Abdülhamit ve afrodit
İskender Fahrettin Sertelli
Jurnalciler,hürriyetperverler ve diğerleri…
Herkesin birbirinden şüphe ettiği, bir Padişah’ın tüm tebaasından korktuğu, korku ve şiddetin hüküm sürdüğü bir dönem. II. Abdülhamit Devri…
İstibdat döneminin tüm baskılarını ve entrikalarını, Abdülhamit’in nasıl ve neden Abdülhamit olduğunu bu romanda göreceksiniz.
Yaptıklarıyla bir döneme damgasını vurmuş, Osmanlı Tarihinde önemli bir yeri olan Abdülhamit’in, güzel bir kız karşısındaki çaresizliğine şahit olacaksınız.
Kızıl Sultan’ın gönül verdiği bu güzel, Melahat Hanım…
Bursa’da doğan ve ailesi tarafından Afrodit ismi verilen bu Rum kızının Melahat Hanım oluşu, saraya girişi ve bir imparatorluğun kaderiyle oynayışını hayretler içinde okuyacaksınız.
Abdülhamit ve Afrodit bir aşk ve macera romanı. Ama sadece bu değil. Abdülhamit ve Afrodit bir devrin otopsisidir.
İskender Fahrettin Sertelli, II. Abdülhamit Dönemi’nin tüm boyutlarını en ince ayrıntısına kadar alıp, ortaya sürükleyici bir roman çıkarıyor.
İskender Fahrettin Sertelli
Abdülhamit ve Afrodit
Birinci Kısım
“Melahat, kızım! Hâlâ hazırlanmadın mı?”
“Aman baba… Ne kadar acele ediyorsun! Ne yapacağımı şaşırıyorum.”
“Yavrum, ben acele etmiyorum, fakat saraydan gelen haremağası arabada sabırsızlanıyor.”
“İşte, geliyorum. Beş dakika daha sabretsin.”
Bu konuşma, mabeyin kâtiplerinden Cevdet Bey ile kızı Melahat Hanım arasında geçiyordu.
Melahat’i bir gün evvelki cuma selamlığında Sultan Hamit görüp beğenmiş ve Cevdet Bey’i yanına çağırarak, “Ne sevimli kızın var!” diye iltifat etmişti.
Cevdet Bey, Padişah’ın en sadık kölelerinden biriydi. Hünkâr’ın gözüne girebilmek için hiçbir fedakârlığı yapmaktan çekinmezdi.
O sabah yatağından henüz kalkmıştı. Beşiktaş’taki evinin kapısı önünde bir saray arabasının durduğunu görünce hizmetçilerden önce kapıya koşmuştu.
Arabadan, Padişah’ın yardımcılarından Cafer Ağa inmiş, Cevdet Bey’le selamlaştıktan sonra ona Abdülhamit’in iradesini şu şekilde bildirmişti:
“Beyim! Efendimiz dün selamlık töreninde çok hoşuna giden kızınız hanımefendiyi biraz görmek istiyorlar. Kendilerini alıp götürmeye geldim.”
Cevdet Bey, Padişah’ın bu iltifatından fevkalade memnun olarak derhal yukarıya fırlamış ve uykudaki kızını yatağından kaldırmıştı.
Melahat, Cevdet Bey’in öz kızı olmamakla beraber ona karşı büyük bir saygı duyuyordu.
Padişahın huzuruna çıkmak… Bu, istibdat devrinde bir saadet, gelecek ve servet meselesi demekti. Genç kız, Hünkâr’ı görmek arzusuyla derhal süslenmeye başlamıştı.
Cevdet Bey tekrar seslendi.
“Melahat, hazır mısın?”
Genç kız, kendisine pek yakışan ince peçesini düzeltip odasından çıktı.
“Hazırım baba.”
Cevdet Bey, öz kızı gibi büyüttüğü ve sevdiği Melahat’i odasının önünde bekliyordu. İkisi birlikte aşağıya indiler ve sokak kapısında, hiddetinden gözleri dışarı fırlamış Cafer Ağa ile karşılaştılar.
Haremağası geç kaldığından şikâyet ederek, “Çok korkuyorum,” dedi. “Efendimiz çabuk gelmemizi irade buyurmuştu.”
Melahat arabaya biniyordu.
Cevdet Bey birden kızının yanına sokuldu ve kulağına şu kelimeleri söyledi:
“Yavrum, sakın boş bulunup da Efendimize eski ismini söyleme! Yoksa mahvolduğun gündür.”
Araba, Beşiktaş Caddesi’nden hızla ilerlemeye başladı.
ABDÜLHAMİT İLE BAŞ BAŞA!
Melahat ufak bir koltuğa oturmuştu.
Padişah’sa karyolanın kenarında ayakta duruyordu. Burası, Sultan Hamit’in Yıldız Sarayı’ndaki yatak odasıydı.
Melahat, Padişah’ın sorularına şaşırmadan cevap veriyordu.
“Kaç yaşındasın yavrum?”
“On sekizime yeni bastım, Efendimiz!”
“Seni şimdiye kadar babanın yanında hiç görmemiştim.”
“Yatılı mektepteydim de.”
“Hangi mektepte?”
“Fransız mektebi.”
“O halde güzel Fransızca bilmelisin!”
“Oldukça bilirim, Efendimiz.”
“Mektebi bitirdin mi?”
“Evet Efendimiz, yeni bitirdim de babamın yanına geldim.”
“O koltukta rahatsız oldun zannederim.”
“Hayır Efendimiz, çok rahatım!”
“Hele, hele… Şöyle yamacıma gel bakayım!”
Sultan Hamit bu esnada karyolanın ayakucunda duran bir sedire oturmuştu. Melahat, Padişah’ın arzusu üzerine ufak koltuktan kalkarak onun yanına gitti.
“Otur bakayım, otur! Korkma!”
“Sizi rahatsız ederim diye korkuyorum, Efendimiz!
“Beni mi? İnsan hiç meleklerle yan yana ve baş başa oturur da rahatsız olur mu? Hele şu çarşafını çıkar bakayım. Görüyorsun ki hava çok sıcak. Seni böyle kapalı gördükçe, senden çok ben terliyorum. Haydi bakayım, sıkılma!”
Melahat, ilk defa huzurunda bulunduğu Padişah’tan utanmıştı. Ayağa kalktı, çarşafının pelerinini çıkardı ve başını çözerek masumane bir tavırla önüne baktı.
Padişah bıyık altından güldü.
“Sen hiç de Fransız mektebinde okumuş bir kıza benzemiyorsun. Ecnebi mekteplerinde okuyan kızlar biraz serbest olurlar. Otur bakayım yanıma.”
Melahat tekrar Padişah’ın yanına oturdu.
Abdülhamit genç kızları çok severdi. Kadınlarda en sevdiği ve aradığı şeylerden biri de uzun saçtı. Saraydaki Çerkez kızlarından birçoğunu da saçları uzun olduğu için beğenirdi. Bu yüzden, Melahat’in saçlarını kendi eliyle çözdü ve büyük bir ipek demeti halinde genç kızın belinden aşağıya dökülen bu uzun, kumral saçları okşamaya başladı.
“Sen ne kadar sevimli bir kızmışsın, Melahat! Baban şimdiye kadar nasıl oldu da seni bana tanıtmadı?”
Abdülhamit, genç kızı yanağından öptü ve sağ kolunu onun boynuna dolayarak, “Mademki mektepten yeni çıkmış, eğitimini yeni bitirmişsin, dışarıdaki gürültülü hayattan bir müddet uzaklaşarak dinlenmeyi şüphesiz arzu edersin! Seni artık buradan bırakmam,” dedi.
BİRKAÇ GÜN SONRA…
Melahat, saraydan eve dönmedi.
Cevdet Bey bu neticeden çok memnundu. Kendisi de Padişah tarafından gerek maddi, gerek manevi ödüllendirilmişti. Ayrıca her gün sarayda kızı ile buluşup konuşabiliyordu.
Melahat, saraya girdiğinin dördüncü gününde babasına hayatından çok memnun olduğunu söylemiş, sonra da şu sözleri ilave etmişti:
“Baba, burası çok esrarengiz bir yer! Padişah’ın gözdelerinden birkaç tanesi var, benim için düşündükleri melanetleri kendi kafamın içinde imiş gibi hissediyorum! Hünkâr’ın beni çok sevdiğini gören bu kıskanç gözdelerin bir gün bana bir fenalık yapmalarından korkuyorum.”
“Sana kimse bir şey yapamaz yavrum! Saray hayatının ne demek olduğunu yavaş yavaş anladıkça sen de dedikodulara alışır ve kulak vermez olursun. Sen yalnız Efendimizin ilgisini kaybedip de gözden düşmemeye çalış.”
“Bugün Efendimiz bana, Seninle bu akşam yemeğini gül bahçesindeki kameriyenin altında yiyeceğiz. Güneş batarken seni orada bulayım, dedi.”
“Çok güzel, yavrum! Böyle bir iltifata mazhar olmak senin için ne büyük bir saadettir! Hiç korkma, arkanda ben varım. Seni her zaman takip eder ve her türlü fenalıklardan korumaya çalışırım.”
“Bana şu gül bahçesindeki kameriyeyi gösterir misiniz?”
“Hakkın var, orasını sen kendi kendine katiyen bulamazsın. Benimle gel, büyük havuzun sol tarafındaki çamların arasından geçip gül bahçesine gidelim. Bizi kimse görmesin. Akşamüstü oraya giderken de şimdi göstereceğim yolu takip edersin, kimse şüphelenmez.”
Melahat, Cevdet Bey’in elini sıkarak, “Babacığım,” dedi, “Hünkâr’la benim kameriye altında yemek yediğimizi görürlerse ne olur?”
“Hiç, ne olacak! Seni kıskanır ve sinirlendirmek için bir sürü lüzumsuz dedikodu çıkarırlar.”
“Bu dedikodular Hünkâr ’ın kulağına da gitmez mi?”
“O böyle şeylere metelik vermez; bilakis hoşuna gider.”
“Bu da hoşa gidecek bir şey mi, baba?”
“Yavrum, senin saray entrikalarına aklın ermez! Efendimiz sarayda hiç kimsenin sıkı fıkı görüşmesinden, yekdiğeriyle samimi olmasından memnun olmaz. Bu sebeple maiyetinde hizmetçi kadın erkek herkesin diğerlerine karşı hıncı ve düşmanlığı vardır. Herkes birbirinin izini takip etmekle görevli gibidir. Bu ruh hali, saraydaki iç düzeni ve asayişi sağlayan tek kuraldır! Bu yüzden, yavrum, sen de burada bulunduğun müddetçe böyle hareket edeceksin! Sana samimi görünenlerin fikir ve sevgilerine asla inanmayacaksın! Düşüncelerini hiç kimseye söylememeye çalışacaksın. Hatta Hünkâr ’a bile şunun bunun hakkında, ne lehte ne aleyhte lüzumsuz sözler söylememeye dikkat edeceksin! Çünkü Efendimizin en fazla sevdikleri, en çok şüphe ettiği kimselerdir!”
Melahat bu sözleri merakla dinliyordu.
Bu esnada, bulundukları odanın kapısı önünde ayak sesine benzeyen bir çıtırtı oldu. Cevdet Bey şüphelenerek hemen kapıyı açtı, uzun ve tenha koridorda ayağının ucuyla kuş gibi sekerek yürüyen bir kadın gördü ve tanıdı.
“Nazikter… Efendimizin en çok sevdiği kızlardan biri.”
Melahat masanın önüne oturdu. Benzi sapsarı olmuştu.
“Baba,” dedi, “işte ben en ziyade bu kızdan korkuyorum!”
GÜL BAHÇESİNDE PADİŞAH’LA YEMEK
Melahat, guruptan az evvel, babasının gösterdiği gizli yoldan, kimselere görünmeden gül bahçesindeki kameriyeye gitmişti.
Genç kızın kalbi hızla çarpıyordu. O, sarayda bulunduğu şu birkaç gün içinde Abdülhamit’in ne kadar baskıcı ve vesveseli bir hükümdar olduğunu anlamıştı.
Gül bahçesindeki kameriyenin altında otururken kendisinin çok talihli bir kız olduğunu düşünerek seviniyordu.
Öyle ya, Yıldız Sarayı’nda yüzlerce saraylı kadın vardı. Ayrıca güzelliğiyle bilinen gözdeler de Hünkâr’ın etrafında pervane gibi dolaşıp kendilerini beğendirmeye ve efendilerinin ilgisini kazanmak için saray içinde yekdiğeri aleyhinde bin türlü fırıldaklar çevirmeye çalışıyorlardı.
Bu nihayetsiz dedikodular ve entrikalar içinde Padişah’ın yalnız Melahat ile meşgul olması, elbette genç kızın gururunu okşayacak bir hadiseydi.
Melahat, güller arasında tatlı hülyalar ve düşüncelerle gurubu seyrederken, birdenbire ensesinde bir erkek elinin dolaştığını hissederek korktu.
Başını arkaya çevirdiği zaman Padişah’ı gördü ve yerinden fırlayarak ona olan sevgisini belli etmek istedi.
Abdülhamit, genç kızın oturduğu yerden kalkmasına engel oldu.
“Hiç kımıldama, yavrum!” dedi. “Seninle beraber, güneşin denizde nasıl yıkandığını görelim.”
Melahat, Padişah’ın mizaç ve tabiatını yeni öğreniyordu. Fazla bir şey söyleyemedi. Abdülhamit, gün doğumundan ziyade gurubu izlemekten hoşlanır ve ekseriya güneş batmadan evvel bu kameriyenin altına gelerek yarım saat kadar otururdu.
Başını Melahat’in omzuna dayadı.
“Bak,” dedi, “güneş denize dalarken çevresinde ne kadar cazip ve şairane manzaralar oluşuyor. Söyle bakayım, sen de benim gibi gurubu sever misin?”
“Evet, cariyeniz de gurubu çok sever.”
“Şimdi daha ziyade gözüme girdin, Melahat! Ben sevdiğim kadının zevk ve hislerinin kendi zevk ve hislerime uygun olmasını çok arzu ederim. Kaç gündür hep seni gözlemliyorum. Daima benim hoşlandığım şeylerden zevk alıyorsun; hatta benim sevdiğim yemekleri senin de çok sevdiğini görüyorum. Bundan dolayı çok memnunum. Eğer gurubu sevmeyip de gün doğumundan hoşlanmış olsaydın derhal gözümden düşecektin! Ben hiçbir zaman yeni doğan, yeni vücut bulan şeylerden hoşlanmam. İsterim ki her şey benim gözümün önünde gurup etsin! Gözlerimin önünde sönen ve eriyen şeyleri izlemek biraz hazin de olsa, doğan ve yükselen maddeleri izlemek kadar tehlikeli değildir.”
Abdülhamit bu esnada, Melahat’in yanına oturmuştu. Hemen elinin altındaki sarı kayısı güllerinden bir tane kopardı ve genç kızın göğsüne taktı.
“Bu gül, pembe göğsün üstünde ne güzel ve ne muhteşem bir manzara arz ediyor. Şu sevimli çiçek, senin zarif ve pembe göğsünde bir saat kalabilmek için bütün hayatının sönmesinden şikâyet etmeyecektir. İnsan bile bazen bir saatlik saadet için bütün ömrünü feda edebilir, öyle değil mi?”
Melahat gözlerinin içiyle güldü, bir cevap vermedi. Genç kız, Padişah’ın bu sözlerinden fevkalade duygulanmıştı.
Abdülhamit bu işvebaz kızın tavırlarından çok hoşlanıyordu.
Ortalık biraz daha karardı. İnsanın beynini afyon içmişçesine uyuşturan keskin gül kokuları içinde mest olan Melahat, Padişah’ın kucağına yattı.
Muhteris Hükümdar, başı göğsünün üstüne düşen bu dilberi kuvvetli kollarıyla sıktı ve pembe vücudunu vahşi dişleriyle gül yaprakları koparır gibi öpmeye ve didiklemeye başladı.
“Kız, sen ne güzelsin! Kız, sen ne sevimli bir meleksin!”
Ve sonra, titreyen kollarının kuvveti kesildi. Çarpan dişlerini gıcırdatarak birdenbire semaya doğru haykırdı:
“Allahım! Sen bu melekleri, erkek kullarını çıldırtmak için mi yarattın?”
Bir ayak sesi sessizliği yok etti. Gül fidanlarının arasından siyah bir baş göründü.
“Yemek hazırdır Efendimiz, ferman buyurulursa buraya getireyim.”
“Cafer… Sen misin?”
“Kölenizim, Sultanım!”
Abdülhamit, sevgilisine sordu:
“Burada yemek yemek çok hoş olacak, değil mi?”
“Cariyeniz, arzuyu şahanelerine tabidir.”
Padişah yorgun bir sesle Haremağası’na cevap verdi:
“Kimse görmeden yemek tablasını buraya getir. Eski şarabı da unutma!”
FEHİM PAŞA, MELAHAT’İ GÖRÜNCE
Ertesi sabah, Melahat babasının Yıldız’daki yazı odasında otururken kapı açıldı ve içeriye kısa boylu, tıknaz, esmer bir adam girdi.
Cevdet Bey derhal yerinden kalkıp, “Vay, Paşam! Siz buralara gelir misiniz?” diyerek onu karşıladı ve yer gösterdi.
Bu adam Abdülhamit’in en sadık hafiyelerinden Fehim Paşa’ydı.
Abdülhamit o günlerde Fehim Paşa’ya mühim bir iş vermişti. Beyoğlu’nda birkaç Türk gencinin bazı mahallere Padişah aleyhinde beyannameler yapıştırması üzerine, meselenin gayet gizli bir surette takip edilmesi ve araştırılması görevi Fehim Paşa’ya havale edilmişti.
Beyanname meselesinden Cevdet Bey’in de haberi vardı. Padişah bu husustaki endişesinden ona da bahsetmişti.
Cevdet Bey, Fehim Paşa’ya sordu:
“Hayırlı bir netice elde edebildiniz mi?”
“Mümkün değil.”
“Efendimiz bu işi çok merak ediyorlar.”
“Size fazla açıklama yaptı mı?”
“Her şeyden haberim var. Hatta bu sabah da sarayın kapılarından birinde aynı beyannamelerden bulmuşlar.”
Fehim Paşa gözlerini açarak haykırdı:
“Vay alçaklar! Buraya kadar el uzatmaya cesaret ha!”
“Evet Paşam… Biz de hayretler içinde kaldık.”
“Mesele, Zat-ı Şahane’ye bildirildi mi?”
“Hayır.”
“Ne duruyorsunuz?”
“İzzet Paşa’yı bekliyoruz.”
“Niçin? Vakit geçirmek caiz değil.”
“Efendim, İzzet Paşa’nın hanesine de aynı beyannamelerden yapıştırmışlar. Telgrafla az evvel haber verdi ve biz de kendisine buradaki olayı söyledik. Kendisi gelinceye kadar Hünkâr ’a hiçbir şey bildirilmemesini emir buyurdular. Zaten meseleyi Zat-ı Şahane’ye arz etmeye kimsenin cesareti yok ki.”
“Siz çok tabansızsınız doğrusu. Benim dairemde böyle bir hadise olsa derhal arz ederdim.”
“Sizin dairenizde de oldu ve derhal Padişah’a arz ettiniz. Fakat hâlâ olumlu bir sonuç elde edemediniz!”
Fehim Paşa, Cevdet Bey’in kulağına eğildi.
“Azizim,” dedi, “saray geleneğini ve özellikle Zat-ı Şahane’nin tabiatını bilmiyor gibi davranıyorsunuz! Bu gibi işleri daima uzatmak ve Efendimizin gözünde büyütmek lazım, öyle değil mi?”
Cevdet Bey uzun, siyah dişlerini göstererek sırıttı.
“Hakkınız var, Paşam! Allah zekânızı artırsın.” Fehim Paşa ciddi bir tavırla sigarasını yaktı.
“Ben Beyoğlu mutasarrıfı bulundukça, Efendimiz aleyhinde en ufak bir hareketin bile baş göstermesine ve büyümesine imkân yoktur. Ancak mevkimizi güçlendirmek için bu gibi meseleleri daima Zat-ı Şahane’nin gözünde büyütmeye ve ilgiyi artırmaya çalışmalıyız. Mamafih, size bunlardan bahsetmek küstahlıktır. Siz bu işlerin üstadısınız!”
Bu esnada içeriye bir haremağası girdi ve Fehim Paşa’ya hitaben, “Paşa hazretleri! Efendimizi teşrifinizden haberdar ettim. Sizi bekliyorlar,” dedi.
Fehim Paşa sigarasını söndürdü ve odanın köşesinde resimli mecmuaları karıştırmakla meşgul olan Melahat’e seslendi:
“Allahaısmarladık, küçük hanım!”
Melahat yerinden kımıldamadı. Sadece başını çevirdi.
“Güle güle efendim.”
Fehim Paşa ince, kıvrık bıyıklarını bükerek, “Cevdet Bey,” dedi, “ben huzura gidiyorum, dönüşte tekrar uğrarım.”
Fehim Paşa odadan çıkar çıkmaz, Melahat, Cevdet Bey’ in yanına koştu ve sordu:
“Baba? Siz de bu fikirde misiniz?”
“Bir daha bu gibi sözlerle ilgilendiğini görmek istemem. Burada konuşulan şeyleri işitmemiş gibi yapacaksın, anladın mı?”
Melahat, önemli şeyler söylemek isteyip de söylemeye cesaret edemeyen kimseler gibi dudaklarını ısırarak, bir müddet ağzını açmadan hızlı hızlı soludu. Sonra, “Peki, baba!” dedi, “merak etmeyiniz! Kimseye bir şey söylemem.”
Cevdet Bey başını önüne eğmiş, Padişah’a hitaben yeni bir jurnal yazmaya başlamıştı.
Genç kız onun yanından ayrıldı ve doğruca odasına gitti.
BİRİNCİ TUZAK: FEHİM PAŞA’NIN TALİMATI
“Aman Nazikter, şu pencereyi aç! Huzurda çok bunaldım, biraz hava alayım.”
“Ne var? Dünden beri Hünkâr ’ın şiddetinden yanına varılmıyor gene.”
“Offf! Üzerime fenalık geldi. Şimdi düşüp bayılacağım. Çabuk bana bir bardak soğuk su ver!”
Fehim Paşa, Abdülhamit’in huzurundan çıkınca doğruca Nazikter’in odasına gitmişti.
Padişah, beyanname meselesine çok önem vermiş ve Fehim Paşa’yı fazla sıkıştırmıştı.
Nazikter’in hiçbir şeyden haberi yoktu. Fehim Paşa’nın çok gizli olarak münasebette bulunduğu bu güzel Çerkez kızının, Padişah’a sadakati olduğu kadar Fehim Paşa’ya da sevgisi vardı.
Nazikter’i Adapazarı’ndan getirip saraya sokan Fehim Paşa’ydı. Fakat Nazikter üç dört sene zarfında o kadar güzelleşmiş, o derece şakrak ve cazibeli bir kız olmuştu ki, Padişah’a en yakın ve en ünlü gözdelerden biri haline gelmişti.
Nazikter, son zamanlarda elde ettiği bu yüksek mevkinin şerefini korumaya çalışmakla beraber, eski efendisi olan Fehim Paşa’yı da unutmuyor ve onun gizli ziyaretlerini hoş görüyordu.
Fehim Paşa biraz dinlenmiş ve asabiyeti geçmişti. Nazikter’i yanına oturttu ve çenesini okşayarak, “Nazikter,” dedi, “sana bir şey söyleyeceğim, fakat kızmayacaksın!”
“Peki, söyleyiniz.”
“Aynı zamanda senin yardımını da isteyeceğim. Bunu bana vaat et bakayım!”
“Olmayacak bir şeyse, nasıl vaat edeyim?”
“Hayır, çok kolay bir şey, fakat senin elinde.”
“O halde söz veriyorum, söyleyiniz!”
Fehim Paşa, Çerkez güzelinin elini sıkarak yalvarmaya başladı:
“Sen benim ilk göz ağrımsın, Nazikter! Seni katiyen unutmayacağım. Fakat sen benden ziyade Hünkâr ’ınsın. Efendimize hıyanet etmek, onun sevdiği bir kıza el uzatmak istemem. Bunun için senden bir ricam var. Muhakkak yapacaksın, değil mi?”
“Beni merakta bırakmayınız, sizin için elimden gelen şeyi ardıma koyar mıyım? Çabuk söyleyin!”
“A canım, önemli bir şey değil, vallahi senin elinde… Hani şu Cevdet Bey yok mu?”
“Evet?”
“İşte, onun kızını…”
“Melahat’i mi?”
“Evet. Bu sabah babasının odasında gördüm. Elbet sen de görmüşsündür. Aman ne şeker şey, Nazikterciğim! Aman ne kaymak şey!”
“Çok mu hoşunuza gitti?”
“Vallahi bayıldım o kıza ben.”
Nazikter, gayet şeytan ve akıllı bir kızdı. Fehim Paşa’nın, Melahat’in dört beş günden beri saraya yerleştiğinden haberi olmadığını anlamıştı.
Melahat, Yıldız’a geldiği günden beri bütün gözdeler tarafından kıskanılan bir kız olmuştu. Fakat onu en çok Nazikter kıskanıyordu. Beş günden beri Padişah tarafından bir defa bile aranmamıştı.
Sabah kahvaltısını bizzat götürdüğü halde Hünkâr onun yüzüne bile bakmamış ve o sıra huzurunda el pençe divan duran Cafer Ağa’ya, “Çabuk bana Melahat’i çağır!” diye emretmişti.
Nazikter, kahvaltı tepsisini masanın üstüne bırakıp huzurdan çıktığı zaman hiddetinden titremeye başlamış ve odasına güçlükle yetişerek baygın bir halde yatağa düşmüştü. Melahat’i bu derecede kıskanıyordu.
Fehim Paşa’nın sözlerinden istifade etmeyi düşünen Nazikter, derhal kafasının içinde bir plan çizmişti.
“Paşam, sen üzülme!” dedi, “Ben onunla birkaç gün içinde sıkı fıkı görüşür, samimi olurum.”
“Sonra?”
“Sonrası malum, a canım! Bir gün onu da sizi de aynı saatte odama davet ederim. Birbirinizle tanışırsınız!”
“Bu yeterli bir plan değil.”
“Niçin? Daha ne istiyorsunuz?”
“O kadar tanışıklığımız var.”
“Nereden?”
“Söyledim ya, sabahleyin babası tanıştırdı. Fakat o çok yezit ve fettan bir şey. Başını kaldırıp da yüzüme bile bakmadı. Fena halde sinirlendim.”
“Peki, ne yapmalı?”
“Bu soruya lüzum var mı? Onunla dostluğu ilerletir ve bir sırasını getirerek benim kendisini çok beğendiğimden bahsedersin, anladın mı?”
ABDÜLHAMİT’İN İKİNCİ BAŞKÂTİBİ
ARAP İZZET PAŞA’NIN AÇIKLAMASI
“Bu gece gene korkulu bir rüya gördüm, İzzet! Galiba fena haberler var.”
“Zat-ı Şahanelerini endişeye düşürecek derecede önemli hiçbir şey yoktur, Padişahım!”
“Fehim’in takip ettiği meseleden de henüz olumlu bir sonuç elde edilemedi. Bu işin altından bir çapanoğlu çıkmasın?”
“Efendimize doğrusunu söylemek lazım gelirse, diyeceğim ki, bu işte içeriden bir parmak var.”
“Nereden keşfettin?”
“Bu sabah da bir fakirhane kapısında aynı beyannameden bulduk.”
Padişah kaşlarını çatarak düşünmeye başladı.
“Şuraya buraya yapıştırılan bu tehdit niteliğindeki beyannameler açıkça gösteriyor ki İstanbul’da aleyhimizde çalışan kuvvetli bir teşkilat vardır.”
“Bendeniz de aynı kanaatteyim.”
“Hainleri acilen yakalayıp kafalarını ezmeliyiz, anlıyor musun?”
İzzet Paşa bir müddet yere baktı ve sustu. Padişah odanın içinde geziniyordu.
“Sana soruyorum, İzzet! Bu cüretkârların kimliği derhal meydana çıkarılmalıdır. Bu irademi Dahiliye Nazırı’na da hemen bildir. Bütün işlerini bıraksın ve bu önemli meseleyle meşgul olsun.”
“Başüstüne, Sultanım! Yüksek emirlerinizi şimdi bizzat bildiririm.”
“Lafı ayağa düşürmeyiniz. Mesele gayet gizli tutulsun. Ha, az kaldı unutuyordum… Sen demin içeriden bir parmaktan bahsettin, ne demek istiyordun?”
“Efendimiz, sarayda Zat-ı Şahanelerine ihanet etme düşüncesinde bulunan bir düşman elinin varlığından eminim.”
“Hele, hele… Söyle! Senin bir bildiğin var!”
“Sadece bir şüphe, Sultanım!” Padişah sağ elinin iki parmağını uzatarak hiddetle bağırdı:
“Şimdi gözlerini oyarım! Şu dilinin altındaki baklayı çıkar bakayım!”
İzzet Paşa, Abdülhamit’in evhamını arttıran anlamlı bir tavırla, “Dışarıdaki dedikodulara inanmak lazım gelirse, hepimizin hayatı tehlikededir. İstanbul’da Zat-ı Şahaneleri aleyhinde gizli bir komite kurulmuş. Bu mesele etrafında yapılan araştırmalara göre, bu komite günden güne üyelerini de faaliyetlerini de artırıyormuş,” dedi.
“Zaptiye ve Dahiliye Nazırlarıyla polis idaresi uyuyorlar mı?”
“Geceli gündüzlü çalışıyorlar, fakat…”
“Fakat bir halt edemiyorlar, değil mi?”
“Şu resme bakılırsa, teşkilatın çok gizli tutulduğu ortaya çıkıyor!”
Padişah elini masaya vurarak tekrar bağırdı:
“Ne yapacaklarmış, bana onu söyle!”
“Sarayda bir kadın elde etmeye çalışıyorlarmış.”
“Bu kadınla ne iş görecekler?”
“Efendimizin yatak odalarına bir bomba koyacaklarmış.”
Padişah, bomba kelimesini duyar duymaz, bir çekirge gibi yerinden fırladı.
“Sus, sus!” diyerek İzzet Paşa’yı göğsünden yakaladı. “Alçaklar! Hepiniz uyuyorsunuz! Bana bomba atmaya cüret edecek bu nankör kadının derhal kafasını koparmalıyım! Anlıyor musun? Şimdi, şimdi! Haydi, koş! Kimseye haber vermeden işe başla!”
Abdülhamit’in gözleri hiddetinden dışarıya fırlamış gibiydi. Asabiyetinden elleri titriyordu. İzzet Paşa, Abdülhamit’i sakinleştirmeye çalışarak, “Müsterih olunuz Sultanım!” dedi. “Bunu yapmak kolay bir iş değildir. Sizin maiyetinizde Efendimize hıyanet edecek bir fert düşünülemez.”
“Herif, demin bana sarayda böyle bir parmağın varlığından emin olduğundan bahseden sen değil miydin?”
“Bendeniz, Efendimize dışarıdaki söylentileri aktardım. Tedbirli bulunmak şüphesiz hayırlıdır.”
“Eyvah! Demek ki dışarıdaki kanaat, benim böyle bir tehlikeye maruz kaldığım merkezinde, öyle mi?”
Padişah, İzzet Paşa’nın üzerine yürüdü.
“Haydi, çekil karşımdan. Bu iş hakkında iyi bir haber getirinceye kadar gözüme görünme!”
CEVDET BEY’İN JURNALİ
Abdülhamit, elinde tuttuğu uzun bir jurnalin şu satırlarını tekrar okumaya başladı:
Ve nihayet bir gün, Efendimize suikast cüretini göstermesi pek muhtemel olan bu gizli teşkilatı bir an evvel meydana çıkarmak ve kurucularını ortadan kaldırmak…
Kâğıdı avucunun içinde sıktı.
“Cevdet çok doğru söylüyor. Bu hainleri bir an evvel bulup kafalarını ezmeli,” diye kendi kendine söylendi.
Padişah’ın Cevdet Bey’e fevkalade güveni vardı. Abdülhamit, İzzet ve Fehim Paşaların sadakatinden emin olmakla beraber, onların her şeyi abarttıklarından emindi. Fakat kalemi çok kuvvetli olan Cevdet Bey’in şimdiye kadar verdiği jurnaller hiç de boş ve mânâsız şeyler değildi. Cevdet Bey ne yazarsa, Padişah onun doğruluğuna inanır ve derhal o işin icabına bakardı. Saray dışındaki inzibat ve asayişin devlet adamları ve memurları tarafından temin edileceğinden şüphesi yoktu. Abdülhamit’in en büyük düşünce ve endişesi, saray içinde kendi şahsını ilgilendiren dedikodulardı.
Özellikle İzzet Paşa’nın ihbarı onu büsbütün çileden çıkarmıştı.
Hakikaten günün birinde yatak odasına bir bomba koyacak olsalar, Padişah’ın hali ne olurdu? Abdülhamit yalnız bunu, kendi hayatını düşünüyor ve gözüne uyku girmiyordu.
Bir haremağası ile Cevdet Bey’i çağırttı. Cevdet Bey, Padişah’ın bütün sırlarını bilirdi. Abdülhamit ancak onunla fikir alışverişi yaptığı zaman teselli olur ve birkaç saat rahat uyku uyuyabilirdi.
Huzura girdiği zaman Cevdet Bey evvela Padişah’a bakar, yüzündeki hatların mânâsına göre konuşmaya girişirdi. Bu defa Padişah asabi adımlarla odanın içinde geziniyordu. Cevdet Bey gözünün ucuyla Hünkâr’ı incelemek fırsatını bulmuştu.
Abdülhamit, Cevdet Bey’e meselenin vahameti hakkında birçok söz söyledikten sonra, bu sadık ve kurnaz kölesine hitaben, “Cevdet! Bana karşı göstermiş olduğun sadakat ve fedakârlığa memnun oldum. Yazdıklarının hepsi doğru, güzel… Meselenin şiddetle takibini emrettim. Beyanname neşrederek halkı kışkırtmaya cesaret edenlerin herhalde cezaları verilecektir. Fakat sarayda bu tehlikenin önüne nasıl geçmeli? Cevdet! Hele bir defa da bu işi sen düşün bakalım!” dedi.
Cevdet Bey, Padişah’ın gözünde büyüttüğü bu meselenin halledilmesinin mümkün olduğunu ima ederek cevap verdi:
“Efendimiz, merak buyurmayınız! Sarayda Zat-ı Şahaneleri uğrunda ölmeyi şeref bilenler az değildir. Her türlü olasılığı düşünerek muhtelif cephelerde önlem almak doğru olur kanaatindeyim.”
“Ne yapmak lazımsa söyle, Cevdet!”
“Efendimiz, İzzet Paşa’ya sarayın gözü kulağı olmasını ferman buyurmuşsunuz! O da bütün kızları Başmabeyinci kulunuzla sıkıştırıp duruyor. Halbuki bu işi ayağa düşürmeden takip etmek daha uygun değil midir, Sultanım?”
“Hiç kimsenin fikir ve kararları, akıl ve mantığıma seninkiler kadar uygun gelmiyor. Sen olayı uzaktan gören ve bütünüyle değerlendiren gayet akıllı bir adamsın, Cevdet! Gidince İzzet’e söyle, ortalığı karıştırmasın. Kimden şüpheleniyorsa bana haber versin. Sana gelince; bu hususta ne tedbir düşünüyorsan açıkça söyle bakayım!”
Cevdet Bey, Padişah’ın ona duyduğu güven ve sevgiden cesaret aldı.
“Ferman buyurulursa, saraylılar arasında bu işi araştırması için Melahat’e talimat verelim.”
Bu teklif Hünkâr’ın hoşuna gitmişti.
“Melahat’i çağırınız, gelsin!” dedi.
ABDÜLHAMİT’TEN MELAHAT’E TALİMAT
“Seni bir iki günden beri göremiyordum. Nasılsın bakayım?”
“Ömrü şahanenize dua ediyorum, Efendimiz!”
“Seninle biraz gizli olarak görüşmek istiyorum. Babanın meşgul olduğu bazı önemli meseleler var, fakat bunlar hakkında ağzından bir kelime bile kaçırmayacaksın!”
Cevdet Bey söze karışmak fırsatını bularak, “Hiç merak buyurmayınız, Efendimiz! Melahat gayet ketumdur,” dedi.
Abdülhamit, Cevdet Bey’e hitap etti:
“Sen bizi yalnız bırak, Cevdet! Ben Melahat’e talimat vereceğim.”
Cevdet Bey huzuru hümayundan memnuniyetle çıkıp doğruca dairesine gitti.
Padişah, Melahat’i görünce gevşemiş, hiddeti geçmişti.
Abdülhamit’in çok garip ve değişken bir ruhu vardı. Bir günü diğer gününe, bir saati diğer saatine uymazdı. En ziyade güvendiği bir adamla görüşürken veya en çok ilgi gösterdiği bir kızı sever ve okşarken, ilgi ve sevgisi o saate, o dakikaya has kalırdı.
Abdülhamit’in kalbi esrarengiz bir kutuya benzerdi. Onun içinde muhabbet, kin ve ihtiras vardı. Fakat tüm bunların üstünde bir şey daha vardı: korku!
O her zaman ve her şeyden korktuğu için kimseye tam anlamıyla güvenemez ve kimseyi candan sevemezdi.
Melahat saraya yeni girdiği için saray entrikalarını henüz öğrenememişti. Padişah bu düşünceyle Melahat’e daha fazla iltifat ediyor ve onun zekâsından faydalanmak imkânını arıyordu.
“Melahat!” dedi. “Kaç günden beri sarayda dikkat çekici hiçbir şey işitmedin mi?”
“Hayır, bir şey işitmedim.”
“Saraylılarla konuşmuyor musun?”
“Konuşuyorum, Efendimiz! Fakat onlar bana karşılar.”
“Sana karşılar mı?”
“Çok soğuk duruyorlar. İmkân bulsalar gözlerimi oyacaklar âdeta.”
Padişah, Melahat’in hal ve tavrından o kadar hoşlanıyordu ki, en ufak bir sebepten dolayı rahatsız olmasını istemiyordu. Melahat’i dizinin yanına oturtarak bir çocuk gibi okşamaya başlamıştı.
“Senin o güzel gözlerine yan bakanın canını derhal cehenneme gönderirim. Yavrum, söyle bana, seni cidden rahatsız edenler var mı?”
“Kadınlar arasında bazı kıskançlıklar olur, Efendimiz.”
“Yalnız kıskançlık mı?”
“Evet.”
“Onun önemi yok. Başka bir şey varsa söyle. Korkma!”
“Hayır, bir şey yok, dünya cennetinde yaşayan mesut ve bahtiyar bir cariyenizim!”
Abdülhamit, kolunu genç kızın boynuna doladı.
“Benimle konuşurken daima önüne bakıyorsun. Bunu sana tembih mi ettiler, yoksa hakikaten utanıyor musun?”
Melahat utanarak güldü.
Padişah, genç kızı kollarının arasında sıkıştırıp öperken, aynı zamanda da onun zekâsından ve yeniliğinden faydalanmanın şekillerini düşünüyordu. Melahat’e bu işleri kısmen anlatacak olursa, acaba Melahat bu sırrı gizli tutabilecek miydi? Herhalde Melahat’in tahsil ve zekâsı, bu gibi işleri başarabilmesi için yeterliydi.
Padişah konuyu açtı.
“Melahat!” dedi. “Sarayımda bana fenalık yapmayı düşünen bazı kadınlar varmış. Bunları gizlice öğrenip bana haber verebilir misin?”
Padişah’ın teklifinden cesaret alan Melahat, sarayda duydukları hakkında Hünkâr’ı aydınlatmak istemişti. Genç kız düşünüyordu.
Padişah tekrar etti.
“Yavrum, bana fenalık yapmak isteyen kimseler hakkında duyduğun bir şey varsa, bana söylemekte tereddüt etme. Seni ödüllendiririm.”
“Duyduğum bir şey yok. Fakat mademki bu hususta meşgul olmamı emrediyorsunuz, herhalde Efendimize bir iki güne kadar önemli haberler vereceğimi zannediyorum.”
Padişah, Melahat’in bu sözlerinden şüphelendi.
“Sen herhalde bir şeyler biliyorsun, Melahat!”
“Bildiğim bir şeyi Efendimizden gizlemeyi kendim için bir hıyanet addederim.”
“Aferin! İşte şimdi biraz daha gözüme girdin. Seni çok sevdiğimden midir bilmem, her sözün hoşuma gidiyor. Sarayda bana dair ne işitirsen hemen haber vermeli, hatta bir dakika bile gecikmemelisin!”
“Geldiğim günden beri cariyenizi çok kıskanıyorlar. Henüz hiç kimse ile samimi olmadım. Kimin ne düşündüğünü ve ne yaptığını bilmiyorum. Ancak bazı kızların hal tavrını bugünlerde pek şüpheli bulduğum için onları emriniz üzerine takip edeceğim.”
“Çok âlâ. Yalnız şu şüphelerin hakkında bana biraz bilgi ver bakayım!”
“Hemen hemen istisnasız denecek derecede, bütün kadınefendiler ve kızlar geldiğim günden beri cariyenize dehşetli düşman oldular.”
“Bu bir kıskançlıktan ibarettir. Sen bunlara kulak asma ve hemen bana işittiklerini haber ver. Yalnız dikkat et ki kimse bir şey hissetmesin, anladın mı?”
Abdülhamit, birden aklına bir şey gelmiş gibi yerinden kalkarak yazı masasının önüne gitti ve masa üzerinde duran demir bir gülleyi Melahat’a gösterdi.
“Sana böyle bir bomba verseler atabilir misin?”
Melahat, Padişah’ın bu soruyu neden sorduğunu anlayamamıştı. Hünkâr’ın gözüne daha fazla girebilmek için olumlu bir cevap verdi.
“Zannederim ki atabilirim!”
Abdülhamit birdenbire gözlerini açarak sordu:
“Senin gibi ince, zarif bir kız böyle bir bombayı nasıl eline alabilir?”
Melahat, Padişah’ın huzurunda onun vesvesesini artıracak büyük bir pot kırdığını anlayarak masumane bir tavırla ilave etti:
“Efendimiz irade buyurursanız hayır, atamam, diye itiraz etmek haddim midir? Sonunda şahsım için bir ölüm tehlikesi de olsa, Efendimizin uğrunda ölmeyi büyük bir şeref addederim.”
“İşte bu cevap da hoşuma gitti. Gittikçe gözüme giriyorsun, Melahat! Gel bakayım, şöyle yanıma otur! Bak yanakların ne kadar kızarmış. Hâlâ o ilk günkü sıkılganlığın üzerinde! Ne oluyorsun? Sana kaç defa söyledim. Serbest ol! Sen cahil bir kız değilsin. Söylediğin şu düzgün sözleri mabeyinci efendiler işitseler, seni belki onlar da kıskanırlardı.”
Padişah, genç kızın pembe yanaklarını okşarken, birdenbire Cafer Ağa telâşla huzura girdi ve yerlere kadar eğilerek Hünkâr’a özürlerini ilettikten sonra, “Kölenizi mazur görünüz, Sultanım,” dedi. “Bugün sarayda yemek yiyenlerden birçokları zehirlendikleri halde bu esrarengiz hadiseyi Efendimizden saklıyorlar!”
Haremağası’nın verdiği bu haber üzerine Padişah o andan itibaren yemek yememeye başladı.
Gerçekten o gün sarayda yemek yiyenlerden birkaçı zehirlenmişti. Fakat mesele ne Haremağası’nın gösterdiği kadar önemli, ne de Padişah’ın kuruntu ettiği kadar tehlikeliydi. Kalaysız bakır bir kazanda üzüm hoşafı pişirmişlerdi. Yapılan muayene neticesinde yemeklerde zehir namına bir şey görülmediği saray hekimleri tarafından tespit edilmişti.
Muayene sırası üzüm hoşafına gelince, kazanın kalaysız olduğu anlaşılmış ve zehirlenenlerin fazla hoşaf içtikleri ortaya çıkmıştı.
Meseleyi, İkinci Kâtip İzzet Paşa ile Başmabeyinci birlik olup Abdülhamit’e arz etmişlerdi. Padişah, hayatını ilgilendiren meselelerde pek titiz ve şiddetli davranırdı. Bu güvencelere de inanmamıştı. Akşamları gözünün önünde kaynamış çayla kuru gevrek ve kutular içinde getirilmiş tereyağı yiyordu artık.
Abdülhamit, ruhunu daimi bir ıstırap içinde bırakan bu tehlikeli vaziyete son vermek istiyordu. Hünkâr’ın, sebeplerini ve faillerini keşfedemediği bu gibi hadiselerde fikrinden ve ilminden yararlandığı bir adamı vardı: Ebülhüda!
Padişah, Şeyh Ebülhüda’nın kerametine inanmıştı. Onun bütün dediklerine inanırdı.
Ebülhüda, evvelce Şam’da devecilik eden cahil bir Arap iken nasıl olduysa İstanbul’a gelerek Padişah’a rastlamış ve gün geçtikçe Abdülhamit’in güven ve ilgisini kazanarak sarayın en nüfuzlu şahsiyetlerinden biri olmuştu.
Padişah, gece alaturka saat iki raddelerinde bu keramet sahibini huzuruna çağırmıştı.
O günlerde saray dahili ve haricinde meydana gelen siyasi ve hususi bütün hadiseleri adamları vasıtasıyla takip ettirip araştıran bu Arap sihirbazı, Padişah’a karşı daima hazırlıklı bulunurdu.
Huzura girdiği zaman, Hünkâr’a bağlılığını bildirir bildirmez uzun ve iri taneli tespihini cebinden çıkarmış ve Padişah’ın kendisine söz söylemesine meydan vermeden, “Allah, Allah…” diyerek gayet garip tavırlarla okuyup üflemeye başlamıştı. Ebülhüda’nın gözleri kapalıydı. O, cinler ve perilerle sohbete başlamıştı.
“Ya huddam! Ya huddam! Ya huddam!” diye üç defa bağırdı. Şeyh Efendi, kendisine hizmet eden cin taifesini davet ediyordu.
Abdülhamit cinlerden çok korkardı. Ebülhüda’ya saygıda kusur edecek olursa, cinlerin kendisini çarpacağını zannederdi.
Yavaşça Ebülhüda’nın koluna girdi ve onu kenarda duran geniş bir koltuğa oturttu. Kendisine bu geç vakitte niçin huzura çağrıldığını anlatmak istemişti. Ebülhüda göz kapaklarını kaldırdı ve korkunç nazarlarını Hünkâr’a dikerek, “Cinler şimdi hepsini bana söyleyecekler. Boşuna yorulmayınız, Sultanım!” dedi.
“Allah, Allah, Allah…” diye otuz üç tespih daha çektikten sonra şu kerameti yumurtladı:
“Cinler şimdi gözümün önüne geldiler. İşte genç bir kız… Mutfakta kimseler yokken kazana gizlice bir şey atıp kaçtı. O ne? Zehir mi? Vay hain! İsmi ne onun? Nazikter mi? Estağfurullah. Estağfurullah. Bu ne müthiş manzara! Ya huddam, sorunuz o kötü kıza, İslam halifesine bu suikasttan maksadı nedir?”
Padişah, kendisine en sadık zannettiği gözdelerinden Nazikter’in bu ihaneti karşısında dişlerini gıcırdatarak hiddetle yerinden kalktı.
“O lanet olasıcayı şimdi buraya çağırınız!” diye bağırdı.
Ebülhüda, Padişah’ın gösterdiği şiddet ve hiddete ehemmiyet vermemiş gibi görünerek kerametlerini yumurtlamaya devam etti.
“Velinimetimize nankörlük eden bu kızın arkasında bir kalabalık görüyorum. İşte, Nazikter yine gözümün önüne geldi. Evet, bana hizmette kusur etmeyen cinler haber veriyor ki, bu kız düşmanlar tarafından tamamıyla elde edilmiştir. İşte, işte kafasını ve kalbinin içini okuyorum. Bu kötü kız kesinlikle fenalık yapmaya karar vermiş.”
Abdülhamit hiddetinden titriyordu.
“Şeyh Efendi, şu hınzırın arkasındaki kalabalığı da keşfedin,” diye seslendi.
Ebülhüda tespihini çekti ve bir müddet okuduktan sonra tekrar keramet savurmaya başladı.
“Karanlık, mahzen gibi bir yer. On, on bir, on iki… Evet, tam on iki kişi. Birçoğu genç. Galiba hepsi de okullu. İki kollarında omuzlarına kadar süslü şeritler var. İşte birisi bağırıyor: Hürriyet isteriz, hürriyet!”
Abdülhamit çok saygı duyduğu Ebülhüda’nın ağzını kapadı ve “Sus! Artık yeter!” dedi.
Ebülhüda susmuştu. Padişah, avının üzerine saldıran bir kaplan saldırganlığıyla, yanlarında bulunan Cafer Ağa’nın üzerine atıldı.
“Hınzır fellah!” dedi, “Bana her zaman bu kaltağın sadakatinden bahseden sen değil misin? Söyle bana, sarayda, içimizde bu kadar fırıldaklar dönüyor da benim neden haberim olmuyor? Alçak köpekler, uyuyor musunuz?”
Zavallı Arap’ın hiçbir şeyden haberi yoktu, bir şeyden haberdar olsa bile, “Ebülhüda hazretlerinin bütün söyledikleri uydurmadır!” diyebilir miydi? Cafer Ağa, Padişah’ın bu sihirbaz herife karşı gösterdiği inanç ve saygının derecesini biliyor ve görüyordu.
Padişah fena halde köpürmüştü.
“Bu kolu şeritli hayaletler kesin Tıbbiye öğrencileri olacak. Nankörler! Bunların kim olduklarını şimdi öğrenmek isterim.”
Ebülhüda o sırada izin isteyerek huzurdan çıkmıştı.
Cafer Ağa yere yuvarlanmıştı. Oda kapısının önünde bir yengeç gibi iki büklüm olmuş ve simsiyah yüzü korkudan morarmıştı.
Ebülhüda uzaklaşınca Haremağası eski bir hadiseyi hatırlayarak cesaret buldu ve Hünkâr’a yalvarmaya başladı.
“Ebülhüda hazretleri yalan söylüyor, Sultanım! Bir defa da kulunuzu dinleyiniz.”
“Sus, melun! Öyle bir keramet sahibine suç atmak ha?”
Padişah, yerden henüz kalkmayan musahibine bir tekme vurarak, “Kalk, melun!” dedi, “Bütün alçaklık ve ihanetleri meydana çıkarıp kafalarınızı koparacağım.”
Cafer Ağa yerden kalktı. Elleri ve vücudu korkudan tir tir titriyordu.
Abdülhamit, Haremağası’nı çenesinden tuttu.
“Söyle bakayım, Nazikter ’in böyle bir fenalığa âlet olmasına nasıl meydan verdin?”
“Şey… Efendimiz…”
“Çabuk söyle diyorum, şimdi o habis ruhunu cehenneme göndereceğim!”
Cafer Ağa için bildiğini itiraftan başka kurtuluş yolu yoktu. Metanetini toplayarak cevap verdi:
“Ebülhüda hazretleri, Efendimize yalan söylemişlerdir. Çünkü Nazikter cariyeniz kendisine yüz vermiyor.”
Padişah, Cafer Ağa’nın sözlerine inanırdı. Ebülhüda’nın genç kızlara olan düşkünlüğünü de biliyordu. Fakat Nazikter, Hünkâr’ın çok sevdiği kızlardan biriydi; onu kendi eliyle belki Ebülhüda’ya verebilirdi, lakin kendisinden gizli olarak böyle bir gözdesine Ebülhüda’nın göz koyması Padişah’ın hiddetini yeniden artırmıştı.
“Çabuk bana Nazikter ’i getir!” dedi.
Cafer Ağa kapıdan çıkarken Padişah’ın aklına bir şey geldi. Cafer Ağa’yı göndermedi. Haremağası’nın genç kıza yolda talimat vermesi ihtimalini düşünmüştü.
Hünkâr elini vurdu, oda kapısının dışında duran bir başka haremağası içeriye girdi. Abdülhamit onun vasıtasıyla Nazikter’i huzuruna getirtti.
Padişah’ın bu güzel Çerkez kızına ilk sorusu şu oldu:
“Kız, doğru söylemezsen kafanı koparacağım. Ebülhüda ile aranızda bir şey var mı?”
Cafer Ağa’nın cam gibi parlayan gözlerinin akı büyümüştü. Genç kıza anlamlı bir bakışla bakarak göz kapaklarını indirdi ve önüne baktı. Yavaşça başını da sallamıştı.
Nazikter bu işaretin mânâsını anlamıştı; kendisini Ebülhüda’dan kıskandıracak bir şey olduğu kesindi.
Çerkez kızı zaten ara sıra kendisine çam sakızı gibi yapışmakta olan Ebülhüda’nın elinden kurtulmak istiyordu.
“Efendimize bir türlü fırsat bulup arz edemedim. Ebülhüda hazretleri cariyenizi daima taciz eder.”
“Ya sen?”
“Cariyenizim… Efendimizden başkasına görünmeme imkân var mıdır?”
“Doğru söyle diyorum, benden gizli olarak onun tekkesine filan gittin mi?”
“Mümkün mü, Sultanım?”
Abdülhamit sakinleşmişti. Onun en ziyade endişe ettiği cihet, kendisine saray içinde bir suikast hazırlanmasıydı.
Nazikter’in Ebülhüda hakkındaki sözleri, kurnaz Hünkâr’da yeni bir fikir ve kanaat uyandırmıştı. Kendi kendine, “O halde gizli teşkilatçılar Ebülhüda’yı elde etmişler. Bu yolla sarayda bir şaşırtma hareketi yaparak en sadık adamlarımı gözümden düşürmeye çalışıyorlar!” diye söylendi.
Cafer Ağa, Nazikter’e Padişah’ın yanına sokulması için gözünün ucuyla işaret verdikten sonra yerlere kadar eğilerek, “Nazikter, Efendimiz için gece gündüz gözyaşı döküyor, Sultanım! Onun Zat-ı Şahanenize hıyanet etmesine ihtimal vermeniz hatırımızdan bile geçmez. Zehir meselesine gelince, bu sırf aşçıların dikkatsizliğinden ileri gelmiştir. Hoşaf kazanının kalaysız olması, birkaç kişinin hastalanmasına sebebiyet vermiştir. Bu her zaman ve her yerde olabilir, Padişahım! Mesele gayet basittir. Ortada dik-katsizlikten başka hiçbir şey yok. Nazikter cariyenizi affediniz merhametli Sultanım!” dedi.
Nazikter, ince uzun endamıyla boynu bükük bir lale gibi Padişah’ın yanında durmuş, melül ve mahzun, efendisinin yüzüne bakıyordu.
Abdülhamit, eliyle verdiği bir işaretle Cafer Ağa’ya dışarıya çıkmasını emrettikten sonra, Çerkez güzelinin saçlarını okşamaya başladı.
“Nazikter, seni çoktan beri gördüğüm yok. Sarayda olup biten işlerden eskiden sık sık beni haberdar ederdin; şimdi ne oldu sana böyle?”
“Ne yapalım Sultanım, ikiyüzlü insanlar iltifatınızı kazandıktan sonra bizim gibi sadık cariyeleriniz unutulmaya mahkûm oldu.”
“Kız, söyle bakayım bana, ikiyüzlü insanlar derken kimi kast ediyorsun?”
“Cariyeniz dedikodudan korktuğu için…”
Padişah onun sözünü kesti.
“Söyle bakayım diyorum sana! Kimmiş o ikiyüzlü?”
Abdülhamit’in ısrarı üzerine Nazikter, tatlılığı ve alışılmış şakraklığıyla, yeni açılan bir gül gibi açıldı.
“Bu gibi işler Cevdet Bey’in kızı gibi üç günlük devşirmelere veriliyorsa, sarayın huzuru elbette tehlikeye düşer, Padişahım!”
Abdülhamit, gözünün birini kapayarak tek gözle Nazikter’i süzdü.
“Kız, siz hepiniz kıskançlıkta birbirinize benziyorsunuz!”
“Cariyeniz hiç kıskanç değil, Sultanım! Fakat Melahat ikiyüzlü ve iki kalpli bir kadın.”
“İki kalpli bir kadın mı? Bu da ne güzel bir tarif. Birinde belki ben… Lakin ötekinde kim var acaba?”
“Genç ve güzel bir yaver.”
“Bu da kim? İsmini söyle çabuk!”
“Yüzbaşı Kâzım Bey.”
Abdülhamit bu ismi işitince beyninden vurulmuşa dönmüştü.
“Kız,” dedi, “bana hakikati söyle!”
“Hakikat bundan ibarettir, Padişahım! Melahat kaç günden beri Kâzım Bey’le gizli gizli görüşüyor.”
Hünkâr Yaveri Yüzbaşı Kâzım Bey, Erkânıharbiye Mektebi’nden çıkar çıkmaz selamlıkta Padişah’ın gözüne ilişmiş ve bu suretle yaverler arasına girmişti.
Yüzbaşı Kâzım Bey üç aydan beri sarayda bulunuyordu. Kendisi henüz yirmi beş yaşında, yakışıklı ve pembe yanaklı bir gençti. Kâzım Bey saraya girip çıkarken onu gören kadınlar, bu genç ve güzel yaver ile görüşmek için can atarlardı.
Abdülhamit, Nazikter’in verdiği bu bilgiye tedbirli yaklaşmakla beraber, bu hususta önlem almayı da faydalı görmüştü.
Nazikter, Hünkâr’ın tamamıyla gözüne girebilmek için her şeyi yapmaya karar vermişti. Çerkez kızının bir emeli ve bir gayesi vardı: Melahat’i Padişah’ın gözünden düşürerek saraydan uzaklaştırmak!
Genç kız bu emeline ulaşmak için efendisinin dizinin dibinde oturmuş anlatıyordu:
“Cariyenize güvenirseniz, Padişahım! Melahat saraya çok fena bir fikirle gelmiştir. Babasıyla da daima temasta bulunuyor. Hatta yarın ikindi vakti Başmusahip’in yanındaki salonda Kâzım Bey ile gizlice buluşup görüşecekler.”
“Sen nereden biliyorsun?”
“Konuşurlarken işittim, Sultanım.”
“Vay habisler vay!”
Abdülhamit, Nazikter’i bir müddet okşadıktan sonra birdenbire oturduğu yerden kalkarak odanın içinde asabi adımlarla dolaşmaya başladı. Nazikter’in sözlerini kıskançlığına atfetmekle beraber, genç ve güzel Yaver’in vaziyetini de göz önünde bulundurmaya lüzum görmüştü.
“Nazikter, haydi sen git. Yarın onları gözle ve orada buluştuklarını görünce derhal bana haber ver,” dedi.
Nazikter, huzurdan çıkar çıkmaz Melahat hakkında kendi kendine önemli karar ve önlemler almıştı. Evvela Melahat’e bir aracı vasıtasıyla haber göndermiş ve Yaver Kâzım Bey’in ertesi gün ikindi vaktinde Başmusahip’in dairesinin yanındaki salonda kendisiyle görüşmek istediğini bildirmişti.
Çerkez kızı bir diğer aracı vasıtasıyla Kâzım Bey’e de aynı şekilde haber göndermiş ve Melahat’in kendisini bekleyeceğini belirtmişti.
Ertesi gün Kâzım Bey ile Melahat söz konusu mahal ve saatte buluşmuşlardı.
Melahat, sarayda ilk defa gördüğü bu genç ve güzel yaver karşısında olanca metanetini muhafazaya çalışarak sordu:
“Beyefendi! Benimle ne görüşmek istediğinizi bilmiyorum. Fakat her şeyden evvel böyle tehlikeli bir yeri niçin seçtiğinizi sorabilir miyim?”
Kâzım Bey biraz da çapkın bakışlı bir gençti; Melahat çok hoşuna gitmişti. Onun bu sözlerini aralarında kurulacak ilişkiye bir temel olarak görerek, “İki gözüm, vallahi bilmiyorum nasıl oldu da burada buluştuk!” dedi.
Melahat, ilk defa böyle güzel ve sevimli bir erkekle karşılaşmıştı. Kendisiyle tanışmak için oraya davet edildiğini düşündü.
“Fakat beyefendi, burası çok tehlikeli bir yerdir. Bana söyleyecekleriniz uzun sürecekse başka bir yere gidelim.”
Bu esnada Nazikter koşarak Abdülhamit’e gitmiş ve rakibini herkesten gizli kurduğu tuzağa düşürmek için bütün zekâsını kullanmıştı.
Padişah, gerçek olacağına hiç ihtimal vermediği bu ihbar üzerine şiddetle yerinden kalktı ve rovelverini cebine koyarak odasından çıktı. Gideceği yeri bildiği için Nazikter’i kendi odasına göndermişti.
Padişah buluşma yerine geldiği zaman Melahat ile Kâzım Bey de bir koltuğa oturmuş, baş başa vermiş konuşuyorlardı.
“Nereye arzu ederseniz oraya gidelim, elmasım!”
“Çok rica ederim, evvela bana kısaca maksadınızı söyleyiniz!”
“Maksadım mı?”
“Öyle ya, beni buraya niçin davet ettiniz?”
“Çok zekisiniz, küçük hanım!”
“Ben mi? İhtimal.”
“Böyle ateşli iki gencin karşı karşıya gelince yekdiğeriyle ne konuşması lazım geldiğini elbette siz benden iyi takdir edersiniz!”
“Ah… Rica ederim beyefendi, kalbim fena halde çarpıyor. Şimdi birisi gelir de bizi burada görürse…”
“Kıyamet kopar, değil mi?”
“Tabii. Kıyamet kopacağını siz de tahmin edersiniz ya!”
“Nihayet sizi sevdiğimi ve size talip olduğumu söylersem…”
“Fakat benim Efendimize ait olduğumdan haberdar değilsiniz galiba?”
“Hayır. Mamafih siz kalbinizi bana verseniz ben sizi buradan…”
Genç zabit sözünü bitirememişti. Salonun kapısı birden açıldı ve Abdülhamit kapıdan içeriye girdi.
“Hain! Deminden beri seni dinliyordum,” dedi ve büyük bir soğukkanlılıkla cebinden rovelverini çıkararak Yaver’e ateş etti.
Rovelverden çıkan kurşun Yüzbaşı Kâzım Bey’in başına isabet etmişti. Genç zabitin başı derhal Melahat’in kucağına düştü ve alnından akan kanlar genç kızın üstünü lekelemeye başladı.
Hünkâr Yaveri baygın bir halde Melahat’in dizleri üzerinde yatıyordu.
Padişah birkaç adım yaklaşarak Melahat’a sordu:
“Kız, bu hain senden ne istiyordu?”
Melahat şaşırmıştı. Ne cevap vereceğini düşünüyordu. Hakikat namına bu feci sahneden başka bir şey bilmiyordu. Rovelver sesine Başmusahip koşmuş, fakat salon kapısında Padişah’ı görünce geri çekilmişti. Kâzım Bey’in niçin vurulduğunu anlayamayan saraylılar salonun önündeki koridora toplanmışlardı. Herkes büyük bir korku içinde birbirine bakıp duruyordu.
Melahat kendisine bir tuzak kurulduğunu tahmin etmişti. Padişah’ın kendisine önemli görevler verdiğini hatırlayarak yavaşça cevap verdi:
“O mesele hakkında Yaver ’den bazı şeyler öğrenmek istiyordum, Efendimiz!” dedi.
Abdülhamit, genç kızın suratından bu sözün yalan olmadığını ve işittiği konuşmadan da iki gencin arasında bir münasebet bulunmadığını öğrenmişti.
“Haydi, benimle gel ve sana taarruz etmek isteyen bu küstah hakkındaki şüphelerini bana birer birer açıkla,” diyerek Melahat’i kolundan tuttu. İkisi birlikte döndüler. Koridorda Başmusahip ile Serasker Rıza Paşa ayakta duruyordu. Padişah bir saat evvel mühim bir mesele hakkında görüşmek üzere Serasker’i saraya çağırmıştı.
Abdülhamit işlediği cinayetten dolayı üzgün değildi. Koridorda Başmusahip’e, “Şu habisi buradan çabuk kaldırsınlar. Eğer ölmemişse, hekimbaşına hemen haber gönderin, yarasına baksın. Soran olursa intihar ettiğini söylersiniz!” dedi.
Odasına geldiği zaman Padişah’ın hiddetinden gözleri dönmüştü. Melahat ile Kâzım Bey arasında geçen konuşma tesadüfen Melahat’in lehinde olduğundan, genç kız Hünkâr’ın gazabına uğramaktan kurtulmuştu.
Sakinleştikten sonra Abdülhamit, kendisiyle konuşmak için gelen Serasker’i daha fazla bekletmemek için, Melahat’e yandaki odaya geçmesini emretti.
Melahat, pencereleri kapalı ve karanlık bir odada, büyük bir şüphe ve korku içinde hadisenin ne netice alacağını düşünerek beklemeye başladı.
Serasker Rıza Paşa huzura girmişti.
Bir gün evvel Padişah’a cuma selamlığında kısmen bahsettiği Yemen İsyanı, Osmanlı Devleti’ni müşkül vaziyete sokacak gibiydi.
“Zat-ı Şahanelerini üzen isyan haberinden sonra, Yemen Valisi’nden ve Yedinci Ordu Kumandanı Feyzi Paşa’dan şifreler aldık. Yemen İsyanı maalesef gittikçe vahamet kazanmaktadır,” dedi.
Abdülhamit şifreleri dikkatle okudu.
“Feyzi Paşa’nın bu isyanın önüne geçeceğinden eminim. O, Yemen çevresini ve isyanın nasıl bastırılması gerektiğini çok iyi bilir. Kendisine tüm yetkilerin verildiğini ve isyan eden Arapların cezalandırılması ile beraber diğer tüm kabilelerin de tatlılıkla yola getirilmesini istediğimi yazınız!”
“Efendimiz uygun görürlerse Yemen’e biraz da para gönderelim. Zira Yemen kabileleri fevkalade ihtiyaç ve yokluk içindeymiş.”
“Siz harbiye bütçesinden para göndermiyor musunuz?”
“Eldeki para ile ancak mühimmat ve savaş aracı tedarik edebildik. Hatta orduya dört aydan beri aylık bile veremedik!”
Padişah bu haberi işitince elindeki kâğıdı buruşturarak karşısındaki adamın üzerine attı.
“Yemen çöllerinde asilerle savaşan asker ve zabıtanın dört aydan beri maaş almadıklarını bana ne cesaretle söylüyorsun?”
Rıza Paşa zeki ve kurnaz bir adamdı. Padişah’a yirmi gün evvelki bir müzakere ve konuşmayı hatırlatarak, “Para cihetinden çok sıkışık bir vaziyette olduğumuzu daha yirmi gün önce zatınıza arz etmiştim. Efendimiz bunu dikkate almamıştı. Ayrıca bizden yirmi bin altın lira aldırmıştınız zannederim!” dedi.
Abdülhamit, Serasker’in bu acı hatırlatması üzerine mahcup olmuştu. Rıza Paşa’yı çok severdi. Tehlikeli vaziyetleri Hünkâr’ın yüzüne söylemekten çekinmeyen Rıza Paşa, Abdülhamit’in can alacak damarını bulmuştu. Padişah, Yemen İsyanı’na karşı o günlerde lüzumundan fazla alaka ve hassasiyet gösteriyordu. Bu alaka dolayısıyla da Müşir Feyzi Paşa’yı Hicaz’dan derhal Yemen’e göndermişti. Feyzi Paşa, kolağalığından beri tüm ömrünü Yemen’de geçirdiği için Yemen isyanlarını birkaç defa bastırmayı başarmış ve Yemen ahalisine kendini çok sevdirmişti. Yemen’de Feyzi Paşa’yı sevmeyenler bile hiç olmazsa ondan korkarlardı.
Abdülhamit, Yemen İsyanı’nın katiyen bastırılmasını istiyordu. İmam Yahya’ya saraydan bazı kıymetli hediyeler gönderilmesini irade etmekle beraber Rıza Paşa’nın tavsiyesini de reddetmemişti.
“Yemen’e derhal iki yüz elli bin mecidiye gönderilsin. Fakat bu paranın Hüdeyde’ye varmasından önce, orduya şimdiden bir maaş verilmeye başlanmalıdır.”
“O halde bu para kime verilecek?”
“Asilere.”
Padişah, Yemen’de isyan eden Araplara verilmek üzere hazineden iki yüz elli bin mecidiye gönderilmesini emredince, Serasker Rıza Paşa geniş bir nefes almıştı.
Artık bu mesele etrafında görüşülecek fazla bir nokta kalmamıştı. Serasker’in en çok endişe ettiği şey, Padişah’ın para vermemesi ihtimaliydi. Para meselesi hallolunca, diğer mahalli hadiselerin Yemen Kumandanı Feyzi Paşa ile de örtbas edilmesi imkânı vardı.
Rıza Paşa, Abdülhamit’in yanından çıkınca doğruca Babıali’ye giderek Sadrazam’ı görecekti.
Padişah, Rıza Paşa’nın arkasından derhal Melahat’i yanına getirtti.
“Eeee… Anlat bakalım!” dedi. “Yaver senden ne istiyordu?”
Melahat bir saatten fazla kaldığı karanlık odada epeyce düşünmüş ve Hünkâr’ın sorması muhtemel olan sorulara verilecek cevapları hazırlamıştı. Abdülhamit’in yüzü gülüyordu.
“Cariyeniz tarafından gizlice takip edilip araştırılmasını ferman buyurduğunuz işler hakkında çok önemli bilgiler elde etmiştim. Fakat Yaver Kâzım Bey…”
“Şimdi onu bırak. Evvela, elde ettiğin o önemli bilgilerin neden ibaret olduğunu söyle!”
Melahat, Padişah’ın iltifat ve tebessümlerinde samimiyet olmadığını anlamıştı. Gözünün önünde yaşanmış bir de cinayet sahnesi vardı. Bu önemli hadiseler karşısında kendisini kurtarmaktan başka yapabileceği bir şey olmadığını anlamış, ciddi bir tavırla Hünkâr’a cevap veriyordu.
“Dün Şehzade Burhanettin Efendi’nin dairesine şüpheli bir adamın geldiğini haber almıştım.”
Padişah gözlerini açtı.
“Kimmiş bu şüpheli adam?”
“Tıbbiyeli bir gençmiş.”
“Burhanettin’in dairesinde kiminle görüşmüş? Orasını anlayamadın mı?”
“Sarı saçlı, mavi gözlü ve orta boylu güzel bir kızla. Fakat bu kız, o gencin hemşiresiymiş.”
“Tıbbiyeli olduğu kesin mi?”
“Evet, Efendimiz. O kız saraya alındıktan bir müddet sonra Tıbbiye Mektebi’ne girmiş.”
“Pekâlâ netice?”
“Yaver Kâzım Bey’in Şehzademizin dairesine her zaman girip çıktığını bildiğim için, o kızın ve bu gencin kim olduğunu ondan öğrenmek istemiştim.”
“Fakat siz böyle bir şey konuşmuyordunuz. Ben kulaklarımla işittim. Saklama, o melun seni seviyor, hatta kaçırmak istiyordu!”
“Onun sevmesinin ne kıymeti olabilir, Sultanım? Ben ona bu hususta lazım gelen cevabı vermiştim.”
“İşittim. Onu da işittim ve memnun oldum. Bu sadakatinden dolayı seni ödüllendireceğim!”
Abdülhamit, Melahat’i sevip öpmeye başlamıştı.
“Bak, hava ne kadar sıcak. Bu akşamüstü seninle birlikte gül bahçesindeki havuzda yıkanırız, olmaz mı?”
Melahat, uzun kirpiklerinin arasından Padişah’ı inceleyip de efendisinin hayvani güdülerinden başka bir şey düşünmediğini görünce, “Mademki Efendimiz irade buyuruyorlar…” dedi ve en ciddi erkekleri bile çıldırtıp felce uğratan baygın bakışlarla güldü.
Abdülhamit, Melahat’in gülüşünden çok hoşlanıyordu. Melahat gülünce pembe yanaklarının ortasında iki ufak çukur beliriyordu. Hünkâr her şeyi unutmak ister gibi, kızın karşısında kendinden geçiyordu.
“Gül yavrum, gül! Sen gülerken bütün ıstıraplarımı unutuyorum. Bu mesele hakkında daha sonra, gül bahçesinde etraflıca konuşuruz. Demek ki Kâzım’ı boş yere vurdum, öyle mi?”
PADİŞAH’LA HAVUZ SEFASI
“Soyunsana, Melahat! Bak, neredeyse güneş batacak. Ortalık kararırsa sular serinler. Sonra havuzda üşürüz! Haydi bakayım, utanma! İşte, ben soyunuyorum. Haydi, entarini çıkar. Çamaşırlarını şu bohçanın üstüne bırak. Hah şöyle, aferin, aferin yavrum! Çabucak soyun da havuza atla bakayım!”
Bu esnada Abdülhamit de soyunmuş ve beline ince bir örtü sararak havuzun kenarına oturmuştu.
Melahat soyunmuş, çırçıplak duruyordu. Hünkâr’ın bu mânâsız ısrarı genç kızın canını sıkmıştı. Fakat Padişah’ın en büyük zevklerinden birinin havuz eğlencesi olduğunu biliyordu.
Saçlarıyla göğsünü kapadı ve birden havuzun içine atladı.
Melahat mektepte de deniz banyosuna meraklı olduğundan yüzmeyi iyi biliyordu.
Güzel kızın havuza atladığını görünce, Padişah’ın da artık bu hoş manzara karşısında tahammülü kalmadı. Yavaşça havuzun mermerlerine tutundu ve ayaklarını suya soktu.
Havuzun içindeki suyun derinliği bir metre kadardı. Havuz, Padişah’ın gözü önünde ancak bir saatte dolmuştu.
Abdülhamit, havuz sularının zehirli olma ihtimalini düşünerek, havuza gireceği zaman daima suyu değiştirir, yeni suyun dolmasını beklerdi.
Güneş batar batmaz ortalık birdenbire serinlemişti.
Padişah üşümemek için suyun içine bir defa dalıp çıktı.
Sevgilisini yanında böyle çırılçıplak gördüğünden dolayı çocuk gibi sevinçliydi. Suların içinde çırpınarak Melahat’in yanına gitti.
“Kız, benden niçin kaçıyorsun? Dur şöyle biraz yanımda bakayım! Ben en büyük zevkimi gözlerimle tatmin ederim. Gel yanıma, kaçma benden!”
Melahat havuzun sularını eliyle dalgalandırarak olduğu yerde durdu.
“Hava biraz serin galiba!”
“Ben sana çabuk soyunmanı söylemiştim. Lüzumsuz yere iki saat vakit geçirdin. Şimdi üşüyorsun, değil mi?”
Abdülhamit, havuzun içinde güzelliğin timsali gibi görünen bu işvebaz kızın biçimli, pembe beyaz vücudunu hayret ve dikkatle izliyordu. Padişah’ın şehvet kaynağına benzeyen gözleri dönmeye başlamıştı.
“Kız!” dedi. “Islanmış saçlarının ucundan damlayan sular, havuzun içine birer inci tanesi gibi ne hoş dökülüp saçılıyor! Bak şu güzelim manzaraya! Fakat ne yazık ki sen onları benim gördüğüm gibi görmüyorsun. Ufuktan etrafa yayılan pembe beyaz ışık, saçlarının üzerine aksetmiş ve insana, başının üstünde bir yanardağ varmış hissini veriyor. Sevimli kumral saçlarının her telinden bir kıvılcım dökülüyor. O kıvılcımlardan birisi de benim kalbimin içine sıçradı. Melahat! Sen ne güzel, ne eşsiz bir melekmişsin! Çok üşüyorsan yanıma gel, seni kucağıma alayım. Kaçma benden!”
Abdülhamit’le Melahat, gül bahçesindeki havuzda geç vakte kadar kalmışlardı. Bunaltıcı bir sıcaktan sonra başlayan hafif serinlik üzerine Padişah, yorgun ve bitap bir halde havuzdan çıkmıştı.
Melahat, evvelce bir haremağası tarafından bohça içinde getirilmiş Bursa havlularına sarılarak efendisinin giyinmesine yardım etmeye başladı.
Ay doğmuştu. Alaturka saat bir buçuğa gelmişti.
Abdülhamit, Melahat’in güzel ve yumuşak ellerini sıkarak, “Aman gözümün nuru, beni çabuk giydir! Biraz üşür gibi oldum. Galiba havuzda fazla kaldık,” dedi.
Melahat, Padişah’ı giydirdi. Çimenlerin üzerine serilmiş bir halıya uzanan Hünkâr, “Yavrum,” dedi, “arkama ve bacaklarıma o güzel ellerinle biraz masaj yap bakayım. Suyun içindeyken ne kadar hararetliydim. Çıkınca üşümeye başladım.”
Melahat, efendisinin her dediğini yapıyordu. Arkasını ve bacaklarını büyük bir itina ile ovuşturmaya başladı.
Abdülhamit’in keyfi tekrar yerine geldi.
“Ooooh! Melahat, şu dakikada benim duyduğum keyfi sen de hissetmiş olsan çıldırırsın! Bütün asabım gevşedi. Vücudumda tatlı bir rehavet hissediyorum. Banyo, masaj… Bunlar vücuda ne kadar faydalı ve keyif verici şeyler! Bilmem ki sen de benim gibi bunlardan zevk alıyor musun?”
Bu esnada Melahat’in göğsü açılmıştı. Vücudunda hafif bir ürperme hissederek gayri ihtiyari içini çekti.
Abdülhamit, başını çevirdiği zaman bu işvebaz kızı beyaz Bursa havluları içinde dağınık saçlarıyla o kadar güzel ve cazibeli buldu ki yattığı yerden kalkarak Melahat’in boynuna sarıldı.
“Yezit! Beni öldürecek misin? Her tarafın ateş parçası… Vücuduma neren temas etse derhal yakıyor. İçimde bir alev, gözlerimde bir ateş hissediyorum. Seni görünce her şeyi unutuyorum. Sen sihirli bir yaratığa benziyorsun. Bak şu saçlarının güzelliğine! Bak şu vücudunun hararetine! Benim ateşim, senin o hararetli ve pembe vücudunun yanında ne kadar soğuk ve mânâsız kalıyor. Sen bir yanardağa benziyorsun, Melahat! Ben de bu yanardağın yamacında ufak bir kıvılcım… Haydi, sarıl bakayım boynuma! Görüyorsun ki seni her şeyden, herkesten çok seviyorum! Şöyle o güzel kollarınla boynuma sarıl ve beni olanca kuvvetinle sık bakayım! Korkma, sana müsaade ediyorum. Kolların boynuma dolansın. Şu mehtabın altında seninle birlikte uyuyalım!”
Memleketin birkaç yerinde birden kopan isyan ve ihtilaller Osmanlı Devleti’nin siyasi vaziyetini günden güne tehlikeye düşürürken, Abdülhamit kendi zevkinden ve kendi canından başka bir şey düşünmüyordu.
Gül bahçesindeki havuz başından döndükleri zaman gece yarısı olmuştu.
Abdülhamit, Melahat’ten ayrılırken kulağına eğildi.
“Yavrum!” dedi, “Haydi, git yat. Rahatına bak. Yalnız, sabahleyin benim haberim yokmuş gibi Kâzım’ı da bir defa yoklayıver!”
Melahat gece Padişah’ın yanından ayrılır ayrılmaz doğruca odasına gitti ve efendisinin sözünü yerine getirmek için hemen yatağına girerek mışıl mışıl uyumaya başladı.
Genç kız sabahleyin gözlerini açtığı zaman, gül bahçesinin uyuşturucu ve şahane eğlenceleriyle sersemleyen başını iki kolunun arasına aldı. Düşünmeye başladı.
Sarayda herkes Hünkâr’ın gözüne girmek için yekdiğerinin aleyhinde bulunmayı bir vazife biliyordu. Melahat, Yaver Kâzım Bey ile kendisini buluşturan Nazikter’in çevirmek istediği dolapları kaşla göz arasında birer birer öğrenmiş ve Padişah’a söylemekten de çekinmemişti.
Abdülhamit, Melahat’in her şeye aklı eren, akıllı bir kız olduğunu anlayınca, saray içinde gizlice gördürülmesi icap eden siyasi işleri yavaş yavaş ona havale etmeye başlamıştı.
Abdülhamit gül bahçesi eğlencesini boş yere düzenlememişti. Melahat ile havuzda yıkanırken o dakikada her şeyi unuttuğunu söylemekle beraber, laf arasında genç kızı sorguya çekmiş ve ondan bilgi almaya çalışmıştı.
Padişah o akşam, kıskançlık yüzünden çevirdiği fırıldağın içyüzünü öğrenince Nazikter’i cezasız bırakmamış ve Çerkez kızının sarayın karanlık odalarından birine hapsedilmesini emretmişti.
Melahat bu neticeden memnun görünüyordu. Sevinçle yatağından kalkarak doğruca Yaver Kâzım Bey’in yattığı odaya gitti.
Kâzım Bey’in yarası epeyce ağırdı. Yine de başhekim ile diğer saray hekimleri tarafından büyük bir ihtimamla ameliyat edilmiş ve bu yolla ölüm tehlikesini atlatmıştı.
Melahat odaya girdiği zaman Kâzım Bey karyolada sessiz ve hareketsiz yatıyordu.
Genç kız, Kâzım Bey’in başucunda durdu ve kendi kendine, “Acaba uyuyor mu, yoksa ıstırabından dalgın bir halde midir?” diye sordu.
Kâzım Bey’in yarası başının alın kısmındaydı. Kurşun, kafatasını kısmen delerek beyni tahrip etmeden diğer taraftan çıkmıştı.
Başmusahip, Melahat’e bu malumatı verirken kulağına eğilerek, “Kâzım Bey’in ameliyattan sonra seni bir defacık olsun görmek istediğini söylersem memnun olur musun?” dedi.
Melahat, Başmusahip’in bu sözlerine dudak bükerek cevap bile vermeden yürümüştü.
Genç kız, hastanın başında ayakta dururken bu sözü hatırlamıştı.
Melahat’in elleri titriyordu. Kendisini ölüm döşeğinde bile hatırlayan ve ismini anan genç Yaver’in yüzünü okşarken Kâzım Bey gözlerini açtı ve dudaklarının arasından şu kelime işitildi:
“Hain!”
Kâzım Bey bütün bu oyunu oynayan ve başına bu felaketi getiren kadının Melahat olduğunu sanıyordu.
Melahat bunu evvelden tahmin etmişti. Kâzım Bey’in yanaklarını okşayarak yavaşça, “Ben masumum,” dedi ve macerayı olduğu gibi anlatmaya başladı. Fakat bu sırada oda kapısının aralığından mavi gözlü bir kadın yüzü görülmüştü.
Acaba bu iki masum sevgiliyi izleyen kadın kimdi?
İkbal, haznedar ustanın yetiştirdiği sarı saçlı, mavi gözlü ve sevimli bir Çerkez kızıydı.
İkbal ve Nazikter, geldikleri köyde beraber büyümüşlerdi. Nazikter, İkbal’den ancak üç yaş kadar büyüktü. Yıldız’da da birbirleriyle çok iyi geçiniyorlardı.
İkbal’in Nuri isminde bir de erkek kardeşi vardı.
Nuri, Tıbbiye Mektebi’nin son sınıfındaydı. Kız kardeşini ara sıra ziyarete gelirdi.
İkbal, Nazikter’in Yıldız Sarayı’nda karanlık bir odaya hapsedildiği gün, Şehzade Burhanettin Efendi’nin dairesinden harem-i hümayuna getirilmişti.
İkbal’in buraya getirilmesinin sebebini Padişah’la Melahat’ten başka bilen yoktu.
Nuri’nin son günlerde kardeşini sık sık ziyaret etmeye başlaması yalnız Melahat’in dikkatini çekmişti.
Melahat bir gün babasının odasında otururken Cevdet Bey’in masasını karıştırmış ve orada, Burhanettin Efendi’nin dairesinde olup bitenleri Cevdet Bey’e günü gününe haber veren bazı jurnallere tesadüf etmişti.
Melahat bu jurnalleri incelediği zaman birçok şey öğrenmiş ve Padişah’ın oğluna bile güveni olmadığı fikrine kapılmıştı.
İşte Melahat, İkbal ve Nuri Bey’e ait bilgileri bu jurnallerden almıştı.
Yalnız meselede Melahat’in anlayamadığı bir nokta vardı. Nuri ve İkbal hakkında verilen jurnalleri Cevdet Bey neden Padişah’a göstermiyordu?
Mademki bu iki gençten şüpheleniyorlar ve aleyhinde birçok şeyler yazıyorlardı, Cevdet Bey bu önemli haberleri nasıl olur da efendisinden gizleyebilirdi? Buna imkân yoktu.
Cevdet Bey, Padişah’ın sadık bir kölesi ve sırdaşıydı. Melahat’in kafasının içinde şüpheler böylece akıp gidiyordu.
Padişah’ın bu işten haberi olmadığı muhakkaktı. Çünkü Melahat bu haberi Hünkâr’a verdiği zaman Abdülhamit hiddetinden küplere binmişti.
Padişah bu mesele karşısında evvela Nazikter’i cezalandırmış, sonra da İkbal’in hareme alınarak göz önünde bulundurulmasını emretmişti.
İkbal’se bu daveti Padişah’ın bir teveccühü saymıştı ve bu vaziyetten faydalanmaya çalışıyordu.
Başmusahip’in Nazikter’e ilgisi vardı. İkbal bunu düşünerek kendisine müracaatla Nazikter’i gizlice görmek için müsaade istemişti.
Başmusahip, İkbal’in bu müracaatını reddetmemiş, kimse görmeden onu Nazikter’in bulunduğu odaya götürmüştü.
Nazikter, İkbal’i görünce hayretinden dudaklarını ısırarak yerinden fırladı. Birbirlerini altı aydan beri görmüyorlardı.
“Kardeşim, seni de mi buraya attılar?”
“Sus, Nazikter! Ben seni görmeye geldim.”
Bodrumun kapısını kapadı. Kızlar birbirlerine sarıldılar ve öpüştüler.
İkbal, Nazikter’in başına bu felaketi getiren kızın Melahat olduğunu öğrenmişti.
“Kardeşim!” dedi, “O yezidi, bu sabah Kâzım Bey’le baş başa konuşurken kapının aralığından gözetledim. Efendimize gidip haber vereyim mi? Sen ne dersin?”
Nazikter, kendisini ziyarete gelen İkbal’i dinledikten sonra kulağına eğildi.
“Dışarda kim var?” diye sordu.
İkbal vaziyetinden emindi.
“Korkma.”
“Yalnız mı geldin?”
“Başmusahip getirdi.”
Nazikter hayret etti.
“Nasıl olur, korkmadı mı?”
“Onun seni ne kadar sevdiğini hâlâ öğrenememişsin galiba?”
“Bilirim. Acem kılıcı gibidir; Melahat şırfıntısının şu iftirasına göz göre göre sustu. Sesini bile çıkarmadı.”
“Sen öyle zannediyorsun, Nazikter! O, el altından senin kurtulman için çalışıyor.”
“Ne faydası var? Bir şıllık yüzünden Padişah’ın gözünden düştüm. Efendimiz bir daha benim yüzüme bakar mı?”
Bunları söylerken Çerkez dilberinin gözleri sulanmıştı. Çocukluk arkadaşına o günlerde başından geçenleri etrafıyla anlattı. İkbal, bu karanlık ve sıkıntılı mahzende ağlamaktan gözleri şişen Nazikter’i teselli ettikten sonra birden hatırına yeni bir kurtuluş çaresi gelmiş gibi sevindi.
“Nazikter,” dedi, “senin buradan kurtulabilmen için kardeşim Nuri’yi Melahat’in başına musallat edelim, olmaz mı?”
Nazikter’in yüzü güldü.
“Çok iyi olur. Fakat Nuri Bey’in onunla görüşmesi nasıl mümkün olacak?”
“Sen rahat ol. Ben Nuri’ye haber gönderirim, gelir.”
“Sonra?”
“Melahat’le dost olacağım. Nuri gelir gelmez, derhal bir yolunu bulup onu Melahat’le tanıştıracağım.”
Nazikter neticeyi gözü ile görür gibi tahmin etmişti.
“İkbal,” dedi, “Efendimiz bugünlerde Tıbbiyelilerden çok kuşkulanıyor. Nuri Bey’in buraya seni görmeye gelmesi kendisi için bir tehlike oluşturmaz mı?”
“Aman yavaş, kimse duymasın! O bir fedaidir.”
“Nuri mi?”
“Evet. Aman Nazikter, ağzını sıkı tut. Sonra mahvoluruz.”
“Fedai ne demek? Bana biraz açıkla bakayım.”
“Canım, sen oralarını karıştırma! Zaten benim de pek bilgim yok ya… Nuri’nin çocukluğu… Okulda birkaç arkadaş toplanıp öteye beriye imzasız tehdit mektupları gönderiyorlar.”
“Aman dikkat et, İkbalciğim. Bunlar çok nazik meselelerdir. Başına bir felaket gelirse, Hünkâr ’ın elinden kendini kurtaramazsın!”
“Ben çocuk değilim. Nuri’ye gelince; onu sarayda seven ve koruyan birkaç kişi var. Şimdi biz onu bırakalım. Sen onunla Melahat’in tanışmasını arzu ediyor musun? Bana onu söyle!”
“Pekâlâ! Fakat ilişki fazla ilerlemesin. Sonra o şeytan kız, kardeşini baştan çıkarır.”
“Ben o şırfıntıya bir oyun oynayayım da, sen de gör.”
“İkisi görüşürlerken hemen Başmusahip vasıtasıyla Efendimize haber vermelisin!”
İkbal, Nazikter’in yanından ayrılınca hemen faaliyete geçti. İlk işi, kardeşi Nuri Bey’e mektup yazmak oldu.
Aradan iki gün geçmişti.
İkbal, kardeşinin saraya gelip kendisini görmesini bekliyordu.
Bu iki gün zarfında İkbal, Melahat’le dost olmanın yolunu bulmuştu. Başmusahip, İkbal’i fazlasıyla koruyordu. İkbal bu sayede Melahat’le görüştükten sonra onun yakasını bırakmamış ve sabah akşam odasını ziyaret ederek münasebeti derinleştirmeye başlamıştı.
Halbuki Melahat, İkbal’i adım adım takip ediyordu. Başmusahip’in himayesine rağmen Melahat genç kızın bütün planlarını öğrenmişti.
Padişah’ın diğer musahiplerinden Cafer Ağa da Melahat’e yardım ediyordu.
Esasen, İkbal’in Burhanettin Efendi dairesinden Yıldız Sarayı harem dairesine getirilmesindeki maksat da bu neticeyi elde edebilmekti. Melahat, kısmen de babasının bilgisi altında tertip ettiği bu karşı planla iyi bir çevirme hareketi yapabileceğine inanmıştı.
İkbal ile sıkı fıkı görüştüğü halde, ona karşı fevkalade saf görünmeye çalışıyordu. Hatta İkbal, bir akşam Melahat’in odasında geçen bir konuşmayı, ümitlerini güçlendirecek kadar safiyane bulmuştu.
“Melahat! Buradaki hayattan memnun değil gibi, daima melül ve mahzun görünüyorsun. Yoksa bir derdin mi var?”
“Hiçbir derdim yok. Fakat sana doğrusunu söyleyeyim mi, İkbalciğim… Ben serbest okul hayatına alıştığım için burası beni çok sıkıyor.”
“Serbest hayat mı dedin? Aman sakın bu kelimeyi bir daha başkasının yanında ağzından kaçırma!”
“Neden? Bir insanın serbest yaşaması kadar güzel ve büyük bir bahtiyarlık düşünülebilir mi? Burada hiçbirimizin hürriyeti yok.”
“Aman kendine gel, Melahat! Ateşle oynadığının galiba farkında değilsin! Şimdi bizi işitip de Efendimize haber verseler mahvolduğumuz gündür.”
“Canım, ben burada çok bunalıyorum. Neden ara sıra dışarıya bir arkadaşımı veya ailemden birini ziyarete gidecek kadar hürriyet sahibi olmayayım?”
İkbal, Melahat’in ağzını kapadı.
“Allah aşkına sus! Benim yanımda böyle dinamitle oynama!”
“Dinamit mi?”
“Evet, onun kadar tehlikeli bir kelimedir o. Sen bunu nerede öğrendin?”
“Fransız okulunda.”
“Sen onu çok sever misin?”
“Neyi?”
“İşte o bahsettiğin kelimeyi.”
“Benim ciğerlerim on sekiz sene o havayı teneffüs etmeye alıştı. Ben işte burada bu yüzden sıkılıyorum.”
“Demek öyle…”
“Bize mektepte her gün bundan bahseder ve hürriyeti ellerinden alınmış insanların yaşayan ölülerden farkı olmadığını söylerlerdi. Şimdi sen ve ben hürriyetimize sahip olsak, böyle esir gibi burada durur muyduk?”
“Ne yapardık?”
“Ne mi yapardık? Şöyle bir çıkar, herkes gibi gezer ve dünyayı görürdük. Biz insanlar için bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi? İstediğin zaman gezmek… İstediğin zaman yatıp kalkmak… Hür insanlar daima böyle yaşarlar.”
“Ah, Melahat! Efendimiz senin bu sözlerini işitse, etlerini lokma lokma doğratır vallahi!”
O günlerde İzzet Paşa’yı imzasız mektuplarla tehdit ediyorlardı.
Bir sabah erkenden posta ile aldığı bir tehdit mektubu üzerine kahvaltısını yarıda bırakarak saraya gitmişti.
İzzet Paşa’nın Başmusahip ile arası çok iyiydi. Başmusahip onun sayesinde çok iyilik gördüğü için her istediğini yapmaya çalışırdı.
Başmusahip’in odasına girdiği zaman İzzet Paşa’nın rengi atmıştı.
“Yüzünüz mum gibi sararmış, Paşam! Acaba sebebi nedir?” diye sordu Başmusahip.
İzzet Paşa bir koltuğa oturup kımıldamadan cevap verdi.
“Hep o dert… Bu sabah bir mektup daha aldım.”
“Yine mi tehdit ediyorlar?”
İzzet Paşa cebinden bir zarf çıkardı.
“Bu alçaklar meydanı geniş buldular, atlarını koşturup duruyorlar. Şimdiye kadar yapılan takiplerden henüz olumlu bir netice elde edilmedi.”
“Bu seferki mektupta ne yazıyorlar, Paşam?”
“Okuyayım da dinle.”
İkinci Kâtip İzzet Paşa, kendisine gelen tehdit mektubunun şu satırlarını okumaya başladı:
Hainler! Padişah’ın etrafını sardınız ve nihayet bu masum milleti onun gözünden düşürmeyi başardınız! Osmanlı Devleti’ni “hasta adam” şeklinde Avrupalıların oyuncağı konumuna düşürdünüz! İşte biz Jön Türkler, cinayet yuvası olan o uğursuz sarayları yıkmak ve milleti meşrutiyetle idare etmek istiyoruz.
Siz Padişah’ı istediğiniz kadar zehirleyiniz. Fakat emin olunuz ki…
İzzet Paşa’nın nefesi tutulmuştu. Daha fazla devam edemedi.
“Çabuk bana biraz su!” diye bağırdı.
Başmusahip, İzzet Paşa’nın okuduğu mektup yüzünden endişeye düşmüştü. Derhal Paşa’ya bir bardak su verdi ve arkasından şu sözleri söyledi:
“Paşa efendimizden çok rica ederim, bu mektubu sakın boş bulunup da Hünkâr ’a göstermeyiniz, zaten akşamdan beri çok hiddetlidir. Böyle birtakım insanların memleket dahilinde hürriyet ve meşrutiyet istediklerini işitirse, tekrar hiddetinden küplere biner ve hepimizi mahveder.”
“Hayır, ne olursa olsun bu mektubu mutlaka kendisine göstereceğim. Çünkü bu meçhul kuvvet son günlerde beni fazla tehdit etmeye başladı.”
“Aman Paşam, vallahi mahvoluruz. Efendimiz çok hiddetlidir. Yanına varılmıyor. Hem ben size bir şey söyleyeyim mi, ben kendi hesabıma, bu tehditlerin mânâsız olduğuna hükmediyorum artık. Merak etmiyor değilim, fakat bu tehditleri yazanların çoluk çocuktan ibaret olduklarını zannediyorum. Zira fiiliyat sahasında bir şey yok. Yalnız kuru bir tehdit.”
Bu esnada birdenbire odanın kapısı açıldı. Cafer Ağa gözleri dışarıya fırlamış bir halde odadan içeriye girdi. Eli koynundaydı; heyecanından pek önemli bir olaya şahit olduğu anlaşılıyordu.
İzzet Paşa meraklı bakışlarla Cafer Ağa’yı süzerek, “Ne var bakalım? Pek telâşlısın,” dedi.
Cafer Ağa’nın korkudan elleri titriyordu. Koynundan bir hançer çıkardı ve anlatmaya başladı:
“Hünkâr biraz evvel bahçeye çıkmıştı. Şimdi yatağını düzeltirlerken karyolasının başucunda bu gümüş saplı hançeri bulmuşlar!”
İzzet Paşa, Padişah’ın yatağında bulunan gümüş saplı hançeri inceledi.
“Saraydaki esrarengiz hadiseler artık korkulacak kadar önemli bir şekil aldı.”
Başmusahip’in ısrarına rağmen, İzzet Paşa kendisine gelen tehdit mektubundan bahsetmek üzere Hünkâr’ı görmeye gitti. Cafer Ağa ise arkasından yalvarıyordu:
“Allah aşkına, Paşa hazretleri, Efendimize hançer meselesinden bahsetmeyiniz!”
MELAHAT’İN FOYASI MEYDANA ÇIKINCA
Abdülhamit akşamüstü yatak odasında Melahat’le beraber oturuyordu.
Melahat, sarayda takip ettiği işler hakkında Padişah’ı ikna edecek birçok belge ve bilgi elde etmişti. Abdülhamit’in sorularına cevap veriyordu.
“Kız, işler yolunda, değil mi?”
“Evet, Padişahım.”
“İkbal hiç şüphelenmedi mi?”
“Hayır, Efendimiz! Bilakis, benimle o kadar samimi oldu ki… Güya beni ayartmaya çalışıyorlar.”
“Bari kendi hesaplarınca başardılar mı?”
“Her dediklerini yapacak gibi göründüm. Tabii kendilerini başarmış sayarlar!”
“İkbal’in kardeşi ne diyor?”
“Efendimize yalan söyleyecek değilim. Bu çocuk çok isyankâr ruhlu bir delikanlı.”
“Ne dedin? İsyankâr ruhlu bir delikanlı mı?”
Padişah bu kelimeyi işitince çıldırmış gibi birden yerinden kalkarak Melahat’in üzerine yürüdü.
“Doğru mu söylüyorsun, kız?”
Melahat korkusundan odanın bir köşesinde sindi.
“Yalnız kendisi değil, daha başka arkadaşları da varmış.”
“Onlar da mektepli miymiş?”
“Dört beş tanesi Tıbbiyeli. Diğerleri de dışarıda çalışan bir kısım gençlermiş!”
“Seni ne tarzda ayartmaya çalışıyorlar?”
“Güya beni Efendimiz aleyhine dolduracaklar. Sonra onlardan taraf olduğuma emin olunca hainliğimi ortaya koyarak size ihbarda bulunacaklar. Böyle bir tuzağa düştükten sonra sonumu keşfetmek kolaydır.”
“Vay hainler, vay! Seni tuzağa düşürünce ellerine ne geçecek?”
“Padişahım, beni kıskanıyorlar, iltifatınızdan uzak kalayım diye cariyenizi gözden düşürmek istiyorlar. Maksatları budur.”
“Nazikter ’den bir haber var mı?”
“Zaten bütün bunlar hep onun başının altından çıkıyor, Padişahım.”
“Ben onun kimseyle görüştürülmemesini irade etmiştim. Sen de onunla bu kadar uğraşma.”
Abdülhamit, Melahat’i kollarından çekip dizinin dibine oturttu ve sevmeye başladı.
Melahat, çok ince, ipekli bir elbise giymişti. Padişah bu güzel ve zeki kızın kollarını okşarken sol omzunda ufak bir put işareti gördü. Gözlerini açarak derin bir hayret içinde Melahat’in bembeyaz omzunu tetkike koyuldu.
“Kız, sen Müslüman değil misin? Bu omzundaki haçın mânâsı nedir?”
Melahat sol omzunu daima Padişah’tan saklamaya çalışırdı.
Genç kız efendisinin bu ani şiddet ve öfkesi karşısında şaşırmıştı.
Abdülhamit, Melahat’i yere yatırarak bağırmaya başladı:
“Kız! Çabuk söyle bana! Sen İsa’nın mı, yoksa Muhammed’in misin? Hangi peygamberin ümmetindensin?”
Melahat, zor bir durumda kalmıştı. Hakikati itiraftan başka çare yoktu.
Padişah en yüksek sesiyle, yumruklarını sıkarak bağırıyordu:
“Kız, çabuk diyorum, anlat bana bu işin sırrını! Sen Müslüman mısın, yoksa Hıristiyan mı?”
Melahat’in söyleyeceği sözler boğazında düğümleniyordu.
“Evvelce Hıristiyandım Padişahım. Şimdi hamdolsun Müslümanım!”
“Demek ki sen Cevdet Bey’in kızı değilsin. Öyle mi?”
“Padişahım…”
“Sus! Nihayet Cevdet de beni aldattı, ha?”
Abdülhamit rovelverini çekti.
“Haydi, anlat bana! Sen Cevdet’e ne maksatla baba diyorsun?”
”Efendimiz! Cariyeniz Bursa’nın Apollon köyünden balıkçı Apustol’un kızıydım. Babam dereden balık tutardı ve öyle geçinirdik. Köyümüzün manzarası, havası ve suyu çok güzel olduğundan, Bursa’ya, kaplıcalara gelen birçok kimseler köyümüze de gezmeye gelirlerdi. Cevdet Bey Bursa’ya gelmiş, oradan da köyümüze uğramıştı. Dere başında oynarken beni görmüş. Ben o vakit sekiz yaşındaydım. Cevdet Bey’in hiç çocuğu olmadığı için beni çok sevmiş ve evlat olarak almak istemiş. Babamla konuşmuş. Sonra annem de gelmiş, onunla da görüşmüşler, her ikisi de razı olmuş. Nihayet Cevdet Bey babama bir avuç para verdi ve beni Apollon’dan alıp İstanbul’a getirdi.”
Padişah rovelverini cebine koymuştu. Melahat, Hünkâr’a hayatını aynen anlatıyordu, sözüne devam etti:
“İstanbul’a gelince Cevdet Bey’in evinde beş on gün kaldıktan sonra üstümü başımı düzelttiler ve beni Fransız mektebine verdiler. Cevdet Bey, cariyenize hakiki babalık vazifesi yapmıştır, Padişahım. Artık benim hayatta ondan başka babam yok!”
“Köyündeki Apustol’u nasıl unutuyorsun?”
“Onlar çoktan öldüler.”
“Ya ölmeseydiler?”
“Yine unutacaktım. Çünkü köyde dere başında geçen hayat, cariyeniz için çok tahammül edilmez ve ilkeldi. İstanbul’a geldim, tahsil ve terbiye gördüm, adam oldum.”
Abdülhamit sağ elinin başparmağıyla sakalını kaşıyarak bir müddet düşündü.
“Kız, senin bu dediklerine inanayım mı?”
“Efendimize yalan söylemeye nasıl cesaret edebilirim?”
“Eğer anlattıkların yalan çıkarsa vay hâline.”
“Şimdi babamı çağırıp sorabilirsiniz, Padişahım!”
“Fakat Cevdet bu işin içyüzünü bana şimdiye kadar neden anlatmadı?”
“Babam cariyenizi o kadar sever ki, hakiki evladı olsaydı, onunla bile belki bu derece meşgul olmazdı.”
Padişah alaycı bir tavırla sordu:
“Bugün de sana hâlâ hakiki evlat gibi mi bakıyor?”
“Emin olunuz, Padişahım.”
Melahat’in kumral saçları beyaz omuzları üzerine dökülmüştü. Padişah’ın böyle bir sebepten dolayı kendisine kıyacağını ümit etmiyordu.
Hünkâr ilk şiddetini kaybetmişti.
“Meseleyi bir defa da babana sorayım!” dedi. Ellerini çırptı, içeriye giren haremağasına derhal Cevdet Bey’i getirmesini söyledi, sonra Melahat’e hitap etti:
“Haydi, kalk!” dedi. “Sen Şeytan ile Melek’in temasından hâsıl olmuş bir mahluksun!”
Eliyle genç kızın saçlarını okşadı.
“Eski ismin neydi bakayım?”
“Afrodit.”
“Afrodit mi? Bu ne güzel isim!”
“Köyümüzde bu ismi taşıyan benden başka çocuk yoktu.”
“Peki, bu omzundaki işaret nedir?”
“Efendimiz, o köyümüzün eski bir âdetidir. Kadın erkek herkesin eline, göğsüne, koluna yahut omzuna, böyle deri altına mavi boya ile resim ve yazı işlerler. Hatta bazı köylülerin yüzlerinde bile vardır. Cariyenizin de omzuna bir put işlemişler.”
“Mademki Müslüman oldun, bu münasebetsiz işareti şimdiye kadar vücudunda taşımakta ne mânâ vardı?”
“Cevdet Bey birkaç defa çıkartmak istedi, fakat canım acır diye korktum.”
“Canın da pek kıymetli galiba! Onu bir daha omzunda görmeyeceğim!”
Abdülhamit tekrar ellerini çırptı ve içeriye giren haremağasına, “Bana şimdi Süleyman Bey’i çağırınız,” dedi. “Takımlarını alsın da gelsin!”
Hekim Süleyman Bey’den evvel Cevdet Bey huzura girmişti.
Padişah eskisi gibi hiddetli değildi. Melahat’in kendisinden merhamet dilenen nazarları Abdülhamit’in asabını gevşetmişti. Yine de Melahat’i kızım diye tanıttığı için Cevdet Bey’e kızgındı.
Padişah, sadık kölesi içeriye girer girmez, “Gördün mü şu yediğin haltı?” diye bağırdı.
Cevdet Bey evvela bu sözden bir şey anlamadı ve şaşkın şaşkın etrafına bakınırken birden Melahat’in çıplak omuzlarını gördü.
Cevdet Bey’in rengi kül gibi olmuştu. Padişah başını sallıyor ve soğuk soğuk gülerek söyleniyordu:
“Ne bakıyorsun? Yoksa Afrodit’i tanımadın mı? Cevap versene!”
Cevdet Bey vaziyetin vahametini anlamıştı. Ağzından bir kelime bile çıkmıyordu.
“Fazla düşünme, ben Apollon yıldızından her şeyi öğrendim.”
“Afrodit’i evladımdan fazla sevdiğim için, onun tahsil ve terbiyesine fazlasıyla itina ettim, Padişahım! O, evladımdan başka bir şey değildir ve tamamıyla Türkleşmiştir.”
Abdülhamit, Cevdet Bey’den de aynı hikâyeyi dinleyince rahatlamıştı. Hünkâr’ı sinirlendiren bir şey varsa,o da Melahat’in omzundaki putu şimdiye kadar vücudunda taşımasıydı.
Padişah, Cevdet Bey’i bundan dolayı azarlıyordu. Tam bu esnada Hekim Süleyman Bey elinde ameliyat çantasıyla soluk soluğa, yorgun bir halde Beşiktaş’taki evinden Yıldız Sarayı’na gelmişti. Haremağasının verdiği haber üzerine Hekim, Padişah’ın huzuruna girdi.
Abdülhamit arzusunun derhal yapılmasını istemişti.
Melahat’in diğer sahalardaki cesaretine rağmen bu ufak ameliyat karşısında lüzumundan fazla inatçılık göstermesi canının fazla kıymetli olduğunu anlatıyordu.
Padişah, “Ben uzaktan bakacağım, haydi, çabuk, şu kızın kolundaki put resmini derisinin altından, canını yakmadan çıkar bakayım!” dedi.
Hekim Süleyman Bey hemen aletlerini masanın üstüne koydu ve genç kızın omzunu muayene ederek, “On dakika zarfında ameliyatı bitiririm, Efendimiz!” dedi ve neşteri eline aldı.
Fakat Melahat birdenbire yerinden kalkmıştı. Korkusundan gözleri dönen ve burun delikleri süratle açılıp kapanan Melahat’in tatlı, oynak sesi, senelerden beri olumsuz cevaplara alışkın olmayan bu odanın kanlı duvarları arasında yükseldi:
“Hayır, yaptırmayacağım!”
Padişah, Melahat’in itirazına sıkılmışsa da fazla ehemmiyet vermemişti. Hekim’e hitaben, “Haydi, ne duruyorsun?” diye haykırdı. Melahat’i bir kolundan Cevdet Bey, diğer kolundan Cafer Ağa tutarak, koyun boğazlar gibi sedirin üzerine yatırdılar.
Melahat, Padişah’ın huzurunda bulunduğunu unutmuştu. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
“Benden ne istiyorsunuz? Allah aşkına beni bırakınız! Canımı yakmayınız!”
Cafer Ağa, efendisinden aldığı talimat üzerine bir elini Melahat’in ağzına götürdü. Bu suretle genç kızın sesinin işitilmesine mâni olacaktı. Halbuki Melahat mektepte spor yaptığı için oldukça kuvvetli bir kızdı. Başını salladı ve Cafer Ağa’ya, “Hınzır fellah, çekil oradan!” diye sesinin bütün kuvvetiyle bağırdı.
Abdülhamit, Cafer Ağa’nın gördüğü bu hakaretten ötürü canının sıkıldığını hissetmişti. Melahat gözyaşlarıyla ıslanan yanaklarını silen hekime yalvarıyordu:
“Ah Hekim Bey… Sen bari canımı yakma! Ah, ahhh! Beni öldürüyorlar!”
Abdülhamit yavaş yavaş kızmaya başlamıştı.
“Eee, sus artık, habis! Bu iş bittikten sonra bir de dilinin cezasını çekeceksin!”
Melahat’in sesi tekrar işitildi.
“Ahhh! Dudaklarım… Fırsat düşkünü fellah! Ben sana gösteririm!”
Bu esnada Padişah yandaki odaya geçmişti. Melahat, aklı başına geldiği zaman, “Padişahım, beni affedin!” dedi, fakat başı ve kolları serbest kalınca etrafında cellatlardan başka kimse olmadığını gördü. Hekim vazifesini bitirmişti.
“Gördünüz mü, küçük hanım?” dedi. “Boşuna bağırdınız!”
Cevdet Bey, kızından hiç beklemediği bu mânâsız gürültülerden dolayı çok üzülmüştü.
“Yavrum, nerede ve kimin huzurunda bulunduğunu bilmiyormuş gibi, öyle fena sözler söyledin ki! Cafer Ağa’ nın bile kalbini kırdın zannederim!” dedi.
“Omzuma ameliyat yapılırken sizin canınız değil, benim canım acıyordu. Bir koyun yüzer gibi derimi yüzdünüz! Hiçbirinizin insaf ve merhameti yokmuş!”
Hekim Süleyman Bey aletlerini toplamış gidiyordu.
“Kızım, sargıyı sakın açmayınız, ben yarın açar ve sargıyı kendi elimle değiştiririm. Nihayet on günlük bir zahmeti var. On gün sonra kapanır gider. Sakın merak etmeyiniz,” dedi.
Bu esnada Padişah’ın oturduğu odanın kapısı açıldı ve Başmusahip’in başı göründü.
Daima İkbal ve Nazikter’i koruyan Başmusahip, kibirli bir tavırla odadan içeriye girerek, “Efendimiz, Melahat’in dışarı çıkıp başkaları ile konuşmasını yasakladılar. Şimdi onu burada yalnız bırakıp çekiliniz,” dedi.
Cevdet Bey fazla bir şey söyleyemedi. Kızının aksiliğinin böyle bir netice doğuracağını tahmin etmişti.
Hekimle birlikte yürüdüler ve Melahat’i odada yalnız bırakıp dar ve loş bir koridora çıktılar.
Başmusahip arkalarından yetişti.
“Efendiler!” dedi. “Hünkâr, bu ameliyatın gayet gizli tutulmasını ve kimseye bu hususta bir kelime söylenmemesini de emir buyurdular. Bu kararı size bildirmekle yükümlüyüm.”
Cevdet Bey başını önüne eğdi ve kendi kendine “Felaket… Felaket,” diye mırıldandı.
Aynı akşam, Nazikter bulunduğu hapisten kurtulmak için her gün kendisiyle temas eden İkbal’e talimat veriyor ve Melahat’in kendi vaziyetine düşürülmesinin nasıl mümkün olabileceğini düşünüyordu.
Nazikter’in bu husustaki girişimi gayet önemliydi. Abdülhamit her şeyden ziyade siyasi cereyanların kendi aleyhinde gelişmesinden korkuyordu. Nazikter, efendisinin bu zaafından faydalanmaktan başka kurtuluş çaresi olmadığını görüyordu.
Tıbbiyeliler o günlerde mektepte bir toplantı yapmışlardı. Saraya verilen jurnaller bu toplantının Padişah aleyhinde olduğunu haber verdiğinden, Abdülhamit, talebelerin bu girişiminden fena halde hiddetlenerek içlerinden yedi tanesinin Anadolu’ya sürgün gitmesini irade etmişti.
O gün Haydarpaşa’dan trenle Anadolu’ya sevk edilen Tıbbiye talebeleri, ele geçmeyen diğer arkadaşlarına bu mesailerinde devam etmelerini tavsiye etmişlerdi.
Sürgüne giden talebeler ile en çok görüşenlerden biri de Nuri’ydi.
Nuri’nin vaziyetinden yalnız kız kardeşi İkbal haberdardı. Fakat Nazikter de Nuri’nin tehlikeli bir genç olduğunu tahmin ediyordu; onunla birkaç defa görüşmüştü, Nuri daima Padişah’ın ve etrafındaki adamların aleyhinde konuşurdu. Nazikter onun ne demek istediğini anlamamakla beraber, Nuri’den hoşlandığı için, “Aman kuzum Nuri Bey, yavaş söyleyiniz!” diye ellerini tutarak yalvarırdı.
İkbal’e gelince; o, biraderinin hemen her şeyini bilirdi. Onun ve arkadaşlarının ne yapmak istediklerini pekâlâ biliyordu. Ve işte Nazikter’e en ziyade ümit veren de bu kızdı. Ne vakit bu meseleden bahsedilse, İkbal derhal şu suretle söze başlardı:
“Kardeşim! Efendimizin hali malum. Melahat’i Hünkâr’ın gözünden düşürmek için onun Nuri ile seviştiğini gösterecek bir plan kurmalıyız. Bak, görüyorsun ya, seni kurtarmak için kendi kardeşimi fedaya mecbur oluyorum.”
Nazikter bu teminattan çok memnun olurdu.
Bu meseleyi müzakere ederken Nuri’nin karşılaşması muhtemel tehlikeli vaziyeti de düşünürlerdi. Fakat Nuri saraya yabancı bir kimse değildi; nihayet Şehzade Burhanettin’in dairesinde bulunan bir kızın kardeşiydi.
Onun Melahat’le bir dakika bile beraber bulunması, genç kızın felaketini kolayca hazırlamaya yeterdi.
İşte, Melahat’in başkaları ile görüşmesinin yasaklandığı gece Nuri, İkbal’in penceresine tırmanarak saraya girdi. İkbal o gece Melahat’i kendi odasına getirecek ve arkasından da Başmusahip’e haber vererek Melahat’in gizlice Nuri’yi pencereden aldığını bildirecekti.
Nuri’nin bir şeyden haberi yoktu, ancak Melahat’i bir iki defa görmüş ve çok beğenmişti.
Nuri pencereden İkbal’in odasına girdiği zaman sular kararmıştı.
İkbal, kardeşine işaret verir vermez odasından çıkıp Melahat’i çağırmaya gitti.
Nuri ise odada kardeşinin geri gelmesini beklemeye başladı.
İkbal odadan çıkarken, “Nuri! Sen, ben gelinceye kadar karyolanın arkasındaki köşede otur, hiçbir yere kımıldama! Gece seni burada görürlerse kıyametin koptuğu gündür,” demişti.
Aradan on beş dakika geçtiği halde odaya hiç kimse gelmemişti. Nuri sabırsızlanıyordu.
Melahat gibi Padişah’ın en sevimli gözdesi olan bir kızla dostluğu ilerletmek, Nuri için her zaman ele geçer bir fırsat değildi. Karyolanın arkasındaki loş köşeye kirpi gibi sinmiş oturuyordu.
İkbal, Başmusahip’in odasına vardığında, Cafer Ağa odada aşağı yukarı dolaşıyordu. İkbal’i görünce, “Kız, bu vakit buralarda ne dolaşıyorsun?” diye seslendi. İkbal, Cafer Ağa’ya görünmek istemiyordu. Fakat birbirlerini görmüşlerdi bir defa, kaçmak olmazdı.
“Ağa hazretlerini görecektim,” dedi.
Cafer Ağa, Melahat’in yanından yeni gelmişti. Vücudu tir tir titriyordu.
“İkbal, buraya gel!” diye bağırdı.
İkbal, arkadan bir ayak sesinin kendisine doğru yaklaştığını hissederek başını çevirdi. Orta boylu, şişmanca ve esmer birinin de odaya girmek üzere olduğunu gördü.
Cafer Ağa derhal kapıya koşarak, “Vay, Paşam… Buyurunuz!” dedi ve geç vakit Başmusahip’in dairesine gelen bu meçhul misafiri saygıyla karşıladı.
İkbal, odanın bir kenarına çekilmiş, yavaşça sıvışıp odasına dönmeye hazırlanmıştı.
Cafer Ağa’nın hürmetle karşıladığı bu adam Fehim Paşa’dan başka bir kimse değildi.
Melahat, ameliyattan önce İkbal ve kardeşi Nuri hakkında Padişah’a bir hayli bilgi vermişti. Hatta Nuri’nin o gece kız kardeşini görmek üzere saraya gelmesi ihtimalinden bile bahsetmişti.
Melahat’in bu açıklaması Padişah’ı çok düşündürmüş, fakat bu cüretkâr genci yakalatmak istediğinden dolayı Melahat’e fazla bir şey söylemeyerek sadece kendisini dışarı çıkmaktan menetmekle yetinmişti.
Melahat’in ameliyatı yapılırken, Fehim Paşa da Yıldız Sarayı’na davet edilmişti.
İkbal odadan ayrılacağı sırada, Fehim Paşa kızın yanına sokularak eteğinden çekti.
“Dur bakalım, ne acele ediyorsun?”
İkbal yürümek istedi.
“Müsaade buyurunuz gideyim, Paşa hazretleri!”
“Vay, sen benim kim olduğumu biliyor musun?”
“Hayır, efendim. Cafer Ağa size, Paşam, dedi de.”
Cafer Ağa söze karıştı:
“Fehim Paşa hazretleri Burhanettin Efendi’nin dairelerine gitmedikleri için tabii ki kendilerini hiç görmemişsindir.”
“Hayır, efendim. Paşa hazretleriyle ilk defa müşerref oluyorum.”
Fehim Paşa kendine has sırnaşıklığını koruyordu. İkbal’in pamuk gibi beyaz elini tutup iki avucunun içine aldı.
“Kız, sen az güzel haspa değilsin!”
İkbal boynunu büktü ve korkak bir sesle tekrar rica etti:
“Müsaade buyurunuz gideyim, Paşam!”
Fehim Paşa’nın ruh hali birden değişti.
“Ne için bu kadar telâş ve acele ediyorsun? Yoksa odanda seni bekleyen biri mi var?”
İkbal’in benzi sapsarı olmuştu.
“Geç oldu da, Paşam, onun için,” diyebildi. Kalbi fena halde çarpmaya başlamıştı. Fehim Paşa genç kızın elini bırakmadı.
“Haydi, seni odana kadar götüreyim.”
İkbal’in yüreğine inmişti.
Başmusahip’in dairesinden ayrıldıkları zaman İkbal tekrar yalvardı:
“Paşa hazretleri, Allah aşkına beni bırakınız, odama gideyim!”
Fehim Paşa Çerkez dilberinin elini sımsıkı tutuyordu.
“İşte gidiyorsun ya! Bu yol odana gitmez mi?”
İkbal’in yalan söylemesi faydasızdı; Fehim Paşa kızın odasının nerede olduğunu çoktan öğrenmişti. Az sonra odanın önüne geldiler.
İkbal, korkusundan ne yapacağını şaşırmış bir halde, gece vakti bir şeytan gibi karşısına çıkan bu baş belasının elinden kurtulmaya çalışıyordu.
“Teşekkür ederim, Paşam. Buraya kadar zahmet buyurdunuz. Bu iyiliğinizi hiçbir zaman unutmayacağım!” dedi.
Fehim Paşa böyle kuru cilvelere metelik verir bir adam değildi. O saatte üzerine aldığı vazifeyi yapmak mecburiyetindeydi. Takip ettiği işin sonucuna göre az sonra Hünkâr’a malumat verecekti. İkbal’i göğsünden iterek odanın kapısını araladı.
İçerden ince bir ses işitildi:
“İkbal, nerede kaldın?”
Bu bir erkeğin… Nuri’nin sesiydi.
İkbal bu sesi işitti. Paşa’nın kolundan çekerek, “Allah aşkına odama girmeyiniz!” dedi ve ayaklarına kapandı.
Odaya giren Fehim Paşa, karyolanın arkasında hiddetinden kendi kendine homurdanan Nuri ile karşılaştı.
Zavallı Tıbbiyeli, birdenbire karşısına dikilen bu gözü dönmüş adamla yüz yüze gelince söyleyecek tek kelime bulamadı.
Fehim Paşa sordu:
“Kız, bu adamın bu vakit burada işi ne?”
İkbal korkudan titriyordu.
“Paşam, o benim kardeşimdir.”
“Kim olursa olsun. Gece vakti buraya nasıl girmiş?”
Nuri, bu gaddar bakışlı adamın Kızıl Sultan’ın adamı olduğunu anlamıştı. Kız kardeşinin sözüne kapılarak nihayet bir tuzağa düştüğüne hükmetti.
“Kardeşimi görmeye gelmiştim,” dedi.
Fehim Paşa, Tıbbiyeli gencin yüzüne kuvvetli bir tokat indirdi.
“Efendimizin ekmeğini yiyen hainler! Daha birkaç gün evvel arkadaşlarının sürgüne gittiğini ne çabuk unuttun?”
Tokadı yiyince Nuri’nin gözleri döndü ve ayağa kalkarak Fehim Paşa’nın gırtlağına sarıldı. Aklınca onu yere vurarak pencereden atlayıp kaçacaktı. Zavallı genç o saatte sarayın bütün kapılarının kapandığını bilmiyordu.
Kaleden yüksek duvarları nasıl aşabilecekti?
Tehlike karşısında fazla düşünmeye imkân bulamamıştı. Can havliyle düşmanının boynuna atıldı. Fehim Paşa’nın hızla çıkardığı rovelver yere düşmüştü.
İki adam alt alta, üst üste boğuşmaya başladılar.
İkbal’se tehlikeyi görünce haykırmak istedi.
Nuri elinin tersiyle kardeşine vurdu ve onu çabucak susturdu. Fehim Paşa bu çarpışmada mağlup düşmüştü.
Nuri, yerde yatan Fehim Paşa’nın başına iki tekme indirip, evvelce geldiği pencereden sarayın bahçesine atladı.
Tıbbiyeli genç, pencereden kaçarken lambayı söndürmüş ve karyolasında ağlamakta olan kız kardeşine son olarak şu sözleri söylemişti:
“İkbal! Beni artık ebediyen göremeyeceksin. Dağdan dağa, ormandan ormana kaçıp vahşi insanlar gibi yaşayacağım. Sen de milletin kanını emen bu canavarlar yuvasından yakanı kurtarmaya çalış!”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/iskender-fahrettin-sertelli/abdulhamit-ve-afrodit-69403207/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.