına yenik düşerek haksız yere rezil etmeye çalışan ve bu sebeple de namuslu bir kocayı helak olmakla baş başa bırakan Behçet Bey, Ferdane Hanım’ın baş döndüren dış güzelliğinden ziyade iç güzelliğine vurulan Necati Efendi… Vah, Ahmet Mithat Efendi’nin usta kaleminden dökülen, okurken her daim kendinize “Cani kim?”, “Zalim ve mazlum kim?” sorularını sorduran ve cevabını ararken sizi sürükleyip götüren akıcı ve etkileyici bir romandır. Ahmet Mithat Efendi dönemin sosyal yaşamını ve İstanbul’unu merak uyandıran olay örgüsü ile ustaca hikâye ederek okuyucuya sunmaktadır. "Despino bu haberi verdiği zaman Necati bir kere "Vaahh!" dedi. Ve işte bu vah yalnız bir heceden ibaret bulunan şu kelimenin en müthiş manasına delalet edecek bir surette telaffuz olunmuştu."
Ahmet Mithat Efendi
Vah
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
Kemal Timur, 1969 yılında Besni’nin Yazı Yalankoz Köyü’nde doğdu. 1993’te Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans, 1995’te yüksek lisans, 2001’de doktora öğrenimini tamamladı. Türkiye’nin farklı illerinde bulunan Kredi Yurtlar Kurumu öğrencilerine Safahat atölyesi çerçevesinde Mehmet Akif ve Safahat Okumaları konusunda seminerler verdi. Çeşitli kitap ve dergilerde editörlük görevinde bulundu. Yeni Türk Edebiyatı alanında yirmi üç kitaba imza attı. Halen Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki görevini sürdürmektedir.
Eserlerinden Bazıları: Türk Romanında Dinler ve İnançlar 1872-1896, Ömer Seyfettin’in Kaleminden Şair ve Yazarlar, Meçhule Yolculuk Türk Romanında Sürgün.
Yayına Hazırladığı – Sadeleştirdiği Eserlerden Bazıları: Hasan Mellah, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Müşahedat, Altın Âşıkları, Paris’te Bir Türk, Dürdane Hanım, Jön Türk, Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş?, Mesail-i Muğlaka, Çengi, Cinli Han, Bahtiyarlık.
VAH
BİR HECENİN HÜKMÜ
BİRİNCİ BÖLÜM
Vah! Bir hece! Yalnız bir hece! Ama ne kadar manaları, ne kadar hükümleri kapsayan bir hece!
Bir heceden ibaret olan bu kelime sair binlerce kelimelerin telaffuz olundukları gibi şöyle sadece telaffuz olunmaz. Tek başına telaffuz ediliverdiği zaman bu kelimeden pek de bir mana çıkmaz.
Bu kelimenin söyleniş tarzını tayin için şunu da düşünmelidir ki sair kelimelerin bir kısmı yalnız insanın dudaklarından çıktığı ve birtakım dişler arasından veya dil ucundan ve nihayet bazıları boğazımdan geldiği hâlde bir heceden ibaret bulunan bu kelimenin ilk harfi üst ön dişler ile alt dudağı sanki bir kilit açarcasına açtıktan sonra son harfi âdeta ciğerlerden kopup geliyormuşçasına bir suretle ağızdan çıkar. “Ah cân-gâh!” derler. Lüzumu kadar derinden gelen vah, “cân-gâh”a nispetle bir isimden ibaret kalır.
Bu kelime ne kadar derinden gelerek ne kadar şiddetle ağızdan çıkarsa hükmü de o kadar artar. Alelade ifade edilmesi için tecvit ilminde öğrendiğimiz gibi bundaki med harfi dört elif miktarı çekmek belki yeterli gelirse de bazı hususi hâllere binaen bu kelimecik öyle fevkalade bir surette ifade olunur ki dört elif miktarı değil; kırk elif, dört yüz elif, dört bin elif miktarı çekilse yine kalbe kanaat gelemez.
Vah! Hele şöyle bir şiddetlice ifade olunduğu suretteki hükmüne dikkat olunsun. Öncelikle pek büyük bir ümitsizliğe delalet ettiği görülmez mi?
Yalnız “ah!” eden adamın bu kadar büyük ümitsizliğine hükmedemezsiniz. “Âh-ı cân-gâh” henüz ümitsizliğe düçar olmayan ve belki de birçok cihetlerce ümit ve beklenti hâlinde bulunan adamlarda görülür. Fakat “Vah!..” böyle midir?
Hâlbuki bu yegâne hecenin işaret ettiği ümitsizlik öyle sıradan bir ümitsizlik dahi değildir. Bu lafzın hususi bir surette ifade edilmesi hâlinde bir de büyük pişmanlık manası anlaşılır. Hem öyle bir pişmanlık ki artık elden çıkışı o pişmanlığa sebep olan şeyin bir daha ele girebilmesine dahi ihtimal bırakmamıştır.
“Vah!..” denildiği zaman anlaşılan pişmanlık ve ümitsizlik, birçok hâle göre başkalarının pişmanlığı ve ümitsizliği olmakla beraber bu yegâne heceyi ifade edenin dahi o ümitsizliğe, o pişmanlığa iştirakini gösterir. Ancak bazı kere bu hececik, ta insanın ciğerlerinden kabarıp gelen çok hüzünlü, üzüntülü, tesirli ve ümitsizce nefesle beraber o kadar acı acı çıkar gelir ki o hâldeki pişmanlığın ve ümitsizliğin başkalarında vukua gelmiş bir şey olması ihtimali kalkarak her kusur, her kabahat bu acı kelimeyi ifade edenden çıktığını gösterir. “Vah”ın bu suretteki manası ise insanın kendi nefsini kınamasından ibaret olur.
Aman ya Rab! Yalnız bir hecedeki hüküm ne büyük hüküm, bundaki kuvvet ne büyük kuvvetmiş.
Hâlbuki bunun, hecenin hüküm ve kuvvetini nazarıdikkat ve ehemmiyette güzelce tayin için yalnız bu kadarcık izah dahi yeterli olamaz.
Bu kelimecik, hususi bir tavır ile söylenmesinde nihayet bir hükmü daha görülür ki asıl dikkat olunacak hüküm dahi işte o hükümdür. Bazı kimseler bir şeyi, mesela gül renginde görür. İçi kararan ve üzüntülü olan baktığında ise onu simsiyah görür. Bu konuda kendisine edilen nasihatlerin tümünü reddeder. Tüm dünyayı haksız, yalnız kendisini haklı görür. Bir de hiç şahit olmadığı müthiş bir hakikati birdenbire siyah yüzü ve dehşetli nazarı önünde tecelli edince, işte o zaman o biçare adamcağız bir heceden ibaret olmak üzere bir “vâh!..” çeker ki bundaki uzatma harfi olan harf-i meddi ölçmek için elifler değil; metreler lazım gelir.
Şimdi bu hâlde, o bir hececik, o zamana kadar kendisini uyarmaya çalışanların tümünün haklı ve yalnız kendisinin haksız olduğunu gösterir. Dolayısıyla elden giden şeye ümitsizce olan bir nazarla bakakaldıktan sonra kendi gaflet ve ahmaklığının dahi sonsuza kadar düzeltilemeyeceği anlamına gelir ki insanlığımız için bu acayip kelimenin bu suretle ifade edilmesine lüzum görülmemesi için dua eder isek “âmin” demek dahi okuyucularımız üzerine bir borç hükmünü alır.
Vah lafzının garip hükümlerinden olmak üzere bir hükmü daha vardır:
Bu lafız her zaman feci olaylar üzerine söylenmez. Bazı kere pek gülünmesi gereken anlarda dahi ağızdan çıkar. Mesela bazen ta ciğerlerinden kopup ağzından, burnundan alevler saçarak “vah!..” diyen bir adamın hâline ağlanmak lazım geldiği hâlde, bazı kere dahi o kadar gülünmesi gerekir ki o anda âdeta insanın kasıkları ağrır.
Böylelerinden bir tanesine kendimiz tesadüf ettik. Köprü yanında bazı Ermeni ve Yahudi balıkçıları olta ile balık avlıyorlardı. İşsiz güçsüz adam mı ararsınız? Bunlardan yüzlerce adam dahi köprünün parmaklığına abanarak seyrediyorlardı. Uzun şapkalı bir mösyö bir de fesli arkadaşıyla beraber geldi. Şapkalı adam balıkçıları seyretmek istediği hâlde arkadaşı mâni olmaya çalışıyordu. Onun arzusu, berikinin hareketleri epeyce bir münazara ve mücadele suretini alarak ve hatta balıkçıları temaşa eden yüzlerce adam o temaşayı bırakarak bunları seyretmeye başladılar.
Nihayet şapkalı efendi, balıkçıya bakayım derken şapkayı denize düşürmez mi?
Arkası sıra dahi bir “vah!..” demez mi?
Hâlbuki vah diyenlere herkesin acıması lazım gelirken, yüzlerce adam bu mösyöye karşı kahkahalarla gülmeye başladılar.
Gerçi şu müşahede, şu misal ilk nazarda pek ehemmiyetsiz görülür. Ancak vah hecesinde hüküm ve kuvvetin feci suretten, gülünç duruma nasıl dönüştüğünü göstermek için bu kadar sıradan, bu kadar ehemmiyetsiz bir misalin kifayet edebilmesi de her ciheti acayip olan bu kelimenin garip durumundan kaynaklanıyor.
Yoksa bu kelimenin farklı zamanlarda ve farklı tarzlarda ifadesi, yerine göre nasıl değiştiğini göstermek için başka örnekler de verilebilir.
Yine vah hecesinin garipliklerinden olmak üzere sair birçok lafızların tekrarı suretiyle söylenmesi, mana ve hükmünü pekiştirirken; bazen de bu lafzın tekraren söylenmesi bilakis asıl hükmünü azaltır. “Vah! Vah vah! Vah!” denildiği zaman asıl hüküm ve şiddeti ilk vahta olur. Diğerlerinde ise kuvvet gittikçe azalarak nihayet lafız da hüküm de söner gider. Şu dört vahı ifade için sarf olunacak nefes, defaten, yalnız bir vahı ifade için sarf edilecek olsaydı, yalnız o bir tek hecenin hüküm ve kuvveti diğer dördünün dahi hüküm ve kuvvetinden ziyade olurdu.
Bir heceden ibaret olan şu lafzın hükmünü tayinde sözü bu kadar uzatmış olmamız garipsenmesin. Bu lafzı öyle bir hikâyeye isim olarak koyuyoruz ki neticesi en parlak bir vaha dönüşecek ve şu bir tek hecedeki asıl hüküm, asıl kuvvet dahi o zaman görülecektir. Yüzlerce sahifelik olaya, hem isim ve hem de netice olacak bir hece için şöyle ön söz vadisinde birkaç satır yazmayı çok görmek insaf mıdır?
İKİNCİ BÖLÜM
TEB’İYYETİ MÜŞKÜL BİR MESLEK-İ HİKMET[1 - Anlaşılması zor olan, hikmetli ve felsefi bir meslek ya da yol.]
Şirket-i Hayriye’nin, Büyük Dere’den kalkarak Anadolu kenarı ile köprüye gelen vapurları, bazı kere Üsküdar’a dahi uğrarlar.
Bin iki yüz doksan şu kadar senesinin yaz mevsiminde bir pazar günü idi ki Anadolu vapuru yine Üsküdar’a uğruyordu.
Vapurlara binen yolcular her zaman maksatları olan menzillerine bir an evvel varmak arzusunda bulunduklarından Anadolu yakası vapurları ne vakit Üsküdar’a dahi uğrayacak olurlarsa kaybolacak bir dakikalık zamandan dolayı yolcular genellikle rahatsız olurlar.
Kıç tarafta, yani birinci mevki olmak üzere tayin olunan yerde iki arkadaş bulunuyordu. Bunlardan birisi vapurun Üsküdar’a uğramasından dolayı fevkalade üzüntülü görünürken diğeri bilakis mutlu görünmekteydi.
Birbiriyle ettikleri sohbete göre bunlardan birisinin ismi Necati ve diğerinin ismi Behçet olduğu anlaşılmaktaydı. Vapurun Üsküdar’a uğramasından dolayı üzüntülü görüneni Behçet ve neşeli görüneni dahi Necati idi.
Şirket vapurlarının şu kıç taraftaki mevkilerine oturan adamların orayı tercihine ekseriyet üzere sebep olan şey, kadınların kıç tarafında kendilerine mahsus olan yere varmak için erkek efendilerin önlerinden geçmeye mecbur olmalarındandır.
Hatta bazı süslü efendiler kadınlarla erkeklerin arasını engelleyen perdenin ta yanına oturarak öte tarafta bulunan kadın ile vücudunu temas ettirmekten dahi lezzet alırlardı. Eğer bahtına bu kadın yetmiş beş yaşında bir koca karı veyahut dolma satmak için Köprü üzerine giden ihtiyar bir Arap cariye olmayıp da genç, güzel ve hâl ve tavrından zekâsı anlaşılır, söz anlar bir şey olursa o zaman zampara efendi de:
“Hulle-i cennet olursa çekeyim çâk edeyim
Dem-i vaslında bana hâil olur pîrehenim”[2 - Vuslat anında bana engel ve perde olan gömleğimi cennet elbisesi dahi olsa çekip yırtayım.]
beytini okuyarak daha önce münasebeti olsun olmasın şu perdenin engelinden dolayı edeceği şikâyetleri dinlemeli.
İşte kıç taraftaki mevkinin bu gibi özelliklerinden dolayı pek çok efendiler orasını tercih ederler. Hatta bazı kere iskeleler geldiği zaman dışarıya çıkmak için acele olarak erkekler önüne dizilen hanımların, vapur iskeleye çarpmakla meydana gelen hareketlerden dolayı erkeklerin kucaklarına düştükleri dahi vaki olur.
Necati Efendi ile Behçet Bey dahi kıç tarafındaki mevkide oturuyorlar idiyse de burasını tercihlerine sebep şöyle kadınları temaşa gibi bir maksatları olup olmadığı ta Boğaz’ın üst taraflarından beri devam eden yolculukları müddetince hiçbir hâl ve tavırlarından anlaşılmamıştır.
Vapur, Üsküdar iskelesine yanaşıp da iskele memuru kaz gibi müşteri kapamağa mahsus olan parmaklık kapısını açtığında kadınlar tarafından çıkan yaşlı, genç elli altmış kadar kadın arasında bir tanesi derhâl dikkat çekti.
Bu kadının ilk dikkat çekişi bu idi ki buna “serv-i revân”[3 - Yürüyen servi boylu güzel.] diyecek olan şair her ne kadar şu mübalağasından dolayı methe yakın bir tenkitle kadıncağızı hicvetmiş ise de bu hanım mevcut olan kadınların en uzunundan şüphesiz beş parmak daha uzundu. Bu hâlde kısa boylu kadınların değil; orta boylu kadınların bile başları ancak kendisinin çene altına varabiliyordu ve dolayısıyla kendisinin güzel başı, hepsinin biraz daha üstünde görüldüğünden dikkatli nazarları çekiyordu.
Güzel baş mı? Amma yaptınız ha! Güzel olduğu öyle hemen çarçabuk anlaşılır mı?
Osmanlı hanımları için şu ince yaşmak kadar yakışan bir başlık daha tasavvur edebilenlerin alınlarına çelenk takarız. Gerçi pek kalınları tümüyle güzelliğini kapatır ve pek inceleri dahi yüzde olan azalarını ifşa ederse de bazı orta hâlli yaşmaklar vardır ki kadınların yüzüne yakışmakla letafetini arttırmak hususunda onların gördükleri hizmeti hiçbir şeyin görebilmesi mümkün değildir. Avrupalı kadınların dahi yüzlerine birer tül örtmeleri Müslüman kadınları taklitten ibaret ise de bu hususta asla muvaffak olamadıklarını kendileri dahi itiraf ederler.
Dolayısıyla yaşmaklı bir kadın biraz da uzaktan görülürse genellikle insana güzel görünür. Hele kendisi de haddizatında biraz güzelce ve gözleri parlak ve burnu ufak olursa daha ziyade güzel görünür ya!
Hâlbuki uzun boylu hanımın başı ve yüzü hakikaten nazarlara hayret verecek derecede güzeldi.
Burada şu güzelliği tasvir için gözleri şöyle, kaşları böyle diye uzun uzadıya şairce bir ayrıntıya girmeye lüzum var mıdır?
Zannımıza kalırsa okuyucularımız bu yoldaki şairce olan ayrıntılardan zaten bıkıp usanmışlardır!
Ne hacet? Böyle vapurlarda veyahut Köprü üzerinde veya sokakta falanda bir güzel kadın gördüğünüz zamanlar gözlerinizin iradenizin dışında o kadının üzerine çevrilmesi, sadece kadının güzelliğini şairce tasvir etmek için midir?
Estağfurullah! Bu temayül ve teveccüh bir saniyelik, bir anlık bir şeydir ki o saniyede, o anda şairlerin şöyle kaş, böyle göz, şu biçim dudak, bu şekil burun diye ettikleri benzetmeler hatıra ve hayale bile gelmez. Yine o anda bu güzelliklerin neden ibaret olduğu henüz tayin edilememiş olduğundan, daha çok bu ilk dikkatlerin ona yönelmesi kadının güzelliğindendir.
Buna göre artık uzun boylu hanımın başını “güzel” diye vasıflandırmamızı şüphesiz garipsemezsiniz. Dolayısıyla eğer bu söz sizin nazarınızda kabul görmez ise bile, vapur içinde elli altmış kadar adamlar nezdinde kabul görmüştür. Zira tüm nazarlar bu kadına çevrilmişti. Hatta henüz iskele üzerinde bulundukları hâlde vapura girmeye çalışan yolcuların da âdeta tümü bu kadını görmek için başlarını geriye çevirmekten önlerini göremiyorlardı. Dolayısıyla hemen kapanıp düşmek derecelerinde tehlikelerden kendilerini kurtaramıyorlardı.
Ya kadın ne kadar serbest tavırlı bir şeydi? Bütün nazarlar kendisine çevrildiği hâlde kendisi olanları asla takmıyordu. Gözünü istediği tarafa çeviriyor ve kâh tebessüm ve kâh dikkatle etrafa bakıyordu ve âdeta dünya umurunda değilmiş gibi bir vurdumduymazlık tavrı gösteriyordu.
Gerçekten hızlıca olan bir yürüyüşle vapura geldi. İki tarafı demirli olan malum iskeleden geçip vapura girdi. Büyük bir azametle erkeklerin dahi arasından geçip kadınlar mahalline vardı.
Herkes bu kadına bakıyor dedik ya! Hakikaten herkes bu kadına bakıyordu. Hatta bizim Necati Efendi ile Behçet dahi baktılar.
Behçet dedi ki:
“Vapurun Üsküdar’a yanaşmasını bir musibet olmak üzere telakki eyledik ama musibet değil; tam bir saadetmiş.”
Necati: “Neden?”
“Ya vapur Üsküdar’a yanaşmamış olsaydı; bu gönül açan güzeli nereden görürdük?”
“Ona ne şüphe? Hem baksana ne kadar serbest? Bu kadar serbest olan bir kadın? Hım!..”
“O hım ne oluyor? Yani bu kadar serbest olan bir kadından bir şey mi ümit etmektesin?”
“Nereden ümit edeyim? Göze yasak mı olur?”
“Olur! Yasak denilen şey göze dahi olur. Hem de el malıdır.”
“Acayip! Yeni yeni hikmetler mi icat ediyorsunuz?”
“Hikmet denilen şey hakikat demektir. Hakikat ise ezelî ve ebedî olan Cenabıhakk’a mahsustur. Zaten Cenabıhak dahi bizzat bir hakikat değil midir?”
“Ha oğlum ha! Birdenbire ne kadar derinleştik?”
“Derinleşmek demek ne demek? Derini sığı var mı?”
“Acayip! Şimdi göze yasak olacak ha? Bu yasağı kim etmiş?”
“Benim kendi vicdanım!”
“Ne o? Korkarım sen aklını bozuyorsun Necati! Gerçi seni bir filozof adam tanır idiysem de mecnun tanımazdım. Toptaşı, nah işte şurada yakındadır.”
“Sana bir şey sorayım da deli divane ben isem sen beni Toptaşı’na gönder. Yok, haksız sen isen ben yine seni ayıplayamam. Fakat insafın önünde sen kendi kendini muhakeme et.”
Behçet Bey arkadaşının hemen habbeyi kubbe edercesine bahiste ileriye vardığını görünce bir aralık durup dikkatle yüzüne baktı.
Bu dikkatini Necati dahi fark etti ve dedi ki:
“Hayır, hayır! Telaş etme! Maksat eğlence değil mi? Seni ben bir hakikate vâkıf edeceğim. Şu kadının yüzüne bakmak sence bir faydadır ya! Bir kârdır. Bir nimettir.”
“Öyle ya! Böyle güzel kadınlara ‘göz kapan’ demezler mi? Onlara baktığı zaman insanın gözleri güzelleşir, parlaklaşır. Bu ise büyük bir istifadedir.
Hâlbuki her istifade bir kıymet, bir ücret karşılığında yapılır. Vapura binmek dahi bir istifadedir ama bilet parası verilmeli. Hele iyi bir mevkide oturmak daha ziyade bir istifadedir ama bir kuruş fazla vermeli. Ya şu kadından ettiğin veyahut edeceğin istifade için ne kıymet takdir ettin? Kaç para verdin?”
“Edeceğim istifade için mi? Oo! Onun kıymeti epeyce ziyadedir.”
“Zevzekliğe mahal yoktur Behçet! Şu göz alıcı kadını temaşadan lezzet almak ve istifade için ne verdin? Veyahut ne vereceksin!”
“Zevzeksin be Necati! Panorama mı temaşa ediyoruz?”
“Panorama temaşa etsen bu kadar lezzet alır mıydın? Hâlbuki en adi bir panorama için dahi kırk para temaşa ücreti alırlar.”
“Öyle ise sorunuz hanımefendiye de temaşa ücreti ne ise verelim.”
“Hayır, hanımefendi kendisini temaşa ettirerek ticaret etmeye çıkmamış!”
“Öyle ise beni ne hakla menediyorsun?”
“Sen kendi kendini hakka riayet mecburiyetiyle menetmelisin! Düşünmelisin ki bu kadının mutlaka bir sahibi vardır. Herif karısını giydirmiş, kuşatmış, süslemiş, donatmış. Fakat senin için değil. Ancak kendi zevki için! Şimdi sen ona kötü nazarla bakacak olursan âdeta herifin kendisindeki akçeye göz dikmiş olursun. Bu ise feci bir hırsızlık değil midir?”
“Ya bu hanımın bir sahibi yoksa? Ya mutlaka erkekler bana baksınlar diye giyinmiş, kuşanmış, süslenmiş, bezenmiş ise?”
“O hâlde kendisini bir panorama ederek el âleme temaşa ettirmekle ticarete çıkmış sayacaksın, değil mi? Hâlbuki bu kadın kendi hakkında öyle bir hüküm verebilmesi için hiçbir kimseye cesaret verecek bir hâl ve tavırda bulunmadı.”
Necati bu sözleri latife suretiyle değil; âdeta pek ciddi olarak söylüyordu. Dolayısıyla bir zamana kadar bu sözleri şaka sayan Behçet dahi sözün ciddileştiğini görünce dedi ki:
“Ee, ne yapalım canım? Gözlerimizi yumalım mı?”
“Hayır, yummayalım da! Fakat bizim kendi elimizde olmayan bir kadına o kadar arzuyla ve istekle bakmayalım. Bu kadına sadece bir bakış, vicdanen ve hikmeten yasak değildir. Bir güzel arabaya bakıldığı gibi bir güzel kadına dahi bakılır. Fakat göz ile süzer derecesinde hırsla, büyük bir arzuyla bakmak hukuken ve hikmeten uygun değildir. Hem de sende birazcık mertçe hasletler varsa böyle bakışların erkeklik gayretine de yakışmayacağını hükmedersin. Zira gönlün böyle bir kadını hakikaten beğenip sevmiş olursa ve o kadına ulaşmak mümkün olmazsa o hâlde onun sahibiyle kıskançlık derecesinde bir rağbete girersin ve her gün bu kıskançlık ile için yanar durur. Sen ağzının sularını akıtmakla kalırsın. Onun sahibi ise o nazlının ve güzelin sefasını sürer. Böyle olmaktan ise o kadına hiç hırslı ve hevesli bir nazarla bakmamak hikmete daha muvafık düşmez mi?
Söz bu dereceyi buluncaya kadar vapur dahi Kız Kulesi’ni geçmişti. Hâlbuki uzun boylu güzel hanım ta kıç üzerinde öyle bir vaziyetle oturmuştu ki Behçet Efendi oturduğu yerden hanımı görüp temaşa edebilmekteydi. Dolayısıyla Necati’yi susturmak için dedi ki:
“Hakikaten hikmete muvafık söz söylüyorsun kardeşim! Fakat çözülmesi zor bir meslek-i hikmet!”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BİR TAKİP
Uzun boylu güzel hanım, kıç üzerinde oturmuş ve eline bir de sigara alıp yaşmağını sıyırmış olduğu hâlde Marmara denizi üzerine doğru nazarlarını çevirmişti. Aralıkta bir kere erkekler tarafına da bakarak kendi gözü, bazen Behçet Bey gibi bazı erkeklerin gözleriyle karşılaştığı hâlde öyle pek mahcup bazı kadınların yaptıkları gibi gözlerini indirmiyor ve erkeklerin gözleri içine bakmakta dahi bir endişe duymuyordu.
Kadının şu serbest tavrı Behçet Beyin ümidini arttırdı. Kendi kendisine dedi ki:
“Ahmak Necati! Sen artık ne kadar hikmetli laflar edersen et! Bu servi boylu olan güzel hanım, senin anladığın gibi değil. Âdeta kendisini erkeklere beğendirmek için kendisine çekidüzen vermiş olduğundan yüzüne bakmak ve kendisine dikkat etmemek kadının arzularına mugayir düşüyor ve asla memnuniyete de sebep olmuyordu. Böyle kadınlar erkeklerin dikkatli nazarlarına ne kadar mazhar olurlarsa kendilerini o kadar bahtiyar sayarlar.”
Necati Efendi hâla arkadaşına hikmet dersi vermeye çalışıyor ve Behçet Bey onun söylediklerini hiç de kulak vermediği hâlde ara vermeden diyordu ki:
“Erkek kısmı alicenap olmalıdır. Tokgözlülük dahi alicenaplığın birinci şartıdır. Bir insan görsen ki karşısında meyve yiyen bir adama dikkatli gözlerini dikerek ağzını sulandırıyor, bu arsız herife ‘insan’ ismini layık görür müsün? Heyhat! Karşısındaki adamın meyve yemesine öyle hasretli bir nazarla bakacağına kendisi dahi kudreti yettiği kadar meyve alıp yesin. Karı meselesi dahi aynen böyledir. Güzel karılara karşı ağzının suyunu akıtmaktan ise hâline göre bir kadın dahi sen alıp sefana bakarsın. Bu hakikati görmek için uzun uzadıya felsefe ilmi okumaya gerek yoktur. Zihni yerinde, vicdanı doğru olan herkes ne kadar cahil olursa olsun bu hakikati görüp takdir edebilir.”
Necati Efendinin şu yoldaki felsefi düşüncesi Behçet Beyin kulağına bile girmediğini anladınız ya?
O dahi kendi kendisine diyordu ki:
“Şimdi şu hanım kimin nesi olduğunu öğrenmeksizin bu görüşmeyi ilk ve son görüşme sayarak hemen yoluma gidiverecek miyim? Ne mümkün? İstanbul denilen şehir, malum sınırlar ile çevrili bir kaptır. Bu kadın da billur kavanoz içindeki balık gibi o kabın içinde muhafaza edilip sınırlı yerlerde gezen bir vücuttur. Ne kadar gezmiş dolaşmış olsa bu kaptan dışarıya çıkamayacağı da malumdur. Bu hâlde yapılacak tek şey kendisini takipten ibarettir. Ben ne yapar yaparım Necati’yi baştan savıp şu kadının arkasına düşerim. O nereye ben de oraya!”
Vapur köprüye yanaştı. Bizim iki arkadaşlar hemen herkesten evvel dışarıya çıkmaya davrandılar. Bu acelenin Behçet tarafından geldiğini izaha gerek yoktur ya? Necati Efendi, burada dahi hikmetli birkaç şey sarf ederek bir dakika evvel çıkmak için halk tarafından itilip kakılmanın akla ve hikmete muvafık olmadığını anlatmış idiyse de Behçet Bey öyle hikmetlere kulak vermeyerek “Sen istersen en sonraya kal!” diye fırlamış olduğundan Necati dahi çarnaçar arkadaşına uymaktan geri kalamamıştı.
Köprü üzerine çıktıkları zaman Behçet Bey artık kendisine refakat edemeyeceğinden ve biraz mühim işleri olduğundan bahisle Necati Efendi’den müsaade talebinde bulundu ise de işinin neden ibaret olduğunu ve hangi tarafa gideceğine karar verememişti.
Bu karar verememenin sebebi ise uzun boylu hanımın henüz vapurdan çıkarak hangi tarafa yöneleceğinin henüz anlaşılamamasındandı. Hanım Köprü üzerine çıkıp da Galata tarafına yöneldiği zaman ise Behçet Bey işinin Beyoğlu’nda olduğunu tayin etti ki bu hâlde Necati tarafından: “Benim de Beyoğlu’nda işim var. Kabul edersen sana refakat edeyim.” diye bir teklif vukuundan pek korktuğu hâlde öyle bir teklif vuku bulmamasından memnun kalmıştı.
O gün Necati, İstanbul tarafında kendisi gibi filozof geçinen bir adamı ziyarete gidecekmiş.
İki arkadaş birbirinden ayrılıncaya kadar uzun boylu hanım köprünün Galata cihetine doğru epeyce yol almıştı.
Fakat ne kadar yol alırsa alsın o boy, o endam, o edalı yürüyüş kendisinde iken kendisini takip eden Behçet Bey gibi bir adamın dikkatli nazarlarından kaybolması mümkün olur mu?
Behçet Bey birkaç adımı hem açık hem de sık atarak uzun boylu hanıma yaklaştı. Ondan sonra hem aheste aheste yürüyor, hem de kadını temaşa ederek kendi kendisine diyordu ki:
“Ne boy! Ne letafet! Bazı uzun boylu kadınlar vardır ki sırık gibi bir şeydirler. Bunda ise boyuna nispetle omuzlar dahi yolunda! Bu omuzların arasındaki sinesi dahi elbette şairlerin ‘sîne-i simin’[4 - Gümüş gibi beyaz sine ya da göğüs.] diye tavsif ettikleri sineleri mahcup bırakacak kadar güzeldir.
Zaten gümüşten yapılmış bir sinede ne letafet olabilir? Hele şu enseye bak enseye! Bir romanda gördüğüm tarif ve teşbihe tamamıyla muvafık! Romanda âşık sevgiliye diyordu ki: ‘A sevdiğim! Senin ensen başka güzellere yüz olabilecek kadar güzeldir, latiftir. Senin ayakların pek çok sevgililere el olmaya layıktır.’ İşte bu ense hakikaten en güzel bir kadına yüz olmaya layıktır. Ya ayaklar! Ah! Potinlerinin üstüne galoş dahi giymiş olduğu hâlde bile yine ayaklar ne kadar küçük! Şu kadınlar da neden ayaklarına galoş giyerler? Ayaklarını uzatıp büyültmek için mi? Beyoğlu’nda gördüğüm o minimini potinlerden birisi şimdi şu hanımın ayaklarında olsaydı, kim bilir ne kadar küçük, ne kadar latif bir ayak meydana çıkardı!”
Bu hayaller ile Galata’ya kadar geldiler. Behçet Bey bir aralık zannetti ki uzun boylu hanım köprünün başında araba tutacaktır. Dolayısıyla kendi kendisine “O bir araba tutarsa ben de bir araba tutarım ve yine takibimde devam ederim.” diye gözleriyle arabaları muayeneye başladı.
Fakat hanımefendi araba tutmak için hiç yolundan durmayarak Karaköy’e doğru yürüdü. Behçet dahi arkası sıra yürüyüp yine kendi kendisine dedi ki:
“Acayip! Hanımın yanında ne yaşlı, ne genç herhangi bir kadın var. Uşak filan da yok. Bu kadar genç, bu kadar güzel, bu kadar süslü bir hanımın böyle yalnız başına Galatalardan geçerek gitmesine ne mana verilir? Acaba nereye gidiyor ki? Hem baksana! Gelenlerin geçenlerin yüzlerine dikkatli dikkatli bakıyor da. Sarraf dükkânlarına da gözlerini dikkatle çeviriyor. Nah işte! Konsolide Hanı’nın kapısında bayağı durarak hanın içini de seyretti. Bu kadında mutlaka bilmediğim bir hâl var ki ben de onu öğrenmeksizin arkasını bırakmayacağım.”
Kadın Karaköy’e vardı. Nöbet beklemekte bulunan tramvayın içine girerek kadınlara mahsus olan yerde oturdu.
Behçet dahi tramvaya bindi. Hem de özellikle kadınlar tarafından girerek hanımı, velev ki yaşmak altından olsun, şöyle yakından da bir temaşa etti.
Of aman ne hüsün! Ne cemal! Ne güzel! Ne bakış!
Kadınlar ile erkekler arasını ayıran kapı perdesini kaldırıp erkekler tarafına girdi. İsterdi ki perdenin bir ucu kapıya ilişsin ve biraz aralık kalsın da uzun boylu güzel hanımı biraz daha temaşa etsin. Lakin tesadüf, biçarenin bu arzusunu yerine getiremedi.
Ondan sonra aralıkta bir, kadınlar tarafından erkekler tarafına erkek yolcular gelip perdeyi açtıkça Behçet Bey, uzun boylu hanımı görüyor idiyse de bu görüş, şimşek çaktıkça ışığın bir anda görünüp kaybolması gibi bir şeydi.
Azapkapı’dan gelecek olan tramvay geldi. Tophane tarafından gelişini bekleyen vagonlar dahi gelerek nihayet Behçet Bey’in bindiği tramvay dahi borusunu öttürerek yola revan oldu.
Biletçi kadınlar tarafına geldiği zaman hanımın nereye bilet alacağını görmek için Behçet Efendi çok gayret etti ise de görmeye muvaffak olamadı. Kendi kendisine dedi ki:
“Tramvay Ortaköy’den ileriye gitmiyor ya! Ben biletimi Ortaköy’e alırım. Kadın nereye çıkarsa arkası sıra ben de çıkarım.”
Tophane’ye geldiler. Uzun boylu hanım çıkmadı. Yaz olması hasebiyle Salıpazarı’ndaki deniz hamamları önünde dahi araba durduğu hâlde hanım oraya da çıkmadı. Fındıklı’ya geldiler.
Behçet Bey, Fındıklı’da dahi hanımın çıktığını göremedi. Ancak araba hemen yola düzüldüğü zaman şöyle yirmi adım kadar uzakta hanımın Fındıklı’dan Kazancılara giden yokuşa doğru yöneldiğini görmesin mi?
Hemen arabadan aşağıya can atarcasına indi ve yavaş yavaş hanımı takibe başladı.
Hanım zaten aheste adımlarla yürüdüğü için yokuşa geldiği zaman bir kat daha ağır yürümeye başladı. Behçet Bey’in de o suretle hareket edeceği malumdur.
İnsan bir şeyi merak ettiği ve merakını halledemediği zaman ne kadar üzülür?
Behçet Bey bu kadının şöyle yalnız başına Üsküdar gibi yerden sokaklara düşmesine bir türlü mana veremediğinden dolayı merakından çatlayarak “Bari şunun nereye gireceğini görsem.” diye kadının gireceği yeri düşünüyordu.
Uzun boylu hanım yokuşu bir hayli çıktıktan sonra sağ tarafta bulunan bir sokağa büküldü. Behçet dahi arkasından!
Ancak sokağın bayağı tenha bir hâlde bulunması dikkatli nazarlarını açarak kendi kendisine dedi ki:
“Böyle bir tenha sokakta beni bu kadar genç ve süslü bir hanımı takip ediyor görenler ne derler? Ne kadar şüphelere düşmezler? Biraz daha geriden gitmek lazım.”
Gide gide bir bakkal dükkânının önüne vardılar. Uzun boylu hanım bakkal dükkânını yirmi adım kadar geçtikten sonra bir hanenin kapısını çaldı. Bu hâlde Behçet Bey dahi bakkal dükkânından otuz adım kadar geride idi. Hanım kapıyı çalarken Behçet’in aklına ilk gelen tedbir kendisini bakkala göstermemek oldu. Zira hanımın girdiği hane hakkındaki malumatı ancak bakkaldan alabileceğini düşünmüştü.
Hanımın girdiği ev, açık yeşil boyalı bir hane olup yeni tamir gördüğü görünüşünden anlaşılıyordu. Hanım kapıdan girip de kapı kapandıktan sonra Behçet Bey yürüyüşüne biraz daha sürat vererek bakkal dükkânı önünde durmaksızın yürüdü ve yeşil boyalı haneden biraz daha ileriye geçti.
Yolun biraz daha ilerisinde yol üçe ayrılıyordu. Sol tarafa bükülmüş sokağın ağzında bir kahvehane vardı ki oradan yeşil boyalı hanenin kapısı görülebilirdi.
Behçet bir aralık bu kahveye girerek kahveciden tahkikata girişmeyi düşündüyse de sonra aklına daha münasip bir yol geldi. Kendi kendisine dedi ki:
“Hazır henüz kahvaltı da etmedim. Karnımı doyurmak için bakkal dükkânına girerim. Hem kahvaltı eder hem de bakkaldan bazı şeyler sorarım. Sonra kahve içmek için buraya gelip hazır kahve dahi tenha olmakla kahveciden de bilgilerimi tamamlarım.”
Mahalle bakkalı yaşlı bir Karamanlı idi ki bir şeyler almak için dükkânına gelen bazı çocuklara “Anana selam söyle!” yahut “Baban daha uykudan kalkmadı mı?” gibi laubalice birtakım muamelelerde bulunduğunu görünce yaşlının pek çok vakitten beri orada mahalle bakkallığı ettiği anlaşılıyordu.
Behçet Bey dükkâna girdi. Yiyecek nesi olduğunu sordu. Bakkal dedi ki:
“Ne isterseniz var efendim! Âla kaşar! Âla tulum peyniri! Havyar gibi zeytin! Siyah havyarın da âlası! Sardalyalarım misk gibidir. Domatesler pek taze! Usta Bodos’un dükkânında karın doyuracak bir şey bulunmazsa nerede bulunur efendim?”
Gerçi bakkalın methettiği eşyanın nefaseti zahiren dahi görülüyor idiyse de Behçet Bey biraz daha ehemmiyetli nazarlarını çekmek için bir tel kafeste asılı olan yumurtaları gösterip dedi ki:
“Yumurtalar taze midir Usta Bodos? Artık ismini de öğrendik!”
“Tazedirler efendim! Üç günlük yumurta nadirdir. Şurada bir koca karının tavukları var, fukara kadıncağız yumurtalarını satarak ekmek alır. Pek tazedirler.”
“Elbette sende Sibir yağının da âlası bulunur.”
“Ne demek efendim, ne demek! Yağ değil âdeta kaymaktır.”
“Tamam! Dört yumurtayı bana yağda pişirirsen havyarlara tercih ederim.”
“Şu kaymak gibi tulum peynirinden biraz ilave edeyim mi?”
“Sen bilirsin Usta Bodos!”
Bodos yumurtayı pişirip de Behçet Bey yiyinceye kadar asıl maksat olan tahkikata dair dahi söz açıldı. Behçet sordu ki:
“Bu mahalle epeyce kibar bir mahalleye benziyor. Zira mahallenin zengin ve fakir olduğu bakkalının hâlinden malum olabilir. Mahalle fukara olsaydı senin dükkânında bu kadar nefis eşya bulunmazdı. Malum ya! Fukara kısmı eşyanın iyisine bakmaz ucuzuna bakar.
“Evet efendim! Mahallemiz epeyce kibar ise de zamanlar acayipleşti. Alışverişler kesattır. Hep veresiye, hep veresiye, kayıt defteri doldu. Aylıklar çıkmaz ki tahsilat olsun. Lakin yirmi sekiz yıldır şunun şurasında geçinip gidiyoruz da insan onun için bırakamıyor.”
“Mahallenin en belli başlı ahalisi kimlerdir?”
“Şurada arka sokakta Sünuhu Paşa vardır. Beri tarafta Rağbetî Molla Efendi! Şu ön tarafta dahi Menzil Bey oturur. Bu sokakta o kadar kibar adam yoktur.”
“Şu yeşil boyalı haneyi de iyice görüyorum.”
“O mu? Hoca Kutbettin Efendi derler. Zengin bir adam değil ama pek mübarek bir adamdır!”
Behçet Bey sözü yeşil boyalı haneye naklettiği zaman bakkalın yüzüne gayet dikkatle bakmıştı. Maksadı dahi o süslü hanımın bu eve girmiş olduğunu bakkal görmüş mü görmemiş mi? Bir de kendi takibi hakkında şüpheye düşmüş ise mutlaka yüzünde görülecek alametlerden bakkalın şüphesini anlamaya çalışmaktı.
Hâlbuki Bakkal kendi işiyle meşgul olduğu sırada süslü hanımın oraya girdiğini görmemişti. Dolayısıyla Behçet Bey beklediği alametleri bakkalın yüzünde göremeyince bir kat daha rahatladı. Behçet dedi ki:
“Hoca Kutbettin Efendi mi dedin? Ben bu ismi işittim zannediyorum.”
“Sizler bu mahallede değilsiniz gibi anlıyorum. Buraya kiralamak için ev aramaya mı geldiniz?”
“Onun gibi bir şey! Daha doğrusunu söyleyeyim. Ahbaptan birisinin kızını bu taraftan bir efendi istemiş de o adamın hâlini, şanını anlamak için geldim. Bu Hoca Kutbettin Efendi dahi bize damat olacak zata pek uzak değildir. Hemen akrabasından gibi bir şeydir.”
“Akrabasından mı? Ben Hoca Kutbettin Efendi’nin akrabası olduğunu bilmiyorum. İsmi ne imiş bakalım?”
“Raşit Bey diyorlar, kendisi daima buralarda oturmuyor ise de…”
“Ne ise! Onu sonra öğreniriz.”
“Ben sana tarif edersem belki tanırsın. Şimdi şu Hoca Kutbettin Efendi’ye bakalım. Bu hoca ne hocasıdır? Galiba bazı kadınlara nefes eden, bazı hastalıkları nefes ile iyileştiren hocalardan olmalı.”
“Yok, yok! Öylelerinden değil. Bu doksan yaşında yaşlı bir adamdır. Birkaç bey, efendi sabahları gelerek ders okurlar. Arabi mi, Farisi mi diyorlar ne diyorlar? İşte onları okurlar. Hatta evinin masrafını da onlar görürler. Bugün bakarsın birisi Hoca Efendi’nin yağ çömleğini getirmiş beş okka Sibir yağı alır. Yarın bir diğeri Hoca Efendi’nin kışlık kömürünü satın almıştır. Kendisinin dahi bilmem hangi memuriyetten birkaç yüz kuruş aylığı var ki onu da aylık çıktıkça Saka Memiş Ağa gider alır getirir.”
“Ee, bu adamın çoluğu çocuğu yok mu?”
“Bir karı bir koca! Bir de ihtiyar Arap cariye var. Şu dünyada başka hiç kimsesi yoktur. İşte onun içindir ki Hoca Kutbettin Efendi’nin öyle Raşit Bey filan namında akrabası filanı olduğunu bilemiyorum.”
Behçet Bey aldığı şu malumat üzerine hem yumurta tabağını ekmek içi ile silip son lokmalarını yiyordu hem de düşünüyordu. Kendi kendisine dedi ki:
“Bundan anlaşıldığına göre uzun boylu güzel hanımın ikametgâhı burası değildir. Buraya misafir gelmiştir. O hâlde biz burada beklemeliyiz. Fakat ya hanımefendi gecikir de çıkmaz ise? Ama takibi buraya kadar getirip de bırakıp gidecek olursak hiçbir işe yaramaz. Mutlaka burada bekleyip yine arkasına düşmeli.”
Usta Bodos yumurtanın iyi olup olmadığına dair birtakım sualler sorarak Behçet Bey dahi pek iyi olduğuna dair cevaplar veriyor idiyse de zihni daima yeşil boyalı ev ve uzun boylu hanım ile meşguldü. Bakkala verdiği cevaplar yalnız dudaklarından gelişigüzel dökülüveren kelimelerden ibarettiler. Behçet Bey düşüncesinin arkasını kesmeyerek kendi kendisine dedi ki:
“Arkasına düşmeli ama ya hanım akşama kadar çıkmazsa? Ya akşam dahi çıkmayıp da burada kalırsa? Hem ben burada öyle akşamlara kadar nasıl zaman geçirebilirim? İşte Hoca Kutbettin Efendi’nin akrabasından Raşit Bey yalanını uydurduk da onu bile Usta Bodos’a yutturamadık. Birkaç yalanımızı daha yakalayacak olursa herif bizden şüphelenip ihtimal ki beni zaptiyeye bile verir. Öyle ya! Böyle kırk yıllık mahalle bakkalı, mahallenin temel taşı sayılır. Herkes işlerine güçlerine gittikleri zaman mahallenin muhafazası, mahalle bakkalına, mahalle kahvecisine, mahalle sakasına filana kalır. Benim gibi bir adamın böyle yerlerde işsiz güçsüz dolaşması ve ağzından izahı mümkün olmayan yalanlar dökmesi her hâlde şüpheye sebep olur.”
Gerçi Behçet Efendi’nin şu düşündükleri pek doğru idiyse de bir kere yakasını meraka kaptırmış olduğu hâlde bu gibi düşünceler ile başladığı işten dönüşü mümkün olabilir mi?
Böyle bir hâlde mâniler arttıkça insanın tedbirleri dahi artar. Her zorluğa bir çare bulmak için beynini de patlatır.
Behçet Efendi işte aynen bu hâle gelmişti. Dolayısıyla kahvesini kahvehanede içme kararından vazgeçerek Usta Bodos’a bir sade kahve ısmarlamasını emir ile kendisi mülahazalarına devam etti.
Usta Bodos, kahve emrini aldığı zaman demişti ki:
“Keyif ehli olduğunuzu şimdi anladım. Böyle şerbet gibi Sibir yağında pişmiş misk gibi taze yumurta üzerine tam da sade kahve yarar. Yemek üzerine şekerli kahve içenlere de keyif ehli mi derim! Onlar zevklerini bilmezler.”
Behçet Bey ise Usta Bodos’un şu iltifatlarına hiç kulak asmayarak kendi kendisine diyordu ki:
“Şimdi bunun çaresini mi istersin? Bunun çaresi ne olabilir? Hoca Kutbettin Efendi yalnız bir karı, bir koca, bir de Arap cariyeden ibaret olduğu hâlde uzun boylu hanım bunların hiçbir şeyi olamaz. Hoca Efendi eğer üfürükçülerden olsaydı başka manalara da zihin gider idiyse de öyle değilmiş. Ders hocası imiş, herhâlde demek oluyor ki uzun boylu hanım buraya misafir geldi. Mademki Üsküdar’dan geldi yine Üsküdar’a gidecektir. Hem de yolu yine bu geldiği yoldur. O hâlde Fındıklı’ya inerim. Bir kahveye oturup bekler, ne zaman yokuştan inerse ben de arkasına düşüp Üsküdar’a mı gidecek nereye gidecek ise arkasından giderim.”
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TAKİPTE DEVAM VE İNAT
Usta Bodos ile hesaplarını gördükten sonra Behçet Bey verdiği karar gereğince Fındıklı’ya indi. Yokuştan inenleri görebilecek bir mevkide bulunan bir kahvehaneye oturdu.
Fakat ne ile zaman geçirecek?
Gazete okumasından daha iyi zaman geçirecek bir şey mi olur?
Tramvay mevkisinde “Yeni havadisler!” diye gazete satan adamı çağırıp bir gazete aldı. Okumaya başladı ama okuduğunu anlayabilecek kadar fikri var mı ki?
Gözleri satırları sayarcasına bir meşguliyette bulunduğu hâlde zihni yine kadını takip meselesine gidiyordu. Kendi kendisine dedi ki:
“Vakit öğleyi geçti. Vapurlar dahi öğle paydosu ettiler. Bu hâlde uzun boylu hanım bir iki saat daha çıkmaz. Çıksa çıksa akşamüzeri çıkar. Ben burada akşama kadar pek iyi beklerim. Başka işim gücüm kalmamış ya?.. Fakat ya akşam dahi çıkmazsa? Olabilir ya? Âsitane’de gece kalmaya da misafirliğe giderler. Ama hanımın hâlinden öyle gece kalmaya gelmiş bir misafir olduğu anlaşılmıyordu. Zaten Hoca Kutbettin Efendi dahi öyle hanesine gece kalacak misafir kabul eder adamlardanmış gibi tarif edilmedi. Gece misafirliğine giden hanımın hiç olmazsa bir çıkını olsun bulunmaz mı? Yok, yok, uzun boylu hanım mutlaka gece kalmayacaktır.”
Güzel düşünce ama bir kere Behçet’in zihnine gece kalmak ihtimali dahi girdikten sonra kolay kolay çıkar mı? Uzun boylu hanımın gece kalmayacağını kendi nazarında ispat için ne kadar deliller, burhanlar getirdi ise hepsini yine kendisi bozdu. Nihayet dedi ki:
“Bir kere iş inada bindikten sonra beni bu takip işini devamdan menedecek hiçbir kuvvet düşünülemez. Akşama kadar beklerim. Gece saat ikiye, üçe kadar, âdeta kahve kapanıncaya kadar beklerim. Ondan sonra da hanım çıkıp gece yarıları denize binecek değil ya! Saat üçten sonra şuradan Beyoğlu’na çıkar bir otelde yatarım. Sabahleyin seher vakti yine gelip beklerim. Seher vaktinde de uzun boylu hanım gittiği yerden kovulmuş gibi sokaklara düşecek değil ya? Nihayet yarın akşama kadar da beklerim. Yine çıkmazsa bir gece, iki gece, birçok gece… İnat bu ya! Son nefesime kadar burada beklerim. Elbette o hanım hocanın evinden çıkar, elbette bir daha onun arkasına düşerim.”
İşte görüyorsunuz ya! İş bir inada bindi.
Ama Behçet Bey’i bu inada sevk eden şey nedir? Kadına âşık mı olmuş?
Henüz Behçet’in zihninde öyle bir şey yok. Bu inat kuru bir meraktan ileri gelmiş bir şeydir.
Gerçi merakın da bu derecesi divanelik sayılırsa da eğer Behçet Bey daha Üsküdar vapurunda iken işin bu derecelere varacağını tahmin etseydi, belki bu külfetleri göze aldırmazdı. Ancak bir kere takipte bu dereceye vardıktan sonra işi yarıda bırakmayı bir türlü benimseyemeyerek şu kadın kimin nesi olduğunu anlayıncaya kadar devam etmeye kesin karar verdi.
Kendi kendisine dedi ki:
“Be filozof Necati! Şimdi neredesin? Gel de beni gör. Mutlaka cinnetime hükmedersin. Fakat ne desen boştur. Şu uzun boylu hanımın kim olduğunu öğreneceğim. Takiplerimin neticesinde elbet sana dahi malumat veririm.”
Azim ve kesin karar denilen şey, her ne kadar henüz icraya konulmamış bile olsa, yine insan için bir dereceye kadar rahatlamaya vesile olur. Dolayısıyla Behçet dahi verdiği kesin karar üzerine her dakikada bir kere gözleri Kazancılar Yokuşu’na çevrilmekle beraber gazetesini okuyup anlayabilecek bir duruma geldi.
Başka vakitler gazete okuduğu zaman pek çok adamın yaptığı gibi o dahi iç havadisleri okuduktan sonra dış havadislerin her fıkrasından birer ikişer satır okuyarak, “Adam sen de bir şey değilmiş, geçelim!” diyordu. Eğer gazetede faydalı olan fennî bir mesele veyahut tuhaf bir fıkra varsa onu aramaya başlıyordu. Bu defa dahi bir kere için öyle yaptı ise de bu gazeteyi sadece vakit geçirmek için eline aldığından ikinci defasında da iç havadisleri de dış havadisleri de okuduktan başka ilan sayfasına dahi geçti.
İlan sayfasını da son satırına kadar okudu. Lakin gazete henüz bitti mi ya? Daha ilk sayfadaki üst başlıkları kaldı. Üst başlıkların iki tarafında gazetenin haftada kaç gün çıktığını ve kaç para ile satıldığını, ilan ücretlerini, ilk ilanlarda satırının kaç paradan ve ikinci defasında da kaç paradan hesap olunacağını ve posta ücreti verilmeyen mektupların kabul edilmediğini, gönderilen yazılardan gazetede yayınlanmayanların sahiplerine iade olunmayacağına vesaireye dair birtakım satırlar daha yok mu? Onları da okumasın mı?
Gazetenin üzerinde kaç harf ve kaç nokta var ise Behçet Bey’in hepsini gözden geçirdiği şüphesizdir. Hâlbuki her dakika Kazancılar Yokuşu’na dahi çevirmekten geri kalmayan gözleri bazı vakit yokuşta bir kadın belirdiğini gördükçe Behçet’in yüreği hopluyor ve bu kadının boyunun bildiği kadar uzun boylu olmadığına veyahut boyu uzunca bile olsa yaşmağı veya feracesi kendi uzun boylu hanımına benzemediğine dikkat edince yüreğinde bir hiddet hissi oluşuyordu ancak yine gözlerini gazete sayfasına çeviriyordu.
Böyle bekleme anlarında saatler de ne kadar ağır geçer!
Hâlbuki ne kadar ağır geçseler yine birbirini takip eden saatler dokuza ve hatta ona kadar vardıkları hâlde yine uzun boylu hanımdan bir eser görülmeyince Behçet Bey kendi kendisine konuşarak dedi ki:
“Böyle uzak yerden misafir gelen hanım akşam dönecek olursa mutlaka biraz erkence davranır. Saat on olduğu hâlde uzun boylu hanım dönmediğine göre bu akşam hiç de dönmeyecek gibi anlaşılıyor. Korkarım bu nazenin kadın bize geceyi dahi geçirtecektir.”
O zamana kadar sigaraların birisini bitirip diğerini yakmaktan ağzı zehir kesilen Behçet Bey, Fransızların dediği gibi zamanı öldürmek için mutlaka bir şey çekiştirmeye kendisini mecbur gördüğünden hiç olmazsa çeşniyi değiştirmiş olmak için kahveciye bir nargile ısmarladı.
Bir yandan nargile guruldatır ve diğer taraftan kendi kendisine derdi ki:
“İnsan bir işe ne kadar vakit ve emek sarf ederse o işte devam için kendisini o kadar mecbur etmiş olur. İşte bu da hikmetli bir kaidedir ki bizim filozof Necati Bey bu kaideyi hatıra bile getirmemiştir. Şu uzun boylu hanımı takibe ilk karar verdiğim zaman böyle geceleri dahi dışarlarda geçirmeye mecbur olacağımı bilseydim belki takipten vazgeçerdim. Fakat böyle bir günlük emeğimi sarf ettikten sonra kesin bir neticeyi almaksızın dönmek mümkün değildir. İş artık inada bindi. Mutlaka hanımı bekleyeceğim. Bir gece değil, beş gece olsa da mutlaka… Ha! Aman dur! O mu? Ta kendisi!..”
Ta kendisi idi!..
Saat on buçuğa gelmiş olduğu hâlde uzun boylu hanım Kazancılar Yokuşu’ndan belirdi ki nargilesinin marpucunu elinden fırlatan ve kahveciye hemen çıkarıp bir yüzlük atan Behçet, eğer biraz daha telaşa kendisini kaptırmış olsaydı doğruca hanıma giderek “A canım, insanı bu kadar bekletmek de reva mıdır?” diye serzenişlere dahi başlayacaktı.
Böyle telaşlı bir hâlde bulunan insanlar ne kadar gülünç olurlar!
Behçet Bey güya takibinden kimseye renk vermemek için hanımdan önce tramvay vagonuna girmeye lüzum gördü. O zaman tramvay dahi gelmişti.
Öyle ya! Üsküdar’dan vapur ile köprüye ve Galata’dan dahi tramvay ile Fındıklı’ya gelmiş olan bir kadının yine o yol ile döneceği tabii değil midir?
Tramvaya bindi. Biletini de aldı. Hatta Tophane tarafından gelecek olan arabalar dahi gelmiş bulunduğu cihetle kendi bindiği araba yola dahi düzüldü.
Vay, Behçet’te bir merak! “Yolcuları beklememek tramvaylarda yeni kural mı oldu?” diye itirazlar! Sebebi? Çünkü tramvay arabası uzun boylu hanımı beklemeksizin hareket etmişti. “Belki arkadaki arabaya biner.” diye Behçet Bey gözlerini arkaya çevirdi ise de kadın o arabaya da hiç iltifat etmeyerek Kabataş yolunu tuttuğu gibi araba dahi hareket edince artık Behçet’in tavrı büsbütün gülünç bir hâl aldı ve hemen arabadan aşağıya atladı.
Bereket versin ki tramvay giderken atlamamanın tesiriyle yere yuvarlanmadı.
“Acaba hanımefendi bu geceyi başka yerde misafirlik hâlinde mi geçirecek?” merakıyla kadını tekrar takibe başladı. Fındıklı Camisi’ni geçtiler. Halil Şerif Paşa merhumun yalısını da geçtiler. Nihayet Kabataş’a vardılar.
Orada uzun boylu hanım, doğruca vapur iskelesine giderek araba vapurunu beklemek için bir tarafa oturdu ki araba vapuru dahi ancak bu zaman Behçet Bey’in hatırına gelmekle kadının Kabataş’a yönelmesindeki hikmeti anladı.
Saat tam on bir buçuk olduğu zaman vapur dahi geldi. Hanım vapurun yukarısına çıkarak kadınlara mahsus olan köşelerin birisine oturdu. Behçet Bey dahi ta o köşeye yakın oturup sabahtan beri beklediği sevgiliyi temaşaya başladı.
Uzun boylu hanım, hakikaten ne kadar da güzelmiş! Sabahtan beri değil, bir haftadan beri beklemiş olsa bile değermiş!
Hakikaten araba vapurunun üst katında her köşeyi kadınların istilasıyla erkeklerin dahi orta yerlerden köşelere doğru bakmaları pek sefil bir şey oluyor.
Uzun boylu hanım ise hem pek güzel hem pek süslü olduğu hâlde hem de pek serbest bir şey olduğundan cebinden zarif bir sigara muhafazası çıkarıp bir sigara yakarak püfür püfür içmeye başladı ise de yüzünü deniz tarafına çevirmişti. Böylece denizin dalgaları ile eğlenmekte olduğu cihetle şu vaziyetini beğenemeyen Behçet, artık başka türlü üzüntüsünü teskin etmeye yol bulamadı. Kadınların sigaraya alışmaları ve hele bazı serbestçe olanlarının böyle vapurlarda dahi sigara içmeleri ne kadar fena bir şey olduğunu içinden düşünmeye başladı.
Behçet Bey bu mülahazasını bitirinceye ve hanım dahi sigarasını tamamen içinceye kadar vapur da Üsküdar iskelesine vardı.
Behçet’in hepsinden önce kendisini dışarıya atacağına şüphe mi edilir? Sebebi ise hanım arabasını tutar tutmaz o dahi bir araba veyahut bir beygir tedarik edebilmek imkânını bulmaktan ibaretti.
Uzun boylu hanım yine tüm dikkatleri kendisine çektiği hâlde vapurdan çıktı. Fakat arabacılar tarafına yönelmedi. Vapur iskelesinden Şemsi Paşa tarafına giden yolu tuttu. Hep sabahki aheste yürüyüşü ile ilerleyerek bir hayli gittikten sonra sağa sola bir hayli sokaklara dahi bükülerek nihayet bir kapının önünde durdu.
Bu kapı, ev veya konak gibi bir kapı değildi. Uzunca bahçe duvarına asılmış bir kapıydı. Üzerinde bir de ip ucu görülüyordu ki bir çıngırak ipi olacağına şüphe de yoktur.
Gerçi hanım ipi çekti. İçeride uzaktan uzağa bir çıngırak sesi işitildi. Onu müteakip takunya giymiş iki ayağın koşa koşa geldikleri ona mahsus olan patırtıdan anlaşıldı.
Kapı açıldığı zaman bir Arap cariyenin yüzü görüldü ki bu hâlde Behçet Bey için bir hüküm vermeye medar olacak şey ancak bu cariyenin yüzüydü. Behçet gözlerinin olanca kuvvetini toplayarak Arap’ın yüzünü tetkike başladı.
Gerçi Arap’ın yüzünde bir neşe görüldü ise de bu neşe bir misafiri karşılayan yüzlerde görülen bir sevince pek benzemiyordu. Misafir karşılansa “Maşallah! Buyurunuz! Sefa geldiniz efendim.” gibi sözlerin daha kapı dibinde söyleneceği ve hatta etek dahi öpüleceği malum iken Arap’ta bu gibi hareketler görülmedi. Yalnız gelen zatın gelişinden pek memnun olduğuna delalet eden bir neşe görüldü.
Behçet Bey kendi kendisine dedi ki:
“Tamam! Hanım buraya misafir olarak gelmedi, mutlaka kendi hanesi burasıdır. Fakat iskeleden buraya kadar birçok sokaklara sapmış olduğumuzdan acaba bir daha gelecek olursam bu kapıyı bulabilir miyim? Bunun çaresi buradan iskeleye kadar olan sokakların şöyle müsvedde yollu olsun haritasını almaktır.”
Böyle diyerek cebinden derhâl bir kurşun kalem çıkardı. Yanında başka kâğıt dahi bulunmadığı cihetle sigara kâğıdının kabı üzerine haritasını çizmeye başladı. Hem yürüyor hem sokakları işaret ederek asıl kendisine lazım olan sokağı açık bıraktığı hâlde sağda solda görülen diğer sokakları birer çizgi ile işaretliyordu. Bununla beraber haritanın işaretlerine bir kat daha kuvvet vermek için bazı dikkate şayan olan evleri renkleriyle beraber çiziyor ve çeşme gibi şeylerin dahi harita üzerinde mevkilerini tayin ediyordu.
Ömründe hemen ilk mühendisliği olmak üzere icra ettiği şu matematiksel hesap ile Behçet Bey iskeleye kadar geldi ise de artık akşam olmuş sular kararmış olduğu ve kendisi de Boğaziçi’nde oturduğu cihetle evine gitmek için vapurlardan değil; kayıklardan bile ümitsizliğe düşmüştü.
Şimdi ne yapsın? Üsküdar’da öyle muntazam otel falan da yok ki!
Mevsimin yaz olması ve gün dahi pazar bulunması hasebiyle aklına Bağlarbaşı geldi. Kendi kendisine dedi ki:
“Pazar akşamları Bağlarbaşı’nda şenlik olur. Oraya kadar giderim. Zaruri ve mecburi bir eğlenti yaparım. Ama orada dahi yatacak bir yer bulunmazsa bu geceyi dahi sabaha kadar uyanık geçiririm. Zaten geceler kaç saat ki? Onun da bir büyük kısmı tiyatro, gazino falan eğlenceleriyle geçer; birkaç saati de nasıl olsa geçirebilirim. Hatta Çamlıca’ya doğru aheste aheste bir gezinti yapsam bile sabahı ederim. Bahusus ki Çamlıca’dan güneşin doğuşunu seyretmek dahi haylice safalı olur.”
Gerçi bu karar en akıllıca bir karardı. Verdiği kararı icra için Behçet Bey derhâl bir beygir kiraladı.
Beygire binip de bir sigara yaktığı zaman hatırına yine uzun boylu hanım gelerek kendi kendisine dedi ki:
“Ee!.. Uzun boylu hanım! Gerçi güzelsin. Hem de pek güzelsin! Lakin şimdiye kadar seni benim şu mecnunca takibim gibi bir suretle takip eden bulundu mu? Bunu hiç tahmin edemem. Ya bizim bu kadar zahmetler boşuna mı gidecekler? Bunu da tahmin etmem. Daha doğrusu tahmin etmek istemem. Ne ise şimdilik evinizi öğrendik. Haydi, bu gece dahi Bağlarbaşı’nda uykusuz falansız geçsin. Elbette bir zaman gelir ki ben sana bu çektiklerimi söylerim de ya merhamet ederek bana acırsın veyahut divaneliğime kahkahalarla gülersin!”
BEŞİNCİ BÖLÜM
BEHÇET BEY VE NECATİ EFENDİ
Hikâyemizi teşkil eden asıl şahıslar ile biraz tanışalım:
Behçet Bey dediğimiz zat yirmi altı yirmi yedi yaşlarında bir delikanlıdır.
Boyu orta, vücudu nahif tabir edilen vücutlardan biraz daha hâllice! Elleri, ayakları oldukça küçük ve güzel!
Yüze gelince: Sarıca benzi ilk bakışta, güzelliğiyle pek de dikkat çekemez ise de gayet koyu mavi ve ayrıca gözlerinin bakışları pek tatlıdır. Ağız, burun dahi güzelce resmedilmiştir. Dudaklarını süsleyen açık kumral bıyıkları ise pek çok bıyık meraklılarını gıptaya düçar edebilecek kadar güzelcedir.
Bu zat “şık” umumi unvanı altında sayılabilecek gençlerden ise de onlar arasında görülen bazı cicili beylere benzemez. Şıklar dahi kendi aralarında iki kısma ayrılırlar. Bir kısmı asıl şık denilen telli bebekler oldukları hâlde diğer kısmı kendilerine “centilmen” süsünü verirler ki bunlar güya babaca bir surette süslenirler.
Onların ne suretle giyinip süslendiklerini tarif için fazla tafsilata ihtiyaç yoktur. Temiz giyinir, kuşanır ve kendi hâlinde gezen zevatla bir de moda gazetelerinin çizimleriyle canlandırdıkları şıklar göz önüne getirilip ve bunların daha normal olanları zihinlerde canlandırılırsa, işte bu centilmenin şekli ve şemaili ortaya çıkmış olur.
Behçet Bey, Mektebi Sultanide tahsilini yaptığı cihetle Fransız lisanına aşina olduktan başka birtakım fennî ilimlerden dahi mesafe kat etmiştir. Şu kadar var ki Mektebi Sultanide tahsilini tamamlayan sair talebeler gibi onun dahi Osmanlıcası kıttır.
Zaten şık ve centilmen geçinenler için Türkçenin biraz kıt olması da başkaca bir süs yerine geçmez mi?
Bunlardan pek çoklarını gördük ki ahbapları arasında en çok kullanılan “teklif ve tekellüf” tabirlerinin Türkçesini bilemeyerek veyahut bilmezlikten gelerek “Şey… of!.. Türkçe nasıl derlerdi?..” diye arandıktan, tarandıktan sonra nihayet Fransızca “façon” tabirini kullanarak kendilerini muvaffak saymışlardır.
Fakat sözün doğrusunu söyleyelim ki bizim Behçet Bey bu derecelerde şık ve centilmen değildi. Bilmediği şeyi gizlemeden söyler ve itiraf ederdi. Bu tarz davranışlardan da pek hoşlanmazdı.
Ahlak cihetinde dahi Behçet Bey epeyce medih ve sitayişe şayan bir adam görülür.
Gerçi ahlakça hiçbir noksanı olamamak derecesindeki mükemmeliyet hiçbir insana verilmemiş ise de insanların iyilik ve kötülükleri karşılaştırıldığında Behçet Bey’in iyilikleri ve ahlaki yönleri daha galip gelebilirdi.
Bu zamanda içkisiz delikanlı ne kadar nadir bulunur. Dolaysıyla şıklar içinde içkiyi aşırı kullananlar ise ters orantılıdır ve bu ölçüye dâhil değildirler. Behçet ise Beyoğlu veyahut gezdiği yerlerde bulunmak zorunda kaldığında içki kullanırdı. Ancak öyle geceden sabaha kadar aşırı içmek gibi vaktini bu gibi yerlerde geçirip sabahlayan tiplerden değildi.
Bak işte centilmenliğin bir beğenilecek ciheti varsa o da sarhoşluğu ayıp saymalarıdır. Alafranga âlemlerinde gençlerin ekser zamanı kadınlar yanında geçeceği ihtimaliyle sarhoş bulunmak ve tütün içmek ayıp olduğundan bizim şıklar dahi işrete, içki içmeye ve eğlenceye düşkünlük göstermemeyi de şıklık sayarlar. Fakat tütün meselesi bizde Avrupa’ya kıyas edilemez. Avrupa’nın murdar tütünleri kadınlar gibi zayıf göğüslü mahlukları değil; en kuvvetli erkekleri bile dumanı ile öksürtür. Bizim iyi tütünlerin güzel kokuları ise bilakis burunlara zevk verir. Hatta buralara gelen Avrupalı kadınların bile birtakımı bizim tütünleri içmeye alışırlar.
Şıklar ve centilmenler kumar oyununu pek ziyade şıklıktan saydıkları cihetle hemen hemen hanedanlarının servetlerini bitirmek uğrunda batırdıkları hâlde bizim Behçet Bey bu konuda dahi müstesnadır.
Kendisini sair şıkların tenkit dillerinden kurtarmanın da yolunu bulmuştu. Zira şıklar güya kâr ve kazanç için değil; başka türlü zaman geçiremedikleri için kumara döküldüklerinden Behçet Bey bunlara mukabil der ki:
“Paramı kaybetmek korkusundan değil sadece oynamaktan üşendiğim için oynamayı sevmem. Benim için kulüplerde olsun, evimde olsun zamanı öldürmenin -alafranga tabiridir- en güzel sureti kitap okumaktır.”
Gerçi Behçet’in kitap okumasına verdiği yeni ehemmiyet dahi en ziyade övmeye şayan hâllerdendir. Buna da bir şıklık sureti vermek için ekseriya Avrupa’nın en son çıkan kitaplarını tedarik edip okuyarak şıkların meclisinde “Şöyle bir kitap çıkmış! Gözünüze çarptı mı?” suallerini henüz hiçbirisinin gözüne çarpmadığı cevaplarını alınca, başkalarında bulunmayan bir moda kendisinde bulunmuş gibi memnun olup bununla iftihar da ederdi.
Behçet’in hususi hâlleri arasında en ziyade ehemmiyet verilecek şey bu zatın kadınlara olan aşırı düşkünlüğüdür. Zaten şıkların, centilmenlerin umumu için zamparalıkta ifrat etmek hepsinin alışkanlığı değil midir? Fransızlar “Beau sexe!” demezler mi? “Güzel cins” manasında olan bu tabir, kadın kısmına mahsustur. Güzelliği övme dahi centilmenliğin birinci şiarlarındandır.
Şu kadar var ki bizim Behçet Bey, bu merakta sair emsallerinden üstündür. Zaten merakının ziyadeliği sebebiyle değil midir ki vapurda gördüğü bir kadını takip için bir gün sabahtan akşama kadar inat ettiği hâlde o geceyi de akşamdan sabaha kadar rahatsız geçirmeye razı olmuştur.
Hem şıklarda bir hâl daha vardır. Onlar bir kadına âşık olmayı küçümserler. Kadınlara pek ziyade rağbet etmeli ama âşık olmamalı. Eğer bir kadını kendisine âşık etmek mümkün olursa bunu fevkalade bir şan sayarlar ise de kendilerinin kadına ciddi âşık olmasını saflık sayarlar.
Hatta centilmenliğin son derecesi olmak üzere ciddi âşık olmayı bir kadın hakkındaki muhabbetini küçümseyecek olanlarla düelloya kadar da göze aldırırlar. Hikmeti? Hikmeti ne olacak? Bahis sevmemek bahsi değil. Honneur, yani onur meselesi sayıldığından honneur’u da mutlaka kan ile temizlemeli imiş!
Bereket versin ki centilmenliğin bu derecesi bizde pek de geçerli değil; Avrupa’ya mahsus bir hâldir.
Behçet Bey on dokuz yaşında Mektebi Sultaniden çıkarak yedi sekiz seneden beri gençlik sürdüğü hâlde hemen hemen yetmiş seksen kadın ile tanışıp görüşmüştür. Bunlardan birçoğu kolay ulaşılabilen kadınlardan ise de birtakımı dahi şıklarca “conquete” yani “fetih ve zafer” sayılmaya şayan şeylerdendir. Lakin en ciddi, en sürekli sevdası iki ay devam ettiği dahi nazarıdikkate alınmaya şayandır.
Bu kadar şıpsevdi olan bir gencin uzun boylu hanım gibi ilk defa vapurda gördüğü kadına o kadar ehemmiyet vererek takip etmesini tuhaf mı karşılıyorsunuz?
Bu hâl asıl şıpsevdilerde bulunur. Onlar sair adamların aylarca müddet zarfında elde edemeyecekleri bir irtibatı bir anda elde ederek emellerine nail olmak hususunda her gayreti göze aldırırlar. Fakat bıkıp usanmaları dahi yine bu kadar hızlı olur.
Behçet Bey evli değildir. Zaten şık ve centilmen olmak için evli bulunmamak zaruri değil ise de pek hoş da karşılanmaz. Kendisi bayağı muteber bir familyadandır. Pederi vefat etmiştir. Vefatı sair babalar gibi oğluna borç bırakarak değil; emlak ve geliri üzerinden ayda kırk, elli lira kadar gelir bırakarak vefat etmiştir. Bir validesi vardır ki oğlu ile beraber görenler anası değil; kız kardeşi zannederler. Zira kadıncağız, merhum zevcine on üç yaşında iken varmış on beş yaşında Behçet’i doğurmuş olduğundan şimdi kırk bir, kırk iki yaşlarında varsa da kendi güzelliğini muhafazaya muvaffak olduğu cihetle otuz beş yaşında kadar bile görünmez.
Bunların İstanbul’da Aksaray civarlarında güzel bir hanesi olduğu gibi Boğaziçi’ndeki … köyünde dahi küçük ve fakat gayet güzel bir de yalıları vardır.
Validesinden başka Behçet’in bir de halası varsa da o kadın evli ve evi ayrı olduğundan Behçet Bey, kendi evinde veyahut mevsim hasebiyle yalnız bir validesiyle ikamet eder. Evinde kalabalık bulunmasını ne kendisi ve ne de validesi sevmediğinden hem hizmetçilik hem de vekilharçlık hizmetini görmek için bir Vanlı Ermeni, bir erkek aşçı ve haremde iki cariyeden başka bir de Petraki isminde bir Rum vardır ki konakta bulundukları zaman seyislik ve ispirlik[5 - At arabası sürücüsü.] hizmetlerini birlikte görür ve yalıda bulundukları zaman dahi kayıkçılık işlerini yapar.
İşte Kazancılar Yokuşu’na kadar uzun boylu hanımı takip eden Behçet Bey böyle bir Behçet Bey’dir.
Necati’ye gelince:
Bu zatın hakikaten hususi hâlleri incelenmeye değer şeylerdendir.
Kendisi otuz beş yaşından ziyade ve kırk yaşından noksan bir adamdır. Boyu kısa ve vücudu epeyce şişman olduğundan boyu bosu, endamı ile hiç de dikkat çeken birisi değildir. Ancak koyu kumral sakalı yüzüne epeyce yakışması ve siyah gözlerinin parıl parıl parlamasıyla bu adamda büyük bir zekâ bulunduğuna delalet eder.
Burnu epeyce hürmetli ve ağzı bayağı büyük olduğundan bunları güzel bir ağız ve güzel bir burun olmak üzere tavsiyeye imkân yoktur.
Kendisi ne zengin ve ne de fakirdir. Maliye Nezaretinde yedi sekiz yüz kuruşluk bir memuriyette bulunuyor ise de yirmi seneden beri oraya hizmet ettiği hâlde ancak maaşı bu dereceye varabilmiştir. Bundan sonrası için de maaşının artabileceğine dair bir ümidi yoktur. Şu kadar var ki Hoca Paşa taraflarında bir kâgir evi kirada olduğu gibi Galata’da dahi iki dükkânı bulunduğundan bunların da bin kuruşa yakın kiralarıyla Necati Efendi kanaatle, mesutça yaşayabiliyor.
Bu zat bir muntazam tahsil görmemiştir. Ancak her şeyi merak etmiştir. Bu hâlde bulunan adamların ömürleri müddetince ilimle uğraşacakları malumdur. Dolayısıyla Necati Efendi hâla hangi caminin, hangi medresenin dersinin övüldüğünü görürse devama başlar. Hangi muallimin tabii ilimler konusunda pek mahirce izahlar verdiğini işitirse onunla hemen tanışıp görüşür. Matematik ilmine merakı hasebiyle mesela Vidinli Tevfik Paşa Hazretleri derecesinde bu ilmini geliştirmek için gayret sarf eder. Yine astronomi ilmindeki merakı hasebiyle müneccim Mösyö Kumbari’ye varıncaya kadar her tarafa başvurur. Ehli tasavvuf ile bulunursa mükemmel bir derviş kesilir. İlim erbabı ile bulunursa kendisinden daha istekli olmaz. Felsefi ilim erbabı ile bulunduğu zaman fevkalade filozof görünür. Her şeyi merak eder, her merakı arkasında aylarca senelerce dolaşıp bir dereceye kadar arzularına nail de olur.
Kendisinden daha âlim bir adam görürse ona talebe olmayı bir şan sayar. Kendisinden daha cahil bir adam bulunduğu zaman ise muallimlik mertebesine varır.
Ettiği bahislerden daima istifade olunur. Öyle cahiller gibi saçmalamaz.
Necati Efendi’nin hâlinde bulunan bir adamın ahlakının fena olması düşünülemez. Böyle adamlara bazı kimseler “kalender” tabir ederler ise de bu tabir Necati Efendi için caiz olamaz. Necati Efendi işret etmez. Tütün bile içmez. Bu dahi tıbbi ve fizyolojik olarak okuduğu kitaplardan, onların insana ne gibi zararlar verdiğini bildiği için nefret edip uzak durur.
Hatta evli dahi değildir. Sebebinin ne olduğunu izah edelim mi? Yunan filozoflarından bilmem hangisi demiş ki: “İnsan gençken evlenirse pek acele etmiş olur. Yaşını geçtikten sonra evlenirse o hâlde dahi vakit geçmiş olur.”
Şimdi Necati Efendi böyle hikmetli ve felsefi bir cümle işitir de onu halledinceye kadar evliliğe nasıl karar verebilir? İşte otuz beş yaşını geçtiği hâlde henüz bu hikmeti halledememiş. İhtimal ki yakın vakitte evlilik zamanının geçmiş olduğunu hakikaten görür de meseleyi katiyen halleder yani bir daha hiç evlenmemeye karar verir.
Bu adam asla yalan söylemez. Filozof geçinen bir adam için yalan söylemeye tenezzül etmek mümkün olur mu?
İnsanlara hiçbir fenalık dahi düşünmez. Bu da filozofluk şanındandır. Ancak kendi felsefi fikirlerine ters gelen şeylere o kadar hiddetle ve şiddetle karşı çıkar ki işte o zaman bütün dünyayı yıkıp altüst etmiş olsa yine hiddetini yenemez.
Necati Efendi evli değildir ama epeyce kalabalık bir aileye bakmaktadır. Kendisinden üç yaş küçük bir kız kardeşi ve onun bir kocası ve üç çocuğu. Eniştesinin hâl ve vakti dahi yerinde olmadığından ev işlerini özellikle kendi üzerine almıştır. Eniştesi kazanabildiği para ile karısının, çocuklarının yalnız üstlerine başlarına bakabilir. Bir de yaşlı ve kötürüm teyzesi vardır ki Necati Efendi ona dahi validesi nazarıyla bakar. Bunlardan başka kendisinin ahiret evladı edindiği bir kız vardır. Fakat bu kızı terbiye için kendi fikirlerine o kadar bağlamıştır ki kız dahi yirmi iki yaşına geldiği hâlde evlilik için henüz erken mi yoksa vakit mi geçmiş olduğunu hâla kararlaştıramamıştı. Bu konuda dahi babasının vereceği kararı beklemekteydi.
Necati Efendi’nin, Behçet Bey ile dost olmasına sebep, Behçet’in gayet serbest bir adam olması ve fikirlerini hiçbir kimseden gizlemeyerek sözünü daima açık söylemesidir. Necati zaten devamlı Boğaziçi’nde ve Behçet’in oturduğu … köyünde oturuyordu. Sabah akşam vapurlar ile köye gidip gelirlerken yolda sohbet ederlerdi. Fikirlerinin bu suretle ifade edilmesi, bu iki adam arasında bir dostluk oluşturmuştu. Bu dostluk, öyle birbirinin hususi işlerine karışacak derecesinde sıkı sıkı bir şey değildi.
Zaten birisi yirmi altı yirmi yedi ve diğeri otuz yedi otuz sekiz yaşlarında olan ve birisi şık ve centilmen ve diğeri filozof bulunan iki adamın o kadar sıkı fıkı dost olmaları mümkün olabilir mi?
Meğerki hikâyemiz gibi bir vaka bunlar arasındaki münasebete bir kat daha kuvvet vere!
ALTINCI BÖLÜM
TAHKİKAT
Pazar akşamını yani pazartesi gecesini Bağlarbaşı’nda geçirmiş olan Behçet Bey’in o geceyi nasıl geçirdiğine dair izah ve tafsilata ihtiyacımız yoktur. Şu kadarcık bir şey demek ile yetinelim ki: Behçet Bey, o geceyi evvelce ettiği tahmine pek muvafık ve mutabık bir surette geçirerek ertesi gün sabahleyin Üsküdar iskelesine inmiş ve bir kayık tutarak evine dönmüştü.
… köyündeki hanesine geldiği zaman İstanbul’dan ilk vapur gelmiş olması şöyle dursun daha yukarıdan bile ilk vapur aşağıya inmemiş olduğundan validesi böyle habersiz gelişin nereden olduğunu oğluna sorduğu zaman Behçet Bey Kuzguncuk’ta bir Ermeni düğününe katıldığı hakkında bir sudan cevap ile yetinmişti. Zaten validesiyle kardeş, kız kardeş münasebeti gibi bir münasebette bulunan Behçet’in öyle her hâl ve hareketine dair uzun uzadıya sorgulamalara tabi tutulması, âdet dahi değildi.
Kuzguncuk’taki düğünde sabahlara kadar eğlenmiş bulunması hasebiyle uykusuz kalmış olan Behçet, hemen yatağına uzandı. Yirmi dört saatten beri vuku bulan olaylar üzerine kendisi dahi şaşmak derecelerine gelmişti. Hele böyle uykusuz ve rahatsız bir hâlde kalmasını hiç benimsemediği için hatırına başka bir şey gelerek kendi kendisine dedi ki:
“Saat sekizde Üsküdar iskelesinde idim. Dokuzda buraya geldim. Saat henüz on bile olmamış. Hâlbuki kış gecelerinde bu saatlerde henüz baloda olduğumuz zamanlar çok olmuştur. Dolayısıyla uykusuzluktan ve rahatsızlıktan şikâyete hakkım yoktur. Asıl lazım gelen şey teşebbüslerimin bundan sonrasını nasıl tamamlayacağımızı düşünmektir ama ona dahi şimdi vaktimiz yoktur. Şimdiki hâlde hele bir uyku kestirelim!”
Behçet Bey derin bir uykuya dalmakta da gecikmedi. Hatta yorgunluk hasebiyle rüyasız falansız güzel bir uykuya dalmıştı. Zira uzun boylu hanım hakkında aşk ve alaka gibi bir şeye düçar da olmamıştı. Sadece bir iş yapmamanın müsaadesiyle, o gün dahi şu yolda eğlenmiş bulunduğundan zihnen tamamıyla rahat olduğu için uyumuş gitmişti.
Uykudan gözlerini açtığı zaman güneşin karşı Rumeli yakasında bayağı ufka doğru alçalmış olduğunu gördü. Saate baktı. Saat tam dokuz buçuktu. Kendisini yokladığında öyle yorgunluktan ve uykusuzluktan dolayı vücudunda hiçbir rahatsızlık eseri göremedi.
Artık bu saatten sonra bir yere çıkıp gitmek mümkün olamayacağından Behçet Bey arkasında gecelik entarisi ve onun üzerinde dahi incecik bir Şam hırkası bulunduğu hâlde yalının bahçesine çıktı.
Derken Kayıkhane semtinde Petraki’yi gördü ki Behçet Bey’in yeni edinmiş olduğu sandal merakı hasebiyle satın aldığı gayet hafif ve narin bir sandalı boyamakta idi.
Bu Petraki “hezârfen”[6 - Hemen hemen her şeyi bilen ve her şeyden anlayan adam.] vasfına layık, zeki ve hareketli bir çocuktu. Behçet ise kendisine biraz da lüzumundan fazla yüz verdiğinden efendisi ile pek laubalice görüşür konuşurdu.
Petraki’yi görünce Behçet Bey kendi kendisine dedi ki:
“Tamam! İşte bu işi de Petraki’ye havale ederiz. Ondan daha iyi bunu çözecek kimse olamaz. Koca Petraki! Eğer bir zaptiye müşiri[7 - Emniyet Müdürü.] olsaydım seni başmüfettiş atardım.”
Doğruca Petraki’nin yanına vardığı zaman ilk sözü sandalı pek güzel boyadığına dair birkaç övücü ve teşvik edici sözlerden ibaret oldu. Sonra tavrına bir ciddiyet vererek dedi ki:
“Ey!.. Petraki! İş bu değildir görülecek, başka bir iş vardır ama bilemem ki becerebilecek misin?”
“Emrediniz efendim! Hiç Petraki’nin göremeyeceği iş olur mu?”
“Şimdi ben olan durumu sana anlatayım da sonuna kadar hikâyemi dinle!”
“Ama fırçayı elimden bırakmayarak dinleyeceğim. Öyle değil mi? Zira şu açık deriden olan şeritler, sandalı pek ziyade açacağından bunları yarım saate kadar bitirmezsem içim rahat etmeyecektir. Bu gece kurusun da yarın dahi sandalı bir tecrübe etmeliyim!
“Pek güzel! Hem fırçayı sür hem beni dinle!”
“Kulaklarım tümüyle sizdedir efendim! Yalnız ellerim fırçada gözlerim dahi bu derilerin üzerinde!”
Behçet Bey hikâyeye başladı. Şıkların bir hâli daha vardır ki gördükleri ve hikâye edecekleri bir şeyi öyle dört laf ile söyleyip bitirmezler. Etrafıyla ve genişçe hikâye ederler. Zira öyle sözü kıp kısa kesenler Fransızca “beau parleur”, yani güzel söyleyici sıfatına layık olamazlar.
Hikâyenin başlangıcı Petraki’yi o kadar memnun edemedi ise de Fındıklı kahvesinde uzun uzadıya bekleme fıkralarına gelince zeki Rum’un gözleri parlamaya başladı ve hele Bağlarbaşı’nda sabah edilmesi fıkrası pek hoşuna gitti.
Nihayet Behçet Bey dedi ki:
“Şimdi hikâyeyi anladın ya? Eğer güzelce anlamış isen sana teklif edeceğim hizmeti de anlamışsındır.”
“Oo!.. Ona şüphe mi var? Uzun boylu hanımın arkasına düşerek sabahlara kadar girdiğiniz zahmetlere mukabil yalnız hanımın hanesini öğrenmekle kaldınız. Kendisi kimin nesidir? Eti yenecek bir kuş mudur? Değil midir? Daha buralarını öğrenemediğinizden bu işi de bana havale edeceksiniz. Değil mi?”
“Evet ama eti yenilip yenilmeyeceği meselesi bence o kadar ehemmiyetli değildir. Kendisine âşık olmuş değilim ya?”
“Öyle ise bu kadar külfetlere sebep?”
“Adi bir meraktan ibaret!”
“Artık siz o adi merakı benim külahıma anlatınız.”
“Hakikaten adi bir meraktan ibarettir Petraki!”
“Külahıma anlatınız dedim ya! Ne ise! Efendim olmuşsunuz. Her hizmetinize canla başla çalışarak bir aferin kazanmaya mecburum.”
“Bu işte beni memnun edersen aferinden ziyadesini kazanırsın.”
“Ziyade bir şey kazanmak istemem! İşte o zaman hizmetimizin rengini değiştirir. Sizin aferininiz bana kâfidir.”
“Ee, tahkikatının neticesini bana ne zaman bildirirsin?”
“Adi bir merakı gördünüz mü bir kere! Sabırsızlığa bakılırsa, âdeta âşık sabırsızlığı olduğuna hiç şüphe kalmaz. Ne ise! Bakalım bizim Despino’yu göreyim de onunla edilecek müzakere üzerine size bir haber getiririm.”
“Ama çok vakit geçirmemeli!”
“Anladım efendim, anladım! Çok vakit sabredemeyeğinizi anladım. Lakin Despino olmazsa ben erkekliğim ile yalnız bir başıma ne yapabilirim?”
Petraki’nin, Behçet Bey hakkındaki şüphesinin yersiz olduğunu okuyucularımız anlamaktan geri durmazlar. Gerçi gençlere hiç de itimat caiz değilse de Behçet Bey hakkında vermiş olduğumuz malumattan bu zatın öyle ciddi bir sevda ile deli divane olacak adamlardan olmadığını anlamışlardır. Behçet’i bu işe sevk eden şey, hakikaten bir meraktan ibaret idi.
Petraki’nin Despino diye haber verdiği kadın kendi kız kardeşi idi ki bu kadın mükemmel bir bohçacıydı. Avrupa’nın süse, modaya dair en ince işlerinden başka bizim yağlıkçı esnafının nefis eşyasına dair şeyleri dahi konaklara götürür ve hatta bazı mücevherat tellallığına kadar da varır.
Petraki’nin Despino’ya gördüreceğini Behçet Bey’e söylediği işe bakıp da Despino’ya sair tellallıklarda dahi bulunur diye bir hüküm verilmemelidir. Bohçacı kadınların ne kadar namuslu ve sağlam olabilmeleri mümkün ise Despino da o kadar istikamet sahibi bir kadındı.
Bahusus ki kız kardeşine havale edeceği iş, Behçet Bey’in görmüş olduğu uzun boylu hanımın kim olduğundan ve hâl ve şanı neden ibaret bulunduğundan ibaretti. Onun memuriyetinin bundan ileriye varamayacağı dahi malumdu.
O akşam Behçet Efendi validesiyle yemek yedi. Gerçi gece biraz geç vakit yatağa girdi ve biraz da geç uyudu ise de bu hâl uzun boylu hanım için bir sevdadan ve aşk ıstırabından kaynaklanmıyordu. Bir gün sonraki salı günü Petraki, Samatya’da bulunan hanesine giderek kız kardeşine gerekli talimatı veredursun, bizim Behçet Bey Avrupa’dan son posta ile gelmiş olan bazı resimli gazetelerini almak için Tophane Bostanbaşı’nda bulunan postaneye giderek oradan dahi Beyoğlu’na çıkıp bazı mağazaları falanları ziyaret etmiş ve akşamüzeri köprüye inerek saat onu çeyrek geçe köprüden hareket eden vapura binmişti.
Vapurda Necati Efendiye tesadüf etmesin mi?
Necati dedi ki:
“Ne güzel tevafuk! Hazır konuşa konuşa köye kadar gideriz.”
“Doğrusunu istersen öyle konuşa konuşa köye kadar gidebileceğimizden şüpheliyim.”
“Neden şüphelisin? Her zaman öyle yapmıyor muyuz?”
“Her zamana kıyas kabul edecek bir hâlde değiliz. Sen yine birtakım felsefi konulara girişirsin. Benim de merakımı tahrik edersin. Sonra bir değil; birkaç geceyi Bağlarbaşı’nda geçirmeye mecbur oluruz.”
“Ne oldu Allah’ı seversen, ne oldu?”
“Ne olacak? Güzel kadınlara bakmak hikmete terstir diye verdiğin ders bana o kadar tesir etti ki o gün malum uzun boylu hanımın arkası sıra dünyayı dolaştık. İşte görüyor musun filozof efendi! Böyle hakimane nasihatler bizim gibi gençleri ıslahtan ziyade bozuyor.”
Diye pazar günkü vakayı uzun uzadıya anlatmaya başladı ise de uzun boylu hanımın Üsküdar tarafındaki semtini haber vermekte ihtiyatlı davrandı.
Bu ihtiyata sebep ne olduğunu pek de anlayamazsak da zannederiz ki hanımı Necati gibi ağzı gevşek bir filozofun diline düşürmemek için olmalıdır.
Ama Necati’nin hakikaten ciddi sırları öyle her rast gelenlere söyler adamlardan olmadığını Behçet Bey kesin bilmiyordu. Bilmiyordu ama lüzumu kadar ketum olduğunu dahi bilmiyordu.
Necati bu hikâyeyi yukarıdan aşağıya dinledikten sonra ne dese beğenirsiniz? Bir şey dedi ki o sözü Behçet Bey bile beklemiyordu.
Necati demişti ki:
“Ama tuhaf hikâye ha! Doğrusu ya! Şöyle bir hikâyenin esas azası arasında ben dahi bulunmak isterdim. Zaten dışında dahi değilim ya? Hakikaten bir fikir uğruna bir şeyin arkasından takip etmek kadar insanı eğlendirecek hiçbir şey olamaz.”
Behçet Bey böyle hiçbir şekilde beklemediği bir söze mukabil dedi ki:
“Güzel kadınların yüzlerine bile bakmaya ruhsat vermediğin hâlde bu övgüde bulunuşun, hakikaten beni hayretler içinde bırakıyor.”
“Ama senin hikâye ettiğin şeyler içinde tecavüzkârlık gibi bir şey hissetmiyorum ki. Sen bu takip işini yalnız kendi hür iradenle icra etmişsin. Kadının ise takip olunduğundan haberi bile yok. Öyle değil mi?”
“Ona şüphe yok! Kadının nereden haberi olacak?”
“Tamam! Demek oluyor ki hiçbir kimseye zararı dokunmayacak olan bu gerçek olayı ile bir romanı okuyoruz veyahut bir tiyatro temaşa eyliyoruz. Zaten birtakım safsata satan romancıların hayalî şeylerini okumaktan veyahut o yolda birtakım yazarların tanzim ettikleri tiyatro oyunlarını seyretmekten ne çıkar? Böyle ciddi şeyleri temaşa edelim.”
Yine Necati Efendi’nin dediği çıktı. Zira şu sözler ile iki arkadaş köylerine kadar konuşa konuşa geldiler. Vapur iskelesine çıktıkları zaman Necati Efendi arkadaşına veda ile hanesine döndüğü gibi Behçet Bey dahi kendisini sandal ile beklemekte olan Petraki’ye bir işaret vererek sandal yanaştığında atladığı gibi yalısına gitti.
YEDİNCİ BÖLÜM
SAMURKAŞ HANIM
Aradan iki üç gün geçmişti ki bir gün Petraki’nin kız kardeşi Despino, Behçet Bey’in yalısına gelerek valide vesairesiyle zaten mevcut olan tanışıklığı hasebiyle hoş geldiğine ve sefa bulunduğuna dair sözlerden sonra Behçet Bey Efendi’nin de hatırını sormak için beyin deniz tarafında olan odasına gitmişti.
Despino denilen kadın otuz beşten ziyadece bir kadın ise de bazı kırk yaşında bile kadınlar vardır ki kendilerine on beş yaşındaki kızlar derecesinde süs vererek hiç olmazsa yirmi beş yaşında görünürlerse de Despino bunlara kıyaslanamazdı.
Gerçi çul giymiş, ip kuşanmış denilebilecek sefillerden dahi değildir. Sanatı hasebiyle en kibar konaklara girebilecek kadar nezafet ve süse riayet ettiği hâlde olgun tavırlarıyla kendisini âdeta elli yaşında bir kadın gibi satmaktadır. Dolayısıyla Despino’nun Behçet Beyefendi’nin odasına gitmesi yalı içinde hiçbir kimsenin nazarıdikkat ve ehemmiyetini çekmezdi.
Şık beylerin bir özellikleri de sabahları pek ziyade tembelce davranırlar. Hele Behçet Bey gibi bütün bütün işsiz olanları, sabahları zaten uykudan geç kalktığı hâlde, giyinip kuşanmaları için dahi saatlere muhtaç olurlar. Dolayısıyla Despino geldiği zaman Behçet Bey henüz tıraşını tuvaletini bitirmiş idiyse de daha elbisesini giymeyip arkasındaki gece kıyafetiyle oturmakta bulmuştu.
Despino hakikaten olgun bir kadın olmakla beraber ve mesleği hasebiyle şaka yapmakta dahi benzeri nadir bir kadındı. Zaten kardeşi Petraki’nin Behçet Bey ile nasıl laubalice konuştuğunu gördük ya? Öyle zeki bir adamın kız kardeşi olan ve Behçet Bey ile laubalilikte dahi kardeşinden geri kalmayan bir kadının, Behçet gibi cicili bebek vasfına şayan hoppa delikanlı ile şakaları dahi az olmazdı.
Despino dedi ki:
“Aman ya Rab! Yine ne kadar süs! Her gün tıraş! Her gün süs! Bu kadar gençlik güzellik, bu kadar süs ve moda ile kim bilir ne kadar yürekler yakarsınız!”
“Yok, Despino, yok! Ben hakikaten derviş bir adamım.”
“Hangi dervişlerden? Mevleviler gibi dönen dervişlerden mi?”
“Sen bugün yine pek neşeli bulunuyorsun. Fakat şen ve neşeli olmak başkalarına iftira için insana hak veremez.”
“Neden iftira edecekmişim?”
“Dönek diyorsun ya?”
“Dönek olmamış olsanız Samurkaş Hanım için merak eder miydiniz?”
“Samurkaş Hanım kim oluyormuş?”
“Acayip! Hem bizi o kadar zahmetlere sokunuz hem de aşkından çıldırdığınız kadının kim olduğunu hâla bilmeyiniz!.. Yoksa ‘Bilir ama bilmezlikten’ mi?”
“Hayır! Vallahi bilmiyorum!”
“Canım Şemsi Paşa’da…”
“Ha! Uzun boylu hanım desene?”
“Vay sizce dahi ismi uzun boylu hanım mı?”
“Vay onun ismi Samurkaş Hanım mıymış?”
“Onda isim çok! Her ne ise şimdi haber veririm. Acaba onu sevmek için hangi zavallıdan soğudunuz? İşte onun için size dönek dedim.”
“Vallahi Despino ben ne bir kadına âşık olurum ne de ondan dönerim. Bu uzun boylu… şey! Samurkaş Hanım meselesi bir başka meseledir ki sana tafsil ettiğim zaman bu işin içinde benim tamamıyla suçsuz günahsız olduğumu anlarsın. Vay canını sevdiğim. Ne de güzel isim! Samurkaş Hanım! Evet, evet! Kaşları gerçekten en güzel Rus samurlarından daha tüylü, daha latif idi. Aman ne yaptın bakalım?”
“Şimdi siz beni dinleyiniz! Ferdane Hanım’ın hanesine kadar ne surette gittiğimi size tafsil etmek lazım gelmez.”
“Ferdane Hanım mı? Bir dane Hanım!”
“Evet! Asıl ismi Ferdane Hanım imiş. Bir bohçacı kokona Despino bir hanımın konağına nasıl giderse ben dahi bohçamı koltuklayarak selamsız sepetsiz gittim. Mallarımı serdim, gösterdim ise de öyle bir hanım benim mallarıma, eşyalarıma rağbet mi eder?”
“Neden? O kadar müstağni[8 - Tok gözlü, çekingen, başkalarından bir şey beklemeyen.] ha?”
“Müstağni ne demek! O kendi malını kendi mahareti olan mahsullerini bana gösterdi ki görenler âdeta akıllarını yitirirler. Sanki insan eli değmemiş!”
“Acayip! Uzun boylu, samur kaşlı Ferdane Hanım da modacı imiş ha?”
“Hayır, efendim, hayır! Zevki için! Kadının elinde hüner var, marifet var ki!”
“Ne ise! Şimdilik maharetini imtihan edecek değiliz ya? Şu kendi hususi hâllerine dair ne öğrendin ise onu haber ver.”
“Doğrusunu isterseniz alabildiğim malumat pek azdır. Fakat hâl ve şanına, hüsnüne, cemaline iyi dikkat ettim.”
“Allah aşkına güzel mi Despino?”
“Güzel mi demek ne demek a beyim! Bu kadar konaklara girer çıkarım, bu kadar Hristiyan ve Frenk familyaları tanırım. Ben bu kadın kadar güzeli familyalarda değil; duvarlardaki resimlerde bile görmedim.”
“Etme Allah’ını seversen!”
“Neyi etmeyeyim! Medih mi etmeyeyim? Yok! Bakınız ben bir kimsenin hakkını inkâr edemem.”
“Değil a canım, öyle değil! Yani gerçek söyle diyorum.”
“Yalan söylemeye ne mecburiyetim var? Bakınız size eşkâlini tarif edeyim. Evvela boyu ne güzel olduğunu siz dahi görmüşsünüzdür.”
“Ona şüphe mi var? En evvel nazar-ı hayretimi…”
“Hem de yalnız çamaşır sırığı gibi bir boy değil. Ona mütenasip omuzlar, ona mütenasip göğüs…”
“Onlar malum a canım! Hatta baş bile o vücuda mütenasip bir suretle ne büyük ne küçük!”
“Şimdi gayet güzel ve uzun bir boyun üzerine oturtulmuş bu başa oval ve beyaz bir yüz takınız ki geniş bir alın ile yumru bir çene ve yuvarlak bir çift yanak o çeneyi teşkil etmiş oldukları gibi her biri âdeta erkeklerin bıyık tarakları ile taramaya muhtaç olacak kadar sık ve uzun kıllı bir çift kaş ve ne küçük ne büyük görülmeye imkân olmaksızın tam yüz ile mütenasip bir burun ve o burun ile yuvarlak biçimli çene arasını canlar dayanamayacak bir güzellikle ayrılmış bir çift dudak dahi bu yüzü süslerler.”
“Ne de güzel tarif ediyorsun Despino.”
“A beyim benim dilim de dönmez ki! Ne ise! Gördüğüm ve dikkat ettiğim şeyleri haber veriyorum. Ya gözler! Ya gözler! Çok güzel göz gördüm ama bunun gibilerini hiçbir hanımda görmedim. Siyah değil. Fakat ilk bakışta zannolunacak koyu mavidirler ki asıl etraflarına Allah’ın kudret elinin boyamış olduğu siyahlık o koyu mavi renge âdeta siyahımsı bir letafet verir. Bu kadar güzel olan rengi ihata eden göz akları dahi o kadar beyazdır ki onlar dahi gözlerin rengindeki parlaklığı bir kat daha arttırmaya sebep olurlar. Ya kirpikler! Ya kirpikler! Yemin etsem başım ağrımaz ki bazı kere gözlerini kapadığı zaman alt kirpikler üst kirpikler ile karışıp ve dolaşıp da gözlerini açamayacak diye insana bir korku gelir. Hele üst kirpiklerin ağırlığından dolayı üst göz kapakları layıkıyla açılamayıp düşük bir hâlde bulundukları cihetle bu kirpikler arasından insanın gözlerini kamaştırırcasına bakışları ile Ferdane Hanım âdeta daimi bir surette göz süzüyor zannolunur.”
“Yaşa, Despino, yaşa! Bu kadar tatlı tasvirlerin ile bin yaşa!”
“Dünyada bir tanecik kardeşimin başına yemin ederim ki beyim hiç de mübalağa etmiyorum. Bununla beraber acaba hayretli nazarlarınızı çeken şey yalnız gözleri midir? O ağız, o bülbül gibi söyleyen ağız! Dudakların pembeliği, dudaklarını boyayan kadınları bile mahcup bırakır. Ya dişlerin küçüklüğü? Sıklığı? Beyazlığı? Parlaklığı? Aman ya Rabbi ben şu kadınlığım ile beraber o ağzı görünce çıldırmak derecelerine vardım. ‘Ah bir parça gülse? Ah! Birkaç lakırtı ziyade söylese de o güzel ağzı, o parlak dişleri hayran hayran temaşa etsem.’ diye ona âşık olma temennisine kadar vardım.”
“Despino adi bir meraktan ibaret bulunan bendeki bir hâli çıldırasıya bir sevdaya mı dönüştürmek istiyorsun?”
“Gördüğümü söyleyeceğim beyim. Doğrusunu isterseniz Petraki bana emrinizi getirdiği zaman zihnime başka şeyler gelerek çok da memnun olmamıştım. Şimdi Ferdane Hanım’ı görmekten dolayı o kadar bahtiyarım ki bu bahtiyarlığıma sizin vesile olmanızdan dolayı kendimi size hakikaten minnettar görüyorum.”
“Ee?”
“Ağzın güzelliğini de bir tarafa bırakalım. Ya o diller, ya o sözler! Ağzında şeker çiğniyor desem pek bir teşbihte bulunmuş olurum. Bu kadar güzel söz söyleyenleri erkeklerde bile nadir bulursunuz. Ben o kadar güzel Türkçe bilemezsem de hanımın sözleri hem tatlı hem anlayışlı olduğunu sair hanımlarla ettiğim mukayese üzerine hükmedebilirim. Bakınız, bakınız, saçları unuttum. Hiç unutulmayacak olan şeyleri unuttum. Siyaha yakın o kumral saçlar ki kumrallığı ancak ışığa karşı bir nevi şeffaflığı ile görüldüğü zaman anlaşılabilir. Aman ya Rabbi, o saçları nerede bitmiş. Eğer örgülü olsalardı mutlaka eklemedir, takmadır derdim. Hâlbuki kuru kuruya tarayıp bir alafranga tarak ile ensesi hizasına toplayıvermiş. Oturduğu zaman yerlere kadar sürünen o saçlar hanımın arkasında o kadar büyük bir yığıntı peyda etmiş ki eğer saç denilen, kadın ziynetine mahsus güzelliği olmasa, bu kadar kalabalık bir yığıntıyı âdeta hiç de letafetsiz görmek derecesinde gözler dahi hata ederler.”
“Despino ben sana bir şey söyleyeyim mi? Evlenecek ve daha doğrusu kızını kocaya verecek olan bir adam kılavuzluk hizmetine seni tayin etmelidir. Fakat ben evlenmeyeceğim.”
“Siz evlenmeyeceğiniz gibi Samurkaş Hanım dahi kocaya varmayacaktır.”
“Ha gerçek! Hanımın adı Ferdane iken Samurkaş ismini güzel kaşlarına hürmeten sen mi verdin?”
“Hayır, beyim. Ben hanım ile konuşurken efendisi geldi. ‘Samur-kaş! Samurkaş’ diye hitap etti. O da ‘Lebbeyk efendim!’ diye mukabele etti. Bundan anladım ki kocası kendisine Samurkaş ismini vermiş.”
“Kocası nasıl şey?”
“Ah işte onu söyleyeceğim beyim. Asıl dikkat olunacak şey de o değil mi ya? Kocasının boyuna bosuna, endamına, kıyafetine diyecek yoktur. Fakat yüz! Aman ya Rabbi!”
“Buna da mı aman ya Rab!”
“Asıl buna aman ya Rab! Bir erkek yüzünü en evvel güzelleştiren şey sakal, bıyık olmak lazım gelirken kocası evvela bundan mahrum!..”
“Öyle ise iyi ya! Tüyü yeni çıkmış bir delikanlı demek.”
“Öylesi değil efendim. Çiçek hastalığından yüzünün derisi o kadar değişmiş ki tek tük şurada burada biten kılların ara yerlerindeki deriler büzük büzük kalmış. Zavallının burnu hemen parça parça olmuş denilecek kadar büzülmüş. Üst dudağı bir parça sağ taraftan yarık gibi görünüyor. Ne kaş kalmış ne kirpik. Bu adamın yüzüne bakıp da içi ürkmemek mümkün değildir. İsmine de Talat Bey demiyorlar mı?”
“Allah! Allah! Bu melek yüzlü kadın nasıl olmuş da bu adama varmış?”
“Kısmet a beyim, kısmet!”
Behçet Bey, Despino’nun buraya kadar verdiği malumat üzerine bir düşünceye daldı. Bu hâlini Despino müşahede edince sözü kesip Behçet Bey’i şu meşguliyetinde rahat bıraktı.
Behçet Bey şüphesiz on dakikadan ziyade düşündü. Sonra dedi ki:
“Kocası kendisini çağırdığı vakit Ferdane Hanım nasıl mukabelede bulundu? Mukabelesinde kocasını sevdiği mi yoksa nefret ettiği mi anlaşıldı?”
“ ‘Buyurunuz efendim!’ diye yerinden fırladığı zaman sanki kırk yıllık kocası değil; henüz onun aşk cinneti ile çıldırmış olduğu âşığı gelmiş gibi kocası tarafına can attı. Hatta ben bu kadar güzel bir hanımın bu derecelerde arzu ve istekle koştuğu koca kim bilir ne kadar güzeldir zannıyla kocasını mutlaka görmeyi arzu ettim. Gördüğüm zaman ise zavallı kadıncağıza gerçekten acıdım.”
Behçet Bey tekrar derin düşüncelere daldı.
Kim bilir neler düşünüyordu. Bir aralık Despino’ya hitapla dedi ki:
“Kocasının ismi Talat Bey olduğunu nasıl öğrendin? Hanım ile uzun uzadıya hasbihâllere mi giriştin?”
“Pek uzun uzadıya değil ise de epeyce hasbihallere girişebildim. Kocasına dair söz geldikçe ‘Bizim Talat Bey’ diye yâd ettiğinden kocasının isminin Talat Bey olduğunu anladım.”
“Hasbıhâllerinizde neler konuştunuz? Kimin tarafından gelmiş olduğuna dair söz açıldı mı?”
“Pek de açılmadı. Hanımefendi benim gösterdiğim mallara lüzumu olmadığını beyan ettiği zaman o kadar nazikâne bir surette beyana başladı ki güya ben kendisine mal satamayacağımdan üzülecek imişim de o dahi benim üzüntümü istemeyerek ve beni teselli etmeye ve gönlümü almaya mecburmuş gibi bir suretle cevap ve muameleye başladığından işte hanımın bu nezaketi epeyce söz açılmasına vesile oldu. Ben dedim ki:
‘Zararı yok hanımefendimiz. Zatınızla tanışmaya başka bir yol olmadığından en azından bu şekilde sizin gibi kibar bir hanımefendi ile tanışmamıza vesile oldu. Bu da benim için büyük bir şereftir.’
O bana dedi ki: ‘Estağfurullah kokona, sizin gibi hünerli, marifetli kadınları ben de pek severim. Yeni çıkan bir şey olur da ben onu bilemez ve yapamaz isem o şeyleri siz bana gösterip öğrettiğiniz zaman pek memnun olurum.’
Ben dedim ki: ‘O hâlde aralıkta bir kere konağınıza uğramam için müsaade veriyorsunuz demek?’
Cevaben bana dedi ki: ‘Keşke her gün gelmiş olsanız memnun olurdum. Zira canımın pek sıkıldığı günler birlikte iş işleyip konuşur eğlenirdik. Şu kadar var ki ticaretiniz için vakit ve zaman size pek kıymetli olduğundan bu arzum her zaman yerine gelemeyecektir zannederim.’ Ben dedim ki: ‘Vakit buldukça sohbetinize can atmayı cana minnet bilirim. Fakat sizin gibi bir hanım için can sıkıntısının ne demek olacağını anlayamadım. Sormaya dahi cesaret edemiyorum. Zira henüz bir saatten beri tanıştığımızdan…’
Sözümü keserek dedi ki: ‘Gerçi benim için can sıkıntısının ne demek olduğunun gizli kalması gerekiyorsa da insan değil miyiz? Her hâlde can sıkacak hâller bizden uzak değildir. Fakat ben, sizin böyle can sıkıntılarını sormaya kadar cüretinizden benim hakkımda bir başka türlü niyetinizi anlıyorum. Bazı kere sizin gibi kokonalar bizim gibi kadınların can sıkıntılarını hafifletmeye gelirler. Acaba sizde dahi böyle bir haber var mıdır?’
Bu sözü söyleyince ne kadar mahcup oldum biliyor musunuz beyim? Gerçi benim gibi kadınların öyle güzel hanımlara karşı mahcup olmaları ekseriyetle görülmez ise de ben o kadınlardan olmadığım cihetle pek utandım.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/vah-69428143/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Anlaşılması zor olan, hikmetli ve felsefi bir meslek ya da yol.
2
Vuslat anında bana engel ve perde olan gömleğimi cennet elbisesi dahi olsa çekip yırtayım.
3
Yürüyen servi boylu güzel.
4
Gümüş gibi beyaz sine ya da göğüs.
5
At arabası sürücüsü.
6
Hemen hemen her şeyi bilen ve her şeyden anlayan adam.
7
Emniyet Müdürü.
8
Tok gözlü, çekingen, başkalarından bir şey beklemeyen.