100 büyük düşünür

100 büyük düşünür
Sabri Kaliç
Doğu’dan Batı’ya, Antik Çağ’dan günümüze,
Karanlık dönemlerin kapanıp, aydınlanma çağlarının başlamasına neden olmuş,
Kralların, sultanların saygısını kazanmış,
Okullar kurup yüzlerce bilim insanı yetiştirmiş,
Toplumsal dönüşüm hareketlerine fikir babalığı yapmış,
Etkileri günümüze kadar uzanan siyasal düşüncelerin öncüleri olmuş,
Özgürlük, demokrasi, düşünme, tartışma, felsefe, mantık, kültür, sanat gibi kavramları yaşadıkları toplumlara kazandırarak

Tarihe Adını Yazdıran; Aristo’dan, Buda’ya, Konfüçyus’dan, Mevlana’ya, Martin Luther’den, Hallac-ı Mansur’a, Montaigne’den İmam Gazali’ye 100 Büyük Düşünür’ün, hayat hikâyelerini, başlarından geçen ilginç ve trajik olayları ve onları günümüze kadar taşıyan fikirlerini, kolay, keyifli ve özet halinde bulacağınız bir başucu kitabı.


100 BÜYÜK DÜŞÜNÜR

ÖNSÖZ
Elinizdeki kitap bir felsefe tarihi olmaktan çok, felsefe okuma niyeti olanlara yol gösterme çabasında alçakgönüllü bir derlemedir. Bu tür kitapların doğası gereği buralarda (hele de felsefe gibi son derece geniş bir alandan söz ediliyorsa) kısıtlı, ancak başlangıç düzeyinde bazı adlara yer verilmektedir. Amacımız (ve dileğimiz) felsefe alanında okumalar yapmak isteyen ve düşünce tarihinin belli başlı düşünürleri hakkında fikir edinmek isteyen birinin, özellikle de gençlerin bu kitabı bir çıkış noktası olarak görmesidir.
Kitabınızın sonundaki kaynakçada bizim de yararlandığımız, bu alanda daha derin araştırmalar yapmak isteyenlere hitap eden bir liste bulacaksınız. Bunlardan bazıları internet sitesi olsa da bu sitelerin bizim elememizden geçirilmiş, belli bir bilimsel güvenilirliğe sahip siteler olmasına dikkat edilmiştir. Ama bir alanda araştırma yapmak isteyen insanların, özellikle de öğrencilerin mümkün olduğu kadar internet sitelerine değil de o alanda yetkin bilim insanı ve araştırmacı olan kişilerin yazdıkları kitaplara rağbet etmeleri gerektiği konusunun da bir kez daha altını çizmek isteriz.
Genel bir çeviri hatası olarak “eski Yunan” olarak adlandırılan, ama tarihsel ve coğrafi açıdan bakıldığından bugünkü coğrafi Yunanistan’dan çok Ege bölgemiz, Yunan Adaları ve Doğu Yunanistan kökenli olan antikçağ düşünürleri ve yazarlarının ne kadar çok olduğu bu kitapta dikkatinizi çekecektir. Eski Yunan’ın en önemli düşünürleri olan “Milet Okulu Üçlüsünün (Thales, Anaksimenes ve Anaksimandros) bugünkü bildiğimiz Aydın ili sınırları içindeki Milet’te yaşamış olması ve onların da sistematik felsefenin kurucuları olan Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi anıt düşünürlerin öğretmenleri olması bize bugün içinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasının çağdaş felsefe tarihi üzerindeki çok önemli yerini belirtmeye yetecektir.
Efes Okulu üyesi Herakletios’tan, Yunan Adaları kökenli Pisagorcular ’a ve Urlalı Anaksagoras’tan Sinoplu Diyojen’e kadar Anadolu toprağının yetiştirdiği düşünürler her zaman bilinmeli ve onların “eski Yunan” kökenli oldukları vurgulanırken, Batı Anadolu kökenleri de unutulmamalıdır. Bugün genelde bilinçsizce “Batı uygarlığı” deyip geçtiğimiz uygarlığın kökenini Anadolu’ya dayandıran ve Anadolu kültürlerini bir bütün olarak gören yazar ve düşün insanlarımız başta Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat da bu bağlamda yeniden hatırlanmalı ve tekrar tekrar okunmalıdır.

    MAYA KİTAP

DOĞU BİLGELİĞİ
HİNT VE ÇİN DÜŞÜNÜRLERİ

1
ZERDÜŞT


Ahura Mazda
? – ?
Hangi tarihte yaşadığı, hatta gerçekten yaşayıp yaşamadığı bile tam bilinmese de Zerdüşt, milyonlarca insana hitap eden felsefesiyle Ortadoğu halkları gözünde önemli bilgelerden biridir.

Zerdüşt bazılarınca peygamber olarak değerlendirilse de duruşu filozofa daha yakındır. MÖ 10. ila 6. yüzyıl arasında bir tarihte yaşadığı tahmin edilmektedir. Zerdüşt ve Zerdüştlüğe ilişkin belgelerden, onun Kuzeybatı İran’da yaşadığı sanılıyor. Kuzeybatı İran’ın (Medya) taşıdığı neolitik kültür Zerdüşt felsefesinin şekillenmesinde önemli bir role sahiptir. Sümer kent devriminin de bölgeye etkilerinin olması her iki etkinin sentezine dayalı bir gelişmeyi doğurmuştur. Dönemin temel aryan tanrıçaları olan İndra, Mitra ve Varuna’dan “Ahura Mazda” adında bir tanrıya geçiş yapılmıştır. Bu anlamda İran, Medya ve Anadolu tek tanrıcılığına doğru bir aşama anlamına gelen Zerdüşt inancının çıkışında, köleci uygarlığa karşı dinamiklerin bölgede yoğun yaşanan neolitik kültürden alınması yatmaktadır.
Bu kültür şekillenmesi Zerdüşt’ün tarım ekonomisine son derece bağlı olması, emeği, üretimi, helal kazancı esas alması, yeşile kutsallık atfetmesi ve hayvanları korumayı esas almasına yansımıştır. Neolitik kültürün Zerdüşt felsefesine yansıyan en derin etkileri kadına yaklaşımında kendisini göstermiştir. Köleci sistemde Marduk’la birlikte giderek toplumsal statüsündeki düşüşü derinleşen kadına, Zerdüşt tarafından üstün değer biçilmiştir.
Roma merkezlerine kadar etkisini gösteren Zerdüşt antikçağ köleci toplumdan klasik kölecilik çağının (MÖ 500-MS 500) başlamasında belirleyici güç kaynaklarından biri olmuştur. Tarih boyunca tek tanrılı dinlerin, özellikle İsa’nın çıkışında rol oynaması nedeniyle etkilerini korumuştur. Yine Zerdüşt’ün zıtların birliği ve karşıtlığına dayanan düşünce sisteminin tarihe en büyük katkısı felsefeyi düşünenin gelişimine kaynaklık etmekle olmuştur. Zerdüşt felsefesinin etkileri Sokrates ile yoğunlaşmış, “doğru düşünme, doğru söz, doğru eylem” ilkesi, “doğru düşün, mükemmel yap, güzel ol” ilkesine dönüşerek Sokrates ahlakının özünü oluşturmuştur.
Zerdüşt’ün bir karakter olarak tanımlanması ilk kez Xantus’un ve Plato’nun yapıtlarında karşımıza çıkıyor ve daha o zamanlar bile kendisinden “eski bir paygamber” olarak söz edilmektedir. Adının anlamından tutun da gerçekten yaşamış bir insan mı, yoksa çeşitli yazarların yazdıklarının sonradan toplanmasına verilmiş bir ad mı olduğu bile kesin değildir. Kesin olarak bilinen noktalar bu adda birinin (ya da birilerinin) Avesta dilinde çeşitli eserler verdiği ve bu eserlerin zaman içinde felsefenin konusundan çıkarak din haline dönüşmüş olmasıdır. Gathalar (Zerdüşt’ün sözleri olduğu sanılan şarkı ve ilahiler), Pehlevi Dili’ndeki dini metinler olan “Bundahişn” ile “Denkart” ve çeşitli Yunan yazarların eserleri gibi kaynakların Zerdüşt’ün görüşlerini ne ölçüde doğru yansıttığı da tartışmalıdır.
Zerdüşt’ün güçlü bir filozof ve düşünce adamı olduğunu, doğa, toplum ve insan gerçeğine ilişkin bilimsel perspektiflerinde görmek mümkündür. Örneğin Antikçağ Yunan filozoflarının hareket noktası, Zerdüşt inanışının geliştirdiği kavramlara dayanır. MÖ 538 dönemlerinde yaşayan Theopampos Ahura Mazda ve Ehriman arasındaki mücadeleyi tabiatın kendi içindeki kanunu olarak algılar. Zerdüştlük inancında tanrı kabul edilen Ahura Mazda “Aklın Efendisi” olarak sembolize edilir, Ehriman ise kötülüğün güçlerini temsil eder. Ve iyilik-kötülük mücadelesi bu noktada başlar. Yunan felsefesinin Zerdüşlük’ten etkilenme yönündeki diğer bir örneğini ise Heraklitos’da görebiliriz. Heraklitos “sonsuz hareket” kuramında Zerdüşt’ün karşıtlar mücadelesi çizgisinden etkilenir. Bundan yola çıkarak, Zerdüşt’ün gök, ışık, güneş ve diğer göksel varlıkların çözümlenmesini yorumlar, bununla fiziksel evrenin öz devinimlerini formüle eder. Zerdüşt’ün felsefi inancının dünyanın beş temel elementten oluştuğunu belirtir. Bunlar toprak, su, ateş, hava ve bitkidir. Bu tespitler kuşkusuz yerindedir. Zerdüşt inancının yaşandığı Mezopotamya bölgesinin coğrafi konumu ve yaşam koşulları bu tespitlerin kaynağını oluşturur. Mezopotamya’nın elverişli topraklarını da düşünecek olursak, Ortadoğu halklarının yaşamında doğa koşulları ve tarımın dini inançlarını dahi şekillendirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

2
HAMMURABİ


M.Ö. 1793?-M.Ö. 1750?
Aslında ilk yasalar olmaktan çok, ilk reformcu düşünceler taşıyan, ilerleme yasalarının yapıcısı olan Hammurabi Babil’in altıncı kralıydı ve Sümer ve Akadları fethederek, Babil İmparatorluğu’nun kralı olmuştu. Böylece de Babillerin Mezopotamya üzerinde hegemonyasını kurmuştu. Çoğu kişi taafından ona ‘ilk yasa koyucu’ unvanı verilse de bu yanlış bir düşüncedir.

Hammurabi komşuları Larsa, Mari ve Asur ile otuz yıl boyunca savaştı ve İran körfezinden Diyarbakır’a ve Zagros’dan Batı çöllerine kadar uzanan bir imparatorluk yarattı. Egemenliğindeki toprakları merkezi bir sistemle yönetti. Resmi yazışma düzenini kurdu. Ayrıca ilki İran’da kurulan posta teşkilatını ülkesine getirtmiş, polis teşkilatını ve ilk belediye sistemini kendi iktidarında oluşturmuştur. Polis teşkilatı şehrin iç güvenliğini sağlıyordu, bir ayaklanma ya da suç olduğunda derhal müdahale edip suçluları yakalıyorlardı. Yakalanan bu suçlular oluşturulmuş mahkemelerde kralın kendi yazdığı 282 maddelik kanunlara göre cezalandırılıyordu, ama genelde bu cezalar çok ağırdı. Belediye reisini Hammurabi kendisi tayin ediyordu. Kurduğu belediye sistemi günümüzdekilere benziyordu; şehrin düzenlenmesi, onarılması ve temizlik işlerine belediye bakıyordu. Kurduğu posta teşkilatı sayesinde şehri mahalle mahalle, sokak sokak ve ev numaralarına göre ayırmıştı. Böylece bir posta istenilen doğru adrese ulaşıyordu. Bu sistemin ilk kez Hammurabi zamanında kullanıldığı yapılan arkeolojik buluntular sayesinde kesinleşmiştir. Hammurabi bilime, sanata ve mimari konulara çok önem vermekteydi. Bunun da en büyük kanıtı ünlü Babil Kulesi ve Babil’in Asma Bahçeleri’dir. İktidarı süresince kendisini tanrılaştırdı ve “kralların tanrısı” olarak ilan etti. Erkeklerin varis olabileceği mutlak monarşi kurdu ve bu dönemde Babil ülkesinin tanrısı Marduk Sümer-Akkad topluluklarının en yüksek tanrılarından biri oldu.

Hammurabi Yasaları
MÖ 1760 yılı civarında Mezopotamya’da yazılan, tarihin en eski ve en iyi korunmuş yazılı yasalarından biridir. Bu dönemden önce toplanan yasa koleksiyonları arasında Ur kralı Ur-Nammu’nun yasa kitabı (MÖ 2050), Eşnunna yasa kitabı (MÖ 1930) ve İsin’li Lipit-İştar’ın yasa kitabı (MÖ 1870) da yer almaktadır.

Hammurabi Yasalarının Özellikleri:
1. Sümer yasalarına göre biraz daha serttir. Ancak toplumun bütün kesimlerinin hakları güvence altına alınmıştır. Medeni hukuk, ceza hukuku, ticaret hukuku, miras hukuku gibi alanları düzenleyen bu yasalar Sami geleneklerinden ve Urukagine yasalarından yararlanılarak hazırlanmışlardır.
2. Hammurabi yaptığı yasalarla, ilan ettiğinin aksine “Tanrı Kral” yerine “Hayırsever Kral” kavramını getirmiştir. Kendini “Adaletin Çobanı” , “Kavimler Çobanı” gibi sanlarla anması buna örnektir.
3. Tarihte ilk defa hukuk devleti anlayışını getirmişlerdir.
Babil Kralı Hammurabi’nin çeşitli meselelerde verdiği kararlar Babil’in koruyucu tanrısı Marduk adına yapılan Esagila Tapınağı’na dikilen bir taş üzerine Akatça dilinde yazılmıştı. Hammurabi kendisine bu kanunları yazdıranın güneş tanrısı Şamaş olduğunu söyleyerek yasalarının da tanrı sözü sayılmasını sağlamıştır.
Arkeolog Jean Vincent Scheil’in 1901’de Elam’da bulduğu (bugünkü Huzistan, İran) ve Fransa’ya taşıdığı Hammurabi Yasaları’nın yazılı olduğu levha Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir. Yaklaşık iki metrelik silindirik bir taşın üstüne çivi yazısı ile yazılmış olan kanunlar tam 282 maddedir, ancak bu maddelerin 30’u şu anda okunamayacak durumdadır. 13 sayısı o dönemde de uğursuz sayıldığı için 13. madde yazılmamıştır.

3
LAO TSE


M.Ö. 604? – M.Ö. 531?
Konfüçyusçuluk ve Budizm’le birlikte, Uzakdoğu’nun en yaygın felsefelerinden biri olan Taoizm erdemli bir insan olmaya verdiği değerle, tüm insanları barış ve huzura davet etmektedir.

Taoizmin kurucusu Lao-Tse’nin hayatı hakkında çok az bilgi vardır. Bazı kaynaklara göre MÖ 604 yılında doğduğu sanılmaktadır. Yunan filozoflarından Thales, Anaximandros ve Pisagor’un çağdaşı olduğu, bunlarla karşılaştırılırsa birbirlerine benzeyen yanlarının çok olduğu görülür. Lao-Tse’nin doğumu ile ilgili, halk arasında yayılmış bir de efsane vardır. Buna göre, Lao-Tse’nin annesi göksel bir nurdan gebe kalmış, seksen yıl sonra da ak saçlı, ak sakallı bir çocuk doğurmuş. İşte Lao-Tse (yaşlı usta) adı buradan geliyor. Lao-Tse’nin doğum tarihi kesin olarak saptanamadığı gibi hangi yılda ve nerede öldüğü de belli değildir. Bir iddiaya göre, Chau hanedanının yavaş yavaş çökmeye yüz tuttuğunu gören düşünür bu fena sonuca tanık olmamak için hükümet merkezi olan Lo-Yang kentini bırakarak Batı’ya doğru gitmiş. Hotan geçitine geldiği zaman buranın koruyucusu ve kendi öğrencisi olan Hsion mesleği hakkında ve düşüncelerini içeren bir eser yazmasını istemiş, o da tek yapıtı olarak bilinen (“Tao Te Ching” ya da “Erdem Kitabı”) adlı eseri yazıp vermiş.
Lao-Tse varlıkların kaynak ve kaderini inceler ve temel olarak bir ilk neden ve hareket noktası olarak da bir “en ilkel birlik” kabul eder. Tao Okulu ya da Taokiya adını da alan bu felsefe bir çeşit mutlak Panteizm, yani kamutanrıcılık ya da Tanrı’yı dünya ile özdeşleştiren bir sistemdir. Bu sisteme göre, hissedilir âlem her türlü yetkisizliklerin ve sefaletlerin nedenidir ve insani kişilik tüm varlıkların kaynak ve sonu olan “Varlık”ın, “Büyük Birlik”in aşağı ve geçici bir tarzıdır.
Lao-Tse “Erdem Kitabı” adlı eserinde bu birinci ilkenin mutlak ve özel karakterini ve ayrı olanla olmayan, sınırlıyla sınırsız, boşa gidenle gitmeyen arasındaki derin ve geçilemez alametleri saptamaya çabalar. Âlem’de ayrı, sınırlı ve boşa gidebilen her şey Tao (yol, akıl) adını verdiği ilk ilkenin olaysal tarzına aittir; tüm ayrı olmayan, sınırsız ve boşa gitmeyen şeyler bu ilkenin deneyüstü varlığının tarzıdır. Ona göre, bu ilk nedenin iki varlık tarzı da birlikte ebedi değildir. Deneyüstü tarz olaysal tarzdan daha önceliğe sahiptir. Tüm deneyüstü güçler kendi ilk varlık tarzını seyretmek etmek suretiyle meydana gelirler, ikinci varlık tarzını seyretmekle de tüm olaysal tarzlar belirmiş olur.
Lao-Tse insanın “Tanrı” ya da “ilk neden” hakkında tam uygun bir fikir verme gücüne sahip olmadığını ve Tanrı’yı tanımlamak için yapacağımız tüm zihin çabalarının, kendi acizlik ve zayıflığımızdan başka bir şeyi ispat etmeyeceğini pozitif olarak ve açıkça bildiren en eski ve ilk filozoftur. Lao-Tse’nin genel olarak varlık hakkındaki düşünceleri insan doğası hakkındaki görüşlerini de kavramamıza yardım eder.
Lao-Tse Tao sözcüğünü (zihinli gidiş-doğru yol) anlamında ve yalnız onu anlatmak için kullanmıştır. Bu sözcüğü bazen de Yunanlıların (Kelam-Logos)’u gibi (en yüce yönetici zihin- ilk akıl) anlamında kullanır. Lao-Tse bu terimleri hem özel, hem de mecazlı olarak, hem maddesel hem de tinsel anlamda karmaşık düşünce olarak kabul eder. Özel ad olarak TAO, içinde tüm varlıkların hareket ettikleri evrenin “büyük yolu”dur. Mecazî anlamı ise tümel hareketin ilk nedeni ve her şeyin ilk neden ve aklıdır. Yani ideal evren ile gerçek evrenin, cisimsizle cisimlinin, güç hâlindelikle olayın birinci ilkesi ve ilk nedenidir. Tao’ya ilk kez metafizik anlamı veren ve kullanan Lao-Tse olmuştur.
Lao-Tse’nin ahlak anlayışına göre, kamu mutluluğu sürekli olarak ve riyazat (dünya nimetlerinden el çekme) içinde Erdem’i işlemekle mümkündür. Ona göre Erdem hayat eylemlerinin, tüm deneyüstü ve olaysal varoluşların şekilsel ilkesi olan “en yüce akıl”a uygunluğudur. “En yüce akıl”dan başka bir ahlaksal varlık olmadığı gibi, onun kanunundan başka bir kanun, onun biliminden başka bir bilim de yoktur. İnsan için en üstün iyilik “en yüce akıl”la özdeşleşmesi, bu kaynak içinde ve bu her varlığın ereği içinde emilmiş olmasıdır. İnsan devamlı bir cisimsiz hale kavuşabilmek için tensel şeklinden arınmalıdır. Duyularına hakim olarak, bunları olduğunca güçsüz kılmak yolu ile duygusuz hale erişmelidir.

4
BUDA


M.Ö. 563? – M. Ö. 483?
Yeryüzünde milyonlarca takipçisi olmasına karşın bir dinden çok, bir felsefe akımı olarak kabul edilen Budizm’in kurucusu olan Gotama Buda şiddete karşı olması, yaşayan her canlıya değer vermesi gibi özellikleriyle bugün de birçok insan için yol gösterici özelliğini korumaktadır.

Budizm’in kurucusu olan Buda, Kuzey Hindistan’da Lumbini koruluğunda doğmuş bir filozoftur. Buda “aydınlanmış” manasına gelir. Buda bir gün “Bilgi Ağacı” denilen incir (Bo) ağacının altında dalmış iken, birden içinde aydınlanma hissetmiş, ilhamlarını halka duyurmak için memleketini dolaşmaya başlamıştır. Seksen yaşında iken Kusingara’da ölen Buda yaşadığı sürece kendisinin bir Tanrı olduğunu iddia etmediği gibi, sıradan bir insan olduğunu da açıkça söylememiştir. Bazıları ona büyük bir toplumbilimci gözüyle bakmışlardır. Bununla beraber, onun gerçekten yaşayıp yaşamadığı da ayrı bir tartışma konusudur. Buda güçten kuvvetten kesilince Nirvana’ya girme kararı almıştır.
Onun vaazlarından etkilenenler “Sangha” adında bir teşkilât kurmuşlardır. Dünyanın en eski bekâr rahipler teşkilatının bu olduğu söylenir. Kadınların girmesini yasakladığı bu teşkilâta sonradan onların da alınmasına izin vermiştir.
Budizm’de inancın temelini “Buda’ya sığınırım, Dharma’ya sığınırım, Sangha’ya sığınırım” cümlesi oluşturur. Budizm’e girmek isteyen bir kişinin önce bu cümleyi söylemesi gerekir. Bunlardan birini inkâr eden kişi Budist sayılmaz. Budizm’de inancın esası Buda’ya imandır. Buda dininde rahip olabilmek için belirli yeteneklere sahip, on beş yaşını bitirmiş, ana-babasının iznini almış olmak şarttır. Sangha’ya giren rahip ve rahibeler evlenemezler.
Budizm’de tapınaklara “Vihara” denir. Ayda iki defa bir araya gelen rahipler yaptıkları hataları itiraf ederek benliklerini öldürürler. Budizm’deki Karma-Tenasüh (Ruhgöçü) inancı, zihinsel ve bedensel ihtiraslardan kurtulmayı; Nirvana ise doğum, ölüm, varlık, ihtiyarlık ve ızdıraptan kurtulmayı ifade eder.
Buda dininde cemaatle de ibadet yapılır ve herkese açıktır. Kadınların ahlâk ve fazilet sahibi olmaları esastır. Kaçak ilişkiler yasaktır. Putlara tapmayı yasaklayarak onları kırdırmasına rağmen, Buda’nın ölümünden sonra putperest Brahmanlar seri bir şekilde Buda heykelleri yapmaya başlamışlar, Buda’ya karşı aşırı sevgi besleyenler de zamanla bu heykellere taparak onu tanrılaştırmalardır.
Budizm, başlıca iki mezhebe ayrılır: 1- Hinayana, 2- Mahayana.
1- Hinayana (Küçük Araba), kişinin kendisini kurtarmasını hedef aldığı için böyle isimlendirilmiştir. Bu mezhep Seylan ve Güney Asya’da yayılmıştır. Mensupları saf Budizm’e yani Buda’nın asıl telkinlerine kendilerinin muhatap olduklarını iddia ederek Mahayana koluna bağlı olanları sapıklıkla suçlarlar. “Hinayana Budizmi” de denilen bu kol bazı farklarla Burma, Tayland, Laos, Kamboçya ve Seylan’da çoğunluktadır. Hinayana Budizmi de bazı küçük kollara ayrılmıştır. Fakat bu hiçbir zaman Mahayana’daki kadar olmamıştır.
2- Mahayana (Büyük Araba), toplumu bir bütün halinde ele alarak herkesin kurtuluşa ermesini gaye edinmiştir. Onlara göre Budizm herkese cevap vermeli, herkesin ihtiyaçlarını gidermeli, doktrinleri basitleştirilerek, halkın anlayacağı bir seviyeye getirilmelidir. Budizm’in bu kolu başka din ve doktrinlerden yararlanmakta sakınca görmez. Bu mezhebe göre Nirvana’yı gerçekleştiren herkes Buda unvanını alır ve ihtiraslarının esiri olarak dünya zevklerinin arkasında koşmaz. Mahayana mensupları, “Hata yapabilirim” diye faaliyetleri askıya almanın karşısındadır. “Bu yüzden pişmanlık duymaya lüzum yoktur” derler. Mahayana’ya bağlı kişi kendini kurtuluşa hazırlayabilmek için şu hususlara dikkat etmek zorundadır: 1- Cömertlik, 2- Olgunluk anlamında bilgelik, 3- Budizm’in ahlâk kurallarına sadakat, 4- Meditasyon, 5- Karşılaştığı olumsuzluklara sabır göstermek, 6- Hiç usanmadan sürekli bir gayret içinde olmak.
Buda’nın ölümünden sonra, ruhban sınıfı dinin yayılmasında (onun yaptığı gibi) vaaz metodunu kullanmışlardır. Budizm’in en güçlü yayılma dönemi Hint hükümdarlarından Aşoka (MÖ 273-236) zamanına rastlar. Kral Budizm’in yayılmasını sadece tavsiye etmekle kalmamış, bizzat kendisi de Budizm’e girerek bütün Hint yarımadasının bu dine girmesine öncülük etmiştir. Onun zamanında Budizm Hindistan dışında Seylan, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Bingazi, Makedonya, Kuzeybatı Yunanistan’a kadar yayılmıştır.

5
KONFÜÇYUS


M.Ö. 551 – M.Ö. 479
Adı en çok bilinen düşünürlerden biri olan Konfüçyus’un özlü sözleri dünyanın hemen her yerinde peygamber sözleri derecesinde saygı görmekte ve kuşaklar boyunca bir insandan diğerine aktarılmaktadır.

Büyük Çin bilgesi, düşünür, siyasal yönetici ve Çin tarihinde resmi din olarak kabul edilen öğretilerin kuramcısı Konfüçyus MÖ 551 yılında, Lu kentinde (şimdiki Shantung eyaletinde) doğdu. Chou hanedanlığı döneminde (MÖ 1027-256), Hristiyanlığın doğuşundan yaklaşık beş yüz yıl önce yaşadı. Küçük yaşlardayken babası ölünce, annesi tarafından mütevazı koşullarda büyütüldü.
Konfüçyus’un yaşam öyküsüyle kişiliğinin de ona atfedilen öğretilerin ayrıntılarının da doğruluğundan emin olmak tarihsel açıdan olanaklı değildir. Kaynaklarda onun ölümünden sonra geliştirilmiş, kuşkusuz pek çok yönüyle izleyicileri tarafından elden geçirilmiş, zenginleştirilmiş, yeniden düzenlenmiş açıklamalar vardır. Mevcut bilgilerdeki kimi iç tutarsızlığa, kimi vurgu farklılığına karşın, bilgi ile ahlaksal erdem arayışına tutkuyla inanan, tüm yaşamı boyunca dürüstlüğünü koruyan, kendini sadece öğretmeye adayan bir adama ait bütünlüklü çizgileri seçmek olanaklıdır. Benzer şekilde, Konfüçyus’a atfedilen yazılı özdeyişlerin ona ait olup olmadığını saptamak da pek kolay değildir. Konfüçyus’a atfedilen deyişlerle düşüncelerin çoğu “Konuşmalar” diye bilinen bir seçkide toplanmıştır.
Konfüçyus düşüncesi 1583’te Pekin’e yerleşen Cizvit misyonerleri Çin bilgisi ile kültürünü özümseyip bu yeni bilgilerini Avrupa’ya aktarıncaya kadar Batı dünyasında bilinmiyordu. “Kung Fu-tzu” adını Latinceleştiren ve “Konfüçyus” haline getiren de bu Cizvitler olmuştu ve böylece bu büyük bilge Batı dünyasında Konfüçyus adıyla tanındı.
Ahlaksal iyilik kavramının merkezinde “jen”, yani iyilikseverlik ya da insan sevgisi düşüncesi vardır. Çincedeki bu sözcüğün tam karşılığını Türkçede bulmak güçtür. İnsanlar arasında kurulması gereken en iyi ilişki biçimini karşılamak üzere, kimi zaman “iyilikseverlik” kimi zaman da “insancıllık” diye yorumlanır. Doğuştan gelme bir yeteneğin alıştırmalarla güçlendirilmesiyle değil, kişinin kendini eğitme çabasıyla geliştirilen özel bir yetidir “jen”. Konfüçyus “Konuşmalar” kitabında “jen” ya da iyilikseverlik hakkında şöyle der: “Eğer gerçekten dilersek olur.” Konfüçyus’a göre “jen”, “efendi” ya da “üst insan” dediği kimsenin en önemli, biricik sıfatıdır. Bu kişi öğrenmeye öylesine düşkündür ki, içtenlikli öğrenme uğraşı ona “yemek yemeyi unutturur”, “ o yaşlandığının farkına varmaz.”
Konfüçyus’un MÖ 479’da Çiyu-fu’da ölümünden sonra öğrencileri onun öğretisini sessiz sedasız sürdürdü. İki önemli izleyicisi Mensius ile Hsün Tzu Konfüçyusçu düşünceye kendi fikirlerini, kendi vurgularını da katarak, seçkinlerin eğiticisi oldu.
Han hanedanlığı döneminde (MÖ 206- MS 9) Konfüçyusçu düşünce yeniden canlandı. Eski yazılardan parçalar derlenip elden geçirildi ve Hıristiyanlığın ilk yıllarında Budacılığın da Çin’e ulaşmasına karşın, Konfüçyusçu düşünceler yeniden yaygın kabul gördü. Konfüçyus ile izleyicilerine atfedilen özdeyişlerle öğretiler MÖ 6. yüzyıldan 1911’de Ch’ing hanedanlığının kaldırılışına kadar geçen 2500 yıl boyunca Çin’in ahlaksal, toplumsal, siyasal yapısını biçimlendirdi. Çin İmparatorluğu’nun neredeyse tüm kurumları, gelenekleri, amaçları, özlemleri Konfüçyus’un erdemli birey, erdemli toplum anlayışına dayanıyordu. 20. yüzyılın ilk yıllarına kadar Çin’de eğitim, hemen hemen tümüyle, Konfüçyus’un ilkelerine göre biçimlendirilmişti. 1313’ten 1905’e kadar sürdürülen devlet görevliliği sınavları Konfüçyus’un “Dört Kitap” diye bilinen yapıtlarını okumayı gerektirirdi.

6
MENCIUS


M.Ö. 372? – M.Ö. 289?
Çin bilgelerinden Mencius birey haklarına verdiği değerle diğer bazı Uzakdoğu öğretilerinden ayrılmaktadır. Bir kralın sadece “kral olduğu” için saygıyı hak etmediği, bunun için “iyi bir kral” olması gerektiğini söylemesi o dönemin değer yargıları açısından çok dikkat çekicidir.

Mencius’un (Latin harfleriyle böyle yazılmasına rağmen, Çincede “Meng Zi” veya “Meng Tzu” olarak söylenir) doğum tarihinin 372 ila 385 arası, ölüm tarihinin 289 ila 302 arası bir tarih olduğu kabul edilir. Konfüçyus’un izinden gidenler arasında en bilinen düşünürdür. Doğum yeri bile Konfüçyus’un doğum yeri Kufu’nun otuz kilometre güneyinde olan Zoucheng’dir.
Mencius’un Konfüçyus’un torunu Zisi’nin bizzat öğrencisi olduğu söylenir. O da yıllar boyunca Çin’in her köşesini dolaşarak insanlara vaazlar verdi. MÖ 319-312 tarihleri arasında Qi Devleti’ndeki Jixia Akademisi’nde akademisyen olarak çalıştı. Annesinin ölümü üzerine birkaç yıl çalışma hayatından ayrıldı. Sonunda da dünyanın değişmesinden umudunu kaybedince kamu hayatından tamamen çekildi.
Mencius’un annesi Zhang da oğlunun yetişmesi için çabalarından dolayı geleneksel Çin kültüründe “ideal kadın” simgesi olarak kabul edilir. Ondan söz ederken kullanılan “Mencius’un annesi, üç taşınma” deyimi çocuk yetiştirmede annenin özverisine işaret eder. Çünkü Zhang oğlunun yetişmesi için uygun yeri bulana dek üç kez şehir değiştirmiştir ki bu, o zamanlarda son derece zor bir işti.
Mencius’un Konfüçyus felsefesine yaklaşımı biraz radikal olarak görülür. Mencius krallar üzerinde de çok etkili olduğu için Konfüçyus’tan bile daha etkili bir düşünür sayılır. Konuşmalarından derlenen yazmalar da Konfüçyus’unkiler gibi kısa ve özlü değil, uzun konuşmalardan oluşur. Konfüçyus genel anlamda insan doğasının özü hakkında pek konuşmazken Mencius insanın özünde iyi olduğunu, ama olumlu etkileri yeterince göstermeyen toplum yüzünden kötü ahlaklı insanlar ortaya çıkabildiğini savunur.
Mencius’a göre, eğitim insanın özündeki iyiyi uyandırmak amacına hizmet etmelidir. Eğitimde ezbercilikten değil, sorgulamacılıktan yanadır. “Tek kitabı olan insan hiç kitapsız insandan daha tehlikelidir” derken bu sorgulamacılık ön plana çıkar.
Mencius toplumdaki sıradan insanların önemini de vurgulamaktadır. Konfüçyus genel anlamda yönetici sınıflara saygıyla yaklaşırken Mencius halkın taleplerine kulak tıkayan ve zulümle hükmeden iktidarların gerekirse zorla alaşağı edilmeleri gerektiğini söyler. Adaletle hükmetmeyen iktidarın artık gerçek bir iktidar olmadığını kabul eder. Zamanının zalim kralı Zhou’nun devrilip öldürülmesi üzerine “Ben zorba Zhou’nun öldürüldüğünü duydum, kral Zhou’nun öldürüldüğünü duymadım” demesi dikkat çekicidir. Konfüçyus’tan farklı olarak, Mencius krala “sadece kral olduğu” için hürmet edilmesi gerektiğini değil, kralın da o hürmeti hak edecek bir adaletle hüküm sürmesi gerektiğinin savunucusudur. Bu anlamdaki düşünceleriyle Mencius çağlar öncesinden günümüz insanının düşüncelerine yakın sözler söyleyebilmiştir.
Mencius ölümünün ardından Zoucheng’deki, bugün Mencius Mezarlığı denenen yere gömüldü. Mezarında üzerinde mezar taşı taşıyan ve ejderhalarla çevrili tasvir edilmiş dev bir taş kaplumbağa heykeli bulunmaktadır.

7
HSÜN TZU


M.Ö. 312? – M.S. 230?
Klasik Çin felsefesinin üç temel düşünüründen biri olan Hsün Tzu söyledikleriyle o günlerde yavaş yavaş oluşmaya başlayan Antik Yunan felsefesinin gelişini de müjdemelektedir.

Çince yazılışı “Xun Zi” olan Hsün Tzu, Konfüçyus ve Mencius’la birlikte Konfüçyusçu felsefenin üç önemli düşünüründen biridir. Mencius’tan daha karmaşık ve bütüncül bir düşünce yapısı olduğu söylenebilir. Düşünür Çin tarihinde “Savaşan Devletler Dönemi” denen MÖ 453- MÖ 221 yıllarının sonuna doğru yaşamıştır. Bu dönem aynı zamanda klasik Çin felsefesinin bir bütün olarak ortaya konduğu çağdır. Klasik Yunan’a göre daha çeşitli düşünceler içeren bir dönemde yaşadığı için Hsün Tzu da etikten metafiziğe, siyaset kuramlarından dil felsefesine kadar farklı alanlarda düşünceler ileri sürmüştür. Ona göre, insan doğası içsel olarak bir pusulaya sahip olmadığı ve başıboş bırakılırsa yozlaşmaya eğilimli olduğundan, özünde kötüdür. Bu nedenle ritüeller dengeli bir toplumun önemli bir parçasıdır. Dengeli bir toplum yaratma yolundan insani değerlerin tanrılar ve doğadan çok daha etkin olduğunu savunması yönüyle de döneminin diğer düşünürlerinden ayrılmaktadır. Sonraları Konfüçyus felsefesinden ayrı bir düşünür olarak kabul edilse de her zaman için çok araştırılan bir düşünür olan Hsün Tzu doğaüstü güçlere insan hayatında çok az yer vermesiyle kendinden sonraki düşünürleri etkilemiştir.
İlk kez MÖ 264 yılı civarında Jixia Akademisi’nde hocalık yaparken, ellili yaşlarında tanınan düşünür devlet görevlerinde de çalışarak valiliğe kadar yükselmiştir. Öğrencileri Li Si ve Han Feizi’nin sonraları Konfüçyus karşıtı düşüncelerin sıkı savunucuları olması, hocalarının da Konfüçyusçu düşünceye bağlılığının sorgulanmasına yol açmıştır.
İnsanın özünde hem iyi, hem de kötü olduğunu ve eğitimin de iyinin çoğaltılıp kötülüğün azaltılmasına hizmet ettiğini söyleyen Hsün Tzu insanın nihai amacının da iyiye ulaşmak olduğunu söyler. Bu düşüncesiyle insanın özünde tamamen iyi olduğuna inan diğer düşünürlerden (örneğin Rousseau) ayrılan Çinli bilge insanın kendi doğal ortamında eğitim görmesi durumunda çok daha iyi eğitileceğini de öne sürmektedir. Sınıflara kapatılmış, kitap okuyan çocukların değil dışarıda, hayatın içinde eğitim gören çocukların gelecekteki hayata daha iyi hazırlanacağını söyleyen Hsün Tzu bu tür bir eğitimin insanın özünde var olan kötü eğilimleri de dizginleyeceğini söyler.

8
TAGORE


1861 – 1941
“Sanatçı-düşünür” Tagore, felsefesini yazdığı şiirlerle, bestelediği şarkılarla, yaptığı resimlerle yaymaya çalıştı. Bir yandan barışı yaydı, bir yandan da Nazizimle savaştı…

Geleneksel Hint kültürüyle Batılı modernizmin birleştiren ve bu nedenle “Doğu ile Batı’nın arabulucusu” olarak anılan şair/düşünür Rabindranath Tagore (okunuşu: Rabindranat Tagor) 7 Mayıs 1861’de doğdu. Çiftlik sahibi Hindu dini refomcusu Maharishi Debendranath Tagore ile Sarada Devi’nin 14. oğlu olarak Thakur soyadını taşıyan yazar, İngiliz egemenliğindeki Hindistan’ın başkenti Kalküta’da dünyaya geldi. 17 yaşına bastığında Brighton’da bir okula kaydını yaptırdı. Ancak bir süre sonra eğitimini yarım bırakmak pahasına da olsa Hindistan’a döndü ve ilk müzikli oyununu yazmaya başladı.
1880’li yılların ortasından sonra yazdığı çok sayıda şiir kitabı, öykü ve oyunlarını birkaç gazetede yayımlayan Tagore tüm yapıtlarını Bengal diliyle kaleme almış ve bir bölümünü kendisi İngilizce’ye çevirmiştir. 1901 yılında sahip oldukları Huzurun Evi (Santiniketan) adlı çiftlik eviyle aynı adı taşıyan özel okulu, elli yıl sonra uluslararası devlet üniversitesi olarak kabul edilmiştir. Huzurun Evi Tagore’un yönetimi altında Doğu ve Batı kültürleri arasında bir köprü görevi üstlenmiştir.
Düşünür yüzyılın başlarında Bengal dilindeki ilk gerçekçi psikolojik roman olma özelliği taşıyan Gözündeki Kum’u yazdı. Tagore Gözündeki Kum’da daha sonraki romanı Deniz Kazası’nda olduğu gibi Hindu toplumunun aşka ve duygulara düşman zorlayıcı unsurlarını inceledi. En önemli nesir yapıtı olan Gora’da da ayrı tavrı sergileyen yazar siyasal ve dinsel alanda hoşgörüyü savundu. Kırk dokuz yaşında yayımladığı İlahiler adlı şiirleriyle 1913 Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer bulundu. Bu yapıt Tagore tarafından seslendirilmiş, şarkı biçimine dönüşen çoğunlukla melankolik 115 şiiri kapsamaktadır. Şiirlerinde çoğunlukla Tanrı özlemi, sevgi, aşk ve doğa tasvirlerini tema edinen yazarın eserlerinde sembolizmin etkisi görünmekte ve bu eserler mistik bir bütünlük gözlenmektedir. Lirik ve felsefi yapıtları yirmi sekiz cildi kapsayan Bengal edebiyatının yenileyicisi Tagore, bu eserlerinden dolayı 1915’li yıllardan sonra ülkesinde büyük saygı uyandırmıştır.
İzleyen yıllarda başta Amerika ve Avrupa’nın çeşitli ülkeleri olmak üzere, milliyetçilik ve Batı kültürüyle Asya kültürünün kaynaşmasına yönelik konferanslar vererek hedeflerini anlatan Tagore, 1915’de İngiltere Kralı tarafından “Sir” asalet unvanına değer bulundu. Ancak Sir Tagore, Amritsar Katliamı adıyla tarihe geçen olayı protesto etmek amacıyla bu unvanı dört yıl sonra iade etti. Bundan sonraki romanlarında ana temalarının yanı sıra bütün ırk ve sınıfların dayanışmasına yönelik görüşlerini dile getirirken, yapıtlarında bir taraftan insanın saygınlığını, diğer taraftan ise toplumun giderek teknikleşmesini ve totalitarizmi işledi. İnsana düşman olan bu tür gelişmelere karşı açılan savaşlardan hemen hepsini hümanizm kazanıyordu.
Sanatın hemen her dalıyla ilgili olan Rabindranath Tagore, 1930’lu yıllardan itibaren daha çok resim sanatına yoğunlaştı. Bu yıllarda aynı zamanda bestelerinin bir kısmı da kendisine ait olan şiir ve şarkı derlemelerini çıkardı. 1940 yılına kadar yaptığı, çoğu fantastik masal yaratıklarını içeren yaklaşık iki bin tablosu tıpkı olgunluk dönemi edebi eserlerinde olduğu gibi ekspresyonizme dönmesinin kanıtı sayıldı. Son romanı Dört Bölüm’de bir kez daha aşk konusuna yönelen yazar, giderek yükselen faşizm tehlike oluşturmaya başlamasının ve İkinci Dünya Savaşı’nın çıkma ihtimalinin oluşmasıyla birlikte bir kez daha politik çalışmalara hız verdi. 1941’de yazdığı Uygarlık Buhranı adlı denemesinde belirttiği gibi, Nazi Almanyası’na şiddetle karşı çıktı.
“Bütün insanların ruhlarının tek hakimi sensin” adlı şarkısı 1950 yılında Hindistan’ın ulusal marşı haline getirilen ve aynı zamanda Bangladeş ulusal marşının da bestecisi olan düşünür Rabindranath Tagore 7 Ağustos 1941’de, 80 yıl önce doğduğu kent olan Kalküta’da öldü.

Tagore’un Yapıtları:
Roman: Gözündeki Kum (1903), Deniz Kazası (1906), Ev ve Dünya (1916), Baharın Dönüşü (1916), Kırmızı Zakkum (1924), Dört Bölüm (1934) Şiir: Adak (1901), Karşıya Geçiş (1906), İlahiler (1910), Şarkılar (1914), Şarkılar Dizisi (1914) Oyun: Postane (1912) Anı/Deneme: Yaşamdan Anılar (1912), Uygarlık Buhranı (1941)

9
GANDİ


1869 – 1948
Hayatı savaş içinde geçmesine rağmen, mücadelesini şiddet içermeden sürdüren Gandi modern dünyada “erdemli insan”ın bir temsilcisidir adeta. Sadece kendisi veya ülkesi için değil, tüm insanlık için barış ve huzur isteyen düşünürün bir suikast sonucu ölmesi ise tarihin en çarpıcı çelişkilerinden biri olmuştur.

2 Ekim 1869 tarihinde Hindistan’ın Porhandbar kentinde doğan Mohandas Karamçand Gandi Hindistan’ın ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin siyasi ve ruhani lideridir. Kötülüğe karşı aktif, ama şiddet unsuru içermeyen direniş ile ilgili olan “satyagraha” felsefesinin öncüsüdür. Bu felsefe Hindistan’ı bağımsızlığına kavuşturmuş ve dünya üzerinde vatandaşlık hakları ve özgürlük savunucularına ilham kaynağı olmuştur. Gandi Hindistan’da ve dünyada, kendisine Tagore tarafından verilen ve “yüce ruh” anlamına gelen “mahatma” ve “baba” anlamına gelen “bapu” sanlarıyla anılır. Hindistan’da resmî olarak “Ulus’un Babası” ilan edilmiştir ve doğum günü olan 2 Ekim Gandhi Jayanti adıyla ulusal tatil olarak kutlanır.
Gandi; Mayıs 1883’de, 13 yaşındayken, ailesinin isteğiyle yine 13 yaşındaki Kasturba Makhanji ile evlendi. İlki bebekken ölen beş çocukları oldu. Gandi, 4 Eylül 1888’de 18 yaşında iken hukuk okumak üzere University College London’a girdi ve 1915’te o sırada bulunduğu Güney Afrika’dan Hindistan’a geri döndü. 1920’lerde gözlerden uzakta kaldı. Swaraj Partisi ile Hindistan Ulusal Kongresi arasındaki ayrılıkları çözmeye çalıştı ve paryalık, alkolizm, cehalet ile yoksulluğun yok edilmesi için girişimlerini yaygınlaştırdı. Tekrar öne çıkması 1928 yılında olmuştur. Bir yıl önce İngiliz hükümeti aralarında bir tek Hintli bile barındırmayan, Sir John Simon başkanlığında yeni bir anayasal reform komisyonu atamıştı. Bunun sonucunda Hindistan siyasi partileri komisyonu boykot etmişti. Gandi Aralık 1928’de Kalküta kongresinde, İngiliz hükümetinden Hindistan’a İngiliz Milletler Topluluğu’na bağlı yönetim hakkı verilmesini, yoksa bu sefer amacı tam bağımsızlık olan yeni bir kampanyayla yüz yüze kalacaklarını bildiren bir kararın kabul edilmesini sağladı. Britanyalılar bunu cevapsız bıraktı. 31 Aralık 1929’da Lahore’da Hindistan bayrağı açıldı. 26 Ocak 1930, Lahore’da toplanan Hindistan Ulusal Kongresi tarafından Hindistan’ın Bağımsızlık Günü olarak kutlandı. O gün hemen hemen tüm Hintli örgütler tarafından kutlanmıştır. Sözünde duran Gandi, Mart 1930’da tuz vergisine karşı yeni bir “satyagraha” başlattı. Kendi tuzunu yapmak için Ahmedabad’dan Dandi’ye 12 Mart’tan 6 Nisan’a kadar 400 kilometre yürüdüğü “Tuz Yürüyüşü” bu pasif direnişin en önemli bölümüdür. Denize doğru yapılan bu yürüyüşte Gandi’ye binlerce Hintli eşlik etti. Britanya idaresine karşı en rahatsız edici kampanyası bu olmuştur ve Britanyalılar buna karşılık olarak 60.000’den fazla kişiyi hapse atmıştır.
Nazi Almanyası 1939’da Polonya’yı işgal edince II. Dünya Savaşı başladı. Başlarda Gandi Britanya saflarında “şiddete katılmayan manevi destek” verilmesinden yanaydı ancak Kongre liderleri halkın temsilcilerine danışılmadan Hindistan’ın tek taraflı olarak savaşa sokulmasından rahatsız olmuştu. Bütün kongre üyeleri toplu olarak görevlerinden istifa etti. Üzerinde uzun süre düşündükten sonra Gandi görünüşte demokrasi için verilen bu savaşa, Hindistan’a demokrasi verilmesi reddedilirken katılmayacağını deklare etti. Savaş ilerledikçe Gandi bağımsızlık için isteklerini daha da yoğunlaştırdı ve hazırladığı çağrı ile Britanyalılardan Hindistan’ı terk etmelerini istedi.
Hayatını barışa adayan Gandi 30 Ocak 1948’de, Yeni Delhi’de bulunan Birla Bhavan’ın (Birla Evi) bahçesinde gece yürüyüşünü yaparken vuruldu ve öldü. Suikastçı Nathuram Godse, Hindu bir radikaldi ve Gandi’nin Hindistan’ı zayıflattığını savunan aşırı uç görüşteki Hindu Mahasabha ile bağlantısı vardı. Godse ve yardakçısı Narayan Apte daha sonra çıkarıldıkları mahkemede yargılandılar ve suçlu bulunarak 15 Kasım 1949’da idam edildiler.
Mahatma Gandi’nin felsefesini oluşturan temel ilkeler şunlardır: Doğruluk, pasif direniş, etyemezlik, Brahmaçarya (tinsel ve pratik anlamda saflığı öğütleyen Hindu felsefesi), sadelik ve inanç.

10
KRİŞNAMURTİ


1895 – 1986
Konuşmalarında ortaya koyduğu düşünce yapısıyla 20. yüzyıl düşünürleri arasında önemli bir yere sahip olan Krişnamurti, felsefenin amacının insanı güzelliğe taşımak olduğunu altını çizmiş ve ölümünden sonra kendisine bir peygamber muamelesi yapılmamasını özellikle istemişti.

Fizyolojik evrim, zihnin doğası, meditasyon, insan ilişkileri ve toplumda olumlu yönden değişimler gerçekleştirme konularındaki yazıları ve konferanslarıyla tanınan 20. yüzyıl düşünürlerinden Jiddu Krişnamurti 12 Mayıs 1895 tarihinde Hindistan’ın Madanapalle kentinde doğdu. Ailesi Brahman sınıfından seçkin bir aileydi. Babası İngiliz sömürge hükümetinde çalışan bir memurdu. Babası 1907’de emekli olduktan sonra Teozofi Derneği’nde yazman olarak işe başladı ve Jiddu’nun teozofiyle tanışması bu sıralarda gerçekleşti. Krişnamurti 1909 yılında ünlü teozofist Charles Webster Leadbeater tarafından “keşfedildi” ve 13 yaşındayken Teozofi Derneği tarafından “dünya öğretmeni” olarak seçildi. Derneğin o zamanki yöneticileri Annie Besant ve Leadbeater tarafından yetiştirildi. Krişnamurti bu “dünya öğretmenliği” sıfatını kabul etmediğini ve herhangi bir dinle, ulusla, milletle, felsefeyle ve politikayla bağlantılı olmadığını özellikle belirterek dünyanın çeşitli yerlerinde insanları kendilerini keşfe çağıran konuşmalar yapmaya başladı. Konuşmaları ve yazıları herhangi bir dinle bağlantılı değildi. Kendisine mesihlik yakıştırılmış olmasına rağmen bunu kesinlikle reddetmişti. Bütün dünyada geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmış olmasına rağmen çevresindekiler tarafından oluşturulan örgütü kendisi dağıtmıştı. Hiçbir zaman kendisini bir otorite olarak görmedi ve çevresinde müridlerin oluşmasını istemedi. Her zaman bir insanla, başka bir insan olarak konuşmayı tercih etti. Konuşmalarının hemen tamamı kitap olarak basılan Krishnamurti 17 Şubat 1986’da California’da, pankreas kanserinden ölene dek gezilerini ve konuşmalarını sürdürdü. Vasiyeti üzerine, cesedi yakıldı ve külleri hayatını geçirdiği üç ülke olan Hindistan, Britanya ve ABD’de çeşitli yerlere serpildi. Konuşmalarında gerçeğin “yolları olmayan bir ülke” olduğunu ve bireyin ancak sessiz/dingin bir farkındalıkla ve tüm yaşam ile bütünleşerek yaşaması halinde gerçeğin kendiliğinden geleceğini söylemiştir. Ölüm ile yaşamın bir ve tekliği, yaşamın durağan olamayacağı, korku, özgürlük, şiddet, doğa ve çevre gibi konular üzerine konuşmalar yapmıştır.
Krishnamurti insanlığa özgü sorunların çözümünü kelimelerde ya da felsefî kavramlarda aramaz. Tam tersine ona göre, dünyada sorunlarımızı yaratan, kelimeler ve kavramlarla koşullanmış düşüncenin kendisidir. Gelecekte kullanılacak ideal bir çözüm de önermez, çünkü yalnızca “olan” vardır, “olması gereken” yoktur. Bu bölünme çatışmaya neden olmaktadır. Krishnamurti’nin önerisi, “olan”ın imgesiz ve kelimesiz gözleminden başka bir şey değildir. Sokrates’ten sonra (özellikle Aristo ve sonrası) deneyimsel bilgi, sezgi, keşif gibi bilgelik çalışmaları felsefenin dışında bırakılmıştır. Krishnamurti’nin insan sorunlarının nedenleri ve çözümlerine ilişkin yaklaşımı, Aristo sonrası felsefenin tam karşıtıdır. Krishnamurti düşüncenin sorunları oluşturduğunu ve çoğalttığını belirtir. Önerdiği yöntem ise, Sokrates’in sohbetlerindeki gibi, bilgelik yaşantısıyla yaşamın kavranmasıdır. Benzer izler Anadolu sohbet geleneğinde de vardır.
Krishnamurti’nin bilincinin yöneldiği nesneler de; ben, ben merkezi, kendi, benlik, zihin, düşünce, öğrenme, bilgi, bellek, koşullanma, özgürlük, zeka vb.’dir. Krishnamurti’nin imgesiz bakışı, Husserl’in “indirgeme yöntemi”ne benzerlik gösterir. Krishnamurti’de bakışın kendisi geçmişin tortularından arındırılırken, Husserl’de indirgeme yöntemiyle insanın bilincinde nesnenin özü olan düşüncelerden başka her şey paranteze alınır. Diğer yandan Krishnamurti’de nesnelerin özünün insanın bilincinde oluşturulması söz konusu değildir. Aksine bilincin tüm düşüncelerden saflaştığı bir düşüncesiz farkındalık konumundaki bakış söz konusudur.
Krişnamurti’nin konuşmalarından derlenen kitapların çoğu Türkçeye de çevrilmiştir.

İLKÇAĞ DÜŞÜNÜRLERİ

11
THALES


M.Ö. 624? – M.Ö. 546?
Sadece yaşadığı dönemde değil, günümüzde bile değerini yitirmeyen düşünürlerden biri de Thales’tir. Yaşamın kaynağının “su” olduğunu söylemesiyle, modern bilimin bulgularına en yaklaşan filozof olan Thales Eski Yunan’ın “Yedi Bilge”sinden de biridir.

Miletli Thales (okunuşu: Tales) Sokrates öncesi dönemde yaşamış olan Anadolulu bir düşünürdür. Doğum yeri Milet, Menderes nehri deltasında olup bugünkü Aydın ilimiz sınırları içindedir. Adı net olarak bilinen ilk filozof olduğu için felsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Eski Yunan’ın Yedi Bilgesi’nin ilkidir. Ticaretle uğraşmış ve bu nedenle Mısır’da da bulunmuştur. Elimize ulaşmış hiçbir yazılı metni yoktur. Yaşadığı döneme ait kaynaklarda da adına rastlanmaz ancak hakkındaki bilgiler Herodot ve Diogenes Laertios gibi antik yazarlardan edinilir. Bertrand Russell’ın “Batı Felsefesi Tarihi” adlı kitabına göre: “felsefe Thales’le başlamıştır.”
Thales’den önce Yunanlılar doğayı ve dünyanın temel maddesini mitoloji, tanrılar ve kahramanlarla açıklıyorlardı. Yeryüzündeki doğa olayları, (depremler, rüzgar vb.) tanrılarla bağdaştırılıyordu. Thales hem suyu ana madde olarak düşünmesi, hem de doğayı olguları birleştirerek açıklamaya çalışması bakımından çok önemli olmuştur. Doğa olaylarının nedenlerini insan biçimli tanrılardan çok, doğanın içinde aramıştır. Mitolojik açıklamalar ile akılcı açıklamalar arasında sağlam bir köprü kurmuştur. Thales’den sonra öğrencileri Anaksimandros ve Anaksimenes de aynı çizgide ilerlemiştir.
Thales’e kadar yeryüzünde olup biten her şeyi göksel tanrılarla açıklama alışkanlığı vardı. Thales ise hayatın özünün göklerde değil yerde olduğunu ve hayatın kökünün sulardan geldiğini söylemesi açısından bugün bile çok önemli bir düşünürdür. Tanrısal gücü mıknatıs taşındaki çekme kuvveti gibi bir hayat gücü (ruh) olarak yorumlamıştır. Bazı araştırmacılara göre, ruhun ölümsüz olduğunu söyleyen ilk kişi de odur. Thales maddenin ilk öğesi (arkhe) olarak suyu ileri sürmüştür. İlk öğe olduğundan dolayı toprağın suyun üzerinde bulunduğunu ve dünyanın su tarafından taşındığını söylemiştir.
Herodot’a ve Eudemos’a göre, Thales (28 Mayıs MÖ 585’te gerçekleştiği kabul edilen) güneş tutulmasını önceden hesaplayıp haber vermiştir. Astronomi ile uğraşan ve gündönümlerini önceden hesaplayan biri olarak ilk astronom olmuştur. Ayın son gününe “30. gün” adını ilk o vermiştir. Yılın içindeki mevsimleri de o bulmuş, bir yılı 365 güne bölmüştür. Gölgemizin bizimle aynı uzunlukta olduğu zamanı gözleyip piramitlerin boyunu gölgelerine bakarak ölçmüştür. Aynı zamanda Nil nehrinin yükselmesinin rüzgara bağlı olduğunu bulmuştur. Bu olayları doğru olarak çözümlemesine rağmen getirdiği açıklamalarda bugünkü bilimsel bulguların değil, o zamanın inançlarının yer alması mantık açısından kabul edilmesi gereken bir durumdur.
Matematik alanında da çığırlar açmış birisidir. Eski Yunan bilginlerinden Kallimakhos’un aktardığı bir düşünceye göre denizcilere kuzey takımyıldızlarından Büyükayı yerine Küçükayı’ya bakarak yön bulmalarını öğütlemiştir. Aynı zamanda Mısırlılardan geometriyi öğrenip Yunanlılara tanıtmıştır. “Thales teoremi” başta olmak üzere geometri alanında önemli teoremler bulmuştur. Kendi adına bir teorem bulunan ilk insan olması açısından matematiğin ve genelde bilimin de babası olarak kabul edilmektedir.

12
PYTHAGORAS


M.Ö. 570? – M.Ö. 495?
Düşünür olmanın aynı zamanda bilim insanı olmak anlamına geldiği günlerin filozofu olan Pythagoras matematik derslerinde öğretilen “Pisagor kuramı”nın da isim babasıdır.

Sokrates öncesi filozoflar içinde çok önemli diğer bir isim Mile-tos okulunun en güçlü rakiplerinden biri olarak bilinen Pythagoras’dır (Pisagor). Aslında çok önemli bir biliminsanı olmasına karşın, ruhun ölümsüzlüğü ile insan yaşamını düzenleyen kurallar vb. üzerinde de yoğunlaşarak felsefenin doğuşuna büyük katkıda bulunmuştur. Antik kaynaklara göre, Pythagoras bir düşünür ve biliminsanı olmanın yanında, 48. Olimpiyatlarda yumruk döğüşü dalında madalya alacak kadar güçlü bir bünyeye de sahipti.
Orpheus’dan 200 yıl sonra, (İ.Ö. 570) Samos (Sisam) adasında doğan Pythagoras “Orpheic” doktrini öğrendikten sonra Samos tiranı Polykrates’e karşı olduğu için adadan ayrılarak Mısır’a gitti. Hermes tapınağında yaşayan düşünür burada yirmi iki yıl Osiris rahipleri ile birlikte kalmış ve büyük üstatlığa kadar yükselmiştir. Bu dönemde İran Hükümdarı Gambis, Mısır’ı istila ederek bir çok hermetik rahip ile birlikte Pythagoras’ı da esir ederek Babil’e sürdürmüştü. Güvenini kazandığı Bâbil Kralı sayesinde Fenike, Kalde ve Hindistan’ı gezerek yeni fikir ve görüşler edinen Pythagoras, Sümer medeniyetinin yaşayan tüm eserlerini inceleme olanağı bulmuş, Baal tapınağına girerek on iki yıl geçirmiştir. Sümer rahipleri sürgündeki Mısırlı inisiyeleri kendilerinden kabul ettikleri için “güneş odaklı” inanç sisteminin hakim olduğu öğretilerinin bütün sırlarını ona da açıkladılar.
Pythagoras otuz dört yıl sonra, artık İran hakimiyeti altına girmiş bulunan Sisam’a döndü. Öğretisini Delph tapınağındaki rahiplere vermekte güçlük çektiği için bir yıl sonra güney İtalya’daki müreffeh Yunan kentlerinden biri olan Crotana’ya geçti ve kendi okulunu kurdu. Öğrencilerine ahlâk, siyaset ve din öğretmekte ve bu bilimlerin tümüne “mathematalar” demektedir. Hermes ve Baal tapınaklarında edindiği ezoterik bilgilere dayanan öğretisine Yunanca “ermişler” anlamına gelen “Epifani” (Yunanca: epiphany, tecellî [tanrı ya da tanrıçaların insan biçiminde görünmesi]) adı verildi. Ezoterik anlamda ulaşılabilecek son nokta sayılan “Epifani’lik” (ermişlik) mertebesinin İslâm felsefesindeki karşılığı “evliyalık” olarak düşünülebilir. Pythagoras’ın okuluna giriş (Hermes ve Baal okullarında olduğu gibi) çok titiz araştırmalar ve sınavlardan sonra gelen, gizli ve özel kabul törenlerine bağlamıştı. Zamanla, öğretiye kabul edilmeyenler okula karşı mücadeleye giriştiler. Nihayet bir ayaklanma sonunda tapınak-okul yıkıldı, Pythagoras da yanarak öldü. Bir başka rivayete göre ise düşünür yine güney İtalya’da bir Yunan kenti olan Metapontion’a kaçtı ve orada öldü.
Pythagoras öğretisi “Orpheic” kült’ün büyük ölçüde etkisinde kalmış, ezoterik bir dinî tarikât olarak mütalaa edilir. Böyle olmasına rağmen, bilim ve sanat ile de çok yakından ilgilenmiş, özellikle matematik, astronomi ve müzik alanında önemli tezler ileri sürmüştür.
Felsefe tarihi çerçevesinde, Pythagoras Okulu’nun üç önemli özelliği vardır:
1 – İlkçağ Yunan felsefesinde, İyonya’da kurulmuş olan Doğu geleneği karşıtı olarak, Batı geleneğini temsil eder. 2 – Pythagorasçı Okul felsefeyi doğuran motifi değiştirmiştir. İyonya’da düşünürler salt teorik kaygılarla, anlamak ve bilmek amacıyla felsefe yaparken, Pythagorasçılar felsefeye pratik anlamda yaklaşmışlardır. Amaç anlamak ya da öğrenmekten çok, arınmak ve bilgi yoluyla saflaşarak, Evren’in ruhuyla bütünleşmektir. Başka bir deyişle felsefeyi varlığın nasıl ve neden meydana geldiği hakkında bir açıklama olmaktan çıkarıp, bir yaşam tarzı hâline dönüştürmüşlerdir. 3 – Felsefede “madde” yerine “form”, “nitelik” yerine “nicelik”, “fizik” yerine de “matematik” kavramları Pythagorasçı okul ile birlikte ön plana çıkmıştır. İyonyalıların her şeyin kendisinden doğmuş olduğu maddî neden olarak aldıkları temel tözü Pythagorasçılar matematiksel ilkeler şeklinde tanımlamışlardır.

13
HERAKLEİTOS


M.Ö. 535? – M.Ö. 475?
Efesli Heraklitos, Sokrates öncesi en önemli Anadolu düşünürlerdendir. Materyalist dünya görüşünü net olarak ilk seslendirenlerden biri olması açısından da çok önemli bir filozoftur.

Herakleitos’un hayatı hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Yaşamına ilişkin pek çok bilgiyi çağdaşı Diogenes Laertios’tan öğreniyoruz. İyonya’nın sonuncu ve en büyük filozofu olan Herakleitos’un heykeltıraş Bloson’un oğlu olduğu ve İ.Ö. 535 civarında Efes’te doğmuş olduğu söylenmektedir. Apollodoros’a göre, Herakleitos ilk kez 69. Olimpiyat oyunlarında sivrilmiştir. (İ.Ö. 504-501) Efes’te kral-rahipler yetişitiren bir aileden geldiği anlaşılmaktadır. Batı felsefe tarihinde dinamik bir felsefî sistem ortaya koyan ilk kişidir.
Kendisinin çağdaşları ile karşıtlık içinde bulunduğunu görmüş ve toplum içinde yaşamaktan uzaklaşmıştır. Bu büyük düşünürün söylediklerinden döneminin siyasal durumundan hoşlanmadığı ve sert bir dille bu durumu eleştirdiği anlaşılmaktadır. Yalnızca siyasal durumu değil, kendi yurttaşlarını da eleştirirmektedir. Herhangi bir filozofun öğrencisi olmamasına rağmen Ksenophanes’in derslerini dinlediğini söyleyenler vardır. Herakleitos Milet’li filozoflardan da etkilenmiştir. Zıtlıkların çatışması ve birliği ana öğretisinde Anaksimandros ve Pythagoras’dan etkilendiği görülmektedir. Ruh öğretisinde de Anaksimenes’ten etkilenmiştir.
Herakleitos eserlerinden elimizde en fazla sayıda parçanın bulunduğu bir düşünürdür. Eserinin adı: “Doğa üzerine”dir. Diogenes Laertios’tan öğrendiğimize göre, eseri üç bölümdür: birinci evren üzerine, ötekiler politika ve tanrıbilim üzerinedir. Bu eser atasözlerini andırır ifadelerden oluşan şiirsel bir düz yazıdır. Herakletios’un yazdıklarında ve söylediklerinde yığına karşı gösterdiği küçümseme kendini gösterir. Geniş halk yığınları tarafından anlaşılmayı isteyen bir insanın diliyle konuşmaz. Dilinin bu özelliklerinden dolayı kendisine “müphem Heraikleitos” denmiştir.
Herakleitos’a göre, evren zıt unsurlardan meydana gelmiştir. Bu zıtlıklar arkasında ise bir olan, hep durmakta olup “tanrı” adıyla anılır. Bu ayrılıklı birliği filozof çeşitli simgelerde ve şekillerde görür: İnen ve çıkan yolun aynı olduğunu, iyi ile kötünün aynı olduğunu, çemberin çevresinde başlangıç ve sonun ortak olduğunu, yazının yolunun düz ve eğri olduğunu, soğuğun ısınıp, sıcağın soğuduğunu; nemlinin kuruyup, kurunun nemlendiğini söylüyor. Bütün bu zıtlıklar ikiliklerine rağmen aynı şey olup “bir”in ayrı ayrı yanlarıdır.
Herakleitos’a göre her şey akar ve sürekli değişir. Ana madde olarak gördüğü ateş bir an için bile hareketsiz kalmayan bir maddedir. Bu büyük filozofun akış öğretisini ifade eden sözleri şunlardır: “Aynı ırmaklara gireriz ve giremeyiz. Hem varız, hem yokuz.”
“Logos” sözcüğü başka dillere çevrilmesi zor çok anlamlı bir kelimedir. “Söz, düşünce, akıl, anlam” anlamlarına gelebilir. Herakleitos’un ‘logos’u halen tartışılmaktadır. Değişmenin kendisine göre gerçekleştiği yasaya “logos” demiştir. Herakleitos eserine “logos” ile başlar: Logos herkeste ortak olan düşünmedir. Ancak logos her şeyde ortaklaşa olmasına rağmen çoğunluğun sanki kendilerine özgü düşünceleri varmış gibi yaşadığını söyler. Ona göre nasıl ateşe yaklaştırılan kömürler başkalaşarak ateşleşirler, uzaklaştırılınca da sönerlerse ruhumuz da ortaklaşa olanın ardından giderse logos’tan pay alır, ayrılırsa logos’suzdur.
Herakleitos’ta her şeyin göreceli olduğu görüşü vardır. Ondan kalan yazı parçaları evrensel göreceliği ifade etmektedir. Herakleitos’a göre insan üç şeyden meydana gelmiştir; ateş, su ve toprak. Sürekli bir dönüşüm vardır. Ruhlar için ölümün su olmak olduğunu, su için ölümün toprak olmak olduğunu, topraktan ise su olduğunu, sudan da ruh olduğunu söyler.
Herakleitos’un kendisinden sonra gelenler üzerinde çok büyük etkisi olmuştur. Her şeyin aktığı öğretisi ve göreceliği sofistlerin şüpheciliğinin en büyük dayanaklarından olmuştur. Sokrates gençliğinde Kratylos’un öğrencisi olduğunu ve ondan oluş dünyasının sürekli akış içinde olduğu görüşleri aldığını belirtmektedir. Stoacılar Herakleitos’un felsefesini izlerler. Özellikle Yeniçağ’da Goethe, Hölderlin, Hegel ve Nietzsche Herakleitos’u örnek almıştır.

14
ELEALI ZENON


M.Ö. 490? – M.Ö. 430?
Elealı Zenon, Parmenides’in izleyicisi olan bir antik Yunan düşünürüdür. Bugünkü Güney İtalya’da bulunan “Elea Okulu”nun en önemli filozofları arasında yer alır.

Zenon hocası Parmenides’in “Birci” anlayışını ve yalnızca “Varlık”ın değişmez gerçek olduğunu öne süren görüşünü geliştirmiş, çokluk ve değişimin gerçek olduğunu savunan karşıt görüşlerin tezlerine karşı mantıksal güçlükleri gözler önüne seren dolaylı kanıtlarla değişimin olanaksızlığını göstermeye çalışmış, ileri sürdüğü örneklemeleriyle felsefe tarihinde ün kazanmıştır. MÖ 490 – MÖ 430 yılları arasında yaşadığı rivâyet edilse de doğum ve ölüm tarihi kesin değildir.
Zenon bir mantık ustası ve diyalektik düşüncenin en önemli geliştiricilerinden biridir. İleri sürdüğü önermeler felsefe tarihinin en önemli paradoksları arasında yer almaktadır. Bunlardan en ünlüleri “Aşil paradoksu” ve “ok paradoksu” olarak belirtilebilir. Zenon bu örneklemelerden hareketle değişimi bir yanılsama olarak formüle eden felsefesini temellendirir.
İlk paradoksta, ünlü bir Yunanlı olan Aşil bir kaplumbağayla yarışacaktır. Kaplumbağa koşuya başlarken biraz daha önde olacaktır. Zenon bu koşuda hızlı Aşil’in kaplumbağayı hiç bir zaman geçemeyeceğini, bunun mantıksal olarak mümkün olmadığını öne sürer. Çünkü Aşil ne zaman önden giden kaplumbağa yetişse, kaplumbağa bu arada bir milimetre bile olsa ilerlemiş olacak ve Aşil’in önünde aşması gereken yeni bir yol doğmuş olacaktır.
“Ok paradoksu” da benzer bir dikotomi içerir: attığınız bir okun on metre ötedeki hedefe saplanması için önce ilk beş metreyi geçmesi gerekir, oysa o ilk beş metreyi geçmesi için de önce iki buçuk metrelik ilk yolu (ondan da önce 1,25 metrelik daha önceki yolu vs.) geçmesi gereklidir. Bu nedenle de on metre uzaktaki bir hedefe atılan ok mantıksal olarak asla yerine ulaşamaz, çünkü önünde aşması gereken sonsuz nokta, ama bu noktaları aşmak için sınırlı bir zaman vardır.
Buradaki temel argüman şöyledir: Mesafe sonsuz noktalardan oluşmaktadır ve bunlar sonlu bir süre içinde geçilemez. Böylece Zenon mantıksal ve diyalektik olarak bilinen diyalektikcilerin tam karşıt yönünde hareketin ve değişmenin olanaksız olduğunu, bunların bir yanılsama olduğunu ve temelde varlık’ın değişmez bir halde bulunduğunu öne sürer.

15
DEMOKRİTOS


M.Ö. 460 – M.Ö. 370
Leukippos’un öğrencisi Democritos M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış ve Sokrates’den sonra ölmüş olmasına rağmen, “Sokrates öncesi doğa filozofları“ndan sayılır. Hocasının ortaya koyduğu teoriyi büyük ölçüde geliştirerek ünlenmiştir.

Demokritos Parmenides’in temsil ettiği bircilik (monism) ile Empedokles’in çokçuluğu (pluralism) karşısındaki aracılık girişimleri sonucu, “atom veya bölünmeyen öz” teorisi ile ünlenmiştir.
Demokritos’un doğduğu yerin İonia’da, Teos’ta (Urla’nın güneyinde) olduğu tahmin edilir. Kendisine “Abderalı filozof” deniyorsa da, belki de sonradan buraya gelip yerleşmiştir. Uzun yolculuklara çıkmış, bütün Yunanistan’dan başka, Mısır’ı, Anadolu’yu, İran’ı dolaşmıştır. İlkçağın en büyük doğa araştırıcısı sayılır. “Varolan” ona göre, meydana gelmemiştir, yok olmayacaktır, değişmezdir, hep kendi kendisiyle aynı kalır. Ama “varolan”ın dışında bir de “varolmayan”; yani “boşluk”, uzay da vardır. Uzay yüzünden “varolan”, kendileri artık bölünmeyen, görülemeyen kılıklara (ideai) ayrılır. Bunlara da Demokritos “atom” (bölünemeyen) adını verir. Atomlarda olabilen biricik değişiklik harekettir, yani yer değiştirmedir. Atomların birbirlerinden ayrılmaları, sadece nitelik bakımındandır, sadece büyüklük, küçüklük, yer, düzence vb. ayrılıklarıdır. Onun için Demokritos atomlarda (bu gerçek varlıklarda) renk, ses, sıcaklık, soğukluk vb. niteliklerin bulunmadığını söyler. Renkleri görmemiz, sesleri işitmemiz, sıcaklığı hissetmemiz, tatlıyı, acıyı tatmamız, ancak, bir duygu yanılmasıdır, bir “karanlık” bilgidir. Duyular asıl gerçeği, yani nesnelerin artık bölünemeyen son parçalarını (atomları) bilebilecek kadar keskin değildirler.
Demokritos Anaxagoras’ın anlayışı ile savaşarak, onun teleolojik açıklama denemesi karşısına çok kesin bir mekanist görüşü koyar: Evren yalnızca atomların çarpışmaları ve birbirleri üzerindeki basınçları ile oluşmuştur; evrendeki oluşa kesin bir zorunluluk egemendir; bütün olup bitenler, nedenlerden zorunlu olarak meydana gelmişlerdir. Böylece Demokritos, Anaxagoras’ın öğretisinde belirir gibi olan erek (telos) kavramını kabul etmediği gibi, rastlantı kavramını da açık olarak reddeder: Rastlantının sözünü etmemiz yalnız bilgisizliğimizden ileri gelir; bir olayın nedenini bilmedik mi, bunu rastlantıyla açıklamaya kalkışırız. Bu görüşüyle de Demokritos mekanist bir doğa biliminin temellerinin atmış oluyordu. Demokritos “gerçek, atomlar ve atomların hareketleridir” öğretisini ruhu açıklamada da kullanır. Örneğin, algı ile düşünme; bu iki ruh olayı ona göre vücudumuzdaki atomların en incesi, en hafif ve en düzü olan ateş atomlarının (bunlar vücudu sıcak tutarlar, hareketli, dolayısıyla canlı kılarlar) bir hareketidir. Bu da açıkça materyalist bir anlayıştır. Gerçi Demokritos’tan önceki filozoflar da “var olanı”, bu arada ruhu da, cisimsel saymakla materyalisttirler, ama Demokritos’unki çok bilinçli bir materializmdir.
Demokritos’a göre duygular ile istekler bile ateş atomlarının hareketleridir. Bu hareketler durgun, ölçülü iseler insanı mutlu yaparlar, çok kızışmış iseler mutsuzluk yaratırlar. Onun için mutluluk, ruhun dinginliğidir. Mutluluğa erişmek isteyen, yararına olanla olmayanı ayırt etmeyi bilmelidir. Bunun ölçüsünü de insan haz ve acı duygularında bulabilir; ama göreceli olarak iyi olanla, mutlak olarak iyi olanı ayırmayı da bilmelidir. Göreceli olarak iyi olanlar: maddi-duyusal sevinçler, güzellik, şeref ve zenginlik gibi şeylerdir. Mutlak iyi ise, ruhun iyi bir durumda bulunmasıdır. Ruh böyle bir durumda olunca, insan yalnız iyi olandan sevinç duyar, kötüyü yapmak şöyle dursun, duymak bile istemez. İnsanın ahlakça değerinin ölçüsü düşünüşüdür. İnsan dışarıdan bağımsız olarak, sevinçlerini kendisinden devşirebilecek durumda olmalıdır. Mutlu olmak için yapılacak şey ruh dinginliğine erişmek, bunun için de her türlü sarsıcı tutkulardan, duygulanımlardan kaçınmaktır. Demokritos bu duruma en iyi bilgelikte varılacağı kanısındadır.

16
SOKRATES


M.Ö. 470 – M.Ö. 399
Felsefe dünyasının en tanınmış adlarından biri olan Sokrates doğru bilip söylediği sözleri geri almaktansa zehir içip kendini öldürecek derecede değerlerine bağlı biriydi. Kendini anlattığı “Sokrates’in Savunması” günümüzde bile en çok okunan felsefi metinlerden biridir.

Sokrates (doğumu: MÖ 470 Alopeke, Attika – ölümü: MÖ 399 Atina) Antik Yunan felsefesinin kurucularındandır. Heykelci Sofroniskos ile ebe Fenarete’nin oğlu olan Sokrates’in kimliği de başlı başına bir felsefi sorundur. Sokrates üzerine pek çok eski öykü anlatılmıştır. (Platon, Ksenofon, Aristofanes, Aristoteles, Aristoksenos vd.) Sokrates edebi verimin yüksek olduğu bir dönemde hiçbir şey yazmadığı gibi, profesyonel “bilgi hocaları”nın ortaya çıktığı bir dönemde de öğretmenliği resmi bir meslek olarak seçmedi. Hayatı boyunca ancak üç kez Atina’dan ayrıldığı söylenir.
Sokrates genellikle ahlak felsefesinin, yani değer öğretisinin kurucusu olarak bilinirse de, ondan geriye kalan şey, bir öğretiden çok, kişilerin bilincine, özlerinin ne olduğunu göstermeye yönelik bir çabadır. Sokrates önceleri doğa bilimleriyle, özellikle de canlı varlıkların çoğalması ve kaybolup gitmesi olgusuyla ilgilendi. Bu amaçla, matematiği ve doğa filozoflarının dünyayla ilgili öğretilerini incelemesi gerekti.
Yüzeysel bilgiyi aşma ve şeylerin gerçek bilgisine ulaşma isteğiyle, bireylerin davranışlarında ve yaşamlarında temel aldıkları inançları sorgulamaya yöneldi. Sokrates inançlarını ayrım gözetmeksizin yadsımak için toplumun bütün kesimlerine seslendi; bu tutumu da şiddetli tepkilerle karşılaşması ve trajik bir biçimde ölmesi sonucunu doğurdu.
Sokrates her türlü edinilmiş bilgiyi yadsıyan bir düşünceden yola çıkan yöntemiyle, yani diyalog sanatı ya da diyalektikle, insanlara bilgiye sahip olduklarını sandıklarını, oysa sahip olmadıklarını kanıtlıyordu. Bir karara varmak gerektiğinde, çaresiz kalan muhatapları, kendisinden, sorunla ilgili düşüncelerini aktarmasını talep ettiklerinde, filozofça geri çekiliyor, bu da genellikle muhataplarının öfkelenmesine yol açıyordu. Aynı dönem Atina’sının düşünürleri, Sokrates’in halkı toplayıp, belirli zamanlarda ders vermesini çekemediler ve Sokrates’in bilinenlerin aslında yanlış olduğu söylemi üzerine Sokrates’i mahkemeye verdiler. O günlerde Sokrates’in, halk tarafından çok sevilen bir filozof olması sebebiyle, Atina halkı mahkemeyi yakından takip etti. Mahkeme idam cezasını onaylanmadan önce, hakim Sokrates’e söz konusu söylemlerin kendisine ait olmadığını, bu söylemleri inkar ettiğini söylemesi durumunda, idam kararını bozacağını söyledi. Sokrates bu teklifi reddetti ve “Ben söylemedim dersem, düşüncelerimin insanlar için hiçbir önemi kalmaz. Beni idam edin, çünkü idam ederseniz, düşüncelerim sizin sayenizde bütün dünya insanlarına ulaşacak ve bundan binlerce sene sonra bile Sokrates adı biliniyor olacak” dedi. Hakim idamın iptali şartını yineleyince Sokrates “Evet ben bunları söyledim. Sözümün ve düşüncelerimin, hayatım pahasına arkasındayım” demiş ve af teklifini reddetmiştir. Bunun sonucunda da idam cezası baldıran zehiri içirilerek uygulanmıştır.
Sokrates’in bütün düşüncesi, bütün çalışmaları ahlaka yönelmişti. Bu konuda çıkış noktası da “erdem ile bilginin özdeş, aynı oldukları” görüşüdür. Bu görüşün felsefe dışındaki nedeni için şu söylenebilir: Yunan toplumu o arada çok sarsıntılı bir değişim geçirmektedir. Bu yüzden öteden beri bilinen, alışılmış yaşama kurallarına ayak uydurmak çok güçleşmiştir. Bu değer anarşisi içinde bir sürü yaşama kuralı öğütleniyordu. Öbür yandan demokratik gelişme bir savaşmaya, yarışmaya yol açmıştı. İşte Sokrates bu kanıyı ahlaka aktarmakla, bu duruma en keskin anlatımını kazandırmıştır.
Sokrates “Hiç kimse bile bile kötülük işlemez, kötülük bilginin eksikliğinden ileri gelir” der. Yine bu yüzden bütün öteki erdemler, ana erdem olan bilginin (episteme) içinde toplanmışlardır ve bilginin kendisi edinildiği ve öğrenildiği gibi, öteki erdemler de elde edilir ve öğretilebilir.
Sokrates’in dinsiz ya da küfre sapmış bir kimse olduğu hiç de söylenemez. Olsa olsa, o da Xenophanes’ten beri gelişen bir din anlayışının içinde yer almıştır; yani halk dininin boş inançlarına bağlı değildi; halk dininin arınmasını, bunun için de Tanrılar için yakışıksız tasavvurların ortadan kalkmasını o da istemektedir.

17
PLATON


M.Ö. 427 – M.Ö. 347
“İdealar dünyasını” anlattığı ünlü “mağara duvarı” benzetmesiyle tanınan Platon, başını Herakleitos’un çektiği materyalist filozofların karşısında yer alarak hayatı onlardan çok farklı biçimde yorumlamıştı.

Soylu bir aileye mensup olan Platon Atina’da doğmuş ve iyi bir eğitim görmüştür. Yirmi yaşında Sokrates’le karşılaşınca felsefeye yönelmiş ve hocasının ölümüne kadar (MÖ 399) sekiz yıl boyunca öğrencisi olmuştur. Hocası ölünce diğer öğrencilerle birlikte Megara’ya gitmiş ama burada uzun süre kalmayarak önce Mısır’a, oradan da Pythagorasçıların etkili oldukları Sicilya ve Güney İtalya’ya geçmiştir. Bir ara korsanların eline düşmüş, fidye vererek kurtulduktan sonra, kırk yaşlarında Atina’ya dönmüştür. Atina’da “Akademi”yi kurarak dersler vermeye başlayan Platon MÖ 347 yılında 81 yaşındayken ölmüştür.
Platon hocası Sokrates gibi sokaklarda ve pazar yerlerinde öğretim yapmak istemiyordu; tam tersine ne yaptığını bilmeyen kuru kalabalıktan uzak bir yerde bir okul kurarak, seçkin öğrenciler yetiştirmeyi düşünüyordu. Atina’nın batısında bulunan ve adını bir Yunan kahramanı Academios’tan alan bölge, bu amaç için çok uygundu. Platon meşhur okulu Akademi’yi burada kurdu. Bu dönemde, Akademi bölgesinde esin perileri “Müz”ler için bir tapınak, öğrenciler ve öğretmenler için odalar, toplantı odaları, konferans salonları ve yemekhaneler yapılmıştı. Ancak öğretimin nasıl yürütüldüğüne ilişkin yeterli bilgiye sahip değiliz. Büyük bir olasılıkla Sokrates’in diyalektik yöntemi uygulanmış, yani öğretim esnasında konferans yöntemi yerine tartışma yöntemi benimsenmiştir. Platon’un amacı, öğrencilerine bilgi aşkını aşılayarak, onları filozof bir yönetici olarak yetiştirmektir; bu yüzden ahlak ve siyasete ağırlık vermiş, ancak bunları mantık ve matematikle temellendirmeyi ihmal etmemiştir.
Platon’un ölümünden sonra Akademi’nin başına kız kardeşinin oğlu geçmiş ve Platon’un düşüncelerinin yerleşmesi ve gelenekselleşmesi için uğraşmıştır. Akademi uzun bir süre seçkin yöneticilerin yönetiminde ve denetiminde, seçkin öğrenciler yetiştirmiş ve 6. yüzyılın başlarında bir Pagan okulu olduğu gerekçesiyle Bizans İmparatoru Justinianus tarafından kapatılmıştır. Hıristiyanların tehditlerinden kaçan öğretmenlerden ve öğrencilerden bazıları Sâsânî Kralı Anuşirvan’ın (MS 531-579) Cundişapur’da kurmuş olduğu tıp okuluna sığınmışlardır. Bu, uygarlık tarihi açısından çok önemli bir gelişmedir; çünkü buraya yerleşen Yunan filozofları ve hekimleri, birkaç yüzyıl sonra İslâm dünyasında yeşerecek olan bilim ağacının tohumlarını atacak ve böylece bilim ve felsefe Atina’dan Bağdat’a taşınacaktır. Batı’nın Rönesans’a kadar yaşadığı Ortaçağ karanlığının en önemli nedenlerinden birinin Akademi’nin Justinianus tarafından kapatılması olduğunu söylemek hiç de abartılı bir saptama olmayacaktır.
Platon “barbar”larla dost olmasa da, onlara karşı Aristoteles kadar katı bir tutum içerisinde de değildir. Mısır’a yapmış olduğu gezi sırasında, Mısırlıların bilimleri, dinleri ve yaşam biçimlerine ilişkin bilgi edinmiş ve Mısır uygarlığının Yunan uygarlığından daha önce geliştiğini ve onun biçimlenmesine yardımcı olduğunu anlamıştır. Platon Mezopotamyalılara ilişkin fazla bir bilgiye sahip olmasa da Asur hükümdarı Ninos’un kanunlarına atıfta bulunması, bu uygarlığa tamamen yabancı olmadığını göstermektedir. Eserlerinde görülen astroloji anlayışı büyük ölçüde Babillilerden gelmiştir. Yunanlıların sürekli düşmanları olan Persleri ise Platon çok iyi tanımaktaydı. Olasılıkla Herodotos ve diğer Yunan tarihçilerinin yapıtlarını okuyarak Achaemenidian İmparatorluğu’na hayranlık duymuştur. Perslerin otokrasisi ona Yunanlıların demokrasisinden daha sempatik görünüyordu.

18
SİNOPLU DİYOJEN


M.Ö. 412 – M.Ö. 323
Sinoplu Diyojen fıçı içinde yaşayarak geçirdiği yaşamı, Büyük İskender’e dediği “gölge etme, başka ihsan istemem” sözü ve gündüzleri sokakta fenerle gezerek “adam araması” gibi anekdotları nedeniyle en bilinen filozoflardan biridir.

Sinop’ta dünyaya gelmiştir. Babası Sinop’tan sürüldüğü için babasıyla birlikte Atina’ya yerleşmek zorunda kalmıştır. Tarihte Sinoplu Diogenes (okunuşu: Diyojen) diye ün yapan bu kinik filozofun MÖ 411 ya da 412 yılında doğduğu söylenmektedir.
Elinde bir fenerle gündüz zamanı sokaklarda gezerek soranlara “adam arıyorum” demesi veya kendisine ne tür bir servet istediğini soran Büyük İskender’e “Gölge etme başka ihsan istemem” demesi gibi bazı hikaleyeler anlatılmaktaysa da bunların gerçeği ne derecede yansıttığı şüphelidir.
Diyojen bir sürgündü, kalpazanlıkla suçlanmış bir adamın oğlu idi. Her yerde ve herkes tarafından itilmiş, hakaret ve küçümsemeyle karşılaşmış; sefaletin her çeşidini tatmıştır. Onda güçlü bir irade, kararlılık ve cesaret vardı. Üstelik çok iyi konuşuyordu, üstün ve pırıl pırıl bir zekaya sahipti. Bütün bunlar Antishenes’in bu öğrencisine kendi felsefe ve öğretisini telkin, onu eğitmek için yeterlidir.
Özel hayatında fakirlikten başka bir şey yoktu. Çok zaman kirli ve pis elbisesi ile ayrıca köpek derisine benzeyen mantosu ile dolaşır, geceleri heykel diplerinde ve sokak köşelerinde yatardı. Bir maşrapa, bir fıçısı ve bir sopası vardı. Fıçının içinde yaşaması herkesi şaşırtıyor, kendisine sual soranlara da köpek olduğunu söylüyordu. Fakat bir gün bir çeşme başında avucu ile su içen bir çocuğu görünce, elindeki maşrapayı kırıp attı ve “bu çocuk bana fazladan eşyam olduğunu öğretti” diye söylene söylene uzaklaştı.
Bir düşünürün hayatı ve maddi değerleri küçümseyerek yaşaması gerektiğini savunması o zaman da bugün de çoğu insana anlaşılmaz gelse de, Diyojen kendinden sonra gelen birçok filozofa düşünsel olarak önderlik etmiş biridir.
Kış günleri çıplak ayaklarla karlar üzerinde dolaşır, donmuş heykelleri kucaklar, vücuduna zulüm ederdi. Servet ve varlık düşmanı idi ve bunların filozofça erdemlere ters düştüğünü iddia ederdi. Zamanın felsefe okullarına da eleştirmekten çekinmeyen bir yapıya sahipti. Günün hatiplerine “zamanın uşakları” deyimini uygun görür, Eflatun’un öğretimine “zaman kaybettirme” derdi.
Çok güzel konuşan, üstün zekası ile herkesi etkileyebilen bu ünlü kinik düşünür bütün gariplik ve anormal tavırlarına rağmen zamanında saygı görmüş ve ölümünden sonra Korintoslular adına bir sütun, Sinoplular da bir heykelini dikmişler, onun adını ve anısını yaşatmışlardır.
Diyojen insan için iki tür disiplin kabul ediyordu:
Ruh disiplini,
Beden disiplini.
Ona göre beden disiplini jimnastikle elde edilebilirdi. Ruh ise ancak erdem ile gelişebilirdi. Erdemin ne olduğunu araştırmış onun doğaya uygun yaşamak olduğunu bulmuştu. Yani bir insanın erdemli olabilmesi için doğaya uygun yaşaması gerekmekte idi. Bu ise arzu ve ihtiyaçları olabildiğince azaltmak, hatta kaldırmaktan ibarettir. Bu nedenle refah, nezaket, güzel sanatlar ve bilim atılmaları gereken fazlalıklardır. Zenginlik, asalet ve onur iğrenilecek şeylerdir. Din ve kanunlar politikanın icatlarıdır. Evlenme ve mülkiyet kaldırılması gereken fazlalıklardır. Zira doğa hükümetinde her şey ortaklaşadır. Servet, kadınlar, çocuklar hepsi de öyledir. İnsan nasıl ki bedenini jimnastikle disipline sokmalı ruhunu da fazlalıklardan arınarak, erdeme sığınarak terbiye etmelidir. Diyojen herhangi bir şehir veya devlet adı vermeden “ben tüm dünyanın vatandaşıyım” diyen ilk düşünür olarak da tarihte önemli bir yere sahiptir.

19
ARİSTOTELES


M.Ö. 384 – M.Ö. 322
Aristoteles Ege Denizi’nin kuzeyinde bulunan Stageria’da doğmuştur. O dönemde, Stageria’da İyon kültürü egemendir ve Makedonyalıların buraları istila etmeleri bile bu durumu değiştirmemiştir. Bu nedenle Aristoteles’e bir ‘İyonya düşünürü’ denilebilir.

Annesi hakkında adından başka hiçbir şey bilinmemektedir; babası Nicomaihos hekimdir ve Makedonya krallarından Amyntus’un (MÖ393-370) hekimliğine getirildiğinde, ailesi ile birlikte Stageria’dan Makedonya’nın başkentine taşınmıştır. Aristoteles burada öğrenim görmüş ve savaş yaşamına ilişkin ayrıntılı bilgiler ve deneyimler edinmiştir; bir taraftan İyon ve diğer taraftan Makedonya etkileriyle biçimlenmiş ve gençliğinde, ilgisini daha çok tıp üzerinde yoğunlaştırmıştır.17 yaşına geldiğinde öğrenimini tamamlaması için Atina’ya gönderilen Aristoteles, hayatının yirmi yılını (MÖ 367-347) burada geçirmiştir. Atina’ya gelir gelmez, Platon’un öğrencisi olarak Akademi’ye girmiş ve hocasının ölümüne kadar burada kalmıştır. Aristoteles hocası Platon’un hayranıydı. Onun devlet yönetimine ilişkin önerilerini çok olumlu karşılıyor ve Platon’un önderliğinde daha iyi bir yönetim oluşturmak istiyordu. Bu amaçla Assos’ta Akademi’nin kolu olan bir okul kurmuştu. Platon’un ölümünden sonra, Aristoteles bu okulda görev aldı ve üç yıl boyunca burada çalıştı. Aristoteles Assos’ta kaldığı süre içerisinde, zaman zaman dostu Teofrastos’un memleketi olan Mytilen’e gitmiştir. Bu seyahatlar Aristoteles’in gözlemler yapması ve kendisini yetiştirmesi açısından çok yararlı olmuştur.
Bu sıralarda II. Philip oğlu İskender için iyi bir öğretmen aramaktaydı ve Assos’taki okulun yöneticisi olan Aristoteles yavaş yavaş dikkatini çekmeye başlamıştı. Görev Aristoteles’e önerildi ve o da bu öneriyi seve seve kabul ederek, II. Philip’in oturmakta olduğu Pella’ya gitti. Aristoteles’in öğretmenliği 343 yılından 340 yılına kadar sürdü. Babası 336′da ölünce, İskender onun yerine geçti ve eski öğretmeni Aristoteles’i danışman olarak atadı. Daha sonra İskender Yunanistan’daki ve Balkanlar’daki ayaklanmaları bastırmak üzere harekete geçince, Aristoteles onu bırakarak büyük idealini gerçekleştirmek, yani yeni bir okul kurmak amacıyla Atina’ya döndü. İskender’in MÖ 323 yılında ölmesi Aristoteles’i çok güç bir durumda bırakmıştı; çünkü Lise’nin kurulması sırasında İskender’in yapmış olduğu yardımlar Atina’daki düşmanları tarafından hatırlanmıştı. Aristoteles dinsizlikle suçlandı ve öldürülmemek için Chalcis’e kaçtı. Orada yakalanmış olduğu bir hastalık sonucunda MÖ 322 yılında öldü.
Aristoteles astronomiye ilişkin görüşlerini Fizik ve Metafizik adlı eserlerinde açıklamıştır; bunun nedeni astronomi ile fiziği birbirinden ayırmanın olanaksız olduğunu düşünmesidir. Aristoteles’e göre, küre en mükemmel biçim olduğu için evren küreseldir ve bir kürenin merkezi olduğu için evren sonludur. Yer evrenin merkezinde bulunur ve bu yüzden evrenin merkezi aynı zamanda Yer’in de merkezidir. Bir tek evren vardır ve bu evren her yeri doldurur; bu nedenle evren-ötesi veya evren-dışı yoktur.
Aristoteles’e göre, Evren Ayüstü Evren ve Ayaltı Evren olmak üzere ikiye ayrılır; Yer’den Ay’a kadar olan kısım Ayaltı Evren’i, Ay’dan Yıldızlar Küresi’ne kadar olan kısım ise Ayüstü Evren’i oluşturur. Bu iki evren yapı bakımından çok farklıdır. Ayüstü Evren ve burada yer alan gökcisimleri eterden oluşmuştur; eterin mükemmel doğası Ayüstü Evren’e ezelî ve ebedî bir mükemmellik sağlar. Buna karşılık, Ayaltı Evren her türlü değişimin, oluş ve bozuluşun yer aldığı bir evrendir. Burası, ağırlıklarına göre Yer’in merkezinden yukarıya doğru sıralanan dört temel öğeden; yani toprak, su, hava ve ateşten oluşmuştur. Toprak diğer üç öğeye nispetle daha ağır olduğu için en altta, ateş ise daha hafif olduğu için en üstte bulunur. Aristoteles’e göre, bu öğeler kuru ve yaş ile sıcak ve soğuk gibi birbirlerine karşıt dört niteliğin bireşiminden oluşmuştur. Varlık biçimlerinin mükemmel olmaları veya olmamaları da Yer’in merkezine olan uzaklıklarına göre değişir. Bir varlık Yer’e ne kadar uzaksa, o kadar mükemmeldir. Bundan ötürü, merkezde bulunan Yer mükemmel olmadığı halde, merkeze en uzakta bulunan Yıldızlar Küresi mükemmeldir. Bu mükemmel küre, aynı zamanda Tanrı, yani ilk hareket ettiricidir. Aristo’nun bu ve diğer görüşleri Ortaçağ boyunca birçok düşünürü etkilemiş ve daha sonraki dönemleri de şekillendirmiştir. “Geleneksel felsefenin temel ilkeleri Aristo’nun (yanlış) mantığı üzerine kurgulanmıştır” bile denilebilir.

20
EPİKUROS


M.Ö. 341? – M.Ö. 270?
Samos’da doğan eski Yunan düşünürü Epiküros, Aristippos’un hazcı ahlakını geliştirip bunu Demokritos’un atom öğretisiyle birleştirerek kendi öğretisini (Epikürosçuluk) kurdu. Midilli ve Lampsakos’da ders verdikten sonra Atina’ya yerleşti ve satın aldığı bahçede öğrencileriyle birlikte yaşadı.

Epikuros, Septisizm’de ve Stoacılıkta olduğu gibi, pratik felsefeye yani ahlak felsefesine yönelmiş ve bu alanda etkinlik göstermiştir. Aristoteles’in ölümünden sonra gelişen iki ana okuldan birisini kurmuştur. Bu okullar “Stoacılık” ve” Epikürcülük” (Epikurosçuluk) olarak adlandırılabilir. Hem ahlak felsefesinde hem de bilgiye yaklaşımında kuşkuculuğun izleri/etkileri belirgin olarak görülür. Epikuros çok uzun zaman etkili olmuş bir filozoftur, neredeyse ondan sonra MS 4. yüzyıla kadar etkili bir filozof ortaya çıkmamıştır. Epikuros Demokritosçu filozoflardan dersler almış ve özellikle, onların atomcu teorilerinden etkilenmiştir. Öte yandan Septiklerden şüpheciliği öğrenmiş, özellikle Pyrrhon’un şüpheciliğinden etkilenmiştir. Daha sonra Atina’da bir bahçe satın alan Epikuros burada okulunu kurmuştur. Epikuros’un pek çok şey yazdığı söylenmektedir, ancak bunlardan fazla bir şey kalmamıştır geriye. Bilinen bir kaç mektubudur yalnızca, ancak bu mektuplar felsefesinin anlaşılmasında önem taşımaktadır. Epikurosçuların bu bahçede bir araya geldiği söylenir. Bu yüzden bunlara “bahçe filozofları” da denir. Bahçenin girişinde şu sözlerin yazılı olduğu bir tabela olduğu söylenir: “Ey yabancı! Burada mutlu olacaksın. Burada haz en üstün iyiliktir.”
Epikuros’un öğüdü “gizli yaşa!” idi. Epikuros kendi kurtuluşcu felsefesini “dört ilaç” adını verdiği şu dört noktada özetledi: 1) Tanrılardan korkmamız gerekmez. 2) Ölümden kaygı duymamız gerekmez. 3) İyiyi elde etmek kolaydır. 4) Korkunç olana katlanmak kolaydır.
Epikuros bir ahlak felsefesi geliştirmiştir ve felsefenin ana düşüncesi mutluluktur (eudaimonia). Temel amacın mutluluğa ulaşmak olduğunu belirtir. Felsefenin görevi de buna göre belirlenmiştir: İnsanın mutluluğa giden yolunu araştırmak. Klasik felsefenin soyut tartışmalarıyla Epikuros bu hedefin dışında ilgilenmemiştir. Mantık da doğru yaşama ulaşmak için gerekli olan bilginin üretilmesini sağlayan bir araçtır. Doğru bilgi olmadan doğru eylemlilik olmayacaktır; doğru bilginin ölçütü ise ikili bir temele sahiptir, ilki duyu verileri ikincisi ise haz ve acı duyumlarıdır.
Epikuros’a göre, insan tanrı ve ölüm korkusundan kurtulmalıdır. Kuruntulardan ve önyargılardan arınarak buna ulaşılabilir. Bu noktada Epikuros’un felsefesine Demokritos’un atomcu teorisinin etkileri karışır. Doğadaki her şey atomların mekan içindeki hareketlerinden meydana gelmektedir. Yalnızca bu hareket mekanik bir zorunlulukla meydana gelmez. Bu doğa düşüncesiyle, Epikuros Tanrı kavramını dışta bırakmaya çalışır. Tanrının varlığı yokluğunu değil, dünyaya karşı ilgisizliğini belirtir.
Ayrıca ruh konusunda da maddi bir açıklama öne sürer, ona göre insan ruhu maddi bir niteliğe sahiptir, başka türlü var olabilmesi söz konusu olamaz. Ruhun maddi varlığını açıklamak üzere Epikuros onun dört öğeden meydana geldiğini belirtir: ateş, soluk, hava ve adlandırılamayan dördüncü bir öğe. İlk üçü bedensel kısmı meydana getirir, dördüncü öğe ise ruhsal kısmı oluşturur. İnsan ölünce bu öğeler dağılır, yani birliklerini kaybederler. Dolayısıyla ölümsüzlük ya da ruh-göçü diye bir şey olamaz. Ölüm konusunda bir anlamda Epikurosculuğun ünlenmesinde etki etmiş olan yaklaşım, Epikuros’un bir sözüne dayanır: “Ölümden korkmak anlamsızdır; çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuzdur.”
İrade özgürlüğü sorununun Epikuros için büyük bir önemi vardır. Bir indeterminizm olarak irade özgürlüğü, Yunan felsefesinde ilkin Epikuros’ta tam bir açıklıkla ortaya çıkmıştır. Felsefenin tek amacını insanı mutluluğa ulaştırmada bulan Epikuros’un öğretisinin, insanın kör bir zorunluluğun elinde bir oyuncak olmadığı, onun kendi kaderini kendisinin belirleyebileceğini tanıtlamaya girişeceği pek tabiidir. Onun için, Epikuros insanın istenç eyleminin pek çok iç ve dış koşullara bağlı olduğunu doğru bulmakla birlikte, insanın bu etkilere mutlak şekilde bağlı olmadığını, hatta bunlara karşı da karar verebileceğini, nedensiz de seçebileceğini söyler.
Hayatı boyunca böbrek taşlarından rahatsız olan Epikuros’un MÖ 270 yılında, yaklaşık 72 yaşında böbrek yetmezliğinden öldüğü söylenmektedir.

21
CİCERO


M.Ö. 106? – M.Ö. 43?
Kekeme bir çocukluk geçirdikten sonra tarihin en iyi hatiplerinden biri olarak ünlenen Cicero, Latincenin felsefe dili olarak gelişmesine de büyük katkıları olmuş bir düşünür-yazardır.

Marcus Tullius Cicero (okunuşu: Çiçero) Romalı devlet adamı, bilgin, hatip ve yazardır. Felsefe öğrenimini Epikürosçu Phaedros, Stoacı Diodotos ve Akademi’ye bağlı Philon’dan almış olan Cicero’nun önemi Yunan düşüncesini daha sonraki kuşaklara aktarmasından oluşur. Bilgi kuramı açısından, kesinliğe bağlanmak yerine olasılıkların yolunu izlemeyi yeğleyen, buna karşın ahlak alanında dogmatik bir tavır sergileyip, Stoacılara ve bu arada Sokrates’e yönelen Cicero Latince’nin felsefe dili olarak gelişmesine katkı yapmış ve bu arada, dinsel görüşleri açısından daima agnostik kalmıştır.
MÖ 106 yılında Arpinum’da doğdu. Çocukluğundan itibaren harika bir öğrenci olmuştu ve eğitime olan tutkusu ve sevgisi ile ünlendi. Yoğun bir hukuk öğrenimi gördü, daha sonraları ise edebiyat ve felsefeyle daha çok ilgilenmeye başladı. Savaşı hiç sevmezdi, yine de orduya katıldı. Mahkemelere başkanlık yaptı, ünlü ve başarılı bir hukukçu oldu. Daha sonraları ise konsül oldu. MÖ 60 yılında Sezar ilk “triumvirliği” başlattı. MÖ 58 yılında Publius Clodius Pulcher’in koyduğu yasa ve aralarında gelişen sürekli muhalefet yüzünden İtalya’yı bir yıllığına terk etti. MÖ 50’li yıllarda, Cicero popülist Milo’yu Clodius’a karşı destekledi. Sonra 50’li yılların ortasında Clodius, Milo’nun gladyatörleri tarafından Via Appia’da öldürüldü. Cicero Milo’yu savundu, ancak bariz kanıtlar yüzünden pek başarılı olduğu düşünülmemektedir. Nitekim, Milo sürgüne gitti ve uzun bir süre Marsilya’da yaşadı.
MÖ 50 yılında Sezar ile Pompeius arasındaki gerilim iyice artmıştı. Cicero bu yıllarda Pompeius’un tarafını tuttu, yine de Sezar’ın düşmanı olmak istemiyor buna göre daha yumuşak bir politika izliyordu. MÖ 49 yılında Sezar İtalya’yı işgal ettiğinde, Cicero kaçmak zorunda kaldı. Daha sonraları Sezar onun geri dönmesi için ikna etmeye çalışınca, Cicero İtalya’yı terk ederek Selanik’e gitti. MÖ 45 yılının Şubatında kızı Tullia ölünce, düşünür hayatı boyunca bu şoktan kurtulamadı.
MÖ 44 yılında Sezar öldürülünce Cicero’nun şöhreti arttı; Senato’nun en güçlü, en sözü geçer adamı haline geldi. Sezar’dan sonra giderek güçlenen Marcus Antonius’u sevmiyordu. Yine de Marcus Antonius ve Cicero dönemin en güçlü iki adamı olarak diğerlerinden daha öne çıkıyordu. Bu dönemler Cicero’nun ününün doruğuydu. Zamanla Cicero’nun Antonius’a olan kini arttı, kafasındaki plan hem Octavianus hem de Antonius’u aradan çıkarmaktı. Ama bu ikisi Lepidus ile beraber ikinci triumvirliği kurunca, Cicero’yu devlet düşmanı ilân ettiler. Cicero kaçtı, fakat yakalandı. MÖ 43 yılının 7 Aralık günü başı kesilerek idam edildi. Başı Forum Romanum’daki Rostra’da halka teşhir edildi, elleri ise Senato binasının kapısına çivilendi.
Cicero’nun bugüne kadar gelen ününün kökeninde onun bir hatip olarak yeteneği yatmaktadır. Küçük bir çocukken kekeme olmasına rağmen Cicero uzun yıllar çalışarak kendini geliştirmiş ve Roma felsefesinin en önde gelen hatipleri arasında yer almıştır. Kayda geçirilen 88 konuşmasından bugüne 58 tanesi yazılı olarak kalmıştır ve bunlar arasında şu örnekler sayılabilir:
Hitabet Sanatı Üzerine: de Inventione (MÖ 84), de Oratore (MÖ 55), de Partitionibus Oratoriae (MÖ 54), de Optimo Genere Oratorum (MÖ 52), Orator ad M. Brutum (MÖ 46), Topica (MÖ 44) –
Diğer Felsefi Çalışmaları: de Republica (MÖ 51), Lucullus or Academica Priora (MÖ 45), Academica Posteriora (MÖ 45), De Finibus, Bonorum et Malorum (MÖ 45), de Natura Deorum (MÖ 45), de Fato (MÖ 45), Laelius de Amicitia (MÖ 44), de Officiis (MÖ 44)

22
SENECA


M.Ö. 4? – M.S. 65?
Aynı zamanda devlet adamı da olan düşünür Seneca, yazdığı oyunlar ve yaptığı konuşmalarda ne kadar yaratıcı bir sanatçı olduğunu da göstermiştir.

Lucius Annaeus Seneca (okunuşu: Lusyus Anneyus Seneka) MÖ yaklaşık 4 yılında İspanya’nın Cordoba kentinde doğmuş ve MS yaklaşık 65 yılında da Roma’da ölmüş Romalı düşünür, devlet adamı, oyun yazarıdır. Derlediği söylevlerle Latin edebiyatında Rhetor Seneca olarak ünlenen ve Stoacı ahlak görüşleriyle tanınan Seneca ahlakın temeline doğaya uygun yaşama ilkesiyle, bir bilge idealini yerleştirmiştir. Zamanın toplumunu bir vahşi hayvanlar topluluğu olarak gören Seneca bilge kişisini kendi kendine yeten, hazza olduğu kadar eleme karşı da duygusuz, korku bilmez, evrenin gerçek efendisi, erdemi özgür iradesinin sonucu olan ve ölümden korkmayan kişi olarak tanımlamıştır.
Seneca ailesinin varlıklı olması sayesinde ünlü felsefeciler ve söylev ustalarından eğitim almış ve bilgelik sevgisi yüzünden genç yaşta rhetorica’dan (söylev sanatı bilgisi) sıyrılmış ve felsefe eğitimine ağırlık vermiştir. Pythagorasçı Sotion’dan dersler alarak onun gibi etyemez olmuş ve ruhun ölümsüzlüğüne inanmıştır. Daha sonra Attalus’a bağlanıp güzel kokulardan, şaraptan, istiridye ve mantar yemekten ve yumuşak bir yatakta uyumaktan vazgeçmiştir. Kinik Demetrius’u ve Papirius Fabianus’u da hararetle dinleyen Seneca’nın felsefeye olan aşırı düşkünlüğü babasını telaşlandırmıştır; çünkü İmparator Tiberius gençliği saran bu felsefe akımlarına hiç sıcak bakmıyor, garip kılıklı ve değişik tavırlı bu kişileri Roma’dan uzaklaştırıyordu. Ayrıca Seneca’nın yaptığı perhizlerden dolayı zaten narin olan bünyesi daha da bozulmuştu, sağlığı iyice kötüye gidiyordu. Babası oğlunun sağlığını düzeltmek ve felsefeden uzaklaştırmak için onu ilk önce Pompei’ye, sonra Mısır’a gönderdi.
Roma’ya MS 31 yılında dönen Seneca kendini siyasete verdi ve quaestorluk (idam cezası vermeye yetkili hakim) elde ederek mahkemede avukatlık yapmaya başladı. Senato üyeliğine seçildi. Fabia-nus’tan öğrendiği keskin çelişkiler içeren, imalarla dolu kısa cümleli ifadeler kullanmada oldukça başarılıydı. Böyle başarılı bir konuşmacının Roma’da yeri yoktu ve hakkında ölüm cezası çıkarıldı. Ancak saraydaki bazı kişiler Seneca’nın hasta bir insan olduğunu ve çok az bir ömrü kaldığını söyleyerek İmparatoru zor ikna etti ve ünlü düşünürün yaşamını bağışlattı. Seneca MS 41’de Korsika’ya sürgüne yollandı ve sürgündeki yaşamını felsefe yapıtları yazarak, bilim ve şiirle uğraşarak geçirdi. Seneca Roma’ya ancak Livilla’nın kardeşi Agrippina zamanında dönebildi. Genç Prens Neron’un annesi Agrippina tanınmış bir edebiyatçının oğlunun eğitiminde önemli bir rol oynayacağını düşündüğü için Seneca’yı sürgünden çağırtmıştı. Neron’un tüm eğitimini üstlenen Seneca ona çağının önemli kültür konularıyla ilgili dersler verdi, ancak Agrippina’nın felsefeye pek sıcak bakmaması nedeniyle bu konulardaki derslerine bazı kısıtlamalar getirmek zorunda kaldı. MS 54 yılında Claudius ölüp de Neron on altı yaşında İmparator ilan edilince, Seneca muhafız kıtası komutanı Afranius Burrus ile birlikte idarede söz sahibi oldu. Ama filozoflara yakışmayacak yaşam tarzı ile savunduğu düşünceler uyuşmadığı için hakkında dedikodular çıkmasına engel olamadı. Bu arada Neron tümüyle anormal davranışlar içine girdi ve öz annesi Agrippina’yı öldürttü. Bunun ardından Burrus’un zehirlenerek öldürülmesi Seneca’yı saray yönetiminde tek başına bıraktı. Bunun üzerine tüm servetini imparatora bırakarak özel yaşamına çekilmeye karar veren Seneca bu düşüncesini Neron’a açtı, ancak reddedildi. İS 64’te meydana gelen büyük Roma yangınından sonra bu önerisini yinelediği halde imparator tarafından ikinci kez reddedildi. Ancak Seneca bu kez kararlı davrandı ve Neron’dan aldıklarının bir kısmını geri vererek siyasetten ayrıldı.
MS 61-65 yılları Seneca’nın kendini tümüyle felsefeye verdiği en verimli dönemi oldu. Ancak MS 65’te Neron’a karşı düzenlenen bir suikast girişimine onun da adı karıştığı için, İmparator tarafından kendini öldürmesi emri verildi. Bütün yaşamı boyunca ölümün hiçe sayılması gerektiğini savunmuş olan Seneca, bu emri metanetle karşıladı ve M.S 65’te damarlarını keserek intihar etti.

ORTAÇAĞ DÜŞÜNÜRLERİ
ORTAÇAĞ BATI DÜŞÜNÜRLERİ

23
PLOTİNUS


205 – 270
Mistik felsefenin en önemli adlarından biri olan Plotinus, hem okuyarak, hem gezerek geçirdiği ömründe bir yandan da felsefi ürünlerini vermeyi sürdürmüş bir düşünürdür.

Plotinus “neoplatonizm” felsefesinin kurucusu olan düşünürdür. Plotinus hakkındaki bilgilerimizin çoğu kendisi de bir filozof olan Porphyry’nin Plotinus’un başyapıtı “Enneadlar”a yazdığı önsözden gelmektedir. Plotinus’un mistik felsefesi Yahudi, Hristiyan, Gnostik ve Müslüman filozoflara ve mistiklere yüzyıllar boyunca esin kaynağı olmaya devam etmiştir.
Porphyry, Plotinus’un İmparator Claudius II’nin başa geçtiğinin ikinci yılında, yani 270 yılında öldüğünde altmış altı yaşında olduğunu hesaplamıştır. Plotinus maddi varlığı daha yüksek ve makulat seviyesindeki bir şeyin zayıf bir imajı veya hatırası (mimesis) olarak gördüğünden önemsemez ve kendi bedenini de bu varlığa dahil kabul ettiği için önemsememiştir. Muhtemelen bu sebeple (Porphyry’in aktardığına göre) kendi portresinin yapılmasını reddetmiş, çocukluğu, ailesi veya doğum yeri ve tarihi hakkında bilgi vermekten kaçınmıştır. Yine de Eunapius onun Mısır Deltası’na bağlı Lycopolis’de doğduğunu haber vermektedir. Geçmişi hakkındaki bu belirsizliğe karşın öğrencilerinin aktardığı tüm detaylar felsefesini en yüksek düzeyde yaşamına aktardığını göstermektedir.
Plotinus yirmi yedi yaşında, yaklaşık 232’de felsefe öğrenimi görmek arzusuyla İskenderiye’ye gitmiştir. Orada daha sonra hocası olacak Ammonius Saccas ile karşılaşıncaya kadar hiçbir öğretmenden hoşnut olmamıştır. Ammonius Saccas felsefe öğretmenliği dışında, hammallık yaparak yaşıyacak kadar alçakgönüllü bir bilgeydi, belki de Plotinus’u etkileyen bu olmuştur. Ammonius’un dışında Afrodisyaslı İskender ve Numenius’in eserlerinden de etkilenmiştir.
İskenderiye on bir yıl geçirmiş ve 38 yaşında Perslerin ve Hintlilerin felsefi öğretilerini araştırmaya karar vermiştir. Bu gerekçeyle Persler üzerine yürüyen III. Gordian’ın ordusuna katılmıştır. Sefer başarısızlıkla son bulup Gordian ölünce, Plotinus Antakya’ya dönmek zorunda kalmıştır.
Kırk yaşında, Arap Philip’in hakimiyeti altındaki Roma’ya dönmüş ve hayatının geri kalanını çok sayıda öğrenci edindiği Roma’da geçirmiştir. Öğrencileri arasında filozoflar, Roma senatosu üyeleri, doktorlar, Roma’da evinde kaldığı Gemina ve Iamblichus’un oğlu Ariston’un karısı Amphiclea gibi kadınlar da vardı.
Plotinus 253 yılından başlayarak ölümüne kadar geçecek on yedi yıl içinde daha sonra adı “Ennead”lar olacak denemelerini kaleme almıştır. Porphyry “Ennead”ların kendisi derlemeden önce tam bir kitap olmaktan çok, Plotinus’un konuşmalarında kullandığı deneme ve notlar külliyatı olduğunu ifade etmiştir.
Plotinus’da monist bir varlık anlayışı bulunur. Onun felsefesinin ontolojik hiyerarşisinin ilkesi hem “Varlık,” hem “İyilik” ve de “Tanrılık” sıfatları olan “Bir”dir. Her şey “Bir”den doğar. İlk olarak idealar dünyası olan ortaya çıkar. İdeaların kendi kendine yönelişi ile ikilik (düalizm) ortaya ve dolayısıyla da tin (nefs) ortaya çıkar. Ancak bu nefs tek tek fertlerin değil dünyanın nefsidir ve bireysel nefsleri olduğu gibi tüm dünyayı da canlandırır. Ortaya çıkan nefsler idea’lar ile biçim aldıkları bedenin arasındaki bir konumda bulunurlar. “Bir”den en son doğan şey maddedir. Madde varlık dünyasının en düşük düzeyidir.
Plotinus’un felsefesinde yüce, tamamen aşkın (transcendent) olan “Bir”de ne ayırım, ne çokluk, ne farklılaşma vardır. O, varlık ve varolmama şeklindeki tüm kategorilerin ötesindedir. Bizler “varlık” kavramını kendi tecrübemizin yansımalarından çıkarmaktayız ve varlık bu nesnelerin kendisine izafe edildiği şeydir. Fakat sonsuz, aşkın (transendent) “Bir” tüm bu nesnelerin ötesindedir ve bu yüzden var olan tüm kavramların ötesindedir. Bu anlamda “Bir” aslen “herhangi bir şey olamaz” ve ayrıca tüm şeylerin toplamı da olamaz; çünkü O, tüm var olanlardan öncedir. Bu sebeple “Bir”e hiçbir sıfat yüklenemez.

24
AUGUSTİNUS


354 – 430
Eski Yunan düşüncesinin Roma felsefesine, onun da Hıristiyanlık kültürüne dönüşmesi zincirinde en önemli düşünürlerden olan Augustinus dinine yaptığı hizmetler nedeniyle de ölümünden sonra ermiş ilan edilmiştir.

Augustinus (okunuşu: Ogustinus) 354 – 430 yılları arasında yaşamış olan ünlü Hıristiyan düşünürdür. Bilinen en temel eserleri şunlardır: Civitas Dei (Tanrının Uygarlığı), Confessiones (İtiraflar), Epistolae (Mektuplar). Augustinus bir tanrıbilimci olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarındandır. Onun yapıtları tanrıbilimsel olmakla birlikte, felsefi sorunları da içeren nitelikler göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Sonradan modern felsefede tartışılacak olan pek çok tartışmayı Augustinus’un ilk kez gündeme getirdiği görülür.
Düşünür 354’te Roma İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’daki Numidia eyaletinde doğdu. Pagan bir baba olan Patricius ve Hıristiyan bir anne olan Monica’nın çocuğudur. Yaşadığı zamanlar Roma’nın çöküşüne ve Hıristiyanlığın kabulunün hemen ertesine denk gelir. Ataları muhtemelen Kartacalı Berberiler olan Augustinus, Roma kültürü içinde eğitilir ve Latince dışında hiçbir dil öğrenmez. 17 yaşında Kartaca’ya gider. 372’de Mani felsefesini keşfeden Augustinus dokuz yıl Mani felsefesine bağlı kalır. Bu felsefeye göre dünya “iyi ile kötü arasında paylaşılmıştır ve maddenin koyu karanlığı ruhun ışığını karartmaktadır.” Böylece bu felsefeye bağlılık onda ruhunu tenin esaretinden kurtarma umudunu doğurur. “Mani’ci Piskopos Faustus”la tanışmasının yarattığı düşkırıklığı, irade yetisini kabul etmeyen ve insanın sorumluluğunu ve özgürlüğünü inkar edici düşünceden kopuşunu hızlandırır. Augustinus 384’te Milano’da retorik (konuşma sanatı) hocalığına atanır. Bu arada arayışı sürmektedir. Yeni Platoncuların eserleri onda yeni bir değişikliğe sebep olur. Bu dönemde okuduğu başka bir kaynak da Aziz Pavlos’un mektuplarıdır. Bu eserle birlikte Augustinus Hıristiyanlara yaklaşır ve 386 yılında Hıristiyan olmaya karar verir. 387 yılında Afrika’ya döner.
395’te piskopos olan Augustinus 396’da “Hippo Regius’ta Valerius”un yerine geçer. Bu dönemde Afrika kilisesinde bölünmeler yaşanmaktadır. Berberi çiftçilerin Romalılara karşı yürüttükleri mücadeleye katılan piskopos Donatus’un mirasçıları bir “arınmışlar kilisesi”ni savunmaktadırlar. Augustinus, Donatusçuların dini sapkınları cezalandıran bir yasaya tabi tutulmalarını öngören bir imparatorluk fermanının yayınlandığı 405’te, Afrika’daki Donatusçu kilisenin dağıtılmasına etkin olarak katkıda bulunur. 410’da Roma’nın Gotlar tarafından işgal edilmesi üzerine “Tanrı Uygarlığı” eserini kaleme alır. Roma piskoposluk makamı ve Ravenna mahkemesi nezdindeki birçok girişimden sonra, 418 yılında hasımlarını aforoz ettirmeyi başarır. 429-430’da Vandallar Kuzey Afrika’yı istila eder ve Hippo Regius’u kuşatırlar. Telaşa kapılan Augustinus son günlerini ibadet etmekle geçirir ve 28 Ağustos 430’da ölür. Augustinus 1303 yılında Katolik kilisesi tarafından aziz ilan edilmiştir.
Augustinus kendi yaşamını İtiraflar adlı ünlü kitabında “Tanrıyla konuşma ve günah çıkarma” biçiminde anlatmıştır. En çok önem verdiği konu insanın özünü araştırmasıdır. Gerçeğin insanın içinde olduğunu savunur. Gerçek ise bizzat Tanrı’nın kendisidir. Yani Tanrı insandadır. Öte yandan insanın kendisi de tanrıdadır. “Anlayabilmek için, inanıyorum” anlayışıyla felsefeyi dine tabi kılmış olan Augustinus, Hıristiyan dininin temel öğretilerini temellendirebilmek için Yeni Platoncu felsefeden ve Platoncu kavramlardan yararlanmıştır.
Augustinus “zaman” üzerine yapılan tartışmalarda sıklıkla anılan bir isimdir. İtiraflar adlı kitabının en çarpıcı bölümlerinden biri bu konudur. Ona göre, kavradığımız ve bildiğimiz “zaman” ile “gerçek Zaman” birbirinden ayrı şeylerdir. Geçmiş zaman, gelecek zaman ve şimdiki zaman ayrımları gerçekliği olmayan, zihnimizin tasarımları olan zaman birimleridir. Augustinus etkileyici bir akıl yürütmeyle geçmiş zamanın artık varolmadığını, gelecek zamanın ise henüz varolmadığını, elimizde kalan tek zaman olarak “şimdi”ki zamanın da boyutlarını belirleyemediğimiz için bilemeyeceğimizi belirtir. Böylece Zaman kavramı üzerinden gerçeklik ile bilgi temel olarak ayrılmış olmaktadır ki modern felsefeye gelindiğinde bu ayrım Kant örneğinde olduğu gibi, temel bir felsefi eğilim olacaktır.

25
ANSELMUS


1033 – 1109
Anselmus aslen İtalyalıdır ama 1093’den sonra Kuzey Fransa’da bir kilisede rahiplik ve ardından İngiltere’de Canterbury başpiskoposluğu yapmış ve orada ölmüştür. Düşünür Augustinus’un “anlamak için inanıyorum” önermesini almış, inancı akıl ile temellendirmeye çalışmıştır. Anselmus’un bu çabası skolastizmin akıl ile inancı birleştirmeye çalışmasının bir göstergesidir.

İlkçağın son dönemlerine paralel olarak, Kavimler Göçü sonunda Antik dönemden süre gelen birçok kültür değerlerinin Avrupa kıtasında yok olduklarını söyleyebiliriz. Bu nedenle Batı’da 500-1000 yılları arasında kültür yönünden bir sessizlik dönemi vardır; oysa Doğu aynı dönemde canlı bir düşünce yaşamına sahipti. Batı’da düşünce yaşamı 1000 yıllarında yeniden canlanmaya başlamıştır. Bu canlanma Kilisedeki bir hareketle ilişkilidir. 10. yüzyılda kültür yönünden büyük bir çöküş yaşamış olan Katolik Kilisesi bundan sonraki yüzyılda enerjik ve yenilikçi papazlar yardımıyla yeni bir hayata kavuşmuştur. Katolik Kilisesi’ne bu canlılığı getirenler arasında, özellikle Papa VII. Greguar ile öğrencisi Anselmus’u sayabiliriz.
Ortaçağ’ı ilgilendiren başlıca konunun insanın Tanrı ile olan ilişkileri olduğunu biliyoruz. Bu konuyu Ortaçağ felsefesi dinin dogmaları yönünden yanıtlar. Çünkü bu çağa göre gerçek, zaten din kitaplarında bulunmaktadır. Bu nedenle yapılacak tek şey dogmayı savunmak ve temellendirmektir. İşte, her şeyden önce bir teoloji olan Ortaçağ felsefesi için, Anselmus tipik bir örnektir. Anselmus doğa ile hiç ilgilenmez, ruhtan çok az söz eder, onun tüm görüşleri “Tanrı” düşüncesi etrafında toplanmıştır. Onun için Tanrı tüm varlığın ağırlık merkezidir. Anselmus’un tüm çabası kutsal vahiy olan dogmaları savunmak ve temellendirmektir.
Henüz Skolastiğin ilk döneminde yaşayan Anselmus doğa konusuna hemen hemen hiç ilgi göstermemiştir. Oysa Skolastiğin parlak döneminde, söz gelişi Aquino’lu Thomas’ta, doğaya ait geniş bir ilgiye, Aristo’ya göre ayarlanmış bir doğa felsefesinin var olduğuna tanık oluyoruz. Skolastiğin bu iki dönemi arasında başka bir farklılık daha oluşmuştur. İlk dönemin temsilcisi olan Anselmus, Kilise’nin “tüm dogmaları”nı akla uygun duruma getirmek isteyen tam imanlı bir Hıristiyandır. Skolastiğin parlak dönemi ise iman ile kabul edilmesi gereken dogmalarla, akıl ile aydınlanması mümkün olan dogmalar arasında bir ayırım yapar. Bu ikinci dönem için iman ve felsefe birbirine uygun olan iki alan değildir. Aksine iman aklı tamamlar. İmanın birtakım sırları vardır ki, bunlara yalnızca inanmak gerekir.
İşte Skolastiğin “son dönemi”, özellikle bu yönden daha ileri bir adım atarak, akıl ile kavranabilecek dini gerçeklerin sayısını büsbütün azaltmıştır. Bu son dönem Tanrı’nın varlığını bile akılla temellendirmenin mümkün olduğunu reddeder. Böylece Tanrı’nın varlığı konusunu da bir iman meselesi yapar. Böylelikle ilahiyat ile felsefe tümüyle birbirinden ayrılmış olurlar. Felsefe ancak bilinmesi mümkün olanı, özellikle doğayı; iman ise akıl tarafından kavranmalarına olanak bulunmayan dini gerçekleri konu alır.
Batı’da Skolastiğin üç dönemi vardır: Anselmus’un tipik temsilcisi olduğu ilk dönemde felsefe kurgusal ilahiyattır. Bu dönem en yüksek dini gerçeklerin akıl ile aydınlatabileceğine inanır. Oysa ikinci dönemde, yani Aristo’ya dayandırılan parlak dönemde felsefe ile ilahiyat artık birbirinden ayrılmaya başlar. Bu döneme göre, dinin ancak bazı temelleri akıl ile çözümlenebilir, geriye kalanlara yalnızca iman etmek gerekir. Skolastiğin son döneminde felsefe ve ilahiyat biri ötekinden tam anlamı ile ayrılır.
Öncelikle “bilmek nedir?” sorusundan hareket eden Anselmus “bilmek düşünmektir, gerçeği çıkarabilmektir” der. Gerçek ise ancak kanıtlanarak bilinir. Peki, gerçek dediğimiz şey nedir? Gerçek, bilgimizin gerçekliğe “uygun” olmasıdır. Her düşünce kesinkes bir “var olana” geri döner. Her var olan ise “mutlak bir varlığı”, yani Tanrı’nın varlığını şart koşar. Skolastiğe göre biz “var olan bir Tanrı” olmaksızın düşünemeyiz bile. Anselmus bu düşüncesini Tanrı’yı kanıtlamak için de bir delil olarak benimser. Yani ona göre mutlak varlığın, yani Tanrı’nın varlığını gerektirmeyen hiçbir düşünce gerçek olamaz. Bu düşüncenin temelinde Platon’un ve özellikle Yeni Platonculuğun etkileri olduğunu kolayca fark edebiliriz. Çünkü Platon’a göre de “var olan” ancak mutlak varlığa katılarak var olur. Anselmus’un bir diğer yapıtında, sonraları felsefe tarihinde çok ünlenen ve Yeniçağ’da Descartes tarafından yeniden ele alınan ikinci bir Tanrı kanıtını, yani “ontolojik kanıt”ı bulur.

26
AQUİNOLU THOMAS


1225 – 1274
Hıristiyanlık felsefesine hizmet eden düşünürler arasında en bilinenlerden biri olan Aquino’lu Thomas, görüşleriyle bugünkü Katolik inancının temellerini atan bir din bilginidir.

Aquino’lu Thomas (okunuşu: Akinolu Tomas) 1225-1274 yılları arasında yaşamış olan ünlü Hıristiyan düşünürdür. Eğitim hayatına Monte Cassino Manastırı’nda başladı. 1239 yılında ailesinin yanına döndü. Daha sonra Napoli Üniversitesi’ne girip fen, tarih ve felsefe eğitimi aldı. Eğitimi sırasında bir dilenci tarikatı olan Dominikenler’e katılır. Paris ve Köln üniversitelerinde de eğitim gören Thomas, Paris’te kendi düşün yaşamında çığır açacak olan Albertus Magnus’tan (Büyük Albert) dersler aldı. Bu derslerle Aristotales’in yapıtlarına vakıf oldu. Aristotalesçi görüşler ile birlikte hocalık yaşamına adım atan Thomas 1256 yılında “hoca” unvanı aldı ve Paris Üniversitesi’nde açılmış olan, Dominikenlere ait iki kürsüden birinin başına geçti. Hıristiyan teolojisine yaptığı katkılar ve verdiği eserlerle ölümünden yaklaşık 300 yıl sonra, 1567’de Papa V. Pius tarafından Katolik Kilisesi’nin azizleri arasına yükseltilen Aquinolu Thomas’ın öğretilerini Papa XIII. Leo 1879’da Hıristiyan teolojisinin temeli olarak kabul etti. 1914’te ise, onun görüşlerini tartışmak günaha girmekle eş anlamlı kabul edilmiştir.
Aquinolu Thomas şöhretini Tanrı’nın varlığını isbat konusundaki “Beş Delil” üzerinde göstererek teistik karakterli kozmolojik kanıtı en iyi şekilde kullanan ve onu sistemleştiren bir düşünür ve teologdur. Bu kanıt Ortaçağ felsefesi ve daha sonraki dönemlerde üzerinde önemle durulan bir problem olma özelliğini kaybetmemiştir. O Tanrı’nın varlığı ile ilgili kanıtlarını “Summa Theologiae

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sabri-kalic/100-buyuk-dusunur-69403195/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
100 büyük düşünür Sabri Kaliç
100 büyük düşünür

Sabri Kaliç

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Doğu’dan Batı’ya, Antik Çağ’dan günümüze,

  • Добавить отзыв