100 büyük romancı

100 büyük romancı
Sabri Kaliç
Türkiye’nin ilk ve tek Nobel ödüllü yazarı Orhan Pamuk,
“Suç ve Ceza”nın yazarı büyük romancı Dostoyevski,
İspanyol Edebiyatının şaheseri “Don Kişot” hayat veren Cervantes,
Zamanın çok sonrasının romanların yazmış Ahmet Handi Tanpınar,
Çağdaş Amerikan Edebiyatının gündemden düşmeyen ismi Paul Auster,
Dünya edebiyatına “Beyaz Diş” ve “Demir Ökçe”yi kazandıran Jack London,
Eserleri onlarca dile çevrilen Yaşar Kemal,
Çağdaş Latin Amerika Edebiyatının en ünlü yazarı G.G. Marquez,
“Siddhartha” ile Doğu felsefesini Batı’ya tanıtan Herman Hesse,
Modernleşmeye geçişin sancılarını anlattığı romanlarıyla Halide Edip Adıvar,
“Sefiller” gibi bir başyapıtın yaratıcısı Victor Hugo,
Moby Dick’in peşindeki Herman Melville,
Dünya çapında bir kalem olan İhsan Oktay Anar,
Vampirlerin Efendisi Kont Drakula’nın yaratıcısı Bram Stoker,
Japon Edebiyatının Nobel ödüllü ustası Yasunari Kawabata,
Tarihsel gerçekçi romanların usta yazarı Keman Tahir,
Rus Klasiklerinin olmazsa olmazı “Savaş ve Barış”ın yazarı Tolstoy,
“Monte Cristo Kontu” efsanesinin yazarı Alexander Dumas,
Endüstri devriminin sancılarının usta İngiliz yazarı Charles Dickens,

100 Büyük Romancı’nın hayat hikayeleri, başlarından geçen ilginç ve trajik olaylar, her dönem okunacak romanları hakkında birçok ilginç ve detaylı bilgiyi bulabileceğiniz bir başucu kitabı.

Sabri Kaliç
100 BÜYÜK ROMANCI

ÖNSÖZ
Dünyada yapılmış ve yapılacak her liste, her zaman tartışmaya açıktır. Bu nedenle, kitapta yer alan veya yer almayan isimlerin sorgulanması doğaldır. Ama herhangi bir konuda liste hazırlayan biri bu eleştiriyi baştan zaten kabul eder…
Listemizde özellikle dikkat etiğimiz bazı kıstaslar vardı: Örneğin Avrupa kökenli yazarların gereğinden fazla olmamasını istedik. Avrupa’nın yanı sıra Güney Amerikalı ve Japon yazarlara da yer verdik. Ayrıca, kadın yazarları da listeye almaya özen gösterdik. Çünkü, genelde bu tür listeler (sanki anlaşmışlar gibi) Anglo-Sakson ve erkek yazarlara hizmet etmek için hazırlanmış gibi. Biz bunun dışına çıkmaya çılıştık.
Yerli romancıların biyografilerini hazırlarken Türkçe kaynak konusunda ne kadar zorlandığımızı görmek bizi hem üzdü hem de şaşırttı. Bu nedenle araştırmalarımızı daha çok, İngilizce metinler üzerinden gerçekleştirdik.
Bazı yazarlar hakkında temel bilgiler ilk kez bu kitapta yer alıyor. Konsept olarak yerimizin sınırlı olmasına rağmen bilgi açısından tatmin edici bir kaynak ortaya çıkardığımızı umuyoruz.

    MAYA KİTAP

Yerli Romancılar

1
Namık KEMAL
(1840 – 1888)


Bir Tanzimat aydını olarak Türkiye’deki aydınlanma çağının öncülerinden olan Namık Kemal yazdığı şiirler, tiyatro oyunları ve romanlarla aslında “ulusal” bir edebiyatı başlatan yazarlardandır. Yapıtlarıyla; hak, adalet, özgürlük, millet, Millet Meclisi gibi kavramların önce aydınlar, sonra da halk katında yayılmasına büyük katkıda bulunmuştur.
“Vatan Şairi” olarak anılan ve düşünceleriyle Atatürk başta olmak üzere, yeni Türkiye’yi kuran herkesi etkilemiş olan şair ve yazar Namık Kemal 21 Aralık 1840 tarihinde Tekirdağ’da dünyaya geldi. Babası Yenişehirli Mustafa Asım Bey, annesi bir Arnavut olan Fatma Zehra Hanım’dır. Tekirdağ’daki evlerinin civarında bulunan tekkenin şeyhi Tokatlı Hafız Ali Rıza Efendi kendisine “Mehmed Kemal” adını verdi. Çocukluğu annesinin babası Abdülatif Paşa’nın yanında geçti. Namık Kemal dedesi Abdülatif Paşa’nın değişik kentlerde görev yapması nedeniyle düzenli bir eğitime devam edemedi. Özel dersler aldı ve kendi kendini yetiştirmeye çalıştı. Arapça ve Farsça öğrendi.
1855’te babasının Bulgaristan’da Filibe mal müdürü, dedesinin de Sofya kaymakamı olması dolayısıyla Sofya’ya gitti. Sofya’da evlerine ziyarete gelen dedesinin arkadaşı şair Binbaşı Eşref Bey şiirlerini okuduktan sonra Mehmed Kemal’e “yazıcı, katip” anlamlarındaki “Namık” adını verdi. O günden sonra Namık Kemal olarak anılmaya başladı. 18 yaşına kadar kaldığı Sofya’da komşuları Niş Kadısı Mustafa Ragıp Efendi’nin kızı Nesime Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Feride ve Ulviye adında iki kızı ve Ali Ekrem adında bir oğlu dünyaya geldi.
1857’de İstanbul’a döndü ve Bab-ı Ali Tercüme Odası’nda stajyer olarak memurluğa başladı. 1858’de büyükannesi Mahmude Hanım’ı, 1859’da büyükbabası Abdülatif Paşa’yı kaybetti. Babasının ikinci evliliğini yaptığı Dürrüye Hanım’ın Kocamustafapaşa’daki evinde yaşadı. Babasının bu evliliğinden Naşit adında bir kardeşi oldu. 1859’da Gümrük Kalemi’nde çalışmaya başladı.
İlk şiirlerini Sofya’da yazan Namık Kemal İstanbul’a geldiğinde şairler arasında kısa sürede tanınmıştı. Henüz Batı edebiyatı ile bir teması yoktu. İstanbul’da Divan Edebiyatı geleneğini takip eden şairlerle tanıştı. Arap ve Fars edebiyatlarını öğrenmeye çalıştı. Leskofçalı Galip Bey adlı şair ile yakın dostluk kurdu. Bu şairin başkanlığında kurulan Encümen-i Şuara adlı şairler topluluğuna katıldı.
1863’ten itibaren dört yıl yeniden Tercüme Odası’nda görev aldı. Bu yeni görevi sırasında Batı’yı tanıyan kimselerle tanışma imkanı buldu ve gözlerini Batı kültürüne çevirdi. Edebiyatta Batılılaşmanın ilk adımlarını atan İbrahim Şinasi ile tanışması hayatını değiştirdi. Sanat ve hayat görüşü değişti. Batı edebiyatını öğrenmeye başladı, ilgisi nesire yöneldi. Tarih ve hukuk alanında kendini geliştirmeye çalıştı. Tercüme odasının bir katibinden Fransızca dersleri aldı. Tasvir-i Efkâr’da fıkra ve tercüme yazılar kaleme aldı. İlk defa Şinasi’de gördüğü “hak, millet, vatan, hürriyet, millet meclisi” gibi kelimeleri yaygınlaştırdı.
1865’te Şinasi Tasvir-i Efkâr Gazetesi’ni kendisine bırakarak Fransa’ya gidince Namık Kemal tek başına gazeteyi çıkardı. Aynı dönemde (daha sonra “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” adını alacak olan) İttifak-i Hakimiyet adlı gizli derneğin kurucuları arasına girdi. Derneğin amacı bir anayasa hazırlanmasını ve parlamenter bir yönetim sistemi kurulmasını sağlamaktı. Namık Kemal gazetesinde bu görüşler doğrultusunda ve hükümet aleyhine şiddetli makaleler yayımladı. “Şark Meselesi” üzerine yazdığı bir makale gazetenin 1867’de kapatılmasına ve kendisinin Erzurum vali muavini olarak atanmasına yol açtı.
Namık Kemal hükümet tarafından gönderildiği Erzurum’a gitmek yerine Paris’e kaçtı. O ve arkadaşlarını Paris’te yaşayan Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa davet etmiş ve maddi himayesine almıştı. M. Fazıl Paşa’nın desteğiyle Londra’da “Muhbir” adlı gazeteyi çıkardılar ancak Namık Kemal, Ali Suavi ile yaşadığı anlaşmazlık üzerine Muhbir’den ayrıldı. Aynı yıl Sultan Abdülaziz Uluslararası Paris Sergisi’ni görmek üzere şehre gelince Fransız hükümeti Genç Osmanlılar’ı ülkeyi terk etmeye davet etti. Namık Kemal bazı arkadaşlarıyla birlikte Londra’ya gitti ve orada “Hürriyet Gazetesi”ni çıkardılar. Bir süre sonra arkadaşları ile arası bozulan Namık Kemal 1870’te Sadrazam Ali Paşa ile barışıp yurda döndü.
Siyasetten uzak durmak, yazı yazmamak koşuluyla affedilmiş olan Namık Kemal İstanbul’a döndükten sonra “Diyojen” adlı mizah dergisinde imzasız fıkralar yazdı. Sadrazam Ali Paşa’nın ölümünden sonra 1872’de “İbret Gazetesi”ni çıkararak yeniden muhalefete başladı. Gazete sık sık kapatıldı ve sonunda sadrazam Mahmut Nedim Paşa’yı eleştiren yazılar yüzünden Namık Kemal İstanbul’dan uzaklaşması için mutasarrıf olarak Gelibolu’ya atandı.
Birkaç ay kaldığı Gelibolu’da “Vatan yahut Silistre” adlı oyunu ile “Evrâk-ı Perişan” adlı eserini tamamladı. Gelibolu’nun bazı sorunları ile ilgilendi ve su davasını halletti. Rumeli fatihi Gazi Süleyman Paşa’nın Bolayır’daki kabrini ziyaret etti. Ebüzziya Tevfik Bey’e burada gömülmeyi vasiyet etti.
Osmanlı hükümeti tarafından açığa alınan Namık Kemal 1872’nin son günlerinde Gelibolu’dan İstanbul’a döndü ve İbret gazetesininin başına geçti. Çok geçmeden bir makalesi nedeniyle hakkında soruşturma açılıp gazetesi tekrar kapatılınca tiyatro ile ilgilenmeye başladı. Vatan yahut Silistre oyunu 1 Nisan 1873 gecesi İstanbul’da Güllü Agop’un Gedikpaşa’daki tiyatrosunda sahnelendi. Oyunun sahnelenmesi halkı coşturup olaylar çıkmasına neden oldu. Bu konuda İbret’te yayımlanan yazılardan sonra gazete, bir daha çıkmamak üzere kapatıldı; Namık Kemal ve dört arkadaşı yargılanmadan sürgüne gönderildiler.
Namık Kemal’in Magosa (Kıbrıs) sürgünü 38 ay sürdü. Magosa’da son derece olumsuz koşullar altında yaşamak zorunda kaldı, pek çok kez sıtmaya ve başka hastalıklara yakalandı. Birkaçı dışında eserlerinin tamamını, bu dönemde Kıbrıs’ta yazdı.
Bu dönemde yazdığı iki roman İntibah (1876) ve Cezmi (1880) Türk edebiyatının Batılı anlamdaki ilk başarılı romanları arasında sayılmaktadır. (Batıda da romanın yenileşme çağına denk gelen bu eserler, elbette Batılı romanlarla kıyaslanarak değil, ulusal edebiyatımız içindeki yerleri göz önüne alarak değerlendirilmelidir.) Bu açıdan bakıldığında her iki roman da kendinden sonra yazılan Türk romanlarına yeni kapılar açmış yapıtlardır.
Namık Kemal, sürgün dönüşü İstanbul’da bir kahraman gibi karşılandı. Tahta çıkışından 93 gün sonra akıl sağlığının bozuk olduğu gerekçesiyle tahttan indirilen V. Murat’ın yerine Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamit ilk Osmanlı Anayasası’nı oluşturmak için bir komisyon kurdu. Namık Kemal bu komisyonun üyelerinden biri oldu. Ancak şair, padişahın aleyhine bir beyit yazıp bunu mecliste okuyunca mahkemede yargılandı. Söylediği Arapça beyit ”Bir şey ikilendi mi muhakkak üçlenir de.” anlamındaydı ve tıpkı Abdülaziz ve V. Murat gibi Abdülhamit’in de tahttan indirilebileceğini ima ediyordu. Namık Kemal asayişi bozduğu gerekçesiyle suçlu bulunup altı ay hapis cezasına çarptırıldıysa da sonradan beraat etti. Girit Adası’nda ikamete mecbur edildi. Kendi isteği üzerine ikameti Midilli Adası’na çevrildi. İki buçuk yıl sonra Midilli mutasarrıfı olarak görevlendirildi. Midilli’de tanıdığı genç yaştaki Hüseyin Hilmi Paşa’yı ömrü boyunca koruyup destekledi. Hüseyin Hilmi Paşa yıllar sonra 1909’da sadrazamlığa kadar yükselmiştir.
1879’dan itibaren Midilli’deki beş yıl süren görevi sırasında kaçakçılığı önledi; hazine gelirini artırdı. Yirmi Türk ilkokulu açtı. Türklerin hayat seviyesini yükseltti. Adalarda yaşayan Türk ahalisinin sorunlarını dile getiren bir rapor hazırlayıp Bab-ı Âli’ye sundu. 1882’de Nişan-i Osmanlı madalyası ile ödüllendirildi. “Vaveyla”, “Murabba”, “Vatan Mersiyesi” gibi şiirlerini burada yazdı. Magosa’da yazmaya başladığı Celaleddin Harzemşah adlı eserini tamamlayamadı.
Namık Kemal’in Midilli’de kaçakçılıkla mücadelesinden çıkarları zarar görenlerin şikayetinden sonra 1884’te Rodos mutasarrıfı oldu. Rodos adasındaki çalışmaları da padişahın imtiyaz madalyası ile ödüllendirildi. Rodos’ta Osmanlı tarihi hakkında bir eser yazmaya başladı. İngiliz ve Yunanlıların şikayeti üzerine 1887’de Rodos’taki görevi sona erdi ve Sakız Adası mutasarrıfı oldu.
Sakız Adası’nın havası nedeniyle rahatsızlanan Namık Kemal, 2 Aralık 1888 günü 48 yaşında vefat etti. Adada bir caminin haziresine defnedildi. Arkadaşı Ebüziyya Tevfik, şairin Bolayır’da gömülme arzusunu padişah II. Abdülhamit’e iletince naaşı Gelibolu’ya nakledildi. Bolayır’da Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına gömüldü. Birkaç yıl sonra Sultan Abdülhamit, planını Tevfik Fikret’in çizdiği bir türbe yaptırdı. 1912 Mürefte-Şarköy depreminde sütunlar zedelendiği için halen mermer kaplı bir kabirde bulunmaktadır.
Seçme Romanları: İntibah (1876), Cezmi (1880)

2
Hüseyin Rahmi GÜRPINAR
(1864 – 1944)


Türkiye’de romanı Hüseyin Rahmi Gürpınar başlatmamıştır, ama romanın tüm kitleler tarafından okunan ve sevilen bir edebiyat türü olmasında yazarın çok büyük bir payı vardır. Yazdığı romanlarda son derece gerçekçi karakterler çizen, halk ağzına yakın bir dil kullanan ve her zaman halkın ilgisini çekecek konuları bulup onları ustalıkla kaleme alan yazar. Türk romanının eskimeyen ve eskimeyecek yazarlarının başında gelir.
Türk romanının en üretken yazarlarından olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, 17 Ağustos 1864 tarihinde İstanbul’da doğdu. Padişah yaveri Mehmet Sait Paşa’nın oğlu olan Hüseyin Rahmi, üç yaşında iken annesinin ölümü üzerine, Girit’te bulunan babasının yanına gönderildi. İlkokula başladı, ancak babasının evlenmesi üzerine altı yaşında tekrar İstanbul’a anneannesinin yanına gönderildi ve eğitimine burada devam etti. Çocukluğunun büyük bölümünü anneannesi, teyzesi ve komşu kadınlar arasında geçirdiği için daha çocukken onların bitmez tükenmez mahalle muhabbetlerini dinlemek, Hüseyin Rahmi’nin esin kaynağı oldu. Yakubağa Mektebi, Mahmudiye Ortaokulu’nda okuyan Hüseyin Rahmi, tarihçi Abdurrahman Şeref Bey’in himayesiyle Mekteb-i Mülkiye’ye girdi (1878). Bu dönemde bir yandan da özel dersler alarak Fransızca öğrendi. Okulun ikinci sınıfında iken ciddi bir hastalık geçiren Hüseyin Rahmi buradaki öğrenimini yarıda bıraktı (1880). Yazar çok küçük yaşlardayken yazmaya başladı; ortaokul öğrencisi iken on iki yaşında yazdığı Gülbahar adlı oyunu yangında kayboldu, “Bir Genç Kızın Avaze-i Şikayeti” adlı ilk yazısı ise Ceride-i Havadis’te yayımlandı (1884). Adliye Nezareti Ceza Kalemi’nde memur ve Ticaret Mahkemesi’nde aza mülazımı olarak çalışan Hüseyin Rahmi, Nafia Nezareti Tercüme Kalemi’nde çalışırken Meşrutiyet’in ilanı üzerine memurluğu bıraktı ve hayatını kalemiyle kazanmaya çalıştı. Hüseyin Rahmi’nin ilk romanı Şık (Ayine) Ahmet Mithat Efendi tarafından beğenilince Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başladı (1886).
1894’te İkdam ve Sabah gazetelerinde yazar ve çevirmen olarak çalışmaya başladı. İkdam’da arka arkaya yayımladığı altı romanla ünü birden arttı. Meşrutiyet döneminde Ahmet Rasim’le birlikte 37 sayı süren Boşboğaz ve Güllabi adlı bir mizah dergisi çıkardı (1908). Bu dergi yüzünden mahkemeye verildi ve beraat etmesine rağmen dergisi kapatıldı. İbrahim Hilmi Bey ile birlikte çıkardığı Millet gazetesi de uzun ömürlü olmadı. Bundan sonra çalışmalarını İkdam, Söz, Zaman, Vakit, Son Posta, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde yayımladı. Cumhuriyetin ilanından sonra, 1924 yılında yayımladığı Ben Deli miyim? adlı romanı yüzünden mahkemeye verildi, ancak bir kez daha beraat etti. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 5. ve 6. dönemlerinde Kütahya milletvekili olan Hüseyin Rahmi, ömrünün son otuz bir yılını geçirdiği Heybeliada’daki köşkünde 8 Mart 1944 tarihinde vefat etti ve oradaki Abbas Paşa Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Seçme Romanları: Şık (1989), İffet (1896), Mürebbiye (1899), Metres (1899), Şıpsevdi (1911), Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912), Gulyabani (1912), Hayattan Sayfalar (1919), Son Arzu (1922), Efsuncu Baba (1924), Ben Deli miyim? (1925), Billur Kalp (1926), Evlere Şenlik, Kaynanam Nasıl Kudurdu? (1927), Kokotlar Mektebi (1928/1929), Şeytan İşi (1933), Utanmaz Adam (1934), Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür (1943), Ölüm Bir Kurtuluş mudur? (1949), Dünyanın Mihveri Kadın mı Para mı? (1949), İnsanlar Maymun muydu? (1968), Ölüler Yaşıyor mu (1973), Namuslu Kokotlar (1973)

3
Halit Ziya UŞAKLIGİL
(1867 – 1945)


Batı tarzı Türk edebiyatının ilk önemli yazarlarından Halit Ziya “sanat yapmak” uğruna zaman zaman ağır bir dil kullansa da anlattığı konuların sahiciliği ve anlatımındaki ustalık nedeniyle her zaman en çok okunan yazarlarımızdan biri oldu. “Mai ve Siyah”ın ilk yerli klasik romanımız olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.
Türk romancılığının ilk ustalarından Halit Ziya Uşaklıgil 1867’de İstanbul’da doğdu. “Uşakizadeler” olarak tanınan İstanbullu bir ailenin oğluydu. Mahalle mektebinden sonra Fatih Rüştiyesi’ne gitti. Tüccar olan babasının işlerinin bozulması üzerine, 1879’da İzmir’e yerleştiler ve yazar İzmir Rüştiyesi’ne girdi. Özel Fransızca dersleri aldı. Avusturyalı Katolik rahiplerin yönettiği Mechitariste Okulu’na devam etti. 1884’te son sınıftan ayrılarak babasının ticarethanesinde çalışmaya başladı. Fransızcadan ilk çevirilerini bu yıllarda yaptı. Tevfik Nevzat ile 1884’te Nevruz dergisini, 1886’da da Hizmet gazetesini yayımladı. İlk romanlarını bu gazetede yayımladı. Okulu bitirdikten sonra bir yandan İzmir Rüştiyesi’nde Fransızca öğretmenliği yaparken bir yandan da Osmanlı Bankası’nda memur olarak çalıştı. 1893’te Reji İdaresi’nde başkatiplik göreviyle İstanbul’a geldi. Hüseyin Siret, Mehmet Rauf, Rıza Tevfik, Hüseyin Cahit, Ahmet Rasim gibi yazarlarla dostluk kurdu ve 1896’da Edebiyat-ı Cedide topluluğuna katılarak Servet-i Fünun dergisinde kendine geniş ün sağlayan romanlarını yayımladı. 1901-1908 arasında yazarlığı bıraktıysa da II. Meşrutiyet döneminde yeniden başladı, ancak yazdıklarını 1923’e kadar yayımlamadı. Bu arada, Darülfünun’da estetik ve Batı edebiyatı dersleri verdi. V. Mehmed’in tahta geçmesi üzerine onun mabeyn başkatipliğine atandı, dört yıl bu görevde kaldı. Daha sonra Reji İdaresi’nde yönetim kurulu başkanı oldu. Son yıllarını, Yeşilköy’deki evinde anılarını yazarak geçirdi.
Uşaklıgil’in İzmir’deyken yazdığı Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı gibi ilk yapıtları karşılıksız sevgiyi konu alan, acıklı ve duygusal kısa romanlardır. İstanbul’a geldikten sonra Servet-i Fünun dergisinde yayımladığı Mai ve Siyah (1895) ile acemilik dönemini geride bıraktığı görülür. Daha önceki yapıtlarında ön planda bulunan acıklı aşk serüveni, burada ikinci plana atılmıştır. Şairler, gazeteciler, yayınevi sahipleri ve yazarlar arasında geçen olayları ele aldığı bu romanda, hem o dönemin Bab-ı Ali dünyasını hem de bu dünyanın gerçekleri karşısında yaşama yenik düşen Ahmet Cemil’in hayalci kişiliğinde bütün bir Edebiyat-ı Cedide kuşağının bakış açısını yansıtmıştır. 1898-1900 arasında yazdığı Aşk-ı Memnu (1900) ise ilk büyük Türk romanı kabul edilir. Sağlam bir yapısı ve tekniği olan yapıtta; zengin bir adamla evlenen genç ve güzel bir kadının yaşlıca kocasına sadık kalmak kararına karşın, elinde olmayarak yasak bir aşka sürüklenişi, olayın psikolojik nedenleri üstünde de durularak, gerçekçi bir biçimde anlatılmıştır. Roman, 1975 yılında yönetmen Halit Refiğ tarafından sinemaya uyarlanarak TRT’nin ilk yerli dizisi olarak çekildi ve büyük bir ilgiyle karşılandı. 2000’li yıllarda tekrar televizyona uyarlanan dizi, yine büyük ilgi gördü ve iki yıl boyunca ekranlarda yer aldı.
Uşaklıgil pek çok öykü de yazmış ve Batı tarzı öykü anlayışının Türkiye’de yayılmasında rol oynamıştır. Öykülerinin konusunu ve kahramanlarını daha çok halkın yoksul kesiminden almış, bu insanların acılarını dile getirmeye çalışmıştır. Romanlarında, Uşaklıgil’in ilgi alanı dardır. Kahramanlarını ve onların sorunlarını işlerken sınırlı bir yaşantı çerçevesinin dışına çıkmaz. Duyarlı genç kadın ve erkeklerin aşkta uğradıkları hayal kırıklığı, başlıca teması olmuştur. Ancak aşk konusundaki görüşünün romantiklikten gerçekçiliğe doğru bir değişim geçirdiği gözlemlenir. İlk romanlarında daha platonik ve romantik olan aşk ilişkileri son iki romanında yasak aşkla noktalanan cinsel bir tutkuya dönüşür.
Uşaklıgil, Türk romanının öncüsü sayılmıştır. Çünkü ondan önce, romanı bir sanat yapıtı kabul ederek onun kadar ciddiye alan, bir sanatçı titizliğiyle romanın yapısına ve tekniğine bu denli önem veren başka bir Türk yazar bulmak zordur.
23 Mayıs 1945’te İstabul’da vefat eden Halit Ziya Uşaklıgil’in mezarı Bakırköy’dedir.
Seçme Romanları: Nemide (1889), Bir Ölünün Defteri (1889), Ferdi ve Şürekâsı (1894), Mai ve Siyah (1897), Aşk-ı Memnu (1900), Kırık Hayatlar (1923)

4
Halide Edip ADIVAR
(1884 – 1964)


Halide Edip Adıvar, halkın büyük çoğunluğunun okuma yazma bilmediği bir ülkede doğup da İngilizce romanlar yazabilecek derecede bir kültür birikimine sahip olan bir romancı olarak yetişmeyi başarmış bir kadındı.
Ülkemizin ilk önemli kadın edebiyatçısı olan Halide Edip Adıvar İstanbul’da doğdu. Dönemin Tekel Bakanı Mehmet Edip Bey’in kızıydı. Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ni bitirdi. Aile içinde Arapça, Kur’an-ı Kerim, Türk musikisi, matematik (Salih Zeki’den), felsefe ve edebiyat (Rıza Tevfik Bölükbaşı’dan) dersleri alarak özel öğrenim gördü. 1901’de matematik hocası Salih Ze-ki ile evlendi. 31 Mart Olayı üzerine Mısır’a kaçtı. Oradan İn-giltere’ye geçti. Eğitimle ilgili yazıları beğenildiği için 1909’da Darü’l-Muallimat (Öğretmen Okulu) pedagoji öğretmenliğine getirildi. 1917’de ikinci evliliğini, sonradan Sağlık Bakanı olan Dr. Adnan Adıvar ile yaptı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Batı edebiyatı dersleri verdi. Yunanlıların İzmir’i işgal etmesini protesto için yapılan meşhur Sultanahmet Mitingi’nde heye-can dolu bir konuşma yaptı. İstanbul’un işgal edilmesi üzerine kocası ile Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Sa-karya Muharebesi’ni takip eden günlerde savaşa fiilen ka-tılıp hastabakıcılık yaptı. Kendisine “onbaşı” ve “çavuşluk” rütbeleri verildi. Bu nedenle “Halide Onbaşı” olarak da anılmaktadır. O dönemde Anadolu Ajansı’nın da kuruluşuna öncülük yaparak gazeteciliğin ülkemizdeki önderlerinden biri oldu. Savaş sürerken Atatürk ile siyasi görüş ayrılığına düştü. 1917’de Adnan Adıvar ile birlikte yurtdışına çıktı. Fransa ve İngiltere’de yaşadı. Amerika’da Columbia Üniversitesi, Hindistan’da Delhi İslam Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. 1939’da Türkiye’ye döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu. 1950’de milletvekili seçildi. Dört yıl sonra tekrar üniversiteye döndü. Ölümüne kadar kürsü başkanlığı görevini sürdürdü. 1964 yılı başında İstanbul’da hayata veda eden Halide Edip Adıvar’ın mezarı İstanbul Merkezefendi Mezarlığı’ndadır.
1910’da yayınlanan ilk romanı “Seviye Talip” ile 1911’de yayınlanan ilk öykü kitabı “Harap Mabetler” edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılandı. Romanlarında Batılı bir anlayışla idealize edilmiş, güçlü ve kültürlü kadınlara yer verdi. Kahramanlarının kişiliklerine, ruh yapılarına ve davranışlarına önem vererek bu özelliğiyle Türk romanında yeni bir adım attı. Kurtuluş Savaşı döneminde ulusçu, milli duyguları öne çıkaran roman ve öyküler kaleme aldı. “Yeni Turan”, “Ateşten Gömlek” ve “Vurun Kahpeye” bu dönemin eserleridir. En tanınmış romanı “Sinekli Bakkal”, yazarlığında olgunluk dönemini gösterir. Bu romanda Sinekli Bakkal mahallesinde yaşayan insanlar, aydınlar ve saray çevresi gibi II. Abdülhamit döneminin farklı toplumsal kesimleri canlandırılır. Bu romanın yazıldığı yıllarda Türkiye, bağımsız ve Batı yanlısı bir ülke olmayı tercih etmişti. Bir yandan da Tanzimat’tan beri süren Doğu-Batı çatışmasından kurtulamamıştı. Halide Edip, “Sinekli Bakkal”da Doğu’nun değerlerini bulup çıkarmak ve Batı’nın karşısına koymak amacındaydı.
Halide Edip, Türk kadınının iş, düşünce ve edebiyat alanında başarılı olan bir örneğidir. Kadın haklarının ateşli bir savunucusu olarak yıllarca mücadele verdi. Gördüğü eğitim nedeniyle, Doğu-Batı sentezini en başarılı şekilde yapabilen yazarlarımızdan biri oldu. Yazı hayatına gazete ve dergilerde yayımlanan makale, sohbet ve denemelerle başladı, bu eserlerinde kız çocuklarının eğitimi ve psikolojisi üzerinde durdu, aşk konusunu ön plana aldı. İlk romanlarında da aşk konusu ağır bastı. Kurtuluş Savaşı onun düşünce dünyasını değiştirdi, ideolojik romanlar yazmasını sağladı. Bazı romanları gelenek ve görenekler üzerine kurulmuş, sosyal hayatımızı çok canlı çizgilerle yansıtan töre romanlarıydı. Bu türden olan Sinekli Bakkal, 1943 yılında CHP Roman Yarışması’nda birincilik kazandı. Yazarın kısa ve fiilsiz cümleleri, sade bir dili vardı. Bu bakımdan yazarlığını eleştirenler de oldu. Kadın kahramanlarını, bütün eserlerinde kuvvetli ve canlı bir şekilde yansıttı. Halide Edip Adıvar, özellikle karakter yaratmada çok başarılıydı. Cumhuriyet döneminin en çok okunan eserlerini yazmış olan Halide Edip Adıvar’ın kitaplarının bir kısmı Batı dillerine çevrildi. Sanatçının eserlerinden çoğu sonraları sinemaya ve TV dizilerine de uyarlandı.
Seçme Romanları: Handan (1912), Ateşten Gömlek (1923), Vurun Kahpeye (1923), Kalp Ağrısı (1924), Sinekli Bakkal (1936), Yolpalas Cinayeti (1937), Tatarcık (1939)

5
Refik Halit KARAY
(1888 – 1965)


Refik Halit Karay Türk edebiyatında ilk defa Anadolu’yu tanıtan eserleri ile ismini duyurmuş, yergi ve mizah türündeki yazıları ile de ün salmıştır. Gözleme dayanan eserlerinde, tasvirler, portreler, benzetmeler kullanarak sade, akıcı dili, güçlü tekniği ile 20. yüzyıl romancıları arasında seçkin bir yere sahip olmuştur. Türkçeyi ustalıkla kullanan yazar, romanları, “Memleket Hikayeleri” ve “Gurbet Hikayeleri” kitapları başta olmak üzere, Türk edebiyatına birçok yapıt kazandırmıştır.
Türk edebiyatının kendine özgü kalemlerinden Refik Halit Karay 15 Mart 1888’de İstanbul’da doğdu. Mudurnu’dan İstanbul’a göçen Karakayış ailesinden Maliye Başveznedarı Mehmed Halit Bey’in oğludur. Galatasaray Sultanisi’nde (Lisesi’nde) ve Hukuk Mektebi’nde okudu. Maliye Bakanlığı’nda memur olarak çalıştı. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra gazetecilik ile uğraşmaya başladı; Tercüman-ı Hakikat gazetesinde çevirmenlik ve muhabirlik yaptı. Fecr-i Ati edebiyat topluluğuna katıldı. Dönem yöneticilerine muhalefet eden yazıları yüzünden ilk önce Sinop’a daha sonra Çorum, Ankara ve Bilecik’e sürgün olarak gönderildi. İstanbul’a dönünce bir süre Türkçe öğretmenliği yaptı. PTT (Posta Telefon Telgraf) Genel Müdürlüğü’ne getirildi. Bu sırada Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na üye oldu ve İstiklâl Savaşı aleyhine yazdığı yazılarından ötürü vatan hainliği suçuyla “150’likler” listesine girerek Beyrut ve Halep’te sürgün hayatı yaşadı. İstiklal Savaşı’nın özellikle ilk dönemlerinde İstanbul’daki bazı gazeteci ve yazarlar, ülkenin içinde bulunduğu durumu tam olarak kavrayamamış ve Milli Mücadele’ye bir “iç savaş” gözüyle bakıp ondan kaçınmıştı. Birçok insan da Cumhuriyetimizin ilk yıllarında Milli Mücadele boyunca aldıkları karşıt tavırlar yüzünden kimi haklı, kimi haksız yere vatan haini muamelesi gördü. Yazar Refik Halit Karay da sonraları “150’likler” adı verilen ve Milli Mücadele’ye karşı çıktıkları iddiasıyla ülke dışına sürülen bu insanlardan biri oldu. 15 yıllık sürgün hayatından sonra 1938’de af çıkarılmasıyla yurda dönebildi. Yeniden gazeteciliğe başladı. Aydede dergisini tekrar çıkardı.
Yazarlığa mizah öyküleriyle başlayan Refik Halit Karay, 1919’dan itibaren Türk öykücülüğünde yeni bir sayfa açtı. Sürgün olarak gittiği Anadolu’nun çeşitli kesimlerinden insanları canlandırdığı “Memleket Hikayeleri” 1919’da yayınlandı. Bu kitapla o güne kadar konuları İstanbul’la sınırlı olan öykücülüğü Anadolu’ya taşıdı. Bu yönüyle sonradan serpilip gelişen “köy edebiyatı”nın öncüleri arasına girdi. 1920’lerden sonra daha arı ve anlaşılır bir dil kullandı. Romancılığında iki ayrı çizgi etkindir. Yurtdışına gitmeden önce yazdığı “İstanbul’un İç Yüzü”, en yetkin romanı sayılır. 1920’de yayımlanan bu romanda, birbirinden kopuk hikayeleri mozaikler halinde birleştirerek İttihat ve Terakki’nin işbaşına gelişinden I. Dünya Savaşı günlerine kadar olan İstanbul’u, bütün renk ve çizgileriyle yansıttı. Türkiye’ye dönüşünden sonra yazdığı romanlarda, daha çok bireyci, okunma kaygısı taşıyan, sanatı bir kenara bırakan ticari eserlere yöneldi. Bu romanlarda yurt gerçeklerinin yerini, Avrupa dışı ülkelerde geçen olaylar aldı.
Cumhuriyet döneminde çektiği yurt özlemi sonucu ülkesine dönme kararı alanlardan biri olan yazar Refik Halit Karay Atatürk’e yazdığı şiir ve mektuplarla zaman içinde hem kendini affettirdi hem de “150’likler” listesindekilerin affedilmesinde çok büyük rol oynadı.
18 Haziran 1965’te İstanbul’da vefat eden yazar, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Romanları: İstanbul’un İç yüzü (1920), Ay Peşinde (1922), Yezidin Kızı (1939), Çete (1940), Sürgün (1941), Anahtar (1949), Bu Bizim Hayatımız (1950), Yeraltında Dünya Var (1953), Dişi Örümcek (1953), Bugünün Saraylısı (1954), İkibin Yılın Sevgilisi (1954), İki Cisimli Kadın (1955), Kadınlar Tekkesi (1956), Karlı Dağdaki Ateş (1956), Dört Yapraklı Yonca (1957), Sonuncu Kadeh (1965), Yerini Seven Fidan (yayımı ölümünden sonra: 1977), Ekmek Elden Su Gölden (ö.s. 1980), Ayın On Dördü (ö.s. 1980), Yüzen Bahçe (ö.s. 1981)

6
Reşat Nuri GÜNTEKİN
(1889 – 1956)


“Çalıkuşu” romanının kahramanı Feride, Cumhuriyetin ideal öğretmen kızı olmanın dışında, Türk edebiyatının da ilk popüler roman kahramanı olmuştur. Romanlarının geniş kitlelere hitap etmesi nedeniyle Güntekin, hâlâ büyük keyifle okunan ilk dönem yazarlarımızdandır.
Reşat Nuri Güntekin, 27 Kasım 1889’da askeri doktor olan Nuri Bey ile Erzurum valisi Yaver Paşa’nın kızı Lütfiye Hanım’ın oğlu olarak İstanbul’da doğdu. Öğrenim hayatı boyunca birçok il gezen Güntekin ilköğrenimine Çanakkale’de başladı. Daha sonra Galatasaray Lisesi ve İzmir’de öğrenim görüp sınavla girdiği Darülfünun Edebiyat Şubesi’ni 1912’de bitirdi.
İlk olarak Bursa’da başlayan öğretmenlik hayatına 1927 yılına kadar birçok okulda devam etti. Bu okullar arasında İstanbul Beşiktaş İttihat ve Terakki Mektebi, Fatih Vakf-ı Kebir Mektebi, Akşemseddin Mektebi, Feneryolu Murad-ı Hamis Mektebi, Osman Gazi Paşa Mektebi, Vefa Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi, Çamlıca Kız Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi ve Galatasaray Lisesi bulunmaktadır. Türkçe ve Fransızca öğretmenliğinin yanında 1916 ile 1919 yılları arasında Erenköy Kız Lisesi’nde ve Vefa Lisesi’nde müdürlük de yaptı.
Yazı hayatına I. Dünya Savaşı’nın sonlarında başlayan Reşat Nuri Güntekin’in ilk eseri Eski Ahbap isimli uzun öykü, 1917’de Diken dergisinde yayınlandı. 1819-1919’da Zaman gazetesinde Temaşa Haftaları başlığıyla tiyatro eleştirileri yazdı. Bu dönemde Şair Nedim, Büyük Mecmua, İnci, Diken dergileri ile Dersaadet ve Zaman gazetelerinde yayınlanan öykü, roman ve oyunlarında kendi adının yanısıra Hayrettin Rüştü, Mehmet Ferit ve Cemil Nimet gibi takma isimler de kullanıyordu. Mizah ve magazin yazılarını da “Ateşböceği”, “Ağustosböceği”, “Yıldızböceği” gibi isimlerle yayımladı. İlk romanı olan Çalıkuşu’nu 1923 yılında yazdı. Bu romanı önce İstanbul Kızı adıyla oyun olarak yazmıştı. O dönem koşullarında sahneye konulması mümkün olmayınca oyunu romana dönüştürdü. Türk edebiyatında gerçekçi romana yönelimin ilk örneklerinden olan Çalıkuşu; dili, anlatımdaki rahatlığı, duygusal yanlarıyla uzun yıllar güncelliğini koruyan bir eser oldu. Birçok kez sinema ve televizyona uyarlandı. Ardından 1924’te Damga, Dudaktan Kalbe ve 1926’da da Akşam Güneşi adlı romanlarını yayımladı.
Reşat Nuri Güntekin, 1927 yılında maarif müfettişi olarak bütün Anadolu’yu dolaştı ve Dil Heyeti’yle birlikte bazı çalışmalar yürüttü. Yazdığı romanlarda, Anadolu’da yaptığı gezilerin izleri bulunmaktadır. Birçok insan tanımış olması ve görevi nedeniyle birçok şehirde bulunması, onun daha iyi gözlem yapmasına ve hikayelerindeki karakterlerin daha gerçekçi olmasına zemin hazırladı. 1927’den sonraki romanlarında da üslubunun temel yapısını değiştirmeden toplumsal sorunlara değindi. Ayrıca gezilerini kaleme aldığı Anadolu Notları adlı kitabını daha sonra 1936 yılında yayımladı. 1928 yılında, Acımak adlı romanını yazdıktan sonra yaklaşık on yıl yazmaya ara verdi. Bu dönemde politikaya girerek 1939 yılında Çanakkale milletvekili seçildi. Ünlü eseri Yaprak Dökümü’nü de aynı yıl yazdı. 1946 yılına kadar milletvekilliği yaptıktan sonra 1947 yılında Milli Eğitim Başmüfettişliği’ne getirildi. Aynı yıl Cumhuriyet Halk Partisi’nin Ankara’da yayımlanan Ulus adlı gazetesinin İstanbul kolu olan Memleket gazetesini çıkardı.
1950 yılında Paris’te Kültür Ateşesi ve UNESCO’da Türkiye temsilcisi olan Güntekin, 1954 yılında emekliye ayrıldı. Bir süre İstanbul Şehir Tiyatroları’nda edebi kurul üyeliği yaptı. Kendisine akciğer kanseri teşhisi konulduktan sonra tedavi için Londra’ya gitti; ancak hastalığına yenik düşerek 7 Aralık 1956 tarihinde vefat etti ve 13 Aralık 1956’da İstanbul’da, Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Romanları: Çalıkuşu (1923), Gizli El (1924), Damga (1924), Dudaktan Kalbe (1924), Akşam Güneşi (1926), Bir Kadın Düşmanı (1927), Yeşil Gece (1928), Acımak (1928), Yaprak Dökümü (1939), Değirmen (1944), Kızılcık Dalları (1944), Miskinler Tekkesi (1946), Harabelerin Çiçeği (1953), Avrupa Yakası (1961), Son Sığınak (1961), Kan Davası (1962), Ateş Gecesi (1953), Gökyüzü (1935), Eski Hastalık (1938)

7
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU
(1889 – 1974)


Cumhuriyet kuşağımızın ilk önemli romancılarından olan Yakup Kadri, yazdığı romanlarla bir yandan Kurtuluş Savaşı’nın başarılı olacağına dair inancını sergilerken bir yandan da asıl savaşın cephede değil gönüllerde kazanılacak savaş olacağının altını çizmiştir. Özellikle “Yaban” romanı, Anadolu insanına yüzyıllardır sırtını dönmüş olan Türk aydınına bir çağrı niteliğindedir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 27 Mart 1889 tarihinde Kahire’de dünyaya geldi. Babası Manisa’nın tanınmış Karaosmanoğlu Ailesi’ne mensup Abdülkadir Bey, annesi İkbal Hanım’dı. Babası 1833 yılında Kavalalı İbrahim Paşa’nın Manisa’yı işgali sırasında ona yakınlık göstermiş ve onun Mısır’daki konağına yerleşmişti. Abdülkadir Bey’in konak halkından İkbal Hanım ile yaptığı evlilikten dünyaya gelen ikinci çocuğu, Yakup Kadri oldu.
Ailesi, İbrahim Paşa’nın ölümü üzerine Türkiye’ye gelince ilköğrenimini Manisa’da Fevziye Mekteb-i İptidaisi’nde tamamladı.1903’te İzmir İdadisi’ne girdi. Şahabettin Süleyman ile arkadaşlığı bu okulda iken başladı. Çocukluk yıllarında başlayan edebiyat ilgisi, lise yıllarında daha da arttı. Babasının ölümü üzerine İzmir Lisesi’ndeki eğitimini tamamlayamadı ve 1905 yılında, annesiyle Mısır’a döndü. Mısır’daki Jön Türkler ile tanıştı, İzmir’e dönme isteğinden vazgeçti. Jön Türkler’in etkisiyle politikaya ilgi duymaya başladı. İskenderiye’deki bir Fransız okulunda ve İsviçre Lisesi’nde eğitim görerek iki yıl sonra ortaöğrenimini tamamladı. Bu yıllarda öğrendiği Fransızca ile Flaubert, Guy de Maupassant, Alphonse Daudet gibi ünlü Batılı yazarları okudu. Şerafettin Mağmumi’nin çıkardığı Türk adlı dergide Maupassant’tan yaptığı ilk çeviri öykülerini yayınladı.
Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı’nda yaşananlar Yakup Kadri’nin edebiyat anlayışını değiştirmesine neden oldu; sanatın kişisel ve muhterem olduğu düşüncesinden uzaklaştı. Toplum için sanat anlayışına yöneldi ve Milli Edebiyat akımının sade dil anlayışını benimsedi. Mondros Mütarekesi’nden sonraki günlerde İkdam gazetesinde yazılar yazan Yakup Kadri, yazılarında Kurtuluş Savaşı’nı destekledi. Bir yandan da Yeni Mecmua’da Erenlerin Bağından adını verdiği nesirler yayımladı. Milli Mücadele ile ilgili hikayeler yazdı. Bu dönemdeki yazılarını daha sonra Ergenekon adıyla kitaplaştırdı (1929).
1920’de Milli Mücadele’yi izlemek için bazı arkadaşlarıyla birlikte Ankara’ya çağrıldı. Batı Cephesi’ni dolaştı ve bu seyahatinden milli duyguları güçlenmiş, geleceğe dair ümit dolu olarak İstanbul’a döndü. Gazetecilik çalışmaları devam ederken en büyük eserleri olan romanlarını yayımlamaya başladı. Kiralık Konak romanı İkdam’da tefrika edildi, daha sonra da kitap olarak basıldı. Yazarın kitap olarak basılan ilk romanı Kiralık Konak oldu. Bu, bireyci sanattan vazgeçtikten sonra yazdığı ilk romandı. Roman, Tanzimat’tan sonra değişen Osmanlı sosyal hayatını konu edinmekteydi.
1927’de Hüküm Gecesi, 1928’de Sodom ve Gomore adlı romanlarını yayımladı. Hüküm Gecesi romanında II. Meşrutiyet dönemini, Sodom ve Gomore’de ise Mütareke dönemini başarıyla yansıttı. Bir Sürgün (1937) romanında II. Abdülhamit dönemini ele alırken, iki ciltlik Panaroma (1953) romanı ise cumhuriyetin kök salma dönemleri olan 1923-1952 arasını işlemektedir. Yakup Kadri Anadolu insanını ve onun yaşayış tarzını romanlarında anarak Türk romanında ilk kez yurt insanını işleyen ve romanlarıyla onlara ulaşmaya çabalayan yazar oldu.
1932’de Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte Kadro Dergisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Kurtuluş Savaşı gözlemlerinden ve Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nda yer aldığı dönemden esinlenerek yazdığı Yaban adlı romanı o yıl Kadro dergisinde yayımlandı ve büyük yankılar uyandırdı. 1942’de CHP Roman Yarışması’nda ikincilik ödülü kazanan Yaban, Karaosmanoğlu’nun en başarılı romanı sayılır. Yaban hem Anadolu’yu ve köylüyü konu edinen ilk önemli roman olmasıyla hem de gerçekliği şiirsel bir üslupla dile getirmedeki başarısıyla Türk roman tarihinde saygın bir yere sahiptir.
Yakup Kadri, 1966 yılında seçildiği Anadolu Ajansı yönetim kurulu başkanlığını sürdürmekte iken 13 Aralık 1974’te Ankara’da tedavi görmekte olduğu Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde hayatını kaybetti ve İstanbul Beşiktaş’taki Yahya Efendi Mezarlığı’nda annesinin mezarı yanında toprağa verildi.
Romanları: Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1931), Ankara (1934), Bir Sürgün (1937), Panaroma (2 cilt-1953), Hep O Şarkı (1956)

8
Cevat Şakir KABAAĞAÇLI (Halikarnas Balıkçısı)
(1890 – 1973)


Bir yandan yazdığı birbirinden güzel romanlarla deniz insanlarının doğayla savaşını destanlaştıran, bir yandan da Anadolu’nun antik tarihi üzerine yazdığı denemeleriyle bize yurdumuzun tarihsel değerlerini anlatan Halikarnas Balıkçısı, hâlâ hak ettiği biçimde tanınıp okunmayı bekleyen yazarlarımızdan biridir.
Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan ve özellikle Bodrum’a olan aşkı ile tanınan “Halikarnas Balıkçısı” takma adlı ünlü roman ve öykü yazarımız, tarihçi, yazar ve vezir olan babası Mehmet Şakir Paşa’nın yüksek komiserliği sırasında 1890 yılında Girit’te dünyaya geldi. Doğum yeri ve tarihi konusunda farklı kaynaklar farklı bilgiler vermektedir. Annesi İsmet Hanım’dır. Cevat Şakir baba tarafından “Şakirpaşa Ailesi” olarak tanınan köklü bir Osmanlı ailesine mensup olup amcası II. Abdülhamit’in sadrazamlarından Ahmet Cevat Paşa’dır. Şakirpaşa Ailesi sonraları aralarında ressam Fahrünnisa Zeyd, ressam Nejat Devrim, ressam Aliye Berger, seramik sanatçısı Füreya Koral ve tiyatro oyuncusu Şirin Devrim’in de bulunduğu birçok sanatçı yetiştirmiştir.
Çocukluğu babasının elçilik yaptığı Atina’da geçti. 1904’te Robert Kolej’i bitirdi ve yükseköğrenimini 1908’de İngiltere’de, Oxford Üniversitesi Yeni Çağlar Tarihi Bölümü’nde tamamladı. 1913’te evlendiği İtalyan eşi Aniesi ile bir süre İtalya’da yaşadı. Bu sırada resim dersleri aldı, İtalyanca ve Latince öğrendi. 1914’te babası Mehmet Şakir Paşa yaşanan büyük bir kavga sonucu Cevat Şakir’in tabancasından çıkan bir kurşunla Afyon’da ölünce Cevat Şakir on dört yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezasının yedi yılını çektikten sonra, yakalandığı verem hastalığından ötürü affedilip tahliye edildi.
Halikarnas Balıkçısı 1910-1925 yılları arasında Resimli Ay ve İnci gibi dergilere yazılar yazdı; kapak resimleri, süslemeler, karikatürler çizdi. Zekeriya Sertel’in çıkardığı Resimli Hafta dergisinde Hüseyin Kenan takma adıyla yazdığı Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler? adlı öykü yüzünden Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve Bodrum’da üç yıl sürgün cezasına çarptırıldı (1925). Bir buçuk yıl sonra cezası affa uğrayınca bir daha İstanbul’a dönmedi ve çok sevdiği Bodrum’da kaldı.
1926’dan sonra deniz hikâyeleriyle tanındı. Konularını Ege ve Akdeniz Bölgeleri’nde geçen denizle ilgili olaylardan aldı. İçinde yaşadığı ve en küçük ayrıntısına kadar bildiği “özgür ve asi” denizle, kaderleri deniz tarafından belirlenen balıkçı, dalgıç, sünger avcısı ve gemilerin hikayesini zengin bir kelime dağarcığı ve mitoloji hazinesinden yararlanarak, denize karşı duyduğu hayranlıktan kaynaklanan şiirsel ve akıcı bir üslubla hikâye ve romanlarına aktardı.
Yazı ve düşünceleriyle Azra Erhat gibi döneminin önemli aydınlarını etkilemiş olan Halikarnas Balıkçısı çeşitli dillerden yüze yakın kitap çevirmiştir. Eserlerinin yeni baskıları hâlâ yapılagelen Halikarnas Balıkçısı’na, Kültür Bakanlığı tarafından 1971 yılında Devlet Kültür Armağanı verilmiştir.
Bodrum’un antik çağdaki adı olan Halikarnassus’u takma ad olarak benimseyen Cevat Şakir, Bodrum’da balıkçılık dahil çeşitli işlerle uğraştı. Eserlerinin büyük kısmını da Bodrum’da yazdı. İkinci evliliğini dayısının kızı Hamdiye, üçüncü evliliğini Hatice Hanım’la yapan Cevat Şakir’in üç evliliğinden beş çocuğu oldu. Çocukları ortaöğrenim çağına gelince, o yıllarda Bodrum’da ortaokul bulunmaması nedeniyle ailesini İzmir’e nakletti. Yaşamını yazarlık ve turist rehberliğiyle sürdürdü, rehberlik kurslarında da ders verdi. 13 Ekim 1973’te İzmir’de kemik kanserinden vefat etti. Vasiyeti üzerine Bodrum’a gömüldü. Kabri Bodrum – Gümbet’teki Türbe Tepesi’nde manevi oğlu Şadan Gökovalı ile seçtiği yerde, Halikarnas Balıkçısı Müzesi adı altında bulunmaktadır. Bodrum bugün sahip olduğu ününü Halikarnas Balıkçısı’na da borçludur.
Romanları: Aganta Burina Burinata (1945), Ötelerin Çocuğu (1956), Uluç Reis (1962), Turgut Reis (1966), Deniz Gurbetçileri (1969)

9
Peyami SAFA
(1899 – 1961)


Türk edebiyatında karakterlerin psikolojik tahlillerine kapsamlı haliyle ilk kez yer veren yazarlardan biri Peyami Safa’dır. Onun bir romanını okuyup bitirdikten sonra adeta tanıdığınız bir arkadaştan, hatta bir akrabadan ayrılmış gibi hissedersiniz kendinizi. Yazdıkları konusunda son derece hassas olan Peyami Safa, “edebî değer” taşımadığını düşündüğü kitaplarını “Server Bedi” takma adıyla yazar ve onlardan söz edilmesinden pek hoşlanmazdı.
1899 İstanbul doğumlu olan ve Türk edebiyatında “psikolojik roman” türünün en yetkin temsilcilerinden biri sayılan Peyami Safa, Servet-i Fünun dönemi şairlerinden İsmail Safa’nın oğludur. Sivas’a sürgüne gönderilen babasının orada ölmesi üzerine 1901 yılında iki yaşındayken yetim kalmış, bu yüzden “Yetim-i Safa” (Safa’nın Yetimi) adıyla anılmıştır. Babasız büyümenin acılarının yanı sıra sekiz dokuz yaşlarında yakalandığı bir kemik hastalığı dolayısıyla 17 yaşına kadar bu hastalığın fiziksel ve ruhsal bunalımlarını yaşamıştır. Doktorlar kolunun kesilmesinde karar kılmış, fakat Safa bunu kabul etmemiştir. Daha sonraları bu günlerdeki tecrübelerini “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı romanında okurlarıyla paylaşır. Hastalık ve savaşın yol açtığı maddi sıkıntılar dolayısıyla öğrenimini sürdürememiş, on üç yaşında hayatını kazanmak ve annesine bakmak için Vefa Lisesi’ndeki öğrenimini yarıda bırakmıştır. Karton Matbaası’nda bir süre çalışan Peyami Safa, Posta – Telgraf Nezareti’ne girmiş, I. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar orada çalışmıştır (1914). Daha sonra Boğaziçi’ndeki Rehber-i İttihat Mektebi’nde öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Dört yıl çalıştığı bu okulda hem öğretmiş hem de kendi çabasıyla Fransızcasını ilerletmiştir. Buradaki izlenim ve deneyimlerini Biz İnsanlar adlı eserinde aktarmıştır. 1918 yılında ağabeyi İlhami Safa’nın isteği üzerine öğretmenlikten ayrılmış ve birlikte çıkardıkları 20. Asır adlı akşam gazetesinde Asrın Hikayeleri başlığı altında yazdığı öykülerle gazetecilik yaşamına başlamıştır. İmzasız olarak yazdığı bu hikayelerin tutulması üzerine Server Bedi takma adını kullanmaya başlayan Peyami Safa, daha sonra 1921’de Son Telgraf gazetesinde yazmış, oradan da Tasvir-i Efkâr’a geçmiştir. Daha sonra Cumhuriyet gazetesine geçmiş, 1940 yılına kadar bu gazetede fıkra ve makalelerinin yanı sıra roman da tefrika etmiştir.
Peyami Safa, eklem hastası genç bir delikanlının psikolojisini anlattığı otobiyografik romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1931) ile büyük bir başarı kazanmıştır. Bu roman hariç, 1922-1939 yılları arasında yazdığı Mahşer (1924), Şimşek (1928), Fatih-Harbiye (1931) ve Biz İnsanlar (1939) adlı romanlarında Doğu-Batı çatışmasını karakterlerde somutlaştırarak işlemiştir. Safa bu romanlarında; ruh hallerini çözümlemede, kurguda, dilinin kıvraklığında ve anlatım tekniklerindeki denemelerde başarılı bulunurken romanlarında düşünceyi fazla öne çıkarması nedeniyle eleştiriler almıştır. Romanlarında olaydan çok karakter tahliline önem veren Safa, toplumdaki ahlak çöküntüsünü, medeniyet değişiminin yol açtığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı da eserlerinde dile getirdi. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezatını ustaca işledi. II. Dünya Savaşı sırasında Nasyonal Sosyalistlere yakınlaşmasıyla dikkat çeken Safa’nın gerçekçi roman çizgisi Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (1949) ile mistisizme yöneldi.
İlk uzun hikayesi Gençliğimiz’i 1922 yılında yayımlayan Peyami Safa para kazanmak amacıyla yazdığı kitaplarında, ilk defa ağabeyi İlhami Safa’nın takma ad olarak kullandığı, annesi Server Bedia Hanım’ın adından uyarladığı Server Bedi takma adını kullanmış; bu adla yüzlerce eser vermiştir. Bunlar arasında en sevilenler Cingöz Recai macera romanları serisi ile Cumbadan Rumbaya adlı romanı olmuştur.
Peyami Safa, yayımlandığı yıllarda hayli etkili olmuş Hafta, Kültür Haftası (1936, 21 sayı) ve Türk Düşüncesi (1953-1960, 63 sayı) dergilerini çıkarmıştır.
Asıl ününü romancı olarak yapan Peyami Safa, bazı uzun öyküleri ile de dikkati çekmiş ve Batılı kaynakların bir “zalim” olarak tanıttıkları Hun hükümdarı Attila’yı aklamak amacıyla aynı adda bir de tarihsel roman yazmıştır.
1960’lı yıllara kadar başta Milliyet olmak üzere birçok gazete ve dergide yazan Peyami Safa 27 Mayıs’tan sonra Son Havadis gazetesinde yazmaya başlamıştır (1961). Aynı yıl Erzurum’da yedek subaylığını yapmakta olan oğlu Merve’nin ölümü üzerine büyük bir sarsıntı geçiren Peyami Safa, 15 Haziran 1961 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir.
Romanları: Gençliğimiz (1922), Şimşek (1923), Sözde Kızlar (1923), Mahşer (1924), Bir Akşamdı (1924), Süngülerin Gölgesinde (1924), Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925), Canan (1925), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930), Fatih-Harbiye (1931), Attila (1931), Bir Tereddüdün Romanı (1933), Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1959)

10
Ahmet Hamdi TANPINAR
(1901 – 1962)


Edebiyat tarihimizde “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında” dizeleriyle ölümsüzleşmiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar sayıca az, ama içeriği zengin romanlarıyla ülkemizdeki Doğu-Batı ikilemi hakkında en derin gözlemlerle, en çarpıcı saptamaları yapmış yazarlardan biridir.
Türk edebiyatının en güçlü şair ve yazarlarından biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901’de İstanbul’da doğdu. Kadı Hüseyin Fikri Efendi’nin oğludur. 1923 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Erzurum, Konya ve Ankara’daki liselerde ve yüksek okullarda verdiği çeşitli derslerin yanı sıra, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde edebiyat hocalığı yaptı. 1933’ten sonra İstanbul’da Kadıköy Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat tarihi ve estetik dersleri verdi. 1939 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne atandı. 1942-1946 yılları arasında CHP Maraş Milletvekili olarak görev yaptı. Bir süre Milli Eğitim müfettişliği de yapan Tanpınar, 1949 yılında Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki görevine döndü. Gençlik yıllarında Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in talebesi ve dostu oldu, Batı edebiyatından Paul Valéry ile Marcel Proust’u kendisine üstad olarak seçti. Bu yazarlar edebiyatta güzellik ve mükemmelliği ön plana çıkarmıştı. Onlara göre edebiyat, tıpkı resim ve müzik gibi “güzel sanat”tı; tek farkı boya ve ses yerine, insanı ve hayatı anlatmada bu iki araçtan çok daha zengin olan dili kullanmasıydı.
Adını ilk kez Altın Kitap dergisinde yayınlanan Musul Akşamları şiiriyle duyurdu. Dergah, Milli Mecmua, Hayat, Görüş, Ülkü, Varlık, Oluş, Kültür Haftası ve Aile dergilerinde şiirleri yayımlandı. Hece ölçüsüyle yazdığı bu ilk şiirler imge zenginliklikleri ve müzikal nitelikleriyle dikkat çekti. Edebiyat Fakültesi’nde öğrencisi olduğu Yahya Kemal Beyatlı’dan çok etkilendi. Ama ilk eserlerinde Yahya Kemal’den çok Ahmet Haşim’in izleri görülür. Haşim gibi o da küçük yaşta kaybettiği annesinin yokluğundan duyduğu acıyı ve kendisini avutacak bir sevginin özlemini dile getirdi. İçe dönük bir bakışla doğa ile iletişim kurmaya çalıştı. Şiirinin bir başka yönü Bergson felsefesine dayanan zaman kavramıydı. Onun eserlerinde zaman, basit bir süreklilik değil, çok katlı ve karmaşık bir akıştır. Ne İçindeyim Zamanın, Bursa’da Zaman şiirleri bu olgunun örnekleridir. Hayatının sonuna yakın çıkardığı tek şiir kitabında altmış kadar şiirinden yalnızca otuz yedisine yer verdi (Şiirler 1961; Bütün Şiirleri adıyla genişletilmiş olarak, 1976). İlk romanı Mahur Beste 1944’te Ülkü dergisinde yayınlandı. Osmanlı Devleti’nin son döneminde seçkin bir çevrenin yaşayışını sergileyen bu romanın ardından, kendi yaşamından da izler taşıyan Huzur 1949’da basıldı. Huzur hem bir aşk hem de Tanpınar’ın İstanbul’a olan derin sevgisinin romanıdır. Estetik anlayışını, kültür birikimini ve geçmiş kültürlere dayanan yaşam felsefesini yansıttığı bu kitabı, Tanpınar’ın en yetkin romanı sayılır. Romanda Mümtaz ile Nuran’ın aşkı çerçevesinde Doğu ile Batı, eski ile yeni, geçmişin değerleriyle var olan değerler, aşk ile toplumsal sorumluluk arasındaki çatışmayı ve bu çatışmanın doğurduğu bireysel bunalımları irdeledi. 1950’de Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan, ancak ölümünden sonra 1973’te basılan Sahnenin Dışındakiler ve 1961’de basılan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde de iki uygarlık ve iki değer sistemi arasında bocalayan Türk toplumunun ironik tablosu çizilir. Ölümünden sonra notlarına dayanılarak bir araya getirilen ve 1987’de yayınlanan Aydaki Kadın’da da aynı irdeleme vardır. Şiir, roman ve yazılarının yanı sıra İstanbul, Bursa, Ankara, Erzurum ve Konya kentlerini doğal, tarihsel ve kültürel yapılarıyla anlattığı ve 1946’da basılan Beş Şehir de önemli eserleri arasındadır.
Çeşitli baskıları olan eserleri Dergah Yayınları’nda toplandı. Enis Batur 1992 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Seçmeler adlı bir kitap hazırladı. Yazar ile ilgili yayımlanmış en son eser, 2007 yılının sonunda çıkan Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa’dır. Eser, Tanpınar’ın 1953 yılında yazmaya başladığı ve 1962 yılında vefatına kadar tuttuğu notlardan oluşmaktadır.
Hayatı boyunca sağlığından şikayetçi olan Tanpınar, 23 Ocak 1962 günü geçirdiği kalp krizi nedeniyle Haseki Hastanesi’ne kaldırıldı. Ertesi sabah, ikinci bir krizle hayata veda etti. Ahmet Hamdi Tanpınar, Rumeli Hisarı Kabristanı’nda, hocası ve dostu Yahya Kemal’in yanı başında toprağa verildi.
Romanları: Mahur Beste (tefrika: 1944 – basım: 1975), Huzur (t: 1949- b: 1983), Sahnenin Dışındakiler (t:1950- b:1973), Saatleri Ayarlama Enstitüsü (t: 1961- b:1977), Aydaki Kadın (ölümünden sonra basımı: 1987)

11
Sabahattin ALİ
(1907 – 1948)


Şair ve yazar Sabahattin Ali, kendi zamanında baskıyla ve zulümle yaşamış olsa da ölümünden yıllar sonra bir sanatçı olarak hak ettiği üne kavuştu. Bugün radyolarda, televizyonlarda çalan en sevilen şarkıların sözlerini bu büyük şairimizin yazdığını kaçımız biliyoruz?
Türk romanının ve şiirinin ölümsüz adlarından Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğdu. Babası Cihangirli Selahattin Ali Bey piyade yüzbaşısıydı, bu yüzden görev yeri sık sık değişiyordu. Ali çocukluk yıllarında çeşitli şehirlerde yaşadı, çeşitli okullarda okudu. Ortaokulu önce Balıkesir Öğretmen Okulu’nda sonra İstanbul İlköğretmen Okulu’nda okudu ve 1926’da bu okuldan mezun oldu. İlk yazıları 1925’te Balıkesir’de yayınlanan Irmak adlı dergide çıktı. Ali bir süre ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra 1928’de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Almanya’ya gönderildi. Potsdam ve Berlin’de öğrenim gördü. 1930’da Türkiye’ye geri döndü ve Ankara, Aydın ve Konya’daki ortaokullarda Almanca öğretmenliği yaptı. İlk öyküsü Bir Orman Hikayesi, 30 Eylül 1930’da Resimli Ay dergisinde yayımlandı.
1932 yılında, bir arkadaş ortamında okuduğu bir şiirde Atatürk’e hakaret ettiği iddiasıyla tutuklandı. 1933’te çıkan afla bir yıl yattığı cezaevinden çıktı. O dönemde bakan olan Hikmet Bayur yazardan fikrinin değiştiğini ispatlamasını isteyince Sabahattin Ali 15 Ocak 1934’te Varlık Dergisi’nde Benim Aşkım adlı şiirini yayımlayarak Atatürk’e olan bağlılığını göstermeye çalıştı. Yine 1934’te, Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde işe girdi. 16 Mayıs 1935’te Aliye Hanım’la evlendi. 1936’da askere gitti. Eylül 1937’de kızı Filiz Ali dünyaya geldi. 1938’de Musiki Muallim Mektebi’nde Türkçe öğretmenliğine başladı, ancak bu göreve 1940 yılında tekrar askere alınıncaya kadar devam edebildi. 1941 yılında askerden dönünce Ankara Devlet Konservatuarı’nda Almanca öğretmenliği yapmaya başladı.
Yazar 1937’de Kuyucaklı Yusuf, 1940’ta İçimizdeki Şeytan ve 1943’te Kürk Mantolu Madonna olmak üzere üç roman yazdı. “İçimizdeki Şeytan”, Ali’nin Nihal Atsız ve milliyetçi kesimle büyük bir çatışmaya girmesine yol açtı. Nihal Atsız’a açtığı davayı kazandığı hâlde tepkiler hiç dinmedi ve 1945 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’ndaki görevinden alındı. Bu sırada yazı yazdığı gazeteler, dönemin siyasi olayları sonucunda kapandı.
Tüm bu olaylar üstüne İstanbul’da gazetecilik yapmaya karar veren Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la birlikte 1945 yılında Marko Paşa adlı bir mizah dergisi çıkarmaya başladı. Bu dergi kapatılınca Malum Paşa, Öküz Paşa ve Merhum Paşa adlı siyasi mizah dergilerini de 1946 ve 1947 yıllarında çıkardılar. 1948’de Sabahattin Ali bu dergilerdeki yazılarından biri yüzünden tutuklandı ve üç ay hapis yattı.
Sabahattin Ali 1934’te halk şiirinden esinlenerek yazdığı şiirlerini Dağlar ve Rüzgar adlı kitabında topladı, bu kitap 1943’te derlenerek tekrar piyasaya sürüldü.
Sabahattin Ali yaşadığı onca zorluktan ve sürekli olarak izlenmesinden dolayı yurtdışına kaçmak istedi, ancak kendisine yardım etmesi için anlaştığı Milli Emniyet’le bağlantılı bir kaçakçı olan Ali Ertekin tarafından 2 Nisan 1948’de Bulgaristan sınırında öldürüldü. Bu olayın üzerindeki sır perdesi hâlâ tam olarak aydınlanmamıştır ve verdiği çelişkili açıklamalar nedeniyle suçu üstlenen kişinin gerçek fail olmadığı yönünde kuvvetli şüpheler bulunmaktadır.
Sabahattin Ali, romanlarında insan ruhunu çok iyi bir şekilde irdeledi. Gerçekçi ve yepyeni öykü anlayışıyla tarifi zor hisleri başarıyla dile getirdi. İnsanın zayıflıklarını yansıtmaktan çekinmedi ve yanıtlanması zor sorular sordu. Tutkuyu anlatışındaki ustalıkla Sabahattin Ali döneminin yazarları arasında çok önemli bir yere sahiptir. Talihsizliklerle dolu yaşamı, ölümü, insan ruhunun derinliklerine inen incelemeleri ile günümüzde hâlâ araştırılan, incelenen bir yazardır. “Leylim Ley”, “Aldırma Gönül” ve “Benim Meskenim Dağlardır Dağlar” gibi şarkılar başta olmak üzere, Sabahattin Ali’nin birçok şiiri sonraki yıllarda bestelenmiştir ve bugün hâlâ söylenmektedir.
Romanları: Kuyucaklı Yusuf (1937), İçimizdeki Şeytan (1940), Kürk Mantolu Madonna (1942)

12
Kemal TAHİR
(1910 – 1973)


Türkiye’nin siyasal, toplumsal ve kültürel yapısı üzerine en çok kafa yoran, yazdığı romanlarda sürekli yeni tezler ileri süren Kemal Tahir, gerek romanları gerekse büyük tartışmalar yaratan düşünce yazılarıyla Türk edebiyatının üzerinde en çok konuşulan yazarlarından biri olmuştur.
Asıl adı “İsmail Kemalettin Demir” olan Kemal Tahir, 15 Nisan 1910’da İstanbul’da Abdülhamit’in yaverlerinden Yüzbaşı Tahir Bey’in oğlu olarak doğdu. Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenimini yarım bırakıp avukat katipliği ve Zonguldak’taki kömür işletmelerinde ambar memurluğu yaptı. 1930’da İstanbul’a döndü.
1938’de, siyasi görüşleri nedeniyle “Bahriye Olayı” diye bilinen davanın sanıklarından biri olarak Donanma Komutanlığı Mahkemesi’nde yargılandı; askeri isyana teşvik etmekle suçlanıp on beş yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Sonra Göl İnsanları’na alacağı iki öyküsünü hapisteyken “Cemalettin Mahir” takma adıyla Tan’da yayımladı. Çıktıktan sonra da çeşitli adlar kullanarak serüven romanları yazmayı sürdürdü. “F.M. İkinci” imzasıyla yayımladığı Mayk Hammer dedektiflik romanlarından bazılarını kendisi yazdı.
1955’te kendi adını kullanarak yayımladığı tek öykü kitabı Göl İnsanları, ilgiyle karşılandı. Bu kitabı, konularını köy ve kasaba yaşamından alan Anadolu romanları ve yakın tarihi olayları işleyen kent romanları izledi. Körduman, Bedri Eser, Samim Aşkın, F. M. İkinci, Nurettin Demir, Ali Gıcırlı gibi takma isimlerle gazetelere tefrika aşk ve macera romanları yazdı, Fransızcadan çeviriler yaptı. Yaklaşık on dört ay boyunca, Aziz Nesin ile birlikte kurdukları Düşün Yayınevi’ni yönetti. Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz gibi yönetmenlerle senaryo çalışmaları yaptı.
Romanın acı çeken insanları anlattığını söyleyen Kemal Tahir, tarih ve toplum yorumuyla örtüşen, kendine özgü bir roman anlayışı geliştirmeye çalıştı. Ona göre Türk toplumu, Batı toplumlarına benzemiyordu. Çünkü tarih içindeki gelişimi, Batı’nın klasik gelişim çizgisinden farklıydı. Osmanlı toplumu Batı’nın sınıflı toplumlarına benzemiyordu, o hâlde Türk romanı kendi toplumsal yapısının gerçekliğini yansıtmalıydı. Köy romanlarının ilki Sağırdere (1955) ve onun devamı olan Körduman’da (1957) Çorum’un Yamören köyünden Kamil’in serüvenini merkez alarak köylünün sorunlarını, etik değerlerini, köyün ekonomik yapısını, tarih içindeki bağlarından koparmadan sergiledi. Rahmet Yolları Kesti’de (1957) eşkıyalık olgusuna eğildi. Yedi Çınar Yaylası (1958), Köyün Kamburu (1959), Büyük Mal (1970) üçlemesinde köylünün günlük hayatını, ağa, eşraf sömürüsünü mütareke döneminden cumhuriyete uzanan tarihsel fonda ele aldı. Özellikle Büyük Mal’da köylünün cinsel yaşamına ilişkin ayrıntıların altını çizdi.
Yakın tarihin olaylarını konu edindiği kent romanlarında toplumumuzun batılılaşma sürecine ilişkin yorum ve eleştirileriyle tartışma yarattı. Esir Şehrin İnsanları (1956) ve Esir Şehrin Mahpusu’nda (1962) Mütareke dönemini, Kurtuluş Savaşı’nın bir Osmanlı paşazadesi üzerindeki değiştirici etkisini; Yorgun Savaşçı’da (1965) İttihatçılarla milli mücadele yanlısı güçler arasındaki çatışmayı; Kurt Kanunu’nda (1969) İzmir Suikasti’ni; Yol Ayrımı’nda (1971) Serbest Fırka olayını anlattı.
Kemal Tahir, sadece edebiyatın kendine özgü anlatım aracını değil toplumsal bilimlerin anlatım aracını da kullandı. Asya Tipi Üretim Tarzı’na ilişkin düşüncelerini ortaya koyduğu Devlet Ana (1967), üzerinde en çok konuşulan, en fazla tartışma yaratan kitabı oldu. Yorgun Savaşçı’yla “Yunus Nadi Ödülü”nü, Devlet Ana’yla “Türk Dil Kurumu Ödülü”nü alan Kemal Tahir’in hapishane anılarından yola çıkarak yazdığı Namusçular, Karılar Koğuşu, Dam Ağası, Bir Mülkiyet Kalesi ve Hür Şehrin İnsanları gibi roman taslakları ölümünden sonra basıldı. 1968’de SSCB’ye giden Kemal Tahir, Anadolu’ya uygun bir sol düşünce oluşturmaya çalıştı. Romanlarının ana damarını oluşturan toplum ve tarih tezleri nedeniyle uzunca bir dönem tartışmaların odağında yer alan Kemal Tahir, 21 Nisan 1973’te geçirdiği kalp krizi sonucu İstanbul’da hayata gözlerini yumdu.
Romanları: Sağırdere (1955), Esir Şehrin İnsanları (1956), Körduman (1957), Rahmet Yolları Kesti (1957), Yedi Çınar Yaylası (1958), Köyün Kamburu (1959), Esir Şehrin Mahpusu (1961), Bozkırdaki Çekirdek (1962), Kelleci Memet (1962), Yorgun Savaşçı (1965), Devlet Ana (1967), Kurt Kanunu (1969), Büyük Mal (1970), Yol Ayrımı (1971), Namusçular (1974), Karılar Koğuşu (1974), Hür Şehrin İnsanları (1976), Dam Ağası (1977), Bir Mülkiyet Kalesi (1977)

13
Orhan KEMAL
(1914 – 1970)


Roman ve öyküleriyle çağdaş Türk edebiyatında özgün bir yeri olan Orhan Kemal, toplumsal yaşamımızın değişim dönemlerini gerçekçi bir biçimde yapıtlarında dile getirmiş; aydınlık ve gerçekçi bakışıyla insan-toplum ilişkilerini ustalıkla yansıtmıştır.
Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Babası 1920-1923 döneminde birinci TBMM’de milletvekilliği, 3 Mayıs 1920’de kurulan Bakanlar Kurulu’nda Adliye Bakanlığı yapan ve 26 Eylül 1930’da Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir Kemalî Bey’dir.
Partisinin kapatılması üzerine 1931’de Suriye’ye kaçan babasının yanına gidince yazar, orta son sınıftaki öğrenimini yarım bıraktı. Daha sonra burada bir basımevinde çalıştı. Bir yıl kadar Suriye ve Lübnan’da kaldı. 1932’de Türkiye’ye dönünce Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık, katiplik, ambar memurluğu yaptı. 5 Mayıs 1937’de evlendi. Nisan 1938’de kızı Yıldız doğdu. Aynı günlerde Niğde’de askerlik görevine başladı. Burada “yabancı rejimler lehine propaganda ve isyana tahrik etmek” suçundan yargılanarak 27 Ocak 1939’da beş yıl hüküm giydi. Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yattı. 1940 yılı kışında Bursa Cezaevi’nde Nazım Hikmet’le tanıştı. Bu tanışma, onun sanat yaşamında dönüm noktası oldu. 26 Eylül 1943’te tahliye olunca Adana’ya döndü. Karataş’ta toprak taşıma işinde bir ay çalıştı. 14 Nisan 1944’te Devlet Demiryolları’nda mevsimlik hamal olarak çalıştı. Aynı yılın haziran ayında Güzel İzmir Nakliyat Ambarı’nda iş buldu. Bir süre sonra bu işten çıkarıldı. 13 Temmuz 1944’te oğlu Nazım doğdu.
1945 yılı yazında Kilis’e giderek kalan otuz beş günlük askerlik görevini tamamladı. Ardından Çorum’a sürgüne gönderildi. Babasının dönemin başbakanı Recep Peker’e telgraf çekmesi üzerine, 26 Ekim 1946’da bırakıldı. Adana’ya dönünce sebze taşımacılığı ve Verem Savaş Derneği’nde katiplik yaptı. Bir süre sonra işsiz kaldı. Aralık 1949’da üçüncü çocuğu Kemali doğdu. 17 Nisan 1950’de ailece İstanbul’a yerleştiler. Hayatının bu dönemi artık iyice zor olmaya başlamıştı. Evli, üç çocuklu ve işsiz bir adam olarak zaten içinde olan yazarlık hevesine dört elle sarılmaya başladı. İstanbul’da geçimini artık yazarlıkla sağlıyordu. Kasım 1957’de dördüncü çocuğu Işık doğdu. 7 Mart 1966’da bir ihbar üzerine iki arkadaşıyla birlikte tutuklandı. “Hücre çalışması ve komünizm propagandası” yaptıkları gerekçesiyle tevkif edilerek Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi. 7 Nisan’da Türk Edebiyatçılar Birliği, Gen-Ar Tiyatrosu’nda Orhan Kemal’in 30. sanat yılı nedeniyle bir jübile düzenledi. Toplantıda Melih Cevdet Anday, Yaşar Kemal ve James Baldwin birer konuşma yaptı. Bilirkişice verilen “suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı hususundaki” rapor üzerine 13 Nisan 1966’da serbest bırakıldı. 17 Temmuz 1968’de bu davadan beraat etti. Bulgar Yazarlar Birliği’nin çağrısı üzerine gittiği Sofya’da, tedavi edilmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970’te öldü.
Edebiyatımızın en önemli romancılarından olan Orhan Kemal yazın yaşamına askerdeyken şiirle başladı. Romanlarında konuşma ağırlıklı, görsel yönü zengin bir anlatım dili kullandığı için Orhan Kemal’in romanları her zaman sinemaya uyarlanmaya en yatkın romanlar olarak bilindi ve zaten yazdığı romanların büyük bölümü çeşitli yönetmenler tarafından sinemaya ve televizyona uyarlandı.
Orhan Kemal Kardeş Payı ile 1958, Önce Ekmek’le de 1969 Sait Faik Hikaye Armağanı’nı; yine Önce Ekmek kitabıyla 1969 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü kazandı. Öykü ve romanlarının yanı sıra film senaryoları da yazdı. 72. Koğuş, Murtaza, Eskici Dükkanı, Kardeş Payı adlı yapıtlarını oyunlaştırdı. İspinozlar oyununu yazdı. Bu oyunları çeşitli tiyatrolar tarafından sahnelendi. 72. Koğuş oyunuyla 1967’de Ankara Sanat Severler Derneği’nce “en iyi oyun yazarı” seçildi. Ailesi tarafından ölümünden sonra her yıl yazarın ölüm yıldönümünde verilmek üzere konulan “Orhan Kemal Roman Armağanı”, ülkemizin en önemli roman ödülleri arasındadır.
Romanları: Baba Evi (1949), Avare Yıllar (1950), Murtaza (1952), Cemile (1952), Bereketli Topraklar Üzerinde (1954), Suçlu (1957), Devlet Kuşu (1958), Vukuat Var (1958), Gavurun Kızı (1959), Küçücük (1960), Dünya Evi (1960), El Kızı (1960), Hanımın Çiftliği (1961), Eskici ve Oğulları (1962) (Eskici Dükkanı adıyla: 1970), Gurbet Kuşları (1962), Sokakların Çocuğu (1963), Kanlı Topraklar (1963), Bir Filiz Vardı (1965), Müfettişler Müfettişi (1966), Yalancı Dünya (1966), Evlerden Biri (1966), Arkadaş Islıkları (1968), Sokaklardan Bir Kız (1968), Üç Kağıtçı (1969), Kötü Yol (1969), Kaçak (ö.s.-1970), Tersine Dünya (ö.s.-1986)

14
Aziz NESİN
(1915 – 1995)


Aziz Nesin, sadece Türkiye’nin değil dünyanın en önde gelen gülmece yazarlarından biridir. Yazdığı kitaplar daha Türk edebiyatı dünyaya açılmadan önce birçok dilde yayımlanmış, yazara uluslararası bir ün ve bol sayıda ödül kazandırmıştır.
Türk edebiyatının en yaratıcı ve özgün kalemlerinden biri olan Aziz Nesin 20 Aralık 1915’te, İstanbul Heybeliada’da doğdu. 1925’te İstanbul Süleymaniye’de bulunan Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi’nin üçüncü sınıfına girdi. 1935’te Kuleli Askeri Lisesi’ni bitirip Harp Okulu’na geçti. 1937’de Ankara’da Harp Okulu’nu bitirip asteğmen oldu. II. Dünya Savaşı yıllarında iki yıl Trakya’da çadırlı ordugahta görev yapan Nesin 1942’de Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı’na atandı. Bir bomba kazasında yaralandı. Erzincan’da depremde yıkılmış olan ordu cephaneliğinin boşaltılmasıyla görevlendirildi. Nesin 1944’te Ankara’da Harp Okulu’nda açılan ilk tank kursuna katıldı. 1944’te Zonguldak’ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla görevlendirildi.
Aziz Nesin, 1945’te askerlikten ayrıldıktan sonra Karagöz gazetesinde ve Yedigün dergisinde redaktörlük ve yazarlık yaptı; profesyonel olarak yazarlığa başladı. Aynı yıl Tan gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Aynı yıl ilk bağımsız yapıtı olan Parti Kurmak Parti Vurmak adlı on altı sayfalık broşürü yayımlandı.
1946 yılında yazar Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa ve devamı olan gülmece gazetelerini çıkaran Nesin, 1947’de Bursa’ya sürgün edilerek gözaltında tutuldu. 1948’de ikinci kitabı olan “Azizname” adlı taşlama kitabını çıkardı. Bu kitap için İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde kendisine dava açıldı. Dört ay tutuklu olarak süren dava sonunda aklandı.
1952’de İstanbul’da yeni kurulmaya başlanan Levent’te bir dükkan kiralayarak Oluş Kitabevi’ni açan Nesin, sabahları Levent’teki evlere gazete dağıtıyordu. Ancak iki küçük çocuğuyla birlikte Levent’teki kitabevinden geçimini sağlayamayınca 1953’te, Beyoğlu’nda Bursa Sokağı’ndaki yeni yapılmış hanın bir odasında, “Paradi Fotoğraf Stüdyosu”nu bir ortağı ile birlikte kurdu. 1955’te Halil Lütfü Dördüncü’nün Yeni gazetesinde köşe yazarlığına başlayan Nesin 1956’da İtalya’da, Bordighera’da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Palmiye’yi Kazan Töreni adlı öyküsüyle kazandı. Yazar 1957 yılında da aynı yarışmada, aynı ödülü Fil Hamdi adlı öyküsüyle ikinci kez kazandı. Kazandığı ilk Altın Palmiye’yi 1960 yılında devlet hazinesine bağışladı. Nesin 1961’de Tanin gazetesinde köşe yazarlığına başladı, aynı yıl Zübük adlı haftalık bir gülmece gazetesi çıkarmaya başladı. 1962’de sahibi bulunduğu Düşün Yayınevi, anlaşılamayan bir nedenle bir gece yandı.
Aziz Nesin 1966’da Bulgaristan’da yapılan bir başka uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Kirpi’yi Vatani Vazife adlı öyküsüyle kazandı. 1968’de Milliyet gazetesinin açtığı Karagöz oyunu yarışmasında Üç Karagöz oyunuyla birincilik ödülü aldı.
1969’da Moskova’da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında İnsanlar Uyanıyor adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülünü, 1970’te de Türk Dil Kurumu’nun oyun ödülünü “Çiçu” adlı tiyatro oyunuyla kazandı. 1972’de kimsesiz çocukları sahiplenmek ve onları meslek sahibi olana kadar yetiştirmek için Nesin Vakfı’nı kurdu. 1974’te Asya-Afrika Yazarlar Birliği’nin Lotus ödülünü kazanan Nesin, 1975 Lotus ödülünü almak için Filipinler’in başkenti Manila’da yapılan törene katıldı.
1977’de Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı seçilen Nesin 1978’de Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı romanıyla Madaralı Roman Ödülü’nü kazandı. Roman daha sonra TRT televizyonu tarafından dizi olarak çekildi, ayrıca sahneye uyarlanarak başta Devlet Tiyatroları olmak üzere birçok yerde sahneledi.
19 Mart 1990’da Ankara Sanat Kurumu’nda 75. yaşını kutlayan Nesin, 2 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak üzere Sivas’a gitti. Buradaki bazı provokasyonlar sonucu kentte büyük olaylar çıktı ve Nesin, otuz beş aydının yaşamını yitirdiği Madımak Oteli katliamından sağ olarak kurtuldu. 5 Temmuz 1995’te Çeşme’deki bir imza günü sonrasında, gece saat 01.05’te hayata gözlerini yumdu.
Romanları: Kadın Olan Erkek (1955), Gol Kralı (1957), Erkek Sabahat (1957), Saçkıran (1959), Zübük (1961), Şimdiki Çocuklar Harika (1967), Tatlı Betüş (1974), Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (1977), Surnâme (1976), Tek Yol (1978)

15
Tarık BUĞRA
(1918 – 1994)


Romanlarıyla olduğu kadar tiyatro oyunlarıyla da Türk edebiyatının özgün adlarından biri olan Tarık Buğra, her yazdığında bireylerin birbirleriyle ve toplumla olan ilişkilerini irdeledi. Hem tarihsel romanlarıyla hem de bugünü anlatan romanlarıyla geleceğe ışık tutmaya çalıştı.
Tarık Buğra, 2 Eylül 1918 tarihinde Akşehir’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Akşehir’de tamamladı. Konya Lisesi’ni bitirdi (1936). Çeşitli zaman aralıklarıyla İstanbul Üniversitesi’nin Tıp, Hukuk ve Edebiyat fakültelerinde ikişer-üçer yıl okuyup vazgeçti.
Akşehir’de çıkardığı Nasrettin Hoca gazetesi ile gazeteciliğe başladı. İstanbul’a gelince Milliyet, Yeni İstanbul, Haber ve Tercüman gazetelerinde fıkralar yazdı, sanat sayfaları düzenledi. Haftalık Yol dergisini çıkardı.
Yazar, edebiyat dünyasına küçük hikayelerle girdi. Cumhuriyet gazetesinin açtığı bir yarışmada Oğlumuz adlı öyküsü ile ikinci olması onun için bir dönüm noktası oldu. Daha sonra Çınaraltı ve İstanbul dergilerinde öyküler yazmaya devam etti. (Bu öyküler kronolojik bir sıra ile incelendiğinde ilk dikkati çeken şey yazarın bir acemilik dönemi olmayışıdır. Hemen her yazarda izlenebilen zaman içinde ustalaşma Tarık Buğra’da görülmemektedir. O daha ilk öyküsünde usta bir yazar olduğunu ortaya koymuştur sanki.)
Öykülerinde daha çok yakın çevre, aile hayatı, sevda ilişkileri, küçük kasaba izlenimleri gibi bireysel ve dar çerçeveli konular göze çarpar. Tarık Buğra “olay” değil “atmosfer” öykücüsüdür. Öykülerinden, onun hüznü yakından tanıyan bir yazar olduğu anlaşılmaktadır. Öykü ve romanlarında çocukluğun, ilk aşkın, vefasızlıkların, kırılmışlıkların ve yarıda kalmış şeylerin hüznü vardır. Yayımlanmış dört tiyatro eserinden İbiş’in Rüyası’nda ünlü komedyen Naşit’in hayatından bir bölümü, son derece duygulu, iki kişi arasında geçen fırtınalı bir aşk atmosferi içinde anlattı. İlk adı Dört Yumruk olan, daha sonra Akümülatörlü Radyo adıyla yayınlanan ve Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen eserinde ise yarıda kalmış mutlulukların öyküsünü anlattı. Ayakta Durmak İstiyorum ve Yüzlerce Çiçek Birden Açtı oyunları ise özgürlüğe ve bağımsızlığa hasret insanın dramını hikaye etmiştir.
1955’te yayınlanan Siyah Kehribar romanında, İtalya’da Mussolini devrinde geçen olayları anlattı, dikta rejimlerinin özgür ve zora gelmez mizaçlar üzerinde yarattığı olumsuz tesirleri betimledi. İbiş’in Rüyası adlı romanı, daha sonra oyun haline getirildi. Yalnızlar romanı ise, Akümülatörlü Radyo oyununun romanlaştırılmış halidir.
Roman dünyamızda Tarık Buğra’ya sağlam ve sarsılmaz bir yer sağlayan yapıtı, Küçük Ağa’dır. Bu romanda ve bunun devamı olan Küçük Ağa Ankara’da ve Firavun İmanı romanlarında, Kurtuluş Savaşı ilk defa değişik bir açıdan ele alınmıştır. Bu roman dizisi tarihsel açıdan “Milli Mücadele’de insanın ve milletin yeri nedir?” sorusunun cevaplarını araştırmıştır. Yazar, Yağmur Beklerken romanında ülkemizin Serbest Fırka denemesinin, Gençliğim Eyvah’ta ise 1970’li yıllarda Türkiye’nin bir numaralı sorunu haline gelen anarşi olaylarının değişik yönlerini ve perde arkasını betimlemiştir.
Tarık Buğra, Osmancık romanında da Osmanlı devletinin kuruluş yıllarını anlatmıştır. Bu eserde cihan devletini kuran irade, bilinç ve karakterin tahlili vardır. Tarık Buğra roman kahramanlarını idealize etmez. Onun romanlarındaki bütün karakterler doğaldır. İnsanı en gerçek ve inkar edilemez yanı (yani mizacı) ve en soylu duygusu (yani hüzünleri) açısından ele almıştır. Ona göre roman, hatta sanat “evreni ve insanları bir mizaca göre yeniden yaratmak”tır. Bu açıdan bakılınca Tarık Buğra, bir tahlil ustası olarak göze çarpar. Onun bazı romanlarında insan, bazılarındaysa konu ön plandadır fakat ikisi de her zaman dengelidir. Tarık Buğra roman ve tiyatro gibi kalıcı eserlerin ancak en mükemmel kültür Türkçesi ile yazılabileceğini savunmuştur. Her türlü basmakalıbı reddeden bağımsız bir sanat anlayışını benimsemiş olan Tarık Buğra; güzel Türkçesi, canlı ve yoğun üslubu, derin karakterleri ile Türk öykü, tiyatro ve roman yazarlarının en önemlileri arasında yer almıştır.
Hisar dergisi ve Türkiye gazetesinde de yazan Tarık Buğra 26 Şubat 1994 tarihinde İstanbul’da vefat etti.
Romanları: Siyah Kehribar (1955), Küçük Ağa (1964), Küçük Ağa Ankara’da (1966), İbişin Rüyası (1970), Firavun İmanı (1976), Gençliğim Eyvah (1979), Dönemeçte (1980), Yalnızlar (1981), Yağmur Beklerken (1981), Osmancık (1983)

16
Vedat TÜRKALİ
(1919 – )


Vedat Türkali, bir ömür boyunca inandığı idealler uğruna yaşadı ve romanlarında da senaryolarında da insanca bir hayata olan özlemini dile getirdi. Türk romanının klasikleri arasında olan “Bir Gün Tek Başına”da 1960’lı yılların toplumsal durumunu ve dönemin siyasal eylemlerini konu edinen yazar, sonraki romanı “Mavi Karanlık”ta da 12 Eylül darbesinin öncesindeki siyasal ve toplumsal gelişmelerin arka planını anlattı.
Türk edebiyatına yazar, romancı ve senarist olarak ismini yazdıran Vedat Türkali, 13 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’da dünyaya geldi. Asıl adı Abdülkadir Demirkan olan Türkali 1950’li yıllarda soyadını Pirhasan olarak değiştirdi, ama yazılarında “Vedat Türkali” imzasını kullanmaya devam etti. Samsun Lisesi’ni bitirdikten sonra askeri öğrenci olarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl eşi Merih Pirhasan’la evlendi. Askeri liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı. Yasa dışı eylemlerde bulunduğunu gerekçesiyle 1951’de yedi yıl hapis cezasına çarptırıldı.
“Gar Yayınları”nı Rıfat Ilgaz ile kurduktan sonra, 1960’da Dolandırıcılar Şahı ile senaristliğe başladı. 1964 yılında Türk sinemasında yepyeni bir anlayışın ürünü olan Karanlıkta Uyananlar (1964) adlı Ertem Göreç filminin senaryosunu yazan ve bu senaryoyla 1965 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi Senaryo Ödülü’nü kazanan Türkali, aynı yıl yönetmenliği de denedi. Gerek kendi adıyla gerek takma adlarla Yeşilçam’a birçok filmler yazan Türkali, o günlerini Yeşilçam Dedikleri Türkiye adlı romanında anlattı.
Toplumsal sorunlara değinen ve gerçekçi bakış açısı içeren birçok senaryo yazan Vedat Türkali, bu ürünlerin bir bölümünü daha sonra kitap haline getirdi. Yazar asıl ününü Bir Gün Tek Başına adlı romanıyla duyurdu. Adı geçen romanla 1974’te Milliyet Yayınları Roman Yarışması Birincilik Ödülü’nü, 1976’da ise Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. 1960’lı yılların toplumsal durumunu ve dönemin siyasal eylemlerini konu edinen Bir Gün Tek Başına; çalkantılı yıllar içinde küçük burjuva aydının yaşamını, içinde bulunduğu durumu, çelişkilerini ve ruhsal bunalımını yansıtır. Bu kitabı izleyen Mavi Karanlık romanı ise 12 Eylül darbesinin öncesinde siyasal ve toplumsal gelişmelerin arka planını anlatır. Toplumun değişik kesimlerinden seçtiği karakterlerin, aydın ve küçük burjuvaların durumunu anlattığı bu kitapta olaylar Bodrum’da geçer.
Vedat Türkali, 90’lı yılların başından itibaren sessiz bir sürece girmiştir. Bunun en büyük nedeni de Türkali’nin; “Bir Gün Tek Başına, bu kitabı yazmak için kullandığım bir müsveddeydi,” dediği Güven’i yazmak için on yılı aşkın süre Londra’da yaşamasıdır. Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) tarihçesi niteliğinde kaleme alınan Güven’in ilk adımları, 1956 yılında Türkali cezaevindeyken atılmıştır. Türkali bu kitabı kaleme alırken ilk tepki yıllarca çalıştığı yayınevinden gelmiş ve yayınevi böyle ‘tehlikeli’ bir kitabı basmak istememiştir. Gendaş Yayınevi ile anlaşan Türkali’nin kitabı çıkar çıkmaz farklı kesimlerden sesler yükselmiştir. Kimileri bu kitabın Türkiye sosyalist hareketinde önemli bir rol üstlenen TKP tarihini çarpıttığını söylerken kimileri de kitabı edebi açıdan ele alarak değerlendirmiş ve ‘Güven’deki çelişkili noktalara dikkat çekmiştir.
12 Eylül darbesinden sonra Türk Yazarlar Sendikası (TYS), Aydınlar Dilekçesi ve Barış Derneği’nin davalarından yargılanan Vedat Türkali Yeşilçam Dedikleri Türkiye adını taşıyan romanında Türkiye ile sinemamızın merkezi olan Yeşilçam arasında bağlantı kurarak aydınların toplumsal sorunlarını ve sorumluluklarını incelemiştir.
Romanları: Bir Gün Tek Başına (1974), Mavi Karanlık (1983), Yeşilçam Dedikleri Türkiye (2001), Tek Kişilik Ölüm (1989), Güven (2 Cilt / 1999), Yalancı Tanıklar Kahvesi (2009)

17
Yusuf ATILGAN
(1921 – 1989)


Önce “Aylak Adam”ın dünyasını anlattı bize, sonra da “Anayurt Oteli”nden içeri itiverdi bizi. Anayurt Oteli’ne girdiğimiz gibi dışarı çıkabilmek hiç de kolay değildi oysa…
Yusuf Atılgan, 27 Haziran (nüfus kaydına göre: 25 Ağustos) 1921’de Manisa’da doğdu. 9 Ekim 1989’da İstanbul’da yaşamını yitirdi. Asıl adı Yusuf Ziya Atılgan’dır. Yazılarında “Nevzat Çorum” ve “Ziya Atılgan” imzalarını da kullandı. 1936’da Manisa Ortaokulu’nu, 1939’da parasız yatılı olarak okuduğu Balıkesir Lisesi’ni ve 1944 yılında da ikinci sınıftan sonra askeri öğrenci olarak devam ettiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. A. N. Tarlan yönetiminde hazırladığı bitirme tezinin başlığı “Tokatlı Kâni: Sanat, Şahsiyet ve Psikoloji” idi. O dönemde Akşehir’de bulunan Maltepe Askeri Lisesi’nde 1945 yılında, bir yıl edebiyat öğretmenliği yaptı. Üniversite öğrenciliği sırasında Türkiye Komünist Partisi’ne katılarak faaliyette bulunduğu iddiasıyla sıkıyönetim mahkemesince tutuklanarak hapse mahkum edildi. Altı ay işkenceleriyle ünlü Sansaryan Hanı’nda, dört ay da Tophane Cezaevi’nde olmak üzere on ay hapis yattı. Ocak 1946’da tahliye olduktan sonra doğduğu yer olan Manisa’nın Hacırahmanlı Köyü’ne yerleşti. Burada evlenerek uzun süre çiftçilik yaptı. 1976’da tiyatro oyuncusu Serpil Gence ile ikinci evliliğini yapıp İstanbul’a yerleşti ve bir çocuğu oldu. 1980’den sonra, Milliyet Yayınları’nda danışmanlık ve çevirmenlik, kısa bir süre de Can Yayınları’nda redaktörlük yaptı. Üzerinde çalıştığı Canistan adlı romanını tamamlayamadan geçirdiği kalp krizi sonucu Moda’daki evinde vefat etti ve İstanbul Üsküdar’daki Bülbülderesi Mezarlığı’nda toprağa verildi. 1990’da Hacırahmanlı Belediyesi sanatçının anısına “Yusuf Atılgan Halk Kitaplığı”nı kurdu. Hakkında yazılan yazı ve röportajlarla kendisine adanan yazılar, ölümünün ardından bazı “Perşembeci Dostları” tarafından Yusuf Atılgan’a Armağan adlı kitapta derlendi.
İlk romanı Aylak Adam’la modern Türk edebiyatı içinde çok önemli bir yere sahip olan Yusuf Atılgan, özellikle yabancılaşma ve bunun zorunlu sonucu olan yalnızlık temalarını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanındı. Geçimini ailesinden kalan mirasla, herhangi bir işte çalışmak ihtiyacı duymadan sağlayan; kendi tanımıyla “zengin değil, ama paralı” bir adam olarak hemen hemen hiçbir sorumluluk üstlenmeden bohem bir hayat yaşayan ve “gerçek sevgiyi” arayan C. adlı genç bir adamın anlatıldığı Aylak Adam adlı ilk romanı, Türk edebiyatında çağdaş bireyi olanca trajedisiyle yansıtabilen bir roman olarak öne çıktı.
İkinci romanı olan Anayurt Oteli ise, Aylak Adam’ın C. karakteriyle iletmeye çalıştığı kentli bireyin yalnızlığını, Zebercet karakteriyle kasabaya daha da önemlisi yalnızlığın kimsesizlik olarak biçimlendiği bir çaresizliğe, bunalıma ve giderek, cinayet ve intiharla sonuçlanan bir trajediye taşır. Aylak Adam’ın C.’si gibi Anayurt Oteli’nin Zebercet’i de esas olarak sevgiyi aramaktadır, ancak Zebercet’in yaşadığı sevgi açlığı C.’nin yaşadığıyla kıyaslandığında katıksızdır ve bir dizi cinsel problemle de bütünlenerek bunalım düzlemine taşınır.
Yusuf Atılgan’ın ölümünden sonra yayımlanan “bitmemiş” romanı Canistan ise olayların geçtiği zaman dilimi ve coğrafya göz önünde bulundurulduğunda “birey”den, dolayısıyla da birey bazında yaşanan çelişki ve açmazdan bağımsızdır. Atılgan Canistan’da, insan gerçekliğine daha dolaysız hatta güdüsel bir düzlemde yaklaşmaya çalışır. Bu çerçeveden bakıldığında, Aylak Adam’ı kentin, Anayurt Oteli’ni kasabanın ve Canistan’ı da köyün romanı saymak gibi bir değerlendirme yapılabilir. Böylesi bir bakış, Yusuf Atılgan’ın yazı serüvenine olduğu kadar Türk romanının serüvenine de farklı bir perspektif getirir. Canistan “köy romanı”na daha önce benzerine rastlanmayan biçimde şiddet öğesini ve cinselliğin şiirsel katkısını getirir. Bu çerçeveden bakıldığında Canistan, aynı zamanda “can”a yani insana (hayata) yazılmış bir destan niteliğindedir.
Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli romanı 1987’de yönetmen Ömer Kavur tarafından aynı adla sinemaya aktarılmış ve büyük beğeni toplayan film birçok ulusal ve uluslararası festivalde önemli ödüller almıştır.
Romanları: Aylak Adam (1959), Anayurt Oteli (1973), Canistan (tamamlanamamış – 2000)

18
Yaşar KEMAL
(1923 – )


Hayatı boyunca Nobel Edebiyat Ödülü’ne en fazla aday gösterilen yazarlardan biri olan ve romanlarıyla Türkiye’yi ve Türk insanını tüm dünyaya tanıtan Yaşar Kemal, yaşamını destansı bir yazar ve onurlu bir aydın olarak sürdürmektedir.
Asıl adı Kemal Sadık Gökçeli olan Yaşar Kemal, 1923 yılında Adana’nın Göğceli köyünde, Nigâr Hanım ile çiftçi Sadık Efendi’nin oğlu olarak dünyaya geldi. Aslen Van-Erciş yolu üzerinde ve Van Gölü’ne yakın Muradiye ilçesine bağlı Ernis (bugün Günseli) köyünden olan ailesi I. Dünya Savaşı’ndaki işgal yüzünden uzun bir göç süreci sonunda Adana’nın Osmaniye ilçesine (bugün il) bağlı Hemite (bugün Gökçedam) Köyü’ne yerleşmişti. Küçük yaşta geçirdiği bir kaza nedeniyle bir gözünü kaybeden Yaşar Kemal, beş yaşındayken babasının Hemite Camii’nde namaz kılarken öldürülmesine tanık oldu. Burhanlı Köyü ilkokulunda başladığı ilköğrenimini Kadirli Cumhuriyet İlkokulu’nda tamamladı. Adana’da ortaokula devam ederken bir yandan da çırçır fabrikasında işçilik yaptı. Ortaokulu son sınıfta terk ettikten sonra çeşitli işlerde çalıştı. Kuzucuoğlu Pamuk Üretme Çiftliği’nde ırgat katipliği (1941), Adana Halkevi Ramazanoğlu Kitaplığı’nda memurluk (1942), Zirai Mücadele’de ırgatbaşlığı, daha sonra Kadirli’nin Bahçe köyünde öğretmen vekilliği (1941-42), pamuk tarlalarında, batozlarda ırgatlık, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı. Yirmiye yakın işte çalıştığı bu yıllarda en uzun işi beş yıl üst üste yaptığı çeltik tarlalarında kontrolörlük oldu. Bu arada 17 yaşındayken siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini yaşadı. Askerlikten sonra 1946’da gittiği İstanbul’da Fransızlara ait Havagazı Şirketi’nde gaz kontrol memuru olarak çalıştı. 1948’de Kadirli’ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptıktan sonra arzuhalcilik yapmaya başladı, çeşitli güçlüklerle karşılaştığı için bu işi de sürdüremedi. 1950’de Türk Ceza Kanunu’nun 142. maddesine aykırı eylemde bulunmak savıyla tutuklandı ve bir süre Kozan Cezaevi’nde yattı. 1951’de serbest bırakılınca İstanbul’a gitti.
Kısa bir işsizlik döneminin ardından Cumhuriyet gazetesinde röportaj yazarlığı ile başladığı gazeteciliği, fıkra yazarlığı ve kurduğu yurt haberleri serisinin yönetimi ile sürdürdü (1951-63). 1962’de girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde Genel Yönetim Kurulu üyeliği, Propaganda Komitesi başkanlığı ve Merkez Yürütme Kurulu üyeliği yaptı. 1963’te ayrıldığı gazetecilikten sonra kendini bütünüyle roman yazma uğraşına verdi. 1967’de haftalık dergi Ant’ın kurucuları arasında yer aldı. Sorumlusu olduğu bu derginin yayınları arasında çıkan Marksizmin Temel Kitabı adlı yapıttan dolayı 18 ay hüküm giydi. Bu karar Yargıtay tarafından bozuldu. Ant dergisindeki yazılarından dolayı çeşitli kovuşturmalara uğradı. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-75 yıllarında ilk genel başkanlığını üstlendi. 1995’te Der Spiegel’de çıkan bir yazısı dolayısıyla İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı, 20 ay hapis cezasına çarptırıldı ve cezası ertelendi.
Yazar, küçük yaşlarda halk edebiyatına ilgi duydu; saz çalmaya, türkü söylemeye ve destanlar anlatmaya başladı. Yöredeki halk ozanlarıyla karşılıklı atışmalar yaptı. İlkokulda okurken şiir yazmaya başladı. Köy köy dolaşarak folklor ürünleri derledi. Bu yıllarda şiirlerini, Kemal Sadık Göğceli adı ile Türksözü (1939), Yeni Adana (1939) ve Vakit (1940) gazetelerinde ve Varlık, Kovan, Ülkü, Millet, Beşpınar dergilerinde yayımladı. 1940’lı yıllarda Adana’da çıkan Çığ dergisi çevresindeki yazar ve aydınlarla ilişki kurdu ve şiirleri o dergide de yayımlanmaya başladı. Abidin Dino ve ağabeyi Arif Dino ile kurduğu yakınlık, onun düşünce ve edebiyat dünyasının gelişimini etkiledi. Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalıştığı dönemde eski Yunan klasiklerinden Çukurova tarihine kadar pek çok kitapla tanışma olanağı buldu. Bu sıralarda Orhan Kemal’le de tanıştı. İlk öyküleri Bebek, Dükkancı, Memet ile Memet 1950’lerde yayımlandı. İlk öyküsü Pis Hikaye’yi ise 1944’te, Kayseri’de askerliğini yaparken yazdı. Gözleme dayanan bu ilk öyküleri, konularını Çukurova’dan ve Çukurova insanından aldı; bu yöre insanının ekonomik sıkıntılar ve güç doğa koşulları karşısındaki savaşını insan-doğa-çevre ilişkisi içerisinde ele aldı. Daha sonra giderek uzun öykülere yöneldi.
Cumhuriyet gazetesine girdikten sonra Yaşar Kemal imzası ile yazmaya başladı. Bu dönemde Anadolu insanının iktisadi ve toplumsal sorunlarını dile getirdiği dizi röportajları ile tanınmaya başladı. 1952’de yayımlanan ilk öykü kitabı Sarı Sıcak’ta da yer alan Bebek öyküsünün Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmeye başlandığı dönemde yazara duyulan ilgi giderek artmaya başladı. 1953-54’te Cumhuriyet’te tefrika edilen ilk romanı İnce Memed ise büyük ilgi uyandırdı. Yayımlandığı dönemde büyük yankı yaratmış olan İnce Memed’de yazarın geleneksel masal ve efsane motiflerinden yararlanarak çağdaş düzeyde romantik bir öykü kurduğu gözlenir. Teneke (1967), Çukurova yöresindeki çeltik ağalarına karşı mücadele eden ve köylünün yanında yer alan genç ve idealist bir kaymakamın trajik öyküsünü işler; “aydının mücadele gücü”nü dile getirir. Daha sonra bu romanı iki perdelik oyun biçiminde sahneye uyarlamıştır.
Yaşar Kemal, pek çok yapıtında Anadolu’nun efsane ve masallarından yararlanmıştır. Halk öykücülüğünden yola çıkarak sözlü gelenekte yaşayan Köroğlu, Karacaoğlan, Alageyik öykülerini Üç Anadolu Efsanesi (1967) adıyla yeniden kaleme almıştır. Ağrıdağı Efsanesi’nde (1970) bir aşk olayından yola çıkarak ve bu simgesel tema çerçevesinde baskı karşısında halkın dayanışma gücünü; Binboğalar Efsanesi’nde (1971) ise Toros eteklerindeki Türkmen göçebelerin yerleşik düzene geçmeleriyle ortaya çıkan güçlükleri, düş kırıklıklarını ve geçmiş yaşamlarına duydukları özlemi anlatır. Osmanlı’nın son dönemlerinde haksızlıklara karşı dağa çıkmış bir eşkıyanın yaşamını Çakırcalı Efe’de (1972) ele alır. Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca’da ise yine bir halk öyküsünden yola çıkar; alegorik bir üslupla sömürenlerle sömürülenler arasındaki ilişkileri anlatır.
Yaşar Kemal, ‘70’li yılların ortalarından itibaren yazarlığında yeni bir yönelimin ürünleri olarak nitelenebilecek eserler kaleme almaya başlar. Al Gözüm Seyreyle Salih (1976), Kuşlar da Gitti (1978) ve Deniz Küstü (1978) romanlarında yazar, ilk kez Çukurova dışına çıkarak kenti ve deniz insanını konu edinir. Deniz Küstü’de büyük kentin karmaşasını, yozluğunu işler. Deniz insanının kentteki yaşam serüveninden yola çıkarak kente yabancılaşmasını, deniz doğasının yok oluşunu yansıtır. Aynı olguyu Kuşlar da Gitti’de çocukların bakış açısından ele alır. Bir sahil kasabasındaki insanların sorunlarını, uğraşılarını, birbirleriyle ilişkilerini Al Gözüm Seyreyle Salih’te dile getirir.
Yazarın İnce Memed adlı romanı yaklaşık 40 dile çevrilerek yayımlanmıştır. Diğer romanları da çok sayıda yabancı dile çevrilmiştir; kitaplarının yurtdışındaki baskısı 140’tan fazladır. Bu bağlamda uluslararası bir üne sahip olan Yaşar Kemal ilgili kurum ve kişilerce Nobel Edebiyat Ödülü’ne de aday gösterilmiştir. PEN Yazarlar Derneği üyesi olan ve halen İstanbul’da yaşamını yazarlık ile sürdürmekte olan Yaşar Kemal bir çocuk babasıdır.
Roman ve öykülerinden yapılan uyarlamalarla çağdaş Türk tiyatrosuna da katkıları olmuştur; Yer Demir Gök Bakır, “Uzundere” adıyla 1965’te, Teneke yazarın oyunlaştırması ile Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu tarafından 1965’te ve Ağrı Dağı Efsanesi 1974’te çeşitli tiyatrolar tarafından sahnelenmiştir. Birçok yapıtı da sinemaya uyarlanmıştır. Bunlardan “Beyaz Mendil”i 1955’te Lütfü Akad; “Namus Düşmanı”nı 1957’de Ziya Metin; “Alageyik”i 1959’da, “Karacaoğlan’ın Sevdası”nı 1959’da ve “Ölüm Tarlası”nı 1966’da Atıf Yılmaz; “Ağrı Dağı Efsanesi”ni 1974’te Memduh Ün; “Yılanı Öldürseler”i 1981’de Türkan Şoray; “İnce Memed”i 1984’te Peter Ustinov ve “Yer Demir Gök Bakır”ı 1987’de Zülfü Livaneli yönetmiştir.
Seçme Romanları: İnce Memed, I. Cilt (1955), Teneke (1955), Orta Direk (1960), Yer Demir Gök Bakır (1963), Ölmez Otu (1968), İnce Memed II. Cilt (1969), Ağrıdağı Efsanesi (1970), Akçasazın Ağaları / Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974), Akçasazın Ağaları / Yusufcuk Yusuf (1975), Yılanı Öldürseler (1976), Deniz Küstü (1978), Yağmurcuk Kuşu / Kimsecik I (1980), İnce Memed, III. Cilt (1984), Kale Kapısı / Kimsecik II (1985), İnce Memed, IV. Cilt (1987), Kanın Sesi / Kimsecik III (1991), Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana / Bir Ada Hikayesi I (1997), Karıncanın Su İçtiği / Bir Ada Hikayesi II (2002), Tanyeri Horozları / Bir Ada Hikayesi III (2002)

19
Attila İLHAN
(1925 – 2005)


Her biri birbirinden güzel şiirleri ve ulusal bağımsızlık alanında ödün tanımaz düşünce yazılarıyla ülkemizin ufkunu genişleten yazarlardan olan Attila İlhan yazdığı romanlarla da Türk edebiyatına çok şey kattı. Gerek biçim gerek içerik açısından hayli farklı olan romanları bize kendi tarihimizi “aynanın içinden” gösterme çabasındaydı.
Şiirleri, düşünce yazıları ve romanlarıyla ülkemizin en tanınan ve sevilen yazarlarından biri olan Attila İlhan, 15 Haziran 1925’te İzmir’de, Menemen’de dünyaya geldi. Tam adı Attila Hamdi İlhan’dır. İlk ve orta öğretiminin büyük bir bölümünü İzmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle “yakalandığı” için 1941 Şubat’ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında kaldı, iki ay hapiste yattı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Okuma hakkını 1944 yılında danıştay kararıyla tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi’ne kaydını yaptırdı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz biçimde CHP Şiir Yarışması’na gönderdiği Cabbaroğlu Me-hemmed şiiriyle o dönemin pek çok ünlü şairini geride bırakarak ikincilik ödülünü kazandı. 1946’da liseden mezun oldu, İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Üniversite hayatının başarılı geçen yıllarında Yığın ve Gün gibi dergilerde ilk şiirleri yayınlanmaya başladı. 1948’de ilk şiir kitabı Duvar’ı kendi imkanlarıyla yayımladı.
1949 yılında, üniversite ikinci sınıftayken şair Nazım Hikmet’i kurtarma hareketine katılmak üzere ilk kez Paris’e gitti. Bu harekette aktif rol oynadı. Fransız toplumu ve orada bulunduğu çevreye ilişkin gözlemleri, daha sonraki eserlerinde yer alan birçok karakter ve olaya temel oluşturmuştur. Türkiye’ye geri dönüşünde sıklıkla başı polisle derde girdi, birkaç kez gözaltına alındı. Sansaryan Han’daki sorgulamalar; ölüm, tehlike, gerilim temalarının işlendiği eserlerinde önemli rol oynamıştır.
1951 yılında Gerçek gazetesindeki bir yazısından dolayı kovuşturmaya uğrayınca tekrar Paris’e gitti. Burada Fransızca öğrendi Marksizm’le tanıştı. 1950’li yılları İstanbul – İzmir – Paris üçgeni içerisinde geçiren Attila İlhan, bu dönemde adını yavaş yavaş Türkiye çapında duyurmaya başladı. Yurda döndükten sonra Hukuk Fakültesi’ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliğe başlayarak öğrenimini yarıda bıraktı. Sinemayla olan ilişkisi yine bu dönemde, 1953’te Vatan gazetesinde sinema eleştirileri yazmasıyla başladı.
1957’de gittiği Erzincan’da askerliğini yaptıktan sonra tekrar İstanbul’a dönen Attila İlhan, sinema çalışmalarına ağırlık verdi. On beşe yakın senaryoya “Ali Kaptanoğlu” adıyla imza attı. Sinemada aradığını bulamayınca 1960’ta Paris’e geri döndü. Sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu incelediği bu dönemin ardından, babasının ölmesiyle birlikte İzmir’de yaşamaya başladı. İzmir’de kaldığı sekiz yıl soyunca Demokrat İzmir gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yaptı. Aynı yıllarda şiir kitabı Yasak Sevişmek ve Aynanın İçindekiler roman serisinden Bıçağın Ucu yayınlandı. 1968’de evlendi, on beş yıl evli kaldı.
1973’te Bilgi Yayınevi’nin danışmanlığını üstlenerek Ankara’ya taşındı. Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak romanlarını Ankara’da yazdı. 1981’e kadar Ankara’da kalan yazar Fena Halde Leman adlı romanını tamamladıktan sonra İstanbul’a yerleşti. İstanbul’da gazetecilik serüveni Milliyet ve Gelişim Yayınları ile devam etti. Bir süre Güneş gazetesinde yazan Attila İlhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996 yılından itibaren köşe yazılarını Cumhuriyet gazetesinde sürdürdü. 1970’lerde Türkiye’de televizyon yayınının başlaması ve geniş kitlelere ulaşmasıyla beraber Attila İlhan da tekrar senaryo yazmaya başladı. Senaryolarını yazdığı Sekiz Sütuna Manşet, Kartallar Yüksek Uçar ve Yarın Artık Bugündür halk tarafından beğeniyle izlenilen diziler oldu.
Attila İlhan ilk kalp krizini 1985 yılında geçirdi. Bu tarihten sonra kardiyolojik sorunları devam eden İlhan’ın 2004’ten itibaren sağlık durumu daha da bozuldu. 10 Ekim 2005’te İstanbul’daki evinde geçirdiği ikinci kalp krizi sonucu hayata veda ettiğinde 80 yaşındaydı. Şair ve yazar Attila İlhan’ın kabri İstanbul’da, Aşiyan Mezarlığı’nda bulunmaktadır.
Romanları: Sokaktaki Adam (1953), Zenciler Birbirine Benzemez (1957), Kurtlar Sofrası (1963), Bıçağın Ucu (1973), Sırtlan Payı (1974) Yaraya Tuz Basmak (1978), Fena Halde Leman (1980), Dersaadet’te Sabah Ezanları (1981), Haco Hanım Vay (1984), O Karanlıkta Biz (1988), Allah’ın Süngüleri: Reis Paşa (2002), Allah’ın Süngüleri: Gazi Paşa (2006), O Sarışın Kurt (2007)

20
Adalet AĞAOĞLU
(1929 – )


Siyasi kavgalarla birlikte en derin aşklar, çığlık çığlığa haykıran oyun kahramanlarının yanı sıra çıtını çıkarmadan da yaşayabilen kadın karakterler Adalet Ağaoğlu ile girdi Türk edebiyatına. Bir yandan tiyatro oyunlarıyla, bir yandan romanlarıyla tüm bir kuşağın kadınlarının sancılarını seslendirdi yazar Adalet Ağaoğlu…
1929’da Ankara’nın Nallıhan ilçesinde doğdu. Dört çocuklu bir ailenin tek kızı ve oyuncu Güner Sümer’in (1936 – 1977) ablasıdır. Ortaöğrenimini 1946’da Ankara Kız Lisesi’nde tamamladı. 1950’de Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Açılan bir sınavla Ankara Radyosu’na girdi. 1951-1971 yılları arasında TRT’de çeşitli görevlerde bulundu. Aynı dönemde oyuncu ve yönetmen dört arkadaşıyla birlikte (Kartal Tibet, Üner İlsever, Çetin Köroğlu, Nur Sabuncu) Ankara’nın ilk özel tiyatrosu olan Meydan Sahnesi’ni kurdu ve Meydan Sahne Dergisi’ni çıkardı. 12 Mart Darbesi’nin ardından, kurumun özerkliğine el konulması sonucu TRT Radyo Dairesi Başkanlığı’ndan istifa etti. Yazmaya 1946’da Ulus gazetesinde yayınlanan tiyatro eleştirileriyle başladı. 1948-1950 arasında Kaynak dergisinde şiirleri yayınlandı. Sevim Uzgören’le birlikte kaleme aldığı Bir Oyun Yazalım 1953’te Ankara Küçük Tiyatro’da sahnelendi. İlk romanının yayınladığı 1973’e kadar sadece tiyatro yazarlığıyla ilgilendi.
Adalet Ağaoğlu daha öğrencilik yıllarında başladığı yazarlığı 1970’den sonra tek mesleği olarak benimsedi. Radyo ve sahne oyunlarını romanlar, öykü, anı ve deneme kitapları izledi. Bu çalışmalarında hayatın değişim ve dönüşümlerine duyarlı yaklaşımıyla dikkat çekti. Doğa, toplum, zaman ilişkisinin insanın iç dünyasındaki yansımalarını irdeledi. Toplumsal değişimler karşısında edebiyatın yapısal durumu bakımından da arayışçı davrandı; kendine özgü anlatım biçimleri geliştirdi.
1973’ten sonra çalışmalarını öykü ve romanda yoğunlaştırdı. Eserlerinde toplumun çalkantılı dönemlerini ve bu dönemlerin bireyler üzerindeki etkilerini irdeledi. Konularının yanı sıra eserlerinin biçimsel yetkinliğiyle, özellikle ayrıntıları değerlendirişi ve geriye dönüşler ya da iç monologlar gibi değişik tekniklerden yararlanmadaki başarısıyla dikkat çekti. İlk romanı “Ölmeye Yatmak” 1973’te basıldı. Çeşitli kitapları ve yazıları nedeniyle birçok kez hakkında dava açıldı ve kovuşturmaya uğradı. Adalet Ağaoğlu hakkındaki yazıları bir araya getiren arşiv, eşi Halim Ağaoğlu tarafından hazırlanmış ve 2003’te Adalet Ağaoğlu’nun yazarlığının 55. yılı anısına Herkes Kendi Kitabının İçini Tanır adı ile basılmıştır. Adalet Ağaoğlu İstanbul’da yaşamaktadır.
Romanları: Ölmeye Yatmak (1973), Fikrimin İnce Gülü (1976), Bir Düğün Gecesi (1979), Yazsonu (1980), Üç Beş Kişi (1984), Hayır… (1987), Ruh Üşümesi (1991), Romantik Bir Viyana Yazı (1993)
Ödülleri:
1974 Türk Dil Kurumu Tiyatro Ödülü (Üç Oyun)
1975 Sait Faik Hikaye Armağanı (Yüksek Gerilim)
1979 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü (Bir Düğün Gecesi)
1980 Orhan Kemal Roman Armağanı (Bir Düğün Gecesi)
1980 Madaralı Roman Ödülü (Çok Uzak-Fazla Yakın)
1992 Türkiye İş Bankası Edebiyat Büyük Ödülü (Tiyatro oyunlarıyla) 1997 Aydın Doğan Vakfı Roman Ödülü (Romantik Bir Viyana Yazı) 1995 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat (Edebiyat) Büyük Ödülü

21
Fakir BAYKURT
(1929 – 1999)


Fakir Baykurt sadece yaşamanın bile bazen mücadele gerektirdiği bir ülkede bir de yazar olmanın çilesini çekti yıllarca. Yazdığı romanlarla “köy romanı” adı verilen türün ortaya çıkmasına öncülük etti ve hayatı bir de köylülerin ağzından dinletti bize…
Fakir Baykurt (Tahir Baykurt) Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy’de doğdu. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber kendi anlatımı ile 1929 yılında haziran ortası olduğu varsayılmaktadır. Tahir Baykurt’un annesinin adı Elif, babasının adı Veli’dir. Doğduğunda ona savaşta vurulup geri dönmeyen amcasına atfen Tahir ismi verildi. İlkokulu bitirdikten sonra Isparta Gönen Köy Enstitüsü’ne yazıldı. Köy enstitüsü yıllarında özellikle şiire olan ilgisi arttı, kendini okumaya verdi. Bu dönemde özellikle Türkçeye çevrilen Batı klasiklerini okudu. Fakir Baykurt, köy enstitüsündeki yıllarını ve kendisine kazandırdıklarını her zaman son derece olumlu biçimde anlattı.
Bu yıllarda Bursa Cezaevi’nde olan Nazım Hikmet’in şiirleri ise gizli gizli yayılmaktaydı. Tahir Baykurt da bu dönemde Nazım Hikmet’in şiirlerini bulup gizli gizli okuyanlardan biri oldu. Köy enstitüsü yıllarında ilk şiiri Fesleğen Kolum Eskişehir’de çıkan Türke Doğru dergisinde yayımlandı. Edebiyata olan ilgisinden dolayı enstitüde kitaplığın yönetimine seçildi ve bu sayede daha fazla okuma fırsatı buldu. 1947 yılında Köy Enstitüleri ve Kaynak dergilerinde şiirleri çıktı ve bu yıllarda önce şiirlerinde, daha sonra tüm yazılarında Fakir Baykurt adını kullanmaya başladı. 1947 yılında köy enstitüsünü başarı ile bitirdi ve Yeşilova’nın Kavacık Köyü’ne öğretmen olarak atandı.
1953 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’ne girdi ve bir sene sonra Gayret dergisinde çıkan bir yazısı nedeni ile yargılandı. 1957 yılında askere alındı ve Ankara Piyade Yedek Subay Ortaokulu’na öğretmen olarak atandı. Askerlikten sonra Şavşat Ortaokulu’nda öğretmenlik yapmaya başladı ve Yılanların Öcü adlı romanı Remzi Kitabevi tarafından basıldı. İlk romanı olan Yılların Öcü, 1958 yılında Cumhuriyet gazetesinin verdiği Yunus Nadi Roman Ödülleri’nde birinci oldu. Bunu takiben Köy ve Eğitim Yayınları tarafından Efendilik Savaşı adlı kitabı yayımlandı. Altı ay açıkta kaldıktan sonra 27 Mayıs 1960’ta Ankara İlköğretim Müfettişliği’ne atandı ve aynı yıl Efkar Tepesi adlı kitabı basıldı. 1961 yılında yazarın Yılanların Öcü adlı romanı önce tiyatroya, sonra da yönetmen Metin Erksan tarafından filme uyarlandı. Tiyatro gösterimi yasaklandı, film ise ancak Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in konuya el atması ile gösterime girdi; ama filmin gösterimi sırasında olaylar çıktı. Aynı yıl ayrıca yazarın Onuncu Köy, Karın Ağrısı, Irazca’nın Dirliği kitapları da yayımlandı.
1965 yılında Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın kuruluşuna katkıda bulundu ve genel başkan seçildi. 1970 yılında Tırpan ve Sınırdaki Ölü ile TRT Ödülü’nü kazandı. Ardından On Binlerce Kağnı adlı kitabı yayımlandı. 1971’de ordunun yönetime el koyması ile başlayan sıkıyönetim döneminde iki kere gözaltına alındı. 1974 yılında İçerdeki Oğul basıldı ve Can Parası ile Sait Faik Öykü Ödülü’nü kazandı.
1977 yılında İsveç’te öğretmen yetiştirme çalışmalarına katıldı ve Yayla romanı basıldı. Frankfurt Uluslararası Kitap Fuarı’na katıldı. Kara Ahmet Destanı ile Orhan Kemal Ödülü’nü kazandı ve Kültür Bakanlığı’na danışman oldu. 1979 yılında Tırpan adlı eseri de tiyatroya uyarlanarak Devlet Tiyatrosu tarafından İzmir, Ankara ve Antalya’da sergilendi. Baykurt, göçmen işçi konusunu incelemek üzere tekrar Almanya’ya gidip Duisburg şehrinde yaşamaya başladı.
1981’de Sakarca adlı eseri İsveç’te çizgi filme uyarlandı ve Macarca’ya çevrildi. Fakir Baykurt, 1984 yılında Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü’nü kazandı. 1985 yılında Gece Vardiyası ile Alman Endüstri Birliği BDI’nin Yazın Ödülü’nü aldı. 1986 yılında Duisburg’da öğretmenliğe başladı ve yurt dışında oluşan Türkiye Aydınlarıyla Dayanışma Girişimi’nin yönetiminde görev aldı. Ardından Duisburg Treni adlı eseri basıldı. Kopenhag’da Dünya Barış Kongresi’ne katıldı ve aynı yıl Koca Ren adlı kitabı basıldı.
Yazar Fakir Baykurt 11 Ekim 1999 Pazartesi günü, Almanya’da tedavi görmekte olduğu Essen Üniversitesi Kliniği’nde vefat etti.
Romanları: Yılanların Öcü (1954), Irazcanın Dirliği (1961), Onuncu Köy (1961), Amerikan Sargısı (1967), Tırpan (1970), Köygöçüren (1973), Keklik (1975), Kara Ahmet Destanı (1977), Yayla (1977), Yüksek Fırınlar (1983), Koca Ren (1986), Yarım Ekmek (1997), Kaplumbağalar (1980)

22
Bilge KARASU
(1930 – 1995)


Yazarların çoğu olabildiğince fazla kişiye ulaşmak, yazdıklarını herkesle paylaşmak çabasındadır. Bazı yazarlarsa adeta okur seçerler; kendilerini herkesin okumasından, anlamasından, sevmesinden gizli bir rahatsızlık duyar gibidirler. Türk edebiyatının en kendine özgü yazarlarından biri olan Bilge Karasu az yazdığı ama gerçekten “öz” yazdığı kitaplarıyla bu tür “seçkin” yazarlardan biri olmayı başarmıştır.
Ülkemiz yazarlarının en kendine özgü ve en kişisel olanlarından biri olan öykücü, romancı ve deneme yazarı Bilge Karasu 1930’da, İstanbul’da dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde öğrenim gördü. Ankara Radyosu Dış Yayınlar Servisi’nde çalıştı. 1963 yılında, Rockefeller bursuyla gittiği Avrupa’dan dönerek çevirmenliğe başladı. Ölümüne kadar Hacettepe Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştı.
Bilge Karasu bireyin sorunlarına ağırlık veren, onun günlük hayatındaki açmazlarını işleyen bir yazardır. Her insanın hayatında önemli bir yer edinen (sevgi, dostluk, yalnızlık, tutku, inanç/ inançsızlık, korku ve ölüm gibi) kavramları imgesel bir dille anlatır. Yazar günlük hayattan bahsettiği için okuyucu, hikayedeki kahramanda ya da diğer kişilerde kendinden parçalar bulur. Böylece kullanılan imgeleri de rahatlıkla bilinçaltında kendi yaşamına göre şekillendirip yorumlar, dolayısıyla hikayeyle okur arasında bir bağ oluşur. Çünkü Karasu insanla insanüstüyü, olağanla olağanüstüyü yapaylığa düşmeden, metnin doğal akışı ve hayatın kurgusal akışı içinde verir. Okurun hayal gücünü özgür bırakır. Karasu, kelimelerini özenle seçer. Dili işlenmiş, üzerinde çok çalışılmış, oynanmış bir dildir. Kullandığı arı Türkçe başka yazarlarda yapay ve zorlama dururken onun metinlerinde hoş bir tat bırakır. Çünkü ritim düşünülerek, ses düşünülerek, görsellik düşünülerek kurulmuş, kurgulanmış, kusursuz olması istenmiş bir dille yazılmıştır.
Türk edebiyatının en özgün kalemlerinden biri olan Karasu, Gece adlı kitabıyla on yılda bir verilen Pegasus Ödülü’nü kazanan tek Türk yazardır. Aynı zamanda felsefeyle de ilgilenen Karasu, metinlerinde felsefi sorunları işlemiş ya da onun metinleri felsefi incelemenin konusu olmuştur. Postmodern romanın Türkiye’deki önemli isimleri arasında değerlendirilmektedir.
İlk öykülerini Seçilmiş Hikayeler dergisinde 1950’de yayımlayan Karasu, öykülerinden derlediği ilk kitabını da 1963’te yayımladı. Aynı yıl Lawrence’tan çevirdiği Ölen Adam’la TDK Çeviri Ödülü’nü kazandı. 14 Temmuz 1995’te pankreas kanseri tedavisi sürerken Hacettepe Üniversitesi’nde yaşama veda etti. Vasiyeti üzerine, bütün yapıtlarını yayımlayan Metis Yayınları tarafından kitaplarının gelirinden elde edilen parayla onun adına bir edebiyat bursu verilmektedir.
Romanları: Gece (1985), Kılavuz (1990)
Ödülleri:
1963 Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü (D. H. Lawrence’tan çevirdiği Ölen Adam’la)
1970 Sait Faik Hikaye Armağanı (Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı ile)
1991 Pegasus Ödülü (Gece ile)
1994 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü (Ne Kitapsız Ne Kedisiz ile)

23
Leyla ERBİL
(1931 – )


Hem romanlarıyla hem de öyküleriyle Türk kadın yazarlar arasında özgün bir yere sahip olan Leyla Erbil, yazarlığı aynı zamanda yaşamı anlama mücadelesinin de bir parçası olarak gören sanatçılardan… Nobel Edebiyat Ödülü almaya aday gösterilen ilk kadın yazarımız olan Erbil, kişisel ve toplumsal her türlü boyunduruğa başkaldıran kimliğiyle tanındı.
Leyla Erbil orta sınıf bir ailenin üç kız çocuğunun ortancası olarak doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi İstanbul’da okudu. İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı bölümünde eğitim gördü. Son sınıfta buradan ayrıldı. Çeşitli işlerde çalıştı. Evlenerek bir süre Ankara ve İzmir’de oturdu. 1961’de İstanbul’a döndü. Halen İstanbul’da yaşıyor.
Yazarlığa öykülerle başladı. İlk yayınlanan öyküsü Uğraşsız’dır (Seçilmiş Hikayeler Dergisi, 1956, Ankara). Bunu Dost, Yeni Ufuklar, Yeditepe, Ataç, Papirus, Yelken vb. edebiyat dergilerinde çıkan yazı ve öyküleri takip etti. Erbil kendinden önce yerleşmiş olan edebiyat akımlarına bağlı kalmadı; roman, öykü ve düz yazı metinlerinde Ortodoks Marksistlerin karşısında yer almasıyla tanındı. Psikanalizin özgürleştirici yöntemlerinden yararlanarak dinin, ailenin, okulun ve toplumsal kalıpların ürettiği tabularla dolu ideolojilere karşı savaştı. 1956’da başlayan mücadelesini, dilin oturmuş kelime haznesi ve söz dizimi kurallarını değiştirme çabasıyla sürdürdü. Yeni bir biçim ve biçem geliştirdi. Başlıca düşünce kaynaklarını Marks ve Freud olarak belirtir.
Leyla Erbil Türkiye Sanatçılar Birliği (1970) ile Türkiye Yazarlar Sendikası’nın (1974) kurucularındandır ve PEN Yazarlar Derneği üyesidir. 1961’de Türkiye İşçi Partisi üyesi olan Erbil, partinin Sanat ve Kültür Bürosu’nda görev almıştır. 1979’da davetli olarak gittiği ABD’de kendisine Iowa Üniversitesi onur üyeliği verilmiştir. Edebiyat ödüllerine katılmayan Erbil 2000-2001 yılı Ankara Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü’nü kabul etmiş, 2002 yılında ise PEN Yazarlar Derneği tarafından Nobel Edebiyat Ödülü’ne ülkemizin ilk kadın yazar adayı olarak gösterilirken “Türk dili ve edebiyatına hakimiyeti, aynı zamanda insana, hayata ve dünyaya karşı sorumlu aydın tavrı” vurgulanmıştır.
Romanları: Tuhaf Bir Kadın (1971), Karanlığın Günü (1985), Mektup Aşkları (1988), Cüce (2001), Üç Başlı Ejderha (2005), Kalan (2011)

24
Oğuz ATAY
(1934 – 1977)


Yazdığı bir romanla ülkesinin edebiyat dünyasının çehresini değiştirebilmek elbette her yazarın hayalidir ama bunu başarabilen çok az yazar vardır. Oğuz Atay, başyapıtı “Tutunamayanlar” ile bu düşü başardı ve okuyucusuna her zaman karşılık bulacak bir soru sorup ayrıldı aramızdan: “Ben buradayım, Ey Okur, sen neredesin?”
Türk romanının büyük ustalarından biri olan Oğuz Atay, 12 Ekim 1934’te İnebolu’da doğdu. Babası Cemil Atay 6. ve 7. Dönem Sinop, 8. Dönem Kastamonu milletvekilliği yapmış bir hukukçuydu. Beş yaşındayken ailesiyle Ankara’ya taşınan yazar, 1951’de Ankara Maarif Koleji’ni, 1957’de de İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirdi ve akademik kariyer yapmayı seçerek okula devam etti. Üç yıl sonra İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (şimdiki Yıldız Teknik Üniversitesi) İnşaat Bölümü’nde öğretim üyesi oldu. 1975’te doçent olan Atay, Topografya adlı bir de mesleki kitap yazdı. Bir yandan akademisyenliğe devam eden sanatçı, bir yandan da çeşitli dergi ve gazetelerde makale ve söyleşiler yayınlıyordu. Oğuz Atay, ilk romanı Tutunamayanlar’ın 1970 yılında TRT Roman Yarışması’nı kazanması üzerine edebiyat dünyasına çok hızlı bir giriş yaptı. Romanın 1972’de yayımlanmasının ardından edebiyat dünyasında çok ateşli tartışmalar yaşandı.
Birçok eleştirmene göre Tutunamayanlar’daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır. Dönemin genel anlayışının tersine bireyin yalnızlığını ve kendi sıkıntılarına çözüm arayışlarını anlatan roman, yayımlandığı günden bu yana Türk romanının en çok ilgi gören, en çok okunan ve üzerinde en çok tartışılan romanlarından biri olmaya devam etti.
Oğuz Atay’ın büyük etki yaratan eseri Tutunamayanlar’ı 1973’te yayımlanan Tehlikeli Oyunlar adlı ikinci romanı izledi. Aynı yıl yayımlanan Oyunlarla Yaşayanlar adlı oyunu Devlet Tiyatrosu’nda da sahnelenmiştir. Öykülerini Korkuyu Beklerken başlığı altında toplayan Atay, 1911-1967 yılları arasında yaşamış Prof. Mustafa İnan’ın hayatını konu alan Bir Bilim Adamının Romanı adlı yapıtını 1975 yılında yayımladı. Sanatçı, beyninde çıkan bir tümör nedeniyle uzunca bir süre Londra’da tedavi gördü. Oğuz Atay, en büyük projesi olarak adlandırdığı “Türkiye’nin Ruhu” adlı kitabını yazamadan 13 Aralık 1977 tarihinde İstanbul’da öldü ve Edirnekapı Sakızağacı Mezarlığı’na defnedildi.
Ölümünün ardından1987’de Günlük, 1998’de ise Eylembilim adlı kitapları yayımlanmıştır. Sağlığında hiçbir kitabı ikinci baskı yapamayan Atay’ın kitapları, ölümünden sonra büyük ilgi gördü ve defalarca basıldı.
Oğuz Atay özellikle Tutunamayanlar romanında bireyin modern şehir yaşamı içinde yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka, kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, “tutunamayan” bireylerin iç dünyasını anlatır. Sanatçının yapıtları eleştiri, mizah ve ironi barındırır.
Romanları: Tutunamayanlar (1972) (Yazılışı: 1970), Tehlikeli Oyunlar (1973), Bir Bilim Adamının Romanı (1975), Korkuyu Beklerken (1975), Günlük (1987), Eylembilim (1998)
Hakkında Yazılan Kitaplar: Oğuz Atay’da Aydın Olgusu

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sabri-kalic/100-buyuk-romanci-69403198/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
100 büyük romancı Sabri Kaliç
100 büyük romancı

Sabri Kaliç

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Türkiye’nin ilk ve tek Nobel ödüllü yazarı Orhan Pamuk,

  • Добавить отзыв