Fetih 1453
İskender Fahrettin Sertelli
İstanbul’un fethine farklı cephelerden bakan üç roman tek kitapta…
“Bir sabah Türkler surları yararak şehre girdiler. Gemilerini Okmeydanı’ndan kızaklarla Haliç’e indirmişlerdi. Haliç ve surlar ateşler içinde yanıyordu. Türk ordusu Bizans’ı zapt etmişti. Kral Kostantin’in surlarda başı kesilerek öldürüldüğü söyleniyordu. O gün akşama doğru bütün şehir baştanbaşa Türkler tarafından ele geçirilmişti.”
İskender Fahrettin Sertelli, 1453 üst başlığıyla sunduğumuz üç romanında da aynı döneme, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u Bizans’tan almasına değinir. Konstantiniye’nin Son Günleri, fetih öncesi Bizans’ın başkentindeki psikolojiyi anlatırken; İstanbul’un İlk Günleri savaşın diğer cephesini, Osmanlıların hazırlıklarını ve psikolojilerini yansıtır. Yazarın daha sonra kaleme aldığı Fatih’in Çocukları ise aynı süreci iki çocuğun gözünden aktarır bu defa.
İskender Fahrettin bu üç romanıyla, Fethi ve Fatihi olduğu kadar kendisini de ölümsüzleştirmiştir.
İskender Fahrettin Sertelli
FETİH ÜÇLEMESİ. 3 Kitap Bir Arada
Ya Ben Bizans’ı Alırım, Ya da Bizans Beni…
– Fatih Sultan Mehmed
Konstantiniye’nin Son Günleri
SURLARIN İÇİNDEN
550 Sene Evvel Haliç’in Altın Sahillerinde Bir Gece
İvansaray’da Vlaherna’nın karşı sırasında beş altı odalı yüksek bir evin penceresinden hazin bir ses işitildi.
Haliç sahilinde Anivas’ın kayığından başka bir kayık yoktu.
Haliç sakinleri uykuda… Ay batıyor, sabah oluyordu. Anivas’ın sabaha karşı İvansaray sahilinde ne işi vardı? Onu uzaktan görüp kaçan balıkçılar da bunu anlamak istiyorlardı.
Anivas…
Bu ismi Bizans’ta işitmeyen, bilmeyen kalmamıştı. Anivas, saraya bağlı genç ve yakışıklı bir askerdi.
Vlaherna’da, İmparatorun güvenini kazanmış, onun kadar güçlü ve şımarık bir asker yoktu. Haftada bir iki defa sabaha karşı kendi kayığına biner, İvansaray’a gelirdi.
O gece Anivas’ın gözü her zamankinden çok daha kararmıştı.
Kayığını ufak bir iskeleye yanaştırdı. Sahile atladı ve birkaç adım yürüdü.
Pencereden akseden o hazin ses gittikçe yükseliyor, yükseldikçe hazinleşiyordu.
Anivas, sabahın mavi ve pembe bulutları arasından dökülmeye başlayan ışıklar altında, canlı bir gölge gibi kolaylıkla seçilebiliyordu.
Pencerenin altında durdu.
Bu ses onun sesi… O kadının, her zamanki kadının sesiydi.
Fakat söylenen şarkı, her zamanki şarkı değildi. Ani-vas’ın şarkısı değildi.
Anivas dişlerini sıktı. Yumruklarını sıktı. Kalbini tutarak söylendi:
“Priamos’un bestelediği şarkıyı sevgilim ne çabuk öğrenmiş!”
Anivas’ın yumruklarını sıkmaya hakkı vardı, çünkü bu şarkı henüz dün bestelenmiş ve o gece ilk defa olarak sarayda söylenmişti.
Anivas’ın dişlerini gıcırdatmaya da hakkı vardı, çünkü bu şarkıyı Priamos bestelemişti.
Priamos…
O, Bizans’ın bütün kadınları tarafından sevilmiş, uzun saçlı, genç ve güzel bir sanatkârdı. Anivas, bu adamla karşılaşmak ve onun bestelediği, onun yarattığı eserleri sevgilisinin ağzından dinlemek istemiyordu.
Bir adım daha ilerledi ve sağ elini dudaklarına götürerek seslendi:
“Klio! Klio!”
Fakat Anivas’a cevap veren olmadı. Klio şarkısına devam ediyordu:
Genç bir kız elinden
Bir kadeh şarap içmek
Ve onun kucağında
Kendinden geçmek istersen,
Evvela:
Bir kadeh şarapla kalbini
Yıka ve sonra yanıma gel
Ben, Bizans’ın meşhur
Bağında yetişen ve
Katakozinos’un kanunlarına
İsyan eden, günahkâr bir
üzüm kızıyım…
Genç asker bu şarkıyı daha fazla dinlemeye tahammül edemedi. Koştu, kapıyı çaldı.
“Ben Anivas.”
Askerler yabancı bir evin kapısını çaldıkları zaman, cevap almadan isimlerini verirlerdi.
Eğer çaldıkları kapı dost evininse, isimlerini vermeleri o ev için bir hakaret addedilirdi.
Klio derhâl sesini kesti. Pencereden eğildi.
Kapıyı çalan genç asker, tanıdıklarından biriydi.
Klio, âşığının o gece kendisini ziyarete gelmeyeceğini sanıyordu. O akşam Konstantin’in sarayında büyük bir ziyafet vardı. Anivas da orada bulunacaktı.
Haliç dilberinin canı sıkılmıştı.
“Anivas!” dedi. “Bu gece gelmeyeceğini ümit ediyordum. Misafirim var!”
“Kapıyı açmayacak mısın?”
“Açamayacağım.”
“O hâlde ben açıyorum. Sana zahmet olmasın!”
Anivas, kapıya birkaç tekme vurdu. Sokak kapısı kırılmıştı. Genç asker yukarıya çıktığı zaman, hiç ümit etmediği bir adamla karşılaştı.
“Priamos!”
Bu adam genç askerin en büyük ve insafsız düşmanıydı. Zeki ve kurnaz sanatkâr, toy ve tecrübesiz askerin cebren içeriye girdiğini görünce ayağa kalkarak bağırdı:
“Küstah! Kanına mı susadın, ne istiyorsun?”
Klio gürültüye meydan vermek istemedi. Şairle askerin arasına girerek,
“Ben evimde kavga istemem,” diye bağırdı.
Şair ve bestekâr Priamos, rakibinden çok daha kuvvetliydi. Fakat hasmının saraya mensup olduğunu bildiği için itidalini muhafazaya çalıştı.
Anivas bağırdı:
“Bu kızın benim sevgilim olduğunu bilmiyor musun? Buraya ne cesaretle geldin?”
Priamos gülerek cevap verdi:
“Kadın kucağı, şairlerin sığınağıdır.[1 - Bizans papazlarından Polikarpos’un hatıratından: “Fole tu piitu ine to stitos tis yinekos!” Tercümesi: “Şairin yuvası kadının göğsüdür!” Bizans’ın son günlerinde şairler genellikle bu imtiyaza sahiptiler. Bizans kadınlarının, bilhassa sefahat alemlerinde, şairlere karşı hissedilir derecede zaafları vardı.] Bu gece saraya yeni şarkımı sunduktan sonra, iltica edecek bir yer aradım. Ve herkesin sevgilisi olan Klio’nun göğsünde uyumaya geldim.”
Klio’nun bu iki gence karşı da ilgisi vardı. Birinin sosyal konumu yüksekti; onu şerefi ve apoletleri için seviyordu. Diğeri de ince, hassas ve bilhassa hoşsohbet bir şairdi; onun da ruhundan hoşlanıyordu.
Birini diğerine tercih yahut birini öbürüne feda etmek mümkün değildi.
Anivas’ın boynuna sarıldı.
“Ben seni seviyorsam, ona da saygı duyuyorum. Beni ziyarete gelen bir şaire evimin kapısını nasıl kapayabilirim?”[2 - Saray rezaletleri, Bizanslılar üzerinde büyük ve yıkıcı etkiler yapıyordu. Şairlere “to stema tis piiseus” yani “şairlik tacı” giydirildikten sonra, herhangi bir şair, halk arasında özel bir mevki sahibi olur ve toplumsal hatalar ahlaksızlık derecesine de varsa affedilirdi. (D. C. Brovon. V. 1, C. 3)]
Genç bestekâr, kendisinin Klio tarafından müdafaa edildiğini görerek sustu.
Anivas’ın kıskançlığı kadınlar âleminde meşhurdu. Priamos’a eliyle kapıyı gösterdi.
“Çabuk… Şimdi dışarıya…”
Klio, Priamos’un önüne geçti.
“O buradan gidemez!”
Anivas, bu cevap karşısında buz gibi donup kaldı. Bir adım geriye çekildi.
“O hâlde ben gidiyorum. Fakat bir daha bu eve gelmemek üzere…”
Priamos içinden güldü. Klio, onun tekrar geleceğinden emindi. Fazla ısrar etmedi.
Anivas sendeleyerek, hiddetle çıkıp gitti.
Haliç’in altın sahillerinde geçen bu esrarengiz gecenin sabahı çok korkunç ve çok karanlıktı. Bir türlü sabah olmuyor, ortalık aydınlanmıyordu.
Ufukta görünen pembelikler arasından güneş hâlâ yükselmiyor, şairleri köşe başlarında arkalarından kahpece vuran serseriler[3 - Bizans kadınları şairlere ne derece saygı duyuyorsa, erkekleri de o derece düşmandı. Hiçbir şair güneş battıktan sonra sokağa çıkmaz ve karanlıkta dolaşmazdı. Bizans’ın en hassas şairi olan Friksos’u da böyle bir gece tiyatrodan gelirken öldürmüşler ve üzerine “Mağdur kocaların intikamı…” yazan bir kâğıt bırakmışlardı.] henüz seçilmiyordu.
Priamos’un neşesi kalmadı.
Klio şarap içiyordu.
Güneş hâlâ doğmamıştı. Sokak köşelerinde kimliği belirsiz gölgeler geziniyordu. Priamos ayağa kalktı.
“Klio,” dedi, “bana bir kadeh şarap ver. İçip gideyim. Gitmeliyim!”
“Ölmeye mi?”
“Hiç niyetim yok. Ölmek istesem, Anivas’ı öldürürdüm.”
“Sokakta dolaşan gölgeleri görmüyor musun?”
“Görüyorum, Klio! Fakat Anivas’ın tuzağına düşmemek için daha evvel gitmeliyim. Güneş doğarsa, etraftan benim çıktığımı görürler, haber verirler; daha feci bir akıbete maruz kalırım. Beni bırak, bir kadeh daha içeyim ve ortalık ağarmadan gideyim.”
Klio şarap kadehini uzattı.
Priamos’un gözleri dönmüştü.
Bizans dilberi yeni şarkıyı söylemeye başladı.
Panaghia ton Vlahernon Kilisesi’nin çanı, Haliç’in ölgün sahillerini uyandırmaya başlamıştı.
Priamos, sevgilisinin söylediği şarkıyı dinlemiyordu. Kendi kendine söylendi:
“Saray muhafızları uyanmışlardır. Artık sokaklarda emniyetle gezilebilir.”
Elindeki kadehi yere vurdu. Kadeh kırılmadı.[4 - İvansaray’da bulunan Panaghia ton Vlahernon Ayazması, halkın çok taptığı kutsal bir yerdi. Bu münasebetle bu civar ahalisi diğer semtlerden çok daha tutucu ve batıl inançlıydı. İvansaray’daki saraya da, bu ayazma yüzünden Vlaherna derlerdi. Şair Priamos’un evvelce bu sarayla bağı vardı ve kadehle talih denemek âdetini oradan öğrenmişti.]
“Ölüm tehlikesi yok,” dedi, “Ben gidiyorum!”
Ölümle Karşı Karşıya
Şair ve bestekâr Priamos, sevgilisinin evinden çıktı. Klio, şairin arkasından,
“Sahile doğru gitme… Düşmanınla karşılaşırsın!” dedi.
Genç kadın onun evde kalması için daha fazla ısrar etmemişti. Priamos karanlıklar arasında kayboldu.
Güneş doğuyordu.
Sabah olmuştu.
Gecenin karanlık kucağında saklanamayan diğer fenalıklar gibi, güneş ışığı henüz kanları pıhtılaşmamış yeni bir cinayetin izlerini meydana çıkarmıştı.
Denize çıkmak üzere erkenden sokaklara dökülen kalabalık bir kayıkçı kafilesi, İvansaray sahilinde yerdeki kan lekelerini inceliyorlardı.
İçlerinden biri, yoldaki kırmızı lekeleri takip ederek herkesten evvel ilerlemişti.
Uzaktan acı bir ses yükseldi:
“Buraya koşunuz… Buraya! Yerde bir adam yatıyor.”
Halk sahile koştu.
Kanlar içinde bir delikanlı, yerde yatıyordu.
Vurulan adamı herkes tanımıştı.
Yüzlerce ağız birden açıldı:
“Şair Priamos… Bestekâr Priamos…”
Evlerden çıktılar…
Kiliselerden çıktılar…
Saraylardan çıktılar…
Bütün sokaklar Priamos’u ve onun şiirlerini sevenlerle dolmuştu.
Halk arasından öldü zannedilen şairi muayene eden bir doktor, kayıkçılardan birinin omzuna çıkarak bağırdı:
“Priamos yaşıyor! Priamos ölmemiş!”
Zevk ve eğlence düşkünü halk, bu sefahat körükçüsünün yaşadığını öğrenince hep bir ağızdan bağırmaya başladı:
“Yaşasın Priamos! Bugün onun sıhhati şerefine akşama kadar şarap içeceğiz ve işlerimize gitmeyeceğiz. Kahrolsun şairi vuranlar!”
“Kahrolsun!”
“Kahrolsun!”
“Kahrolsun!”
Priamos’u hastaneye götürdüler.
Fakat halk susmuyor, sokaklar kalabalıktan geçilmiyordu.
Bizans’ın son günlerini yaşayan şairlerin, bestecilerin hiçbiri onun kadar sevilmemiş, onun kadar müdafaa edilmemişti.
Konstantin’in sarayı civarında yaşayan şair ve besteciler cemiyet hayatında çok laubali olduklarından, karılarını fazla kıskanan erkekler şairlerden hoşlanmaz, hatta tenha yerlerde onları aşağılarlardı.
Halbuki Priamos halk şairiydi.
Halkın acı ve ıstıraplarını da terennüm etmeyi unutmayan Priamos, aynı zamanda İvansaray’da doğmuş, Haliç sahilinde büyümüştü.
Genç ve coşkun şair, sefahat düşkünü Bizans’tan ziyade, tutucu Haliç’in çocuğuydu! Haliç ahalisi Priamos’u bunun için seviyordu. O, bütün günahlarıyla sevilen bir insan, bütün çılgınlıklarıyla sevilen bir şairdi.
İvansaraylılar, haremlerine ondan başka günahkâr sokmuyor, kızlarının ve karılarının ondan başka bir şairin kolları arasında dans etmelerine tahammül edemiyorlardı.
Akşama doğru kafalar biraz daha fazla dumanlanmış, yahut şairin güzel ve hazin şarkılarını terennüm eden delikanlıların gözleri biraz daha kararmıştı.
Sokaklar kalabalıktan geçilmiyordu. Hadiseyi İmparatora haber vermişlerdi.
Ayasofya çevresinde büyük bir heyecan ve üzüntü vardı.
Priamos’un rakipleri onun ölümünü bekliyorlardı. Yalnız Konstantin’in hüznü kalptendi.
O, daha bir akşam evvel şairin yeni bestelenmiş şarkısını kendi ağzından dinlemiş ve memnun olmuştu.
İhtilal mahiyetini almaya başlayan hadisenin önüne geçmek ve sokaklarda toplanan halkı dağıtmak için saray muhafızlarından bir bölük süvari askeri İvansaray sahilini kuşatmıştı.
Bu esnada Klio’nun evinde, perdenin arkasına gizlenmiş bir asker etrafı gözlüyordu.
Klio pencereden başını çıkardı, dışarıdaki halkın uzaklaştığını görünce askerin kulağına eğildi:
“Anivas,” dedi, “Sokakta kimseler yok. İstersen gidebilirsin!”
Genç asker, rakibini vurduktan sonra halkın tezahüratını seyretmek için, güneş çıkmadan tekrar Klio’nun evine gelmişti.
Pencereden işitiyordu:
“Priamos’u vuranı vuracağız!”
Bu sözü boylu boslu bir genç söylüyordu. Anivas,
“Bugün sende misafir kalacağım. Bak… Sokakta neler konuşuyorlar!” dedi sevgilisine.
Klio bu soruya kahkahayla cevap verdi:
“Onu senin vurduğunu nerden bilecekler? Ne kadar korkak bir askermişsin, Anivas! Kahramanlar silahlarını çekmeden düşünürler. Düşmanını vurduktan sonra karı gibi evlerde saklanan askerlerin orduda ne işi var?”
Anivas mahcup oldu.
Klio, Priamos’un yaralanmasına çok üzülmüştü. Anivas’ın yakalanmasını istiyordu.
Anivas, sevgilisinin bu sözü üzerine o gün akşama kadar evde oturamayacağını anladı.
“Peki,” dedi, “Gideceğim, fakat senin yüzünden böyle tehlikeli bir vaziyete düştüm. Eğer bu cinayet hakkında kimseye bir söz söyleyecek olursan, senin de akıbetin çok vahim olur.”
Klio genç askere güven verdi:
“Benden sır çıkmaz.”
Öpüştüler. Anivas gidiyordu. Klio onun boynuna sarıldı.
“Bugün paraya çok ihtiyacım var.”
Anivas ayrılırken cebinde ne kadar para varsa verdi.
Bizans dilberinin çok garip ve anlaşılmaz bir karakteri vardı. Birçok âşığı arasında en az sevdiği erkekler Anivas’la Priamos olduğu hâlde, Klio en ziyade onlarla meşgul olur, onların yüzünden çekmediği ıstırap kalmazdı.
Klio, Bizans’ın tanınmış aşüftelerinden biri; gözleriyle istediği erkeği etkileyen çok cazibeli ve sesi güzel bir kızdı. Bütün şair ve bestekârlar şarkılarını onun ağzından dinlemek isterlerdi. Sefahat âlemlerinde ve düğünlerde şarkı söylemesi için Klio’ya bin bir kişi gelir, yalvarırdı.
Ve işte bütün kavgalar, rekabetler, çekememezlikler, hatta bütün cinayetler hep bu yüzden olur, birçok kişi hapse girerdi.
Klio aynı zamanda çok zeki bir kızdı. Dans ve tiyatro mekteplerinden birincilikle çıkmıştı. İvansaray’da babasından kalan evinde üvey annesiyle birlikte oturur ve âşıklarından aldığı paralarla geçinirdi.
Anivas’a gelince, İmparator Konstantin’in çok sevdiği, yakışıklı ve kibar olan genç askerin yegâne arzusu Klio’ya sahip olmaktı. Kendisi asil, fakat Klio fakir bir aileye mensuptu. Anivas onunla nasıl evlenebilirdi? Klio’yu herkes tanıyordu! Saraya bağlı bir askerin, böyle orta malı addedilen bir aşüfte ile evlenmesi Anivas’ın saraydaki vaziyetini tehlikeye düşürebilirdi.
Genç ve tecrübesiz asker, kendi aklınca buna bir çare bulmuştu: Anivas sarayda mühim ve siyasi bir meselenin takibi ile meşgul oluyordu. Klio’ya gizlice bu meseleden bahsedecek ve onunla birlikte siyasi bir başarı sağlayarak yalnız sarayın değil bütün Bizanslıların dikkatini çekecekti. Klio, Bizans’ın kurtuluş yolunda halkın takdir ve minnetini kazanacak olursa, bütün günahları affolunacaktı!
Bizanslılar arasında, herhangi bir günahkârın aniden bir “azize” veya “kahraman” oluvermesi pek de gayritabii bir hadise olarak görülmeyecekti! Bizans’ta, bu şekilde şöhret bulmuş ve kirli mazisi çarçabuk unutulmuş birçok ünlü kadın vardı.
Anivas bu yolda çizdiği programı hızla uygulamayı başarırsa, kısa zamanda sevgilisine kavuşacaktı.
İmparatorun Sarayında
Türk-Bizans ilişkileri gittikçe gerginleşiyordu.
Konstantin, Sultan Murat’ın karısı Prenses Mari ile evlenememesinden dolayı çok üzgündü.
Sultan Murat’ın vefatı üzerine dul kalan Prenses Mari; siyasete aklı eren, zeki ve Türkler tarafından çok saygı gören bir kadındı. Sultan Mehmed Edirne’de tahta geçince üvey validesi Mari’yi evlilik hususunda serbest bırakmışsa da, Sırbistan Prensinin kızı olan Mari, Türklerle Bizanslıların arasının açık olduğunu görerek İmparatorun evlenme teklifini reddetmişti.
Aradan epeyce zaman geçtiği hâlde, İmparatorun bu hadiseden duyduğu öfke ve üzüntü henüz geçmemişti.
Başvekil Lukas’a,
“Bu işi yapabilirdin!” diyerek daima söylenirdi.
Lukas Notaras, devlet siyasetini başlı başına idare etmek isteyen diktatör ruhlu bir adamdı. Prenses Mari’nin Bizans sarayına girmesini istemeyenlerden biri de kendisiydi. Prenses Mari, İmparator Konstantin’in karısı olacak olursa, Bizans’ın Sırplara ve Türklere karşı yeni ve uyumlu bir siyaset cephesi alması lazımdı. Halbuki Notaras’ın bu yeni cephelerde vaziyeti çok tehlikeli olacak, belki hayatı da tehlikeye düşecekti.
Notaras’ı Türklerden ziyade Sırplar sevmiyordu. Ve hiç şüphe yoktu ki, Prenses Mari de en çok Notaras’ı Bizans’ın tarafında gördüğü için İmparatorun teklifini reddetmişti.
Konstantin, bütün bu düşünceleri dikkate almakla beraber devlet işlerinde Notaras’a güveniyor, onu iş başından ayırmıyordu.
Bizans etrafında Türklerin tacize başladıkları dedikodusu gün geçtikçe artıyor ve başkent ahalisi arasında, bazen de isyan mahiyetini alan dedikodular ve hükümet aleyhtarlığı çoğalmaya başlıyordu.
Ara sıra sefahat âlemlerinden başlarını kaldıran Bizanslılar, surları etrafında Türklerin dolaştıkları haberini işitince saraya hücum ediyorlar, İmparatorun devlet işleriyle meşgul olmadığından, gece gündüz zevk ve sefahatle vakit geçirdiğinden şikâyet ediyorlar, başkent etrafındaki asayişsizliğe son verilmesini istiyorlardı.
Bir akşam Ayasofya’da, İmparatorun sarayındaki mühim bir toplantıda Anivas da hazır bulunuyordu.
Konstantin, asker toplamak ve Bizans etrafındaki köylerin güvenliğini destek birlikleriyle temin etmek niyetinde olduğunu söyledi.
Lukas Notaras, İmparatorun bu fikrine katılmamıştı. Diğer kumandanlar da bunun faydasız olacağını ileri sürmüşlerdi.
Mecliste son sözü söyleyen Notaras oldu:
“Yeniden asker toplamaya başlarsak, bu tedbirin, Sultan Mehmed’i aleyhimize tahrik etmekten başka bir faydası olmayacak. Ben bu işin dostane halledilmesi taraftarıyım.”
Esasen herkes Türklerle savaşmaktan korkuyordu. Notaras’ın bu teklifi, meclis üyeleri üzerinde iyi etki bırakmıştı.
İmparator,
“Ne yapalım?” diye sordu.
Notaras,
“Sultan Mehmed’e bir heyet gönderelim,” dedi. “Bu heyet üyeleri, Edirne’ye karılarıyla beraber gitsinler.”
İmparator ve meclis üyeleri bu teklifi oybirliğiyle kabul ederek beş kişilik bir heyet oluşturmaya karar vermişlerdi.
Edirne Yolunda
Ertesi gün erkenden, üstü kapalı beş araba Edirne yolunu takip ederek ilerliyordu.
Her arabada bir kadın, bir de erkek vardı. Heyet azasından evli olanlar karılarıyla, evli olmayanlar da buldukları kadınlarla ikişer ikişer arabalara binmişlerdi. Bekâr olanlar Konstantin’in teşrifatçısı Agripas ile genç bir asker idi. Bunlar da İmparatorun bilgisi altında birer kadın bulmuşlardı.
En arkadaki arabada soğuktan birbirine sokulmuş yakışıklı bir askerle genç bir kadın vardı.
Serin, sert bir rüzgâr esiyordu.
Edirne uzaktan görünmüştü.
Arabadaki asker yanındaki kadının boynuna sarıldı.
“Klio!”
“Ne var, Anivas?”
“Üşüdün mü?”
“Biraz.”
“Paltomu vereyim mi?”
“Ya sen?”
“Ben üşümüyorum.”
Genç asker, paltosunun pelerinini yanındaki kadının omuzlarına örttü.
“Hava gittikçe sertleşiyor.”
“Edirne’nin havası bizi fena karşıladı.”
“Kötüye yorma, Klio; siz kadınlar, daima, her şeyden bir anlam çıkarırsınız!”
“Seninle ilk tanıştığımız geceyi hatırlar mısın, Anivas? Pencerenin önünde sessizce otururken birdenbire müthiş bir fırtına çıkmıştı. O vakit ben sana, ‘Eyvah, bu çılgın rüzgâr bize fena bir haber getirdi!’ demiştim. Sense, ‘Şu kocakarı laflarına hâlâ inanıyor musun?’ diye sormuştun. Fakat biraz sonra başımıza neler geldiğini, nasıl basıldığımızı hatırlarsın, değil mi?”
“Rica ederim, Klio bırak artık şu mânâsız lafları! Bu kocakarı inançlarına esir olmaktan kurtulamayacaksın.”
Rüzgâr, arabanın tentesini koparırcasına kamçılıyordu.
Sultan Mehmed’e giden heyete girmeyi başaran Ani-vas, geleceği için bu seyahatten çok şey ümit ediyordu.
Heyetin Edirne’den muzaffer olarak döndüğü günü düşündükçe, arabanın içinde sevincinden ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilmiyordu.
“İşte! Edirne’nin minareleri göründü, Klio! Yarım saat sonra şehrin kapısına varacağız.”
“Rüzgârdan korkuyorum.”
“Korkma!”
“Korkuyorum dedim ya! Vahşi rüzgâr içime bir korku saldı. Eğer suratlarımız asık, önümüze bakarak dönersek, artık beni Bizans’ta yaşatmazlar, Anivas! Halbuki sen bir askersin. Sana bir şey yapmazlar!”
“Niçin böyle fena şeyler düşünüyorsun?”
“Düşünmez olur muyum? İmparatorun böyle şeylere ne kadar önem veren bir adam olduğunu unuttun galiba?”
“Bundan sonra aramıza hiç kimse giremez, Klio! Mademki senin benimle gelmene izin verdiler, artık sen benimsin. Benim olacaksın!”
Klio güldü.
“Peki. Zaten seninim, çok daha senin olacağım. Fakat zaferle dönemezsek, Bizans’ta bana ‘uğursuz kız!’ demelerine mani olabilecek misin?”
“Söz veriyorum.”
“Nasıl?”
“Nasıl mı? Fakat yarınki vaziyeti şimdiden nasıl tahmin edebilirim?”
“Anivas, aklını başına topla! Nereye ve kimin huzuruna gittiğimizi unuttun mu?”
“Hayır, unutmadım. Nereye ve kiminle görüşmeye gittiğimizi pekâlâ biliyorum. Padişah teklifimizi kabul etmezse, ben de Bizans sokaklarında şerefsiz bir asker gibi gezeceğime, askerlikten istifa eder ve hürriyetime, sonra da sana kavuşurum. İşte Edirne’nin kızıl seması ile şu çılgın rüzgârlar şahidim olsun, senden ölünceye kadar ayrılmayacağım.”
Arabalar durdu. Türk sarayına mensup birçok adam, Bizans elçilerinin etrafını sardı. Anivas, sevgilisini kolundan tutarak aşağıya indirdi.
Karşılamaya gelen memurlar, Bizans heyetindeki üyelerin ayrı ayrı hatırlarını sordular.
Anivas, sevgilisinin kulağına eğildi.
“İltifat yerinde.”
“Bizi bu şekilde karşılayacaklarını hiç tahmin etmezdim.”
“Anlaşılıyor ki Türkler de Bizanslılarla dostluğun devamına taraftardırlar.”
“Hayal kırıklığına uğramayalım!”
“İhtimali yok! Eğer bizim için fena fikirleri olsa, on günlük yoldan gelen heyetimizi böyle mi karşılarlardı?”
Klio cevap vermedi.
Teşrifatçılarla beraber tatlı tatlı konuşarak saraya doğru yürümeye başladılar.
Heyet reisi Agripas, Konstantin’in en sadık ve güvenilir adamlarından biriydi. O da Anivas gibi olumlu görünüyor ve Padişah tarafından iyi niyetle kabul göreceklerini kuvvetle ümit ediyordu. Kendilerini karşılamaya gelen Yunus Bey, sarayda heyete rehberlik ediyordu. Evvela elçilerin hepsini ayrı ayrı odalara yerleştirdiler. Yunus Bey,
“Hünkâr tarafından dinlenmenizi sağlamakla görevliyim. Padişahımızın hepinize selamı vardır. Biraz dinleniniz. Bendeniz, hangi saatte huzura kabul buyrulacağınızı size haber veririm,” demişti.
Türk sarayında ayrı ayrı odalara yerleştiler. Klio, genç askerin boynuna sarıldı:
“Anivas! Ben rüzgâr hakkındaki fikir ve kanaatimi bu dakikadan itibaren değiştirdim.”
“Ben sana yolda da söylemiştim. İşte, dediğim çıktı.”
“Hakkın var, Anivas! Bize gösterilen saygı ve iltifata hiç diyecek yok.”
“Sultan Mehmed’in bize karşı fena bir fikir ve maksadı olsaydı, karşılamaya gelen adamlar muhakkak bizi geldiğimiz yere gönderirlerdi.”
“Sen geleceğin büyük bir diplomatı olacaksın! Artık sözlerine güveneceğim.”
Klio odayı incelemeye başladı. Odanın içinde eski bir Acem halısı ile örtülmüş uzunca bir sedirden başka göze çarpacak kıymetli eşya görünmüyordu.
“Anivas! Bu ne biçim saray?”
“Yavrum, sen Konstantin’in sarayına geldiğin zaman altın sedirler üzerinde oturmaya ve Horasan halıları üstünde gezmeye alışmışsın! Bu mütevazı sarayda ne görsen beğenemezsin.”
“Acaba bizi ne zaman çağıracaklar?”
“Kırk yıl burada kalmayacağız ya!”
“Bu gece Padişahın huzuruna çıkabilecek miyiz?”
“Zannederim.”
“Belki de yarın çağırır.”
“Sultan Mehmed’in çok sabırsız bir hükümdar olduğunu işitmiştim. Eğer doğru ise, sabaha kadar sabredemez!”
Sultan Mehmed‘in Huzurunda
Anivas çok iyi tahmin etmişti. O gece, saat alaturka iki buçuk sularında Yunus Bey elçileri huzuru hümayuna götürmüştü.
Bizans elçileri sevinç ve heyecan içinde Padişahın huzurunda diz çöküp oturdular.
Sultan Mehmed, güler yüzlü ve iltifatkâr görünüyordu. Heyete başkanlık eden Agripas, Padişaha Bizans İmparatoru Konstantin’in selamını ve ziyaretlerinin amacını arz etti:
“İki devlet arasındaki ilişkilerin dostane bir şekilde devamını arzu ediyoruz. Bu suretle iki millet ve hükümet arasındaki ticari ve sosyal münasebet, daha ciddi ve samimi bir gelişim devresine girmiş olur. Bu esas üzerinde müzakereyi kabul buyuracağınızdan emin olarak zatı şahanelerini ziyarete geldik. İmparator hazretleri beş senelik, samimi bir dostluk mukavelesi görüşüp düzenlemek emelindedir.”
Sultan Mehmed, Bizans elçilerini birer birer gözden geçirdikten sonra, Agripas’a hitaben,
“Teklifinizi memnuniyetle kabul ediyorum,” dedi. “Ben de, İmparator hazretleri gibi, dostane ilişkilerimizin devamı taraftarıyım.”
Bütün elçiler, karılarıyla beraber yerlere kadar eğildiler.
“Teşekkür ederiz.”
Anivassağ kolunu, yanında bulunan Klio’nun sol koluna sevinçle dokundurarak güldü. Padişah lafı değiştirmişti:
“Yollarda herhangi bir zorlukla karşılaştınız mı?” Heyet reisi Agripas cevap verdi:
“Hayır, Haşmetmeab! Bütün köylüler bize azami derecede misafirperverlik gösterdiler.”
“Başka bir şeye ihtiyacınız var mı?”
“Dostluk esaslarının takviyesinden başka bir arzumuz yoktur, Haşmetmeab!”
Padişah, Bizans elçilerinin yanlarında bulunan kadınları gözünün ucu ile inceleme fırsatını bulmuştu. Elçilerin karıları Bizans’ın en güzel kadınlarıydı. Bu kadınlardan ikisi, Sultan Mehmed‘in çok hoşuna gitmişti.
Hoşuna giden kadınlardan biri Agripas’ın karısı, diğeri de Anivas’ın sevgilisi Klio idi.
Padişah, dostluk anlaşması imzalanmasa bile, Bizans elçilerini birkaç gün olsun Edirne’de alıkoymak niyetindeydi. Ayağa kalktı.
“Haydi, bu gece istirahat ediniz. Yollarda yorulduğunuz hâlinizden belli. Yarın yine görüşürüz. Beş on gün memleketimizin misafiri olacaksınız!”
Elçiler ve karıları, yerlere kadar eğilerek saygılarını sundular ve huzuru hümayundan memnuniyetle ayrıldılar.
O gece elçiler sevinçlerinden sabaha kadar uyumadılar. Fakat Anivas ve Agripas, Padişahın kendilerine ve yanlarındaki kadınlara mânâlı bir bakışla baktığının farkına varmışlardı.
Genç asker, ertesi sabah Klio’yu odasında yalnız bırakarak arkadaşlarının yanına gitmişti.
Elçilerin rehberi olan Yunus Bey, Padişahın en çok güvendiği, zeki ve siyasete aklı eren bir adamdı.
Klio’nun yanına gelen Yunus Bey,
“Canınız sıkıldıysa, sizi biraz bahçeye çıkarayım. Edirne’nin üzümleri meşhurdur. Bağlarımızı gezer ve hava alırsınız,” dedi.
Klio itiraz etmeden, derhâl yerinden kalktı. İnce tülden sabahlığı ile Yunus Bey’i takip etti.
Bizans dilberi, çıplak denecek kadar açık fakat zarif bir kıyafetle, bağların arasında bir kelebek gibi dolaşmaya başlamıştı.
Yunus Bey genç kızın yanına sokuldu.
“Şuradaki sedirde biraz istirahat ederseniz, zannederim ki memnun olursunuz!”
“Üzüm yemek istiyorum. Mümkün mü?”
“Bağlarda yirmi beş türlü üzüm var. Müsaade ediniz de bahçıvanlar hepsinden birer parça toplasınlar.”
Klio, bağların arasında tesadüf ettiği bir sedirin üzerinde oturuyordu.
Bahçıvanlar sırtlarında ve kollarında taşıdıkları üzümleri, nasıl koparılmışsa öylece, Klio’nun önüne getirdiler.
Bizans dilberi bir kadeh de şarap istedi. Biraz daha açılıp saçıldı ve gelen üzümlerden bir salkım alıp yemeye başladı.
Yunus Bey, Bizans şivesiyle güzel Rumca konuşuyordu.
“Zannederim ki,” dedi, “üzümlerimizin Bizans’ta emsali yoktur.”
Klio gözlerini süzerek güldü.
“Edirne’nin üzümlerini işitirdim, fakat bu kadar güzel, iri ve tatlı olduğunu tahmin etmezdim.”
Elindeki salkımı uzatarak:
“Bakınız,” dedi, “şu salkımdaki tanelerin iriliğine. Mis kokuyor. Bir tane almaz mısınız?”
Klio ömründe nasıl bu kadar iri taneli ve güzel üzüm görmemişse, Yunus Bey de, kırk yaşına geldiği hâlde, bu derece güzel ve cazibeli bir kadın görmemişti. Elleri titriyordu…
Uzatılan salkımdan iki üzüm tanesi kopardı ve ağzına attı.
“Efendimiz de bu üzümü çok sever.”
“İnci tanesi gibi… Ne kadar güzel görünüyor.”
“Bizans üzümleri niçin bu kadar güzel değil?”
“Bizans’ta üzümleri şarap yapmaktan yemeye vakit kalmıyor. Fakat siz Rumcayı nerde öğrendiniz?”
“Bizans’ta.”
“Belli. Pürüzsüz Bizans şivesi… Demek ki uzun müddet Bizans’ta kaldınız?”
“Evet. On bir sene kadar.”
“Ne münasebetle?”
“O vakit tüccardım.”
“Tuhaf şey! Tüccarın sarayda işi ne?”
Yunus Bey, konuştuğu kadının çok zeki ve şeytan olduğunu anlamıştı. Düşünmeyerek yaptığı bu açıklamadan Klio’nun çıkarmak istediği mânâyı keşfetmekte güçlük çekmedi.
“Kız kardeşim saraya alınmışlardı,” dedi, “Ben de o esnada Edirne’ye gelmiştim. Garip bir tesadüf eseri olarak Padişahın sevgisini kazandım, o vakitten beri saraydayım.”
“Sarayda sizden başka Rumca bilen var mı?”
“Var. Fakat okuyup yazmasını benim kadar güzel bilen yoktur.”
“Şu hâlde bizim dostluk anlaşmamızı siz kaleme alacaksınız.”
“Evet.”
“Ne güzel tesadüf… Ümit ederim ki böyle bir dostluk anlaşmasının imzalanmasını siz de arzu edersiniz!”
“Tabii, senelerce Bizans’ta yaşadım. Orada birçok dostum var. Elbette arzu ederim.”
“Bizans’ta en ziyade kimlerle görüşürdünüz?”
Yunus Bey, bu şeytan kadının karşısında bir pot kırmamaya çalışıyordu,
“Tüccar kiminle görüşür? Tüccarla…”
“Saraydan ve askerlerden kimseyle tanışmadınız mı?”
“Hayır.”
Klio, muhatabından bir şey öğrenmeyince, göğsündeki tülü açarak çıplak vücudunu gösterdi.
“Bugün havada çok sıkıntı var…”
Yunus Bey hayretle gözlerini açtı. Karşısındaki kadını çırılçıplak görünce söyleyecek bir söz bulamadı.
Yutkundu…
Yutkundu…
Durmaksızın yutkundu!
Yunus Bey’in gözleri kararmıştı. Üst üste içtiği iki kadeh şarap başını döndürdü. Daha fazla ayakta durmaya mecali kalmadı.
“Müsaade ediniz, şuraya oturayım!” dedi ve Klio’ dan cevap almayı beklemeden sedirin bir kenarına oturdu.
Klio bu sohbetten çok memnundu. Mademki dostluk anlaşmasını Yunus Bey yazacaktı, artık, daha fazla düşünülecek bir mesele kalmamıştı.
Edirne Sarayı’nın bağlarında Bizans dilberinin ağına düşen Yunus Bey, acaba Klio’nun her istediğini yapabilecek miydi?
Padişah uzaktan göründü.
Klio ile Yunus Bey göğüs göğse yatıyorlarmış gibi, birbirlerine o kadar yakın oturuyorlardı.
Sultan Mehmed birkaç adım daha ilerledi. Yunus Bey’i ilk defa böyle çirkin bir vaziyette görüyordu.
“Yunus! Yunus!” diye hiddetli, asabi bir ses yükseldi.
Klio başını çevirdiği zaman arkasında Sultan Mehmed’i görmüştü.
Bizans dilberi, derhâl vaziyeti idare etmek istedi. Yavaşça Yunus Bey’in kolunu çimdikledi ve ayağa kalkarak Padişaha karşı saygılı bir vaziyetle yerlere kadar eğildi.
Klio elbisenin uçlarını şöylece omuzlarına atıvermiş, pembe beyaz vücudu tamamen meydana çıkmıştı. Uzun, düzgün kolları, dolgun kalçaları ve bütün bu güzelliklerinin üstünde iri, siyah gözleri Padişahın derhâl dikkatini çekti.
Yunus Bey’in aklı başına geldi. Kolunu ovuşturdu.
“Hain! Kolumu niçin çimdikledin?” diye söylenerek gözlerini açtı. Karşısında birdenbire Padişahı görünce hem korkmuş hem de utanmıştı.
Padişahın heybetli vücuduyla, bakışları Klio’yu bile korkutmuştu. Yunus Bey derhâl aklını başına topladı.
“Padişahım,” dedi, “kölenizi af buyurunuz! Arzuyu şahaneleri uyarınca kendisini burada sarhoş etmeye çalıştım.”
“Ya senin bu halin!”
“Şarap başıma vurdu. Kendimden geçmişim, Padişahım!”
Yunus Bey içki müptelası değildi. İki kadeh şaraptan derhâl sarhoş olmuştu.
Sultan Mehmed yavaşça sordu:
“Nasıl, ağzından bir şey alabildin mi?”
“Bizanslıların, zatı şahanelerine karşı fevkalade saygı ve muhabbetleri olduğundan bahsetti.”
“Başka?”
“Bizlere dost olmayı çok arzu ettiklerini de ilave etti.”
Padişah sedirin bir ucuna oturdu ve Klio’yu da elinden tutarak yanına oturttu.
Bizans dilberinin tatlı bir tebessümü Padişahın sinirlerini gevşetmiş ve Yunus Bey’i zor bir vaziyetten kurtarmıştı.
Sultan Mehmed Rumcayı mükemmel bilirdi, fakat Türkçe olarak:
“Yunus, ona söyle,” dedi, “ben babamın Bizanslılarla yaptığı dostluk anlaşmasına sadık kalacağım. Anivas’ın karısı ve bütün Bizanslılar rahat olsunlar!”
Yunus Bey, Padişahın sözlerini Klio’ya, aynen Rumca olarak söyledi.
Klio, ilk defa, Türk Hükümdarı karşısında kalbinin çarptığını hissetmişti. Eğildi ve başını Padişahın dizine yaklaştırarak teşekkür etti.
Sultan Mehmed‘in şiire ve güzel sanatlara merakı vardı. Böyle latif ve şairane manzaralardan fevkalade zevk duyardı. Fakat hiçbir zaman gafil avlanmazdı.
Padişah, Klio’yu çok beğenmişti. Onun saçlarını okşadı. Ellerini avucunun içine aldı. Yerdeki gümüş tepsiden bir üzüm tanesi kopararak Klio’nun ağzına uzattı.
Klio, şehvet kaynağına benzeyen büyülü gözlerini süzdü ve Padişahın kalbine kızgın bir ok saplar gibi baktı.
Artık Yunus Bey’in rehberliğine ve tercümanlığına lüzum kalmamıştı. Padişah eliyle işaret etti:
“Yunus, bizi yalnız bırak!”
Aradan üç gün geçmişti.
Sultan Mehmed, Bizans elçilerinin Edirne’ye ne maksatla geldiklerini iyice anlamıştı.
Sarayda elçilere fevkalade saygı duyuluyor, hizmet ediliyordu.
Anivas ve sevgilisi, vaziyetten çok memnun görünüyordu. Akıllarınca Padişahı tamamıyla kandırmışlardı.
Sultan Mehmed, Bizans heyeti reisi olan Agripas’ın karısı ile de fazlaca meşgul olmuştu. Elvira da hükümet işlerine aklı eren zeki ve çok güzel bir kadındı. Anivas’a, Padişahın teveccühünden bahsederken:
“Ben eminim ki Sultan Mehmed’in Bizans hakkında katiyen fena düşünceleri yoktu. İmparatora büyük zafer müjdeleri vereceğiz!” demişti.
Elvira’nın bu sözleri Anivas’ın ümit ve imanını kuvvetlendirmişti.
Edirne’yi ziyaretlerinin üçüncü gecesiydi. Anivas’la sevgilisi baş başa vermiş, konuşuyordu:
“Bu gece Padişahı görecek misin?”
“Hayır, Anivas!”
“Mektubu imzaladı mı?”
“Bu akşam Yunus Bey’e yazdırıp imzalayacağını vaat etmişti.”
“Bu iş bu gece biterse, yarın belki de döneriz.”
“Zannetmem.”
“Niçin?”
“Üç dört gün daha burada kalacağımızı ümit ediyorum. İki gün sonra Müslümanların Kurban Bayramı varmış. Dün Padişah, Elvira’ya, ‘Bayramı burada geçirirsiniz,’ demiş.”
“Sana nispetle Elvira daha fazla göze girmiş demek.”
“Tabii. Çünkü o biraz Türkçe biliyor. Sonra, bundan başka bir sebep daha var.”
“Nedir o?”
“Padişah mavi gözlü kadınlardan daha fazla hoşlanıyor! Elvira’nın burada kalması da muhtemeldir.”
Elçilerin Dönüşünden Sonra
Edirne’den zaferle dönen elçiler, İmparatorun sarayında Kardinal İzidor ile karşılaşmışlardı.
Kardinal İzidor, Floransa meclisinde Bizans’a karşı en fazla ilgi ve yakınlık gösteren papazdı.
İzidor’un İtalya’dan Bizans’a gelmesine Lukas sebep olmuştu. Osmanlı Türklerini dostluk anlaşmalarıyla kazanma imkânı olmadığını yakından gören Lukas Notaras, İmparatordan sonra Bizans siyasetini idare eden yegâne diplomattı. Bilhassa saray adamlarının kendisine fevkalade güveni vardı. Kardinal İzidor saraya misafir edilmişti.
Megadoks rütbesine sahip olan Lukas Notaras, İmparatora kendi bakış açısını kabul ettirmeyi başarmıştı. Latin ve Bizans kiliselerinin birleşeceği ve Bizans İmparatorluğu’nun Roma’dan büyük oranda destek göreceği ümit ediliyordu.
Kardinal İzidor, Bizans’a geldiği günden beri dışarıya çıkmamıştı. İzidor, Floransa’dan gelirken birlikte getirdiği papağanı ile meşgul olmaktan, henüz kiliseler hakkında ciddi ve esaslı incelemeye girişmemişti.
Kardinalin papağanı yolda gelirken hastalanmıştı.
İmparator, Kardinalin hizmetine sarayın en güzel kızlarından Persefoni’yi tayin etmişti.
Persefoni, elçilerle birlikte Edirne’ye giden Klio ve Elvira gibi eğitim görmüş zeki bir kız değildi. Fakat saraydaki kızlar arasında vücudunun biçimi ve güzelliğiyle meşhurdu. Persefoni saraya gelmeden evvel tanınmış ressamlara ve heykeltıraşlara modellik yapardı.
Hükümet adamlarından olup aynı zamanda da İmparatorun güvenini kazanmış olan Teofilos bu güzel modeli saraya getirdiği zaman Konstantin’in hoşuna gitmiş ve kız iki seneden beri sarayda kalmıştı.
Persefoni çok şen şakrak bir kızdı. Etrafındakilerin de kendisi gibi olmasını isterdi. Kardinal İzidor’a hizmet etmek onun için çok ağır ve işkenceli bir iş olmuştu. Gençlerle düşüp kalkarken, böyle birdenbire elli beş yaşında bir papazın hizmetinde bulunmak, onu memnun etmeye çalışmak çok kolay bir iş değildi.
Kardinal, genç kıza sabah akşam aynı şeyi soruyordu:
“Papağanımı memnun edebildin mi?”
Persefoni kaşlarını çatarak cevap veriyordu:
“Hizmetimden memnun olup olmadığını papağanınıza sorunuz!”
Papağan, Persefoni’yi görünce,
“Pers… Pers!” diye bağırıyordu.
Kardinalin papağanı beş altı günlük bir rahatsızlık devresinden sonra iyileşmeye ve herkesle konuşmaya başlamıştı.
Kardinal İzidor memnundu. Saraya geldiğinin altıncı günüydü. Persefoni’yi çağırdı.
“Her şeyden değerli olan papağanımı sana teslim ederek bugün ilk defa dışarıya çıkacağım. Gözünü aç!” dedi.
Edirne’den zafer kazanarak geldiğini zanneden Agripas ve diğer elçiler, Kardinalin saraydaki hâl ve hareketlerini takip ve merak ediyorlardı.
Anivas,
“Bu çılgın adamı Floransa’dan buraya niçin göndermişler?” diyerek söyleniyordu. Agripas da aynı fikirde idi.
“Kardinal ortalığı karıştırmaya başlarsa Sultan Mehmed meseleyi duyacak ve anlaşmayı yırtıp atacak,” diyor ve bu endişeyle İmparatoru ikaz etmeye ve aydınlatmaya çalışıyordu.
Bizans’ın ünlü papazlarından Genadiyos da kiliselerin birleştirilmesine taraftar değildi. Kardinalin Bizans’taki incelemesinden önemli bir netice çıkacağına inanmıyordu.
O gün, Kardinal İzidor akşama kadar Bizans kiliselerini tetkik etmekle meşgul olmuştu. Kardinalin temas ettiği papazlar, kiliselerin birleşmesi arzusuna muhalefet ediyorlardı.
Kardinalin mesaisine son vermek isteyen papazların başında Genadiyos vardı.
Aradan on gün geçti.
Konstantin, Türklerle imzalanan dostluk anlaşmasından ziyade, kiliselerin birleştirilmesi meselesine önem vermeye başlamıştı.
Kardinal İzidor bir konuşma esnasında İmparatora,
“Floransa meclisinden arzu ettiğiniz yardımı göreceğinize şüphe yoktur,” demişti.
İmparator, Kardinalden çok şey ümit ediyor ve onu mesaisinde muvaffak olması için onu her sahada serbest bırakıyordu.
Kardinal İzidor işe Ayasofya Kilisesi’nden başlamıştı.
Ayasofya Kilisesi bir ibadethane olmaktan ziyade, o zamanın bütün dini ve siyasi işlerinde büyük imtiyaz ve yetkisi olan bir kurumdu. Ayasofya papazları, Kardinalin kiliseye girmesine mâni olmamışlarsa da iç işleriyle alakadar olmasına ve diğer papazlarla ayrı ayrı temasta bulunmasına müsaade etmemişlerdi.
Kardinal İzidor bu hadiseden dolayı çok üzgündü.
Bu yüzden İmparatorla Ayasofya Kilisesi ruhani heyeti arasında mühim ihtilaf ve tartışmalar yaşanmıştı.
Konstantin bu hususta kendi fikrini kabul ettirmek için bütün nüfuz ve kuvvetini kullanmaya karar vermişti.
Lukas Notaras, Ayasofya’ya gittiği zaman bu ihtilafın derhâl önüne geçeceğini ümit ediyordu. İmparatordan aldığı emrin kilisede etkili olacağından emindi.
Lukas’ı kilisenin genel toplantısına kabul ettiler.
O gün Ayasofya’da iki yüzden fazla papaz toplanmıştı. Lukas, birdenbire böyle mühim bir kalabalıkla karşılaşınca, İmparatorun emir ve arzlarını açıklamaya cesaret edemedi.
Papazlar heyecan içinde, Kardinale atıp tutuyorlardı.
Bütün bu muhalif papaz zümresinin başında Genadiyos göze çarpıyordu.
Lukas Notaras, vaziyetin vahametini anlayınca fikrini değiştirmeye mecbur olmuştu. Mahfilin en yüksek yerine çıkarak şu açıklamayı yaptı:
“Hükümet çok zor bir vaziyettedir. İmparator böyle bir itilaftan memleket için büyük faydalar temin edeceği fikrindedir. Fakat görüyorum ki Kardinal hazretlerine karşı lüzumundan fazla asabiyet ve hassasiyet gösteriyorsunuz! Bizans’ta mevcut bütün kiliseler birlik esasına taraftardırlar.”
Etraftan,
“Biz kabul etmiyoruz!” sesleri yükseldi.
Papazlar yumruklarını sıkarak bağırıyorlardı. Lukas bir dakika sustu. Papazların heyecanını teskin etmek lazımdı.
Genadiyos,
“Son sözümüz budur! Kabul etmiyoruz!” diye bağırdı.
Lukas, mahfilden inerken hatırına önemli bir şey gelmiş gibi, bir dakika ayakta bekledi. Ardından,
“Evvela şurasını anlamak isterim: Edirne’ye gidip gelen heyete güveniniz var mı?” diye sordu.
“Evet, Agripas’a güvenimiz var,” sesleri işitildi.
Lukas sözüne devam etti:
“O hâlde size haber vereyim ki, Türkler Bizans’ı zaptetmek için hudutlarımızda müthiş kalelerin inşasına başlamışlardır. İmzalanan dostluk anlaşmasına güveniyorsanız aldanıyorsunuz!”
Papazlar, Lukas’ı kolundan tutarak aşağı indirdiler.
Lukas Notaras’ın girişiminden bir netice elde edilmemişti.
Lukas, Ayasofya’da papazlar tarafından nasıl karşılanmış olduğunu İmparatora anlattı.
Konstantin, papazların baskısından yakasını kurtaramıyordu. Ayasofya papazlarının başında bulunan Genadiyos çok zeki ve nüfuzlu bir adamdı.
İmparator en ziyade Genadiyos’tan çekiniyordu.
Konstantin’in endişesi gerçek olmuştu. Lukas’ın Ayasofya’dan dönmesinin ardından, Genadiyos bütün papazları toplayarak İmparatorun bu girişimini yersiz kılmak için saray siyaseti aleyhinde kararlar verdirmişti.
Ayasofya Kilisesi’nde yapılan bu toplantıdan sonra, papazlar Bizans’ın çeşitli semtlerinde halkı başlarına toplamışlar ve kiliselerin birleşmesinin Bizanslılar için bir felaket olacağını söyleyerek halkı isyana teşvik etmişlerdi.
O gün Bizans’ın her tarafında İmparator aleyhinde toplantılar ve gösteriler yapıldı. Halk,
“İstiklalimize Papağanlı Kardinal’in el uzatmasına müsaade etmeyeceğiz!” diye bağırdı.
Ayasofya Meydanı’na elli bin kişi toplanmıştı.
Kardinal İzidor sarayın balkonuna çıktı, halkın galeyan ve heyecanı karşısında soğukkanlılığını muhafaza etmekten başka yapacak bir iş kalmadığını anladı. Ahaliye hitaben,
“Niçin kendinizi bu kadar azap ve işkenceye sokuyorsunuz? Ben sizin huzur ve refahınızı çalmaya gelmedim. Size huzur ve refah vermeye geldim. Heyecan ve telaşınız çok beyhude ve lüzumsuzdur,” dedi.
Balkondan ayrılırken, halkın tamamıyla rahat olmasını ve kendisinin birkaç güne kadar Roma’ya döneceğini de ilave etti.
Halk yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı.
Kardinal içeriye girdiği zaman İmparatora,
“Hiç merak etmeyiniz,” dedi, “Halkın heyecan ve maneviyatı, Bizans’ı Türklere karşı savunacak kadar kuvvetlidir.”
İmparator bu neticeden hiç de memnun kalmamış, fakat Kardinalin sözü hoşuna gitmişti.
İmparatorun odasında oturuyorlardı. Kardinal, yaptığı incelemeler esnasında Bizanslıların savaşa taraftar olmadıklarını öğrenmişti. Halbuki halkın o günkü tezahüratı Kardinalin düşüncesine karşıt, yani Bizanslıların savaşabileceği merkezindeydi.
Kardinal,
“Halkın maneviyatı çok kuvvetli…” derken İmparator, İzidor’un sözünü tamamladı:
“Düşman daha kuvvetli…”
“Türklerle savaşmaktan o kadar çok mu korkuyorsunuz?”
Konstantin kaşlarını çatarak sözüne devam etti:
“Korkmak da laf mı? Onlarla savaşmayı aklımdan bile geçirmek istemiyorum.”
“Tuhaf şey!”
“Limanımızdaki üç kırık gemi ile dört yüz parçalık Türk donanmasına nasıl karşı koyabiliriz?”
“Şu halde Bizans’ı hakikaten tehlikede görüyorsunuz.”
Konstantin’in canı sıkıldı.
“Endişelerimi şaka olarak mı dinliyorsunuz Kardinal hazretleri?”
Kardinal İzidor, İmparatorun sözlerine mânâsız cevaplar verdi.
Konstantin, Kardinalin bu neticeden kırılmış ve üzülmüş olduğuna hükmederek kendisini yalnız bıraktı.
“İstirahata ihtiyacınız olduğunu görüyorum Kardinal hazretleri!”
Kardinal İzidor, İmparatordan ayrıldıktan sonra kendi odasına geldi. Yapılacak bir işi daha vardı: Genadiyos ile özel olarak görüşmek.
İzidor, Floransa meclisine Bizans’taki zaferinden bahsedebilmek için az çok bir iş görmek istiyordu.
Kardinal, İmparatorun dairesinden kendi odasına dönerken ani olarak bu kararı vermişti. Genadiyos’la baş başa kalacak olursa bütün ihtilafları halledebileceğini ve bu inatçı papazı çabuk yola getireceğini tahmin ediyordu.
Genadiyos, Ayasofya papazları arasında ilim ve zekâsı ile büyük bir nüfuz ve şöhret kazanmıştı.
Memleketi kurtarmak endişesi karşısında itiraz etmesine ihtimal veremeyen Kardinal, bu ünlü papazla o gün herhalde konuşacak, anlaşacaktı.
Şair Priamos’un Kitabı
Klio, Edirne’den döndüğü günden beri sarayda, Anivas’ın dairesinde oturuyordu.
Anivas, İmparatora sevgilisinin zaferinden bahsederken:
“Sultan Mehmed’i lehimize çeviren iki kadın var: Elvira ve Klio,” demişti.
Klio o günden beri sarayda Anivas’ın nişanlısı gibi, hür ve mutlu yaşıyordu.
Klio, Kardinal İzidor’un bütün rezaletlerini biliyordu. O günlerde Persefoni ile ahbap olmuş ve bu suretle Kardinalin bütün girişimlerine de engel olmaya çalışmıştı. Bir akşam Kardinalin peşine takıldı. Persefoni, Kardinali ihmal ediyor, ancak günde bir defa yanına gidip neye ihtiyacı olduğunu soruyordu.
Kardinal İzidor’un birkaç güne kadar Roma’ya döneceği haberi yayılmıştı.
Klio, kardinali karanlıkta takibe koyuldu. İzidor odasına gitmiyordu.
Klio, Kardinali kendi eliyle yakalamak ve yüzüne tükürmek istemişti.
Kardinal yürüdü.
Klio da yürüdü.
Uzun ve ziyasız bir dehlizden geçtiler.
Kardinal durdu. Klio da durdu.
Hafif bir tıkırtı işitildi. Kardinal, Persefoni’nin kapısını vuruyordu.
Klio, Kardinali aşağılamak için bundan daha iyi bir fırsat bulamazdı. Birkaç adım daha ilerledi. Kapı henüz açılmamıştı. Kardinal seslendi:
“Persefoni! Persefoni! Aç! Ben geldim.”
Klio, bu kudurmuş papazın gece yarısı sevgilisinin kapısında merhamet dilenmeye başladığını görünce tahammül edemedi.
“Tuuu! Tuuu! Tuuu!” diye bağırarak Kardinalin yüzüne tükürdü ve kim olduğunu belli etmemek için derhâl yanındaki duvarın arkasına gizlendi.
Klio, ertesi gün bir iftiraya uğramamak için sesini çıkarmadan, yavaş yavaş geriye çekildi, gitti.
Kardinal korkusundan titremeye başlamıştı.
Persefoni’nin kapısı açıldığı hâlde, odadan içeriye girmeye cesaret edemedi. Dizlerinin bağı çözüldü. Gözleri dumanlandı. Sağa sola çarparak, sürüklene sürüklene karanlıklara karıştı.
Klio bu hadiseyi Anivas’a anlatmış ve Kardinalin rezaleti sarayda ağızdan ağıza çarçabuk yayılmış, hatta İmparatorun kulağına bile gitmişti.
Ertesi gün Konstantin, Persefoni’yi kardinalin hizmetinden alarak Lukas Notaras’ın dairesine göndermişti.
Kardinal, büyük bir şaşkınlık ve mahcubiyet içinde dönmek için hazırlanıyor, istemeyerek bazı ziyaretler kabul ediyordu.
Ayasofya papazları son defa İmparatora gitmişler ve Kardinalin kiliseler hakkındaki fikirlerine katılmadıklarını bildirmişlerdi.
İmparator Konstantin bu neticeden memnun olmamakla beraber, Kardinal aracılığıyla kendilerinden askeri destek göreceğini ümit ediyordu.
Kardinal İzidor’u rencide etmeden gönderecekti.
O günlerde Şair Priamos’un elden ele dolaşan bir kitabı, bilhassa saray muhitinde büyük bir heyecan yaratmıştı.
Okuyucularımız pekiyi hatırlarlar ki, Şair Priamos, Anivas’ın rakibidir.
Priamos’un kendi el yazısı ile ellerde dolaşan bu kitap, şairin son şiirlerini içeriyordu.
Kitap evvela İmparatora sunulmuş, bilahare saray halkı tarafından da okunması için elden ele dolaşmaya başlamıştı.
Anivas bu kitabın sevgilisinin eline geçmemesine çalıştığı hâlde, Klio bunu haber alarak, bir gece nasılsa kitabı ele geçirmeye muvaffak olmuştu.
Eski aşığının kitabını gözden geçirirken birkaç nokta Klio’nun dikkatini çekti.
Şair diyordu ki:
Tanrı’ya yaklaşmak için kadın göğsünü mukaddes bir basamak addeden azizler, asrımızın peygamberleri oldular!
Klio, bu esrarengiz kitabın bir sayfasını daha çevirdi. Şair durmadan papazlara hücum ediyordu. Okudu:
Kadınlar o kadar güzelleşti ve erkekler o derece inceldi ki, artık evlerimizdeki hizmetçilerin hükmüne katlanmayı bile kadınlara karşı bir nezaket borcu addediyoruz. Fakat hayır! Hakikat böyle değil. Herkesin hukuku ayrı ve vazifeleri bellidir. Evlerimize kadar giren despotizm akideleri, kiliselerden gelen sahte ve cali bir imandan başka bir şey değildir.
Siz zavallı mahluklar! Bu saçmalıklara daha ne vakte kadar inanacaksınız?
Papazların esaretinden kurtulmak için Bizans’ın düşmesini mi bekleyelim?
Klio kitabı kapadı ve düşünmeye başladı:
“Priamos’u öldürmezlerse geleceğin en büyük adamı olacak. Tehlikeyi ondan başka gören ve söyleyen yok. Fakat çok tuhaf şey! Bu tehlikeli kitabın elden ele dolaşmasına İmparator nasıl müsaade etti? İşte hayret edilecek nokta burası.”
Klio, genç ve ateşli şairi candan seviyordu.
Klio’nun bir hastalığı vardı: Genç kız lüzumundan fazla ihtişam meraklısı idi. Edirne’ye gidip geldikten sonra bu hastalığı daha fazla kökleşmiş, ilerlemişti.
Anivas, parlak mevkisi olan ve gösterişli bir hayat yaşayan zengin, asil bir askerdi.
Anivas’ın mevkisi ve serveti Klio’yu ona bağlamaya yeterliydi. Fakat Klio, eski âşığı ile de meşgul olmaktan kendini alamıyor, ona karşı kalbinde sönmez bir muhabbet besliyordu.
Anivas, sevgilisinin kalbini açık bir kitap okur gibi okumuştu. Onun bütün endişesi, Priamos’un son eserlerinin Klio’nun eline geçmesiydi.
Şair Priamos hakkında Bizanslıların sarsılmaz fikirleri vardı: Priamos hakikati görür. Priamos gördüğünü yazar. Priamos satın alınmaz. Priamos insanüstü bir adamdır.
Bu hassas ve ateşli şairi halk bu nedenle seviyordu.
Klio da Priamos’u öyle tanımış ve bütün kadınlar gibi onu sevmişti.
Anivas, şairin meydana çıkardığı bu son eseriyle onu biraz daha yükselmiş görmekten kendini alamıyordu.
Priamos…
“İşte, Bizans tarihinde en büyük rolü oynamaya aday bir adam,” diyordu.
Priamos, son kitabı ile halk arasında eskisinden çok daha samimi bir ilgi ve sevgiyle karşılanmış büyük yol göstericiler sırasına geçmişti.
Genç şairi rakipleri de sevmeye ve alkışlamaya başladılar.
Saraydan halk arasına yayılan son şiirleri ağızdan ağıza dolaşıyor, hararetle okunuyordu.
Bu cereyan karşısında Anivas’ın yegâne vazifesi, sevgilisini gözlemek ve merak etmekti.
Klio saraydan çıkıp terar Priamos’un kucağına atılacak olursa, bu onun için tahammül edilmez bir felaket olacaktı. Saraydaki bütün kızlar Anivas’la alay edeceklerdi. Bu rezalet karşısında intihar etmekten başka bir kurtuluş çaresi düşünülemezdi. Klio’yu bu endişeyle gece gündüz takip ediyordu.
O gün Kardinal İzidor memleketine dönmüştü. Bizans papazları dediklerini yapmışlardı. Ayasofya Kilisesi’nde büyük ayinler yapılıyor, kiliselerin istiklal ve baskısına el uzatan ecnebilere boyun eğilmeyeceği ilan oluyordu.
İmparator Konstantin kiliseler hakimiyeti karşısında kendi nüfuz ve kudretinin hiçten ibaret olduğunu anlamıştı.
O gün Ayasofya’da ve diğer kiliselerde papazlar fikirlerini yüksek sesle söylerken, sarayda da önemli bir toplantı yapılmaktaydı.
Bizans tarihinde mühim bir anlamı olan bu gizli toplantıda dört kişi vardı: İmparator Konstantin, Lukas Notaras, Teofilos ve Orhan Çelebi.
Orhan Çelebi, İkinci Sultan Murat‘ın kardeşiydi. Sultan Mehmed‘le arası açık olduğundan Bizans’a sığınmıştı.
Konstantin bu gizli toplantıda Orhan Çelebi’yi tahrik etmek maksadıyla dedi ki:
“Padişahın son günlerde size karşı çok insafsızca hareket etmeye başladığını görüyorum. Aidatınız hakkında Edirne’ye gönderdiğim mektubu okumadan fırlattığını oraya giden memurum söyledi.
Sultan Mehmed son günlerde bize karşı tamamıyla dostluğu bozacak tarzda hareket etmeye başladı. Bütün civar köylüler şikâyetçidir. Bu hâle bir son vermek düşüncesiyle sizi buraya davet ettik.”
Orhan Bey, İmparatorun kendisinden yardım beklediğini hayretle gördü.
“Buna karşılık siz de devlet adamlarıyla görüşüp esaslı tedbirler almadınız mı?”
Bu söze Lukas Notaras cevap verdi:
“Sultan Mehmed burnumuzun dibinde inşasına başladığı muazzam kalenin bitirilmesinden başka bir işle meşgul değil. Bize gelince… Türk askerlerinin fazlalığı karşısında, ecnebi bir devletle ittifak etmekten başka çare kalmamıştır.”
İmparator, gözlerini açarak maksadını izah etti:
“Bu işi Orhan Çelebi halledecek.”
“Benim elimden ne gelir, İmparator hazretleri?”
“Sizin ufak bir hareketiniz Padişahı büyük endişeye düşürebilir.”
Lukas Notaras ve Teofilos, İmparatorla daha evvel bu mesele hakkında görüşmüşler ve Orhan Bey’i Türkler aleyhinde hareket ettirmeye karar vermişlerdi.
Her ikisi de susuyordu. Konstantin sözüne devam etti:
“Orhan Bey, vaziyet çok hassastır. Herhangi bir ecnebi devletle ittifak akdi için müzakere kapısı açmaya vakit yok. Pekâlâ biliyorsunuz ki, Sultan Mehmed sizden fevkalade çekiniyor. Ben bu meseleyi kökünden halletmek ve kendimizi Türklere karşı emin bir vaziyette bulundurabilmek için size biraz serbestlik ve hürriyet vermek istiyorum. Bizim lehimize hareket etmeyi vaat eder misiniz?”
Orhan Çelebi, İmparatorun maksadını tamamıyla anlamıştı. Bizanslılarla iyi geçinmek mecburiyetindeydi.
“Müsaade ediniz de biraz düşüneyim. Herhalde size faydalı olmak ve tehlikelerin önüne geçmek isterim,” dedi.
Orhan Bey saraydan çıktıktan sonra, Lukas ve Teofilos, İmparatorun nezdinde müzakereye devam ettiler.
Konstantin, Kardinal İzidor’un dönüşünde kiliselerin birleşmiş olduğunu ilan etmiş ve Papa V. Nikola’ya bu yolda haberler göndermişti.
Konstantin, Bizanslıların arzularına rağmen, ikiyüzlü siyaset takip etmekten kendini alamıyordu.
Kiliseler üzerinde büyük bir güç sahibi olan Genadiyos gün geçtikçe Bizans’ı karıştırıyor ve halkı heyecana düşürmekten çekinmiyordu.
Lukas Notaras, halka karşı şiddet göstermek taraftarı idi. İmparatorla konuşurken dedi ki:
“Haşmetmeab! Halkın isyanına karşı bu derece lakayt ve merhametli görünmeniz hiç de doğru değildir.”
“Ne yapmalı?”
“Ayasofya Meydanı’na toplanmış olan birtakım kopuk alayını hassa askerleriyle derhâl dağıtmak imkânı varken, niçin buna mani olmuyorsunuz?”
“Ahalinin büsbütün nefretini kazanmış olmaz mıyım?”
“Bilakis! Siz böyle gevşek davrandıkça halk büsbütün şımarıyor.”
Teofilos kaşlarını çatarak sustu. İmparator sordu:
“Sen ne dersin, Teofilos? Halka karşı zor ve şiddet göstermek doğru bir hareket olur mu?”
Teofilos, Notaras’ın yüzüne baktı. Mânâlı mânâlı güldü. Sonra İmparatora hitap ederek,
“Haşmetmeab!” dedi, “Halk arasındaki dedikodulardan haberiniz yok galiba! Müsaade ederseniz bu sabah duyduğum çok mühim haberlerden bahsedeceğim!”
Lukas Notaras’ın canı sıkıldı. Konstantin,
“Peki söyle bakalım,” dedi ve gözünün ucuyla Lukas’ın dikkatini çekti.
Teofilos sözüne devam etti:
“Beş günden beri Hrisokeras (Haliç) civarında, Türklerle çok sıkı ilişkide bulunan bazı tüccarlar Bizans’ta olup bitenleri günü gününe Türklere haber veriyorlarmış.”
Konstantin şiddetle bağırdı:
“Bu hainleri niçin yakalamıyorlar?”
“Meydanda belirli bir şahıs yok. Fakat takip edilirse elbette ele geçer.”
Lukas Notaras en büyük devlet adamı sıfatıyla söze karıştı:
“Bu meselede biraz abartı var zannederim.”
Teofilos cevap verdi:
“Geçen sabah Romanos Portas’tan (Topkapı) geçerek Edirne’ye giden tüccarlar kontrol edilirken, bir peynir tacirinin üzerinden Hrisokeras’ın haritası çıkmış.”
“Haritayı ve taciri ne yaptılar?”
“Romanos Portas’taki nöbetçiler sarayın aleyhinde bulundukları için, yolcuları serbest bırakmışlar ve haritayı yırtmakla yetinmişler.”
“Bunlardan niçin benim haberim olmuyor?”
“Bu işlerden haberdar olduğunuzu zannediyordum.”
“Hayır, hiçbir şeyden haberim yok.”
Lukas önüne baktı. Teofilos sustu. Konstantin düşünüyordu.
Bu esnada oda kapısından bir baş göründü.
“Haşmetmeab! Elvira şimdi Edirne’den geldi. Sizi görmek istiyor!”
Elvira’nın Edirne’den ani olarak gelişi herkesi merak ve telaşa düşürmüştü.
Lukas Notaras ve Teofilos, İmparatoru yalnız bırakarak çıktı.
Elvira büyük bir telaş ve korku içinde titreyerek Konstantin’in huzuruna girdi.
İmparator bu esnada, Ayasofya Meydanı’nda saraya karşı yumruklarını sıkan halkın, muhafız kıtası tarafından dağıtılmasını emretmişti.
Konstantin, Elvira’yı kolundan tutarak yanına oturttu ve saraya karşı gösterdiği sadakat ve fedakârlıktan dolayı kendisini tebrik etti.
“Seni hiçbir zaman unutmayacağım, Elvira! Niçin böyle habersiz geldin?”
Elvira biraz sükûnet buldu.
“Nasıl haber verebilirim? Sağımda solumda sayısız ajan vardı.”
“Padişah ne yapıyor? Senden şüphelenmedi ya?” Agripas’ın karısı gülerek cevap verdi:
“Şüphelenmez olur mu? Her şeyi biliyor…”
Konstantin’in somurtkan çehresinde mânâlı hatlar belirdi.
“Her şeyi biliyor mu dedin?”
“Evet. Hatta heyetin oradan döneceği gece, Padişah bizim ne maksatla Edirne’ye gittiğimizi anlamıştı.”
“Peki, siz ne yaptınız?”
“O gece Sultan Mehmed beni sabaha kadar oyaladı ve Agripas’ı bir dakika bile görme fırsatı vermedi. Edirne seyahatinde, benim orada kalmamla Bizans’a zaman kazandırmış olmaktan başka bir faydamız olduğunu zannetmiyorum.”
“Orada kaldığın bu bir ay zarfında Padişahtan ve saray çevresinden mühim bir şey öğrenemedin mi?”
“Türkler geceli gündüzlü çalışıyorlar.”
“Ne yapıyorlar?”
“Macarlara büyük çapta top döktürüyorlar. Edirne‘ de hummalı bir faaliyet var.”
Konstantin sinirlendi.
“Padişahın fikri ne?” diye bağırdı. Elvira korkak bir sesle,
“Padişahın fikrini açıklamaya lüzum var mı, Haşmetmeab?” dedi.
İmparator şiddetle haykırdı:
“Çabuk söyle! Edirne’ye gönül eğlendirmeye mi gittin yoksa iş görmeye mi?”
Elvira kekeleyerek anlatmaya başladı:
“Padişahın odasında Bizans’ın haritası var. Sultan Mehmed, odasında yalnız kaldığı zaman, bütün vaktini bu haritanın önünde geçiriyor.”
İmparator, yumruklarını sıkarak odanın içinde dolaşıyordu.
“Başka bir şey söylemiyor mu?”
“‘Ah Bizans… Sana ne vakit kavuşacağım?’ dediğini iki defa kulaklarımla işittim.”
“O hâlde dostluk muahedesinin hükmü yok demek. Öyle mi?”
“…”
“Edirne’de Bizanslılarla dost geçinmek isteyen devlet adamları ne diyorlar?”
“Rüstem Bey istisna edilecek olursa, halkla beraber bütün devlet adamlarının daima konuştukları ve düşündükleri Bizans’tan başka bir şey değil. Hatta Bizans’tan ticaret maksadıyla gelen bazı kimseler, ahaliye Bizanslıların Türkleri beklediklerini bile söylemişler. Edirneliler, Türklerin yakında Bizans’ı zaptedecekleri kanaatindedirler.”
“Boğaz’da yapılan yeni kale hakkında Padişahın ne düşündüğünü öğrenebildin mi?”
“Sultan Mehmed‘in bütün ümidi bu kalededir. İnşaatın süratle tamamlanması için, öyle zannediyorum ki benim arkamdan hududa yeni inşaatı teftişe gitmiştir.”
“Zan ile söylüyorsun. Aynen duyduklarını niçin tekrar etmiyorsun?”
Elvira’nın cesareti yoktu. Padişahtan kendi kulağıyla duyduklarını söylerse, Konstantin hiddetinden yerinde oturamayacaktı. Bununla birlikte, Elvira bunu kendisi için bir izzetinefis meselesi addetmişti. İlk şeref ve tesiri kaybetmek, kendini zor duruma düşürmek istemiyordu. Siyaset sahasında oynamaya başladığı rolü sonuna kadar devam ettirecek ve rakibelerinin yüzünü güldürmeyecekti.
Bizans dilberi, Edirne’de bulunduğu müddetçe bütün bunlardan başka, çok daha mühim şeyler de öğrenmişti. Padişahın Bizans hakkındaki emel ve arzusu herkesçe malumdu. Bu konuda fazla söz söylemek, nihayet İmparatoru büsbütün çileden çıkarmaktan başka bir şeye yaramayacaktı.
Elvira,
“Haşmetmeab,” dedi, “çok yorgunum! Biraz istirahat etmeme müsaade buyurunuz!”
Bu esnada sokaktan gürültülü sesler işitildi:
“Kahrolsun İmparator!”
“Kahrolsun saray erkânı!”
“Yaşasın Bizanslılar!”
“Yaşasın hürriyet!”
İmparator pencerenin aralığından baktı.
“Zavallı mahluklar! Bir şeyden haberiniz yok…” Perdeyi kapadı.
Halk, sürü hâlinde sarayın önünden geçerek uzaklaştı. Konstantin bu manzaradan fena hâlde sinirlenmişti.
Elvira’ya hitaben:
“Haydi git! Gece tekrar görüşürüz!” dedi. Elvira, İmparatorun odasından çıkıyordu. Konstantin genç kadının arkasından seslendi.
“Elvira! Sakın kimseye bir şey söyleme. Hatta Agripas’a bile!”
Kocası, Elvira’ya soruyordu:
“Sultan Mehmed‘in Bizans hakkında neler düşündüğünü elbet öğrenmişsindir.”
“Bunu sormaya lüzum var mı?”
“Tabii. Bu bizim için hayat memat meselesidir.”
Elvira, İmparatorun son ihtarını hatırlayarak başka bir mevzuya geçmek istedi.
“Bu akşam benim şerefime bir ziyafet vermelisin Agripas.”
“Niçin?”
“Sevgiline kavuştuğun için memnun değil misin?”
“Bu soruyu çok mânâsız görüyorum. Fakat, ziyafet… İşte bu, bu akşam olmayacak bir şey!”
Elvira hiddetle kocasının kolları arasından fırladı.
“Ben İmparator için hayatımı tehlikeye attım. Bu önemli maceradan sonra, düşmanlarıma karşı kendimi hiçbir zaman şerefsiz ve muvaffakiyetsiz bir kadın mevkisinde bulundurmak istemem.”
Agripas tekrar itiraz etti:
“Israr etme, Elvira!”
“Hayır, dediğim olacak.”
“Bu gece sırası değil.”
“Eğlencenin sırası olur mu?”
“İmparator hiddetli.”
“Bana ne!”
“Onun neşesi yokken…”
“Benim neşem var!”
“İmparator kızarsa?”
“Ben cevap veririm.”
Agripas ağzını kapadı. Karısı devam etti:
“Klio’dan hariç bütün dostlarımızı hemen davet et. Hizmetçiler de içki sofrasını hazırlasınlar.”
Agripas, karısının çok kıskanç bir kadın olduğunu biliyordu.
“Klio’yu çağırmadan ziyafet verilir mi?” dedi.
Elvira kaşlarını çatarak düşündü. Sonra birden, hatırına önemli bir şey gelmiş gibi kocasını omzundan tuttu.
“Kıskançlığımdan çağırmak istemiyorum zannediyorsun, öyle değil mi?”
“Şüphesiz.”
“Bu akşam yalnız Anivas’ı çağıracağız. Gizlice ona söyleyeceğim sözlerin yalnız seni ve beni değil, bütün Bizanslıları alakadar edeceğini göreceksin!”
“O hâlde bana şimdiden anlatmanı istiyorum.”
“Ona söyleyeceğim sözleri şimdiden öğrenirsen, meseleyi İmparatora ihbar edersin!”
“Ben, karımı felakete sürükleyecek kadar sefil ruhlu bir ajan değilim.”
“Israr etme!”
Elvira’nın odasında kadın erkek on beş kişi kadar davetli vardı.
Anivas içki masasının başında, başka bir arkadaşının karısı ile konuşuyordu.
Agripas ayağa kalktı.
“Karımın sıhhati şerefine!” dedi.
Bütün davetliler ayağa kalkarak kadehlerini uzattılar ve güzel kadının şerefine içtiler.
Herkes birbiriyle yavaş yavaş konuşuyordu. Ziyafete İmparatordan gizli olarak katılmışlardı.
Elvira’nın hayranları, bu sevimli ve güzel kadının şerefine kadehlerini sık sık doldurup boşaltmaya başladılar.
Odanın bir köşesinden davetlilerin haletiruhiyelerini incelemekte olan Agripas, karısının bu ziyafeti vermekte gizli bir maksadı olduğunu keşfetmişti.
Elvira, kafalar dumanlanmaya başladığı bir sırada kimse farkında değil zannederek Anivas’la konuşma fırsatını bulmuştu.
“Anivas!”
“Elvira…”
“Niçin bu kadar durgun ve mahzun görünüyorsun?”
“Benim böyle olmamı sen istemedin mi?”
“Ben hayata bu gece yeniden kavuşmuş bir insanım. Bütün dostlarımın neşelenmesini isterim.”
Anivas neşesizliğinin sebebini söylemeye fırsat buldu:
“Dostlarınızın hepsi neşelidir.”
“Ya siz?”
“Beni dostlar sırasında çağırmadınız ki…”
“Niçin? Ne demek istediğini bir türlü anlamıyorum. Ben dostlarımı ayırmadan çağırdım.”
“Yalan söylüyorsun, Elvira!”
“Ben mi?”
“Evet.”
“Yalan söylemeye sebep ne?”
“Ben de bilmiyorum ve akşamdan beri bu muammayı çözemediğim için merakımdan çatlıyorum.”
Anivas, güzel kadının kulağına eğilerek devam etti.
“Elvira, artık sabrım tükendi. Bu mecliste bir kimsenin eksikliğini hissetmiyor musun?”
Elvira kahkahayla cevap verdi:
“Hayır!”
Ve etrafına bakınarak yapay bir merakla inceledi.
“Bütün dostlarım burada, Anivas!”
“Biraz daha dikkat et bakalım.”
“Ediyorum, fakat…”
“Klio’yu bir türlü burada görmek istemiyorsun, değil mi?”
Odanın köşesinden ikinci bir kahkaha daha yükseldi. Fakat bu kahkaha, evvelkinden çok daha mânâlı ve alaycı idi.
Anivas asabi bir gençti.
“Rica ederim benimle alay etme,” dedi. “Başkaları hissederse, bu çirkin hareketine karşılık vermeye mecbur kalacağım.”
Elvira, sarhoş bir kadın edasıyla elindeki şarap kadehini Anivas’ın üzerine fırlattı ve arkasını dönerek misafirlerinin yanına doğru yürüdü.
Agripas, garip olduğu kadar da mânâsız bulduğu bu manzaradan, Klio’nun bir kıskançlık neticesi olarak davet edilmediğine hükmetmişti.
“Acaba Elvira ile Anivas arasında gizli bir ilişki mi vardı?” Agripas, zihnini kurcalayan bu soruyu kendi kendine tekrarlayıp duruyordu. Klio’yu niçin çağırmamışlardı?
Ziyafette kadınsız bir erkek yok gibiydi. Yalnız, saray kâtiplerinden ihtiyar ve bekâr bir adam vardı.
İhtiyar zaten göze çarpan bir şahsiyet değildi. Karısı çoktan ölmüştü. Elli beşlik saray kâtibine herkesin hürmeti vardı. Bilhassa Agripas’ın…
Saray kâtibi, Elvira ile Agripas’a İmparatorun en gizli haberleşmelerini bile haber verirdi. Onun dışında, Anivas’tan başka ziyafette göze çarpan kadınsız erkek yoktu. Kâtip, Anivas’ın yanına gidip,
“Seninki nerede?” dedi.
Genç asker, Elvira’nın yüzüne bakarak:
“Rahatsız olduğu için gelemedi,” diye cevap verdi. Davetlilerden bazıları,
“Öyleyse Klio’nun sıhhatine de içelim,” dediler ve şarap kadehlerini doldurdular.
Fakat tam bu sırada çok çirkin görünen bir hadise oldu. Elvira, Klio’nun şerefine şarap içilmesini teklif eden misafirlerinin kadehlerine çarparak hepsini yere devirdi ve çılgınca bağırdı:
“Hayır! Sizi men ederim! Onun şerefine, benim odamda bir yudum su bile içemezsiniz!”
Halbuki Klio bir kıskançlık yüzünden Teofilos tarafından zindana atılmıştı. Ve bu esnada Klio’nun yattığı zindan, sebepsiz ve esrarengiz hadiselere sahne oluyordu.
Klio, Anivas’ın idam edildiğini zannettiği günden beri zindanda hasta ve şuursuz bir insan gibi ne yaptığını, ne söylediğini bilmeyerek yaşıyordu.
Bir sabah gözlerini açtığı zaman, kendisini tehdit eden siyah hançerli meçhul bir elin göğsüne doğru uzandığını gördü. Bağırmak istedi.
“Kimsin? Benden ne istiyorsun?”
Klio’nun bu sorusu cevapsız kaldı. Meçhul el, Bizans dilberinin sol memesi üzerine uzanmıştı. Klio korkudan bağıramadı. Ve siyah saplı hançer, sol memesi üzerine saplandı.
Klio, tıpkı birinci tehditte olduğu gibi, bu defa da yalnız korkudan değil, can acısından da bayılmıştı.
Zindan kapısında duran nöbetçi, ekmek vermek üzere içeriye girdiğinde Klio’nun kanlar içinde yerde yattığını gördü.
Bizans dilberini beş on gün evvel aynı el bir daha tehdit etmişti. Acaba bu meçhul el kimindi?
Zindan nöbetçisi yalnız Teofilos’tan aldığı emir üzerine hareket ediyor, Klio’yla kimsenin görüşmesine meydan vermiyordu.
Nöbetçi, zindan kapısını kendi eliyle açmıştı. Klio’ nun yerde kanlar içinde yattığını hayretle görünce, zindanı boş ve yalnız bırakmamak için, boynunda asılı olan imdat borusunu çalmaya başladı.
Silahşorlar sarayın zemin katına koştular.
Teofilos, saraydan Hipodrom’a doğru gitmek üzereydi. İmdat borusu, Teofilos’u yolundan çevirdi.
Hassa askerleri ona, Bizans dilberinin meçhul bir kimse tarafından yaralanmış olduğunu haber verdiler.
Teofilos zindana koştu. Klio’nun göğsü kanlı, gözleri kapalıydı. Nöbetçi, korkusundan titriyordu. Kumandanı sormadan anlatmaya başlamıştı:
“Kapının önünden bir dakika bile ayrılmadım, Efendim! Şimdi getirdikleri ekmeği vermek için kilidi açtım, içeriye girdiğim zaman Klio’yu bu hâlde gördüm.”
Teofilos, sevgilisini bu hâlde görünce hiddet ve kederinden ne yapacağını şaşırdı.
“Çabuk, hekim getiriniz. Hadiseyi kimse duymasın. Haydi, hepiniz dışarıya çıkınız!”
Hassa askerleri odadan çıktılar. Eski nöbetçi, silahını çatarak zindan kapısının önüne dikildi.
Teofilos, Bizans dilberinin yarasını muayene etti. Klio’nun yarası çok hafifti. Siyah saplı hançer genç kadının kalbi üzerine saplanmışsa da, yaranın vaziyetinden hançerin öldürmek kastıyla vurulmadığı anlaşılıyordu!
Teofilos hayretinden çıldıracaktı.
“Klio! Klio!” diye bağırdı. Klio gözlerini açtı. Bizans dilberinin çenesi tutulmuştu. Karşısında Teofilos’u görünce, kendisini onun vurduğunu zannedip buhran ve korku içinde çırpınarak başını yere bıraktı.
Klio kendinde değildi.
Teofilos, her cinayeti işlemiş, sevgilisini elde etmek için akla hayale gelen her fenalığı yapmıştı. Fakat Klio’ yu vuran o değildi.
Sarayda zindandan daha emin bir yer yoktu. Kapısında koskoca bir kilit asılıyken ve önünde en sadık adamlarından biri nöbet beklerken, bu zindanda Klio’ yu kim ve nasıl vurabilirdi?
“Klio! Klio!” dedi. “Kendine gel! Seni vuran adamın şeklini, ismini bana söyle. Onun cezasını şimdi, senin gözlerinin önünde vereyim. Aç gözlerini!”
Klio’nun dudakları bile kıpırdamadı. Başı Teofilos’ un kucağında, göğsü bir körük gibi yükselip alçalarak yatıyordu.
Kumandanın gözleri sulanmıştı.
Zindanın kapısı şiddetle açıldı. Teofilos hekim bekliyordu. Kapıdan Lukas Notaras’ın başı göründü.
“Müthiş bir imdat borusu sarayı telaşa verdi. Ne oldunuz?”
Teofilos şaşırdı.
Lukas’la bu vaziyette karşılaşmak kendisi için hiç de iyi bir sonuç vermeyecekti.
“Ben de efendimiz gibi boru sesine koştum. Böyle kapalı bir yerde Klio’yu kimin vurduğunu anlamak mümkün olamadı!”
Lukas mânâlı bir bakışla zindanın içini inceledikten sonra bir adım daha ilerledi.
“Klio’yu âdeta bir âşık gibi kucaklamışsınız!”
Teofilos mahcubiyetinden kıpkırmızı oldu. Lukas,
“Kapısı kilitli bir odanın içinde bu cinayetin işlenmesi hayret verici değil midir?” dedi.
Teofilos, sevgilisinin başını kucağından kaldıramıyordu.
“Ben de hayret ve merak içindeyim,” dedi. “Bu cinayeti gerçekleştiren meçhul eli muhakkak yakalayacağım.”
Lukas Notaras, Persefoni’nin söylediklerinde isabet olduğunu görmüştü. Sarayda azim ve irade sahibi metin bir kumandan olarak tanınan Teofilos, Klio’nun karşısında irade ve metanetini kaybetmiş bir âşık gibi tir tir titriyordu.
Böyle bir hançer, bundan evvel İmparatorun yatağına da konulmuştu.
Lukas, İmparatorun yatağında bulunan siyah saplı hançeri de o meçhul şahsın koyduğuna kanaat getirdi.
Teofilos’un o dakikadaki zaafından istifade etmekle bütün bu hadiselerin esrar perdesini kaldıracağından emin olan Lukas,
“Bu günlerde sarayın içinde çok esrarengiz şeyler oluyor. Bunlarla uzaktan olsun alakadar olmuyor musunuz?” dedi ve koynundan sözü geçen hançeri çıkardı.
“İşte bu da İmparatorun yatağına meçhul bir el tarafından bırakılmış.”
Teofilos, şaşkın ve bitkin bir hâlde hançeri inceleyerek,
“Bu hançer bana çok yabancı değil,” diye mırıldandı.
Lukas başını salladı ve muhatabının gözünün içine bakarak konuştu:
“Öyle zannediyorum ki, hançeri İmparatorun yatak odasına bırakan o meçhul el, bu saldırıyı da gerçekleştirmiştir. Siz de benim gibi düşünmüyor musunuz?”
Bu esnada hekim gelmişti. Lukas müsaade etti. Klio’ nun yarası sarıldı. Teofilos hekimden sordu:
“Yarası tehlikeli mi?”
“Hayır.”
“Niçin ayılmıyor?”
“Can acısından… Şimdi kendine gelir.”
Hekim, genç kadının burnuna ufak bir şişe uzattı. Klio aksırarak, korkulu bir rüya görmüş gibi birden gözlerini açtı. Kendisini Teofilos’un kolları arasında görünce silkinerek bağırdı:
“Tanrım! Yine mi bu hain adamı karşıma çıkardın?” Lukas’ın işaretiyle hekim dışarıya çıktı. Teofilos,
“Felaketzedelerin imdadına koşan insanlar daima aynı vaziyete düşerler,” diyerek yapay bir tebessümle Klio’yu yere yatırdı.
Lukas daha ciddi bir tavırla Teofilos’a hitap etti:
“Sizi çok üzgün görüyorum!”
“Esrarengiz bir surette yaralanan şu zavallının hâline acımamak mümkün mü, Efendimiz?”
“Vazifenin her şeyden kutsal olduğunu nasıl unuttunuz?”
Klio, cesaret ve muhakemesini toplayarak, sağ elini Lukas’a uzattı:
“Efendimiz,” dedi, “O elinizdeki hançeri size kim verdi?”
“Onu meçhul bir el, İmparatorun yatak odasına bırakmış. Niçin sordun?”
“Geçen gün aynı hançer, burada bana meçhul bir el tarafından uzandı da… Elinizde görünce tanıdım. Onun için soruyorum!”
Lukas esaslı bir emare yakalamış gibi güldü.
“Demek ki sen bu hançeri tanıyorsun, ha?”
“Evet, tanıyorum, Efendimiz.”
Teofilos susuyordu. Klio sözüne devam etti:
“Bu hançer on beş, yirmi günden beri Elvira’nın yanında bulunuyor.”
“Elvira’nın mı?”
“Hayret etmeyiniz! Ona da, kendisi Edirne’de iken Türkler hediye etmişlerdi.”
Lukas hançerin sapındaki işaretleri göstererek,
“Fakat, bu resim ve yazılar Hintlilere aittir,” dedi.
Klio’nun bu hançer hakkında kâfi derecede bilgisi vardı. Rüstem Bey’le Türk sarayında görüşülürken, Elvira’ya Padişah tarafından verilen bu hançer hakkında da uzun boylu münakaşalar olmuştu. Hatta bu çok kıymetli ve zehirli hançerin Bizanslılara verilmesine Rüstem Bey’in canı sıkılmıştı.
Klio, Lukas’a bu açıklamayı yaptıktan sonra,
“Bu sihirli hançeri Hint mihracelerinden biri Sultan Mehmed‘e hediye olarak göndermiş… Bu hançerle vurulan bir insanın vücudu yavaşça zehirlenir ve ancak üç, dört ay sonra ölürmüş,” diyerek ağlamaya başladı.
“Hayatım, geleceğim, bütün emellerim artık mahvoldu. Keşke Anivas yerine beni öldürselerdi…”
Lukas, genç kızın elini okşayarak sordu:
“Anivas’ın öldüğünden emin misin, Klio?”
“Onu gözlerimin önünde, şuradaki bahçede idam ettiler!”
Ve Teofilos’a hitaben,
“Öyle değil mi?” dedi, Klio.
Teofilos’un gözleri döndü. Avının üzerine atılmak isteyen aç kurt gibi dişlerini göstererek soğuk soğuk güldü.
“Efendimiz! Vazifem icabı kendisine bu şekilde anlatmaya mecbur olmuştum.”
Lukas, konuşma ilerledikçe hayretten hayrete düşüyor ve meselenin gittikçe derinleştiğini görüyordu.
“Bu gibi tedbirlere neden lüzum gördünüz?” diye sordu.
Teofilos,
“İmparator hazretlerine sadakatle hizmet eden bir kumandanın izzetinefsine hürmet ediniz, Efendimiz!” dedi ve birden ayağa kalktı.
Klio, Anivas’ın kurşuna dizilmediğini anlayınca büyük bir sevinçle yattığı yerden doğruldu.
“Hayvaniyetinden başka bir şey düşünmeyen bu canavarın yanında cariyenizi daha fazla söyletmeyiniz, Efendimiz! Sizden çok rica ederim, benim hayatımı emniyet ve muhafaza altında bulundurunuz! Çünkü ben İmparatora ve Bizans’a lazım olacağım.”
Teofilos’un bakışlarından sezilen mânâ çok açıktı. Şehvetini tatmin edemeyen Teofilos, genç kızdan intikam almaya karar vermişti.
Klio yalvarıyordu:
“Tanrı aşkına beni buradan kurtarınız! Hayatım iki şekilde de tehlikededir. Teofilos bana sahip olmak için beni muhakkak öldürecektir. Mutlaka ölmem lazımsa, bu zehirli hançerin açtığı yara, beni her hâlde üç ay zarfında adem diyarına götürecektir. Hiç olmazsa kendi kendime, yumuşak bir yatak içinde öleyim.”
Lukas bu esnada zindanın kapısını açmıştı. Dışarıda bekleyen hassa askerlerine seslendi:
“Kumandan Teofilos’u tutuklayınız!”
Klio yine zindanda kapalı kalmıştı. Teofilos’u cebren İmparatorun huzuruna çıkarıyorlardı.
Sarayın içerisi altüst olmuştu.
“Teofilos neden tutuklanmış?”
Herkes büyük bir merak ve heyecan içinde bu tutuklanmanın sebebini soruyordu.
Lukas, Teofilos’un Klio’ya sahip olmak için sarayda çevirdiği fırıldakları birer birer İmparatora anlatmıştı.
Fakat meydanda bir de hançer meselesi vardı.
Lukas, Klio’nun verdiği esrarengiz bilgiyi Konstantin’e aynen nasıl söyleyecekti?
Elvira… Sarayın bu en güzel ve kibar kadına bu fenalığı nasıl yapacaktı?
Siyah saplı hançerin Sultan Mehmed tarafından Elvira’ya verildiği kanıtlayacak olursa, Klio’nun yattığı zindana Elvira’nın gireceğini tahmin eden Lukas, bu işi kendi lehine halletmek için bir çare bulmuştu.
İmparator her şeyden çok hançer meselesine ehemmiyet veriyordu.
“Yatak odama kadar giren küstahı buldun mu?” diye sordu.
Lukas, Elvira’yı tehlikeye düşmekten kurtarmış olmak için lastikli bir cevap vermeye mecbur oldu.
“Haşmetmeab!” dedi, “Anivas’ın idamında ısrar eden Teofilos’un çevirdiği fırıldaklar tamamıyla meydana çıktı. Teofilos, Klio’yu seviyormuş!”
İmparator, gözlerini açarak Teofilos’un üzerine yürüdü.
“Sana gösterdiğim yakınlığı bu kadar kısa zamanda suistimal edeceğini hiç aklımdan geçirmezdim… Sen de beni kandırdın, öyle mi?”
Teofilos, güneş karşısında eriyen bir buz parçası gibi gittikçe küçülüyor, büzülüyor, İmparatoru teskin edecek bir cevap veremiyordu.
“İftira…” diye mırıldandı.
Lukas, Konstantin’in gözlerinin içine bakarak şu sözleri ilave etti:
“Kabahatsiz olarak kaç günden beri zindanda yatan Klio’yu bir defa dinlerseniz mesele tamamıyla aydınlanacak ve her hakikat meydana çıkacaktır. Şu kadar arz edeyim ki, o meçhul el, bu hançerle Klio’yu tam kalbinin üstünden yaralamıştır!”
“Klio zindanda değil mi?”
“Evet.”
“Zindan kapısı daima kapalı durmuyor mu?”
“Şüphesiz. Kapalı durması lazımdır!”
“Kapısı kilitli olan odasında bir mahkûmu kim ve nasıl yaralayabilir?”
“İşte, efendimiz gibi, herkes hayrettedir. Fakat Klio her şeyi itiraf etti.”
Teofilos tekrar mırıldandı:
“Klio kendini kurtarmak için iftira ediyor… Yalan söylüyor…”
Lukas İmparatora hitaben,
“Yalan söyleyen biri varsa, o da Teofilos’tur. Pekâlâ bilirsiniz ki ölümle karşılaşan insanlar daima hakikati söylerler. Klio, kendisinin ve Anivas‘ın masumiyetini ispata kâfi derecede açıklamada bulunmuştur. Azim ve irade sahibi bir kumandan olmakla ünlenen Teofilos’a yalan söylemek hiç de yakışmıyor. Görüyorsunuz ki huzurunuzda korkusundan dizleri titriyor. Yüzünde beliren iki büyük şahit var: Gözleri. Gözlerine bakınız! Başka bir şey sormaya ve başka bir sebep araştırmaya lüzum kalmaz!”
Konstantin merak ve hiddetinden ne yapacağını şaşırmıştı.
“Teofilos benim en sadık ve cesur kumandanlarımdan biri idi. Onun bu hıyanetinin dışarıya aksetmesini arzu etmem. Bu işi bizzat ben tahkik ve takip edeceğim. Tahkikat neticesine kadar, kendisine başkalarıyla görüşmeyi men edip onu sarayda bir odaya hapsediniz!” dedi.
Hassa askerleri Teofilos’u odadan çıkarıyorlardı. Bu esnada kapının önünden, nöbetçilere yalvaran bir kadın sesi işitildi:
“Tanrı aşkına, İmparator hazretlerine haber veriniz. Beni beş dakika için huzurlarına kabul etsinler. Kendi hayatlarıyla ilgili bir mesele hakkında maruzatta bulunacağım…”
Teofilos bu sesi tanıdı. Dişlerini gıcırdattı.
“Bu alçak kadını buraya kabul etmeyiniz!” diye haykırdı.
Lukas da bu kadını sesinden tanımıştı.
“Haşmetmeab!” dedi, “Dışarıda, İmparator halkın şikâyetlerini dinlemiyor diye genel bir kanaat var. Bu kadını çağırınız, belki mühim bir şey söyleyecektir.”
Konstantin müsaade etti.
İki asker, genç ve uzun boylu bir kadını içeriye getirdi. Kadın, İmparatorun huzuruna girer girmez yerlere kapandı.
“Size önemli ve acil maruzatta bulunmama müsaade buyurunuz, Haşmetmeab!”
Konstantin, genç kadını omzundan tutarak yerden kaldırdı.
“Söyle, seni dinliyorum,” dedi.
Kimliği belirsiz kadın, ağzını açıp söze başlayacağı sırada Teofilos’u görerek korktu ve hayretle İmparatorun yüzüne baktıktan sonra:
“Eski kocam… Evet, ta kendisi!” diye haykırdı. Lukas, bu tesadüften memnun olmuştu.
Teofilos, dört seneden beri rüyada bile görmediği eski karısının İmparatora ne söyleyeceğini merakla bekliyordu.
İmparator,
“Kadın, çabuk söyle. İşimiz var!” dedi. Teofilos’un karısı anlatmaya başladı:
“Kocam beni terk ettiği günden beri Romanos (Topkapı) civarında bir peynir tacirinin evinde oturuyorum.”
“Zavallı kadın…”
“Hayır, Efendimiz, ben zavallı değilim. Ben merhamete layık bir kadın değilim. Ben kocama hıyanet ettim, ve şimdi onun cezasını çekiyorum. Fakat vatanımı sevmekten, memleketime ve siz Efendimize hizmet etmekten beni kimse men edemez zannederim.”
İmparator kaşlarını çattı. Lukas’ın kulağına eğildi.
“Bu kadına biraz para versinler. Deli dinleyecek vaktim yok,” dedi.
Kadın bu sözü işiterek sözüne devam etti:
“Tanrı aşkına beni dinleyiniz! Bugün dışarıya çıkarsanız, Efendimizin hayatı tehlikeye düşecektir!”
Konstantin sarası tutmuş insanlar gibi titreyerek geriye çekildi.
Teofilos, Lukas’ın yüzüne bakıyordu. Karısının sırf İmparatoru görmek için geldiğine kanaat getirmişti.
Lukas:
“Bu kadını dinleyelim, Efendimiz!” dedi. “Dilinin altında mühim şeyler var.”
İmparator, korkak bir tavırla elini salladı.
“Söyle!”
“Cariyeniz gençliğimde Bizantiyon Okulu’nda okudum, Efendimiz! Bana güveniniz! Memlekette çok gizli bir ihtilal hazırlığı var. Dün sabah, misafir bulunduğum eve iki şüpheli adam geldi ve Türklerle her şeyi hallettiklerini, sizi öldürmek için sarayda genç bir kadından söz aldıklarını söyledi!”
İmparator fenalaştı. Çenesi tutuldu. Teofilos derin bir nefes aldı. Lukas’ın yüzünde mânâlı çizgiler belirdi. Kadın, sözüne devam etmek için fırsatı kaçırmak istemiyordu.
“Eve gelen bu şüpheli adamlar arasında uzun saçlı ve kuvvetli bir genç vardı. Bizim ev sahibinin kulağına eğilerek, ‘Babamın intikamını alacağım!’ dedi.”
Korstantin metanetini korumaya çalışarak sordu:
“Babasının intikamını almak isteyen adamın kim olduğunu öğrenemedin mi?”
“Hayır, Efendimiz! Kim olduğunu bilmiyorum. Fakat bu gence çok hürmet ettiklerini gördüm. Babası geçenlerde idam edilmiş.”
Lukas, bu adamın kim olduğunu derhâl anlamıştı.
“Şair Priamos…” diye mırıldandı. Konstantin de aynı ismi tekrarladı:
“Şair Priamos…”
Kadının oturduğu evin adresini aldılar. İmparator, hiddetinden deli gibi sağa sola saldırmaya, haykırmaya başlamıştı. Kadının geçici olarak sarayda alıkonulmasını emretti ve,
“Bizi Lukas’la yalnız bırakınız!” dedi.
Muhafız askerleri Teofilos’u götürdüler. Teofilos’un karısı, kapıdan çıkarken İmparatoru yerlere kadar eğilerek selamladı.
“Hakkımda gösterdiğiniz bu samimi kabul ve ilgiden dolayı Efendimize ilelebet minnettar kalacağım. Eski kocam, düşmanlarınızın başlarını koparmak için size çok iyi celltlık edebilir. Hiç merak etmeyiniz!”
Teofilos’un karısı serbest bırakılmıştı.
Teofilos, özel bir odada saray muhafızlarının nezareti altında bulunuyordu.
Siyah saplı hançerin esrarı henüz keşfedilmemişti. Lukas Notaras, bu esrarengiz hadisenin mesuliyetini Teofilos’a yüklemek fırsatını kaçırmamıştı.
Konstantin, Teofilos’un karısının verdiği izahat üzerine Romanos Kapısı’ndaki peynir tacirinin evini bastırmış ve orada Bizans aleyhinde yazılmış birçok mektup ve kitap bulunmuştu.
Peynir tacirinin evinde düzenlenen suikastın hedefi saraydan başka bir yer değildi.
Elde edilen evrak tetkik edilirken, peynir tacirinin de ünlü bir şair olduğu ve peynir ticaretine, saraya olan kırgınlığı neticesinde başladığı anlaşılmıştı.
İmparator bunlardan bahsederken,
“İhtilalci şairleri muhakkak yakalamalıyız!” diyordu.
Sarayda ardı arkası kesilmeyen dedikodular, bu hadise üzerine münakaşa ve mücadelelere doğru kaymıştı. Saraylılar,
“İhtilalci şairler tutuldu mu?”
“İhtilalci şairler tutulursa asılacaklar mı?” diyerek birbirlerinden malumat almaya çalışıyorlarsa da, meselenin mahiyetini İmparatorla Lukas’tan başka kimse bilmediğinden, herkes merak ve telaş içinde vaziyetle çok yakından alakadar oluyordu.
İmparator, Priamos’un babasını idam ettirdikten sonra halkın galeyanını işitmiş ve şairin araştırmasını çok gizli tutmuştu. Priamos, halkın en sevdiği ve saydığı şairlerden biriydi.
Babasının öldüğü gün, Hipodrom’un önünde toplanan insanlar,
“Priamos yaşayacak!”
“Priamos’u korumalıyız!”
“Priamos için ölmeliyiz!” diye hep bir ağızdan bağırmış, büyük tezahüratla sarayı tehdit etmişlerdi. İmparator, tetkik ettiği evrak arasında ufak bir de kitap bulmuştu.
“Ehmalote Yinekes…”
Bu kitap, Şair Priamos’un el yazısıyla yazılmıştı. Lukas bu tehlikeli kitabın şu satırlarını İmparatora okudu:
Bizans’ta yıkılacak bir müessese var: Saray! Bizans’ta yakılacak bir müessese var: Saray! Sarayları yakmalı ve esir kadınları kurtarmalıyız!
Konstantin dişlerini gıcırdatarak yerinden fırladı.
“Yeter! Yeter Lukas! Daha fazla dinleyemem. Bu melunu mutlaka bulup aşmalıyız.”
Lukas kitabı masanın üstüne bıraktı.
“Merak etmeyiniz Haşmetmeab!” dedi “Onu ve arkadaşını muhakkak ele geçireceğiz.”
Lukas İmparatorla beraber yemek yiyecekti.
Efendisinin üzülmemesi için ona tarihî hikâyeler anlatıyor; halkın daima saltanata ve saraya karşı kin ve düşmanlık beslediğini, ecdadı Paleologların da aynı hücuma maruz kaldıklarını söylüyordu. Bu esnada saray muhafızlarının kumandanı telaşla huzura girdi.
“Efendimiz!” dedi, “Klio’yu zindandan kaçırmışlar!”
İmparator, Lukas’la beraber derhâl sarayın zemin katına indi. Zindan kapısındaki nöbetçilerin bir şeyden haberleri yoktu. Muhafız kumandanına bu haberi dışarıdan vermişlerdi.
Lukas’ın emri olmadıkça zindan kapısı açılmayacaktı.
Konstantin kapının kilidini kendi eliyle açtı.
Klio içerde yoktu.
Zindanın penceresindeki demir parmaklıklar kırılmıştı.
Lukas yerde şu pusulayı buldu:
Birdenbire pencerenin demirleri kırıldı. Karşımda kimliği belirsiz birkaç gölge göründü. Bana ‘Haydi, hazır ol. Seni kaçıracağız!’ dediler. Muhakemesini kaybetmiş bir sarhoş gibi, bu emre itaat ederek gidiyorum.
Klio
İmparator bu pusulayı okuyunca hiddetle bağırdı:
“Artık bu rezalete tahammül edilmez. Kapısında nöbetçilerin beklediği bir mahkûm nasıl ve nereye kaçabilir? Bahçedeki nöbetçiler uyuyor muydu?”
Muhafız kumandanı şunu da ilaveye mecbur oldu:
“Haşmetmeab,” dedi, “bahçedeki nöbetçilerden iki kişi de bıçakla arkasından yaralanmış.”
Konstantin:
“Bu faciaya şimdi son vermeli,” dedi. Lukas, Klio’ nun kimin tarafından kaçırıldığını keşfetmiş gibi mağrurane bir tavırla efendisini temin ve teskine çalıştı.
“Bu işi Anivas’tan başka kimse yapamaz. Hemen onun yattığı zindana gidelim.”
“Anivas tutuklu değil mi?”
“Şüphesiz. Fakat belki o kaçmış ve sevgilisini de kaçırmıştır. Çünkü sarayın zemin katındaki bu gizli yolları onun kadar iyi bilen kimse yoktur.”
İmparator kamçısını sallayarak zindandan çıktı, Anivas’ın bulunduğu zindana geldiler. Konstantin, muhafız kumandanının yakasından tutarak suratına şiddetli bir kamçı indirdi.
“Eğer Anivas’ı da zindanda bulamazsak, seni geberteceğim, anladın mı?”
Zindanın önünde iki nöbetçi bekliyordu.
Lukas,
“Kapıyı aç!” diye seslendi.
Nöbetçiler Lukas’ın arkasından İmparatorun geldiğini görünce korktular.
Kapı açıldı. Konstantin, nöbetçinin uzattığı feneri takip ederek zindandan içeriye girdi. Muhafız kumandanının yüzü gülmüştü. Anivas uzun bir tahtanın üzerinde yatıyordu. Lukas’ın bütün şüphe ve düşünceleri boşa çıkmıştı.
Konstantin, zindana geldiğini genç askere bildirmek istedi. Lukas’ın kulağına,
“Uyuyor,” dedi, “şimdi ne yapacağız?”
“Uyandıralım…”
Konstantin, Lukas’ın bu cevabını mânâsız buldu.
“Niçin uyandıralım? Mademki Klio’yu o kaçırmamıştır, Klio’yu kaçıranları bulmak ve onun kaçtığı yeri anlamak lazım. Hepiniz uyuyorsunuz! Haydi, çabuk iş başına.!”
Orhan Çelebi’nin Haliç’teki Yazlığında
Aradan on gün geçmişti.
Saray muhafızları, bir taraftan Klio’yu, diğer taraftan da İhtilalci Şair Priamos’u arıyorlardı.
Klio, Bizans İmparatoru’nun çok iyi dostu olan Orhan Bey’in Haliç’teki yazlık evinde, gizli bir odada oturuyor, zevk ve neşe içinde olayları uzaktan takip ediyordu.
Orhan Çelebi, Klio’yu İmparatorun sarayından niçin ve nasıl kaçırmıştı?
Bu sorunun cevabını, Bizans’ın son günlerinde çok mühim rol oynayan Orhan Bey’in ağzından dinleyelim:
Kliocuğum!
Çok iyi biliyorum ki, sen kucaktan kucağa, yataktan yatağa atılan orta malı kadınlardan çok az farklısın! Fakat ben seni o kadar çok sevdim, o kadar çok beğendim ki, bütün Bizans dilberleri arasında senden daha güzel ve şirin bir kadın görmedim. Tanıdığım bütün kadınlar senin yanında çok çirkin ve sönük kaldılar. Seni Haliç’te Konstantin’in sayfiyesinde iki sene evvel yapılan altın top eğlencelerinde tanımıştım. Sonradan haber aldım ki, sen evvelce Anadolu’dan buraya gelen Hamza Bey’le de bir müddet yaşamışsın! Bu malumatı aldıktan sonra sana sahip olmak arzusuna karşı gelemedim. Zindana atıldığını işitince beynimden vurulmuşa döndüm. Geçen gün saraya gitmiştim; bahçede eski dostlarımdan bir saray muhafızına rastladım ve ona senden bahsettim. Meğer o da İmparatorun aleyhinde imiş; bana ‘İsterseniz Klio’yu kaçırayım!’ dedi. Bu teklif karşısında sevincimden donup kaldım. Nöbetçi ısrar edince, ‘Peki,’ dedim. Bu suretle seni kaçırdı. Fakat bu hadise, iki nöbetçinin ölümü ile neticelendiği için çok üzgünüm. Sana bu iyiliği yapan asker, uzaktan üzerine doğru gelen iki nöbetçiye ateş ederek öldürmeye ve firar mesuliyetini onların üstüne yükletmeye mecbur olmuştur. İşte seni bu suretle kaçırttım. Şimdi o nöbetçiyi nasıl ve ne ile ödüllendireceğimi tayin edemiyorum!
Orhan Bey, elinde tuttuğu defterden bu satırları bir masal okur gibi okudu.
Orhan Bey, kendisini ilgilendiren herhangi bir hadiseyi özel defterine kaydediyordu.
Klio, nasıl olduğuna kendisinin de bir türlü akıl erdiremediği bu önemli olayın ayrıntılarını bir kere daha dinledikten sonra dedi ki:
“Beni birkaç kişinin hayatı pahasına saraydan kurtardığınız için size ilelebet minnettar kalacağım. Fakat bu hayatın sonu nereye varacak?
On beş günden beri evinizde, her türlü tecavüz ve taarruz ihtimalinden uzakta yaşıyorum. Zevk ve neşe içinde elem ve kederlerimi unutmaya çalışıyorum. Fakat ruhum boğuluyor. İçimde müthiş bir sıkıntı var. Bir zindandan diğer zindana girdiğimi şimdi anlıyorum!”
Çelebi susmuştu. Klio ağlıyordu.
“Benden hoşlandığınızı söylüyorsunuz. Fakat on beş günden beri hâlâ benim bir istediğimi yapmadınız! Bu nasıl sevgi bilmem ki?”
Orhan Çelebi Bizans dilberine bir kadeh şarap uzatarak,
“Elmasparem,” dedi, “rakibinin selametine çalışan bir âşık, dünyanın en ahmak adamıdır. Elimden gelse bile onu zindandan nasıl kaçırabilirim?”
“Bir haber bile getirmiyorsunuz!”
“İmparatorun onu idam etmek fikrinde olduğunu söylemedim mi?”
Klio elindeki şarap kadehini yere fırlatarak bağırdı:
“Hayır Orhan Çelebi! İmparator onu idam edemez!”
“Niçin?”
“Çünkü o masumdur!”
“ Konstantin onun idamını emretmiş. İmzasını geri mi alacak? İşte bu olamaz.”
“Emin olunuz ki Anivas idam edilmeyecek. Fakat onun yerine idam edilecek vatan hainleri var!”
Orhan Çelebi her sözden, herkesten şüphelenen bir adamdı. Klio’nun çenesini okşadı:
“Çapkın,” dedi, “bana böyle taş atacağına, şöyle kucağıma atılıp da keyfine baksan olmaz mı?”
Orhan Çelebi genç kadını severken, bir taraftan da Klio’nun söylediği sözleri kendi kendine tahlile çalışıyordu.
“Anivas’ın yerine idam edilecek birçok vatan haini var.”
Orhan Bey bu sözün kendisiyle ilgili olmadığını anlamıştı. Klio vatan hainlerinden bahsediyordu. Halbuki Orhan Bey’in vatanı Bizans değildi.
“Elmasparem,” dedi, “şu vatan hainlerinin kim olduğunu söyle de meraktan kurtulayım!”
Klio, Orhan Bey’in kolları arasında gittikçe açılan göğsünü ve çıplak omuzlarını ince bir şal parçasıyla örterek, yuvasından çıkan uzun bir yılan kıvraklığıyla oturduğu yerden yavaş yavaş kaydı ve en yüksek sesiyle cevap verdi:
“Teofilos’un bir vatan haini olduğunu işitmediniz mi?”
Orhan Bey bu ismi hayretle karşıladı.
“Teofilos mu?”
“Evet. Niçin hayret ediyorsunuz?”
“Teofilos vatan haini olamaz!”
“Neden?”
“Onu herkes büyük bir vatanperver olarak tanır.”
“Sizi de Türk topraklarında büyük bir kahraman olarak tanıyorlardı. Fakat saltanat hırsı, sizi de memleketinizin düşmanlarına sığınmaya mecbur etti.”
Orhan Bey gözlerini açarak, korkak bir sesle karşılık verdi:
“Ben saltanat hırsı taşıyan bir adam değilim.”
“O hâlde Bizans’ta işiniz ne? Memleketinizde, Bizans’ı zaptetmek için yapılan hazırlıklarda sizin de hizmetiniz ve mevkiniz olamaz mıydı?”
Orhan Bey alaycı bir tebessümle,
“Bizans’ı zaptetmek mi?” dedi. “İşte bu, otuz seneden beri gerçekleşmeyen bir hayal!”
“Fakat ben Edirne’de Sultan Mehmed’in azim ve iradesini o kadar kuvvetli buldum ki… İmzalanan dostluk anlaşmasının çok çabuk yırtıldığına bakılırsa, Türklerin günün birinde Bizans kapılarında görünmeleri mümkündür.”
“Hayal… Hayal… Sen bu gece korkulu bir rüya gördün galiba!”
“Çok iyi dostunuz olan İmparator hazretleri de böyle söylüyor. Fakat sarayda en itimat ettiği kimselerin bile Türklere satılmış olduğunun hâlâ farkında değil.”
“Teofilos namuslu bir adamdır.”
“Aksini iddia etmedim!”
“Teofilos büyük bir vatanperverdir.”
“Bu sözü onun kadar tanınan bir Bizanslının ağzından işitseydim, belki kanaatimi değiştirirdim. Halbuki siz bir Türk’sünüz ve müdafaa ettiğiniz adamı benim kadar iyi tanımazsınız!”
Orhan Bey, her gün beraber kaldığı Teofilos’un büyük bir vatanperver olduğuna inanıyordu. Klio’nun fikrini anlamak istedi.
“Eğer Teofilos vatan haini bir adam ise, bu memlekette tek bir vatanperver yok demektir…”
Klio, muhatabının sözünü kesti.
“Sarayın kanlı ve yüksek duvarları haricinde kalan bütün halkın memleketle samimi bağı vardır. Fakat saraydaki sefahat düşkünleri, Bizans’ın akıbetini görmeyecek kadar kör ve halkın ıstıraplarını duymayacak kadar sağır olmuşlar! Teofilos bana ilanıaşk ederken, mücevher dolu bir sandığı boşaltarak içine yılan ve akrep dolduran bir mecnun gibi kalbini yalnız benim aşkıma hasretmiştir. O, benden başka bir şey sevmiyor. Şimdi anladınız mı büyük vatanperverin mahiyetini?”
Orhan Bey, Teofilos’un da kendine rakip olduğunu anlayınca düşünmeye başladı.
Klio, bu eski vatanperverin, vazifesini unutarak, kendisine nasıl musallat olduğunu anlattı.
“Orhan Bey,” dedi. “Eğer siz İmparatorun samimi dostu iseniz ve hayatınızın tehlikeye düşmesini istemiyorsanız, Anivas’ı derhâl tahliye ettiriniz. Çünkü dışarıdaki isyanın önüne ancak o geçebilir!”
“Bu isyandan bana ne? Bizans’ta sonu gelmeyen bu galeyan ve isyanları çok gördük. Yarın yine Hipodrom’ un önünde beş on kişiyi idam ederler ne isyan kalır ne de bir yüksek ses işitilir.”
Klio, Orhan Bey’i kışkırtmakla emeline ulaşacağını tahmin ediyordu.
“Fakat bunun aksini de düşünün, Orhan Bey! Bu, yalnız halkın isyanı meselesi değil. Türklerin niyeti çok fena ve katidir!”
“Hâlâ o eski terane… Bizans’ı zaptedecekler, değil mi?”
“Fakat sizin gibi hayat ve kaderi siyasi cereyanlara bağlı olan bir kimsenin biraz derin düşünmesi, uzak ihtimalleri de dikkate alması gerekmez mi?”
Orhan Bey hiddetlendi.
“Bu hayal gerçekleşmeyecek, Klio!”
“Emin misiniz?”
“O kadar eminim ki…”
“Fakat iyi düşünün. Çünkü ben Edirne’de, Sultan Mehmed‘in ağzından kulağımla işittim. ‘Orhan elime geçerse derhâl asacağım!’ diyordu.”
“Sayıklasın dursun Bizans’ı alacağım diye…”
“Yaptığı hazırlıklar acaba gösteriş mi dersiniz?”
“Sultan Mehmed azimli ve irade sahibi bir gençtir. Fakat hazırlığı boşa gidecek, Klio! O, Bizans’ı zaptedemeyecek.”
“Mademki azim ve irade sahibi bir hükümdardır; mademki Bizans’ı zaptetmeye karar vermiştir, arkasında koskoca bir millet de kendisini takip ederse, emeline neden muvaffak olmasın?”
Orhan Bey bağırdı:
“Muvaffak olmayacak, Klio! Ben öyle istiyorum. Bu iş, ancak o benimle barışır ve benim istediklerimi yaparsa düşünceden uygulamaya geçebilir. Aksi takdirde hedefine vasıl olması imkânı yoktur!”
“Onun bu azmini nasıl kırabileceksiniz?”
“Sultan Mehmed‘in azmini kırmaya teşebbüs etmek, büyük bir kaleyi ufak bir çocuğun kendi kendine zaptetmeye kalkışması kadar gülünç olur. Ben kaleyi içerden fethedeceğim.”
“Yani?”
“Yani, onun bütün planlarını suya düşürmek için, herkesten fazla itimat ettiği veziriazamdan söz aldım.”
“Halil Paşa’dan mı?”
“Evet.”
İhtilal Şarkıları
Klio bir sabah yatağından kalktığında, sokaktan gelen hazin bir kitara sesi işitti. Pencereye koştu. İzmit çingenelerinden birkaç kadın, tesadüfen Orhan Bey’in hanesi önünde durmuş, kenardaki yalakta hayvanlarını suluyordu. İzmit çingeneleri, elbiseleri ve konuşmaları ile derhâl yerli çingenelerden ayırt edilebilirlerdi. Çingene kadınlarından biri, Klio’yu pencerede görünce, atın üstünde kitarasını çalmaya başladı. Diğer biri de şarkı söylüyordu. Orhan Bey, “Klio! Kulak ver. Bak ne söylüyorlar?” dedi. İzmit çingenesi şu şarkıyı söylüyordu:
Bizans uyuyor,
Düşman uyanık!
Bizans uykuda!
Düşman uyanık!
Romanos Kapısı teshir edilmiş.
Türklerin eli var içimizde…
Gözler kör olmuş!
Kalpler kör olmuş!
Vicdanlar kör olmuş!
Felaket,
Saadet…
Hepsi müsavi!
Gören bir göz var:
Milletin gözü!
Çarpan bir kalp var Milletin kalbi!
Ağlayan bir vicdan var!
Milletin vicdanı!
Bizans uyuyor,
Düşman uyanık!
Saray uyuyor,
Düşman uyanık![5 - Bizans şarkılarından mealen tercüme (Priamos-Athenes).]
Çingeneler atlarına bindiler. Şarkı söyleyen kadın,
“Yaşasın Priamos,” diye bağırdı.
Klio, bu ismi işitince pencereden dışarıya sarktı.
Çingeneler Klio’yu görerek gülüştüler ve hep bir ağızdan tekrar bağırdılar:
“Yaşasın Priamos!”
“Yaşasın Priamos!”
Orhan Çelebi’nin çenesi tutulmuştu. Şaşkın şaşkın Klio’nun yüzüne bakarak mırıldandı:
“İşler ilerlemiş, yavrum…”
Klio pencereden çingenelere seslendi:
“Niçin yaşasın Priamos diye bağırıyorsunuz?”
Şarkı söyleyen kadınlardan biri kahkahayla gülerek cevap verdi:
“Siz sahiden uyuyorsunuz galiba! Bizans’ın altı üstüne geliyor. Bir şeyden haberiniz yok mu?”
“Hayır.”
“Sağır mısınız?”
“Yalnız sağır değil, aynı zamanda körüz!”
Çingene kadın, hayvanının dizginlerini çekerek pencerenin altında durdu.
“Priamos’un ihtilal şarkılarını dinlemediniz mi?”
“Hayır.”
“Ne yazık!”
“Bu söylediğiniz şarkı onun mudur?”
“Evet.”
“Bu tehlikeli şarkıyı ne cesaretle söylüyorsunuz?”
“Ne cesaretle mi?”
“Öyle ya! Bütün bunlar İmparatorun aleyhinde değil mi?”
“Ah, ne yazık! Ne yazık! Sizin, sarayın önünde asılan, öldürülen insanlardan da mı haberiniz yok?”
Çingene karısı fazla bir şey söylemeden kitarasını boynuna takarak hayvanını sürdü.
Klio, on beş günden beri dışarıda neler olduğundan haberdar değildi. Çingenelerden bu bilgiyi alınca Orhan Bey’in üzerine yürüdü.
“Dışarıda olup bitenlerden beni niçin haberdar etmiyorsun?”
Orhan Bey, Klio’yu kolundan çekerek,
“Dışarıda bir şey yok, divane!” dedi.
“Çingeneler yalan söylemiyorlar ya…”
Onların işleri sokaklarda şarkı söyleyerek para kazanmaktır. Onlara inanıyorsun da bana itimat etmiyorsun, öyle mi?”
“Hayır, artık size güvenim kalmadı. Onlar yalan söylemiyor. Şair Priamos’un şarkısı belli ki yeni yazılmış ve yeni bestelenmiştir. Ortalıkta bir karışıklık olmasa, çingene karıları böyle şarkılar söylemeye cesaret edebilirler mi?”
Orhan Bey’in hakikaten hiçbir şeyden haberi yoktu. Üç günden beri Haliç’teki yalısından dışarıya çıkmıyordu. Bu hadise onu da telaşa düşürmüştü.
Bizans’ın asayişsizliğinden faydalanmaya kalkışmak isteyen Türkler Bizans’a ani bir hücum yapacak olursa, Orhan Bey’in akıbeti ne olacaktı?
Orhan Bey, endişesini gizlemeye çalışarak Klio’yu adamlarının nezareti altında bıraktı.
“Ben biraz sonra gelirim, sen hiç merak etme. İşine yarayacak haberler getirmeye çalışacağım,” diyerek evden çıktı.
Orhan Çelebi saraya gidiyordu.
Tiyatro Mektebi binasının[6 - Beyazıt’taki eski maliye bakanlığı binasının bulunduğu yer.] önüne geldiği zaman, meydanda büyük bir kalabalık vardı.
Meydanın her köşesinden aynı sesler yükseliyordu:
“Kahrolsun İmparator!”
“Kahrolsun saray erkânı!”
Orhan Çelebi, ihtilalcilerin arasından bin bir zorlukla kurtularak Ayasofya Meydanı’na geldi.
Bu esnada acı bir borazan sesi, meydandaki ahalinin kaçışmasına sebep olmuştu.
Saray muhafız askerleri atlarını sürerek ihtilalcilerin üzerine doğru ilerlemeye başlamışlardı.
Süvariler çok insafsızca davranıyorlar, uzun mızraklarla halkı dağıtmaya çalışıyorlardı.
Orhan Bey bu kargaşadan faydalanarak sarayın dış kapısı önüne kadar ilerlemişti.
Süvariler uzaklaştılar.
Ayasofya Meydanı’nın her bir köşesine sinen halk yavaş yavaş tekrar bir araya toplandı.
Burada da aynı sesler duyuluyordu.
“Kahrolsun İmparator!”
“Kahrolsun saray erkânı!”
İhtilalcilerin hedef ve maksatları birdi. Tiyatro mektebi önünde toplanan halk da bunu söylüyor ve yumruklarını aynı hedefe doğru sallıyordu.
İhtilalcilerin arasından eski Romalılar gibi uzun mantolara bürünmüş biri genç, biri yaşlı, temiz çehreli iki adam göründü.
Bu adamlardan yaşlıca olanı yüksek bir yere çıktı ve elinde tuttuğu Hazreti İsa asasını sarayın demir kapaklı pencerelerine doğru uzatarak yüksek sesle bağırmaya başladı:
“Eyyy! Gözleri içki kadehinden başka bir şey görmeyen sefih ve mağrur asaletmeablar! Mızraklarını yağlayarak sokaklara gönderdiğiniz bu askerlerle kimleri terbiye etmek istediğinizi biliyor musunuz?”
Sarayın pencereleri aralandı ve bu meçhul ihtilalciyi dinleyen birkaç baş göründü. Hatip, sözüne devam etti:
“Sizlerden başka herkesin gözü ile gördüğü düşman faaliyetine karşı tedbir almak ve memleketini müdafaa etmek isteyen vatanperverler, sizi harekete geçirmeye, ikaz etmeye çalışıyor. Felaketi gören ve gösteren masum halka karşı niçin bu derece insafsızca hareket ediyorsunuz? Gözlerinizi şehvet bürümüş. Türklerin hazırlıklarından bihabersiniz! Kalpleriniz kararmış. Vatanper- verlerin feryadına karşı mermerler kadar hissiz davranmayınız! Çıkınız kadınların koynundan! Ayrılınız gümüş kadehli içki masalarının başından! Kulaklarınızı halkın kalbine dayayınız efendiler… Mağrur ve azametli asaletmeablar!”
Birdenbire sarayın pencereleri kapandı. Hatibin sesi kesildi. Halk arasında müthiş bir heyecan vardı.
Orhan Bey, kedi gibi sindiği yüksek bir duvarın dibinden başını kaldırarak yanındakinin kulağına eğildi:
“Hatip niçin sustu?”
Genç ve asabi erkek cevap verdi:
“Vurdular.”
“Kim vurdu?”
“Belli değil.”
Biraz öteden ince bir ses işitildi:
“Sarayın penceresinden gelen bir kurşun zavallının tam kalbine isabet etmiş.”
Gök gürültüsüne benzeyen sesler işitildi:
“Alçaklar!”
“Katiller!”
“Hainler!”
“Kahrolsunlar!”
Halk, vurulan hatibin yanına doğru birbirini çiğnercesine koşuşmaya başladı.
“Arkadios’u vurdular…”
“Arkadios ölmüş…”
“Arkadios’u vuranları vuralım!”
“Arkadios ölür mü?”
Öldürülen hatibin Arkadios olduğu anlaşılmıştı.
Arkadios…
Bu adam Bizans’ın en ünlü filozoflarından biriydi. Üç seneden beri İznik’te sade bir hayat yaşıyor ve Bizanslılardan hiç kimseyle temas etmiyordu.
Arkadios’un oğlu da ateşli ve zeki bir gençti. Bizans’ ın vaziyetiyle alakadar olan Priamos grubuna katılmış ve şairin takibe başlanması üzerine İznik’te oturan babasını Bizans’a davet etmişti.
Arkadios, Şair Priamos’u çok seviyordu. Oğlunun daveti üzerine Bizans’a gelerek ihtilalcilerin başına geçmişti.
Halk, soğumaya başlayan Arkadios’un cesedi önünde ağlıyor, Ares’in[7 - Savaş tanrısı] huzurunda ibadet eder gibi yerlere kadar eğilerek bağırıp çağrışıyordu.
Orhan Bey, sindiği duvarın dibinden saray kapısına kadar yaklaşmaya muvaffak olmuştu.
Bu esnada sarayın kapısı önünde büyük bir gürültü koptu.
Beş dakika sonra ihtilalciler sarayın arkasına doğru koşmaya başladılar.
Genç bir kız, saraya girerken ihtilalcilerin eline düşmüştü.
Bu kız kimdi?
Saraya niçin giriyordu?
Halkın bir kısmı dağıldı. Meydan tenhalaştı.
Saraya girmek isteyen kızı, Akropolis’te bir ağaca bağlamışlardı.
İhtilalcilerden biri sordu:
“Sarayda ne yapacaktın?”
“Hiç…”
Genç kızın üzerine birkaç el birden kalktı.
“Çabuk söyle! Yoksa seni buracıkta yakıp kül edeceğiz!”
Kalabalık arasından yüksek bir ses işitildi:
“Persefoni! Persefoni!”
Kalabalık arasından süratle ilerleyen uzun boylu bir genç, ağacın yanına sokuldu ve halka hitaben,
“Bu kadını ben tanırım. Saraya ajanlık ediyor. Kendisini öldürmeyiniz!”dedi.
İhtilalciler hep bir ağızdan haykırdılar:
“Mademki ajan olduğu anlaşıldı, o hâlde soralım, neler biliyorsa söylesin!”
Birkaç kamçı darbesi, Persefoni’nin yüzünü ve omuzlarını kan içinde bıraktı.
Persefoni’yi tanıyan bu adam, Filozof Arkadios’un oğluydu.
İhtilalcilere hitaben,
“Arkadaşlar,” dedi, “babamın ruhunu şad etmek isterseniz, bu kadına fazla işkence etmeyiniz! Ondan çok şey öğreneceğiz. Beni dinleyiniz. Persefoni’yi Ekta Birgos (Yedikule) Zindanına götürüp hapsedelim!”
Arkadios’un oğlunu dinlediler. Persefoni yanma tehlikesini atlattı. İhtilalcilerden birkaç kişi, genç kızın ellerini çözdü ve onu ağaçtan kurtardı.
Persefoni, Yedikule Zindanı’na götürülüyordu. İhtilalciler dağılmaya başlamışlardı. Filozof Arkadios’un oğlu, babası saraydan atılan bir kurşunla öldürüldüğü hâlde serinkanlılığını kaybetmemişti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/iskender-fahrettin-sertelli/fetih-1453-69403357/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Bizans papazlarından Polikarpos’un hatıratından: “Fole tu piitu ine to stitos tis yinekos!” Tercümesi: “Şairin yuvası kadının göğsüdür!” Bizans’ın son günlerinde şairler genellikle bu imtiyaza sahiptiler. Bizans kadınlarının, bilhassa sefahat alemlerinde, şairlere karşı hissedilir derecede zaafları vardı.
2
Saray rezaletleri, Bizanslılar üzerinde büyük ve yıkıcı etkiler yapıyordu. Şairlere “to stema tis piiseus” yani “şairlik tacı” giydirildikten sonra, herhangi bir şair, halk arasında özel bir mevki sahibi olur ve toplumsal hatalar ahlaksızlık derecesine de varsa affedilirdi. (D. C. Brovon. V. 1, C. 3)
3
Bizans kadınları şairlere ne derece saygı duyuyorsa, erkekleri de o derece düşmandı. Hiçbir şair güneş battıktan sonra sokağa çıkmaz ve karanlıkta dolaşmazdı. Bizans’ın en hassas şairi olan Friksos’u da böyle bir gece tiyatrodan gelirken öldürmüşler ve üzerine “Mağdur kocaların intikamı…” yazan bir kâğıt bırakmışlardı.
4
İvansaray’da bulunan Panaghia ton Vlahernon Ayazması, halkın çok taptığı kutsal bir yerdi. Bu münasebetle bu civar ahalisi diğer semtlerden çok daha tutucu ve batıl inançlıydı. İvansaray’daki saraya da, bu ayazma yüzünden Vlaherna derlerdi. Şair Priamos’un evvelce bu sarayla bağı vardı ve kadehle talih denemek âdetini oradan öğrenmişti.
5
Bizans şarkılarından mealen tercüme (Priamos-Athenes).
6
Beyazıt’taki eski maliye bakanlığı binasının bulunduğu yer.
7
Savaş tanrısı