Sayılarla dünya tarihi

Sayılarla dünya tarihi
Emma Marriott
Bir Nefeste Dünya Tarihi’nin Yazarından
18. yüzyıldaki çiçek hastalığı salgınında kaç kişi öldü?
1902 yılında New York’ta inşaatı devam eden gökdelen sayısı kaçtı?
Kanuni döneminde kaç bin tuğra basılmıştı?
Kartacalı General Hanibal’ın Alp Dağları’nı aşarken yanında kaç fil vardı?
1420 yılında dünyanın en büyük şehri hangisiydi?
Çin Seddi’ni inşa etmek için kaç işçi gerekmişti?
Aztekler kaç kişiyi kurban etmişti?
Milattan önce 8000’den 21. yüzyıla kadar 100 asrı aşan bir dönemi konu edinen Sayılarla Dünya Tarihi, geçmişi ve bugünü sayılar aracılığıyla birbirine bağlıyor.

Emma Marriott
Sayılarla Dünya Tarihi

Dünyamızın tarihi sayılarla anlatılabilir
Büyük sayılar bize gezegenimiz üzerinde ne kadar insanın yaşadığını veya bunların kaç milyonunun savaşlarda katledildiğini söyleyebilir. Bunun yanında, toplumların geniş göç hareketlerinden ve imparatorlukların yayılmasından, teknolojik gelişmelerin veya iklim değişikliğinin etkilerine kadar tarihin engin akışını aydınlatabilir.
Daha küçük sayılar da yine aynı oranda aydınlatıcıdır. Çünkü Batı’nın seri üretimi yapılan ilk kitabı olan Gutenberg İncili’nin sayfa sayısı ve üretim süresi ya da 1620’li yıllarda Virginia tütününden elde edilen kâr gibi dünya tarihi üzerinde doğrudan ve kalıcı etkiler bırakan tarihin gerçek ayrıntılarını görmemizi sağlarlar.
Üstelik sayılar zaman zaman aklımızı başımızdan alacak bir güce sahiptirler. Örneğin 2003’te Amerika’da yapılan bir araştırma, dünya üzerinde yaşayan her iki yüz erkekten birinin günümüzden yaklaşık 900 yıl önce yaşamış tek bir erkekle aynı genleri paylaştığını saptamıştır. Muhtemelen bu genetik ata Moğol İmparatoru Cengiz Han’dan başkası değildir.
İnsanın kurduğu ilk medeniyetlerin şekillendiği Mezopotamya düzlükleri ve İndus İmparatorluğu’ndan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemi kapsayan Sayılarla Dünya Tarihi zamanın içinde ileri geri yol alarak tarihin şaşırtıcı ve özel doğasını vurguluyor.
Bizden önce yaşamış ve ölmüş yaklaşık 107.6 milyar insanın anısına…


Teşekkür
Çok değerli yardımları ve özenli çalışmaları için Louise Dixos, Gabriella Nemeth, Steve Cox ve Rod Green’e teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca kocam Robin’e evdeki kıymetli desteği nedeniyle teşekkür ediyorum.

Giriş
Sayılar, dünyanın tarihini anlamamızda bize çok yardımcı olabilir. Olaylara boyut kazandırmaları veya kesinlikleri sayesinde, insanın bazen belirsiz ve karmaşık görünen geçmişini aydınlatabilirler. Ayrıca bize başı ya da sonu belli değilmiş ve sebep sonuç ilişkisinden bağımsızmış gibi görünen tarihi bir olayı bir anda özetleyebilir.
Sayıların bir başka özelliği de değişmezlik ve kesinliktir. Bu durum onları dünyanın tarihini kısa bir kitapla anlatmak isteyen herkes için kullanışlı bir araç kılar. Tabii burada sayıların bazen abartılmış, esnetilmiş ve hatta göz göre göre çarpıtılmış olmadığını iddia etmiyoruz. Aksine, genellikle tarihi olaylar abartılıyor ve çarpıtılıyor ne yazık ki. Böyle olunca tıpkı kelimeler gibi onlar da tarihe bakışımızı saptırabiliyor.
Bunu aklımızın bir köşesinde tuttuğumuz sürece, geçmiş için bir tür arşivleme sistemi kurarken sayılardan yararlanabiliriz. Bölümlere ayırdığımız tarihi yeniden düzenleyip derli toplu dosyalara yerleştirmeyi, sayılarla adlandırmayı çok severiz. İşte bu sayede sayılar, adeta tarihi olaylardan toplumsal hafızamıza girerek diğer olaylar unutulduktan çok sonra bile zihinlerimizde yer eder. Dünyanın 7 Harikası, Martin Luther’in 95 Tezi, Marx’ın tarihin 6 aşaması görüşü, sayıların hafızada işgal ettiği kalıcı yerin örnekleridir.
Farklı türde sayılar tarihe bakışımızı değiştirme gücüne sahiptir. Çok büyük sayılar bize dünyada ne kadar insanın yaşadığını ya da bu insanlardan ne kadarının savaşlarda katledildiğini anlatır. (Genellikle de bizi kaç milyon insanın hastalıklara, savaşlara, belki de sadece kaçık bir kral ya da liderin kaprislerine kurban gittiği gibi korkunç bir gerçeklikle yüzleştirirler.) Orta büyüklükteki sayılardan tarihteki geniş ölçekli değişiklikleri öğreniriz. Toplumların kitlesel göçlerini, imparatorlukların yükselişlerini ve çoğunlukla aniden gelen çöküşlerini, sanayileşmenin derin etkilerini ve global ekonominin büyümesini mesela…
Daha küçük sayıların da önem bakımından orta büyüklükteki sayılardan aşağı kalır yanı yoktur. Onlar da tarihte yaşanan detayları görür, devasa sonuçlar doğurabilecek küçücük değişimleri yakalayıp gözler önüne sererler. Örneğin Leonardo da Vinci’nin çizimi Vitruvius Adamı’nın mükemmel oranları, 8’lik gümüş paranın şekil özellikleri ve Amerikan Anayasası’ndaki 13. değişiklik[1 - Köleliğin kaldırılması konulu değişiklik. 6 Aralık 1865’te onaylanmıştır. (e.n.)] dünya tarihinde kalıcı etkiler bırakmıştır.
Geçmişimizin tuhaf, sıra dışı ve çoğu zaman bir rastlantıdan ibaret olma hali de sayılarla mükemmel bir şekilde gösterilebilir. Fenikelilerin sadece 1,5 gramlık Tyrian morunu elde etmek için 12.000 deniz yumuşakçası kullanması ya da devasa bir araziye sahip Louisiana’nın Amerikan Hükümeti tarafından 15 milyon dolara satın alınması gibi… Ayrıca sayılar 12 adamdan oluşan Yuvarlak Masa Şövalyeleri ya da Yedi Tepeli Roma gibi geçmişe ait masalsı veya kısmen masalsı anlatılara bir geçerlilik ve temsili önem katabilirler. Bunu yaparken en çok tercih edilen sayılar 7 ve 12’dir.
Sayılarla kuşanarak zamanda bir ileri bir geri gidebilir, farklı olayları ve başarıları karşılaştırabiliriz. Örneğin Çin Amirali Zheng He’nin 15. yüzyılda oluşturduğu donanma büyüklüğünü Batı dünyası ancak 1. Dünya Savaşı’yla yakalayacak; 1930’larda Amerika her beş kişiden birinin araba sahibi olduğu yüksek bir orana sahipken İngiltere bu oranlara ancak 1960’larda ulaşacaktı. Ayrıca sayılarla uğraşanların da hayatlarının bir anına tanıklık edebiliriz. Tarihimizi etkilemiş ve hâlâ geniş ölçüde etkilemeye devam eden astronom, filozof, mühendis, doktor ve daha nicelerinin hayatlarına odaklanarak mesela sıfır kavramını bulmak gibi çok önemli bir iş yapmış olan Hint bilgin Aryabhata’yla veya II. Dünya Savaşı’nda Enigma sistemini kurmayı başarıp bir savaşın kaderini değiştiren İngiliz matematikçilerle tanışabiliriz.
Sayılarla Dünya Tarihi medeniyetin ilk zamanlarından II. Dünya Savaşı’nın karışıklıklarına kadar uzanan bir tarihin en etkileyici insanlarını tanımamızı sağlayan bir özet olma niteliği taşıyor. Kitabı oluşturan kısa ve anlaşılması kolay bölümler, geçmişimizle ilgili size geniş bir çerçeve sunabilmek için az ve öz bir biçimde düzenlenmiştir. Aslında bunun yalnızca, hesaplanamayacak kadar geniş ve farklı bir yapıda olan engin tarih denizine atılan bir ilk adım olduğunu belirtmek gerekir elbette. Umudumuz, geçmişte yaşananları farklı bir ışıkla bir araya getirmek; ortaya insanın başarılarıyla birlikte tıpkı bu başarılar kadar önemli olan kusurlarına da tanıklık eden bir kitap çıkarmak ve tüm bunları sayılar aracılığıyla başarmaktır.

32 Yenebilir Bitki
Yaklaşık 10.000 yıl önce, yeryüzündeki yenebilir bitkilerin çoğunluğu “Bereketli Hilal” olarak bilinen bölgede doğal olarak yetişmekteydi. Pirinç, buğday, arpa ve mısır gibi tahılları içeren toplam 56 türden 32’si bu bölgedeydi. Amerika kıtasının tamamında ve Afrika’da sadece 4 bitki türü yetişirken, Batı Avrupa’da bir tek yulaf bulunuyordu. Dolayısıyla, dünyanın ilk tarım topluluklarının (günümüz sınırlarıyla konuşursak) Suriye’nin batısı, Türkiye’nin güneyi, Irak, Kuveyt, Lübnan ve İran’ın batı uçlarını kapsayan Fırat ve Dicle havzasındaki bu geniş hilal bölgesinde ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı sayılmamalı.


Resim: Bereketli Hilal. MÖ 10.000 – MÖ 4.500

Bereketli Hilal’in arpa, buğday, mercimek, soğan ve bezelyenin yabani türlerini kapsayan zengin yenilebilir bitki kaynakları, bölgenin ova ve tepelerinde yaşayan avcı-toplayıcı gruplar tarafından ekilip biçilmekteydi. Ayrıca evcilleştirmeye uygun hayvan türleri olan keçi, kuzu, domuz ve sığır da bu bölgede pek çoktu (Bu hayvanlar evcilleştirilmiş en önemli 5 hayvan türünden dört tanesidir; beşincisiyse attır). Bu zenginlik, başlangıçta bolca yağış veren ve suni sulama olmaksızın tarım yapılmasını mümkün kılan bir iklimle birleşince, toprağın işlenmesi için gereken tüm hayati koşulları sağlamaktaydı. İşte, insanların belli bir mekâna yerleşmeleri, teknik becerilerini artırmaları ve dünyanın ilk medeniyetlerini geliştirmeleri bu bolluğun sunduğu bir fırsattı.

700 Piktografik Sembol
Bilinen en eski yazı sistemi, Bereketli Hilal’in içinde yer alan Güney Mezopotamya’da, dünyanın ilk medeniyeti olan Sümer şehrinde geliştirildi. İlkel tarım faaliyetleri milattan önce 5.000-4.000 yılları arasında Sümer’de kalıcı yerleşimler kurulmasının önünü açmıştı. Bu tarım yerleşimleri önce küçük kasabalara, MÖ 3.000 yılından itibaren ise birtakım şehir devletlerine dönüştü. Bunların en büyüğü 40.000 kişilik nüfusuyla Uruk’tu.
Her Sümer şehri, ibadet yeri olmanın yanında idare ve yönetim merkezi olarak görev yapan bir tapınak kompleksine sahipti. Bu tapınaklar, topluma verilecek erzakın depolanması ve dağıtılmasından, kamusal projeler için iş gücü organizasyonundan ve Afganistan’dan gelen kalay veya Kıbrıs’tan gelen bakır gibi ham maddelerin ticaretinden sorumluydu.
Sümerler, bu karışık görevleri idare etmek ve kayıt altına almak için, yazıyı icat ettiler. İlk örnekleri Uruk şehrinde milattan önce 3.000 yılına ait kil tabletler üzerinde bulunan bu erken dönem yazma biçimi, 700’ün üzerinde piktografik sembolden oluşmaktaydı. Küçük bir grup Sümer bürokratı tarafından çoğunlukla muhasebe işlemleri için kullanılan bu yazının izleri belki de MÖ 3.330 yılından çok daha öncelere uzanmaktadır.
Zamanla Sümer yazısı daha pek çok bölgenin yanında Babil, Asur ve Pers diyarlarına yayıldı ve giderek çivi benzeri işaretlerle yazılan daha soyut sembollerden oluşan düzenlere dönüştü. Bu yazı, çivi şeklindeki çizimlerden dolayı “çiviyazısı” olarak bilinir. MÖ 2.000 yılında Uruk’un yağmalanmasından ve ardından Sümer’in Amorilerin eline geçmesinden sonra dahi çiviyazısı varlığını sürdürmüş, neredeyse 3000 yıl boyunca kullanımda kalmıştır.

60 dakika, 60 saniye
Sümer’deki bu gelişmiş idare sisteminin ihtiyaçları aynı zamanda matematik ve zamanın ölçülmesinde de gelişmelere yol açtı. Bugün hâlâ zamanı hesaplarken kullanmaya devam ettiğimiz Sümerlerin sayma sistemi 60 sayısı üstüne kuruludur ve 1 saati 60 dakikaya, 1 dakikayı ise 60 saniyeye ayırmaktadır. İleride bu sistemi kullanarak 360 derecelik çemberi bulacak olan modern insanlara öncülük eden Sümerler ayrıca 7 günden oluşan haftalık zaman dilimini tasarlamışlar ve bunun beş gününe o dönemde bilinen 5 gezegenin ismi olan Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn isimlerini; diğer iki gününeyse ayın ve güneşin isimlerini vermişlerdir.

Stonehenge’deki 82 Taş
MÖ 3.100-1.500 yılları arasında İngiltere’nin Wiltshire bölgesinde inşa edilen Stonehenge, geniş bir toprak set tarafından çevrelenmiş devasa dikili taşların dairesel düzenlemesinden oluşur. Buradaki daire biçimli iki taş sütunun ve kumtaşı bloklarının yaz ortası gün doğumundaki ışınların açısına göre ayarlanmış olması, Stonehenge’in bir ibadet yeri olarak kurulduğunu gösterir.
Öncelikle, her biri 4 ton ağırlığındaki 82 taş 240 kilometre uzaklıktaki Galler’in güneybatısından taşındı. Bir süre sonra ise, bu sefer her biri 50 ton olan 30 kumtaşı bloğu 32 kilometre öteden getirildi. Stonehenge’in nasıl inşa edildiğine dair elimizde kesin bir kaynak olmadığından, bu devasa taş blokların nasıl taşındığı tartışmaya açık bir konudur. Kimi araştırmacılar, eğer (sanki o dönemde varmış gibi) tekerlek kullanımına işaret etmektedirler; fakat tahta eksenlerin sütunların ağırlığına dayanıp dayanamayacağı şüphelidir. Taşların Galler’den önce teknelerle getirilip ardından da öküz veya insan gruplarınca çekilen kızaklarla taşınmış olması daha olası görünüyor. Ancak taşıma şekli ne olursa olsun, Stonehenge bize tarihöncesi halkların büyüklük ve zorluk açısından çarpıcı işleri anlama, tasarlama ve oluşturma becerisine sahip olduğunu göstermektedir.

Büyük Piramit’in İki Buçuk Milyon Taş Bloğu
Büyük Piramit, antik dönemde Mısırlılar tarafından Gize’de inşa edilen 3 piramitten en yükseğidir ve yüksekliği 146 metreyi bulmaktadır. Bu yapı, MÖ 2589-2566 yılları arasında yaşamış firavun Khufu’yu öbür dünyadaki hayatına hazırlamak amacıyla inşa edilmişti. Çünkü tıpkı diğer firavunlar gibi, onun da güneş tanrısı Ra’nın kutsal bir şeklide vücut bulmuş hali olduğuna inanılıyordu. Bir piramidin basamakları “tanrılara uzanan bir merdiven” gibi düşünülürdü ve sivrileşen yapısı güneş ışınlarına benzerdi. Khufu’nun Büyük Piramit’i ise bu açıdan farklıydı. Piramidin yanları basamaklar yerine dümdüz, cilalanmış kireç taşlarıyla kaplıydı. Böylece piramit, Khufu ve Ra’ya yaraşır bir şekilde, güneş ışınlarını yansıtıp kilometrelerce öteden görülebiliyordu.
Bu devasa yapıyı ortaya çıkaran iş gücü 20.000 işçi ve 6.000 zanaatkârdan oluşmaktaydı. Yapımının aşağı yukarı 20 yıl almasının dışında Büyük Piramit’le ilgili esas bilmece aşırı ağır iki buçuk milyon taş bloğun tekerlek, vinç ve kasnağın ne olduğunun bilinmediği bir bölgede nasıl hareket ettirildiğidir. Bir kısım araştırmacı bu blokların, yüzlerce kilometre ötedeki taş ocaklarından alınıp Nil Nehri üzerinden sandallarla getirildiğini düşünürken, bazıları bunların yakındaki kireç taşı ocaklarından alındığını veya bazı blokların tahta kalıplara dökülerek inşaat sahasında üretilip sonradan sadece kızak ve kaldıraç yardımıyla hareket ettirildiğini iddia ediyor. Büyük Piramit hakkında yapılan en son araştırmalar ise blokların piramidin içine yerleştirilen sarmal bir rampa kullanılarak çekildiğini açığa çıkarmıştır.

30 Mısır Hanedanlığı
Büyük Piramit, Afrika’nın kuzeydoğusundaki Nil Vadisi’nde MÖ 3.200 yıllarında kurulmuş ve 3.000 yıl boyunca hayatta kalmış Antik Mısır medeniyetinin erken bir döneminde inşa edilmiştir. Firavunlar otuz hanedanlığa ayrılırlar ve bu hanedanlıklar da Eski Krallık, Orta Krallık ve Yeni Krallık adıyla üç ana dönemde ele alınırlar. Bu hanedanlıklar MÖ 2575 yılından MÖ 30 yılına, diğer bir deyişle Mısır, Roma İmparatorluğu’nun bir parçası oluncaya kadar varlığını sürdürmüştür.

25’inci Hanedanlık
25’inci Hanedanlık döneminde Mısır, bugün Sudan Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer alan ve antik dönemdeki bir Afrika Krallığı olan Kuş’tan gelen krallarca idare edilmekteydi. Kuş kralları tüm Mısır’ı ele geçirdikten sonra yaklaşık MÖ 727 – MÖ 654 yılları arasında neredeyse bir asır boyunca firavun olarak hüküm sürmüşlerdir.

Mumyalamanın 70 günü
Mısırlılar, insanları ve kutsal hayvanları ölümden sonraki yaşam için koruma amacıyla mumyalama sanatına başvurmaktaydılar. Bu işte uygulanan en iyi teknik 70 gün sürmekte ve vücudun iç organlardan temizlenmesi ile beraber beynin demir bir kancayla burundan dışarı çıkarılması şeklinde gerçekleştirilmekteydi. Vücut daha sonra natron adı verilen bir tuz karışımıyla kurutulur, boşluklar mis kokulu maddelerle, reçine özlü ketenle ve talaşla doldurulur, sonra keten bezlerle kat kat sarılırdı. Bu katların içine tılsımlar yerleştirilir ve mumya insan şeklinde bir tabutun içine konulurdu.

Antik Mısır Ülkesi’nin 20 Katı
Bugün Pakistan ve Hindistan sınırları içerisinde yer alan İndus Nehri’nin verimli aşağı vadisinde ortaya çıkan İndus Vadisi Uygarlığı, MÖ 2.500’den başlayarak MÖ 1.700 civarına kadar sürdü. Zamanla çok gelişmiş bir şehir uygarlığı halini aldı ve zirveye çıktığı dönemde yerleşimi 1,3 kilometrekareye yayılmıştı. Antik Mısır’ın 63.000 kilometrekarelik alanıyla karşılaştırılınca, İndus İmparatorluğu çok daha genişti. Tam olarak, Mısır’ın 20 katıydı.
Yine de 1921’den önce, yani Indus şehri Harappa’nın kalıntılarının arkeologlar tarafından keşfedilmesine kadar, bu uygarlıkla ilgili hiçbir şey bilinmiyordu. Bugün bile, dört yüzün üzerinde işaret içeren alfabesi ancak kısmen çözülebilmiştir ve İndus hakkındaki pek çok önemli soru cevaplanmayı beklemektedir.
İndus yerleşimleri ile ilgili bildiğimiz ise, her biri 30.000-40.000 kişilik topluluklar barındıran Harappa ve Mohenco-daro isimli en az iki büyük şehir ve bunların yanında yüzün üzerinde köy ve kasabanın varlığıdır. Örümcek ağını andıran bir sokak planlamasına göre inşa edilen şehirler ve kasabalar, dünyanın en ileri tesisat ve lağım sistemlerinin bazılarını barındırmaktaydı. Mohenco-daro’da bulunan her evde, sokakların altından geçen tuğla kaplama kanalizasyon sistemine bağlı, sifonu tuğladan örülme bir tuvalet bulunmaktaydı.

24 Angula = 1 Hasta
İndus yerleşimlerindeki şehir planlamacılığının konformizmi, saksılardan günlük eşyalara, yazıdan ağırlığa her şeyin standartlaşmasında kendini göstermekteydi. İndus medeniyetinin ölçü birimine “hasta” denirdi. Dirsekten orta parmağa kadar olan aranın hesaplanmasından oluşan bu uzunluk aşağı yukarı 45 santimetreydi. İnsanlığın evrensel bir ölçüsü haline gelen “hasta”, 24 “angula”ya eş değerdi ve Sümer’deki cubitin bir benzeriydi.

282 Kanun
Babil İmparatorluğu’ndan asla ayrı düşünülemeyecek bir isim, MÖ 1.795 civarı ila MÖ 1.750 yılları arasında yaşamış olan Kral VI. Hammurabi’dir. Babil’i gücünün doruğuna çıkaran ve Mezopotamya düzlüğünün tamamına hükmeden Hammurabi, ününü dünyanın ilk kanunlarını yazmasına borçludur. Hammurabi Kanunları insan boyutundaki dikili taşlar ve çeşitli kil tabletler üzerinde yer almaktaydı. Bu yazıtlar, var olan yargıların kaydedilmesi ve halk tarafından görülmesi içindi. 282 maddeden oluşan bu kanun sistemi, maaş ödemeleri ve boşanmadan askerlik hizmetine kadar pek çok konuyu ve diğer Antik Dönem uygarlıkları gibi Babil toplumunun da sırtını dayadığı köleliğin düzenlemelerini kapsamlı bir şekilde ele almaktaydı. En iyi bilinen hükmü ise göze gözdür: “Eğer bir adam başka bir adamın gözünü çıkarmışsa, onun da gözü çıkmalıdır.” Tabii eğer zarar gören kişi halktan bir kişi veya bir köle ise, uygulanan cezada indirime gidilmekteydi.

Dünyanın Yedi Harikası
Mısırlılar tarafından Gize’de inşa edilen piramitler dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilmekteydi. Antik Yunanistan’da yaşayan bilginler dünyadaki en etkileyici yapılardan oluşan pek çok liste hazırlamışlardı. Sonuncu liste ise aşağıdakilerden oluşuyordu:


1 Gize Piramitleri – Milattan önce yaklaşık 2.600 yılında yapılmış bu yapıların günümüze kadar ayakta kalmasına pek şaşmamak lazım.


2 Babil’in Asma Bahçeleri – Kat kat yükselen bir kuleyi andıran bu bahçelerin II. Nebukadnezar tarafından milattan önce 600 yıllarında günümüzde Irak olarak bilinen bölgede yaptırıldığı iddia edilmektedir. Pek çok akademisyen ise bu bahçelerin tamamen hayal ürünü olduğunu düşünüyor.


3 Olimpia’daki Zeus Heykeli – Bu büyük heykel milattan önce 5. yüzyılın ortalarından itibaren 800 yıl boyunca Olimpia Tapınağı’nı süslemiştir.


4 Efes’teki Artemis Tapınağı – Tanrıça Artemis’e adanan bu Yunan tapınağı Türkiye’nin Efes bölgesinde yer almıştı. 3 kere yeniden inşa edilen bu tapınak, 401 yılında geri dönüşü olmayacak şekilde yıktırılmıştır.


5 Halikarnas Mozolesi – Türkiye’nin Bodrum/Halikarnas bölgesinde yer almış olan bu yapı yaklaşık olarak MÖ 350 yılında Pers Hükümdarı Mausollos ve Karia’lı II. Artemis adına kabir olarak inşa edilmiştir.


6 Rodos Heykeli – Bronzdan yapılma bu devasa heykel Rodos limanında yer almaktaydı. MÖ 280 yılı civarında bitirildiğinde, 30 metre yükseklikle antik dünyanın en yüksek heykeliydi.


7 İskenderiye Feneri – Mısır Hükümdarı II. Ptolemaios için MÖ 280 – MÖ 247 yılları arasında inşa edilen bu deniz feneri, İskenderiye yakınındaki Faros adasında yer alıyordu.

10.000 Kil Tablet

Çivi Yazılı Bir Hitit Tableti

Hititler, günümüzde Türkiye ve Suriye sınırları içerisinde yer alan bölgede bin yıl boyunca hüküm sürmüş çok güçlü bir Bronz Çağı topluluğuydu. MÖ 1.600 – MÖ 1.200 yılları arasında gücünün zirvesine ulaşan Hitit İmparatorluğu’nun, genişlik ve güç bakımından Babil ve Mısır İmparatorlukları ile eşdeğer olduğu düşünülebilir. Yine de 20. yüzyıldan önce Hititler hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmemekteydi. Tarihçilerin bu savaşçı topluluk hakkında daha fazla bilgi edinmeye başlaması, ancak 1906’da Boğazköy yakınındaki Hitit antik şehri Hattuşaş’ta yaklaşık 10.000 kil tabletin bulunmasıyla mümkün olmuştur.
Bu tabletlerdeki çiviyazısı Babil alfabesiyle ama Hitit dilinde yazılmış olduğundan, arkeologların bunları çevirmesi yaklaşık 20 yıl almıştır. Anlaşılmalarından sonra ise Hititlerin toplumsal yapısı, siyaseti, dini ve ekonomisi hakkında pek çok bilgiye ulaşılmıştır. Tarihçiler, bu tabletlerden ve az sayıdaki diğer belgelerden Hititlerin MÖ 3.000’den az bir zaman sonra kuzeyden Anadolu’ya göç etmiş vahşi bir kabile olduğunu öğrenmişlerdir. Esasen bir tarım topluluğu olan Hititlerde arıcılık da önemli bir uğraş sayılmaktaydı. Ayrıca, başarılı askerleri içinde barından bu toplum, at üstünde savaşan ve avlanan ilk insan gruplarından bir tanesiydi. Hitit İmparatorluğu gücünün zirvesindeyken, neredeyse günümüzde İsrail’de yer alan Kenan’a kadar uzanmış ve Suriye bölgesini elinde bulundurmuştu. Suriye üzerindeki rekabet meşhur bir savaşa yol açacak ve Mısır Firavunu II. Ramses ile Hitit Kralı Muvatallis’i MÖ 1.300 civarında Kadeş’te karşı karşıya getirecekti.

İlk Demir Üreticileri
Büyük çapta demir üretimi gerçekleştiren ve bu yolla alet ve silah elde eden ilk insan topluluğunun Hititler olduğu düşünülmektedir. MÖ 2.500 yıllarından itibaren demir üretimine geçen Hititler, MÖ 1.400’lü yıllarda yeni bir eritme ve sertleştirme yöntemi geliştirerek demiri sağlamlaştırmışlardır. Birkaç yüzyıl geçtikten sonra bile, diğer medeniyetlerde bu çapta bir demir üretimi görülmeyecekti.

1.300 Odalı Labirent

Knossos Sarayı

Girit’in kuzey sahilinde bulunan Knossos Sarayı, Minoslular tarafından inşa edilen 4 muhteşem saraydan en büyüğüdür. Yaklaşık olarak MÖ 1.700’de inşa edilen bu saraylar, Girit’in 4 küçük krallığının merkezleriydi. 5 katlı bir yapıya sahip olan Knossos Sarayı, hepsi merkezdeki iç avlu etrafına dizilmiş yaşam alanları, ibadet ve eğlence yerleri, atölyeler ve depolardan oluşan 1.300 odalı bir labirentti. Buradaki karmaşık tasarımın, Kral Minos’un yarı insan yarı boğa bir canavar olan Minator’u yeraltına hapsettiği Yunan destanı Labirent’e ilham verdiği söylenmektedir.
Knossos, Malya, Festos ve Kaktos dahil tüm Girit sarayları, Minosluların Akdeniz çapında gerçekleştirdikleri zeytinyağı, şarap ve kumaş ticaretinden elde edilen gelirle inşa edilmiştir. MÖ 3.000 yıllarında ortaya çıkan Minoslular, Avrupa’daki ilk medeniyeti yaratmış ve geriye sadece büyük saraylar değil, kaliteli çömlekçilik ve metal işleme yöntemleri de bırakmışlardır.
Minos uygarlığının MÖ 1.450 yılı civarında çökmesi, Mikenlerin Yunanistan anakarasından ilerleyerek Girit’i ve Minos deniz ticaretini ele geçirmelerine fırsat vermiştir. Rodos’ta, Kıbrıs’ta ve Anadolu’nun güneybatı kıyılarında koloniler kuran Mikenler, sonrasında Ege’de yaşanan genel kargaşa hali yüzünden MÖ 1.220 yılı civarında beklenmedik bir çöküşe uğramışlardır. Minos ve Miken medeniyetleri, Antik Yunan döneminde, haklarında pek çok mit ve efsane üretilen kayıp ve çok değerli medeniyetlerdi. Bu efsanelerden bir tanesi Truva şehrinin Mikenler tarafından yağmalanmasıdır. Yunan şairi Homeros bu efsaneyi İlyada isimli eserinde anlatmıştır.

12.000 Adet Deniz Yumuşakçası
Tyrian moru ya da imparatorluk moru da denen renk, antik dönemde türlü deniz yumuşakçalarının ve özellikle de iskerletin[2 - İskerlet: Dikenli salyangoz. (e.n.)] salgı bezlerinden elde edilmekteydi. Sadece bir buçuk gram mor boya elde etmek için yaklaşık 12.000 deniz yumuşakçasına ihtiyaç duyuluyordu. Bu süreç o kadar emek gerektiriyordu ki mor dokuma ürünleri akıl almaz fiyatlara satılır olmuştu. Mor, kraliyet ve gücü temsil eden, son derece pahalı ve lüks bir üründü. Mor renkli nesneler sonraki dönemlerde yüksek sınıftan Romalılarca ve din adamlarınca tercih edilecekti.
İsimlerini Yunancada “mor” için kullanılan sözcükten alan Fenikeliler, Doğu Akdeniz’de önemli bir ticari ve sömürgeci güçtü ve mor dokuma ürünleriyle tanınmaktaydılar. Antik yazarlar, Fenike şehri Sur’dan bahsederken, kocaman teknelerde çürümeye bırakılmış yumuşakçaların dayanılamayacak kadar pis ve kötü bir koku yaydığını bile yazmışlardır.
Mor dokuma ürünleri, cam eşyalar, altın ve gümüş süsler gibi lüks ürünlerin ticareti Fenikelilerin MÖ 1.000 yıllarında doruğa ulaşan servetinin temelini oluşturmaktaydı. Bir deniz gücü olan Fenike, Kıbrıs’ta, Afrika kıyısının tamamında ve en önemlisi MÖ 814’te Kartaca’da koloniler kurmuştu. MÖ 322’ye geldiğimizde ise Sur şehri yağmalanacak ve Fenike, Büyük İskender’in Yunan dünyasının bir parçası haline gelecekti. (bk. sayfa 35-36)

100.000 Kehanet Kemiği
Çin’in bilinen ilk hanedanı olan Shang Hanedanı ile ilgili sahip olduğumuz bilgilerin çoğu, MÖ 1.500 yıllarında buldukları gelişmiş bir piktografik yazı sisteminden gelmektedir. İki binin üzerinde sembolden oluşan bu yazı, bugün Pekin’in güneybatısında yer alan Shang başkenti Anyang’daki 100.000 kehanet kemiğinin üzerine işlenmiştir. Bu kemikler çoğunlukla kaplumbağa kabuğu veya öküz kürekkemiğidir.
Shang kralları geleceği görmek adına bir kemiğin üzerine sorular yazar, sonra da kızgın bir maşayla bu kemiği ezerek onu birtakım parçalara ayırırlardı. Bu parçalar bir kâhin tarafından yorumlanır ve cevaplar bir kemiğin üstüne işlenirdi. Soruların büyük bir kısmı hava, ekinler, avcılık veya savaşla ilgiliydi; fakat kralın diş ağrısının nasıl giderileceği gibi daha özel sorular da yok değildi.
Geleneksel olarak Shang Hanedanı’nın ortaya çıktığı yıl olarak kabul edilen MÖ 1.766 tarihinden önce, yazılı kayıtların yokluğu nedeniyle, Çin’de hayatın nasıl olduğuyla ilgili pek az şey bilinmektedir. Aşağı yukarı 13.000 sene önce Çin’de, insanların Yangtze Nehri yakınlarında toplandıkları ve pirinç yedikleri tahmin edilmektedir. Ayrıca Kuzey Çin’de, MÖ 5.000 yılı civarında Sarı Nehir bölgesindeki taşkın yataklarında tarım yapıldığına dair bulgular vardır. Taş aletlerin ve bronz ocaklarının varlığının keşfedilmesi sebebiyle bazı tarihçiler, Sarı Nehir vadisinde MÖ 2.100 yıllarında ortaya çıkmış, Xia isminde, Shang Hanedanı’ndan daha eski bir hanedanın bulunduğunu düşünmektedirler. Başka tarihçilere göre ise bu bir efsaneden ibarettir.

Zodyak’ın 12 İşareti
Babillilerin kaderlerini anlamak arzusuyla yıldızları incelemesi, bilim ve astronomi alanlarında yeni gelişmelere yol açmıştır. MÖ 1.000 yılına gelindiğinde ay tutulmaları tahmin edilebilmekteydi. Üstelik birtakım gezegenlerin takip ettikleri yörüngeler de şaşırtıcı bir doğrulukla haritaya aktarılmıştı. Milattan önceki ilk bin yılın içinde Babilli gökbilimciler, dünyanın yörüngesinin düzlemini ve güneşin gökyüzünde görünürde kat ettiği yıllık mesafeyi 12 eşit dilime ayırmışlardı. Her biri 30 derece olan bu dilimler, toplanınca 360 derece yapmaktaydı. Mısır, Hint ve Yunan düşüncelerine ve pek çok başka alana giren Zodyak adlı bu sistemin sembolleri, Mezopotamya’dakilerle inanılmaz derecede benzerdir. Mesela, Cennetin Boğası olan “Gu Anna” Boğa burcuna, Koca İkizler olan “Mastabba Bagal” İkizler burcuna, Akrep olan “Gitab” ise Akrep burcuna denktir.

İsrail’in 10 Kayıp Kabilesi
MÖ 722 yılı civarında Asurlular İsrailli 12 kabileden 10 tanesini antik Kuzey İsrail Krallığı’ndan sürmüşlerdir. Zamanla başka halklar tarafından asimile edilen ve tarihte kaybolan bu kabileler “İsrail’in 10 Kayıp Kabilesi” olarak anılırlar. Bazı dindar gruplar uzun zamandır kayıp olan bu kabilelerin gelecekte Mesih gibi geri dönecekleriyle ilgili umutlar beslerlerken, diğer bazı gruplar, bu kabilelerden geldiklerini iddia etmektedirler. Birçok kişi ise bu hikâyenin tamamen hayal ürünü olduğunu düşünmektedir.
Bu efsanenin kökleri Asur Kralı II. Sargon’un (MÖ 722 – MÖ 705) İsrail’i ele geçirerek bir Asur eyaletine dönüştürmesinden ve 30.000 Yahudi’yi sürgün etmesine dayanır. MÖ 14. yüzyılda Babil yönetimden kopan Asurlular, hem azılı savaşçılardı hem de silah yapımı konusunda son derece yaratıcılardı. MÖ 7. yüzyıla gelindiğinde, esas yurtları Kuzey Mezopotamya’nın çok daha ötesine uzanmış, bir tarafta İran Körfezi’ne dayanan bir tarafta ise Mısır’ı kapsayan devasa bir imparatorluk kurmuşlardır. Büyük Asur krallarının sonuncularından Ashurbanipal (MÖ 668 – MÖ 627) başkent Ninova’da Orta Doğu’nun binlerce kil tablet içeren ilk organize kütüphanesini kurmuştur. Bu çivi yazılı tabletlerin 20.720 tanesi Londra’daki British Museum’da yer almaktadır.

7 Nehrin Ülkesi
Hint el yazmalarının en eskisi olan Rigveda, “Yedi Nehrin Ülkesi” denen ve Hindistan’da İndus vadisinin kuzey kesiminde yer alan coğrafi bölgeye ismini vermiştir. MÖ 1.400 – MÖ 1.000 yılları arasında oluşturulan Rigveda, “Veda” (bilgi) ismindeki bir Hint ilahileri ve kutsal metinleri koleksiyonunun ilk kısmını oluşturmaktadır. Bu ilahiler ve kutsal metinler, ileride birkaç modern dile birden evrilecek olan Sanskritçeyle yazılmışlardır.
“Veda” tarzındaki inanışlar Hinduizm’in habercisi sayılır. Şiir ve ilahileriyle “Veda”, ateşin simgesi Agni, yağmurun simgesi Indra, dostluğun simgesi Mitra ve dilin simgesi Vach gibi çok sayıda tanrıyı över. “Veda” inancının merkezinde kurban etme ayinleri ve soma bitkisinin halüsinojenik özsuyunun kullanılması vardır. “Veda” ilahileri cenaze törenlerinde, geleneksel düğünlerde veya tapınak ayinlerinde okunmaya devam etse de, “Veda” yazıları modern Hinduizm’de diğer kutsal metinlere göre daha az önemlidir.

1.8 Milyon Kelime
Sanskritçe yazılmış destansı şiir Mahabharata dünya edebiyatındaki en uzun metindir. Tarihi milattan önce bin yılına kadar uzanan bu metin, son halini 400 yılı civarında almıştır. Birçok mitolojik ve ahlaki öyküden oluşmaktadır ve esasen iki asil kuzen arasındaki bir kavganın çevresinde şekillenmiştir. 18 parvana (kısma) ayrılan ve neredeyse 100.000 beyit ve 1,8 milyon kelime içeren bu eser, Homeros’un İlyada ve Odysseia eserlerinin toplam uzunluğunun 8 katı uzunluktadır. Mahabharata, Hinduizm’in gelişimi üzerine çok önemli bir kaynak olarak değerlendirilmekle beraber Hindular tarafından bir “dharma” (Hint ahlak yasası) metni olarak görülmektedir.

40 Tonluk Dev Başlar
Amerika kıtasının bilinen ilk medeniyetini yaratan Olmekler olağanüstü sanatçılardı. Geride bıraktıkları en önemli mirasları kafa şeklinde devasa heykellerdi. Bu heykellerden tespit edilmiş olan on yedisi Meksika Körfezi kıyısında çeşitli yerlerde bulunmaktadır. Üzerlerinde miğfer veya baş süsü taşıyan bu kafaların her biri farklı bir görünüşe ve kişiliğe sahiptir. Dolayısıyla bu heykellerin farklı hükümdarları temsil ettikleri düşünülmektedir. En büyükleri 3 metre yüksekliğindedir ve La Cobata’da keşfedilmiştir.
Bu büyüklükteki diğer antik eserler gibi bu dev yapıların da yaratılması ve taşınması hatırı sayılır becerilerdir. Kafaların oyulması için kullanılan büyük bazalt parçaları 80 kilometre uzaklıktan nehir vasıtasıyla getirilmiştir. Bu parçaların taşınması sırasında sallar, kızaklar ve kaldıraçlar kullanılmıştır. Oymacılar, metal aletler bilinmediğinden, basit taş çekiçler kullanmışlardır.
Bu kafalar genellikle büyük toprak piramitlerin yanında bulunan geniş tören alanlarının içinde yer almaktadır. MÖ 1.500 yılı civarında ortaya çıkan Olmekler kendilerinden sonra gelen Orta Amerika kültürlerini etkilemişlerdir. Bu kültürlerden bir tanesi, MÖ 400 yıllarında onların yerini alacak olan Mayalardır. (bk. sayfa 57-58)

Roma’nın 7 Tepesi
Antik Roma’nın yedi tepe üzerine kurulmuş olduğu söylenir. Bu tepeler şunlardır: Merkezdeki Platine, Aventine, Capitol, aslında bir volkanik yükseltinin uçurumları olan Kuirinal, Viminal, Eskuiline ve Caelian. Bu tepelere ve çevrelerindeki bölgeye ilk yerleşenler Latinler, Etrüskler ve Sabinlerdir. Milattan önce 7. ve. 8. yüzyıllarda İtalya’ya egemen olan Etrüsklerin sanat ve mimari bakımından Roma üzerinde izleri vardır.
Roma geleneğine göre MÖ 753 yılında kurulduğu kabul edilen Roma şehrinin ilk kralı ve kurucusu Romulus’tur. Roma’nın kuruluşuyla ilgili mitlerde, Romulus’un yeni şehrin konumuyla ilgili ikiz kardeşi Remus’la kavga ettiği ve bunun sonucunda Remus’un öldüğü anlatılır. Romulus’un ardından tahta Latin ve Etrüsk kökenli 6 kral daha geçmiştir. Efsaneye göre, acımasız bir kral olan Lucius Tarquinius Superbus MÖ 509 yılında bir grup soylu tarafından tahttan indirilmiş ve sonrasında Roma’da cumhuriyet kurulmuştur.
Roma’nın gücü ve ünü sebebiyle dünyanın farklı şehirleri Roma’ya imrenmiş ve “o ebedi şehri” taklit etmiştir: Başka pek çokları gibi, Kudüs, Lizbon, Barselona, İstanbul ve Moskova’nın de yedi tepe üzerinde yükseldiği iddia edilmiştir.

Dünya Nüfusunun 1/5’i
Doğuda Kuzey Hindistan’dan batıda Türkiye’ye kadar 4.000 kilometre boyunca uzanan Pers İmparatorluğu dünyanın görmüş olduğu en büyük, en zengin ve en güçlü imparatorluklardan bir tanesidir. Kurucusunun adı Akhamenes olduğu için Akhameniş İmparatorluğu adıyla da anılan bu geniş imparatorluğun büyük bir kısmı, II. Kiros tarafından 10 yıldan biraz fazla bir süre içinde meydana getirilmiştir. Kiros, MÖ 559’da gücü eline almasından sonra, bir Hint-Avrupa topluluğu olan Medlerin bölgesine saldırarak Asur Ülkesi’ni almıştır. Orduları İyonya’daki Yunan şehirlerini ve Babil’i zapt ettikten sonra, MÖ 529’da imparatorluğun sınırları Hindistan’a dayanmıştır. İşte bu dönemde Kiros’un imparatorluğu dünya nüfusunun beşte birinden fazlasına hükmetmekteydi.

2,400 Kilometrelik Kraliyet Yolu
MÖ 522 – MÖ 486 yılları arasında yaşayan I. Darius’un dönemine gelindiğinde, Pers İmparatorluğu Mısır’ı da sınırları içine katmıştı. Bu büyük ülkeyi kontrol altında tutmak için etkili bir yönetim ve vergi sisteminin yanında bir de posta ağını hizmete sokan Darius, MÖ 500’de günümüzde İran sınırları içerisinde kalan Susa’dan Türkiye’deki Efes’e kadar uzanan 2.400 kilometrelik bir yol yaptırmıştır. Üzerinde bulunan 100’den fazla ara istasyonla yolculara konaklama imkânı sağlayan bu uçsuz bucaksız yolda seyahat etmek genellikle 90 gün sürse de, en hızlı ulaklar aynı yolu bir haftada almaktaydı. Yunan tarihçi Herodot şöyle der: “Ne kar ne yağmur ne sıcak ne de gecenin karanlığı, ulakları gidilecek yolu çarçabuk tamamlamaktan alıkoyamazdı.” Bu söz bugün Amerika Birleşik Devletleri Posta Servisi tarafından kullanılmaktadır.

Üç Dil
I. Darius’un hayat hikâyesi günümüzde İran sınırları içerisinde yer alan Behistun’da bir kayaya kazınmıştır. Üzerinde Eski Farsça, Elamice ve Babilce olmak üzere 3 dilde yazı bulunan bu kaya 19. yüzyılda keşfedilmiştir. Bilim adamları günümüz Farsçasından hareketle eski Farsçayı çözmüş olduklarından geriye kaya üzerindeki diğer iki dili çözümlemek kalmıştır. Bu kaya sayesinde antik Mezopotamya’nın çivi yazılı metinlerini modern dillere çevirmişlerdir.

Tek Tanrı
Yahudiler, Babil ve Kenan’ın Persler tarafından zapt edildiği dönemlerde Kudüs’e döndüklerinde, kendilerini tek ve mutlak bir tanrı tarafından seçilmiş bir halk olarak görmeye başladılar. Kutsal yazılara göre bu “tek ve gerçek tanrı” milattan önceki ikinci bin yılın ilk yarısında çoban İbrahim’e görünmüştü.
Tektanrıcılık denen tek bir tanrıya ibadet etme biçimi, hem Bronz ve Demir çağlarının karakteristik özelliği olan birçok tanrısal varlığa tapınarak ibadet etme biçimiyle, hem de Antik Yunan ve Roma tanrılarından oluşan çok tanrılı sisteme inanarak ibadet etme biçimiyle çelişiyordu. Kendisine inanan herkesle birebir ilişki halinde olan tek ve evrensel bir tanrıya duyulan inanç, Hıristiyanlık ve İslam dinlerini de etkileyecekti. İslami gelenekte İbrahim “Peygamberlerin Babası” olarak anılır. İncil’de ise İsa’nın İbrahim’in soyundan geldiği belirtilir.

Kadınlar Toprağın Yüzde 40’ına Sahipken
Antik Yunan’ın baskın şehir devletlerinden biri olan Sparta’da kadınlar, antik dünyanın geri kalanında kendilerine asla tanınmayan bir güç ve statüye sahiptiler. Yunan filozof Aristo’dan öğrendiğimiz kadarıyla kadınlar, Sparta’daki toprakların %40’ını ellerinde bulundurmaktaydı. Her ne kadar Aristo, Sparta tarihinin erkek nüfusun düşüşte olduğu daha geç bir döneminden bahsetse de, bu oran çok çok değerlidir. Çünkü günümüzde bile küresel tahminlere göre dünyadaki kadınların ancak %10’undan azı toprak sahibidir.
Mora Yarımadası’nın güneyindeki Lakonia bölgesinde yer alan Sparta yaklaşık MÖ 700’de Antik Yunanistan’ın birinci askeri gücü konuma yükselmiştir. Sparta nüfusunun çoğunluğunu helotlar denen köle sınıfı oluşturmaktaydı. Özgür olan insanlar ve Sparta yurttaşları ise 7 yaşlarından itibaren disiplin ve fiziksel kuvvet kazanmaları amacıyla çok sıkı bir askeri eğitime tabi tutulmaktaydı. Yunan-Pers Savaşları sırasında Perslere karşı başarılı olan Yunan direnişini yönlendiren, Atina ile uzun süreli bir çatışma yaşayan ve MÖ 404’te bu çatışmadan Yunanistan’ın ve Ege’nin galibi olarak çıkan işte bu elit savaş gücüydü.
Askeri eğitime ve mükemmeliyete yönlendiren ve geniş bir köle gücünden destek alan bu sosyal sistemin eşi benzeri yoktu. Bu sistemde Spartalı kadınlara Yunan dünyasında görülmeyen bir özgürlük tanınmıştı. Spartalı kadınlar, mülk edinebilecek ve miras olarak bir oğulun payına düşenin yarısını alabilecek konuma yükselmişlerdi. Evlendiklerinde aldıkları malların en azından bir kısmını çeyiz adı altında alıyor olsalar bile, Atinalı kadınlarla karşılaştırıldıklarında çok daha zengindiler.
Genellikle babalarının ya da kocalarının evlerine hapsolmuş Atinalı kadınların aksine, Sparta’nın kadınları şehirde gezmekte, at arabası sürmekte serbestti. İstedikleri işleri yürütebiliyor, resmi olmasa da siyasette etkili olabiliyor, hatta eşleri gibi çıplak bir şekilde jimnastik yapabiliyorlardı. Özellikle sonuncusu diğer Yunanları bir hayli şoke etmekteydi.
Ayrıca, Sparta yasası bir kızın 10’lu yaşlarının sonuna gelmeden ya da bir başka deyişle 20’li yaşlarına erişmeden evlenmesini yasaklıyordu. Bu tabii ki Spartalı bir kadının dünyaya sağlıklı bir çocuk getirebilmesi, yani toplumdaki birincil görevini gerçekleştirebilmesi içindi; fakat bir yandan da kadınlar erken hamileliğin risklerinden korunmuş oluyordu. Üstelik bu yasa, kadınların ortalama yaşam süresinin erkeklerinkinden yaklaşık 10 yıl az olduğu diğer Yunan şehirlerinin aksine (diğer Yunan şehirlerinde kadınların ortalama yaşam süresi 34,6’ydı), kadınların daha uzun yaşamalarını sağlıyordu.

Antik Yunanistan’ın 4 Dönemi
Antik Yunanistan’ın tarihi genellikle 4 döneme ayrılır. Yaklaşık olarak MÖ 750 – MÖ 480 yılları arasında yaşanan Arkaik Dönem, şehir devletlerinin güçlerini artırdıkları, olimpiyatların düzenlendiği ve Yunanların İtalya’da, Fransa’da, İspanya’da, Libya’da ve Karadeniz etrafında koloniler kurdukları dönemdir. Aşağı yukarı MÖ 480 – MÖ 336 yılları arasında yaşanmış olan Klasik Dönem, Antik Yunanistan’ın en parlak devridir. Birlikte hareket eden Yunanistan, Persleri mağlup etmiş (bk. sayfa 31) ve bu zaferi kutlamak için Partenon inşa edilmiştir. Demokrasi de yine bu dönemde tesis edilmiştir. MÖ 336 – MÖ 146 yılları arasında yaşanan Helenistik Dönem’de ise Makedonya Kralı II. Philip Yunanistan’ı almış ve bunu Büyük İskender’in Yunanistan’ı yönetmesi izlemiştir. Aristo’nun önemli eserlerinin çoğunu tamamlaması, Yunan kültürünün ve dilinin Mısır ve Suriye gibi Helenistik krallıklara taşınması bu dönemde gerçekleşmiştir. Milattan önce 146 yılında başlayan Roma döneminde ise Yunanistan Roma İmparatorluğu’na dahil olmuştur.

4 Yılda Bir Olimpiyatlar
Milattan önce 730 civarından itibaren Yunanistan’daki şehirler güçlenmiş ve zenginleşmiş, Arkaik Dönem’de (MÖ 750 – MÖ 480) Atina, Sparta, Korint ve Tebai gibi şehir devletleri Yunanistan’a egemen duruma gelmişlerdi. Sık sık birbirleriyle savaşa tutuşan bu şehir devletleri dört senede bir Yunanistan’ın en saygın spor etkinliği olan olimpiyatta karşı karşıya gelmekteydiler.
İlk kez MÖ 776 tarihinde kayıt altına alınan olimpiyat en başta sadece 180 metre koşudan ibaretti. Fakat MÖ 632’ye geldiğimizde güreş, boks, pentatlon, araba ve at yarışları da programa eklenmişti. 5 gün süren olimpiyat, her ne kadar kadınlar tarafından izlenemeyen erkeklere mahsus bir etkinlik olsa da, Yunanistan’ın her tarafından binlerce seyirci toplamaktaydı. Dini olarak önemli bir festival olan olimpiyatın kapanışında oruç tutulur ve 100 adet öküz Tanrı Zeus’a kurban edilirdi.
4 yılda bir düzenlenen olimpiyatlar arasında kalan 4 yıllık süre “Olimpiyat” olarak biliniyordu ve antik Yunan takviminin temelini oluşturuyordu. İlk “Olimpiyat” MÖ 776 – MÖ 772 arasındaki 4 yıldır. Her şehir devleti kendi takvimini kullandığı için Olimpiyat, tarihleri ve geçen süreleri hesaplamakta son derece önemli bir işlev görmüştür.

Atina Ordusu 9.000 – 10. 000 / Pers Ordusu 20.000 – 100.000
Atina ordusu, Yunan-Pers Savaşları’nın dönüm noktası olan Maraton Savaşı’nda, Pers ordusuna kıyasla sayıca bir hayli azınlıkta olmasına rağmen olağanüstü bir zafer kazanmıştır. Oysa MÖ 499 yılında Pers Hükümdarı I. Darius’un orduları (bk. sayfa 30), İyonya’da Pers yönetimine karşı ayaklanan Yunan yerleşimlerinin ele geçirildiği seferde başarılı olmuşlardı.
Ne var ki Pers ordusunun şansı Atina’dan aşağı yukarı 40 kilometre uzaktaki Maraton’da Atina ordusuyla karşı karşıya geldiğinde tersine dönmüştür. Kaynaklar bize Atinalı askerlerin sayısının 9.000 ila 10.000 arasında olduğunu, Pers ordusunun ise 20.000 ila 100.000 arasında piyadeden ve muhtemelen 1.000 civarında süvariden oluştuğunu gösteriyor. Savaş esnasında Atina ordusu merkezini kasten güçsüz bırakarak en iyi Pers savaşçıların merkeze saldırmasını sağlamış ve kanatlarını güçlendirerek Pers ordusuna taarruz etmiştir. Akabinde Pers ordusu Atina ordusu tarafından kuşatılmış ve ciddi bir katliamdan geçirilmiştir.
10 yıl sonra Darius’un oğlu Serhas çok daha büyük bir güçle Yunanistan’ı yeniden işgal etmeye girişmiştir. Yunan tarihçi Herodot’un iddiasına göre 5,2 milyon adam toplanmıştır. Bu sayının bir abartı olduğu kesindir; fakat yine de Serhas’ın ordusu devasaydı. Milattan önce 480’de Atina’yı işgal edip yakmış olmalarına rağmen Persler, aynı yıl Atinalıların ve Spartalıların karşısında mağlup olmuşlardır. MÖ 479’daki mağlubiyetlerinden sonra ise Yunanistan’a yönelik Pers tehlikesi kesin olarak bitmiştir.

20 Yaşın Üzerindeki Erkek Yurttaşlar
Atina, Klasik Yunanistan’ın 5. yüzyılındaki Sparta istilasını başarılı bir şekilde püskürtmüştü. Bunun ardından Atina halkı, Atinalı zengin toprak sahiplerinin acımasız yönetimini engellemek amacıyla dünyanın ilk demokrasisini kurmuştur. Yunancada demokrasi “halkın yönetimi” anlamına gelmektedir.
Demokrasinin en temel aracı halk meclisiydi ve bu meclis 20 yaşın üzerindeki tüm erkek yurttaşlara açıktı. Bu, 120 bin ila 180 bin arası olduğu düşünülen toplam Atina nüfusunun otuz bin kadarına tekabül etmekteydi. Atina dışında doğan erkekler, sayıları özgür Atinalı erkeklerin sayısının tahminen iki katı olan köleler ve kadınlar meclisten dışlanmıştı. 6.000 dolayında Atinalı erkeğin katıldığı kitlesel meclis çoğu hafta toplansa da, Atina’daki günlük işleri yöneten bu kitlesel meclisin belirlediği 500 kişilik konsüldü. Vatandaşların doğrudan yönetimine dayanan dünyanın ilk demokrasisi Atina’da neredeyse 200 yıl boyunca yaşamıştır.

500.000 – 700.000 Papirüs Rulosu
Makedonya Kralı II. Philip’in oğlu Büyük İskender MÖ 339 yılında Yunanistan’ı ele geçirdi. Makedonyalı büyük filozof Aristo’nun öğrencisi olan İskender’in güçlü orduları Pers diyarını ele geçirdi ve Kral Darius’u MÖ 333 yılında İssos Savaşı’nda yendi. Ardından Suriye yönünde ilerleyerek Mısır’dan Kuzeybatı Hindistan’a kadar uzanan bir imparatorluk yarattılar. Bu imparatorluk dünyanın o güne değin gördüğü en büyük imparatorluktu.
İskender’in Mısır’dayken MÖ 332 yılında kurduğu İskenderiye şehri, Ptolemaios Hanedanlığı’nın himayesi altında helenistik kültür dünyasının önemli bir merkezi olmuştur. Şehir, limanındaki 91 metrelik İskenderiye Feneri’yle, Yunan mimarisine sahip devasa binalarıyla ve müzesiyle cazip bir merkezdi. Kütüphanesi ise belki de antik dünyanın en büyüğüydü ve söylenene göre Yunancada basılmış her kitabı papirüs rulosuna yazılmış halde raflarında bulundurmaktaydı. Bu kitapların sayısı 500 bin ila 700 bin arasındaydı.
Kütüphane, antik dünyanın en ünlü düşünürlerinin çalıştığı bir araştırma merkezi olan İskenderiye Müzesi’nin bir parçasıydı. Örneğin, asal sayılar, perspektif ve koniklerle ilgili çalışmalar yapmış olan Öklid, bu düşünürler arasında yer alıyordu. Öklid aynı zamanda modern geometrinin mucidiydi. Matematikçi ve mühendis Arşimet’in de onun öğrencisi olduğu düşünülür. Diğer bir İskenderiyeli olan Eratosthenes yerkürenin çevresini hesaplayan ilk insandı. Daha o dönemde bir buhar makinesi örneği geliştiren de yine bir İskenderiyeli olan Heron’du. Kütüphane pek çok yangın ve savaşa rağmen MÖ 275 yılına kadar kısmen de olsa varlığını sürdürdü ve nihayetinde tamamen yıkıldı. Büyük İskender MÖ 323’te henüz 32 yaşındayken yaşamını yitirdikten sonra, kurduğu imparatorluk Makedonyalı generaller arasında parçalara ayrıldı. Ptolemaios Hanedanlığı da bunlardan biriydi. Bu hanedanlık, MÖ 30’da Roma İmparatorluğu tarafından ele geçirilene dek tam 300 yıl boyunca Mısır’ı yönetti.

Yunan Mimarisinin 3 Üslubu

Antik Yunan mimarisinin 3 üslubu: Dor, İon ve Korint

19. yüzyıla dek Batı sanatına, özellikle de heykel ve mimari alanlarında Yunan sanatı hükmetti. Antik Yunan mimarisi stil olarak 3 üsluba ayrılır. Dor üslubunda güçlü kolonlar ve süssüz başlıklar vardır. İon üslubu daha uzun, daha ince kolonlarla ve oyma sarmalla süslenmiş başlıklarla bilinir. Korint üslubu ise kerger bitkisi yapraklarıyla ve saçaklarla süslenmiş daha derin bir başlıkla bilinir. Korint düzeninde başlık kâse şeklinde bir kratere benzer.

80 Yaş Civarlarında
Buda (aydınlanmış olan) şeklinde bilinen Sidarta Gautama’nın doğum ve ölüm tarihlerini saptamak zordur. Buda’nın yaşadığı döneme ait herhangi bir yazılı kaynak olmadığı için, (hatta ondan sonraki 400 veya 500 yıla ait de yazılı kaynak yoktur) tarihçilerin tek söyleyebildiği onun MÖ 563 – MÖ 483 yılları arasında bir yerde yaşadığıdır. Bir kaynağa göre Buda, 80 yaşındayken, dünyevi bedenini yakında terk edeceğini açıklamıştır.
Gautama, Kuzey Hindistan’da zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Buna rağmen, 29 yaşındayken, hayatın anlamını bulmak adına tüm zenginliğinden vazgeçmeye karar verdi. Bir bodhi ağacının altında otururken aydınlanma yaşadı ve o andan itibaren hayatını, öğrendiklerini başka insanlara öğretmeye adadı. Budizm ve Dharma denen öğretileri, hayattaki her olayın merkezi bir bağımlılık zinciri ile birbirine bağlı olduğunu vurgular. Dünyanın çilesinin sebebi bencil arzudur ve hayatın amacı, tam olarak “arzunun yok edilmesi” anlamına gelen “nirvana” durumuna erişmektir. Buda’nın ölümünden sonra Budizm, günümüz sınırlarıyla Sri Lanka, Tayland, Myanmar ve Tibet dahil Asya’nın pek çok bölgesine yayılacaktı. 3. yüzyıldan sonra ise Çin’e ve ardından da Kore ve Japonya’ya taşındı.
Buda’nın ölüm tarihi belli olmasa da, bedeninin yakıldığını ve küllerinin 8 ayrı kaba konularak toprak höyüklere gömüldüğünü biliyoruz. İki yüzyıl sonra Hindistan’daki Maurya İmparatoru Ashoka (bk. sayfa 48), bu kapları topraktan çıkaracak ve onları bölerek Buda adına 84.000 tane türbe inşa ettirecekti.

Konfüçyüs’ün 5 Klasiği
Bir Çin felsefesi olan Konfüçyüsçülüğün temel metinleri Konfüçyüs’ün 5 klasiği olarak bilinir. Evreni ying ve yang ismindeki iki enerjinin etkileşimi olarak gören Değişimler Kitabı’nı da (Yi Çing) barındıran bu klasikler konfüçyüsçülüğün temel değer ve inanç sistemlerini açıklar. Bu metinlerin, Çin’i MÖ 11. yüzyıldan MÖ 256’ya kadar yönetmiş olan Zhou Hanedanlığı sırasında, ünlü Çinli filozof Konfüçyüs (yaklaşık MÖ 551 – MÖ 479) tarafından yazıldığına veya gözden geçirildiğine inanılır.
Konfüçyüsçülük, Han Hanedanlığı (bk. sayfa 43) döneminde Çin’de devletin resmi dini haline gelecek ve Tang Hanedanlığı (bk. sayfa 59-60) sırasında da yeniden canlanacaktı. Günümüzde, çoğunluğu Çin, Kore, Japonya ve Vietnam’da olmak üzere 6 milyonun üzerinde Konfüçyüsçü yaşamaktadır. En temel kavramları ahlaki olanlardır: Aileye saygı, nezaket, dosta sevgi, fazilet ve yüce insan ideali.

8.000 Toprak Asker

İmparator Qin Shi Huang’ın Toprak Ordusu

1974 yılında Çin’in Xian bölgesinde kuyu kazmakta olan çiftçiler, içinde insan boyutunda 6 bin toprak asker barındıran bir çukurla karşılaştılar. 1976’daki kazılar neticesinde iki çukur daha keşfedildi ve bir kısmı gömülü halde kalsa da, bulunan toprak heykellerin sayısı 8.000’e yaklaştı.
“Toprak Ordu” olarak bilinen bu heykeller, Çin’in ilk imparatoru Qin Shi Huang’ı ölümünden sonraki yaşamında korumaları amacıyla MÖ 210 civarında onunla beraber gömüldüler. Savaşçılar, at arabaları ve atlardan oluşan bu heykellerin yapımında ayrıntılara çok dikkat edildi. Savaşçıların ayakkabılarının tabanları bile desenli olmalıydı. Toprak savaşçılar, boy, üniforma ve saç şekli açısından rütbelerine göre farklıdırlar.
Qin Shi Huang, Qin Hanedanı’nın ilk imparatoruydu ve onun ardından gelecek Çinli yöneticiler 2.000 yıl boyunca imparator unvanını kullanacaklardı. MÖ 221 – MÖ 206 yılları arasında hüküm süren ve Çin’in ilk birleşik imparatorluğu olan bu hanedanlığın adı olan Qin, “Çin” olarak bilinen bu ülkeye ismini vermiştir. Qin Hanedanlığı sıkı bir yönetim kurmuş ve ülke genelinde aynı yazı, ağırlık ve ölçü sistemlerinin kullanılmasını sağlamıştır. Kuzey’in göçebe kabilelerinden korunma amacıyla önceden inşa edilmiş olan savunma duvarlarını birleştirerek Çin Seddi’ni ortaya çıkaran da bu hanedanlıktır. Yüz binlerce işçinin ölümü pahasına inşa edilen Çin Seddi’nin yapımında toplamda 300.000 asker ve 500.000 sivil görev almıştır.

Hanibal’ın 37 Fili
Kartaca Generali Hanibal, MÖ 264’te başlayan ve Kartaca ile Roma Cumhuriyeti arasındaki bir dizi çarpışmadan oluşan Kartaca Savaşları sırasında üne kavuşmuştur. Günümüzde Tunus kıyısında yer alan Kartaca, o dönemde önemli bir ticaret merkezi halini almış, Kuzey Afrika, İspanya ve Sicilya’da kurduğu koloniler yüzünden de önce Yunanistan, sonra da Roma’yla karşı karşıya gelmişti.
İspanya’nın kumandanı Hanibal, 30.000 asker ve 37 filden oluşan ordusuyla Pireneler’i ve Alp Dağları’nı aşıp Kuzey İtalya’ya girerek İkinci Kartaca Savaşı’nı (MÖ 218 – MÖ 201) başlattı. Birinci Kartaca Savaşı’nda filler Kartaca ordusu tarafından çok etkili bir şekilde kullanılmıştı; fakat bu kez uzun ve riskli yürüyüşün sonunda sadece tek bir fil hayatta kalmıştı. Bu filin adı Suriyeli anlamına gelen “Surus” idi ve Hanibal’ın sürdüğü fildi.
Hanibal İtalya’ya vardıktan sonra Romalıları üst üste bozguna uğrattı. Bunlardan bir tanesi Roma’nın aldığı en büyük mağlubiyetlerden biri sayılan ve 50.000 ila 70.000 arasında Roma askerinin öldüğü MÖ 216’daki Cannae Muharebesi’dir. Yine de Hanibal Roma’ya son darbeyi indiremedi. Romalılar MÖ 146’da Kartaca’yı ellerine geçirdiklerinde 200.000 kişiyi katledip geriye kalan 50.000 kişiyi de köle olarak sattılar.
Bundan sonra Roma Cumhuriyeti, Kartaca kolonilerini ele geçirmesi ve Makedon Savaşları’nda başarılı olması neticesinde Makedonya, Yunanistan ve Galya’nın bir kısmında söz sahibi olup gücünü artırdı. Fakat Romalıların doğuya dair umutları MÖ 53’te Carrhea Savaşı’yla yıkıldı. Bugünün sınırlarıyla konuşursak, merkezi Kuzey İran’da olan ve Güneydoğu Türkiye’den Doğu İran’a kadar uzanan bir imparatorluk kuran Partlar, bu savaş sırasında Roma ordusunu okçu süvarileriyle yendiler. Bozguna uğrayan yaklaşık 44 bin Roma askerinden sağ kurtulanlar sadece 10 bin kişi kadardı.

Her 3 Galyalıdan Birisi Katledildi
Roma Generali Jül Sezar, günümüzde Fransa ve Belçika topraklarına karşılık gelen Galya’nın tamamını Roma egemenliği altına almak için MÖ 58 – MÖ 51 yılları arasında Galyalı kabilelere karşı bir dizi sefer başlattı. İnsafsızca süregiden bu savaşlar harp meydanında 1,2 milyon ölü bırakmıştır. Bir o kadar insan da ya köleleştirilmiş ya da açlıktan ölmüştür.
Bu hesaba göre, Galya’daki her üç insandan biri öldürüldü veya kayboldu. Bir iç savaş döneminden sonra Jül Sezar, Roma’da kendini ömür boyu diktatör ilan ettirdi. Bunun ardındansa ayın tam ortasındaki gün olan “Ides” gününde, MÖ 44 senesinin Mart ayının 15’inde suikasta uğradı. Kendisinden sonra başa geçen evlatlığı Octavius oldu. Octavius, MÖ 27’den itibaren imparatorluk halini alan Roma’nın ilk imparatoru olarak kendine Augustus ismini aldı.


İpek Yolu ve Doğu-Batı arasında ticareti yapılan ürünler


6.437 Kilometrelik İpek Yolu
Adını, Çinli tacirlerin MÖ 100’den itibaren Batı dünyasına taşımaya başladıkları ipekten alan İpek Yolu, 6.437 kilometrelik antik bir karavan yoludur ve Çin’i Batı’ya bağlamıştır.
Çin’deki Han Hanedanlığı (MÖ 206 – MÖ 220) merkezi yönetimi sağlamlaştırdıktan sonra Kore ve Vietnam’ın bir kısmını ele geçirerek Çin’in sınırlarını genişletmiştir. Sanatta, bilimde ve teknolojideki (kâğıdın ve pusulanın keşfini de içeren) pek çok gelişmeye öncülük etmesine ek olarak MÖ 114 civarında İpek Yolu’nun Orta Asya’daki kısımlarını geliştirmiştir. Orta Asya’daki seyahatlerini Han imparatorlarına rapor olarak sunan ve onlara hiç bilmedikleri bir dünyayı tanıtan imparatorluk elçisi Zhang Qian (MÖ 220 – MÖ 114) bu ticaret yolunun geliştirilmesinde fazlasıyla etkin bir rol üstlenmiştir. İçlerinde Partların da olduğu Orta Asya ülkeleriyle kurulan diplomatik temaslar, Çin ile Orta ve Batı Asya arasındaki ticari ilişkileri de geliştirmiştir.
İpek Yolu, Doğu Çin’de yer alan ve şimdi Xi’an ismiyle bilinen eski başkent Chang’an’dan başlar, Kuzeybatı Çin ve İran üzerinden Doğu Akdeniz’e varırdı. Romalıların MÖ 30’da Mısır’ı almalarının ardından Avrupa, Afrika, Orta Doğu, Hindistan ve Çin arasındaki ilişkiler (ticari ilişkiler dahil olmak üzere) hiç olmadığı kadar artmıştır.

1.000 Adım
Romalılar, sürekli genişleyen imparatorlukları içerisinde, askeri birliklerin hareket etmesi ve çeşitli malların taşınması amacıyla toplamda 400.000 kilometre (250.000 mil) uzunluğunda yollar inşa etmişlerdir. Yolları inşa ederken kendi buldukları bir tür betonu kullanmışlardır ve bu sayede su geçirmez bir zemin elde edebilmişlerdir. Kurdukları düz güzergâhlı yollar bugün kullandığımız yolların temelini oluşturmaktadır. Yol hesaplamalarında mil taşı kullanılmışlardır. Bugün İngilizlerin uzunluk birimi olarak kullandıkları “mil” ise, Latincede “bin adım” anlamına gelen “mille passuum” sözünün kısaltılmış şeklidir.

4 Gospel
İncil’in Yeni Ahit bölümünde 4 gospel (Anglosakson dilinde godspell, iyi haberler anlamındaki evangelium kelimesinin bir çevirisi) yer alır. Bunlar Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’dır ve görünüşe göre 12 havariden 4’ü tarafından yazılmışlardır. İsa’nın hayatıyla ilgili bilgileri ve buna ek olarak öğretilerine dair yorumları içerirler.
Bu gospellere göre İsa, Roma İmparatoru Augustus Sezar’ın saltanatı sırasında (MÖ 27 – MÖ 14) Meryem’in oğlu olarak Celile bölgesindeki Beytüllahim’de doğdu. 27 yılı civarlarında, merhametli ve şefkatli Tanrı’dan, hayırseverlik, samimiyet ve alçakgönüllülük gibi temel ilkelerden bahsederek yakınındaki Yahudilere vaaz vermeye başladı. Vaazlarının kışkırttığı Yahudi önderleri onu Roma valisi Pontius Pilatus’a şikâyet ettiler. Pilatus ise onun çarmıha gerilerek öldürülmesi emrini verdi. 4 gospelin iddiasına göre İsa çarmıha gerildikten 3 gün sonra mezarından yükselmiştir. Bu da inananlarına onun gerçekten mesih olduğunu kanıtlamıştır.
Sonraki iki yüzyıl boyunca İsa’nın öğretisi, 4 gospelde kutsallaştırıldığı şekliyle Roma dünyasının her tarafına yayıldı. Markos muhtemelen 70 yılından önceki 10 yıllık süre zarfında kaleme alınmıştır. Gospellerin ilki ve en kısasıdır. Matta ve Luka ise biçim ve içerik bakımından Markos’a çok benzemektedir. Bu yüzden yazılmaları sırasında Markos’tan yararlanıldığı düşünülmektedir. Yeni Ahit’te yer alan 27 kitaptan 13 tanesinin yazarı olan Pavlus’un mektupları da İsa’nın öğretisinin yayılmasında etkili olmuştur. Esasen Anadolulu bir çadırcı olan Aziz Pavlus’un Hıristiyan topluluklarına adadığı mektuplar, İsa’nın ölümünden sonraki 20 yıl içinde yazılmışlardır. Bunlar günümüze ulaşan en eski Hıristiyan yazmalarıdır.
Roma yöneticilerinin bu çok tehlikeli Hıristiyanlık kültünün takipçilerine uyguladığı, özellikle Decius (MS 250) ve Diocletianus (MS 303 – MS 311) döneminde ağırlık kazanan geniş çaplı zulme karşın Hıristiyanlık, MS 381’de Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline geldi. Bu noktadan sonra ise Avrupa’nın dört bir tarafına ve hatta Avrupa’nın ötesine yayılmaya başladı.

1 Bölük 100 Adam Eder Mi?
Roma İmparatorluğu’nun temelinde sahip olduğu güçlü ordu yatmaktaydı. Bu ordunun en küçük birimine “centurio” denmekteydi ve tahmin edeceğinizin aksine 100 kişiden değil, 80 kişiden oluşmaktaydı. 6 “centurio” bir “kohort”u, 9 “kohort” ise süvari, mühendis ve subaylarla birlikte bir lejyonu meydana getirmekteydi. İmparator Hadrianus döneminde (117 –138) Roma ordusu 28 lejyonu sahaya sürebiliyordu.
Askeri garnizonların imparatorluğun her tarafına yayılması, Roma askerleri ve yerel halklar arasında kültür alışverişini zorunlu kılarak yerel halkların asimilasyonuna neden oldu. Gerçekten de Roma ordusunun sevk ettiği savaşçıların pek çoğu işgal edilen bölgelerden seçilmekteydi: İmparator Hadrianus’un ordusundaki 380.000 askerin sadece 154.000’i düzenli birlikler halindeydi. Süvari ve piyadelerden oluşan 215.000 kişilik yardımcı gücün büyük bir kısmı Roma’nın ele geçirdiği topraklardan gelmekteydi.

Roma Ordusunun 1/8’i
İmparator Claudius’un Britanya’yı 43 yılında işgal etmesinin ardından burada kurulan Roma yönetimi, Kelt kabileleri arasında yoğun bir tepkiyle karşılandı. Bu nedenle, Roma ordusunun sekizde biri Britanya’da konuşlandırıldı. Milattan sonra 1. yüzyılda ortaya çıkan kabile ayaklanmalarından özellikle 60 yılındaki Iceni Ayaklanması Britanya’daki Roma hükümranlığına neredeyse son verdi. Kraliçe Boudica’nın sürüklediği bu isyan neticesinde Camulodunum (Colchester), Londra ve Verulamium (St. Albans) şehirleri yerle bir oldu. Neticede Romalılar Britanya’nın kuzey kesimlerini ele geçirmekte başarısız oldular ve İrlanda’yı işgal etmeyi akıllarından bile geçiremediler. 122 yılında ise bu sefer kendilerini korumak amacıyla İskoçya’nın savaşçı kavmi Piktlere karşı Hadrian Duvarı’nı inşa ettiler.

60 Yılda Roma Çöküyor
Roma İmparatorluğu, İmparator Trajan döneminde (98 –117) en geniş sınırlarına ulaştı. Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da hükmettiği alan 5 milyon kilometrekareyi bulmaktaydı. Bu alan yeryüzünün altıda birine denk geliyordu ve dünya nüfusunun dörtte biri burada yaşıyordu.
Fakat imparatorluğun bu engin genişliği, Avrupalı ve Asyalı düşmanların art arda gelen isyanları sonucunda Roma’nın çöküşüne sebep oldu. Örneğin, 260 yılında İmparator Valerianus Pers Sasani İmparatorluğu tarafından yenilip esir alındı. 396 yılında imparatorluk doğu ve batı olmak üzere ikiye bölündü. Doğu Roma İmparatorluğu başkent olarak Konstantinopolis’i seçti ve büyük bir gelişme kaydetti. Batı Roma İmparatorluğu ise Orta Avrupa’dan gelen topluluklarla savaşması sebebiyle zayıfladı.
Roma’nın sonu ise oldukça çabuk geldi. 406 yılında Germen kabilelerinin Ren Nehri’ni takip ederek İtalya ve Galya’ya gelmesi üzerine Batı Roma İmparatorluğu sadece 60 yıl içinde çökecekti. 439’da Kartaca Vandallara bırakıldı. 452 yılına gelindiğinde Roma İmparatorluğu Britanya ve İspanya’nın büyük bir kısmını içeren geniş bir bölgeyi tamamen kaybetti. Bu sürede nüfusunun dörtte üçünü kaybetmiş olan Roma şehri, 455 yılında Germenler tarafından yağmalandı. 476 tarihinde son Roma İmparatoru Romulus Augustus’un tahttan çekilmesiyle Batı Roma İmparatorluğu dağılmıştır.

300.000 Ölü
451 yılında Doğu Fransa’nın Champagne bölgesinde bir tarafta Romalılar ve Vizigotlardan oluşan birleşik bir ordunun, diğer taraftaysa Hunlar ve müttefiklerinin yer aldığı nihai bir savaş yaşandı. Roma İmparatorluğu’nun son askeri harekâtlarından biri olan bu savaş, Hunların ve onların korkulu lideri Attila’nın mağlubiyetiyle sonuçlandı.
Bu savaşta kaç kişinin yer aldığı ve bunlardan kaçının öldüğü bilinmiyor. Dönemin tarihçisi Hidatius’un iddiasına göre 300.000 kişi ölmüştü; fakat her iki taraf da o dönemde böyle bir gücü toplamaktan uzaktı. 450 yılında Batı’daki Roma ordusu, 50 sene önceki mevcudiyetinin ancak yarısından oluşuyordu. Son tahminler toplam savaşçı sayısının 100.000 olduğunu ve Roma-Vizigot güçleriyle Hun güçlerinin birbirlerine denk sayılabileceğini söylemektedir. Kaç kişinin öldüğü bir tahminden öteye gidemese de, kaynaklar savaş meydanlarının cesetlerle dolup taştığını yazar.
Bu mağlubiyet Galya’ya yönelik Hun ilerlemesinin durmasına ve Attila’nın ordularının bir sonraki sene İtalya’dan atılmasına neden oldu. Orta Asya’dan kalkıp gelen çetin bir göçebe kavim olan Hunlar 4. yüzyılda Avrupa’ya akınlar düzenlediler ve önlerine kattıkları diğer Germen kavimlerini Avrupa’nın batısına sürdüler. O dönemde yaşamış Hıristiyan yazarların “Tanrı’nın Kırbacı” olarak andığı Attila 453’te öldü. Romalılar tarafından İskitler veya Sarmatlar olarak tanınan Doğu Avrupa Slavları, Hun İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra batıya doğru göç ederek Hunlardan geriye kalan iktidar boşluğunu doldurdular.

0 Kavramı
Hindistan’da Maurya İmparatorluğu’nun (MÖ 321 – MÖ 185) ardından gelen Gupta Hanedanlığı dönemi genellikle “Hindistan’ın Altın Çağı” olarak anılır. Uzun süren bu barış ve refah döneminde sanat, mimari ve edebiyat alanlarında pek çok gelişme yaşandı ve aralarında matematikçi ve gökbilimci Aryabhata’nın (476 – 550) da olduğu değerli bilginler yetişti. Aryabhata’nın 0 kavramını geliştiren kişi olduğu sanılmaktadır. Aryabhata, rakam çizelgesi üzerinde 0’ı göstermek için boşluk anlamına gelen “kha” kelimesini kullanmıştır.. Batı dünyasının bu rakamı keşfetmesi ise ancak 7. yüzyıldan sonra mümkün olacaktı.
Buna ek olarak Guptalar, sonradan Batı’da 0, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9 rakamlarına dönüşecek olan Hint-Arap sayı yazma metodunu da geliştirmişlerdir. Bu metodun genellikle Araplara ait olduğu zannedilmektedir; fakat Araplar sadece bu metodun Avrupa’ya aktarılmasında bir rol üstlenmişlerdir.

Konstantinopolis’in İki Savunma Duvarı
Bir Antik Yunan şehri iken Byzantion denen ve şimdi İstanbul ismiyle anılan Konstantinopolis’i saran yüksek duvarlar ve surlar, antik dönemin çok önemli eserleri arasındaydı. Ardı arkası kesilmeden dört bir yandan gelen saldırılara rağmen şehrin ve Bizans İmparatorluğu’nun 1.000 yıl boyunca ayakta kalmasına ve hatta zenginleşmesine olanak tanıyan onlardı.
Batı Roma İmparatorluğu Germen istilaları sonucu yakılıp yıkılırken, daha sonra Bizans İmparatorluğu denecek olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti büyümeye devam etti. İçte yer alan birinci sur, ilk imparator olan Konstantin (324 – 327) tarafından inşa edildi ve Theodosius II (408 – 450) döneminde 2 kat tahkimatla güçlendirildi. 22 kilometre boyunca uzanan iç duvarlar 4,5 – 6 metre arası kalınlığa ve 12 metre yüksekliğe sahipti. Dış duvarlar ise 2 metre kalınlığında ve 8,5 – 9 metre arası yükseklikteydi.
Haliç kıyısı ve Marmara Denizi arasında yer alan bu ikiz surlar, şehrin 7 tepe üzerinde yükseldiği hesaba katıldığında herhangi bir saldırı karşısında ele geçirilemez görünmekteydiler. Gotlar, Persler ve Arapların sürekli tekrarlayan saldırılarına karşın hep ayakta kalan şehir, ancak 1453’te Osmanlı Türklerinin eline geçti.
Asya ve Avrupa kıtasının her iki yakasına kurulu Konstantinopolis şehri, 1.000 yıllık hâkimiyeti süresince ticaretle serpilip gelişti. Gösterişli sanatı ve mimarisi onu ziyaret eden herkesi büyüledi. Hıristiyanlığı resmi din haline getiren Bizans İmparatorluğu’nun sınırları, 565 yılına gelindiğinde İspanya’dan Kuzey Afrika’ya, oradan da İran’a uzanıyordu. Aynı tarihlerde, nüfusu yarım milyon kişiyi bulan Konstantinopolis, Batı dünyasının en büyük ve en zengin şehri haline gelmişti.

6 Milyon Avro
Nisan 2005’te Etiyopya’ya iniş yapan Antonov model bir stratejik taşıma uçağının kargosunda 24 metrelik ve 160 tonluk bir dikilitaşın orta kısmı yer alıyordu. Bunu izleyen günlerde, bu devasa dikilitaşın geriye kalan üst ve alt parçaları da, İtalyan hükümetine toplamda 6 milyon avroya mal olacak bir nakliye operasyonuyla Roma’dan yine Etiyopya’ya taşındı.
Hava yoluyla taşınan belki de en büyük ve en ağır cisim olan bu dikilitaş 1937 yılında İtalyan askerleri tarafından çalınmış ve Etiyopya’nın İtalya tarafından ele geçirilişini kutlamak için Roma’ya götürülmüştü. Etiyopya’ya geri verilmesini içeren 1947 yılı tarihli Birleşmiş Milletler kararına rağmen bu dikili taş Roma’da kaldı ve yıllarca Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü Genel Merkezi’nin önünde bekledi.
Oldukça süslü bir görünüme sahip olan bu taş, Kuzeydoğu Afrika’da yer alan ve günümüz Etiyopya’sında da bir şehir olarak varlığını sürdüren Aksum’daki ticari imparatorluğun en güzel mimari eserlerinden birisi olarak bilinmektedir. 300 yılında Kuş Krallığı’nı deviren Aksum İmparatorluğu 600’lü yılların sonlarına kadar çok gelişmiş bir ticaret merkeziydi. İçinde birden çok varlıklı şehir barındıran bu imparatorluk, en uzunu 34 metre olan, granitten devasa dikilitaşlarıyla meşhurdu. Bu taşlar Aksum’un 4. yüzyılda Hıristiyanlığa geçmesinden önce bir çeşit dini amaca hizmet etmekteydi.

Milattan Sonra 0
Bu kitapta kullanılan takvim Batı esasına dayanmaktadır ve yılları milattan sonra (MS) ve 525’de İskitli papaz Dionisus Eksiguus tarafından geliştirildiği haliyle milattan önce (MÖ) olarak ikiye ayırmaktadır. Başlangıç noktası olan milat, İsa’nın doğum yılıdır. O zamanlar 0 rakamının Batı’da bilinmemesinden dolayı Dionisius, yeni dönemi milattan sonra 0’dan değil 1’den başlatmıştır.
Dionisius, eski Diocletianus takvimini bir köşeye atma fırsatını, her sene farklı günlerde kutlanan Paskalya Yortusu’nun gününü hesaplarken (Roma’da Papa I. John’un emriyle ay takvimine göre hesaplanıyordu) buldu. Roma İmparatorluğu’nun gördüğü en büyük ve en kanlı Hıristiyan katliamı Diocletianus döneminde gerçekleştiğinden, Diocletianus’un (245 – 305) tahta geçişiyle başlayan ve onun ismiyle anılan bir takvimi kullanmaya devam etmek uygun görülmemiştir.
Her ne kadar İsa’nın MÖ 7 ve MÖ 3 yılları arasında doğduğu konusunda bir fikir birliğine varılmışsa da, Dionisius’un yeni takvimi şu anda dünyada en çok kullanılan takvimdir. Fakat dünyaya yayılması bir anda gerçekleşmemiştir. Anglosakson papaz Bede, 732’de kaleme aldığı İngiliz Halkı’nın Kilise Tarihi isimli eserle bu yeni takvimi popüler hale getirmiş ve bu sayede bu takvimin kullanımı yayılmıştır. Ayrıca Frank Kralı Şarlman (bk. sayfa 56) ve vârislerinin Karolenj İmparatorluğu’nun devlet işlerinde bu takvimi kullanması, bu takvimin Avrupa’daki yayılışını hızlandırmıştır.
Bunun tersine Müslümanlar takvimlerini Hicret’ten, yani Muhammed’in Mekke’den göç ettiği yıl olan 622’den başlatırlar. Babil takviminden etkilendiği düşünülen Yahudi takvimindeki başlangıç yılı ise, Yahudi kutsal yazılarına göre Tanrı’nın dünyayı yarattığı yıl olan MÖ 3.761 olarak kabul edilir.

İslam’ın 5 Şartı
Kelime anlamı tek bir tanrının, yani Allah’ın iradesine teslim olmak olan İslam, her inanan için vazgeçilmez olan 5 temel şarta sahiptir. Bu şartlar dinin prensiplerini ve kurallarla belirlenmiş ibadet yollarını içerir: Allah’ın varlığına şehadet etmek; mecburi olmayan diğer namazlarla beraber günde beş vakit namaz kılıp günlük ibadetleri yerine getirmek; fakire zekât vermek; Ramazan ayında 30 gün oruç tutmak ve Mekke’ye hacca gitmek.
Bu ibadetlere dair kurallar, sosyal davranışları düzenleyen bir hukuk sistemiyle beraber Mekkeli Arap bir tüccar olan Muhammed’e vahiy olarak inmiştir. Muhammed bu vahiylerin ilkini, yüce ve tek olan Allah’ın büyüklüğünü ilan etmesi için 610 yılında almıştır. Bunlar daha sonra Kuran isminde bir kitapta toplanmıştır.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/emma-marriott/sayilarla-dunya-tarihi-69403480/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Köleliğin kaldırılması konulu değişiklik. 6 Aralık 1865’te onaylanmıştır. (e.n.)

2
İskerlet: Dikenli salyangoz. (e.n.)
Sayılarla dünya tarihi Emma Marriott
Sayılarla dünya tarihi

Emma Marriott

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bir Nefeste Dünya Tarihi’nin Yazarından

  • Добавить отзыв