Hatalı tarih
Emma Marriott
“Geçmişi unutanlar onu yeniden yaşamaya mahkûmdur.”
Peki ama ya bize öğretilen geçmiş hatalıysa?
Karıştırılmış, çarpıtılmış, sansürlenmiş, ayıklanmış veya yanlışsa?
Öğretmenlerin ya da tarihçilerin bize ulaştırdığı, basının tekrarlayıp durduğu pek çok tarihi “gerçek” daha yakından incelemeye alındığında ya yanıltıcı bir bilgiye ya da daha kötüsü kasti bir yanlışa dönüşmektedir. Mesela gladyatörlerin dövüşleri taraflardan biri ölünceye dek sürmekteydi, Vahşi Batı yaşamak için fazlasıyla tehlikeli bir yerdi ya da giyotin Fransız devrimcisi Dr. Joseph Guillotin tarafından icat edilmiştir gibi ifadeler duyduğumuzda doğruluğundan şüphe etmeyiz. Peki bunlar gerçekten doğru mu?
Bu kitap dünya tarihini kavrayışımızı yanlış ve hatta bazen tehlikeli bir şekilde etkileyen hataları gün yüzüne çıkarmaktadır.
Emma Marriott
Hatalı Tarih
Giriş
“Tarih, hiç olmamış olayların, orada bulunmayan insanlar tarafından anlatıldığı bir yalanlar yığınıdır.”
George Santayana
Tarihsel kayıtlarda söylenceler ve efsanelerin yanında yanlış bilgiler, sahtekârlıklar, desteksiz abartmalar ve ciddi miktarda kargaşa mevcuttur. Bu da istenmedik ölçüde yalan yanlış tarih anlatılarına neden olmaktadır. Tarih yazımındaki ana sorun, yukarıda Santayana’nın da belirttiği üzere olaylara şahit olamadığımızdan, kendileri de orada olmayan başka insanların ne olduğunu ve neden olduğunu bize anlatırken onlara itimat etmemizdir. Böylece tarihsel “gerçekler”, tıpkı okullarda ezberletilenler gibi belirsiz bir içerik kazanmaktadır. Bunların bir kısmı için söyleyebileceğimizin en iyisi “muhtemelen doğru” oldukları, diğerleri içinse maalesef “muhtemelen yanlış” olduklarıdır. Örneğin ABD’nin kurucularına atfedilen demokratik karakter ikinci kategoride yer almaktadır.
Geçmişteki olaylar ve şahsiyetlerin yanlış tanıtılması ve dolayısıyla yanlış anlaşılmasında arkeolojik ya da yazılı delillerin azlığı, güvenilmezliği ve özellikle de tutarsızlığı gibi pek çok neden bulunmaktadır. 10 veya 20 şahide, tanıklık ettikleri olayın ne olduğunu sorduğunuzda 10 veya 20 farklı öykü duyacağınızdan bir sonuca ulaşmak oldukça kurnazlık gerektirmektedir. Bir de bu olayın üzerinden birkaç asır gibi uzun bir sürenin geçtiğini varsayarsak işler iyice karışacaktır.
Geçmişteki herhangi bir olayı, çevresindeki ilişkilerinden kopararak bağlamından ayrı değerlendirmek de sıkıntılara neden olmaktadır. Öncelikle geçmişte yaşıyormuşuz gibi davranamayız ve ne kadar çabalasak da tarihe bakışımızı modern hassasiyetlerimiz belirlediğinden, çıkardığımız sonuçlar geçmişten çok genellikle bizim düşüncelerimize ayna tutmaktadır. Geçmiş yüzyılda Britanya İmparatorluğu’nun kurucuları arasında saygıyla anılan Cecil Rhodes, bugün pek çok insanın gözünde sahtekâr ve küstah bir zorba durumundadır. Peki ya hangisi doğru, hangisi “hatalı tarih”?
Tarih, tıpkı hayatın kendisi gibi can sıkıcı bir şekilde karmaşık ve kafa karıştıcı olduğundan, geçmişi peşin hükümlü yargıları destekleme adına basitleştirmeye çalışmak tehlikeler içermektedir. Tarihi bireyleri hayali karakterlere benzetiriz ve onları kahraman ya da sahtekâr olarak kalıplara sokarız. Fakat onların gerçek insanlar olduklarını, hatta bizim gibi iyinin ve kötünün birleşiminden oluştuklarını unuturuz. Görkemli ve şüphesiz olarak değerlendirdiğimiz askeri zaferlerimizin belki de diğer bir sürü savaş gibi belirsiz, ucu açık veya önemsiz olduklarını görmeyi tercih etmeyiz. O çok sevdiğimiz cesur kahramanlar ve büyük zaferler heyecan verici öykülere ne kadar çok konu olursa, gerçek bu ihtişamlı süslemelerden o kadar yara almaktadır. Bunun sonucu olarak da bugün hepimizin oldukça aşina olduğu pek çok efsane türemektedir.
Aslında masallar kadar zararsız olan tarihi söylenceler, siyasetin aracı haline geldikleri andan itibaren tehlikeli olmaya başlamaktadır. Baskıcı rejimler Başkan Mao döneminde görüldüğü gibi yüz kızartıcı bir geçmişin üstünü kendi yazdıkları “temizlenmiş” bir tarihle örterken, aralarında Bismarck kültü ve Hitler arasında ilişki kuranların da olduğu propagandacılar ve siyasi liderler ise, popüler tarihi inançları kullanarak kendi asılsız ideolojilerini meşrulaştırmıştırlar. Buna karşılık, tıpkı Pearl Harbor olayında olduğu gibi, hükümetin komplolarını ya da örtbas girişimlerini ispat etmeye kararlı bazı teorisyenler tehlikeli sulara girmeyi göze almışlardır.
Bu kitap, toplumsal hafızamızda yer ederek dünyayı yanlış anlamamıza yol açan bazı temelsiz söylencelerin ve yanlışlıkların incelenmesinden oluşmaktadır. Etrafta dolaşan daha pek çok efsaneyi bu eserin sayfalarına sığdırmak mümkün olmasa da, en kötülerinin aydınlatılmasına katkı sunduğumu düşünmekteyim. Tabii ki bazıları sonuçlarıma itiraz edecektir. Evet ben de “orada değildim” ve tarihçi Pieter Geyl’in dediği gibi, ki öyle dediğini ummaktaydım, “Tarih sonu gelmeyen bir tartışmadır.” Fakat bize kalan tarihin tamamen bir yalanlar yığını olmadığını, her zaman aramak zorunda olduğumuz gerçeğin, bize sunulan tüm bu “hatalı tarihin altında” gizlendiğine inanmaktayım.
EMMA MARRIOTT
Vahşi Batı, Yaşamak İçin Fazlasıyla Çılgın ve Tehlikeli Bir Yerdi
Tarihte pek az konu, hayal gücünü, Birleşik Devletler’in Batı Amerika’nın bakir topraklarına yayılması kadar tetikleyebilmiştir. Heyecan verici hikayeler, ‘Vahşi Batı’yı bize gözü pek yerleşimciler, cesur kovboylar, acımasız kanun kaçakları ve vahşi Kızılderililerin yan yana bulunduğu ve herkesin kendisini ve ailesini korumak için kendi kanunu uyguladığı şiddet dolu bir ülke olarak tanıtmıştır.
Vahşi Batı’nın oldukça popülerleşen bu imaji Amerikan folkloru, müziği ve özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında milyonlarca basılan ucuz romanlarla kalıcı hale gelmiştir. Hem bir asker hem de bir şovmen olan Buffalo Bill Cody, düzenlediği Vahşi Batı şovlarıyla bu sınır bölgesi efsanesini benzer bir şekilde meşhur etmiştir. 1867’de Earls Court’ta bu şovlardan birine katılan Britanya Kraliçesi Victoria günlüğüne şu notu almıştır: “Yolcu vagonuna ve çiftliğe yapılan ve pek çok silahın ateşlendiği saldırı, bufalo avı ve binmenin neredeyse imkânsız olduğu rodeo midilli atları oldukça heyecan vericiydi…”
Sanatçılar, dergiler ve filmlerden oluşan koca ve abartılı bir endüstri sayesinde Vahşi Batı efsanesi, 20. yüzyılda dünyanın geri kalanına da yayılmıştır. Kanun kaçağı kahramanların “barbar” Kızılderililerle kapıştığı bu topraklarda Sergio Leone’nin ifadesiyle, “yaşamın bir değeri yoktu.” İlki 1903’te “Büyük Tren Soygunu” ismiyle çekilen kovboy filmleri, 1950’lerde yoğun ilgi sonucu bir sinema türüne dönüşecek, 1959 yılına gelindiğinde, Amerikan televizyon seyircileri televizyonun en yoğun izlendiği saatlerde 26 farklı Western filminden birini seçme lüksüne sahip olacaklardı.
Fakat Batı’daki gerçek yaşam, bu filmlerde gösterilen kanun tanımazlık durumundan bir hayli farklıydı. Yapılan son araştırmalar Batı’da yaşayanlar arasında suç oranının görece düşük olduğunu göstermiştir, üstelik Victoria dönemi Londra’sına kıyasla Vahşi Batı’da vurulma ihtimaliniz daha azdır. Bir zamanlar Vahşi Batı’nın en büyük ve en sert şehri olarak bilinen Dodge City’de 1871 yılında toplam 5 ölüm vakası görülürken, aynı yıl Londra tarihinin en fazla cinayet işlenen yılı olmuştur. Aynı şekilde, Vahşi Batı tarihinin en meşhur silahlı çatışması olarak bilinen Wyatt Earp ve Ike Clanton çeteleri arasında OK Carrol’da meydana gelen efsanevi karşılaşma sadece altmış saniye sürmüş ve üç ölümle noktalanmıştır. Gün ortasında düello düzenlenmesi çok sık görülmediği gibi, silahlı çatışmaların pek çoğu da yoldan çıkan sarhoşların işiydi. Vahşi Batı söylencesini yaratanlar her ne kadar banka soygunlarının günlük olaylardan sayıldığına bizi inandırsalar da, Dayton Üniversitesi’nden Larry Schweikart 1859-1900 yılları arasında Batı sınırında sadece on iki bankanın soyulduğunu tahmin etmektedir.
Ayrıca araştırmalara göre, herhangi bir resmi makam olmamasına rağmen, yerleşimciler kendilerini her türlü suçtan koruyacak yöntemleri oldukça başarılı bir şekilde geliştirmişlerdir. Gönüllülük esasına dayanan ve polislik görevini yerine getiren gezici idari makamlar Kaliforniya ve Oregon’a seyahat eden üç yüz bin kadar göçmeni korurken, Orta Batı’da arazi dernekleri ve çiftçi teşkilatları tartışmaları çözmekte ve mülkiyet haklarını uygulamaktaydı. Batı sahilinde de, altın çıkarılan bölgelerde uygulanan hukuk sistemleriyle cana ve mala kasteden suçlar cezalandırılmaktaydı. Bu bölgelerdeki madenciler genel olarak şiddetten kaçınmış ve kurallara bağlı kalmıştır. Case Western Reserve Üniversitesi’nden Andrew Morriss bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Refah peşinde koşan ve asla kalıcı bir toplum kurma endişesi taşımayan bu çok dilli insan topluluğu, bir dizi geleneksel hukuki kurumlar yaratmıştır ve bunlar, sadece Kaliforniya’da gelişmekle kalmamış, başarıyla uyarlanarak Batı’nın değişik bölgelerine de yayılmıştır.”
Kovboy
Sınır hattında istediği gibi at koşturan cesur, yalnız ve kanun kaçağı olduğuna inandığımız kovboy tiplemesi, Vahşi Batı efsanesinin merkezinde yer almaktadır. Gerçekte ise, bu bölgedeki çiftçilerin sayısı kovboylardan yaklaşık bin kat daha fazlaydı! Çoğu İspanya, Afrika veya Meksika asıllı kovboyların sayısı olsa olsa on bin kadardı. Dahası, ortalama dokuz aylık ücret karşılığı alınabilen Colt marka modern silahları pek az kovboy satın alabilmekteydi. Geniş düzlükler boyunca sığır güdüp at kazaları ya da hastalıktan genç yaşta ölen bu kovboyların yaşamında özenilecek pek az şey vardı.
Eğlence endüstrisinin popülerleştirdiği bir başka Vahşi Batı söylencesi de geniş düzlükler boyunca batıya doğru ağır ağır yol alan göçmenleri taşıyan ve öküzlerle çekilen büyük Conestoga vagonlarıydı. Aslında çoğu aile, katır veya öküzlerin çektiği çok daha küçük arabalar kullanmaktaydı. Ayrıca vagonların oluşturduğu kervanlar sürekli olarak Kızılderililerin hücumuna uğramadıklarından düzlükleri olaysız bir şekilde aşmaktaydı. Filmlerde gördüğümüz, Kızılderili saldırılarına karşı vagonların hareket halinde bir çember oluşturması ise, sınırlı mekan yüzünden dairesel aksiyonların gerçekleştirildiği Vahşi Batı gösterilerinden ileri gelmektedir. Kızılderililerin neden olduğu ölümler oldukça abartılmıştır: 1840-1860 yılları arasında vagonlarla yerli bölgelerinden geçen yarım milyon insanın sadece 362 tanesinin saldırgan yerlilerce öldürüldüğü tahmin edilmektedir.
Batı’nın yeni yerleşimcileri arasında dökülen kan görece az olmasına rağmen, Amerika’nın yerli topluluğu için hayat gittikçe acımasız hale gelmekteydi. Göçmenler batıya doğru ilerledikçe topraklarından koparılan yerlilerin bir çoğu savaş, hastalık ve geçim kaynaklarının yok edilmesi sonucu hayatını kaybedecekti. 1830-1895 yılları arasında yerli nüfusu iki milyondan doksan bine düşerken, düzlüklerde yaşayan Kızılderililerin en önemli geçim kaynağı olan mandaların ise yetmiş milyonu katledilmiştir. Kısacası, Hollywood bize fena halde çarpıtılmış bir Kızılderili imajı sunmaktadır.
Vahşi Batı efsanesi dünya üzerinde milyonlarca insanı alıp götürmüş ve zamanla devasa bir yayın ve eğlence endüstrisi ortaya çıkarmıştır. Göçmenlerin tozlu ve olağan yaşamları veya Batı’nın yerli topluluğuna uygulanan vahşetin gerçekliğine kıyasla, bilinmeze doğru yol alan cesur ve sert beyaz adamın abartılmış hikayeleri, yeni Amerikan ulusunun inşası açısından daha çekici bulunmaktadır. Hollywood’un sürdürdüğü bu Vahşi Batı söylencesi, Mel Brook’un 1974 yapımı Gümüş Eyerler filminde, özellikle Şerif Bart’ın Rock Ridge kasabasına veda konuşması yaptığı sahnede ustalıkla alaya alınmıştır:
Bart: Burada işim sona erdi. Şimdi başka bir yerde olmam lazım. Her nerede kanunsuzlar Batı’ya hükmediyorsa, her nerede masum kadın ve çocuklar sokaklarda yürümeye korkuyorsa, her nerede bir adam yalnızca onuruyla yaşayamıyorsa ve her nerede halk adalet için çağırıyorsa…
Kalabalık (hep birlikte): Saçmalık!
Bart: Peki, beni yakaladınız. Açıkça gerçeği söylemek buralarda oldukça sıkıcı bir hal almaya başladı.
Kızılderililer
Haklarında pek çok efsane uydurulan Kızılderililer, Western filmlerinde ya onursuz vahşiler ya da özellikle yakın zamanda, doğayla bütünleşmiş spiritüel insanlar olarak karikatürleştirilmektedir. Yerliler, birbirlerini “hoov” diyerek selamlamadığı gibi, “solukbenizlilik” veya “Büyük Beyaz Baba” gibi kelimeler de Son Mohikan’ın yazarı James Fenimore Cooper ve benzeri romancıların uydurmasıdır. Benzer şekilde, duman aracılığıyla iletişim kurdukları da gerçek değildir. Kafa derisi yüzmek ise yerliler arasında çok sık görülmemekteydi ve tam tersine beyaz göçmenler tarafından başlatılmıştı. Gerçekte Kızılderililer de doğaya en az beyaz yerleşimciler kadar aldırışsız davranmaktaydı ve kunduz ile beyaz kuyruklu geyik popülasyonunu tükenme noktasına getirmişlerdi. Kızılderililerin üstüne yapıştırılan “ilk çevreciler” imajı Şef Seattle’ın sıklıkla alıntılanan ve doğayla olan derin bağı özetleyen 1854’teki şu konuşmasından kaynaklanmaktadır: “Dünya insana değil, insan dünyaya aittir.” Ne var ki bu sözlerin büyük bir ihtimalle Şef Seattle’ın dile getirdikleriyle uzaktan yakından alakası yoktu çünkü şefin konuşması Lushootseed dilinden eşzamanlı olarak Chinook şivesine çevrilmişti. Dr. Henry Smith ismindeki bir adamın da 1887’de hatırladığı kadarıyla kaleme aldığı bu sözler, o gün bu gündür değişik şekillerde karşımıza çıkmaktadır.
V. Henry: “İngiltere’yi Yönetmiş En Muazzam İnsan”
1413-1422 yılları arasında hüküm süren V. Henry, 1415’te Agincourt’da kazandığı zafer sebebiyle İngiltere’nin kurtarıcısı ve savaşçı kralı olarak görülmekte ve büyük bir İngiliz kahramanı olarak anılmaktadır. Henry’nin bu güçlü imajı, Shakespeare’in onu, etrafına neşe saçan, harika bir konuşma yeteneği bulunan cesur ve karizmatik genç bir kral olarak betimlemesiyle ölümsüzleşmiştir. Aynı şekilde, Laurance Olivier’in II. Dünya Savaşı sırasında milliyetçi bir hevesle çektiği V. Henry filmi, kralın söz konusu imajını daha da kuvvetlendirmiştir. Bu hayranlık pek çok tarihçiyi de etkisi altına almış ve özellikle K. B. McFarlane, V. Henry’nin İngiltere’yi yöneten en muazzam kişi olduğunu ilan etmiştir.
Fakat bu tapınma, bazıları tarafından bu ortaçağ kralının karmaşıklığını ve yenilgilerini göz ardı eden aşırı basit bir yaklaşım olarak görülmektedir. Tarihçi Ian Mortimer’ın kitabı 1415: Henry V’s Year of Glory başta olmak üzere, yapılan son araştırmalar, Henry’nin aslında asık suratlı, “zalimliğe yatkın, son derece çatlak , ateşli ve tutucu bir Katolik” olduğunu ortaya çıkarmıştır. Kısacası İngiliz Kralı Henry, propagandacılar ve Shakespeare’in V. Henry eserinin iddia ettiği gibi karizmatik ve göze çarpan bir kahraman değil, haşin ve kaba bir adam, acımasız bir katildir.
Henry yaşamı boyunca da propagandacılar tarafından, hüküm sürmeye kutsal bir yazgıyla bağlı, kahraman bir kral olarak gösterilmiştir. Henry’nin kahramanlığının bir kısmı şüphesiz gerçektir. Henüz onlu yaşlarındayken Galler’de Owain Glyndwr’e karşı kendi ordusunu komuta etmiş, Harry Hotspur’e karşı babasına destek verdiği Shrewsbury Savaşı’nda (1403) sağ gözünün 5 cm altına isabet eden bir ok yüzünden yaralanmıştır. İsyanlara ve babasının karşılaştığı suikast girişimlerine tanıklık eden Lancashire Lordu Henry, riskli hükümranlığını, kazanacağı askeri zaferlerle kutsal bir temele dayandırmanın peşine düşmüştür. Hanedan içindeki konumuna oldukça önem veren ve zamanının din anlayışının da ötesinde bir dindarlığa sahip olan Henry’nin her hareketini, hırs ve dinsel coşkunun güçlü bir birleşimi yönlendirmekteydi.
Tahta gelişinin ilk yıllarından itibaren, çoğu Chartreux Tarikatı gibi en ateşli tarikatlardan oluşan yeni dinsel cemaatler kurmuştur. Ayrıca, birbirine rakip 3 ayrı papanın bulunduğu Roma Katolik Kilisesi’nde süren ayrılığa da son verilmesine yardım etmiştir. Mektuplarında İngiliz dilini kullanan ilk İngiliz kralı olmasıyla büyük bir itibar kazansa da, Mortimer mahkemelerde İngilizce kullanılmasını sağlayan III. Edward’ın ve IV. Henry’nin İngilizcenin gelişmesine V. Henry’den daha fazla katkı sağladıklarının altını çizmektedir. Benzer şekilde, Churchill’in V. Henry’yi İngiliz donanmasının kurucusu olarak anmasına karşın, III. Edward’ın emrinde çok daha büyük bir filo bulunmaktaydı. Savaşta denizin önemini kavrayan ilk İngiliz hanedan üyesinin Henry olduğu ise kabul edilmesi gereken bir gerçektir.
Henry’nin ilk dönemde uyguladığı yasalar ve ekonomik reformların temelinde Fransa’ya karşı saldırganca yürüttüğü savaş yer almaktaydı. Biricik amacı kaybedilen toprakları geri kazandıktan sonra İngiliz ve Fransız krallıklarını birleştirmek ve bu süreçte kendi hükmünü tanrı vergisi bir zaferle meşru kılmaktı. Yüksek düzeyde bir planlama ve organizasyonun ürünü olan Fransa seferlerinde ve Agincourt Savaşı’nda (1415) muhtemel bir facianın zafere dönüşümünde gösterdiği cesaret ve dayanıklılıkla büyük bir pay sahibi olsa da, Mortimer, Henry’nin askeri girişimlerinde şansın da büyük bir rolü olduğunu belirtmektedir. Örneğin, 24 Ekim’i 25 Ekim’e bağlayan gece yağan sağanak yağmur toprağı aşırı yumuşak bir çamura dönüştürmüş, bu koşullarda atağa kalkma kapasitesini yitiren Fransız süvarisinin karşısında İngilizler zafere yürümüştür.
Agincourt’daki Ordular
Fransız ordusu daha kalabalık olsa da, tarihçiler Fransızların İngilizlere oranını 7/1 şeklinde göstererek abartma eğiliminde olmuşlardır. Mortimer’a göreyse, bu oran gerçekte 2/1’di çünkü Fransız saflarında İngiliz ordusuna kıyasla, esas görevi savaşmak olmayan pek çok unsur bulunmaktaydı.
Bu sırada ikinci bir Fransız hücumu beklentisinden paniğe kapılan Henry, adamlarına yüzlerce savaş esirini boğazlarını keserek katletmelerini emretmiştir. Tabii ki bu çirkin olay Shakespeare tarafından tamamen hasır altı edilmiştir. En temel şövalye kanunlarını ihlal ederek soyluları da katleden Henry, tüm saltanatı boyunca buna benzer zalimlikler yaşatmaktan geri durmamıştır. Bu savaştan sonraki Normandiya seferi sırasında, 1417’de Caen’de bin sekiz yüz adamın ölüm fermanını yine çok soğukkanlı bir biçimde imzalamıştır. Dönemin canlı tanıklarından Jean De Warin de Henry’nin “emirlerine itaat etmeyen veya karşı gelenleri asla affetmeyerek ölümle cezalandırdığını” yazmıştır. Ayrıca kâfir olarak gördüğü insanların ortadan kaldırılmasını bilfiil takip etmiştir. Dini önder John Wycliffe’in tarikatını herkesten çok mağdur eden Henry’nin öfkesinden, eski bir silah arkadaşı olan Sir John Oldcastle da kurtulamamıştır. Henry tahta çıkışının ilk yıllarında arkadaşını yaktırmıştır. Her ne kadar önceki tarihçiler bu tip cezaların o dönemin ruhuna uygun olduğunu belirtmişlerse de, Ian Mortimer, Henry’nin tahta çıkışının daha ilk yılında yedi kişiyi canlı canlı yaktığını, III. Edward veya II. Richard devirlerinde ise hiç kimsenin kâfir suçlamasıyla öldürülmediği aktarmaktadır. V. Henry’nin babası IV. Henry zamanında bile sadece iki insan “kâfir” bulunarak idam edilmişti.
Hükümdarlığının son beş yılında üç ay hariç vaktinin geri kalanını Fransa’da geçiren Henry’nin İngiltere’de imza attığı başarılar, kendisi Fransa seferindeyken İngiltere’nin muhafızı olarak atadığı en büyük kardeşi Bedford Dükü John başta olmak üzere erkek kardeşlerinin ve saray görevlilerinin eseridir. Shakespeare’de ve diğer geçmiş anlatılarda üzerinde durulan Henry’nin “bireysel” başarısında, erkek kardeşleri John, Thomas ve Humphrey’nin katkısı tamamen göz ardı edilmiştir.
Henry’nin bu yarı efsanevi statüye kavuşmasında kuşkusuz 1422 yılında Fransa’daki bir kuşatma sırasında gerçekleşen erken ölümünün de payı olmuştur. Fakat ölümsüzleşen bu büyük imajının en fazla Agincourt’daki zafere dayandığını söyleyebiliriz. Shakespeare İngilizlerin sayıca azınlıkta olduklarında en iyisini yaptıklarına dayalı milli inanışı yüceltmek için “Biz azınlık, biz mutlu azınlık, biz kardeşler takımı” sözlerini kullanmıştır. Bu sözler birkaç yüzyıl sonra bu sefer Winston Churchill tarafından gayet etkili bir şekilde dile getirilecekti. Kıta Avrupa’sında ise Agincourt, tamamen farklı bir bakış açısıyla, acımasız bir kralın emriyle geleneksel şövalyelik kurallarının ahlaksızca çiğnendiği bir toplu katliamla son bulan bir savaş olarak hatırlanmaktadır.
ABD’nin Kurucu Babaları Monarşi Yerine Demokrasi İstemişlerdi
Bugünkü şekliyle Amerikan hükümetlerinin temelleri, 1787’de Philadelphia’da geliştirilen ABD Anayasası ile atılmıştır. Sistemin temelleri, meclis ve senato olmak üzere iki gövdeli bir kongre sistemi, başkanlık kurumuna bağlı bir yürütme kurulu ve yargıtaya bağlı bir yasa kolundan oluşmaktadır. Günümüzde Amerikan vatandaşlarının hevesle sahip çıktığı temsili demokrasinin Amerika’ya yerleşmesini sağlayan bu anayasayı kaleme alan kurucu babaların, doğal olarak demokratik prensiplere dayalı bir ulus yaratmak fikriyle hareket ettikleri düşünülmektedir.
Gerçekteyse, Benjamin Franklin ve George Washington gibi bilgeleri de içeren kurucu babaların ortak özelliği demokrasiye karşı muhalefet ve güvensizliktir. Birçok çağdaşları gibi onlar da, kelime olarak o yıllarda pek hoş çağrışımlar yapmayan demokrasiyi ayaktakımı ve anarşiyle bir tutmaktaydı. Anayasayı hazırlayan ve bizzat kaleme alan elli beş üyenin çoğu ya büyük toprak sahibi ya da hukukçuydu, geri kalan üçte biri de Washington’ın ordusuna hizmet etmişlerdi. Bu üyeler, yüksek düzeyde bir anlayış ve öngörüye sahip olsalar da, muhafazakâr bir bakış açısıyla demokrasiye karşı düşmanlıklarını dile getirmekten asla utanmamışlardır. Örneğin, delegelerden Edmund Randolph “demokrasinin ahmaklıklarından ve gelgitlerinden” dem vururken, Roger Sherman ise “bir an önce halkın hükümetle olan bağının olabildiğince azalmasını” talep etmiştir.
Her ne kadar delegeler halkı temsil eden bir hükümetten yana çıkıp 1780’lerde dünyanın geri kalanından çok daha geniş bir kesime, belli bir yaşa erişmiş özgür ve beyaz erkekler olmaları şartıyla oy hakkı tanımış olsa da, amaçları halkın ulusal hükümete doğrudan katılımının olabildiğince sınırlı tutulacağı bir yönetim inşa etmekti. Kurucu babaların pek çoğu, anayasanın “demokratik kısımlarına” katı sınırlamalar ve denetimler getirilmesini savunurken, neredeyse tamamı da ulusun varlıklı efendiler tarafından idare edilmesini savunmaktaydı. Bir noktada söz alan delege Aleksander Hamilton senato ve başkanın ömür boyunca seçilmesini ve eyaletler üzerinde mutlak iktidara sahip olmalarını önermiştir. George Washington’ı oldukça gösterişli bir törenle başkanlığa atamasının ertesinde Kongre, kendisine kulağa daha etkileyici gelen “ekselansları”, “majesteleri” veya “yüce” gibi unvanlar sunmayı tartışmış, ancak en sonunda hepsinden vazgeçerek daha makul olan “Başkan”ı tercih etmişlerdir.
Delegeler demokrasiye tek bir ödün vermişlerdi. O da beyaz ve mülkiyet sahibi erkeklerden oluşan halkın oyuyla seçilecek bir Temsilciler Meclisi’nin kurulmasıydı. Tıpkı başkanlık makamı gibi, devlet yasama organınca belirlenen senato üyeleri, ancak 1913 gibi geç bir tarihte halk oylamasına sunularak seçilecekti. 1781’den çok sonraları bile kullanılmaktan kaçınılan demokrasi kelimesi, ne Bağımsızlık Bildirgesi’nde ne de Thomas Jefferson’ın başkanken halka açık konuşmalarının birinde yer almıştır. Demokrat Parti, adındaki “Cumhuriyetçi” kelimesini 1844’e kadar kaldırmamıştır. Amerikan yönetimini I. Dünya Savaşı sırasında yaptığı bir basın açıklamasında ilk kez “demokrasi” olarak tanımlayan Woodrow Wilson’a kadar, Amerikalı siyasetçiler bu tanımlamadan yirminci yüzyılın başlarına değin genel olarak kaçınmışlardır.
Oy hakkının topluma yayılması ve onu izleyen Amerikan siyasetindeki demokratikleşme, Anayasa’nın kabulünden sonra yürürlüğe giren yirmi yedi yasa değişikliği sayesinde gerçekleşmiştir. Bu değişiklikler, siyasi temsiliyetle ilgili düşüncelerinin temeli kolonyal geçmişte yatan kurucu babaların özellikle koyduğu kısıtlamaları büyük ölçüde kaldırmıştır. Delege William Livingston’ın aktardığı gibi “yetki kullanımını ele almaya hiçbir zaman hazır olmamış ve olmayacak olan halk, bir zorunluluğun gereği olarak bu görevi başka bir yere devretmelidir.”
Ekselansları Kral George
Almanya Birleşik Devletleri
Amerikan Kongresi’nin Almancayı ABD’nin resmi dili yapmayı düşündüğünden ve bunun sadece bir oyla reddedildiğinden sık sık büyük bir inançla bahsedilmektedir. Fakat bu bir söylentiden ibarettir çünkü Amerikan hükümetinin hiçbir yasama organında böyle bir konu konuşulmadığı gibi, o dönemde ABD’nin 3.9 milyonluk nüfusunun yüzde doksanı İngilizce konuşmaktaydı. 1795 yılında Temsilciler Meclisi’nin kısaca görüştüğü ve tüm yasa ve düzenlemelerin İngilizce yanında Almanca olarak basılmasını içeren teklif ise İngilizce bilmeyen Alman asıllı Amerikan vatandaşları için düşünülmüştür. Üstelik, hiç de popüler olmayan bu teklifin ertelenmesi ve bir sonraki oturumuna geçilmesine sadece bir oy karşı çıkmıştır. Bir ay sonrasında mecliste yeniden gündeme alındığında hemen ve hararetle reddedilmiştir. Benzer şekilde hem antik Yunanca hem de Kızılderili dilinin anadil olması için Kongre’de oylama yapıldığına dair yazar Kingsley Amis tarafından ortaya atılan iddialar da gerçek değildir.
“Demir Şansölye” Otto von Bismarck: Acımasız, Savaş Çığırtkanı, Muhafazakâr ve Dogmatik Bir İdeolog
Önceleri Prusya’nın başbakanı, devamında ise yeni kurulan Alman İmparatorluğu’nun şansölyesi unvanıyla 1862’den 1890’a kadar Almanya’nın kaderini belirleyen Prusya doğumlu Otto von Birmarck, Alman İmparatorluğu’nun kurucusu olarak kabul edilmektedir. 1898’deki ölümünden on yıllar sonra bile “en halis Alman” kabul edilip ulusal bir kahraman olarak büyük bir saygı görmüştür. Fakat 1930’larda ve 1940’larda Almanya’nın başına bela olan aşırı sağ siyasetin kendini meşrulaştırmak için Bismarck’ın imajını kullanması bu derin saygıyı yaralamıştır. Sonunda Bismarck, Nazi rejiminin başa gelmesi için yol döşemiş; acımasız, son derece muhafazakâr bir despot şeklinde şeytanileştirilmiştir.
Avrupa’da üst üste kazandığı Prusya zaferlerinden sonra, bir taraftan 1871’de Alman devletlerinin bütünleşmesini sağlarken, diğer taraftan da ustalıkla kurguladığı ittifak anlaşmalarıyla Avrupa’nın değişen güç dengesine çözüm getirmiştir. Ülkenin içişlerinde ise “Demir Şansölye” Almanya için ulusal bir para birimi ve kanun nizamı hazırlayıp, çıkardığı yasalarla Sosyal Demokrat Parti ve Katolik Kilise’nin gücünü keskin biçimde kırmıştır.
Her zaman şiddetli bir muhafazakâr ve liberalizm karşıtı olsa da, Bismarck gözlerini Avrupa’da savaşa dikmiş dogmatik bir ideolog değildi. Gerçekten de dış politikada mükemmel bir diplomasi izleyen Bismarck için dış ilişkiler görev süresince en çok değer verdiği alanlardan biri olmuştur. Almanya’nın ezeli düşmanı Fransa’yı yalnız bırakmak için sürekli ve incelikli bir şekilde değiştirdiği politik ittifaklarla olası bir savaşı engellemesini bilmiştir. İç politikadaki amacı ise ulusal bir bilinç yaratarak güçlü bir Alman Devleti oluşturmak olmuştur. Bu amaca ulaşmak için Katolikliğe ve sosyalizme saldırdığında bile, kişisel olarak Yahudi karşıtlığını reddetmiş ve radikal milliyetçiliği Alman İmparatorluğu’nun barış ve güvenliğine bir tehdit olarak görmüştür.
1890’daki istifasını ve 1898’deki ölümünü izleyen yıllarda, hem muhafazkârlar hem de liberaller tarafından mitleştirilen Bismarck, 1862’deki bir konuşmasına atfen “Kan ve Demir” politikasının acımasız yaratıcısı olarak görülmüştür: “1848 ve 1849’da anlaşılamayan şey şuydu: Meseleler konuşma ve çoğunluk kararlarıyla değil, demir ve kan ile halledilir.” Özellikle Alman İmparatoru II. Wilhelm’in popülaritesini yitirdiği 1920’li yıllarda, zayıf parlamenter sistemin tam zıddı mutlak liderliğiyle Bismarck, Almanya’nın “büyüklüğünün” temelini atan adam olarak büyük bir saygıyla anılmıştı. Hatta, tüm zamanların en popüler Alman devlet adamlarından biri haline gelmişti.
Robert Gerwarth’ın Bismarck Miti isimli kitapta aktardığı üzere, sonraki Alman liderleri ve politikacıları için yararlı ideolojik bir işlev gören Bismarck imajı, sonunda büyük bir suistimale kurban gidecekti.
Karmaşık Bir Karakter
Hitler karşıtı Alman muhalefetinin sözcüsü Ulrich von Hassell tarafından “asker botlarındaki güçlü politikacı” olarak tanıtılan Bismarck’la ilgili bu kaba ve basmakalıp yargı, aslında onun son derece karmaşık karakterini anlamaktan uzaktır. Bismarck’ın sert imajının oluşmasına kalın bıyıklı, haşin bakışlı bir Prusya subayı görünümü yol açmış gözükmektedir. Halkın arasına genellikle asker üniformasıyla çıkan Bismarck, aslında orduya sadece bir yıl hizmet etmiş ve oldukça belirsiz geçen bu yıl pek de hoşuna gitmemiştir. Ona yirmili yaşlarının başlarında “Vahşi Bismarck” lakabını kazandıran girişken ve oldukça sert mizacı, hayatının geri kalan yıllarında imparatorla geçinmeye çalışırken, yerini öfke nöbetlerine ve ağlama krizlerine bırakacaktı. Bugüne değin okunmaya devam eden halka açık konuşmaları, bir kendini beğenmişin atıp tutmasından değil, dikkatlice kaleme alınıp zevkle kurgulanmış alay ve ironiden oluşmaktadır.
İmparator II. Wilhelm, Bismarck’ın ününü ilk kez Almanya’nın denizaşırı yayılma politikalarını aklamak için kullanmıştır ama Bismarck çok pahalı bir uğraş olduğundan yabancı topraklarda koloni edinmeye en başından karşıydı. Aynı dönemde Wilhelm Almanya’daki sosyal düzeni eleştirenleri Demir Şansölye’nin mirasına saldıranlar olarak göstermiştir. I. Dünya Savaşı’nda ve onu izleyen yıllarda Bismarck’ın kurduğu Alman Devleti’nin aşağılanması, insanlara Almanya’nın Bismarck’ın ardından neler kaybettiğini hatırlatmıştır. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ile beraber Weimar Cumhuriyeti’ne karşı kabaran huzursuzluk, Almanya’nın sorunlarını çözebilecek ve eski büyüklüğünü yeniden kazandıracak güçlü ve karizmatik bir “İkinci Bismarck” beklentisini artırmıştır.
Bu Bismarck hayranlığı ise ortaya çıkmakta olan sağ görüşlere tarihsel bir meşruiyet kazandırmıştır. Aslında Avusturyalı olsa da kendini Prusyalı gören ve Bismarck ile Büyük Frederick’in anısını kullanan Adolf Hitler, bu mirası sürdürecek tek yetkin kişinin kendisi olduğunu iddia etmiştir: “Eğer Bismarck ve yoldaşları bugün aramızda olsaydı, onlar da bizim saflarımızda yer alırlardı.” 1933’te Nazi rejimi bir kez kurulduktan sonra, Bismarck’a olan bu toplumsal saygı ortadan kaybolmuştur. Çünkü Naziler geçmişin büyük liderlerinin Adolf Hitler’i gölgelemesine izin vermek istememişlerdir. Robert Gerwarth’ın History Today kitabında söz ettiği gibi, Bismarck için düzenlenen kutlamalar tam da bu yüzden yasaklanmıştır.
Bismarck’ın mitleştirilmesi ve sonraki liderler tarafından sömürülmesi Almanya’ya çok pahalıya patlamıştır. Oysa ki, Almanya’ya yıkım getiren bir laf cambazı ve umursız bir maceracı olan Hitler’le, dikkatli bir politik figür ve ancak gerektiğinde maceraya atılan Bismarck arasındaki farklılıklar çok nettir. Almanya’nın kesin yenilgisinin an meselesi olduğu 1944’te hiçbir zaman Bismarck’ın büyük bir dostu sayılamayacak Ulrich von Hassell şu şekilde yakınmaktaydı:
En azından birimizin çıkıp Almanya’ya saygı duyulası bir isim verdiği gerçeğini çocukça göz ardı ederek, asker botlarındaki güçlü politikacı olarak gördüğümüz Bismarck’la ilgili dünyaya sunduğumuz yanlış resimden utanmalıyız. O, kendi tarzında, dünyada güven kazanmasını bilmişti, bugünse tam tersi yapılmaktadır. Gerçeği söylemek gerekirse, yüksek diplomasi ve başarılı bir ölçülülük onun gerçek yetenekleriydi.
Bismarck Hayranlığı
Bismarck, istifası ve ölümünün ardından şansölyeliği sırasında olduğundan çok daha fazla hayranlık uyandırmıştır. Hareketli dış politikası ile Katoliklik ve sosyalizm karşıtı görüşleri nedeniyle Almanya’nın politik kültüründe güvensizliğe neden olan Bismarck, Katolik karşıtlığını 1880’lerde terk etmiştir. Sosyalistler ise gelişmeye devam etmişler ve 1914’e gelindiğinde Almanya’nın en büyük partisi durumuna gelmişlerdir. İstifası Alman basınında az bir üzüntüye neden olurken, Berlin’den ayrılışına oldukça neşeli kalabalıklar eşlik etmişti. Roman yazarı Theodor Fontane bir mektubunda bu durumdan şöyle bahsetmiştir: “Sonunda ondan kurtulmak ne büyük bir şans!”
1917 Ekim Devrimi’nde Kışlık Saray’ı Lenin Önderliğindeki Bolşevikler Basmışlardı
1917’de Şubat Devrimi’ni izleyen Ekim Devrimi’yle birlikte, Bolşevikler Rusya’da kontrolü ele geçirmişlerdir. 24’ü 25 Ekim’e bağlayan gece Petrograd’daki kilit binaları ele geçiren Bolşevik Kızıl Muhafızlar, bir sonraki gece de Rus Geçici Hükümeti’nin toplandığı Kışlık Saray’ı almışlardır. “Resmi” tarih yazımı, resimler, romanlar ve filmler sarayın basılmasını, sıkı şekilde korunan bu binaya girmek için şiddetle savaşılan bir halk kalkışmasının parçası olarak lanse etmiştir. Gerçekteyse devrim çok daha sessizdi.
Tarihçi Steve Phillips’in Lenin and the Russian Revolution (Lenin ve Rus Devrimi) kitabına göre, devrime eşlik eden olayların anlatımı “açık bir abartmaydı.” Büyük çoğunluğu, Ekim 1917’de yaşananları kahramanca ve yiğitçe bir mücadele gibi göstermek isteyen ve politik doğruculuk temelinde yorumlayan Bolşevik propagandacılar tarafından yaratılmıştı. Bu algı, devrimin üçüncü yıldönümünde resmi olarak düzenlenen sarayın yeniden basılması etkinliğinin yüz bin izleyiciye gösterilmesiyle pekiştirilmiştir. Kışlık Saray’ın Basılması ismini taşıyan bu etkinlikte büyük bir kuşatma ve şiddetli bir savaş resmedilmiştir. Daha sonra gelen filmler de benzer bir imajı tekrarlamıştır. Özellikle 1927’de Sergei Eisenstein’ın çektiği Ekim: Dünyayı Sarsan On Gün isimli belgesel tarzındaki filmde saray, Bolşevik lider Lenin önderliğinde harekete geçen binlerce Kızıl Muhafız tarafından basılmaktadır. Bu film o kadar gerçekçi gözükmüş olmalıdır ki, televizyon belgeselleri yıllarca bu özel sahneyi devrim sırasında çekilen kamera görüntüleri olarak vermiştir.
Resmi Sovyet saplantılarından uzakta ve devrimi çeşitli şekillerde ele alan Batılı tarihçilerin bir kısmı ise, geniş ölçekte gerçekleşen ve kahramanca bir mücadele olarak sunulan bu miti çürütmüşlerdir. Sanılanın aksine Ekim’de gerçekleşen olaylar çok da heyecanlı değildi. Bolşevikler içeriye dalıncaya kadar, Kışlık Saray çoktan terkedilmişti. Kapıları açık binanın memurlarının ve muhafızlarının çoğu kaçmış, içeride kalan az sayıdaki kişiyse kendini hanedanlık bölümündeki özel odalara kapatmıştı. Steve Phillips’in deyimiyle, “neredeyse devirmeye değmeyecek” Kerensky’nin Geçici Rus Hükümeti ise, o güne gelinirken şehirdeki desteğini yitirmiş ve tamamen güçten yoksun düşmüştü.
O anda Rusya’da bulunan İngiliz askeri ataşesi General Knox, sarayın alınmasını şöyle aktarmıştır:
Kışlık Saray’daki garnizonun tamamı başta iki bin kişi civarındaydı. Firarlar bu sayıyı çok aşağılara çekti. Üstelik kimsede savaşacak ruh yoktu ve asteğmenlerin bazıları yakalanmadan kaçabilmek için kadınlardan palto ödünç alıyorlardı. Gece 10’da bu asteğmenlerin çoğu görevini terk etmiş, Mühendislik Okulu asteğmenleri ve Kadınların Ölüm Müfrezeleri adı verilen kadın birliği dışında geride karşı koyacak çok az kimse kalmıştı. Eisenstein’in filmine de dayanak oluşturan Dünyayı Sarsan On
Gün isimli kitabın yazarı Amerika doğumlu gazeteci ve sosyalist John Reed bu olayların birebir tanığıdır. Kitabında Bolşevik isyancılar sabah ikide saraya daldığında, “hiçbir şiddet olayının yaşanmadığını, sadece Alman zengin sınıfının ödünün patladığını” belirtmektedir. İşte Çarlık Rejimi’nin sembolü Kışlık Saray’a yönelik muazzam ve kahramanca baskın bundan ibarettir.
17 Ekim’de gerçekleşen olaylarda Vladimir Lenin’in rolüyle ilgili olarak da yanlış anlatımlar bulunmaktadır. Genel inanışın aksine, Lenin ne Bolşevik birliklerini saraya yönlendirmiş ne de filmlerde, romanlarda, hatta bazen balelerde gösterildiği şekliyle “yumruk havada, ağzı kasılı ve sakallı çenesiyle” bir dizi konuşma gerçekleştirip isyancıları teşvik etmiştir. Aslında kendini devletten gizlemek için sakalını kesen Lenin, devrim sırasında İkinci Kongre’deki kısacık bir konuşmasının dışında, adeta bir strateji uzmanı gibi çalışmıştır. Robert Service’in Lenin kitabında belirttiği gibi “perde gerisindeki ilham kaynağı” olmuştur.
Petrograd’da Ekim Devrimi sırasında hayatını kaybettiği tahmin edilen altı kişinin hiçbiri hükümeti savunan insanlar değildi. Aşağı yukarı bin beş yüz kişinin öldüğü ve yüz binlerce insanın sokakları doldurduğu Şubat Devrimi’nin aksine, Ekim’de bir halk kalkışması söz konusu değildir. Kışlık Saray binlerce asker tarafından “basılmamış”, çok daha az sayıdaki bir grup disiplinsiz asker tarafından neredeyse hiçbir itirazla karşılaşılmadan “ziyaret” edilmiştir.
Lev Troçki
Devrim sırasında Petrograd’daki askeri güçlere Lenin değil, çoğunlukla Troçki öncülük etmiştir. Bolşeviklere Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde katılan Troçki 8 Ekim’den itibaren Petrograd Sovyeti’nin başkanlığını üstlenip Askeri Devrimci Komite’yi kurmuştur. Bu komite, 24-25 Ekim gecesine kadar dayanacak olan Kışlık Saray hariç şehri, garnizonuyla beraber ayaklanmadan bir hafta önce ele geçirmiştir. 10 Kasım 1918’de, Stalin Pravda gazatesinde şöyle yazmıştır: “Ayaklanmanın planlanmasıyla ilgili tüm gerekli çalışmalar Petrograd Sovyeti başkanı Yoldaş Troçki’nin kesin emri altında yapılmıştı. Garnizonun Sovyet tarafına geçmesi ve Askeri Devrimci Komite’nin etkili tutumu konusunda, partinin öncelikle ve en çok borçlu olduğu kişinin Yoldaş Troçki olduğu kesinlikle açıktır.” Bu cümleler, biraz ironik olsa da, sonrasında Troçki’nin peşine düşüp onu öldürtecek olan Stalin’e aittir.
Frengi Hastalığını Avrupa’ya Kristof Kolomb Taşımıştı
Genellikle frengiyi Avrupa’yla tanıştıran insanın İtalyan gezgin Kristof Kolomb olduğu düşünülür. 1492’de Amerika’ya yapılan tarihi yolculuk sırasında Kolomb’un yanındaki gemicilerin o yıllarda bilinmeyen bu hastalığa yakalandığı ve bir sonraki yıl da bunu Amerika’dan Avrupa’ya taşıdıklarına inanılmaktadır. Fakat son araştırmalar, Avrupa’da frengi hastalığının, Kolomb’un Yeni Dünya’ya ayak basmasından çok öncelere dayandığını göstermektedir.
Kolomb’u suçlayan bu teorinin kısmen bir temeli vardır. Avrupa’nın bilinen ilk frengi salgını 1494-1495 yıllarında, yani Kolomb’un dönüşünden hemen sonra patlak vermiştir. Önce Napoli’de İtalya’yı işgal etmekle meşgul Fransız birliklerini vuran bu hastalıkla ilgili kaynaklar, Fransız askerleri ve Kolomb’un gemicileri arasında bir bağlantı olduğunu belirtmektedir. Tahminen beş milyon kişinin ölümüne sebep olan frengi, salgın halini alarak Avrupa’yı kırmış geçirmiştir. Antibiyotiklerin bulunmadığı dönemde oldukça korku salan bu hastalık; derisine, eklemlerine, midesine, kalbine ve beynine kalıcı hasar bıraktığı kurbanını birkaç ay içinde ölüme götürmekteydi.
2008’de New Scientist dergisinde yer alan ve frengi ile ilgili bakterilerin farklı türlerini inceleyen yeni kaynaklar da Kolomb etkisini desteklemiştir. Bulgular cinsel yolla bulaşan frenginin son dönemde geliştiğini, dolayısıyla Avrupalıların zührevi olmayan bir türüne yakalandığı bu hastalığın, sonrasında daha ölümcül ve cinsel yollarla bulaşan bir forma dönüştüğünü göstermektedir. En önemlisi, hastalığın cinsel yollarla bulaşmasını sağlayan özelliklerin, Kolomb ve mürettebatının ayak bastığı Güney Amerika’dakilerle benzer olduğu görülmüştür.
Kolomb’un Kurduğu Etkileşim
1492’deki Amerika seyahatiyle beraber Eski ve Yeni Dünya arasında geniş ölçekli bir etkileşim döneminin başlamasına yabancı literatürde, tarihçi Alfred W. Crosby’nun tabiriyle “The Columbian Exchange” denilmektedir. Bir kıtadan diğerine yeni yiyecekler, tütün dahil yeni ekinler, yeni hayvanlar, fikirler ve çoğu zaman köle olarak yeni insanlar taşıyan bu dönem, aynı zamanda ölümcül hastalıkları da sürüklemiştir. Grip ve çiçek hastalığı gibi Avrupalı salgınlar Amerika’daki nüfusu kırmış geçirmiş, 1492 ve 1650 yılları arasında Amerikan yerlilerinin nüfusu, tahminen 50 milyondan 5 milyona düşmüştür. Böylece, Kolomb önceki Amerikalılar için soykırımla kıyaslanabilecek bir hızda nüfus azalmasını başlatmıştır.
Fakat yeni bulunan kaynaklar, frenginin Avrupa’da varlığının 1492’deki seyahatten çok öncelere dayandığını göstermektedir. Brian Connell gibi kemikbilimcilerin ortaçağın en büyük hastanelerinden birinin bulunduğu Doğu Londra’da yaptığı kazılarda keşfedilen 1200-1400 yılları arasından yaşamış insan iskeletlerinde açık bir şekilde frengi hastalığının izleri görülmüştür. İncelenen beş bin üç yüz seksen yedi iskeletten yirmiş beş tanesinde bu hastalığın neden olduğu feci kemik hasarları saptanmıştır. Uzmanların doğuştan bu hastalığa sahip olduğunu düşündükleri 10 yaşındaki bir çocuğun iskeletinde, frenginin ileriki safhalarına ait son derece acı verici ve vücudu çirkinleştirici etkiler görülmüştür: Frengi yaralarının kafatasında yol açtığı çukarlar veya köpek dişlerinin kırk beş derecelik yanlış açıyla çıkması gibi. Brian Connell bu durumu, “Semptomlar o kadar belirgindi ki, bulunduğunda şok etkisi yaratmıştı,” diye açıklamaktadır.
Pompei kalıntılarında yapılan son keşifler de Avrupa’da frenginin varlığını daha erken dönemlere götürmektedir. Örneğin, MS 79 yılında Vezüv Yanardağı’nın patlamasında ölen ikiz çocukların kemiklerinde hastalığın hemen hemen kesinlikle kalıtsal olduğu bulunmuştur. Bazı uzmanlar ise Hipokrat’ın Antik Yunan Dönemi’nde cinsel yolla bulaşan frenginin semptomlarını açıkladığını yazmaktadır. Benzer şekilde, on üçüncü yüzyılı on dördüncü yüzyıla bağlayan dönemde, İngiltere’nin Hull bölgesindeki Aziz Augustus takipçisi bir manastırda yaşamış rahiplerin kemiklerinde cinsel yolla bulaşan frengiye ait olduğu düşünülen semptomlara rastlanmıştır. Smithsonian Enstitüsü’nden antropolog Douglas Owsley ise frenginin her iki kıtada bulunduğunu, fakat ortaçağ Avrupa’sında cüzamla karıştırıldığını öne sürmektedir. Buna göre, cüzam sanılan frenginin on beşinci yüzyılın sonlarında yaygınlaşması ise sadece bir tesadüftür. Birtakım moleküler genetik uzmanları da Avrupa’da bir anda ortaya çıkan frenginin bu kıtada halihazırda bolca bulunan akraba bakterilerden kaynaklandığını iddia etmektedir.
Kolomb Miti
Kolomb bir zamanlar Amerika’nın “kâşifi” olarak nitelendirilmiş olsa da, yerliler aslında binlerce yıldır bu topraklarda yaşamaktaydı ve Vikingler kendisinden birkaç yüzyıl önce bu bölgeye yerleşmişlerdi. Unutulan bir başka gerçek ise, yaptığı dört yolculukta da Karayiplere ve Güney Amerika kıyılarına çıkan Kolomb’un hiç Kuzey Amerika’ya ayak basmadığıdır. Buna ek olarak, Küba’ya ilk gelişinde burayı Asya kıtasının bir parçası sandığından bölge sakinlerine “indios” ismini vermiş ve Batı dillerinde “Hintli” ile “Kızılderileri” kelimelerinin aynı olmasına sebep olmuştur. Seyahatlerinin ardından neredeyse üç yüz yıl boyunca pek bahsi geçmeyen Kolomb’un anısı, Amerikan Devrimi sonrasında, Amerikalıların İngiliz Monarşisi’ne bağlı olmayan tarihi figürler bulma arayışı sonucunda canlanmıştır. Bu dönemde onun hayatı çeşitli kurumlar aracılığıyla masallaştırılarak kitap ve şarkılarda yer almıştır. Örneğin, ABD’nin ulusal marşı olarak kabul edilen “Hail Colombia” 1798’de yazılmıştır. 1930’lu yıllarda Başkan Franklin D. Roosevelt, partisinin kısmen önemli destekçileri İtalyan asıllı Amerikalıları memnun etmek için, “Kolomb Günü” adı verilen bir resmi bayram ilan ederek bu miti canlandırmıştır. Roosevelt dünyayı ve doğayı fethe çıkmış Kolomb’un ruhunun her Amerikalının içinde yaşadığını şöyle öne sürmektedir: “Ulusun çıkarı adına doğayı fethetmiş kadın ve erkeklerden oluşan bir nesle çok da uzak değilsiniz!”
Avrupa’nın ilk bilinen frengi salgını Kolomb’un tarihi yolculuğunun hemen ardından patlak verse de, bu hastalığın Avrupa’ya taşınmasından o sorumlu değildir. Yeni kaynaklar sayesinde frenginin Avrupa’daki varlığının MÖ 1. yüzyıla kadar uzandığı düşünülmektedir. Dolayısıyla, “hatalı tarihin” bir başka örneği olarak Amerika’ya ulaşan ilk Avrupalı sanılıp saygınlık kazanan veya eski ve yeni kıtalar arasında birtakım hastalıkların yayılmasına neden olduğu düşünülen Kolomb sonunda temize çıkmıştır.
Yahudi Soykırımı’nda Temel Katliam Alanları Auschwitz ve Almanya’daki Toplama Kamplarıydı
Yahudi Soykırımı (Holokost) denince Batı Avrupa’daki pek çok insanın aklına Auschwitz ve Alman toplama kampları gelmektedir. Avrupa’daki Yahudi nüfusunun yok edildiği ana ölüm adresleri olarak görülen bu kamplarda toplu katliam, özellikle gaz odaları aracılığıyla endüstriyel bir boyut kazanmıştır. Şu anda yakından tanıdığımız ve bizi dehşete düşüren olayları anlatan anılar, fotoğraflar, kamera görüntüleri ve romanlar, 20. yüzyılın bu en çirkin vahşetlerinden birine tanıklık etmektedir.
Kamplar
“Toplama kampı” terimi Nazi Almanyası tarafından her türlü kamp için kullanılsa da, toplama kampı ile imha kampı arasında açık bir fark bulunmaktaydı. İlki bir hapis olarak kurulmaktayken, diğerinin ardında yatan tek amaç çok büyük boyutlarda bir toplu katliamdı. Timothy Snyder’in çığır açan kitabı Blood Lands’de (Kan Toprakları) yazdığı gibi, “Savaş bitene kadar toplama kamplarında gerçekten de yüz binlerce insan öldürülmüştü, ama ne kadar öldürücü olurlarsa olsunlar bu kamplar toplu ölümler için planlanmamışlardı.”
Naziler’in İmha ve Toplama Kampları
Alman işgali altındaki Polonya’da Birkenau yakınlarında inşa edilen Auschwitz hem toplama kampı hem de bir imha kampı olarak hizmet görmüştür. 1944’e gelindiğinde Nazi Almanyası’nın temel imha noktası haline gelen bu kampta Şubat 1943’ten itibaren öldürülenlerin sayısı, Holokost sırasında ölen 5.7 milyon Yahudi’nin yaklaşık altıda birine denk gelmektedir. Gene de Auschwitz ve Almanya’daki toplama kampları, Nazilerin Avrupalı Yahudileri ve yaşamayı hak etmediğini düşündükleri diğer insanları yok etmek için korkunç bir şekilde ve gizlice planladıkları bu kamp sisteminin sadece bir yüzüydü. Synder’in vurguladığı gibi, “Avrupa’daki toplu ölümler genellikle Holokost’la, Holokost ise hızlı ve endüstriyel ölümlerle ilişkilendirilir. Fakat bu resim oldukça basit ve temizdir.” Gerçekte, Almanlar işgal ettikleri bölgelerde çoğu toplama kamplarının dışında uygulanan başka birtakım ilkel yöntemler de kullanmışlardır. Örneğin açlık, angarya, ani infaz ve toplu halde kurşuna dizme gibi.
Auschwitz
Sovyetler Birliği karşısında geri çekilmeye başlayan Almanya’nın Sovyet Yahudilerini toplu halde kurşuna dizmeye devam edememesi üzerine, Auschwitz 1944’te Holokost’un merkezi haline gelmiştir. Bununla beraber, Kızıl Ordu’nun gittikçe yaklaşması Polonya’daki Reinhard ölüm kamplarının kapatılmasını sağlamıştır.
Normalde Alman nüfusunun sadece yüzde birine denk gelen iki yüz bini Alman Yahudisi olmak üzere üç yüz bin kişiden oluşan Nazi kontrolündeki Yahudi nüfusu, Polonya’nın işgaliyle birlikte iki milyon civarına yükselmiştir. İşgal sonrasında Polonyalı siviller, Yahudi olup olmadıklarına bakılmadan, binlercesi bir arada Einsatzgruppen adı verilen ölüm mangaları tarafından kurşuna dizilmişlerdir. 1940’tan itibaren Yahudi nüfusun başka bir yere sevk edilene kadar kalacağı ve çalışma kampı olarak düzenlenen gettolar oluşturulmuştur. Yüz binden fazla Yahudinin sürüldüğü Varşova gettosunda yaklaşık altmış bin kadar insan açlık ve yoksulluk sonucu hayatını kaybetmiştir.
Baltık Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin batısının 1941’de işgal edilmesiyle beraber, toplamda beş milyona varan bir Yahudi nüfusu Alman Devleti’nin kontrolü altına girmiştir. Aynı yıl Hitler, Himmler ve Goering’e tüm Yahudilerin yok edilmesi emrini vermiştir ve 1941 yılına gelindiğinde ağırlıkla Doğu Polonya, Litvanya, Letonya, Estonya ve Sovyetler Birliği’nin batısındaki, Molotov-Ribbentrop Hattı’nın doğusuna denk gelen bölgelerde kurşuna dizmeler korkutucu boyutlara ulaşmıştır. (Bakınız, yukarıdaki harita) Sık sık yerel polis ve görevlilerinden yardım alan Einsatzgruppen, kurşuna dizmelerin büyük bir kısmını gerçekleştirdikten sonra, SS takviye güçleri devreye girmekte ve erkek, kadın, çocuk demeden tüm topluluğu ortadan kaldırmaktaydı. Eylül 1941’de, Kiev’deki işgalci Alman askerlerini öldüren bir bombalama olayının rövanşı olarak, tüm Yahudilere yeniden yerleştirileceklerine dair her zamanki yalan söylenerek şehrin bir noktasında toplanmaları emredilmişti. Bunun yerine, hepsi Babi Yar Vadisi’nin uçurumuna sürüldü ve her bir tanesi kendi ölümünü getirecek kurşun sesini duyana kadar dağ gibi yükselen cesetlerin üstünde yatmak zorunda bırakıldı. Toplam otuz altı saat süren bu olay otuz üç bin yedi yüz altmış bir insanın hayatına mal olmuştur. 1941 sonuna kadar ise benzer şekilde öldürülenlerin sayısı bir milyona yaklaşmıştır.
Sivilleri toplu bir halde kurşuna dizmeler 1942 yılı boyunca devam ederken, öncelikle Sovyet asker tutsakları üzerinde denenen gaz kamyonlarının kullanımı da Alman işgali altındaki topraklara yayılmıştır. Benzer öldürücü gaza dayalı faaliyetler aynı şekilde Molotov-Ribbentrop Hattı’nın batısına da yansımış ve Polonya’da Belzec, Sobibor ve Treblika imha kampları kurulmuştur. Görece az bilinen bu kamplar Gestapo Şefi Reinhard Heydrich’in ismiyle anılan Reinhard Operasyonu’nun tamamlanması için tamamen öldürme amacıyla inşa edilmişti. Dolayısıyla bunlar, birincil olarak köle emeği kullanımı ve hapishane merkezleri olan Belsen ve Dachau gibi diğer Alman toplama kamplarından ayrılmaktadır. Chelmno’yu da dahil edildiğinde, Reinhard imha kampları bir buçuk milyon civarında Yahudi’yi ortadan kaldırmıştır.
Ağustos 1939’da kararlaştırılan Molotov-Ribbentrop Hattı’nı gösteren harita
Belzec, Sobibor veya Treblinka kamplarının kapısından giren kimse bir daha dışarı çıkamamışsa da, Auschwitz’de yaklaşık yüz bin kişi kurtulabilmiş ve korku dolu tecrübelerini duyuracak şansa sahip olmuşlardı. Oysa, Reinhard imha kamplarında yaşananları anlatacak yaşayan tutsak olmadığından, bu kamplar hakkında pek az insan bilgi sahibidir. Savaş sona erdiğinde, Amerikan ve İngiliz birlikleri Almanya’daki toplama kamplarını özgürleştirmişlerdi. Fakat, bir kısmı Kızıl Ordu tarafından kurtarılan (Belzec, Sobibor ve Treblinka dahil), bir kısmı ise Nazilerce yıkılan Polonya’daki imha noktalarına tanıklık etmemişlerdir. Böylece, sadece Belzec’teki ölüm vakalarının dört yüz otuz dört bin beş yüz sekize yükseldiği Reinhard imha kamplarının bazılarıyla ilgili pek az şey duyulmuştur.
Auschwitz, Holokost planı içinde önemli bir yer tutsa da, kurulduğu vakte kadar Polonya ve Sovyetler Birliği’ndekiler de dahil olmak üzere, en büyük Yahudi topluluklarının neredeyse tamamı yok olmuş ve Yahudilerin üçte ikisi öldürülmüştü. Yahudilerin büyük bir çoğunluğu ise herhangi bir toplama kampı görmeden öldürülmüştü. Bir anlamda, Auschwitz’de ve Alman toplama kamplarında yaşanan zülüm, Holokost’un nasıl bir kâbus olduğunu yansıtmaktan uzaktır. Aslında, en önemli ölüm merkezleri, imha kampları ve milyonlarca sivilin katledildiği Alman işgali altındaki geniş topraklardır.
Auschwitz Gerçeği
Auschwitz’e varan Yahudilerin çoğunluğu hemen gaz odalarına gönderilmekteyken, sadece küçük bir azınlık bu odalara verilmeden önce ölümüne kadar çalıştırılmak için alıkonulmaktaydı. Ayrıca, aralarında yetmiş dört bin Yahudi olmayan Polonyalı ve on beş bin Sovyet vatandaşının da bulunduğu Auschwitz kurbanlarından Yahudi olmayanların sayısı iki yüz bini bulmaktaydı. Mahkûmlara numara dövmeleri yapılması da sadece bu kampta uygulanmaktaydı. Daha öncesinde bu numaralar elbiselere dikilmekteydi ve bir mahkûm numarasını hatırlamadığı takdirde vurulabilmekteydi. 1943 baharında başlatılan dövme uygulaması, birkaç iğneden oluşan büyük bir metal damgayla kişinin sol üst göğsüne yapılmaktaydı. 1944’ten itibaren ise numaralar sol ön kola işlenmeye başlanmıştı.
Benito Mussolini Sayesinde Trenler Tıkır Tıkır Çalışmıştır!
“En azından Mussolini zamanında trenler vaktinde kalkmaktaydı.” Bu sitem, İtalya’da kızgın tren yolcuları veya acımasız diktatörlerin bile iyi yanları olabileceğini vurgulamak isteyenlerce çok sık dile getirilmektedir. Fakat maalesef bu insanların faşist propagandanın kucağına düşmüş olduğunu söyleyebiliriz çünkü Mussolini, çok da iyi bir yönü olmadığı gibi, trenlerin vaktinde kalkmasını da sağlamamıştır.
I. Dünya Savaşı sırasında müşkül bir duruma düşen İtalyan Demiryolları, 1920’ler ve 1930’lar boyunca hatların elektriklendirilmesi, vagonların artırılması gibi pek çok gelişmeyle toparlanmıştır. Roma-Napoli hatlarına ek olarak, “Üreten Faşizm”in bir kanıtı edasında büyük bir tantanayla açılan dünyanın ikinci en uzun tünelini de içeren Bologna-Floransa anayolları yapılmıştır. Ne var ki, Peter Neville, Mussolini adlı eserinde, işin temelinin ve büyük bir kısmının Duçe göreve gelmeden önce atıldığını yazmaktadır. Kısacası Mussolini, yeni alınmış vagonlar ve görece rahatlamış hatlar dahil, kendinden önceki yönetimlerin işlerini kendine mal etmiştir.
Amerikalı gazeteci George Seldes 1936 yılında, genelde turistlerin kullandığı ana ekspres hatlarının gideceği yere vaktinde varırken, daha küçük hatların sürekli geciktiğini yazmıştır. Bu dönemden başka ifadeler ise büyük hatlardaki trenlerin bile sıklıkla geç kaldığını akla getirmektedir. Aynı şekilde İngiliz gazeteci Elizabeth Wiskemann da dakik trenler masalına
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/emma-marriott/hatali-tarih-69403384/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.