Tarihimizdeki garip olaylar 2
Sabri Kaliç
Tarihin birbirinden garip ve cazip duraklarına uğrayarak hayretle, heyecanla, tutkuyla okuyacağınız bir serüveni elinizde tutuyorsunuz. Tarihin kulis arkasına girmeye, Osmanlı mirası ilginç geleneklerle ve Türk tarihinin bilinmeyen yönleriyle tanışmaya hazır olun. Bu kitapta tarihimizin en sıra dışı olaylarını bulacaksınız.
At, Avrat, “Toprak”
Falcılık Ve Bakıcılık (Kahinlik)
Yağma Şöleni
Attila’nın Mezarı
Din Değiştiren Kağan
Sabri Kaliç
Tarihimizdeki Garip Olaylar 2
Önsöz
Tarihimizde Garip Olaylar serisinin ilk kitabı, yazar Sabri Kaliç’in “ilginç ve mütevazı” dediği bir eğilimin, yıllar süren birikimin sonucuydu. Yazarımız Kaliç, çocukluğundan beri Hayat Tarih Mecmuası ve Yıllar Boyu Tarih gibi dergilerin verdiği ilginç bilgileri derliyor, karşılaştığı ilginç tarihi bilgileri arşivliyordu.
İlkokul sıralarından beri dogmatik bir öğreti olarak önümüze konan tarihin, zor ve sıkıcı değil, eğlenceli ve ilginç olduğunu keşfediyor. Böylece tarih disiplinine yeni bir alan açan Kaliç, büyük bir zevkle okunan Tarihimizdeki Garip Olaylar kitabının ardından, ikinci derlemesiyle yeniden okurlarının karşısında.
Bu metin, okurlarına, cazip ve eğlenceli bir zaman dilimi vadediyor. Yaradılış Efsanesi’nden yüzyılları aşıp; kendi intiharı için barut mahzenini ateşe veren Alemdar Mustafa Paşa’yla birlikte ölen altı yüz yeniçerinin yasını tutuyor. Ölümü gizlenen padişahların haremlerine girip yüz iki çocuklu Osmanlı padişahını anlatıyor.
Çok sevilen ilk kitabının ardından, serinin ikinci kitabıyla yazarımız, tarihi tozlu raflardan indirip sade ve anlaşılır bir dille, en ilginç yanlarından tutup ellerinizin arasına bırakıyor.
Orta Asya Türkleri
Yaratılış Efsanesi
Gök ve yer yoktu. Uçsuz bucaksız deniz vardı. Tanrı (diğer isimleriyle Ülgen ya da Bay-Ülgen), bu deniz üzerinde uçuyor, konacak katı yer arıyordu ama bulamıyordu. O zaman gönlüne bir ilham oldu: “Önündeki nesneyi yakala!”
Ülgen bu sözleri yineleyerek ellerini öne uzattı; birdenbire su yüzüne çıkıveren bir taşı yakaladı ve bunun üzerine oturdu. Böylece oturacak yer bulduktan sonra dünyayı yaratmak istedi. Bu sırada “Ne yaratayım, nasıl yaratayım?” diye düşünürdü. Apansız, su içinde Ak ana(Ak ene) karşısına çıkıverdi ve: “Bir nesne yaratmak istersen ‘Yaptım, oldu’ de, ‘Yaptım, olmadı’ deme!” Ak ana bunları söyledikten sonra yok oldu. Bundan sonra kimseye görünmedi.
Ak ana’nın sözü üzerindedir ki Ülgen insanlara şu buyruğu verdi:
– Varı yok demeyiniz. Varı yok diyenler yok olur.
Ülgen “Yer yaratılsın!” dedi, yer yaratıldı. “Gökler yaratılsın!” dedi, gökler yaratıldı. Böylece bütün dünya yaratıldı. Üç büyük balık yaratıp onların üzerine yeri koydu. İkisini yerin kıyılarına ve birini yerin tam ortasına koydu. Ortada bulunan balığın başı kuzey yönündedir. Bu balık başını aşağı eğerse, kuzeyden tufan (yayık) olur. Eğer başını çok aşağı eğerse bütün dünyayı su basar. Bu balık büyük bir zincirle büyük bir direğe bağlanmıştır. Onu Mangdaşire yönetiyor. Bir gün Mangdaşire bu balığın başını çok aşağıya indirdiği için cihan tufanı olmuştu.
Dünyayı yaratırken Ülgen, “Ay güneş dokunan altın dağ” (ay, kün tiygen altın tu) üzerinde oturdu. Bu dağ gök ile yer arasında idi. Yere o kadar yakındı ki ancak bir adam boyu kadar aralık bulunuyordu. Dünya yaratılışı altı gün sürdü, yedinci gün Ülgen yatıp uyudu, sekizinci gün kalktı.
Bizim ay ve güneşimiz dünyasından başka 99 dünya vardır. Bunların hepsinde birer yer ve cehennem (tamu) vardır. İnsanlar da bulunur. En büyük dünya Han Kurbustan tengere’dir. Bu alemin yönetimini Ülgen kendi yardımcılarından Mangizin Matmas Burkan adlı ruha vermiştir. Bu dünyanın yeninin adı Altın telegey, cehennemi de Mangiz Toçiri tamu’dur. Bu cehennemin bekçisi Matman Kara’dır. 99 alemin ortancası Ezre Kurbustan tengere’dir. Bu alemin yönetimi Belgein keratlu Türün Musıkay Burkan’a verilmiştir; yerinin adı Altın Şarka’dır, cehennemi Tüpken Kara tanju’dur. Bu cehennemi Matman Karakçı yönetir. Kişioğullarının bulunduğu bizim dünyamız en küçük dünyadır. Buna Kara tengere dünyası denir, Maytere yönetir. Cehennemi, Tepten Kara Teş’dir. Bu cehennemi Kerey Han yönetir.
Bizim dünyamızın üzerinde otuz üç kat gök vardır.
Bir gün Tanrı Ülgen denize bakarken su üzerinde yüzen bir toprak parçası gördü. Bu toprağın üzerinde insan vücuduna benzeyen kil tabakası vardı. “Nedir bu cansız nesne? Kişi olsun!” dedi. Toprak hemen kişi oldu. Ülgen buna Erlik adını verdi ve bunu orada bıraktı. Erlik, Tanrı Ülgen’i arayıp buldu. Tanrı onu kendisine küçük kardeş yaptı. Erlik bir süre geçtikten sonra Ülgen’den daha büyük ve daha güçlü olmak istedi. “Ah, ben de Ülgen gibi yaratıcı olsam?” diye düşündü. Sonunda Ülgen’e düşman oldu. Ülgen bunun üzerine Mangdaşire’yi yarattı. Bunlardan başka yine bizim dünyamızda yedi kişi yarattı. Bunların kemikleri kamıştan, etleri topraktandı. Kulaklarına üfledi – can verdi. Burunlarına üfledi – akıl verdi. Yine bir ‘kişi’ yarattı ve buna Maytere adını verdi ve “Sen insanları yönet!” diye buyurdu.
Tufan Efsanesi
Şaman dinine bağlı Türk boylarında söylenegelen dünya tufanı efsanelerini Batılı bilginler derlemişlerdir.
Öz Altaylıların tufan efsanesi XIX. yüzyıl ortalarında Verbitski tarafından şöyle tespit edilmiştir:
“Tufandan önce yeryüzünün hükümdarı Tengiz (Deniz) Han idi. O zamanda Nama adlı ünlü bir adam vardı. Tanrı-Ülgen bu adama dünya tufanı olacağını, insanoğullarını ve hayvanları kurtarmak için sınanmış sandal ağacından (adıra sandal ağaç) gemi yapmasını buyurdu. Nama’nın Soozunuuul, Saruul ve Balıksa adlı üç oğlu vardı. Nama, bu oğullarına, dağ tepesinde gemi yapmalarını buyurdu. Gemi, Cılgen’in öğrettiği ve gösterdiği gibi yapıldı. Nama, Ülgen’in buyruğu ile, insanları ve hayvanları gemiye aldı. Nama’nın gözleri iyi görmezdi. Gemidekilere sordu: “Bir şeyler görüyor musunuz?” – “Yeryüzünü sis kaplamış, korkunç karanlık basmış.” dediler. O zaman yerin altından, ırmaklardan, denizlerden karalara sular fışkırmaya başladı. Gökten de yağmur yağıyordu. Gemi yüzmeye başladı. Gök ve sudan başka bir şey görülmüyordu. Sonunda sular çekilmeye başladı. Dağların tepeleri göründü. Gemi, Çomgoday ve Tuluttu dağlarında karaya oturdu. Suyun derinliğini öğrenmek için Nama kuzgunu gönderdi. Kuzgun dönmedi. Kargayı gönderdi, o da dönmedi. Saksağanı gönderdi, o da dönmedi. Sonunda güvercini gönderdi. Güvercin, gagasında bir dalla geri döndü. Nama, kuzgunu, kargayı ve saksağanı görüp görmediğini sordu. Güvercin bunları gördüğünü, her üçünün de leşe konup gagaladıklarını haber verdi. Nama: “Onlar kıyamete kadar leş ile geçinsinler, sen benim sadık hizmetçim oldun, kıyamete kadar benim evladımla birlikte yaşa!” dedi. Tufandan sonra Nama, Yayaçı (yaratıcı) ve Yayık (tufan) Han adıyla tanrılar sırasına geçti. Yeni kuşaklar ona kurban kesmeyi sürdürdüler.” Nama, ya da sonraki adıyla Yayık Han’ın gemisinin son durağı, Altaylılara göre, Altay dağlarından birindedir. Ama her boy, kendi çevresinde bulunan yüksek dağlardan birini gösterir. Kuzey Altaylılara göre, Nama’nın gemisi hâlâ, Uludağ denen dağın tepesindedir.
Bilindiği gibi, Hıristiyanlar da, Nuhun gemisini Ağrı dağında aramaktadırlar.
Kıyamet (Kalgançi Çak) Efsanesi
Altaylı şamanlar bir gün bu yer dünyasının sonu geleceğine inanırlar. Bu gelecek güne «Kalgançi Çak» derler ki, harfi harfine «kalacak olan çağ» demektir.
W. Radioff ve V. 1. Verbitski tarafından Televütlerle Telengitlerin iki «kalgançi çak» efsanesi, manzum halde, tespit edilmiştir.
Televütlerinki şöyledir:
“Kalgançi çak geldiği zaman gök demir, yer sarı bakır olur. Hanlar hanlara saldırır. Uluslar birbirine kötülük düşünür. Katı taşlar ufalır, sert ağaçlar kırılır. Kişi bir dirsek (arşın) kadar küçük olur. Başparmak kadar erkek olur. Erlerin dizgini kısa olur (Güçlülerin elinde oyuncak olurlar). Ayak takımı Bay olur. Baba çocuğunu, çocuk babasını tanımaz (saymaz). Yaban soğanı pahalı olur. At başı kadar altına bir kap yemek verilmez. Ayak altında altın bulunur, onu alacak kimse bulunmaz.”
Telengit söylentisi daha ayrıntılıdır:
“Kalgançi çak geldiği, kara yer ateşle kaplandığı zaman, Büyük Hakan kulaklarını tıkar. O çağda dünya bozulur. Yer ve insan soyu mahvolur. Fitne ve fesat saçan gaddar rüzgârlar insanları heyecanlandırır. Türe (töre) bozulur. Tepeler çalkanır. Demir özenginin dibi delinir. Çuvaldızın deliği yırtılır. Ulus bozulur. Kara böcek (gibi insan) kanatlanır, gözlerine kan dolar. Kara su kanla karışık akar. Yer uğuldar. Dağlar sallanır. Çukurlar, hendekler yıkılır. Gök gürler, kenarı açılır, deniz çalkanır, dibi görünür, yerin altı üstüne gelir. Yosunlar öğütülüp kül (toz) olur. Gök sallanıp eteği açılır, deniz dalgalanıp dibi görünür. Deniz dibinden dokuz parça kara taş çıkar. Dokuz taş dokuz yerinden yarılır, her taştan dokuz çemberli dokuz sandık çıkar. Her sandıktan demir atlı dokuz kişi çıkar. Bu kişilerden ikisi başkan olur. Bunların bindikleri atlar ‘Vuruşkan ulu sarı’ (adlı) olur. Ön ayakları kılıçlı, kuyrukları kamalı olur. Ağaca rastlarsa ağacı keser, canlıya çarparsa canlıyı mahveder; il güne rahat olmaz. Ay ve güneş aydınlık vermez, ışıksız olur. Ağaçlar kökünden kopar, Baba çocuğundan ayrılır. Bitkiler mahvolur. Nesil kurur. Analar sevgililerinden ayrılır, dul kalır. Yerde «köngül» denilen zehirli ot biter. Kökünden sarı çekirge çıkar. Hayvanlara çarparsa hayvanların, insanlara çarparsa insanların kanlarını sömürür. İşte o zaman Şal-yime Tanrı haykırır:
– Bu yana bak Mangdaşire, yardım et, «köngül» otunu mahvedemedim. Köngül otunun kökünde konur yılan var.
Mangdaşire’den ün çıkmaz. Ondan yardım olmadıktan sonra Şal-yime yine haykırır:
– Büyük Hakan halkını bıraktı, cins aygır sürüsünü bıraktı, yer altüst oldu, sular kurudu, yakalı giyimlerin yakası parçalandı, yönetilen yurt başsız kaldı, kuşlar yuvalarını, geyikler duraklarını (barınaklarını), kadınlar yuvalarını bıraktı.
Maytere’den ses çıkmaz.
Bundan sonra Erlik’e bağlı kahramanlardan Karaş ile Ke-rey yeryüzüne çıkarlar, onlar çıkınca Ülgen’in kahramanları Mangdaşire ile Maytere, bunlarla savaşmak üzere, gökten yere inerler. Maytere’nin kanı ateş olarak yeryüzünü kaplar, işte o zaman Kalgançi Çak olur.
At, Avrat, Toprak…
Milattan Önce 209 yılında liderliği kendisine değil de öteki kardeşine bırakmak isteyen babası Teoman’ı, üvey annesi ve öteki kardeşlerini öldüren Mete, Hun Kağanı oldu. Hedef gözetmeden rastgele ok atanı öldürecek kadar acımasızdı, sert bir kişiliği vardı. Bu onun genç yaşlarda başına gelen kötü olayların etkisine bağlanabilir. Ancak, büyük göçebe gruplarını disiplinli bir ordu durumuna getirebilmenin başka yolları da var mıdır, bilinmez. Mete Han, düzensiz savaş tekniğine, gelişmiş bir taktik katmıştı. Çavuş oku adı verilen taktik sayesinde, attığı oklar ıslık çalarak gider, bu oku takip eden yanındaki savaşçılar da oklarını tek bir hedefe doğru yöneltip düşmana ağır kayıplar verdirirlerdi. Komşu Tunguzlar, Mete tahta çıktıktan sonra, ünlü binek atını istemek üzere ona haberci yolladılar. Amaçları savaşmaktı, atın verilmediğini bilmekteydiler. Danışmanlar da, genç Hakan’a, atını vermemesini öğütlediler. Gelgelim Mete dinlemedi: “Bir at yüzünden iyi komşuluk ilişkileri bozulur mu?” deyip, habercilere atını verdiğini söyledi.
Tunguzlar yüz buldular. Biraz vakit geçince yeniden haberci gönderip, bu sefer de ondan eşlerinden birini istediler. Danışmanlar iyice ayaklanmışlardı. “Attan sonra avrat da verilecek mi?” diye sorarlardı.
Mete:
“Ya ne olacak? Bir kadın yüzünden iyi komşuluk yıkılır mı?” deyip kadınını da verdi.
Bir süre sonra ise, Tunguzlar iki ülke arasındaki verimsiz bir toprağın kendilerine verilmesini istemişlerdi. Mete:
“At benimdi, verdim.” dedi. “Kadın benimdi, verdim. Toprak ulusumundur, veremem!”
Ve kalktı, ordusuyla Tunguzların üstüne yürüdü. Ezdi, geçti. Mete, Türk destanlarında “Oğuz Kağan” adıyla anılır.
Türklerde Kartal
Belirtildiği üzere, kartal kutsal hayvandır. Yeryüzünden gökyüzüne, insanlardan Tanrı’ya haber ulaştırır.
Yakutlar inanmışlardır ki, karların ve buzların erimesi, ilkbaharın gelmesi, kartalın kanatlarını sallamasına bağlıdır. Kartal adını anarak yalan yere ant içenlerin ocağı söner, tohumu kesilir. Herhangi bir Yakut, evinin yanında bir kartal görürse ona et şöleni çekmeyi kendine borç sayar. Hazır eti yoksa bir hayvan kesmekten da çekinmez. Şamanlık geleneklerine karşı kayıtsız ve yeni düşünceleri benimsemiş olan bir Yakut’un buzağı keserek şölen çektiğini, V. M. Lonov adlı bilgin, 1913 yılında yayınladığı kitabında, şaşkınlığını bildirerek yazmıştır.
Türklerde At
Başlangıcından bugüne, Türk topluluklarında at, insanın en yakın yardımcısı, dostu olagelmiştir. Hun toplumunda at kullanımı oldukça yaygındır. Ayakta yeni durabilen, yürümeye çalışan çocuğun yanı başında eğerlenmiş bir atın durduğu söylenir. Bir Batılı tarihçi der ki: “Hunlar atlarının üzerinde iken, bir kentor (Mitolojide yarı at,yarı insan yaratık) bile, kendi gövdesiyle bu kadar sıkı bir bağlantı kuramaz.” Gerçekten, bu bağ o kadar sıkıydı ki, Hunlar, alışverişlerini at sırtında yapar, at sırtında uyurlar, at sırtında yerler ve içerler, türlü eğlencelerini (cirit) yine at sırtında yerine getirir, evlilik törenleri sırasında at sırtında eş alıp eş verirlerdi. Çok değer verdikleri bu hayvanı, yerin ve göğün hakimi Tengri’ye kurban olarak sunarlardı. Hatta yapılan arkeolojik kazılar sayesinde öğrendiğimize göre, mezarlarına bile atlarıyla gömülmek isteyen ve zaman zaman bunu başaran asker ve devlet büyüğü sayısı hiç de az değildir.
Yamalı Cübbe
Din adamlarının özel kılık taşımaları çok eski zamanlardan, ilkel çağlardan kalma bir gelenektir. Şamanlar 60 yamalı cübbe (cübbeleri meral ya da ak koyun derisinden yapılırdı), üç karış uzunluğunda kırmızı kumaştan külâh (külahlarda resimler ve boncuklar bulunur) giyerler, davul, dümbelek, tef, üç telli saz, çıngırak taşır ve çalarlar.
Dinsel törenlerde kurban edilen hayvanların kemikleri kırılmaz, köpeklere verilmez; ateşte yakılır, ya da yere gömülür.
Ayısıt
Ayısıt, yaratıcı, bereket ve bolluk sağlayıcı dişi ruhlar kümesine denir. Bunlardan kimi bebekleri ve kadınları, kimi de hayvan yavrularını ve dişi hayvanları korur. Ayısıtlar, dağınık durumda bulunan hayat öğelerini toplayıp birleştirerek ‘kut’ yaparlar. Bu ‘kut’ denilen nesneyi ana karnındaki çocuğa üflerler. Böylece çocuğa can verirler. Gebe kadınlar her zaman bu ruhların koruyuculuğu altındadırlar. Kuğu kuşları ‘ayısıt’ların temsilcisidir, onlara dokunulamaz. Yakutların inançlarına göre ‘ayısıt’lar gökten, gümüş tüylü beyaz kısrak biçiminde inerler. Yele ve kuyruklarını kanat gibi kullanırlar. İnsanları koruyan ayısıtlar yaz günlerinde güneşin doğduğu yerde, hayvanları koruyan ayısıtlar ise kış günlerinde güneşin doğduğu yerde bulunurlar.
Yakut kızları ayısıt adına ‘tangara’ (put) yapıp karyolalarının altına saklarlar.
Yakışıklılığın Anlatımı
Mete ya da Oğuz Kağan ilk Türk destanlarının başlıca kahramanıdır. Destan türünün yapısı gereği, bu anlatılarda, kahramanlar övülmektedir. Biz burada, “Oğuzname” adlı eserde, Oğuz Kağan’ın nasıl bir övgüyle anlatıldığına bakalım:
“Oğuz doğduğu zaman yüzü mavi, ağzı ateş gibi kırmızı, gözü, saçı ve kaşları kara bir dünya güzeliydi. Anasının memesinden ilk sütü emdikten sonra bir daha emmedi. Yiyecek istedi, konuşmaya başladı. Kırk gündü büyüdü. Oğuz’un ayaklan öküze, vücudu kurda, göğsü ayıya benzerdi. Böğrü kıllıydı.”
Şaman (Kam)
Kamlık (şamanlık) sanatı öğrenmekle elde edilemez. Kam olmak için belli başlı bir kamın soyundan olmak gerektir. Hiç kimse kam olmak istemez. Ama, geçmiş kam-ata’ların ruhundan biri kam olacak torununa tebelleş olur; onu kam olmaya zorlar. Bu hale Altaylılar ‘töz basıp yat’ (ruh basıyor) derler. Ata ruhu tebelleş olmuş adam bundan kurtulmaya çalışır. Şamanlığı kabul etmemekte direnirse deli olur. Şamanların hepsi sinirli, hırçın adamlardır. Bir ailede çocuklardan biri şamanlık belirtileri ve yeteneği göstermeye başlarsa, büyükler hemen bunun önüne geçmeye çalışırlar. Çünkü, şamanın kazancı çok az olur, çok zaman maddi bir karşılık beklemeden ayin yapar. Evladından biri şaman olursa, aile bir işçi yitirmiş sayılır.
Şaman Duası
Bir papaz, bir haham, bir hoca dua eder. O dinden olanlar, onların ne diyeceklerini önceden bilirler. Tevrat’ın, İncil’in Kur’an’ın neler dediği, öğütlediği önceden bilinir.
Ama bir şamanın ayin sırasında ne diyeceği, neler okuyup üfleyeceği öncesinden belli değildir. Duruma göre, hastaya göre, içinden gelişine göre okur, dua eder şaman. Hemen hemen kendini yitirir (cezbeye girer), ayin bittikten sonra ne okuduğu sorulsa, o da hatırlayamaz. Genellikle belli kurallar içinde davransa bile, bu böyle olur.
Falcılık ve Bakıcılık (Kahinlik)
Farsça ‘efsun’, Türkçe afsun, büyü anlamındadır. Şamanlıkta olduğu kadar Hıristiyanlıkta, Müslümanlıkta da büyüye inanılır.
Falcılar, fal açmak için kullandıkları nesneye göre çeşitli ad alırlar. Hayvanların kürek kemiklerine bakıp geleceği bilenlere ‘yağrıncı’, koyun tezekleriyle fal açanlara ‘kumalakçı’, çeşitli şeylerden anlam çıkaranlara ‘ırımçı’ derler.
Şaman Türklerde Kırgız-Kazaklarda, Nogaylarda en ünlü, geçerli fal ‘kürek kemiği’ falıdır. Kürek kemiğinden fal bakmak, eski Yunanlılarda, Araplarda, Japonlarda da yaygındı.
Moğol saraylarında kürek kemiği falı önemliydi. Mengü Han, bir işe girişmek isterse, özel küçük iki evde yakılmış kürek kemiğine bakardı. Kürek kemikleri üzerindeki çizgi doğru ve düz ise yol açık, eğri ya da kemikte delikler meydana gelmişse, yol kapalıydı.
Bir Altaylı Kam’ın kürek kemiği falı ile, günümüzde salon hanımlarının, madamlarının iskambil ya da kahve telvesi falı arasında en küçük bir ayrılık yoktur.
İnsanoğlu, kendi geleceğini merak etmiş durmuş, çağına göre, ya kemikten, ya oyun kâğıdından, ya telveden, ya yıldızlardan ‘medet’ ummuştur.
Kız Kaçırma
Yakut boylarında kız kaçırmaya gidecek gençler şaman tarafından bir ayin yapıldıktan sonra yola çıkarlar. Şaman, direklere bağlı atların yanına kımız dolu bir tulumla gelir ve bundan bir avuç kımız alıp atların çevresine serper.
Yakutların bu âdetleri, çok eski çağlarda savaş ve baskınla kız kaçırma döneminin kalıntısıdır.
Birçok Türk boylarında gerçek anlamıyla baskın verilerek ‘kız kaçırma” seyrek olaylardandır. Eski çağların bu âdeti ancak düğünlerde görülen kimi âdetlerde izini bırakmıştır. Altaylılarda ‘kız kaçırma’da, kızın önceden bu işten haberi vardır. Üstelik, anası, babası da onaylamışlardır. Kız, kaçırılmaya razı olduğunun belirtisi olarak delikanlıya bir yüzük, ya da mendil gibi şeyler verir ki, ‘nişan yüzüğü’ yerini tutar. Kız kaçırıldıktan sonra delikanlının arkadaşları çalı çırpıdan bir otağ yaparlar. Kapısı yoktur bu otağın. Güvey ile gelin bu otağda üç gün kalırlar. Bunlar ateşlerini çakmak taşıyla, kendileri yakarlar. Dışardan ateş ve kibrit verilmez.
İlk Doğum
Yakutlarda ilk doğum çok önemsenir. Bunun törenleri yapılır. Doğum günü yaklaşınca erkek ormana gidip, bir kayın ağacı keser. Bu ağaçtan bir buçuk arşın uzunluğunda üç kazık hazırlar. Bunlar tek bir kayın ağacından alınmalıdır. Ev, kiler, sandık, hep açık bırakılır. Ateşe yağ atıp, ‘Ey doğum tanrısı Ayısıt Hatun, yel Yolun açık olsun!’ derler. Çocuk doğunca yağlı bir yemek yerler, bir hayvan kurban keserler. Hayvanı, kafasını kırmadan pişirirler. Kemiklerini bir kaba doldurur, ormana götürür, bir ağaca asarlar. Doğumun üçüncü günü Ayısıt Hatun’u evden çıkarma ayini yapılır.
Albastı (Alkarası) Efsanesi
Altaylı boylarda ve Kırgızlarda, doğum saati yaklaştı mı, oba ya da oymak kadınları loğusanın evinde toplanırlar. Görmüş geçirmiş bir kadın ebe (ineci) olur. Çadırın ateş yakılan tam orta yerine bir direk yerleştirerek ona bir urgan bağlarlar. Bu urganın bir ucu duvara bağlanıp loğusanın koltukları altından geçirilir. Kadın çok acı çekmeye başlarsa ‘Albastı’ ya da ‘Alkarası’ denilen kötü ruhun loğusaya tebelleş olduğuna hükmederler. Bu kötü ruhu korkutmak, kovmak niyetiyle erkekler de toplanır, ‘hay, huy!’ diye bağırmaya başlarlar. Tüfekle havaya ateş ederler. Bu gürültü, kadın doğuruncaya ve baygınlığı geçinceye kadar sürer.
Loğusaların başlarına gelen bu kötü ruh, Çin Seddi’nden Akdeniz kıyılarına, buz denizinden Hint’e kadar yayılmış Türk folklorunda Al karası, albastı, ahbîs, ahnîs adlarıyla yer almıştır.
Kırgız-Kazak Türklerinin hurafelerine göre albastı, kara ve sarı olmak üzere, iki çeşittir. Sarı albastı, hoppa şarlatan, aldatıcı, dokunmayacağına söz vermişken bir punduna getirip insana zararı dokunan bir kötü ruhtur. Sarışın bir kadın görünümündedir. Kiminde keçi ya da tilki kılığına girer. Loğusanın ciğerini kapar, götürür suya atar.
Albastı’yı yakalayan bakşı, eline kopuzunu alarak şu afsunu söyler:
“Ey, albastı zalim,
Koy ciğerini yerine,
Zavallının canını geri ver,
Sözümü tutmazsan
Bana saygı göstermezsen,
Gözlerini çıkarırım.”
Alkarası Efsanesi
Ölüm Meleğini Kandırma
Yakutlar, aileye dadanan ölüm ruhunu aldatmak için çocuğu komşulardan birine satarlar. Urenha (Tifba)’lar doğan çocuğu bir kazan altına saklarlar. Kazanın içine, arpa unundan yapılmış bir bebek şekli bırakırlar. Kam,ayini bu yalancı bebek üzerinde yapar. Kam’ın duasıyle hamur canlanır ve ağlarmış. (Aslında, canlanma ve ağlamayı şamanın kendisi temsil ediyor.) Şaman, hamur bebeğin kamını yarar, parçalar, sonra bu bebeği uzak bir yere götürüp gömer, ölüm ruhu bumu görür; çocuğun öldüğüne inanır ve aileyi rahat bırakır.
Moğollar ise bebeği kazan altında üç gün saklarlar. Ana, hep hamur bebekle uğraşır. Sonra bu hamur bebek ölür. Ana ve baba: ‘Çocuğumuz öldü!’ diye ağlaşırlar. Hamur bebeği bir çukura gömerler. Kötü ruh böylece aldanır ve çocuğu rahat bırakıp yoluna gider.
Başkutlar Müslüman olmalarına rağmen, onlar da bu konuda ölüm meleğini aldatmaya çalışırlar. Çocuk doğar doğmaz ebe eline alıp dışarı çıkar. Bebeği birkaç evde dolaştırır. Son- ra, bebeğin doğduğu evin önüne gelip içeri seslenir: “Yabancı ülkeden bir çocuk getirdim. Satın alan var mı?”
Pazarlık başlar. Çocuğu, kendi ağırlığında bir demir verip satın alırlar. Çocuğa ‘Demir’ ya da ‘Satıpaldı’, ‘Satılmış’ gibi adlar verilir.
Çocuğun yaşamasını sağlamak için Yaşar, Dursun, Ölmez-bay, Taştan, Kurç (çelik) gibi adlar verildiği gibi, bunun tersini uygulayıp, çocuğa kötü adlar takmak âdeti de vardır. Nedeni şu; kötü adı olanlardan ölüm meleği nefret eder, onun yanına gelmez. Kırgızlarda İtalmas (yani melek değil, köpek bile almaz!), Çoçkabay (Domuzbay), Kalbanbay (yabanıl domuz) gibi adlar hep bu inanca göre verilmiş adlardır. Troytsk yakınlarındaki Kıpçaklarda, Rus bilgininin biri, Rusça Andrey adını taşıyan bir çocuk görmüş. Kazakların anlattıklarına göre, çocuğu yaşamayan Cetpisbay Ağa, oğluna, Azrail gelmesin diye, bu Rus adını bile bile vermiş.
Çocuğa ad veren yaşlı kişi, gerek şamanlarda, gerekse Müslümanlarda, şu alkışı (duayı) söyler:
“Adın Yaşar olsun. Beşik bağın berk olsun!
Arkanda küçük, önünde büyük kardeşlerin olsun!
Beşik bağın kopmasın! arka eteklerini davar, at sürüleri bassın! ön eteklerini çocuklar bassın!
Benim gibi ak sakallı, sarı dişli ol!
Ak dişlerin Sararsın, kara saçların ağarsın!”
Bu dua sonunda Müslüman Türkler ‘Amin’, şamancı Türkler ateşe yağ atarak ‘opkuruy!’ derler.
Cenaze Töreni 1
Eski Türklerde ataya tapmak (Manizm) yoktu. Ancak, ölmüşlerin ruhlarının yakınlarına çok tehlikeli olabileceği düşünülür, ölen için topluca ağlaşılırdı. Buna yuğ adı verilirdi. Yuğcular bir araya gelerek kendi kendilerini yaralarlar, yüzlerini yırtarak kan içinde bırakırlardı. Bilge Han’ın yuğuna Çin’den, Kırgız’dan, Tatar’dan, Türkeş’ten özel yuğcular gelmişti. Tabut, ölenin toplumdaki durumuna göre, çeşitli değerli taşlarla süslenir, mezara giderken hizmetçileri, adamları, cariyeleri eskisi gibi onun hizmetine hazır bulunurlardı. Cenaze götürülürken genç yiğitler de onunla birlikte giderler, ortalık kararıp ay görünür görünmez savaş oyunu oynamaya başlarlar ve bunu ayın batışına kadar sürdürürlerdi.
Cenaze Töreni 2
Göktürkler, ölen kişi ömründe bir tek adam öldürmüşse, mezarı üzerine bir taş koyarlar. Kimi ölülerin mezarlarında bu taş sayısı yüzü, bini bulur.
Eski şaman Türklerin gömme törenlerine ilişkin birçok gelenek, göçebe Türk uluslarının destanlarında derin izler bırakmıştır. Şamanlık izlerini en çok koruyan Manas destanında üç yerde gömme töreninden söz açılır. Bunlardan biri Han Köketey’in gömme törenine ilişkin söylentidir.
Ölüm döşeğinde yatan Han Köketey, halkına şunları vasiyet eder:
“Halkım, ilim! Gözlerim yumulduğunda, vücudumu kımızla yıkayınız. Etimi keskin kılıçla sıyırınız, zırhımı giydiriniz, deriye sarıp beyaz kefenimi başımın altına koyunuz. Başımı doğu’ya yöneltiniz! Kızıl buğralara (erkek develere) kızıl çuha (kumaş), kara buğalara kara kadifeler yükletiniz. Kırk buğradan kurulmuş bir kervanla benim çatma haneme (kütüklerden yapılan evime) geliniz. Küme küme kadınlar gelir; onlara kumaşları dağıtınız. Kervanbaşı, kara sert seksen keçinin yağıyla karıştırın tuğla hazırlansın. Büyük ve küçük yolların kavşaklarında aya benzer ak saray, göğe benzer gök saray yapınız.
İlim, halkım! Bana hizmette kusur etmeyiniz.”
Ölü Aşı
‘Ölü aşı’ töreninin en ilkel biçimi, Tayga ormanlarında kalmış olan şaman boylarda görülmüştür. Bunlar arasında öyle kocakarılar vardır ki, koyunlarına ya da çocuklarına bir hastalık geldiği zaman yemek ve içki alıp gider kocasının mezarına koyar. “Ye, iç! Bize dokunma! Hain seni! Hâlâ doymadın!” diye bağırır.
Ölü aşının amacı, ölülerden gelebilecek zararlarından kurtulmak için baş vurulan bir kurban, bir adaktır.
En büyük aş törenleri, ölüm yıldönümlerinde yapılır. Bütün akraba ve dostlar toplanır, mezara gelirler. Mezar üzerine yemekleri, içkileri koyarlar, kendileri de yiyip içerler, ölünün kocası ya da karısı, mezar başında üç kere, güneşin geçişi yönüne göre dolaşır ve, ‘Ben seni bırakıyorum!’ der. Bundan sonra dul kadın ya da erkek evlenebilir.
Genellikle Moğollarda ölüler kültü, onunla bağlı şamanlık ayinleri, göçebe Türk kavimlerine göre daha ilkel ve daha barbarca bir karakter taşırdı. Han’ın öldürdüğü ya da onun için öldürülen adamlar öbür dünyada ona hizmet edeceklerdir. Orhun Türklerinde bu düşüncenin yankısı olarak, Han tarafından öldürülen adamların heykelini (balbal) dikmek âdeti vardı. Moğollarda ise bu inanç, Han’ın öldüğü yerden mezarına kadar ölüsünü götüren alaya rastlayan adamları öldürmeleriyle ifade bulurdu. Marko Polo’nun anlattıklarına bakılırsa, böylece öldürülen adamlara: ‘Bizim Hakanımıza hizmet etmek için öbür dünyaya git!’ diyorlardı. Marko Polo, Mönke Han’ın ölümünden sonra bu nedenle öldürülenlerin sayısının 20 bin kişiyi bulduğunu söylüyor.
Oğuzlar, Anadolu’da, kahramanları ölürken: ‘Ak-boz atımı boğazlayıp aşımı veriniz!’ diye vasiyet ediyorlardı.
Demir Bayramı
Ergenekon’dan çıkan Oğuz Türklerinde her yılın belli bir gününde demir bayramı kutlanırdı. Bir demir parçası ateşte kızdırıldıktan sonra Hakan’a özgü altın örs üzerine konulurdu. Hakan, elindeki altın çekiçle demire vurarak demirci taklidi yapardı. Bundan sonra oyunlara, koşulara, yarışlara geçilirdi.
Potlaç
Eski Türklerde bir boyun bir boyu, bir kavmin bir kavmi boyunduruk altına alması iki biçimde olurdu.
1) O kavmi veya boyu, savaş sonunda yenerek,
2) O kavme veya boyu, karşılığını yapmaktan yoksun kalacağı ölçüde gösterişli ve meydan okuyucu bir şölen çekerek.
Bu son derece masraflı şölene ‘potlaç’ denir, PotIaç’a karşılık veremeyen kavmin totemi elinden alınırdı. Toteminin elinden alınmasına razı olmuş kavim, diğerinin buyruğuna girmiş, buyruk altında yaşamayı kabul etmiş sayılırdı.
Yağma Şöleni
Yağma şöleni, potlaç’ın en üst derecesidir. Şöleni yapan Bey, çağrılılarını yedirip içirdikten, giydirip donattıktan ve borçlarını verdikten sonra, hatununun koluna girerek otağdan çıkardı. Bütün çağrılılar, çağrı sahibinin otağını, sürülerini ve öbür mallarını yağma ederlerdi.
Dede Korkut kitabının on ikinci hikayesinde, Salur Kazan’ın malını nasıl yağmalattığı şöyle anlatılır:
“Üç ok, Boz ok yığınak olursa, Kazan evini yağmalatırdı. Yine evini yağmalattı. Ama, Dış Oğuz birlikte bulunmadı. Yalnız İç Oğuz yağmaladı. Ne zaman Kazan evini yağmalatırsa, helalinin elini alır, dışarı çıkardı. Ondan sonra bütün mallarını yağma ederlerdi.”
Günlük Hayat
Eski Türkler, günlerini toylarda, şölenlerde geçirirlerdi. Bundan dolayı, en yoksullar bile güzel giyer, güzel yer, güzel içerdi. Aralarında borçlu bulunmazdı. Av etleri birlikte yenilirdi. Er, malına kıymadıkça adını çıkaramazdı. Millet devleti beslemez, devlet milleti beslerdi.
Orhun yazıtlarında Göktürk Hakan’ı şöyle der: “Zengin bir millete gönderilmedim. Türk milleti azdı, çoğalttım. Açtı, doyurdum. Çıplaktı, giydirdim kuşattım.”
Kadınların Statüsü
Eski Türkler’de kadınların toplumda üç derecesi vardı: Hatun, kunçevi, kuma.
Kunçevi, hatunluğun bir derece altı, kuma da kunçeviden aşağı bir dereceydi. Bir hakanın oğlunun hakan olabilmesi için, anasının hatun (yani kendi İline bağlı prenseslerden) olması şarttı. Hem baba, hem ana tarafından prens olmayanlar soylu sayılamazdı. Kumaların oğulları mirasa katılamazlardı. Onlara, yaşayabilmeleri için, doyacak kadar bir mal verilirdi.
Hakanların gerçek eşleri ‘Melike’ niteliğini de alırdı. Melike’nin Türkçedeki karşılığı ‘Türkan’ sözcüğüdür. Selçuk devletlerindeki ‘Türkan Hatun’lar, ancak Melike oldukları için bu unvanı alıyorlardı. Bu söz, onların kişisel adları değildir.
Yuğ
Eski Türklerde yas ayinlerine (Yuğ) denirdi. Cenaze törenine özel yascılar ve ağlayıcılar gelirdi. Bunlar tören boyunca sürekli ağlarlar, yüzlerini ve birçok yerlerini yaralıyorlardı. Bütün bu davranışlar, ölüye tapmaktan çok, ölünün öfkesini gidermek, yatıştırmak içindi. Çünkü bu öflke toplum için tehlikeliydi.
Yine bu öfkeyi giderebilmek için, ölünün evinde Kara Şaman koyu renkli bir hayvan kesip kunban ederdi. Bu ayin, eski yurdundan ayrılmak istemeyen ölünün ruhunu bu yurttan çıkarmak ve böylelikle yurdu tehlikeli bir ruhtan kurtarmak içindi.
Yemekli Senato
Eski Oğuzlar çok geniş bir alana yayılırlardı. Fakat bütün hanların ve beylerin her gün toplanmaları da gerekirdi. Bu nedenle, nerede divan kurulacaksa, yemeğin de orada yenilmesi icap ederdi. Bundan dolayıdır ki, çoğunlukla Han ile Beylerbeyi’nin, başka günlerde de öbür Bey’lerin otağlarında yemekli divanlar kurulurdu.
Şölen, aristokratik bir divan olduğu için, Senato’ya benzerdi. Bütün üyeleri Bey’lerdendi. Her Beyin bir mabutu, bir damgası vardı.
Şölen, Kurultay’ın küçüğüdür. İlhanlığa oranla Kurultay neyse, İl’e oranla Şölen de odur. Bağımsız aşiretler döneminde, bağımsız aşiret meclisi, gerçekten bir halk meclisiydi. Devletin dairesi büyüdükçe demokratlığı da gittikçe azaldı.
Serdarlık
Teke’lerde resmi örgütün dışında, serbest ve bağımsız bir serdarlık örgütü vardı. Büyük zaferler kazanmış olan bu doğal komutanlar, diğerlerinden sıyrılarak, kendi kendine yetişir ve iş görürlerdi. Serdarlardan biri çadırının önüne bir bayrak dikince, bunu görenler, yeni bir akına çağrıldıklarını anlarlar, katılmak isteyenler, serdara başvurarak toplanma zamanını öğrenirlerdi. Yalnız, hedefin neresi olduğu sorulmaz ve söylenmez, bunu ancak serdar bilirdi.
İpek Yolu’nun Güvenliği
İlhanlık döneminde, Çin’le Avrupa arasındaki ipek ticareti yolu Türklerin ellerindeydi. İlhanlığın kendisi de aslında bu yolla varoluyordu. Deniz yolu ticareti nasıl Venedik ve Cenova gilbi devletleri yarattıysa, kara yolu ticareti de Büyük Türk İlhanlıklarını ortaya çıkardı. Mançurya’dan Macaristan’a kadar olan büyük ülkede, güvenlik en yüksek derecesindeydi. Sayısız hayvan sürüleri uçsuz bucaksız çayırlarda güvenle otlar, ticaret kervanları Çin’den Avrupa’ya, Avrupa’dan Çin’e güvenle gidip gelirlerdi.
En Önemli Edebi Eserler
Göktürk Yazıtları’ndan, yani Yuluğ Tekin’in eserinden sonra bütün Türk edebiyatının en önemli ürünleri olan iki eser, Divanu Lûgaati’t-Türk ile Kutadgu-Bilik, Karahan’lılar çağında yazılmıştır.
Kutadgu-Bilig, «kutlu bilgi» demektir. Yazarı, Karahanlılar Saray Nâzırı Yusuf Has Hâcib’tir. 1070’te tamamlanmıştır, 7000 beyte yakındır. Kitapta 4 kişi konuşmaktadır:
Adaleti temsil eden «Gündoğdu» adında bir hükümdar. Devlet fikrini simgeleştiren ‘Aytoldu’ adında bir vezir, bu vezirin aklı canlandıran ‘öğdülmüş’ adındaki oğlu ve yine bu vezirin kanaat fikrini temsil eden ‘Udgurmuş’ adlı kardeşi.
Eserin, ‘Fergana Nüshası’, ‘Viyana Nüshası’ ve ‘Mısır Nüshası’ olmak üzere, üç yazma nüshası ele geçmiştir. Bunlardan ikisi Arap harfleriyle, biri Uygur harfleriyle yazılmıştır.
Kullandığı dile örnek iki beyit:
“Körü-berse imdi bu Türk beğleri
Ajun beğlerinde bular yeğleri.”
(Görüverse şimdi bu Türk beyleri – Dünya beyleri içinde bunlardır en iyileri.)
“Bu bir edgü erat anı öğdüler
Biri ısız erdi anı söğdüler.”
(Bu bir iyi idi, onu övdüler – Biri kötü idi, ona sövdüler.)
Divânu Lûgaati’t-Türk’ün yazarı Kaşgarlı Prens Mahmud ise, Kutadgu-Bilig’in kendisine ithaf edildiği Karahanlı İmparatoru Hasan Hakan’ın amcasının oğlu Prens Hüseyin Han’ın oğludur.
Yusuf Has Hacip
Daha sonraki döneme ilişkin olup, yazarı bilinemeyen ‘KITAB-I DEDE-KORKUT’ da, başlı başına bir değerli yapıttır. Günümüz edebiyatında değeri ve önemi gittikçe büyümektedir.
Kutadgu-Bilig ile Kitab-ı Dede Korkut, Türkler Müslüman olduktan sonra yazılmışlardır.
Önemi bakımından bunları Türk destanları, Uygur edebiyatı metinleri, Babur Şah’ın anıları (Bâbur-Nâme), Nevâî’nin Divan’ları, Hamse’si, Muhakemetu’l Lugaateyn’i ve öbür mensur eserleri izler.
Attila’nın Mezarı
Muncuk’un oğlu Attilâ, Hun yabgularından Çiçi Yabgu’nun on ikinci kuşaktan, Mete’nin (Oğuz Han’ın) ise on sekizinci kuşaktan torunudur.
Avrupa Türk-Hun (Kun) imparatoru Attilâ, ağabeyisi Bleda’nın öldürülmesi üzerine 445 yılında tahta geçti, sekiz yıllık bir saltanattan sonra, ikinci eşi Ildike (ya da Ildi- ko) ile evlendiği gece (453) öldü. Attilâ ilk gençliğini bir Roma sarayında geçirdi. Roma kültürünü ve Latince’yi öğrendi, özellikle Roma İmparatorluğu’nun bütün zaaflarını öğrendi ve tahta çıktığı zaman bunlardan dâhice yararlanmasını bildi.
Önce Doğu Roma (Bizans) üzerine yürümüş ve İmparatorluğu yıllık vergiye bağlamıştı. Kendisine çok ağır gelen bu durum dolayısıyla birkaç yıl sonra Bizans İmparatoru vergiyi kesmişti. Attilâ, Belgrad-Niş-Filibe gibi önemli şehirleri alarak Bizans üzerine yürüdü. Gelibolu yarımadasına geldiğinde Bizans ordusu karşısına çıktı ve korkunç bir yenilgiye uğradı. İmparator, eskisinden de ağır bir vergi yükünü kabullenmek zorunda kalarak onu İstanbul kapılarından uzaklaştırabildi.
Bir süre sonra yeniden Bizans’la arası açılan Attilâ, Balkan’larda 70 Bizans şehir ve kasabasını Hun Imparatorluğu’na kattı. Mora’ya ve İstanbul kapılarına kadar Doğu Roma topraklarını çiğnedi. Attilâ’dan son derece ürken Bizans, başkaca kurtuluş yolu göremeyerek, Türk Hakanını zehirletmek üzere bir suikast hazırladı. Ama, bu cana kıyma yarıda kaldı; anlaşıldı. Attilâ, kalın surlarla çepeçevre kuşatılmış Bizans’a elçi gönderdi. Gözdağı vererek, suikastın başı olan Bizanslının teslimini istedi, işin sarpa sardığını anlayıp savaşmaktan çekinen Bizans İmparatoru, suikastı kendi emri ile hazırlamış olan Bizanslının başını kestirip Attilâ’ya yolladı.
Atilla
Avrupa uygarlığının Hun Türklerinden aldığı başlıca öğeleri büyük Fransız tarihçi ve coğrafyacısı Fernanda Grenard şöyle özetler:
“O zamana kadar Avrupalı, iç çamaşır nedir bilmezdi. At koşumları nedir bilmezdi. At eyerlemesinde, askerlikte, binicilikte bilmediği çok şey vardı. Coğrafya kavramı eksikti, bilmediği birçok coğrafya adı, yeri vardı. Batı Roma’nın son İmparatoru olan Romulus’un adına Batı İmparatorluğu’nu yöneten babası Oreste, Attilâ’nın eski bir subayıydı. Askerlik eğitimini Türklerden öğrenip almıştı. İtalya’ya egemen olan ünlü Odoacre da, Attilâ’nın nazırlarından birinin oğluydu.”
Attilâ, tarihin en büyük hükümdarlarında biridir. Amacı, kendisinden önce gelmiş büyük İskender ve Mete gibi, bütün dünyaya egemen olmaktı. Geride, akılların zor kabul edebileceği genişlikte bir imparatorluk bıraktı. Avrupalı ona ‘Tanrının Kırbacı’ demişti. Gerçekten de, Avrupa’nın üzerinden bir kırbaç gibi esti, geldi geçti. Avrupa kavimleri arasında küçük bir azınlıktı Türkler; Attilâ’dan sonra bu geniş toprakları elden çıkardılar. Avrupa Hun İmparatorluğu’nu gösteren harita, Attilâ’nın orta İsveç’ten kuzey Kafkasya’ya, Ren kıyılarından Hazar Denizine kadar uzanan bir devleti gösterir. Bu sınırlar dışında kalan İtalya, Fransa, Balkanlar gibi geniş ülkeler de, Türk cihangirinin bilinegelen akın yerlerinden olmuştur. lldiko adlı bir genç kızla evlenen Attilâ, zifaf gecesinin sabahında yatağında ölü bulundu. Ağzından, burnundan fışkıran kanlarla yatağı kıpkırmızı kesilmişti. Genç karısı, korkudan aklını kaçırmış durumda, odanın bir köşesine büzülmüştü, ölümün şiddetli bir burun kanamasından mı, hastalıktan mı, zehirlenmeden mi ileri geldiği anlaşılamadı. Attilâ, çok büyük bir törenle gömüldü, cenaze altın bir tabuta konuldu. Altın tabut, gümüş bir tabut içine kondu. Gümüş tabut, demir bir tabut içine yerleştirildi. Gömüldüğü yerin belli olmaması için, mezarı kazanlar okla vurulup öldürüldü. Mezarın yanından geçen çayın akma yeri değiştirildi, sular başka yöne akıtıldı.
Din Değiştiren Kağan
Büyük Türk Hakanlığı’nı Göktürklere kaptıran Avarlar (Apar’lar), bir yüzyıl önceki Hun İmparatorluğunun yıkıntısı ve toprakları üzerinde İmparatorluklarını kurmuşlardı. İlk İmparatorları Bayan Kağan’ın beş oğlu vardı, dördünü birden savaşta Bizanslılar öldürdü. Sonuncusunun soyundan gelen Tudun Kağan, 796 yılında Hıristiyanlığı kabul etti. Baktı ki Frank hükümdarları Türk düşmanlığından bir türlü vazgeçmiyor, üç yıl sonra, yani 799’da yeniden atalarının dini olan Şaman dinine döndü.
Din Değiştiren Kavim
Doğu Avrupa’da imparatorluk kurmuş kavimlerden biri de Hazarlardır. Hazar İmparatorluğu 468 yıllarından 965’e kadar, hemen hemen altı yüzyıl hakimiyetini sürdürmüştür. Başkent, 468-723 yılları arasında Belencer, 723-965 yılları arasında (242 yıl) şimdiki Astırhan şehridir. Ilk önceleri Şaman olan Hazarlar, 700`lü yıllarda bir taraftan Arap etkisiyle İslam dinine, diğer bir taraftansa Hristiyanlık dinine yakınlaşmaya başlamışlardır. Nihayet, 800’lü yıllardan itibaren Hakanlarının buyruğu gereğince Musevilik inancında karar kılmışlardır.
At Kuyruğunu Bağlamak
Hun Kurganları’nın mezarlarından çıkartılan at cesetlerinin kuyruklarının kesik ya da düğümlü oldukları görülmüştür. Bu, eski çağlardan beri Türkler arasında yaygınlaşan yas geleneğinin bir belirtisidir. Bu geleneğin sürekliliğini İç Asya’da Türk topluluklarının Göktürk çağında kaya üzerlerine yaptıkları sayısız resimlerden izlemek mümkündür. İslam kaynaklarının verdiği bilgiye göre, Malazgirt savaşı başlamadan önce, Alp Arslan duasını yapmış, sonra kendi eliyle atının kuyruğunu bağlamıştır. Askerleri de onun gibi yapmışlar, atlarının kuyruklarını düğümlemişlerdir.
Kazaklarda at kuyruğunu kesmek atı tullamak, yani dul yapmaktır. Sahibi ölmüş olan bu ata artık hiç kimse binemez. Kırgızcada ise tuldamak, yas tutmak anlamına gelir.
Kurbanın Cinsiyeti
Türklerde kanlı kurban törenlerinin çoğunda hayvanların erkek cinsi kullanılırdı. Dede Korkut kitabında da belirtildiği gibi, kesilecekse koç, erkek deve, boğa, aygır kesilirdi.
At, değerli kurbandı, o ancak Gök-Tanrı’ya ve az sayıda kurban edilirdi. Oysa, aşağıdaki dünyanın ruhlarına karşı insan sürekli olarak kendini koruyup kollamak zorunda olduğundan, bol sayıda koç ve dağ koyunu kurban etmek gerekirdi.
Çerh-i Felek (Çarkı Felek)
Felek, durmadan üzerimizde dönen gök kubbeden başka şey değildir. Bu astronomik inanış, aslında Ptolame, yani Batlamyus’un inanç ve kuralına dayanıyordu. Arap ve Acemler, gök kubbenin durmadan döndüğüne inandıklarından, bu dönüş haline ‘Çerh-i Felek’ demişler. Türkler bu deyimi Türkçeleştirerek ‘Çarkı Felek’ yapmışlardır.
Eski Türkçede ‘çığrı’, değirmen, su dolabı gibi aletlerin çarkları için kullanılan bir sözdü ve Türkler, durmadan dönen bu gök kubbesine ‘Gök Çığrısı’ diyorlardı. Gök çıkrığının durmadan dönmesi, insanlara iyi ya da kötü baht getiriyordu.
Bütün kötü alın yazıları ‘Kahpe Feleğin’ bir oyunuydu.
Sonradan, Karahanlı Devleti zamanında, gök çıkrığı ile Felek’e ‘Evren’ denildi. ‘Evren evrilûr’, yani ‘döner’ di. Ayrıca, Türkler ‘Gök Çıkrığı’nı bir ‘yay’ biçiminde tasarlıyorlardı.
Güneş ile Ay
Altay Türklerinde gündüzleri ışıtan Güneş, ‘sıcaklığın’; geceleri görünüp de hiçbir ısı vermeyen Ay ise ‘soğukluğun’ simgesidir. Kimi geceler tepsi gibi yuvarlak ve parlak, kimi geceler kavun-karpuz kabuğu dilimi gibi ince ve sönük olan ayı, belli zamanlarda her halde yukardaki kutsal kurtlar yiyip bitirmekteydi. Ay böyle ince bir dilim halini aldığında, kurtlar ve ayılar, onu yemeği bırakırlar, ay da inine gider yatar dinlenir, yarasını sarar, sonra yine ortaya çıkıp parlamaya başlardı.
Gök ve Yer Kaç Kattır?
İslam tasavvufunda gök dokuz kattır. İlk yedi kat, görüp bildiğimiz gök katlarıdır. Sekizinci kat, yıldızların ve burçların bulunduğu, döndükleri kattır. Dokuzuncu kat “arş”tır, dokuzuncu katın yukarısı “Atlas”tır.
Gök tepemizde durmadan döner ve bu dönüşten şunlar çıkar: 1. Sıcak, 2. Soğuk, 3. Kuruluk, 4. Yaşlık.
Tanrı, göğün mavilikleri içinde yok olmuş sonsuz bir bölgede, ‘uzay’da oturur.
Göğün kat sayısı Batı Türklerine göre ‘yedi’, Doğu Türklerine göre ‘dokuz’du. Gök gibi, yer de yedi kattır. Hepsi 14 kat eder. Bir Şaman’ın beşinci kattan yukarıya gitmemesi gerekirdi. Beşinci katta kutup yıldızı ve göğün kapısı bulunuyordu. Bundan sonra da ruhlar ve Tanrılar âlemi başlamaktaydı. Bu âlemde insanların yeri yoktu. Şaman bu kapıda ancak Tanrının gönderdiği elçilerle konuşabilirdi.
Osmanlı
Bulgaristan’a Satılan Osmanlı Arşivi
Tam olarak anlaşılayaman bir sebepden ötürü 1931’de, değerine paha biçilemez milyonlarca Osmanlı belgesi kamyonlara doldurulmuş, hurda kağıt fiyatına Bulgaristan’a satılmıştır.
Bir toplumun tarihine sahip çıkmayıp, sadece kahramanlık masallarıyla yetinmesi, kendi aydınlanma sürecine, tarihsel gelişimine ve kültürüne vurduğu en büyük darbedir.
Osman Bey’in Soyağacı
Osmanlı devletinin kurucusu olan Osman Bey’in kökeni tam olarak ortaya çıkmış sayılamaz. Sonraki tarihçiler ona şan vermek için, başlangıcı Oğuz Han’a, yani Büyük Türk Hakanlığı’nın Teoman’dan sonraki ikinci imparatoru Mete’ye (İ.Ö. 209-174) dayanan şecereler ortaya atmışlardır.
Osmanoğulları’nın Mete’ye kadar olan şeceresini, Fatih’in küçük oğlu Cem Sultan’ın emriyle düzenleyen Bayati’ye göre; Osman Gazi, Mete’nin kırk altıncı kuşaktan torunudur. İkisi arasında 1500 yıl kadar zaman ayrımı vardır. Her bir kuşağa 32,5 yıl düşmektedir.
Daha önce bildirildiği gibi, Attilâ da Mete’nin on sekizinci kuşaktan torunu sayılmıştı.
Osmanlı Devletinin Kuruluş Yılı
Tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı üzerinde anlaşamazlar.
Kimine göre, bu tarih 27 ocak 1300’dür. (II. Abdülhamit zamanında bu gün milli gün olarak kutlanmıştır.) Kimine göre, Osman Gazi’nin tahta çıktığı 1281 yılıdır. Kimine göre, 1291 ‘de Karacabey (Karacahisar) kasabasının alındığı yıldır. Kimine göre, son Selçuklu sultanının düşme tarihi ve İlhanlı boyunduruğundan kurtuluş tarihidir.
Çift Başkent
İstanbul’un fethine kadar padişahlar, Bursa yerine bazen Edirne’de oturmayı seçmişlerdir. Anadolu için Bursa, Rumeli için Edirne, taht şehri sayılmıştır.
Sultan I. Murat’ın Ölümü
Harp sırasında öldürülen tek Osmanlı Sultan olan I. Murad’ın ölümü 8 saat süren Kosova Meydan Muharebesi sırasında gerçekleşmişti.
I. Murat
Sultan Murad’ın şok edici ölümüyle ilgili de farklı iddialar mevcuttur. Osmanlı kaynaklarına baktığımızda Sultan Murad’ın ölümü ‘korkakça’ ve ‘namert’ bir saldırı ile gerçekleştirildiği vurgulanır. Buna göre, Sultan Murad’ın ölümünün, savaş kazanıldıktan sonra savaş alanını dolaşırken ölülerin arasına saklanan yaralı bir Sırp askerinin bir anda üzerine atılıp kalbine hançer saplamasıyla gerçekleşmiştir. Yine buna benzer bir hikaye de şudur: Zaferin iyice belli olduğu bir sırada, Sultan Murat savaş alanını dolaşıyor, son buyruklarını veriyordu. Bir şey söylemek isteğiyle yanına sokulan Sırp soylu kişisi, Lazar’ın damadı Miloş, Sultan’ın sesini duymak için eğilmesinden yararlandı, birden hançerini çekip, kalbinden vurarak onu şehit etti. Türkler orada Miloş’u hemen parçaladılarsa da, iş işten geçmişti. Vuruluşundan sonra bir, iki saat yaşayan Sultan Murat, ağlaşan komutanlarına, oğlu Yıldırım Beyazıt’ı gösterdi ve kendisine gösterilen bağlılığın ona da gösterilmesini vasiyet ederek gözlerini kapadı.
Padişahın iç organları Kosova alanına gömüldü, ölüsü Bursa’ya geçirildi, Çekirge’deki türbesine gömüldü.
Yaşarken ‘Melikü’l-meşâykh Gazî Murad – Derviş – gazilerin şeyhlerinin Meliki Murad Gazi’ sanıyla anılırdı. Tam 37 savaşa katılmış, hiçbirinde yenilmemiştir.
Bursa’nın alınış yılı olan 1326 yılında doğmuştu, öldürüldüğü zaman 63 yaşındaydı. 27 yıl, 3 ay saltanat sürmüştü. Aşağı yukarı her iki yılına 3 savaş düşer. Düşmana savaş alanını bıraktığı ve sırt çevirdiği görülmemişti. Savaşta gözü karaydı; şaşırmaz, telaş göstermezdi. Gençliğinde nasılsa yaşlılığında da öyle; çalışkan, enerjik ve sertti. Kendine boyun eğen bütün milletlere ve sarayındakilere yumuşak davranırdı. Bununla birlikte, yanında olanlar onun korkusundan titrerlerdi. Çünkü en küçük yanlışı, bir daha yapılmaması için, şiddetle cezalandırırdı, öte yandan, en küçük hizmeti bile değerlendirir, yararlı saydıklarını armağanlara boğardı.
En Uzun Süre Görevde Kalan Vezir- i Azam (Başbakan)
I. Sultan Murat döneminin ünlü kazaskeri, veziri Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa’nın oğlu Ali Paşa, Selçuklu dönemi ve Cumhuriyet Türkiyesi de içinde olmak üzere, en uzun süre görevde kalan Vezir-i Azam’drr.
Ocak 1387’de babası Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa’nın ölümü üzerine yerine geçerek, 18 Aralık 1406 tarihinde vefatına kadar, I. Murat ve Yıldırım Bayezid için Ankara Savaşı’na kadar 15 yıl, 6 ay ve Fetret Devri’nde Süleyman Çelebi’nin yanında yaklaşık 4 yıl, 4 ay vezir-i azamlık yapmış ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde önemli rol oynamıştır.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sabri-kalic/tarihimizdeki-garip-olaylar-2-69403495/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.