Bir nefeste dünya tarihi

Bir nefeste dünya tarihi
Emma Marriott
M.Ö. 3500’den 1945’e kadar kronolojik olarak düzenlenmiş; Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika, Okyanusya, Ortadoğu ve Orta Asya olarak bölgelere göre ayrılmış, bir nefeste okuyacağınız bir dünya tarihi kitabı.
Farkında olsak da olmasak da, yaşadığımız dünya, tarihimiz tarafından şekillendirilmiştir. Tarih, aynı anda ortak insanlığın hem bir kaydı hem de bütünlüğünü sağlayan bir bağdır.
Bu kitap, antik medeniyetlerden II. Dünya Savaşı’na kadar yaşanmış büyük tarihsel olaylar hakkında fikir sahibi olmamız için gereken temel bilgileri içeren bir rehber. Büyük İskender’in imparatorluğu, Arap halifelerinin yükselişi ya da Çin’deki Tang Hanedanlığı, kadınların özgürleşmesi, komünizm ve faşizmin yükseliş ve düşüşleriyle ilgileniyor olabilirsiniz. Tüm bu konular ve daha fazlası hakkında son derece önemli bilgileri bu kitapta bulabileceksiniz.

Emma Marriot
Bir Nefeste Dünya Tarihi

GİRİŞ
Bu çalışma dünya tarihinin yaklaşık 5000 yıllık bir kesitini, küçük bir kitaba sığdırmayı amaçlamaktadır. Küresel tarihimizin geniş ve sıklıkla karmaşık doğası, basit ve anlaşılır bir formatta damıtılmış; bir nefeste okunabilen tarih derlemesi ortaya çıkarılmıştır.
Biz, bu kitapta dünyanın en eski medeniyetlerine ve antik imparatorluklarına özellikle önem gösterdik. Daha önce fazlasıyla ele alınmış olan Avrupa tarihinin ötesine geçebilen bir dünya tarihi hazırlamaya gayret ettik.
Bu kitapta, Avrupa ve Kuzey Amerika tarihinin bilindik öykülerine, Antik Yunan’ın yücelikleri ve Norman İstilaları’ndan Amerikan Bağımsızlık Savaşları ve Wall Street’in çöküşüne kadar birçok olaya yer verildi. Bununla birlikte Uzakdoğu, Afrika, Ortadoğu, Okyanusya ve Amerika halklarının başından geçen olayları da ele aldık. Bu sayede, kitabın doğası gereği, kısa da olsa Pakistan’ın İndus Medeniyeti’ne, Çin’in Tang Hanedanlığı’na, Kuzey Afrika’nın Kuşitler’ine ve Pers Ülkesi’nin Nadir Şah’ına kitapta dikkat çekebildik.
Her bir bölüm kısa fakat kapsamlıdır. Bu çalışmada yer alan bağımsız her bir bilgi parçasından kendi başına ya da sunulan diğer bilgilerle birlikte yararlanılabilir. Bir kitabın kapsayabileceği şekilde mümkün olan hiçbir şeyi atlamamaya gayret gösterdik (Neyin dışarıda bırakılacağına karar vermek neyin kitaba dahil edilmesi gerektiğine karar vermekten daha zor oldu). Diğer kayıtlara ve olaylara da atıflar yapıldı. Zira tarih, daha önce yaşanan olaylarla şekillendirilmediği ve bağlantılandırılmadığı sürece hiçbir şey ifade etmez.
Kitaba, hakkında pek az şey bildiğimiz ama bugünkü hayatımız üzerinde muazzam bir etkiye sahip olan en eski medeniyetlerle başladık. (Tarihçi J. M. Roberts’ın dediği gibi: “Eski tarih, yaşamlarımızı ve düşüncelerimizi etkilemeye devam etmektedir.”) İlk medeniyetlerden başlayarak 1945 yılına kadar getirebildiğimiz süreçte, neredeyse elli dört asrı aşan bir dünya tarihi anlatılmaktadır. Aktarımlar Ortadoğu ve Afrika, Avrupa, Amerika, Uzakdoğu ve Okyanusya’yı içeren alt gruplar halinde tasnif edildi. Sıklıkla ülkelerin ve şehirlerin günümüzde yaygın olan adları kullanıldı. Eski isimlerin daha uygun ve okuyucu için daha tanıdık olduğu hallerde ise orijinal isimler muhafaza edildi.
Bir Nefeste Dünya Tarihi’nin tarihle ilgili kimi karışıklıkları aydınlatarak, kitlesel göç ve çatışmalardan, geçmişin büyüleyici başarılarına ve insanın hayatta kalma azminin sayısız örneklerine kadar düşüncelerimizi etkileyen ve bizi bugün olduğumuz şey haline getiren gerçeklerin anlaşılmasına katkı sunacağını umuyoruz.

    Emma Marriott
Bu kitaba olan katkılarından ötürü Dr. Hilary Stroh 2 soyadlı, Lindsay Davies, David Woodroffe, Ana Bježančević, Greg Stevenson, Andrew John, Charlotte Buchan, Dominique Enright ve Glen Saville’e teşekkür ediyorum.

I
İLK İMPARATORLUK VE MEDENİYETLER
M.Ö. 3500 – M.Ö. 800

ORTADOĞU VE AFRİKA

Sümer Medeniyeti
M.Ö. 5000’lerde Güney Mezopotamya’nın (günümüzde Irak) Sümer adıyla bilinen verimli topraklarına çiftçiler yerleşti. Bu mütevazı başlangıç aslında dünyanın ilk büyük medeniyetinin tohumlarını atıyordu.
Dicle ve Fırat nehirleri arasında yaşayan (Mezopotamya, Yunancada “iki nehrin arasındaki toprak” demektir) Sümerli çiftçiler tahıl ve diğer tarım ürünlerini bol miktarda yetiştirebiliyorlardı. Temel gıda ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra ellerinde kalan üretim fazlası ise onlara yerleşik bir yaşam sürme imkanını sunuyordu. Sümerliler, ellerindeki fazla gıdayı günümüzde Pakistan ve Afganistan sınırlarına kadar uzanan bölgede yaşayan insanlar tarafından üretilen metalleri ve aletleri almak için kullandılar. Verimli fakat sel eğilimi olan arazileri üzerinde hendek ve kanallardan oluşan bir ağ sistemi ve drenaj yolları kurmayı başardılar.
M.Ö. 3000’lerde, Sümer’de bir dizi şehir devleti ortaya çıktı. Bunların en büyüğü kırk bin insanı barındıran Ur’du. Dünyanın bilinen ilk yazı sistemi Sümer kökenlidir. Başlarda resim yazısı olan Sümer çivi yazısı, aşamalı olarak bir dizi kama biçimli basit simgeden oluşan bir yazı sistemine dönüştü. Metinler kil tabletlere kamış saplarıyla yazılıyordu. Sümerliler aynı zamanda karmaşık bir yönetim ve hukuk sistemi düzenlediler. Tekerlekli araçlar ve çömlekçi çarkları geliştirdiler. Büyük zigguratlar[1 - Ziggurat, (Akatça ziqqurrat, zaqā “yükselmiş yere kurmak”) eski Mezopotamya vadisinde ve İran’da terası bulunan piramitlere benzeyen tapınak kulesidir. (ç.n.)], kubbeli ve sütunlu binalar inşa ettiler.
İlk büyük Sümer İmparatorluğu, M.Ö. yaklaşık 2350 yılında Akad Kralı Sargon (Sümer’in kuzeyinde yer alan antik bir krallık) tarafından kurulmuştu. Bütün Sümer şehirleri onun kontrolü altında birleşti. İmparatorluk Suriye’den Basra Körfezi’ne kadar uzanıyordu. Bu hanedanlık takriben M.Ö. 2200 yılında yıkıldı. Ancak M.Ö. 2150’den sonra Ur kralları Sümer otoritesini yeniden kurup, Akadları egemenlikleri altına aldılar. Tahminen M.Ö. 2000 yıllarında, Elamitlerin istilası (Sümer’in doğusunda yer alan bir medeniyet) ve Ur’un yağmalanmasını takip eden süreçte Sümerliler Amorit egemenliği altına girdi. Yakın gelecekte onlardan geriye kalanlardan büyük şehir devleti Babil doğacaktı (Bkz. sayfa 17).
Antik Mısır: Eski Krallık
Afrika’daki ilk medeniyet M.Ö. 5000’lerde kıtanın kuzeydoğusunda yer alan Nil Vadisi’ndeki yerleşim ile başladı. Buralarda yaşayanların Sahra’dan geldiği düşünülmektedir. Yaklaşık 2000 yıl önce, iklim değişikliği Sahra’yı çöl haline getirmeden Afrika’nın ilk tarımcı toplulukları orada yaşamışlardı. Aynı iklim değişikliği Nil Vadisi’nin bataklıklarını da kurutmuş ve burayı çiftçi halklar için çekici bir bölge haline getirmişti.
M.Ö. 4. yüzyılın ortalarında, Nil Vadisi yoğun bir nüfusa sahipti. Kasabalar büyümüş ve bölge iki Mısır krallığına ayrılmıştı. Geleneksel Mısır kronolojisi bize M.Ö. 3200’de Firavun (Hükümdar) Menes’in Mısır’ın iki krallığını tek bir devlet çatısı altında birleştirdiğini söyler. Bu 3000 yıllık bir medeniyetin başlangıcıdır. Bu medeniyete devasa anıt mezar inşa projeleri ve serpilip gelişen Mısır kültürü damgasını vuracaktır.
Antik Mısır’ın en eski dönemi Eski Krallık (yaklaşık[2 - Metinde y. kısaltmasıyla belirtilmiştir. (e.n.)]M.Ö. 2575-2130) olarak bilinir. Bu dönemde ülkeyi bir dizi güçlü firavun yönetmiştir. Teknoloji, sanat ve mimarlıkta büyük gelişmeler yaşanmıştır. Hiyeroglif yazı sistemi geliştirilmiş, Büyük Sfenks ve Giza piramitleri inşa edilmiştir (Bunların inşası sırasında binlerce Mısırlı hayatını kaybetmiştir). Piramitler firavunun ölümden sonraki hayatı için inşa edilmişlerdir. Piramitler, Güneş Tanrısı Ra inancıyla yakından ilişkilidir. Bir noktadan genişleyerek inen şekli, güneş ışınlarını andırır ve merhum kralın tanrılara doğru yükselişi için bir merdiven rolü oynar.
Antik Mısır: Orta ve Yeni Krallık
Mısır’da Orta Krallık (y. M.Ö. 1938-1630) adıyla bilinen bir istikrar döneminin ardından şiddetli kuraklık, kıtlık ve merkezi devletin çöküşü gelmiştir.
Daha sonra Mısır’ın firavunları ülkenin refah ve istikrarını yeniden inşa etmeyi başarmışlardı. Bu amaçla sınırların güvenliği sağlanmış, tarımsal üretim arttırılmış ve zengin maden kaynakları ele geçirilmiştir (Bu başarı kısmen zengin altın madenleri ve taş ocaklarına sahip olan Nubya’nın fethi ile gerçekleşmiştir). Bu döneme, altın ve diğer değerli maddelerden yapılan mücevher tasarımları damgasını vurmuştur. Ölüm ve yeniden doğuş tanrısı Osiris’e tapınma Mısır’da yaygınlaşmıştır. Bu inanca göre sadece firavunlar değil tüm insanlar ölümlerinin ardından tanrılar tarafından karşılanacaklardır.
Bu dönemde girişilen iddialı inşaat ve madencilik projeleri, Nil’deki ciddi taşkınlarla birlikte firavunun Mısır’daki gücünün zayıflamasına neden oldu. Bu durum yabancı yerleşimcilerin (Özellikle de Filistin’den geldiği düşünülen Hiksosların) gücü ellerine geçirmesine imkan verdi. Bronz yerine demirin yaygın olarak kullanıldığı bir ekonomiye geçiş de bu düşüşe katkıda bulundu. Bu dönemi izleyen Yeni Krallık (y. M.Ö. 1539-1075) döneminde firavunlar hakimiyeti yeniden ele geçirdiler. Mısır etkisi Suriye, Nubya ve Ortadoğu’da yayıldı. Mısır tarihinin en önemli dönemlerinden biri olarak görülen bu süreçte, çok sayıda büyük tapınak inşa edildi. Bunların arasında Krallar Vadisi’ndeki resimli anıt mezarlar da bulunmaktadır. Aralarında kadın lider Hatşepsut ve çocuk kral Tutankamon’un da bulunduğu Mısır’ın en ünlü firavunları bu dönemde hüküm sürmüşlerdir.
Mısır’ın son büyük firavunu III. Ramses’in M.Ö. 1070 yılında ölümünün ardından, Mısır çok sayıda küçük krallığa bölünmesine neden olacak olan yavaş bir gerileme dönemine girdi. M.Ö. 719 yılı civarında, Kuşitler (Bkz. sayfa 40) Mısır’ı fethettiler. Kuşitler, M.Ö. 656 yılında Asurlular tarafından kendi sınırlarına sürülene dek Mısır’ı firavunlar gibi yönettiler. Asur hakimiyetini, M.Ö. 525 yılında Pers istilası izledi. M.Ö. 322 yılında Büyük İskender ve son olarak M.Ö. 30 yılında Romalılar Mısır’ı fethettiler.
Babil
Mezopotamya’daki politik güç, en sonunda kuzeydeki Akad şehri Babil’e kaydı. Öyle ki bu dönemde tüm bölge Babil adıyla anıldı. İlk büyük Babil Hanedanlığı, M.Ö. 1894 yılından gücünün zirvesine çıktığı Kral Hamurabi (y. M.Ö. 1795-1750) dönemine kadar 300 yıl boyunca hüküm sürdü.
Hamurabi döneminde, Babil İmparatorluğu’nun sınırları Sümer de dahil olmak üzere Güney Mezopotamya’nın tamamını ve Asur’un kuzey bölgelerini içine alacak biçimde genişledi. Hamurabi, kendi adıyla bilinen dünyanın ilk kanunlarını çıkarmasıyla (Hamurabi Kanunları), bilimi ve bilim insanlarını desteklemesiyle ün kazanmıştı.
Hamurabi’nin ölümünün ardından Babil gerilemeye başladı. M.Ö. 1595 yılından itibaren Hitit egemenliği (aşağı bakınız) altına girdi. Hititleri, 400 yıllık bir hanedanlık kuran, Babil’in doğusundan gelmiş dağlı Kas-sitlerin hükümranlığı izledi. Bu süreçte Asur Babil’den ayrıldı. Babil’in kontrolü için yüzlerce yıl sürecek olan bir mücadele başlıyordu. M.Ö. 9. yüzyılda Asur kralları Babil’i yönetmeye başladılar. Bu dönem M.Ö. 7. yüzyılın sonlarına kadar devam etti.


1 Antik İmparatorluklar: Afrika ve Ortadoğu y. M.Ö. 3500-M.Ö. 60

Daha sonra Babil, haklarında pek az şey bilinen semitik bir halk olan Keldanilerin kontrolüne geçti. Özellikle II. Nebukadnezar (M.Ö. 604-532) döneminde imparatorluk yeniden yükselmeye başladı. II. Nebukadnezar, Asur ve Filistin’i egemenliği altına aldı, Babil şehrini yeniden canlandırdı ve Babil’in ana tanrısı olan Marduk Tapınağı’nı yeniden inşa etti. Nebukadnezar ünlü “Babil’in Asma Bahçeleri”nin yapılmasını emretti. M.Ö. 539 yılında Babil, Büyük Kiros komutasındaki Persler tarafından istila edildi (Bkz. sayfa 33). Bu olay Babil İmparatorluğu’nun sonu oldu. Buna karşılık M.Ö. 4. yüzyıla kadar Babil şehri önemini korumaya devam etti.
Hitit İmparatorluğu
Bronz Çağı’nın en büyük güçlerinden biri olan, Hititler adıyla bilinen savaşçı halk, günümüz Türkiye’sinin büyük bir bölümünü ve Suriye’yi yaklaşık bin yıl boyunca yönetti. En geniş sınırlarına M.Ö. 1450 – M.Ö. 1200 yılları arasında ulaşan Hititler, Babil ve Asur İmparatorlukları ve Antik Mısır ile mücadele etti.
Hititlerle ilgili bilgilerimizin büyük bölümü 1906 yılında Türkiye’deki Hattuşaş’ta keşfedilen çivi yazılı on bin adet kil tabletten gelmektedir. Diğer antik şehirlerinden geriye kalanlarla birlikte bu tabletler, Hititlerin M.Ö. 3000 yıllarından sonra Karadeniz’in kuzeyindeki bir bölgeden Anadolu’ya (Bir başka deyişle Küçük Asya’ya) geldiklerini ortaya koymaktadır. Bu bölge günümüzde Türkiye’nin Asya topraklarını teşkil etmektedir. Hititler ata binip, at arabaları kullanıp bronz hançerler kuşanıyorlardı. Hitit dominyonları, M.Ö. 2000’de bir imparatorluk çatısı altında birleştiler. Başkentleri Hattuşaş oldu. İlk Hitit krallarından olan I. Hattuşili (M.Ö. 1650-1620) Suriye’yi işgal etti. Halefi I. Mursili, Babil’i yağmaladı. Ne var ki Mursili öldürüldükten sonra Hitit istilası başarısız oldu.
M.Ö. 1450’de Hitit İmparatorluğu’nun yükselişi başladı. M.Ö. 1380’de büyük Hitit Kralı Şuppiluliuma, Suriye’den günümüzde İsrail sınırları içerisinde yer alan Kenan bölgesine dek uzanan bir imparatorluk yarattı. Onun soyundan gelen Muwatallis zamanında Mısır ve Hitit İmparatorluğu Suriye’de egemenlik kurmak için birbirleriyle mücadele ettiler. Bu süreçte, Mısır Firavunu II. Ramses’le Muwatallis arasında Kadeş’te yaşanan çok şiddetli savaş, tarihte önemli bir üne sahiptir (y. M.Ö. 1300).
Hititlerin, demiri büyük ölçeklerde üreten ve üretilen demiri alet ve silah yapımında kullanan ilk medeniyet olduğu düşünülmektedir. Bu özellikleriyle Hititler, Demir Çağı’nı başlatmışlardır (Demir, birkaç yüzyıl sonra bile birçok medeniyet tarafından hâlâ kullanılmamıştı). Aralarında Ege denizi halklarının (Doğu Akdeniz kökenli göçmenlerin nasıl oluşturulduğu tam bilinmeyen koalisyonu) da bulunduğu göçmenlerin yaklaşık olarak M.Ö. 1193 yılında bölgeyi istila etmeleri ile birlikte Hititler aniden çöküş sürecine girdiler.
Asurlular
M.Ö. 14. yüzyılda Asurlular, Babil’den (Bkz. sayfa 17-19) ayrılarak asıl merkezi Kuzey Mezopotamya’daki Asur şehri olan bağımsız bir imparatorluk kurdu.
Kuzeyden ve güneyden gelen işgalcilerle yaptıkları aralıksız mücadeleler, Asurluları usta savaşçılar haline getirmişti. Çoğunlukla zalimlikleriyle ün kazanmışlardı. Kültürlerini büyük ölçüde özümsedikleri Babillilerin dili ile kendi dilleri neredeyse aynıydı. Özellikle silah teknolojisi alanında son derece yenilikçiydiler. Çeşitli kuşatma silahları geliştirmişlerdi. Atlara araba çektirmek yerine onları süvari birliklerinde kullanan ilk kavim oldukları düşünülmektedir.
En ünlü Asur Kralı II. Sargon (M.Ö. 722-705), başkenti Ninova’ya taşıdı. Şam ve İsrail’in de içinde bulunduğu birçok bölgeyi fethetti. 30 bin İsrailliyi sürgüne gönderdi (İsrail’in “On Kayıp Kabile” efsanesinin temeli bu olaya dayanmaktadır).
M.Ö. 7. yüzyılda, Asur dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük imparatorluk halini almıştı. Büyük Asur krallarının sonuncusu olan Asurbanipal (M.Ö. 668-627) Pers Körfezi’nden Mısır’a dek uzanan büyük bir imparatorluğa hükmetti. Asurlular böyle bir imparatorluğu yönetebilmek için, yollar ve son derece etkili bir posta servisi kurdular. Asurbanipal Ortadoğu’nun ilk düzenli kütüphanesini Ninova’da kurdu. Burada binlerce metin ve kil tablet bulunuyordu. Bu çiviyazılı tabletlerin 20.720 tanesi, günümüzde British Museum’da saklanmaktadır.
Asur Devleti, M.Ö. 612 yılında Medler (Perslerle bağlantılı Hint-Avrupa kökenli bir halk) ve Keldanilerin oluşturduğu bir koalisyon tarafından yenilgiye uğratıldı. Asurlular, sonraki yüzyıllar boyunca Babil, Pers İmparatorluğu, Büyük İskender (Adını “Suriye” olarak değiştirdi), Partlar ve Romalılar tarafından idare edilmiştir.
Fenike
M.Ö. 2000’de Doğu Akdeniz sahilinde çok sayıda halk yaşıyordu. Bu bölge günümüzde Lübnan, Suriye ve İsrail’i kapsamaktadır. Bu dar sahil Asya, Afrika ve daha ileride kalan bölgeler için doğal bir iletişim noktası konumunda bulunuyordu. Sahil şeridinde yaşayanlar, aralarında sedir ağacı (bina yapımında), zeytin, şarap ve giysi gibi birçok ürünün bulunduğu çeşitli ticari mallar üretiyorlardı. Bu ürünler Mısır, Kıbrıs, Girit ya da Türkiye’nin batısında bulunan Truva gibi bölgelerin halklarına satılıyordu.
M.Ö. 1500’lerde, bölgede Ugarit ve Biblos şehirlerine ek olarak yeni yerleşim yerleri inşa edilmeye başlandı. Ugarit M.Ö. 4000, Biblos ise M.Ö. 3000’de kurulmuştu. Çevre imparatorlukların gerilemesine paralel olarak, Fenike’nin en bilinen ve süslemeleriyle ünlü olan Tire, Sidon ve Berot şehirleri M.Ö. 1000 civarında altın çağlarını yaşamaya başladı.
Ticaret Fenike refahının temel unsuru olmaya devam etti. Özellikle altın ve gümüş işlemeleri, güzel cam ürünleri ve işlenmiş fildişi gibi lüks maddelerin üretimi ve ticaretinin bu refahın oluşumundaki payı büyüktü. Fenike boyaları ve özellikle mor dokumaları çok rağbet görüyordu (Mor kumaşlar o dönemde yüksek bir sosyal statünün göstergesiydi). Nitekim Fenike adı bile Yunanca “mor” kelimesinden türetilmişti.
Denizci bir güç olan Fenikeliler, M.Ö. 9. yüzyılın sonlarından başlayarak Kıbrıs’ta ve Kuzey Afrika sahili boyunca koloniler inşa etmeye başladılar. M.Ö. 814 yılında Tunus’ta Kartaca’yı kurdular (Bkz. sayfa 41-42). Fenike, M.Ö. 322 yılına kadar Asur ve Pers imparatorluklarının kontrolü altında büyümeye devam etti. Bu tarihte başkentleri Tire yağmalandı ve Fenike Büyük İskender’in Yunan dünyası ile birleşti.

UZAKDOĞU

İndus Medeniyeti
Dünyanın en gelişmiş kent topluluklarından biri, yaklaşık olarak M.Ö. 2500 yılında, günümüzde Pakistan sınırları içerisinde bulunan İndus Nehri’nin aşağı vadisinde ortaya çıktı. Bu topluluk pek çok açıdan Antik Mısır’dan daha ileriydi. 500.000 kilometrekarelik bir alanı kaplıyordu. Bu haliyle toprakları 63.000 kilometrekarelik bir alana yayılmış olan Mısır’dan çok daha genişti. Güney Asya’nın ilk medeniyeti olarak, gelişimini İndus Vadisi’nin bereketine borçluydu.
Arkeologlar tarafından günümüze kadar İndus Medeniyeti ile ilişkili 100 yerleşim yeri açığa çıkarılmıştır. Bu bölgelerde yapılan kazılar halen devam etmektedir. Söz konusu yerleşimlerin en büyükleri her biri 30-40.000 civarı bir nüfusa sahip olan Harappa, Mohenjo-daro ve Dholavira’dır. Fırınlanmış tuğladan yapılmış binalar belirgin bir sokak planı içerisinde sıralanmıştır. Bu durum İndus Medeniyeti’nde yerleşim bölgeleri inşa edilirken, planlamaya ve tekbiçimliliğe dikkat edildiğini göstermektedir. Bölgedeki şehir ve kasabalarda belirgin bir uyum vardır. İndus yerleşimleri aynı zamanda döneminin en ileri sulama kanallarına ve su tesisatı sistemlerine sahiptir. Mohenjo-daro’da neredeyse her evde bulunan tuğla kanal formundaki tuvaletler sokakların altından akan bir kanalizasyon sistemine bağlanmaktadır.
Yaklaşık 400 farklı simgeden oluşan ve genellikle sabuntaşından damga mühürlerinin üzerinde bulunan İndus yazısı halen deşifre edilmeyi beklemektedir. Bu nedenle, İndus Medeniyeti’ne ilişkin pek çok soruya halen yanıt verilememiştir. Bölgede ciddi bir silahlanma ya da organize dinin varlığına dair herhangi bir kanıta ulaşılamamıştır. Henüz İndus Medeniyeti’nin M.Ö. 1500’lerde son derece ani bir biçimde çökmesiyle ilgili ikna edici bir açıklama ortaya konulamamıştır. Nüfus artışı, seller, topraktaki tuz miktarının artışı ya da şehirlerinin Aryan işgalcileri tarafından yağmalanması bu çöküşe neden olmuş olabilir.
Vedik Çağ ve Hinduizm
Vedik Çağ (y. M.Ö. 1500-800), Antik Hindu metinleri olarak bilinen Vedaların meydana getirildiği çağdır. Dört kutsal kitaptan oluşan Vedalar, Hinduizmin tarihsel kaynakları olarak kabul görmektedir. Vedik Çağ, Aryan işgalcilerin M.Ö. 1500’lerde Hindistan’a gelmeleri ile başlar. Bunlar Orta Asya kökenli asil göçebe halklardı. Nitekim “Aryan” kelimesi esas olarak “asil” anlamına gelmektedir.
Aryan göçünün somut tarihsel kanıtları bulunmamaktadır. Buna karşılık, Veda metinlerinin en eskisi olan Rigveda metinlerinde Aryanlara göndermeler yapılır. Metinlerde Aryanlardan, hayatları atları ve sığır sürüleri etrafında geçen kabile halkları olarak bahsedilmektedir. Aryanlar Antik Hindu metinlerinin dili olan Sanskritçenin eski bir formunu kullanmışlardır. Bu dil, aralarında modern Hindistan’ın resmi dili Hintçenin de bulunduğu çok sayıda modern dile kaynaklık etmiştir.
Aryanların gelişini izleyen yüzyıllarda, Kuzey Hindistan adım adım Aryanlaştırılmıştır. Açık tenli Aryanlar, başlarda Hindistan’ın koyu tenli yerleşimcileri ile herhangi bir biçimde karışmayı reddetmişlerdir. Toplumu dört gruba ayırarak, katı bir sosyal hiyerarşi kurmuşlardır: Brahmanlar (rahipler ya da bilginler), Kshatriyalar (askerler), Vaişyalar (çiftçiler ve tüccarlar) ve Şudralar (hizmetçiler). Bu bölünme Hindu kast sisteminin temelini oluşturmaktadır.
Vedik inanç formlarının modern Hinduizmin köklerini teşkil ettiğine inanılmaktadır. Temel ilahları Indra, Agni (kurbanlık ateş) ve Suyra’dır (güneş). Metinlerde Vişnu gibi kimi önemli Hindu ilahlarına ise çok az önem verilir. Hatta Şiva gibi ilahlara hemen hemen hiçbir atıf yapılmaz. Kurban törenleri Vedik ibadetinde merkezi bir role sahiptir. Özellikle sanrı (halüsinasyon) görülmesine sebep olan Soma içkisinin tanrılara sunumu yaygın bir dini ritüeldir. Geç Vedik dönemde, Hindistan’ın fethedilmiş halkının inançları Veda gelenekleri ile harmanlanarak Hinduizmin ilk biçimleri ortaya çıkarılmıştır.
Erken Çin Medeniyeti
Çin’de ilk medeniyet biçimi Xia Hanedanlığı döneminde ortaya çıkmıştır. Arkeolojik kalıntıların son derece sınırlı oluşu Xia Hanedanlığı’nın gerçekten var olup olmadığı konusunda tartışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yine de Xia Hanedanlığı’nın, arkeologların M.Ö. 2000’li yıllara ait taş aletler ve bir bronz dökümhane buldukları Sarı Nehir Vadisi’nde M.Ö. 2100’lerde kurulmuş olabileceği düşünülmektedir.
Daha sonra gelen Shang Hanedanlığı, M.Ö. 1766 yıllarında, modern Anyang’ın yakınlarında kurulmuştur. Bu hanedanlık hakkında daha fazla bilgi bulunmaktadır. Shang Hanedanı hakkında sahip olduğumuz tüm bilgileri, bu dönemde 100.000’den fazla kaplumbağa kabuğu ve kemik parçasının üzerine işlenmiş olan eski metinlere borçluyuz. Shang halkı hayvanların kemiklerini ya da kabuklarını ısıtarak geleceği tahmin etmeye çalışıyorlardı. Bunlara kehanet kemiği denirdi. Bu kemik ve kabukların üzerine işlenmiş olan yazılar Çin yazısının bilinen en eski kayıtlarıdır. M.Ö. 1500’lerde Shang Hanedanlığı gelişmeye başladı. Kutsal vazolar ve bronz dökümü silahlar yapılması, bol içerikli bir yazı sisteminin geliştirilmesi, karışık fildişi ve yeşim taşı oymaların yapılması gibi gelişmeler bu dönemde mümkün olmuştur. Shang Krallığı’nın sınırlarının genişliği belirsizdir. Yaklaşık 647.500 km’ye kadar yayıldığı tahmin edilmektedir.
M.Ö. 1046 yılında, Zhou Krallığı’nın yöneticileri Shang Krallığı’nı ele geçirdi. Bu hanedanlık yaklaşık 800 yıl ayakta kalacaktı (Çin tarihinin en uzun ömürlü hanedanlığıdır). Zhou Hanedanlığı, Yangtze Nehri’nin kuzeyindeki bölgede hüküm sürdü. M.Ö. 771 yılında başkentleri Hao’dan Luoyang’a taşındı. Sonrasında, krallar ve feodal lordlar arasında yaşanan savaşlar Çin’deki birliğin bozulmasına sebep olan (Söz konusu feodal yapı Avrupa’da ortaya çıkışından bin yıl önce Çin’de ortaya çıkmıştı). Zhou Hanedanlığı döneminde, çarpım tabloları geliştirildi. Demir işleme ve tarımsal üretim alanında gelişmeler oldu. Konfüçyusçuluğun Beş Klasiği bu dönemde derlendi. Bu eserler daha sonra yüzyıllar boyunca Çinli bilginlerin temel metinlerinden olacaktı.

AVRUPA

Minos Medeniyeti
Girit Adası’nda M.Ö. 3000 – M.Ö. 1450 yılları arasında kurulan Minos Medeniyeti, Avrupa’da ortaya çıkan ilk medeniyettir (Aynı zamanda herhangi bir nehrin taşma sahasında kurulmayan ilk medeniyettir). Minoslulardan geriye büyük saraylar, güzel çömlekler, altın ve bronz işlemeler kaldı. Minos, Yunan efsanelerinde kayıp ve bereketli bir toprak parçası olarak geçmektedir.
Minoslular, dağlarla kaplı adalarında, yaygın bir biçimde zeytin, buğday ve asma yetiştirdiler. Dağ otlaklarında koyun sürüleri besleyip, balıkçılık yaptılar. Elde edilen ürünleri Mısır, Suriye ve Kıbrıs’a ihraç ettiler. M.Ö. 2000’de bu ticaretin yarattığı zenginlik, şehirlerin ve limanların gelişmesine olanak sağladı. Buralarda Knossos, Mallia, Phaistos ve Zakros gibi görkemli saraylar inşa edilmişti. Bunlardan en büyüğü olan Knossos, 1900 yılında İngiliz arkeolog Arthur Evans tarafından keşfedildi (Daha önce Minos Medeniyeti hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmiyordu).
Minoslular çeşitli Yunan efsanelerinde önemli bir yere sahiptir. Bu efsanelerin arasında Giritli yarı-insan, yarı-boğa canavar Minotor oldukça önemli bir yer tutar (Boğa, Minosluların kutsal hayvanıdır). Minoslular aynı zamanda hece sistemlerine dayanan ve “Lineer A” adıyla bilinen bir yazı sistemi geliştirmişlerdir. Bu yazı sisteminin deşifre edilmesi için halen çalışmalar yürütülmektedir.
M.Ö. 1700 civarında, Minos saraylarının çoğu yangınlarda harap oldu. Bu yangınların bir savaş ya da deprem sonucunda ortaya çıkmış olması mümkündür. Saraylar daha sonra Minosluların çömlekçilik sanatı ve yüksek kaliteli freskleri ile yeniden inşa edildi. Bugün Santorini olarak bilinen Thera Adası’nda M.Ö. 1500 yılında yaşanan büyük bir volkanik patlama, Minos saraylarını ve kasabalarını harap eden bir tsunami dalgasına neden oldu. Gemilerinin önemli bir bölümü tsunami sırasında hasar gördü. Buna rağmen daha sonra durumlarını toparladılar ve Girit felaketten sonra da uzun yıllar boyunca zenginliğini muhafaza etti. Yaklaşık olarak M.Ö. 1450 yılında Mikenler (aşağıya bakınız) Ege bölgesinde kontrolü sağlayınca, Minos Medeniyeti son bulmuş oldu.
Miken Medeniyeti
Mikenler zengin, sanata yatkın ve savaşçı bir topluluktu. Yunan anakarasında, Argos düzlüğünde yaşıyorlardı. Minoslular gibi bir Ege medeniyeti olan Mikenlerin yükselişi yaklaşık olarak M.Ö. 1600 yılında başladı. Bir dizi küçük ve korunaklı şehir inşa etmeye başladılar. En önemli yerleşimleri Tiryns, Pylos ve Miken’di. Pek çok şehri doğal ortamlarda, korunaklı yerlerde bulunuyordu. Bu şehirlerde, krallarına ev sahipliği yapan sağlam duvarlarla çevrili saraylar vardı.
M.Ö. 1450’de, Mikenler Girit’i işgal edip Minos deniz ticaretinin kontrolünü ele geçirdiler. Küçük Asya ve Suriye’ye yolculuk ettiler. Sicilya ve İtalya ile ticaret yaptılar. Yunan kolonileri oluşturma sürecini başlattılar (Bu süreç en üst noktasına Klasik Yunan döneminde ulaşacaktı). Rodos, Kıbrıs ve Anadolu’nun güneybatı sahilinde koloniler kurdular.
Mikenler, Minos alfabesini Yunancanın bir formuna uyarladılar. Bu dilin metinlerinden yapılan çeviriler, Mikenlerin Poseidon, Apollo ve Zeus gibi pek çok Klasik Yunan tanrısına tapındıklarını ortaya koymuştur. Önemli ölçüde Minoslulardan etkilenmekle birlikte kendine özgü olan Miken sanatında savaş sıkça işlenen bir temaydı. Bronz kaplar, zırhlar, silahlar ve altın maskeler ürettiler. Mikenlerin inşa ettikleri oda mezarları ve gömütleri de oldukça ünlüydü.
Efsaneye göre, M.Ö. 1200’de Mikenler Truva’yı (Anadolu’nun Akdeniz sahillerinde bulunmaktadır) yağmaladılar. Bu yolculuk Homeros’un İlyada’sında oldukça abartılı bir biçimde ele alınmıştı. Miken Medeniyeti M.Ö. 1120 civarında çöktü. Buna tam olarak neyin sebep olduğu bilinmemektedir. Öte yandan bu çöküş Doğu Akdeniz’deki genel bir karmaşa döneminde gerçekleşmişti (Hitit İmparatorluğu da M.Ö. 1205 yılında aniden çökmüştür). Bu durumun Egeli deniz halklarının istilaları ile bağlantılı olması mümkündür.

KUZEY VE GÜNEY AMERİKA

Olmek ve Chavín Medeniyetleri
Amerika’da ortaya çıktığı bilinen ilk medeniyet olan Olmekler, Doğu Meksika ve Meksika Körfezi sahillerinin bataklık halindeki Veracruz ovalarında kurulmuştu. M.Ö. ikinci binyıldan itibaren Orta Amerika’da çiftçilik, köy tipi yerleşimler ve çömlekçilik ortaya çıkmıştı. Olmekler M.Ö. 1500 yıllarında bu zeminin üzerinde yükseldi.
Olmek’in odak noktası büyük törensel siteler gibi görünmektedir. Sitelerdeki oyulmuş devasa taştan kafaların yakınında peribacaları bulunur. Buralarda yöneticilerini anmak için törenler yaptıkları düşünülmektedir. Törensel siteler binlerce kişilik bir nüfusu barındırabilmektedir. En büyüklerinden biri La Venta’dadır. Bölge M.Ö. 400’lere kadar gelişimini sürdürmüş oldukça zengin bir balıkçılar, çiftçiler, tüccarlar ve sanatçılar kolonisini beslemiştir. M.Ö. 800’den sonraki birkaç yüzyıl boyunca, karakteristik Olmek sanat tarzı (Genellikle çocuk ve jaguar benzeri figürler işlenmektedir) Orta Amerika boyunca, bugünkü El Salvador’a dek yayılmıştır.
Olmek kültürü M.Ö. 400’lerde yok olmuştur. Mayalar gibi (Bkz. sayfa 80-82) yeni medeniyetler onların yerini almıştır. Olmeklerin üstünü örten sır perdesi halen varlığını korumaktadır. Hangi dili konuştukları ya da yok oluşlarına tam olarak neyin sebep olduğu bilinmemektedir.
Daha güneyde, Peru’da, Chavín Medeniyeti, kendisine Chavín de Huantar’ı merkez almıştır. And Dağları’nın yükseklerinde bulunan Chavín de Huantar törensel bir yerleşim bölgesidir. Chavín Medeniyeti, M.Ö. 900’lerden M.Ö. 200’lere dek varlığını korumuştur. Usta birer taş işçisi olan halkın sanat tarzları, And bölgesinde büyük bir yaygınlık kazanmıştır. Chavín de Huantar’da yaklaşık iki yüz tane işlenmiş taş ürün bulunmuştur. Bölgenin, Peru genelinde yaşayan insanların toplandığı bir hac merkezi olabileceği düşünülmektedir.

II
ANTİK DÜNYA
M.Ö. 800 – M.S. 450

ORTADOĞU VE AFRİKA

Ahameniş İmparatorluğu
M.Ö. 559 yılında II. Kiros (“Büyük Kiros” olarak da bilinir) Pers Ülkesi’nde başa geçti ve 10 yıl içinde de dünya nüfusunun neredeyse beşte birine hükmeden büyük bir imparatorluk kurdu. Pers Hanedanı’nın kralları, İran Kralı Ahamenes adından yola çıkılarak Ahamenid adıyla anıldılar.
M.Ö. 549 civarında Kiros insanlarını harekete geçirdi. Medleri egemenlikleri altına aldılar (İran’da yaşayan ve daha önce Persleri kontrol eden Hint-Avrupalı bir topluluk). Zamanla Asur’u ele geçirdiler. İki yıl sonra Kiros’un orduları İyonya şehirlerini de kontrol etmeye başladılar. Kiros M.Ö. 539’da Babil’i ele geçirdi. Burada yaşayan sürgündeki Yahudileri serbest bıraktı ve onlara Kudüs’e dönerek tapınaklarını yeniden inşa etmeleri için izin verdi. M.Ö. 529 yılında ölmeden önce imparatorluğun sınırlarını Hindistan’a kadar genişletmişti.
I. Darius (M.Ö. 522-486) döneminde imparatorluğun sınırları Mısır’ın çevresini kuşatıyordu. Kuzey Hindistan’dan batıda Türkiye’nin doğusuna dek uzanmıştı. Dünyanın o güne dek gördüğü en büyük imparatorluk ortaya çıkmıştı. Bu geniş coğrafyanın kontrolünü kolaylaştırmak için Kral I. Darius etkin bir yönetim ve vergi sistemi geliştirdi. M.Ö. 500’de günümüz İran’ındaki Susa’dan Türkiye’deki Efes’e dek uzanan yaklaşık 2400 km’lik bir yol inşa ettirdi.
Bu dönemde Antik Pers dini Zerdüştlük oldukça yaygınlaştı. Esasen İran’da yaklaşık olarak M.Ö. 600’lerde ortaya çıkan bu dinin, ölümden sonraki hayat, kıyamet, nihai yargılama gibi argümanları İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dünya dinleri üzerinde önemli bir etki yarattı.
M.Ö. 500’lerden itibaren İyonya şehirlerine yerleşen halk başkaldırmaya başladı. M.Ö. 490’da Darius Atina’ya bir ordu yolladı. Başkaldırılara yardım edenleri cezalandırmak istiyordu. İsyanı bastırmasına rağmen daha sonra ünlü Maraton Savaşı’nda yenilgiye uğradı. Bu olayla birlikte Persler ve Yunanlılar arasındaki Pers Savaşları başlamış oldu. Darius’un halefi Serhas Yunanistan’ın kontrolünü ele geçirmeye çalıştı. M.Ö. 480’de Atina’yı ateşe verdi. Ne var ki aynı yılın sonlarına doğru yenilgiye uğradı. Bu olay Perslerin gerilemesinin başlangıcı oldu. Gerileme süreci, imparatorluk 330 yılında Büyük İskender tarafından tamamıyla fethedilene kadar devam edecekti.
Part İmparatorluğu
Makedonya ve Yunanistan hakimiyetindeki bir dönemin ardından (Selevkos İmparatorluğu olarak anılır), M.Ö. 247 yılında İran, Part İmparatorluğu’nun kontrolünü ele geçirdi. Burası Pers Ülkesi’nin kuzeydoğusunda bulunan küçük bir krallıktı. Birkaç yüzyıl içerisinde Part-lar kendi imparatorluklarını kurdular (Bu imparatorluk aynı zamanda Arsak Hanedanlığı adıyla bilinmektedir). Toprakları Fırat’ın kuzey ucundan İndus’a kadar uzanıyordu. Aynı zamanda Çin ve Roma İmparatorluğu arasındaki İpek Yolu (Bkz. sayfa 53, 65, 98, 101) üzerinde bulunan Part İmparatorluğu, önemli bir ticaret merkezi oldu.
Önemli Part hükümdarlarından biri de kendisine I. Darius’u örnek alan I. Mithridates’ti (y. M.Ö. 171-138). Onun yanı sıra II. Mithridates (y. M.Ö. 123-88) ve III. Phraates de (y. M.Ö. 70-57) önemli Part kralları arasında yer almaktadırlar. Partlar usta savaşçılar ve maharetli binicilerdi. Part okçuları at binerken arkalarına dönüp ok atabiliyorlardı (Bu atış, “Part atışı” adıyla bilinir). Bu yetenekleri onlara savaşta büyük bir üstünlük sağlıyordu.
Part İmparatorluğu Pers, Yunan ve diğer bölge kültürlerinin bir karışımıydı. Arsak sarayı Yunan etkileri taşısa da daha ziyade İran geleneklerinin tekrar dirilişi olarak görülmüştür. Part İmparatorluğu batıya doğru genişledikçe Roma ile sorunlar yaşamaya başladı. Bu sorunlardan öncelikli olanı da Ermenistan’ın kontrolü üzerineydi. Partlar, Carrhae Savaşı’nda (M.Ö. 53) Marcus Licinius Crassus’u yenilgiye uğrattılar (Bu olay Roma tarihinin en büyük askeri felaketlerinden biridir. 44.000 Roma askerinin katıldığı savaştan geriye 10.000 asker sağ olarak dönebilmiştir). Bu savaş Roma’nın doğuya ilişkin hırslarının sonu oldu. Birbirini izleyen Roma-Part Savaşları’nda (M.Ö. 66-M.S. 217) çeşitli Roma imparatorları bölgeyi işgal etmişlerdir. Hatta bir keresinde Part İmparatorluğu’nun başkenti Tizpon ele geçirilmiştir. En sonunda istikrarsızlık ve Part İmparatorluğu’nun kendi yöneticileri arasındaki savaşlar İran’ın Fars bölgesinden bir hükümdar ve Sasani İmparatorluğu’nun kurucusu olan I. Ardeşir döneminde Part İmparatorluğu’nun çöküşüne neden olmuştur.
Sasani İmparatorluğu
M.S. 224 yılında Ardeşir tarafından kurulan Sasani İmparatorluğu İran tarihinin en etkili ve önemli dönemlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Antik Pers kültürü (İslam fethi öncesinde) bu dönemde doruk noktasına ulaşmıştır.
Tizpon şehrindeki Sasani Sarayı parlak bir kültüre ev sahipliği yapıyordu. Astronomi, sanat, tıp ve felsefe alanlarında çeşitli çalışmalar yapılıyordu. Boş zamanlarda satranç ve polo gibi oyunlar oynanırdı. Sasani sanat çalışmalarının İslam sanatı üzerinde son derece büyük bir etkisi olmuştur. Onun etkileri Çin’de, Orta Asya’da ve hatta Batı Avrupa’da bile hissedilmiştir. Sasaniler aynı zamanda kaya oymaları ile ünlenmişlerdi.
Suriye çölünden Kuzeybatı Hindistan’a kadar yayılan imparatorluğun kuruluşu başta Roma olmak üzere, Hunlar, Türkler ve Bizans İmparatorluğu gibi önemli güçlerle uzun savaşlara neden oldu. Ermenistan’ın fethi sırasında Kral I. Şapur (M.S. 240/242-272) M.S. 260 yılındaki Edessa Savaşı’nda Roma İmparatoru Valerian’ı yenip tutsak almasıyla ünlenmiştir. M.S. 296 yılında Romalılar üstünlüğü yeniden ele geçirdiler. Böylece Sasaniler, Ermenistan ve Mezopotamya’dan çıkarıldılar. İmparatorluk güçlü krallarla (M.S. 579 yılında önce I. Khosrau gibi) ve güçlü yerel asiller arasındaki güç mücadelelerine sahne oldu. Arap fethinden önce, 7. yüzyılda çözülme başlamıştı. Bu sürece paralel olarak Zerdüştlük inancı da gücünü kaybetmeye başladı.
İbraniler ve Onların “Tek Gerçek Tanrısı”
İbraniler, Sami göçebeleridir. M.Ö. 2. binyılın sonlarına doğru doğudan Kenan’a göç etmişlerdi. Filistinlilerin yenilgisinin ardından (Filistin sahilinde yerleşmiş olan denizci halk), Kral Davud (M.Ö. 1006-962), Sur şehrindeki Fenike Kralı Hiram’ın yardımları ile Filistin’i birleştirdi. Kudüs’ü dini ve siyasi başkenti haline getirdi. M.Ö. 930’dan sonra, ülke yeniden bölündü: Kuzeyde İsrail, güneyde Kudüs’ü de kapsayan Yahudiye.
M.Ö. 721’de Asur, İsrail’in kontrolünü ele geçirdi. M.Ö. 586’da Yahudiye, Babil egemenliğine girdi. Yahudiyeliler (İbranilerden ve İsraillilerden farklı olarak Yahudiler olarak bilinmektedir) Babil’e sürgüne gönderildiler. Yahudi Tevratı adını verdikleri ve Hıristiyan İncil’inin ilk kitabı olan metinde tarihlerini yazmaya başladılar. M.Ö. 538’de Babil, Perslerin eline geçince, Yahudilerin Kudüs’e geri dönmelerine izin verildi. Yahudiliğin politik ve dini temelleri orada atıldı. Kimi Yahudiler Babil’de kalmaya karar verdiler. Böylece ilk Yahudi diaspora topluluğunu oluşturdular.
Bu süreç içerisinde Yahudiler, kendilerinin tek tanrının seçtiği halk olduğuna inanmışlardı. Bu kadir-i mutlak ve yegane gerçek tanrı, dini metinlere göre M.Ö. 2. binyılın ilk yarısında kendisini çoban İbrahim’e göstermişti. Monoteizm olarak anılan bu tek tanrı inancı Hıristiyanlık ve İslam dinlerini etkiledi. Her iki din de İbrahim’in dini kuruculuğunu tanıyorlardı (İncil’e göre İsa, İbrahim’in soyundan geliyordu. İslami geleneğe göreyse İbrahim peygamber, Arap ve Yahudi halklarının atasıdır).
M.Ö. 333 yılında Büyük İskender Filistin’i fethetti. Daha sonra bölge, aralarında Romalıların, Sasanilerin ve Bizans İmparatorluğu’nun da bulunduğu bir dizi imparatorluğun hakimiyetine girdi. Bölgedeki Yahudi varlığı giderek azaldı ve Celile onların dini merkezleri haline geldi. M.S. 636 yılında Araplar bölgeyi fethettiler. 1300 yıl boyunca Filistin Müslümanların kontrolünde kaldı.
Hıristiyanlığın Doğuşu
M.S. 30 yıllarında, o sıralar bir Roma eyaleti olan Filistin’deki Celile’de İsa adındaki bir Yahudi marangoz, Yahudi takipçilerine tek tanrıyı anlatan vaazlar vermeye başladı. Öğretisi popüler hale geldi ve çok sayıda takipçi kazandı (Bunlardan havariler adıyla bilinen on ikisini mesajını diğer insanlara iletmeleri için seçmişti). İsa merhametli ve şefkat dolu bir tanrıyı anlatıyordu. Tüm insanları ve tüm ırkları kucaklayan bir tanrı. Onun adına yapılan dini törenlere yardımseverlik, alçakgönüllülük ve samimiyet damgasını vuruyordu.
İsa, öğretileri nedeniyle kısa zamanda Yahudi otoriteleri ile çelişkiye düştü. Onu politik ve sosyal huzuru bozan bir kişi gibi görüyorlardı. En üst Yahudi yargıcı olan Sanhedrin tarafından Kudüs’te ölüme mahkum edildi. Onu Roma Valisi Pontius Pilate’nin karşısına çıkardılar. Pilate, İsa’nın çarmıha gerilerek idam edilmesi emrini verdi. Çarmıha gerilmesinden üç gün sonra İsa’nın dirildiği iddia edildi. Bu durum takipçilerinin onun Mesih (“Christ”, Yunanca kutsal kişi) olduğu yönündeki inançlarını doğruluyordu.
Sonraki iki yüzyıl boyunca Yeni Ahit’in dört incilinde anlatılan İsa’nın öğretisi Roma dünyasında yaygınlaştı. Bu süreçte Küçük Asyalı eski bir çadır imalatçısı olan St. Paul’ün yazdıkları önemli bir rol oynamıştı. Yeni Ahit’in yirmi yedi kitabından on üçü onun elinden çıkmıştı. Roma imparatorları ümitsizce bu yeni ve tehlikeli kültün yaygınlaşmasını engellemeye çalıştılar. Bunun için ilk Hıristiyanlara büyük baskılar yapıldı. Hıristiyanları hedef alan en kitlesel baskı uygulamaları M.S. 250 yılında Decius ve M.S. 303 – 311 yılları arasında Diocletian dönemlerinde yaşanmıştır. Sonunda M.S. 313 yılında İmparator I. Konstantin bir hoşgörü buyruğu yayınlamış ve M.S. 324 yılında Hıristiyanlığın ülkenin resmi dini olmasına yol açan süreci başlatmıştır (Bu süreç M.S. 381 yılında Birinci İstanbul Konsili’nde tamamlanacaktır). Daha sonra Hıristiyanlık Avrupa’da ve daha da uzaklarda yaygınlaşmaya devam etmiştir. Batı medeniyetinin şekillenmesinde çok büyük bir etkisi olmuştur.
Kuş Krallığı
Mısır’dan sonraki ilk önemli Afrika devleti olan Kuş Krallığı (Kuşitler) günümüzde Sudan sınırları içerisinde yer alan Nubiya’nın yukarı bölgelerinde kurulmuştu. Giderek büyüyen krallık bir yüzyıl içerisinde Mısır’ı fethetmiştir.
M.Ö. 2000 yıllarında Kuşitler büyük ölçüde kuzey komşusu Mısır’ın egemenliği altındaydı. Buna rağmen Kuşitler zengin ve bağımsız bir kültür geliştirebilmişlerdi. M.Ö. 1000 civarında Mısır etkisi zayıflarken Kuş yöneticileri bağımsızlıklarını kazandılar. M.Ö. 800 yılında başkenti Napata olan yeni Kuşitler kuruldu. M.Ö. 715 civarında Kral Piye ve Kral Şabaka liderliğindeki Kuşitler, Mısır’daki hakim hanedanlığı devirip ülkeyi fethettiler. M.Ö. 654 yılında kadar Kuş kralları yeni firavunlar olarak ülkede hüküm sürdüler. Yeni başkentleri muhtemelen Memphis’ti. Daha sonra gerçekleşen Asur istilası onları Kuş bölgesine geri dönmeye zorladı.
Kuş Medeniyeti gelişmeye devam etti. M.Ö. 591 yılında başkentlerini güneydeki Meroë şehrine taşıdılar. Burası Nil’in doğu kıyısındaydı ve Kızıldeniz’e yakındı. Başkentte ticaret gelişme gösterdi. Özellikle abanoz, fildişi ve altından yapılan süs eşyalarının ticareti çok yaygındı. Tapınakları, evleri ve sarayları ile Meroë büyük bir şehir halini aldı. Meroë aynı zamanda zengin demir cevherlerine ve kereste kaynaklarına sahipti. Bunlar Afrika’nın ilk demir sanayisi için gerekli hammadde kaynakları oldular. Kuşitler aynı zamanda alfabetik bir yazı geliştiren ilk halklardandır (Bu yazı henüz deşifre edilememiştir).
M.S. 3. yüzyıla gelindiğinde, Kuşitler gerilemeye başladı. Bu durumun en önemli nedeni muhtemelen doğal kaynakların tükenmeye başlamasıydı. Ayrıca Kızıldeniz ticaretinin de komşu krallık Aksum’a kaptırılması gerilemenin başlamasının önemli nedenlerinden biriydi (Aksum M.S. 350 yılında Kuş bölgesini işgal etti ve Meroë’yi yok etti).
Kartaca Dönemi
Tunus’un sahil şeridinde yer alan Kartaca şehri M.Ö. 814 yılında Fenikeliler (Bkz. sayfa 22) tarafından kurulmuştu. Hızla Kuzey Afrika sahilinin en önemli şehirlerinden biri haline geldi. Kuruluş süreci pek çok efsaneye konu olmuştu. Romalı Şair Virgil’in Aeneid isimli eserinde, Fenike şehri Sur’dan kaçan Kraliçe Dido’nun Kartaca’yı bulduğu anlatılmaktadır.
M.Ö. 600 civarında Kartaca, Fenike kontrolünden çıktı. Kendisini büyük bir ticaret merkezi haline getirdi. Bu yolla Afrika içleri ile Akdeniz dünyasını birbirine bağlıyordu. Zenginliğinin temelinde deniz yolculukları ve ticaret vardı. Aynı zamanda Kuzey Afrika ve Güney İspanya’daki gümüş madenleri de önemli bir gelir kaynağıydı.
Kartaca’nın Kuzey Afrika, İspanya ve Sicilya’daki (Burada koloniler kurulmuştu) emelleri çeşitli gerilimlerin yaşanmasına neden oldu. Önce M.Ö. 5. yüzyılda Yunanistan’la, sonrasında M.Ö. 264 yılında başlayan Pön Savaşları’nda Roma ile sorunlar ortaya çıktı. II. Pön Savaşı (M.Ö. 218-201) İspanya Komutanı Hannibal önderliğinde yaşandı. Hannibal Roma’ya doğru bir orduyu ve kırk fili Alplerden yürütmeye çalışması ile ünlenmişti. En büyük zaferini M.Ö. 216 yılında Cannae’de kazandı. Bu savaş sırasında 60.000 Roma askeri ölmüştü.
Hannibal Roma’yı mağlup edemedi. Aksine III. Pön Savaşı’nın (M.Ö. 146) sonunda Kartaca Romalılar tarafından yok edildi. Bölgede yaşayan 200.000 kişi katledildi. Toplam 50.000 kişi köle olarak satıldı. Kar-taca daha sonra bir Roma şehri olarak yeniden kuruldu ve Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri oldu. Şehir 533 yılında Bizans İmparatorluğu’nun egemenliği altına girdi. 705 yılında Araplar tarafından yıkıldı ve Kartaca’nın yerini Tunus aldı.

UZAKDOĞU

Budizm
Budizm inancı, M.Ö. 563 yılında Kuzey Hindistan’da doğan Siddhartha Gautama’nın öğretilerinden kaynaklanır. Zengin bir aileden gelen Siddhartha, 29 yaşında sahip olduğu her şeyden vazgeçer. Hayatın gerçek anlamını araştırmak için bir dilenci gibi yaşamaya başlar. M.Ö. 528 yılında bir bodhi ağacının altında otururken büyük bir aydınlanma yaşar. Bundan sonraki hayatını öğrendiklerini başkalarına anlatmaya adar.
Gautama’nın öğretilerinin (Dhamma) ve Budizm inancının temel teması, bütün fenomenlerin bir zincirle birbirlerine bağlı olduğudur. Dünyanın tüm acılarının temel kaynağı bencil arzulardır. Bir insan ancak Buda’nın yolunu izleyerek yeniden doğum döngüsünden kurtulabilir. Hayatın amacı “Nirvana’ya” ermektir, kelimesi kelimesine ifade edilirse “arzuları söndürmek”.
Siddhartha Gautama “aydınlanmış olan” anlamına gelen “Buda” lakabıyla tanındı. M.Ö. 482’deki ölümün ardından keşişler, öğretilerinin Kuzey Hindistan’da yaygınlaşmasına yardımcı oldular. M.Ö. 3. yüzyılda Hindistan Maurya İmparatoru Asoka (Bkz. sayfa 45) Budizm’in güneyde Seylan (Sri Lanka), kuzeyde Kaşmir’e (Pakistan) kadar ulaşmasına aracılık etti. Bugün Tayland sınırları içerisinde yer alan Syan’a (Siyam, günümüzde Tayland) ve Burma’ya misyonerler yolladı. Pek çok Budist anıtı ve manastırı inşa ettirdi.


2 Antik İmparatorluklar: Amerika ve Uzakdoğu y. M.Ö. 3500-M.S. 900

M.S. 150 yıllarında Hindistan, Çin ve Roma İmparatorluğu arasındaki ticaret Mahayana keşişlerinin Buda öğretisini Çin’e taşımalarına imkan sağladı. Temel Budist metinler M.S. 3. yüzyılda Çinceye çevrildi. M.S. 4. ve 5. yüzyıllarda Budizm Çin’in inanç sistemi haline geldi. Budizm M.S. 4. yüzyılda Kore’de ve son olarak M.S. 550-600 yılları arasında Japonya’da yaygınlaştı. Aynı süreçte Hindistan’da gerileyen Budizm, Hinduizm ile yer değiştirdi.
Maurya İle Gupta İmparatorlukları ve Hindistan’ın Altın Çağı
Maurya İmparatorluğu (y. M.Ö. 321-185) Hindistan’da kurulmuş büyük ve politik olarak güçlü bir imparatorluktu. Bölgedeki ilk devlet sistemi Chandragupta Maurya tarafından kuruldu. Maurya, Hindistan’ın kuzeydoğusundaki Nanda Krallığı’nı devirmişti. Büyük İskender’in generallerinden olan Selevkos’a karşı kazandığı zaferin ardından M.Ö. 305’te Afganistan’ın ve günümüz Pakistan’ının pek çok bölgesini ele geçirdi.
Maurya’nın oğlu Güney Hindistan’ın büyük bölümünü, torunu Asoka ise küçük bir krallık olan Kalinga’yı ele geçirdi ve bütün hayatını Budizm’in yayılmasına adadı (Bkz. sayfa 43). Asoka’nın M.Ö. 232 yılında ölümünün ardından imparatorluk küçük krallıklara ayrıldı. M.Ö. 170 yılında Pencap’ta Yunan prenslikleri kuruldu. M.S. 50’te Kuzey Hindistan’da Kushana İmparatorluğu gelişti. Bu imparatorluk M.S. 240 yılında Sasani İmparatorluğuna bağlanacaktı (Bkz. sayfa 36)
M.S. 320 senesinde Magadha Krallığı’nın hükümdarı I. Chandragupta ülkesinin sınırlarını genişletti. Sonra gelen Gupta Krallarının faaliyetleri ile birlikte ülkenin sınırları Hindistan’ın büyük bölümünü içine alacak şekilde genişledi. Gupta Hanedanlığı’na kimi zaman “Hindistan’ın Altın Çağı” adı verilmektedir. Uzun barış ve refah dönemi boyunca sanat, mimari ve edebiyat alanında önemli ilerlemeler yaşanmıştır. Muazzam tapınak ve saraylar inşa edilmiş, Sanskrit dilinde Mahabbarata ve Ramayana gibi epik metinler kaleme alınmıştır. Bu metinlerin Hinduizm’in gelişimi için son derece büyük bir önemi bulunmaktadır. Günümüzde halen Güneydoğu Asya’da okunmakta ve dilden dile yayılmaktadırlar. Guptalar, Brahmanizmin teolojik bir kavram olarak gelişmesinden de sorumludurlar.
Araplardan Avrupalılara geçen, aslında Guptaların bulduğu “Araplara özgü” diye bilinen sayı dizilimi, ondalık sayı sistemi ve sıfır konsepti, sıklıkla yanlış bir şekilde Araplara atfedilmiştir. Gupta İmparatorluğu 6. yüzyılda çökmüştür. Orta Asya’dan gelen Akhunların istila hareketleri, yıkılmalarında büyük ölçüde rol oynamıştır.
Çin’in Qin ile Han Hanedanlıkları ve Konfüçyus
M.Ö. 485 – 221 yılları arasında, Çin çeşitli rakip krallıklara ve kent devletlerine bölünmüştü. (Bunlardan biri de Zhou’dur (Bkz. sayfa 27). Qin Krallığı (Çin kelimesi de bu imparatorluğun adından türemiştir) M.Ö. 221 yılında Çin’in ilk birleşik imparatorluğunu teşkil edecektir.
Qin imparatoru katı bir yönetim sistemi uyguladı. Tek biçimli bir yazı ve ölçü sistemini geliştirdi. Kuzeyin göçebe kabileleri ile mücadele etti. Çin Seddi’ni inşa etmeye başladı (Önceki savunma duvarlarını birleştirdi). Gerçek boyutlu heykellerden oluşan bir ordu inşa edilmesi emrini verdi. Bu heykellere “Terakota Ordusu” adı verilmektedir. Qin Hanedanlığı M.Ö. 207 yılına kadar yaşayabildi. Buna karşılık kısa bir dönemde neredeyse bugünkü Çin’le bire bir aynı olan sınırlara ulaştı ve kendine özgü bir yönetim sistemi yarattı.
Daha sonra uzun bir dönem başta kalan Han Hanedanlığı (M.Ö. 206-M.S. 220) Çin kültürünü şekillendirdi (Öyle ki Han kelimesi genel olarak Çinlileri tanımlayan bir sözcük haline gelmiştir). Sahne sanatları büyük bir gelişme gösterdi. Resim ve heykel alanında da önemli eserler verildi. Bilim ve teknolojide son derece önemli ilerlemeler yaşandı (Bu dönemde ortaya konulan yenilikler çok uzun bir süre Batı dünyası tarafından öğrenilemeyecekti). Dönemin teknolojik ilerlemelerinin arasında kağıdın keşfi, güneş saati, sismograf ve pusula bulunmaktadır. Han yöneticileri sınırlarını Kore’yi ve Vietnam’ın kimi bölgelerini içine alacak şekilde genişlettiler. Dış dünya ile başka ilişkiler de kuruldu. Çinli tüccarlar M.S. 100 yılı itibariyle, özellikle 6 bin kilometrelik ticaret rotası olan İpek Yolu üzerinden Batı dünyasına ipek kumaşlar taşıdılar.
Han liderleri, büyük Çin filozofu Konfüçyüs’ün (y. M.Ö. 551-479) öğretilerine saygı göstermelerine rağmen; Qin’in merkezi yönetim biçimini devam ettirdi. Konfüçyüs’ün öğretileri, günümüzde Çin, Kore, Japonya ve Vietnam’da etkileri devam etmekte olan bir sosyal kod olarak; mütevazi ve erdemli olmayı, bireyin kaderini kendisinin belirleyebilmesi imkanını vurgular. M.S. 189 yılından itibaren Hanlar, kendi aralarında mücadele eden savaş lordlarının yönettiği küçük bölgesel rejimlere ayrılmıştır.

AVRUPA

Etrüskler ve Roma’nın Kuruluşu
Etrüskler, Antik Etruria’nın yerleşimcileriydi (Bu bölge hemen hemen bugünkü İtalya’nın Toskana’ya karşılık gelmektedir). Etrüsk kültürü İtalya’da M.Ö. 800’lerden itibaren gelişmeye başladı. Etrüskler, M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda Orta İtalya’nın büyük bölümünde hakimiyet kurmuşlardı.
Etrüsklerin kökeni bir gizem olarak kalmıştır. Bir teoriye göre Hitit İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından Asya’dan İtalya’ya gelmişlerdir. Etrüskler Yunan alfabesinden türemiş olan bir alfabe kullanmaktaydılar. Dilleri tam olarak tercüme edilememiştir. Zengin arkeolojik kalıntılar; etkileyici bronz işlerini, figüratif oymaları ve Roma’yı etkisi altında bırakan mimari anlayışı da biçimlendiren güçlü bir sanatsal geleneğin varlığını ortaya koyar. Etrüskler, planlı bir şehir inşa eden ve kadınların kamu hayatına dahil olmasına izin veren ilk toplumdur. Aynı zamanda önemli bir deniz gücüne sahiplerdi.
M.Ö. 6. yüzyılın sonlarına doğru Yunanlılar tarafından Orta İtalya’nın güney bölgelerinden çıkarıldılar (Yunanlılar güneyde Magna Graecia’yı kurdular). Aynı zamanda antik Hint-Avrupa kabileleri olan Latinler ve Samnitler ile de karşı karşıya geliyorlardı.
Roma şehri Roma söylencelerine göre M.Ö. 753 yılında kurulmuştu. Aralarında Etrüskler ve Latinlerin de bulunduğu çeşitli topluluklar bu bölgede yerleşik durumdaydılar. İlk kralı ve kurucu babası olan Romulus’u Latin ve Etrüsk kökenli altı kral izledi. Efsaneye göre, M.Ö. 509 yılında bir Tiran yönetici olan Tarquinius Superbus, o kadar baskıcı davrandı ki Romalıların kendisini şehirden sürmelerine neden oldu. Onun arkasından Romalılar bir cumhuriyet kurdular.
M.Ö. 474’te Etruria’nın donanması, Magna Graecia şehirlerinden oluşan bir koalisyon tarafından Cumae Savaşı’nda yenilgiye uğratıldı. Bunun ardından Etrüsk Medeniyeti uzun ve acılı bir gerileme dönemi yaşamaya başladı. M.Ö. 3. yüzyılın ortalarında ise Roma Cumhuriyeti tarafından tamamen asimile edildi.
Antik Yunan ve Demokrasinin Doğuşu
Miken Medeniyeti’nin çöküşünü izleyen belirsizlik yıllarının ardından Yunanistan’da güçlü şehir devletleri ortaya çıkmaya başladı. Antik Yunan’ın kültürel ve bilimsel başarıları zamanla büyük bir yaygınlık kazanacak ve Roma İmparatorluğu’nu etkileyecekti. Bu kültürün Batı medeniyeti üzerinde de büyük bir etkisi olduğu ifade edilebilir.
M.Ö. 730’larda Yunanistan’da başlayan kasaba hayatı hızla gelişti. Denizaşırı ticaret ve tarımsal üretim yaygınlaştı. Bu noktada kısmen Asur İmparatorluğu’nun (Bkz. sayfa 21) büyüyen gücü ve lükse olan doymak bilmez arzusu rol oynuyordu. Bu kasabalar zamanla güçlü şehir devletleri haline geldi. Atina, Sparta, Korint, Thebai Yunanistan’ın antik döneminde (M.Ö. 650-480) en güçlü şehir devletleriydi. Zaman zaman birbirleriyle savaşsalar da bu şehir devletleri her dört yılda bir Yunanistan’ın prestijli spor etkinliği olan Olimpiyat Oyunları’nda bir araya gelirlerdi. Artış gösteren ticaret, esnek bir yazı sisteminin geliştirilmesine imkan vermişti (Fenike alfabesinin geliştirilerek benimsenmesiyle ortaya çıkmıştır). Okuma yazma seviyesi de epeyce yüksekti. Yunanistan’ın antik döneminde Homeros destanları doğdu, İlyada ve Odysseia. Aynı şekilde Pisagor matematik teoremlerinin geliştirilmesi gibi Mısır, Bizans, Sicilya’daki Syracuse’da Yunan ticaret merkezi ve kolonilerinin kurulması da bu döneme denk gelmekteydi.
Klasik Yunanistan (y. M.Ö. 480-336) Yunan tarihinin en parlak çağı olarak anımsanmaktadır. Yüzlerce şehir ya da şehir devleti, en güçlüleri olan Atina tarafından yönetiliyordu. Bu dönemde Yunanlılar kendi topraklarını işgal etmek isteyen Perslere karşı direndiler. Bu savaşlardan en ünlüleri M.Ö. 490’da yapılan Maraton Savaşı’dır (Bkz. sayfa 34). Bu zaferi kutlama amacıyla Atina’da Parthenon inşa edilmiştir. M.Ö. 5. yüzyılda, Atinalılar güçlü bir biçimde Sparta istilasına karşı direniş göstermişlerdir. Atinalılar, yerel toprak sahiplerinin zalim yönetiminden kaçınmak için dünyanın ilk demokrasisini kurdular (Demokrasi Yunanca “halk yönetimi” anlamına gelen Demokratia kelimesinden türemiştir). Demokraside tüm vatandaşlar eşit haklara sahipti (Sokak kadınları, köleler, çocuklar ve yabancılar hariç). Şunu hatırlatmakta yarar var; söz konusu haklara sahip olmayan halkın oranı yüzde 85 ile 90’a tekabül etmektedir.
M.Ö. 431-404 yılları arasında yaşanan Atina-Sparta Peleponezya Savaşı, Sparta’nın bölgede hakim güç olmasıyla sonuçlandı. Atinalılar bir daha asla eski güçlerine kavuşamadılar. M.Ö. 411 yılında Atina demokrasisi yıkıldı.
Büyük İskender ve Helenistik Dönem
M.Ö. 339 yılında Yunanistan’ın Makedonyalı II. Philip tarafından fethi (savaşçı bir aristokrasi tarafından yönetilen komşu krallık) Yunanistan’da Helenistik dönemin (y. M.Ö. 323-30) başlangıcıydı.
Sıra dışı bir asker olan II. Philip süvarileri ve savaş makinalarını kullanarak Yunanistan’da savaşın anlamını değiştirmiştir. M.Ö. 336 yılında suikasta uğrayan Philip’in Pers İmparatorluğu’nu fethetme düşünü 20 yaşındaki oğlu III. İskender gerçekleştirecekti. Filozof Aristo’nun öğrencisi olan İskender daha sonra Büyük İskender olarak ün salacaktı. Babasının ordusu ona miras kalmıştı. İskender dünyanın en büyük imparatorluğunun inşasıyla tamamlanacak olan bir süreç başlattı (Kendi adını tarihe en büyük askeri dâhilerden biri olarak altın harflerle yazdırdı).
İskender tahta çıkar çıkmaz Pers Ülkesi’ni işgal etti ve M.Ö. 333 yılında İssus Savaşı’nda Kral Darius’u yenilgiye uğrattı (Böylece Anadolu’da Yunan şehirleri özgürlüklerine kavuşmuş oluyordu). Sonra Suriye’yi ele geçirdi, Sur şehrini yıktı ve ardından Mısır ve Kuzeybatı Hindistan’ın da içinde bulunduğu geniş toprakları fethetti. Yunan dili ve kültürü bu coğrafyalara yayılmaya başladı. M.Ö. 332 yılında İskender tarafından Mısır’da kurulan İskenderiye ve Suriye’de kurulan Antakya, Helenistik kültürün yeni merkezleri oldu. Bu dönemde Yunan şehir devletlerinin etkisi azaldı.
M.Ö. 323 yılında İskender’in ölümünün ardından imparatorluğun büyük bölümü İskender’in Makedon generalleri arasında pay edildi. General I. Ptolemaios Soter’in (M.Ö. 323-285 yılları arasında ülkeye hükmetti) Mısır’daki hanedanlığı Roma (Bkz. sayfa 17) tarafından fethedilene dek yaklaşık 300 yıl ayakta kaldı. General Selevkos’un (M.Ö. 312-281 yılları arasında ülkeye hükmetti) soyundan gelenler ise Avrupa’da Trakya ve Doğu’da Hindistan sınırlarına dek uzanan toprakları yönettiler. Bu döneme M.Ö. 2. yüzyıl ortalarında Part İmparatorluğu son verecekti (Bkz. sayfa 35).
Roma Cumhuriyeti
M.Ö. 509 yılında Roma, asiller tarafından bir cumhuriyet olarak kuruldu (Bkz. sayfa 49). Senato’nun seçtiği iki konsül tarafından yönetiliyordu. Bu antik şehirden doğan medeniyet (dili, kültürü ve teknolojik başarıları) bin yıldan uzun bir süre yaşayacak ve sonunda Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu kapsayan bir imparatorluğa yayılacaktı.
Roma, M.Ö. 509’dan sonraki yüzyıllarda hızla büyüdü. Etrüskleri, Samniteleri, İtalya’daki Yunan kolonilerini yenilgiye uğrattı ve çok ünlü olan Appian Yolu’nu inşa etti. M.Ö. 272 yılında İtalya’nın tamamı kontrol altına alınmıştı. Kartaca’yla olan sürtüşmeler Pön Savaşları’nın başlamasına neden oldu (M.Ö. 264-146). Kartaca Generali Hannibal’ın (Bkz. sayfa 41) ortaya çıkması bu sürtüşmelerin önemli bir nedeniydi. M.Ö. 146’da Romalılar Kartaca’yı yok ettiler. Sicilya, İspanya ve Kuzey Afrika’daki denizaşırı toprakları ele geçirdiler. Dört ayrı Makedonya savaşıyla Roma, gücünü Makedonya, Yunanistan ve Anadolu’nun kimi bölgelerine doğru yaydı. (Bu dönemde güçlü Partlar Roma’nın doğuda ilerlemesini sınırlıyorlardı).
M.Ö. 58-50’de, Romalı General Jül Sezar, Galya’yı fethetti. Askeri başarıları binicilik ve silah ustalığından ziyade askeri mühendisliğine, disiplinine ve savaş taktiklerine dayanıyordu. Roma’daki bir iç savaş döneminin ardından kendisini cumhuriyetin ömür boyu diktatörü olarak ilan etti. Buna karşılık olarak M.Ö. 44 yılında senatörler Sezar’ı bıçaklayarak öldürdüler. Bu olay Jül Sezar’ın evlatlığı Octavian’ın, General Mark Antony ve Kleopatra’yı M.Ö. 31 yılında Aktium Muharebesi’nde yenene dek sürecek olan bir güç mücadelesinin başlangıcı oldu. M.Ö. 27 yılında, Octavian senatoyu kendisine yeni bir isim vererek ödüllendirmeleri için zorladı (Octavian’a verilen ve “alamet” anlamına gelen Augustus kelimesi muhtemelen “otorite” sözcüğü ile de bağlantılıdır). Octavian, cumhuriyetin feshedilmesiyle beraber bir imparatorluk olan Roma’nın ilk hükümdarı olarak ülkeyi yönetti (M.Ö. 27-M.S. 14).
Roma İmparatorluğu
Roma’nın bir imparatorluk olarak tekrardan doğuşu, Roma’ya barış ve istikrar getirdi. Binlerce Roma askeri imparatorluğun sınırlarını koruyorlardı. İmparatorlar ve yöneticiler yollardan, büyük kasabalardan ve binalardan bir ağ ördüler. Bu yapı muazzam bir sulama sistemi ve dağıtımı ile destekleniyordu. Yasal yönetim ve ortak dil (Batı’da Latince ve daha sonraları Doğu’da Yunanca) imparatorluğun birliğini sağladı. Roma ticareti ve etkisi imparatorluk sınırlarının çok ötesine, Hindistan’a, Rusya’ya, Asya’ya ve İpek Yolu üzerinden Çin’e uzandı.
Roma imparatorlarının kabiliyetleri çeşitliydi. Cladius (M.S. 41-54) İngiltere’yi fethetmişti. Zalim bir tiran olan Neron (M.S. 54-68) Hıristiyanların yakılması emrini verdi. Trajan ise (M.S. 98-117) imparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştırdı. Hadrianus (M.S. 117-138) İngiltere’nin kuzeyinde inşa ettiği Hadrian Duvarı’yla genişlemeyi sınırlandırmış oldu. M.S. 286 yılında İmparator Diocletian, ülkeyi yönetimsel amaçlarla (yine de tek bir bütün olarak ele alınacaklardı) Doğu ve Batı olmak üzere iki bölüme ayırdı. İmparator I. Konstantine M.S. 324 yılında imparatorluğun bütününün kontrolünü yeniden ele aldı. Bir Yunan kasabası olan Bizans’ı başkent olarak belirledi (Burayı Konstantinopol olarak adlandırdı ve Bizans İmparatorluğu’nu kurdu. Bkz. sayfa 69).
İmparatorluğun aşırı genişlemesi nihayetinde çöküşüne neden oldu. M.S. 180 yılından itibaren bir istikrarsızlık dönemine girildi. Roma güçleri Asya ve Avrupa’da başarılı rakiplerle karşı karşıya geldiler (Özellikle M.S. 260 yılında Sasani İmparatorluğu, İmparator Valerian’ı Edessa Savaşı’nda yendi ve onu esir aldı). İmparatorluk M.S. 396 yılında yeniden Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldı. Batı, Orta Avrupa’dan gelen göçmenlerle yapılan savaşlar nedeniyle giderek zayıfladı. 5. yüzyılda Germen kabileleri Ren Nehri boyunca ilerleyerek imparatorluğa yöneldiler. Roma tam üç kez yağmalandı. Batı Roma İmparatorluğu M.S. 476 yılında son Roma İmparatoru Romulus Augustulus’un tahttan indirilmesi ile beraber çökmüş oldu.
Keltler
Keltler bir Hint-Avrupa kabileler topluluğuydu. M.Ö. 500’lerde Almanya’nın güneybatısı, Fransa’nın kuzeydoğusu (Orada Galyalılar adıyla biliniyorlardı) ve Bohemya’da yaşıyorlardı. Binicilik ve metal işçiliğinde ustaydılar. Keltler aslen Hazar Denizi bölgesinden geliyorlardı. En erken arkeolojik kanıtlar, Avusturya Hals-tatt’taki Kelt kabile reisi mezarlarını M.Ö. 700’lere kadar tarihlendirebilmektedir.
Kazılar Keltlerin Avrupa’daki Demir Çağı’nın ilk kültürlerinden biri olduklarını göstermektedir. Antik Yunan ve Etruria ile ticaret yapmışlardır. M.Ö. 400’lerden itibaren İtalya’ya doğru ilerlemişlerdir. Po Vadisi’ne yerleşmişler ve M.Ö. 390 yılında Roma’yı yağmalamışlardır. Aynı zamanda diğer Kelt kabileleri güneyde Fransa ve İspanya’ya, doğuda Anadolu’ya (Burada Galatlar’ı kurmuşlardır) ve batıda Britanya Adaları’na doğru ilerlemişlerdir. M.Ö. 5. yüzyılın ortalarından M.Ö. 1. yüzyıla kadar Keltler muhtemelen güçlerinin doruğuna ulaşmışlardı. Mücevher ve metal işçiliklerinden ortaya çıkan özgün sanatsal tarzıyla “La Tene kültürü” (geometrik şekiller, stilize kuş ve hayvan figürleri) bu durumu açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Keltler büyük ölçüde çiftçi bir halktı (İnsan gücü yerine öküz tarafından çekilen sabanlar geliştirmişlerdir). Korunaklı köylerde ve tepelerdeki kalelerde yaşıyorlardı. Dini ayinleri Druid rahipleri tarafından idare edilirdi. Ne var ki bir yazı sistemleri ve bütünlüklü bir politik yapıları yoktu. Büyük ölçüde Roma lejyonları ve daha sonra kendilerini yenilgiye uğratacak olan Germen kabileleri tarafından eğitileceklerdi. Kelt kültürü ve dili ancak Avrupa’nın sınırlarında ayakta kalabildi: Britanya, Galler, İskoçya, İrlanda ve Man Adası’nda (Breton, Galce, İskoçça ve İrlandaca köken olarak Kelt dilleridir).

KUZEY VE GÜNEY AMERİKA

Peru Kültürleri
Chavín Medeniyeti (Bkz. sayfa 31) ile bağlantılı olarak Paracas kültürü Lima’nın güneyindeki çöl yarımadasında kuruluydu. M.Ö. 900’den M.S. 400’lere kadar varlığını devam ettirdi. Paracaslarla ilgili bilgilerimizin büyük bölümü Cerro Colorado’da 1920’lerde yapılan kazılarda ortaya çıkan arkeolojik kanıtlardan ileri gelmektedir. Burada yapılan kazılarda, her bir anıt mezarın içinde özel kumaşlara sarılmış birden fazla ceset bulunmuştur. Bu durum Paracasların gelişmiş bir ölü gömme ve mumyalama ayinleri olduğunu göstermektedir. Ölülerini gömerken yanlarına seramikleri ve başka maddelerden yapılmış çeşitli eşyaları da koyuyorlardı. Bedenlerin daha uzun süre dayanmaları için muhtemelen onları kurutup tütsülüyorlardı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/emma-marriott/bir-nefeste-dunya-tarihi-69403273/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Ziggurat, (Akatça ziqqurrat, zaqā “yükselmiş yere kurmak”) eski Mezopotamya vadisinde ve İran’da terası bulunan piramitlere benzeyen tapınak kulesidir. (ç.n.)

2
Metinde y. kısaltmasıyla belirtilmiştir. (e.n.)
Bir nefeste dünya tarihi Emma Marriott
Bir nefeste dünya tarihi

Emma Marriott

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: M.Ö. 3500’den 1945’e kadar kronolojik olarak düzenlenmiş; Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika, Okyanusya, Ortadoğu ve Orta Asya olarak bölgelere göre ayrılmış, bir nefeste okuyacağınız bir dünya tarihi kitabı.

  • Добавить отзыв